Solcusu ve sağcısıyla liberallerin dillerine pelesenk ettikleri, kanıta, ispata gerek duymadan, apriori, doğru varsaydıkları, önyargı düzeyine yükseltilmiş bir kalıpları var. Artık Tarafçılaşan H. Berktay gibi eski Aydınlıkçı, Nabi Yağcı gibi eski TKP’li, solculukları ancak dillerinde eser miktarda “tatlandırıcı” olarak kalmış liberallerle eski kaba faşist T. Akyol ya da hep “merkez sağ”da yer tutmuş muhafazakar liberal G. Civaoğlu gibilerinin yüzde yüz hemfikir olmakla kalmayıp ilgilerini yoğunlaştırdıkları bir odak oluşturan zehir zemberek bir kalıp bu. İnandırıcı olması için hiç değilse zaman zaman Hitler’le Mussolini ve onların faşizmiyle adı yan yana anılan Stalin ve komünist ya da Bolşevik “totalitarizmi”… “Diktatör Stalin”!
Küfür etme ihtiyacı duyduklarında “Stalin” diye başlıyor, en fazla yanına bir de “totalitarizm” ekliyorlar; yüreklerini soğutup devam ediyorlar. Kimmiş, ne yapmış, hangi görüşleri savunmuş, bu görüşler tarihsel toplumsal ilişkilerle, çıkarları birbirleriyle üstelik uzlaşmaz karşıtlık halindeki insan gruplarıyla, sınıflarla bağlantılı mı, yoksa yalnızca Stalin’e özgü orijinal kurgular mı –hiç ilgilenmiyorlar. Gerek duymuyorlar.
Uzun yıllar “medeniyet seviyesi”ne ulaşmayı amaç edindikleri, “Batı” ya da “uluslararası toplum” dedikleri, yere göğe sığdıramadıkları, “Soğuk Savaş” döneminin “Hür Dünya”sının –üstünlüğü önünde secdeye vardıkları “piyasa”nın ayrılmazı, başlıca yönü ve dayanağı olan kapitalistler arası iflah etmez rekabet nedeniyle– kaçınamadığı o boydan boya bölünme zamanında, sanki, büyük bölünmenin bir tarafı durumundaki şimdi “patronluk”unu hâlâ sürdüren ABD, “demokrasi”ye “beşiklik” etmiş Birleşik Krallık (İngiltere) ve artık burjuvazi ve hemen tüm sözcülerinin iğrenerek karşısında saldırı pozisyonu aldıkları Jakobenizmin döl yatağı aristokrasiye karşı burjuvazinin uzlaşmaz demokrasi mücadelesinin ülkesi Fransa, tabii ki egemen burjuvazileri Stalin’le ve Stalin Rusya’sı ile demokrasi ve barışı hedefleyen bir anti-faşist cephe oluşturmamışlar gibi, her kötülüğün kaynağı olarak Stalin ve kuşkusuz başında bulunduğu sosyalist sistemi göstermekle kalmıyor, onu, vicdansızlıkla, ağababalarının ittifak halinde birlikte savaşmış oldukları Hitler’e benzetiyorlar! Stalin’in sosyalizmi Hitler’in faşizmi gibiymiş –öyle iddia ediyorlar!
*
Oysa.. Diyelim ki, zamanın Amerikan başkanına, “Demokrat” Roosevelt’e, kriz ve sosyalizmin başarıyla ilerleyişi koşullarında çaresizce gündeme getirilen Keynesçi “New Deal” (yeni sözleşme) politikaları nedeniyle “uzlaşmacı”, “sosyalizan” gözüyle bakıyorlar ve “Stalin’in etkisi altında kaldığını” düşünüyorlar.. Haydi Fransa’nın muhafazakar bir anti-komünist olduğundan kuşku duyulamayacak, henüz başkan seçilmemiş, ancak partizanların yanı sıra ve en çok da Hitler Almanya’sı karşıtlığı onlarla başlayıp onlarla bitmesin ve zaferin meyvesi, yani iktidar da onların ellerine düşmesin yaklaşımıyla anti-faşist mücadelenin kıyılarında yer tutmaya çalışan, müttefikler arası “zirve” toplantılarına bile katılamayan ve henüz oldukça küçük bir güç durumundaki generali de Gaulle’ün güçsüzlüğü nedeniyle Stalin’le ittifaktan başka çare bulamadığını varsayıyorlar.. Ya anlı şanlı Winston Churchill? Ya bu aşırı gerici muhafazakar ve zilli anti-komünist İngiliz Başbakanı asilzade? O neden, üstelik Postdam’da, Yalta’da toplantı üstüne toplantı yaptığı Stalin’le, kuşkusuz en başta onun tarafından yönetilen Sovyet Rusya ile dünyanın başına bela olmuş faşist mihvere karşı ittifak yapmıştı? Madem pek benziyorlardı, ikisi de “totaliter”lerdi, neden Hitler’le Stalin el ele vermemişler ve Hitler Almanya’sı ile Sovyet Rusya bir ittifak kurmamışlardı da; benzemezler, Churchill İngiltere’si ve Roosevelt Amerika’sı ile Stalin Rusya’sı, üstelik Almanya-İtalya-Japonya faşist bloğuna karşı birlikte saf tutmuşlardı? Churchill’in görmediğini şimdi yeni yetme “totalitarizm karşıtları” Taha Akyol’lar, Civaoğulları, H. Berktay’lar, M. Belgeler mi görüp kavradılar, buna mı inanalım?
Hem de hiç de kolay olmadı. Şüphesiz, bir çırpıda ve büyük bir isteklilikle Stalin ve Sovyet Rusya’ya yanaşmadılar. Başlangıçta, benzerlikleri iddia edilenler, Hitler’le Stalin, faşist Almanya ile Sovyet Rusya değil; katiyen benzer olmadıkları ileri sürülen, ama aynı kapitalist “top”un sadece renkleri, yani biçimleri farklı “kumaşları” olan İngiliz Chamberlain’le Fransız Daladier Alman Hitler ve İtalyan Mussolini’yle yakın hissediyorlardı ve yakınlık içindeydiler. İngiltere ve Fransa’nın hem de “sosyalist” Radikal’i Daladier’i, tabii ki “uzaktan” herkesin birbirini kırmasını izleyip sonunda parsayı toplamak üzere bekleme taktiğini Birinci büyük kapışmada deneyip güç toplamış olan ABD’nin de katılımıyla, Hitler’i, Sovyet Rusya’nın üzerine çullanmak için az teşvik etmediler. Hitler Almanya’sıyla Sovyet Rusya’yı kapıştırıp, her iki tarafı da mecalsizleştirecek bu kapışmayı tribünlerden zevkle izlemek için çok uğraştılar. Churchill’in önceli N. Chamberlain’le Daladier, Hitler ve Mussolini ile bu nedenle 1938’de Münih Antlaşması’nı imzaladılar. Aynı topun kumaşı olduklarını kanıtladıkları gibi, İngiliz ve Fransız burjuvazisi ve hükümetleri, doğuya doğru, Sovyetler’in üzerine sürmek üzere, iştahlarını açmak için, bu yönde, koca koca ülkeleri Alman –ve İtalyan– faşizmine kurban olarak sunarak saldırganı cesaretlendirdiler. Aralarında “al gülüm-ver gülüm” ilişkisi vardı sanki.
Batılı “demokratik” emperyalist devletlerin Sovyetler’e yanaşmaları ve onun tarafından yıllardır önerilen anti-faşist ittifakın kurulmasını kabul etmeleri, çok sonra, Sovyet Rusya, İngiliz ve Fransız burjuvazisi ve hükümetlerince üzerine sürülen Hitler Almanya’sı ile saldırmazlık paktı imzalayıp Hitler’in –Batılılarla arasında savunma anlaşması olan– Polonya’ya saldırmasının ardından gerçekleşti. Anlaşılmıştı ki, Hitler ilk elde Sovyetler’e saldırmayacaktı. Üstelik yine anlaşılmıştı ki, Hitler’in hedefinde Belçika üzerinden Fransa vardı.
Özellikle Churchill’in gelişiyle İngiltere Almanya karşıtı bir mevzi tutar oldu. Ancak Churchill, aynı zamanda, anti-komünistti ve Sovyetler’i güçlendirebilecek hiçbir eylemde bulunmamaya yeminliydi. ABD ile birlikte, Sovyetler’in yardımını istedi, ama ona katiyen yardım etmedi. Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırdıktan sonra, Sovyetler Nazi ordularını önüne katıp kovalayarak Almanya’yı işgal edeceği anlaşılıncaya kadar, Almanya’ya karşı, doğu cephesinin yanı sıra batıda “ikinci” bir cephe açmaya bir türlü yanaşmadı. Özetle, Batılı “demokratik” emperyalist devletler Sovyet Rusya ile gerçek bir ittifaka eğilim göstermedi.
İşgal altındaki ülkelerin anti-faşist direnişçileriyle birlikte, Hitler Almanya’sıyla ölümüne savaşan başlıca güç, bu savaşta on milyonlarca yurttaşını kaybeden Sovyet Rusya oldu. Hitler’in korkulu rüyasıysa, başkası değil, ama Sovyet Rusya ve yönetiminin başındaki Stalin’di. Ama işte, bu Stalin, Hitler’e benzetildi! Hitler’in kıçının dibinden ayrılmayan, Münih’te ona yaltaklanan Batılı demokrasi madrabazlarıysa Hitler’e hiç benzememekteydiler! Bu, “Soğuk Savaş” argümanlarının başlıcalarından biridir ve hâlâ sağcı-solcu liberal, muhafazakar anti-komünistler tarafından olur olmaz yer ve zamanlarda savunulmaktadır.
*
“Soğuk Savaş”tan bunca yıl sonra yeniden Stalin ve Stalin’e küfrün gündem edinilmesinin görünür gerekçesi KCK’nin “Stalinizmi” olarak ortaya kondu. Bunca tutuklamanın nedeni ilan edilen KCK’nin kötülenmesi gerekiyordu. “Kötü”yse, Stalin’di! KCK’yi kötülemek ve ondan da önemlisi hak isteyen/arayan Kürdü siyaset dışına itmeyi amaçlayarak KCK tutuklamalarının düğmesine basan AKP’nin otoriter/totaliter gidişatını örtmek ve bu gidişatın tartışılmasının önünü kesmek üzere tersten bir totalitarizm ve diktatörlük tartışması gündeme getirilmekteydi.
KCK kuşkusuz “Stalinist” değildir. Proletarya diktatörlüğü olmadan, işçi sınıfı, onun dünya görüşü ve politik tutumlarından ayrı ve onlarla ilgisiz olarak Stalin’den söz edilemez, “Stalinist” olunamaz. Eğer sorun tamamen keyfi olarak davranmak değilse ve bunun için Stalin’e başvurulmuyorsa, KCK ile Stalin arasında bir olumlu bağlantı kurma olanağı bulunmamaktadır. Burjuvazinin Stalin’e küfrünün nedeni, onun proletaryanın evladı olması, işçi sınıfının başında dünya burjuvazisine karşı savaşı, emekle sermaye ya da sınıfsal olarak işçi sınıfıyla burjuvazi ve sistem olarak kapitalizmle sosyalizm arasındaki büyük kavgayı sevk ve idare etmesidir. Ama KCK, şüphesiz bir işçi ya da emek kurumu değildir. İlericiliği tartışmasızdır; ancak Kürt ulusunun, bir ezilen ulusun örgütüdür. Ne işçidir, ne sosyalist; ama ulusaldır, yurtseverdir, Kürt ulusunun birlik, eşitlik ve özgürlük davasının savunucusudur.
Peki, Stalin’e ilgi duymayan, Stalin’in dünya görüşü ve eylem kılavuzu bildiği ve gelişmesine katkıda bulunduğu Marksizm-Leninizmi benimsemeyen, tersine eskidiğini ve aşılma durumunda olduğunu düşünen, programını komünizmin, yani sınıfların, sınırların, devletlerin kaldırılmasının ve bunun için bir işçi iktidarının (proletarya diktatörlüğünün) zorunluluğunun savunulmasına kadar genişletmeyen, ama kendisini, PKK’nin programında olduğu gibi genel bir sosyalizm, “demokratik sosyalizm” söylemi eşliğinde ulusal eşitlik ve ulusal kurtuluşu amaçlamakla tanımlayan, sosyal dayanağı olarak –“darlık” tanımlamasıyla sınıfsal yaklaşımlara uzak durarak– işçi sınıfına değil, ama –ulusal hainler dışında– burjuva sınıf ve tabakalarla birlikte ezilen ulusun bütününe, Kürt ulusuna yaslanan bir örgüt neden “Stalinist” ilan edilir?
Nedeni; kime dayandığı, kimi temsil ettiği önemsenmediği gibi, örtülmesi gerekli görülen Jakobenizmin “günah keçisi” ilan edilmiş olmasıyla benzerdir. Jakobenizmin, salt bir “yöntem”, kan dökücülük, terör ve genel olarak şiddetin politika yöntemi olarak benimsenmesi istenmiştir. Kanı, hiç kuşku yok, Afganistan’da, Irak ve Libya’da son örneklerine tanık olunan büyük kapitalist emperyalist devletlerin başını çektiği kapitalistler dökmektedir. Ve üstelik kapitalist kan banyosu yalnız denizaşırı saldırılarla sınırlı değildir. Kapitalist sistem nerede eskisi gibi yönetemez hale geldiyse ya da geliyorsa, nerede çözümünü dayatan sosyal ve ulusal sorunların üstesinden gelinemiyorsa ya bütün bir halk veya ulusu hedef alan ya da halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtan kan dökücülük gündeme gelmekte, gerici burjuvazinin saldırganlığı ve terörü bitmek bilmemektedir. İşte Türkiye! Bizden PKK’nin saldırı halinde olduğu ve terör uyguladığına inanmamız istenmektedir. Diyelim ki doğrudur, PKK saldırmakta ve terör eylemlerine de başvurmaktadır. Peki, ama aylardır süren operasyonlar, kara harekatları, “şu kadar terörist etkisiz hale getirildi” övünmeleri neyin nesidir? Şiddete yalnızca PKK mi başvurmaktadır? Milyonluk ordu ve polis örgütlenmesiyle, özel birlikleriyle dev bir terör mekanizması ve şiddet aleti olduğundan kuşku duyulamayacak devlet de mi Jakobendir?
Jakobenizm kadar “Jakobenizm”i miras edinen “Stalinizm” de, oysa terörle ya da genel olarak mücadele yöntemiyle tanımlanabilir değillerdir.
Jakobenizm devrimciliktir; burjuva devrimciliğidir. Feodal aristokrasinin egemenliğine karşı uzlaşmazlık ve yarı yolda durmayı kabullenmeyen bir mücadeleciliktir. Ayırt edici niteliği ikidir: Biri, kime karşı ve kimin olduğunu tanımlar; feodal aristokrasiye karşıdır ve burjuva karakterlidir. İkincisi genel olan burjuva karakterin özeline ilişkindir; büyük Fransız Devrimi günlerinde feodal aristokrasiye karşı burjuvazi başlıca iki kanada ayrılmış, iki burjuva eğilime tanık olunmuştur. Bunlardan biri Jirondenizm adını almıştır; burjuvazinin feodalizmle, aristokrasiyle, Kralcılarla uzlaşma eğilimini belirtmiştir. Eski feodal düzenin aristokrasinin egemenliğinin yıkılmaması, ama reformdan geçirilerek bir dizi “iyileştirmeler”le restore edilmesini öngörmüştür. Diğeri, Jakobenizm, burjuvazinin aristokrasiyle uzlaşmazlık eğilimi olarak, Robespierre, Marat gibi önderleriyle temsil edilmiştir. Burjuva devrimciliğidir; düzen baştan aşağı yenilenecektir; topraklar aristokrasinin ve Kilise’nin elinden alınıp köylüye verilecektir, aristokrasi ve Kral değil halk egemen olacak, Cumhuriyet kurulacaktır vb.. “Kötülüğü” budur, olumsuzlanması ve liberallerin ağzında “kötülüklerin anası” ilan edilmesi bundandır!
“Stalinizm”se, Marksizm-Leninizmin 20. yüzyılın ortalarındaki halidir. Özetle, Jakobenizm burjuva devrimciliğiyken, işçi sınıfının eylem kılavuzu olan Marksizm, Marksizm-Leninizm ya da yaşayan canlı bir organizma olarak, onun 20. yüzyılın ortalarına ilerlenirken Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası koşullarındaki şekillenişi veya tersinden “Soğuk Savaş”ta burjuvazinin hedef daraltması olarak “Stalinizm”, proleter devrimciliğidir. Burjuvazinin devrimciliğini miras alan işçi sınıfının sürdürdüğü devrimci praxistir. Nasıl bizim Jakobenizmi sahiplenmemizden doğalı yoksa, muhafazakar, faşist akımlarının yanı sıra sağcı-solcu liberal akımlarıyla da burjuva gericiliğin yalnızca sınıf düşmanlığının somutlanışı olan “Stalinizm”i değil, ama kendi devrimci geçmişi olan Jakobenizmi de, –artık kendisinin dünya karşı devriminin kalesini oluşturduğu koşullarda– sadece devrimci olduğu için dışlayıp “günah keçisi” saymasından doğalı da yoktur. Tekelci kapitalizmin üstelik sosyalizmin yenilgisinin ardından “ketler”inden de kurtulmasıyla iyice pervasızlaşmasını belirten neoliberal eğilim, burjuvazinin sadece devrimle bütün bağlarını koparmasıyla değil, ama devrimin en küçük belirtisine kırmızı görmüş boğa türü saldırmasıyla karakterizedir.
Bu genel neden, içinde bulunduğumuz koşullarda muhafazakarı liberaliyle gerici burjuvazinin Jakobenizmin yanı sıra “Stalinizm”e duyduğu “hisleri” açıklar; ancak, “Stalinizm”i hedef alan düpedüz bir kampanya oluşturan saldırganlığın, neden dün ya da yarın değil ama tam da bugün gündeme oturduğunun daha özel bir açıklaması şüphesiz olmalıdır.
*
İşin burasında, açıklanması gerekli bir başka tartışmanın daha yürütüldüğünü görmekteyiz. Özellikle Ergenekon tutuklamaları ardından hız kazanan “askeri vesayet” ve bu “vesayete karşı mücadele” tartışmaları çerçevesinde solu ve sağıyla liberal, muhafazakar aydınların önemli bir çoğunluğunu girdabına alan Kemalizm tartışmalarından söz ediyoruz. Başlangıçta her taşın altından çıkan askeri ağırlığı “hafifletme”yi hedefleyerek gündeme getirilen “Kemalist bürokratik diktatörlük” ve “demokrasi”ye ulaşmak üzere tasfiyesine dair bir içerik yüklenmiş bu tartışmanın, şimdi, “Atatürk diktatör müydü değil miydi?”, “diktatör müydü demokrat mıydı?” biçimi altında sürdürülmesine çalışılmaktadır.
Türkiye’de zaten bir burjuva diktatörlük bulunduğunun üzerinden atlayarak, sanki sınıflar arasında bir “denge” varmışcasına tasfiye edilmesi zorunlu bir “Bonapartizm” ve “bürokratik diktatörlük” tevatürünün dile dolandığı öncesi bir yana, noktasının bir önceki genelkurmay başkanının istifasıyla konulduğu ileri sürülen “askeri vesayetin tasfiyesi”nin ilanı sonrasında, hâlâ M. Kemal’in diktatör olup olmadığına dair tartışma neden yürütülür? İçeriği çarpıtılmış ve Don Quijote türü yel değirmenleriyle uğraşılmış olsa bile, asker ağırlığının geçerli olduğu “vesayet” döneminin eski tartışmasının anlaşılır bir yanı vardı. Zamane Kemalistlerinin iktidar “ipi”ni sıkıca ellerinde tutmakta olduğu AKP’nin ilk hükümet yıllarında, tabii ki halkın egemenliği hedeflemiyordu, ama yine de, “sivil” “kodu”yla ve AKP’yi öne çıkaracak bir “demokrasi” uğruna, bürokrasiye gönderme yapıp tartışılmasını sağlayacak bir askeri ve “bürokratik diktatörlük” ve “demokratikleşme” tartışmasının iktidar kavgası ve paylaşımı çerçevesinde bir dayanağı bulunuyordu. Ancak daha öncesi bir yana, bu yakın geçmişte “Kemalist diktatörlük”ün “demokratik” olmadığına ilişkin tartışma yeterince yürütülüp tüketilmiş olmalıydı. Şimdi öyleyse, yeniden, M. Kemal’in “diktatör mü, demokrat mı olduğu” tartışması nereden çıkmaktadır, hangi ihtiyacın ürünüdür?
Bu tartışmanın şimdi neden yeniden gündeme dayatıldığı sorusuyla durup dururken Stalinizm karşıtı kampanyanın ateşinin neden bugünlerde yeniden harlatıldığı sorusunun yanıtı herhalde az-çok çakışacaktır.
KCK bağlantılı olarak “Stalinizm” tartışması açanlarla M. Kemal’in diktatör mü demokrat mı olduğu tartışmasını yürütenler, aynı türden, aynı kategoridendirler; hatta bilfiil aynı kişilerdir. “Stalinizm”e saldırı bakımından tam bir birlik durumu vardır, Stalin ve “Stalinizm” konusunda “soğuk savaş”ın kargasekmez “soğuk”luğu geçerlidir. Kemalizme ilişkin olan ikinci tartışmadaysa rivayet muhteliftir; kimi diktatörlük, kimiyse demokratlık olmasa bile, Kemal’e diktatörlük yaftası asılamayacağı iddiasındadır. Ancak bu aykırılık durumu beylerimizin aralarındaki uyumu ve birlikte aynı tartışmayı huşu içinde yürütme adabını bozmamakta, özellikle “diktatörlük” iddiasında olanlar, ama her halükarda tartışmanın görünüşteki “tarafları”nın her ikisi bakımından da asıl olan tartışmanın yürütülmesi ve bundan elde edilmek amaçlanan getiri olmaktadır.
Örnekse G. Civaoğlu, Stalin ve diktatörlük konusunda bıçak kesse kan akmaz türden netliğe sahiptir. Ama sıra Atatürk’e geldiğinde kılı kırk yarma titizliğiyle “haşa, diktatör değildir” görüşündedir: “Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda çağının diğer ülkelerinde diktatörler vardı; Stalin, Hitler, Mussolini, Franko… Sonrasında Tito, Enver Hoca, Mao, Abdülnasır. Hangisi, ölümünden 73 yıl sonra hâlâ Atatürk gibi ulusu tarafından sevgi, saygı ve teşekkürle anılıyor?.. Ayağından asılan Mussolini’yle, lanetle anılan Stalin’le, bir duvar dibinde yatan Mao’yla, Abdülnasır’la nasıl Atatürk, aynı ‘diktatörler çağı’ torbasına konulabilir? Elbette Atatürk dönemi ‘klasik demokrasi’ modeliyle örtüşmüyordu. Ama Atatürk yönetimine ‘diktatörlük’ etiketini yapıştırmak ya kasıttır ya insafsızlık ya da anlaşılmaz bir yorum farkı… Aslında Atatürk’lü yılları Türkiye’de demokrasiye geçişin kendine özgü ‘hazırlık sınıfları’ diye görmek daha doğru olur.” (Milliyet, 10.11.11)
“Karşı” örnekse yeminli bir anti-Stalinist ve amansız bir “diktatörlük düşmanı” olduğunu bildiğimiz M. Belge’dir. Onun 15 Kasım tarihli Taraf’taki köşesinin başlığı artık ilginç olmaktan çıkmıştır: “Demokrat mı, diktatör mü?” Şunları yazmaktadır:
“Türkiye’nin bu döneminde, önünde açık bir yol görmek istiyorsa, Atatürk’ü ve Atatürkçülük’ü şimdiye kadar yapmadığı önem ve ciddiyetle değerlendirmesi, bu bağlam içinde kendi geçmişini ve kurumlarını değerlendirmesi gerekir.”
Ve Belge, bizim yanıtlama uğraşında olduğumuz soruyu, bu tartışmanın neden gündeme getirilmiş olduğu sorusunu kendi kavlince yanıtlamaktadır: “Şu sıralarda bir ‘Atatürk demokrat mıydı diktatör müydü?’ tartışması, aslında çoktan beri zaman zaman tartışılır gibi yapılan bu anlamsız ikilem, yeni icat edilmiş gibi tekrardan sürülüyor piyasaya. Bundan beklenen faydayı platonik bir tasım haline getirerek, şöyle bir şey çıkıyor: 1) Atatürk bir devrim yaptı; 2) devrim, parlamenter demokrasi kurallarına, örneğin oylama vb. yöntemlere uymayan bir şeydir; 3) o halde Atatürk ‘demokrat’ değildi. Buradan da asıl istenen sonuca varmaya bir küçük adım yetiyor: İyi ki demokrat değildi, yoksa bu devrim olmazdı.”
Tartışma neden şu sıralar gündeme sokuşturulmaktadır –bu önemlidir. Ve hiç şüphesiz ki M. Belge, tartışmanın içeriği gibi, kimin tarafından ve hangi amaçla gündeme getirildiğini de tersyüz edip çarpıtmaktadır. Tartışma, yazdığı gibi Kemal’i benimseyip savunanlarca mı “sürülüyor piyasaya”? Tersi olduğu kesindir. Kemalistlik iddia eden ya da zamane “Atatürkçü”sü ekip, bırakın gündem belirlemeyi, uzun süredir savunmadadır, kendisine yöneltilmiş salvoları savuşturmaya ve kendisini korumaya çalışmakta, ama mevzi üstüne mevzi kaybedip gerilemektedir. Bir gün oradan bir gün buradan “yeni icat”larla, bir sabah dün “kardeşim” dediği Esad’ın “halkına zulmettiğini” ileri sürüp, aynı anda kendi ülkesinde binlerce tutuklama ve yüzlerce ölüye neden olan sürekli operasyonlar yürütürek, ertesi gün YÖK kararnameleriyle türbanı serbest bırakarak, bir başka gün Abdülmecid anmasını sokuşturarak gündemi belirleyen ve atak üstüne atak tazeleyen, tabii ki, “Atatürkçüler” değil, ama hemen tüm kurumlarıyla devleti ele geçirip “devletleşme” sürecini tamamlamakta olan AKP’dir.
Ancak kim tarafından hangi amaçla gündeme taşındığı önemli olmakla birlikte, tartışmanın hangi içerikle yürütüldüğü de önemlidir. İşte, bakın Belge’ye, sorunu sanki kişisel olarak Atatürk’ün (ya da söz konusu olduğunda Stalin’in) demokrat olup olmamasıymış gibi koymakta ve öyle tartışmaktadır. “Diktatör mü, demokrat mı?” Oysa kişi demokrat olur olmasına, ama kişi olarak diktatörlük, en otokratik rejimler bakımından bile olanaklı değildir ve kişiler, kendi adlarıyla anılan rejimlerinin hükümranlığında ne kadar kişisel güç ve yetkiye sahip olurlarsa olsunlar, ancak bir sınıf iktidarının başında olabilir, onun birinci dereceden karar güç ve yetkisine sahip yönetici ve yönlendiriciliği yapabilirler. Buraya kadardır. Kişiler tarihin akışında kuşkusuz önemsenmezlik edilemeyecek roller üstlenirler, üstlenmişlerdir; ama ortaokul tarih kitaplarında anlatılageldiği biçimde, ellerinde kılıç tarihi padişahlar ya da Atatürk gibi “kahramanlar” değil, sınıflar ve aralarındaki çatışma yapmıştır.
Diktatörce yetkilerle donatılmış kişiler olmamış değildir; ancak diktatörlük sorunu tartışıldığında kişilerin değil, ama sınıf diktatörlüklerinin ele alınması zorunluluğu tartışmasızdır. Kemalist diktatörlük örneğin, adına da bakılarak M. Kemal’in etkisi konusunda fikir sahibi olunması tabii ki anlaşılırdır; ancak, bir burjuva sınıf diktatörlüğü olduğundan şüphe edilemez. Yıkılan Mübarek otokrasisi örneğin, hiç kuşkusuz Mübarek’in kişisel diktatörlüğü değildi, ama kararların alınmasında en yetkili ve en yüksek koltuğuna onun oturduğu Mısır burjuvazisinin diktatörlüğüydü. Stalin’in başında olduğu Sovyet devleti de, aynı şekilde, Stalin’in bir kişisel diktatörlüğü ya da hatta bir parti diktatörlüğü değil, ama Stalin’in kararlaştırıcı yönetici ve yönlendirici bir rol üstlendiği işçi sınıfının diktatörlüğüydü.
Bu, Stalin’in, M. Kemal’in ya da örneğin Hitler ya da Mussolini’nin, Mübarek ya da bin Ali’nin tarihte önemsiz roller üstlenmiş olduklarının ileri sürülmesi anlamına gelmemektedir. Sadece şu ki, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunun ve iktisadi ve siyasal egemenliğin, kişiler bu egemenliğin yürütülmesinde ne kadar önemli ve etkili olurlarsa olsunlar, ancak belirli sınıf karakterleri taşıyarak, o sınıfların elinde bulunacağının, iktidarın sınıf iktidarı olacağının, egemenlik aygıtları olarak devletlerin ancak ve ancak belirli sınıfların başka belirli sınıflar üzerinde baskı araçları olan diktatörlüklerden başka bir şey olmadıklarının farkında olmaktır. Tersine bir kişisellik iddiası, egemenliğin asıl kimin elinde olduğunun gizlenmesinden başka şey olmaz. Ekonomik ve siyasal bakımdan kim egemendir, iktidar kimin elindedir sorusu gizlenerek, ancak kurtuluşları iktidar sorununda düğümlenmiş milyonların gözü bağlanır. Bu tür kişisellik ileri süren müdahalelerle, milyonların sömürülüp ezilmekte oldukları burjuva diktatörlükleri koşullarında, sömürülen, ezilen yığınların kime karşı mücadele edip hangi iktidarı devirmek zorunda olduklarını anlamaları olanaksızlaştırılmak ve kapitalist sisteme katlanarak yaşamlarını sürdürmek üzere sınıf düşmanlarının iktidarına boyun eğmeleri amaçlanır.
Bizde de şimdi T. Erdoğan’ın mı yoksa yakın geçmişte olduğu gibi askeri bürokrasinin mi “iktidar ipi”ni elinde bulundurduğu, iktidarın yürütülmesinde kimin sözünün daha çok ve ağırlıkla geçtiği önemsiz olmamıştır. Ama kuşku yok ki, hangisinin sözü ve yetkisi önemli olmuş ya da önem kazanmış olursa olsun, iktidar burjuvazinin elinde toplanmış, devlet, sömürülen yığınlar üzerinde baskı ve zor aygıtından başka bir şey olmayan bir burjuva diktatörlüğü olmuştur. Belge ve sağlı sollu liberal ve muhafazakar diğerlerinin en başta gizledikleri budur.
Ama “Soğuk Savaş”ın ardından bunca yıl geçmişken yeniden anti-Stalinist bir kampanya açar ya da “askeri vesayet rejimi”nin “tasfiyesi” ve Erdoğan’ın “ipler”i bunca ele geçirmesinin ardından sil baştan “Kemalist diktatörlük”e ya da Atatürk’ün “demoknrat mı diktatör mü?” olduğuna ilişkin bir tartışma başlatırken amaçlanan, sadece genel olarak iktidarın sınıf niteliğini, iktisadi ve siyasi egemenliğin burjuvazinin elinde bulunduğunu gizlemekten ibaret değildir. Soruyu tekrar soralım: Neden şimdi, neden yeni bir anti-Stalinist kampanya, neden yeniden Atatürk’ün diktatörlüğü tartışmasının gündeme sıkıştırılması? Nedir amaç?
Amaç; AKP’nin devleti ele geçirdiği ve Erdoğan’ın fazlasıyla “otoriterleştiği”, “otoritarizm”in, “otoriter bir diktatörlük”ün başına Erdoğan ve AKP’sinin geçmekte olduğuna dair çok sayıda belirtinin yanında ciddi ve genel bir algının oluştuğu/oluşmakta olduğu ve bütün bunların “demokrasinin derinleşmesi” olduğunun ileri sürüldüğü koşullarda, algının tersine çevrilmesidir.
Bu tartışmalar dolayımıyla, “hayır” denmiş olmaktadır, “bugünkü gidişat değil, yalnızca dünkü diktatörlükle ilgilidir”, “diktatörlük denecekse, Erdoğan’ın başında olduğu iktidar için değil, muarızlarınınki için denebilir”, “ne diktatörü, ne diktatörlüğü, AKP ve Erdoğan tersine diktatörlüğe karşı mücadele eden demokrasi mücahitleridir”! Aralarında biri Erdoğan’ın kurum kurum, kademe kademe ele geçirmekte ve doruğuna kurulmakta olduğu M. Kemal tarafından kurulup temel yönleri inşa edilmiş burjuva diktatörlüğü olmak üzere başka diktatörlüklere ve özellikle bu diktatörlüklere adını vermiş yönetici ve yönlendiricilere gönderme yapılarak, Erdoğan ve AKP’sinin otoritarizm ve diktatörlüklerle ilişkisizliği hafızalara, bilinç ve bilinçaltlarına kazınmaya uğraşılmaktadır.
Öyle ki, sadece Erdoğan’ın rakipleri ve izini sürdüklerini söyledikleri Kemal’in diktatörlüğüne atıfla bu “diktatörlükle mücadele”sini demokrasi mücadelesi ilan eden M. Belge ve T. Akyol türü destekçileri değil, ama bizzat kendisi, –devletin başına kurulmuş olması nedeniyle devletin sürekliliği ve devlet adamı sorumluluğu nedeniyle devletin kurucusu Atatürk’ü, sanki “ebedi şef” değilmiş gibi, sahiplenip ayırarak– “demokratlığı”nın nişanesi ve kanıtı olarak “milli şef”liğine vurgu yaptığı İnönü’nün diktatörlüğünü ve eleştirisini gündem edinmektedir. Önce, yanına “şef” İnönü’yü de kattığı M. Kemal’i kendi kavlince, Yeni-Osmanlıca sahiplenmektedir: “CHP, Gazi Mustafa Kemal’in, Milli Şefleri İsmet İnönü’nün birer Osmanlı subayı olduklarını da görmüyor, bilmiyor.” Sonra saldırıya geçip vuruyor: “CHP’ye kendi tarihiyle yüzleşmesini tavsiye ediyorum… CHP’nin sadece Dersim katliamıyla değil Milli Şef dönemiyle ilgili de (kendisiyle –K.Y) hesaplaşması gerekir.” (Hürriyet, 19.11.11)
Kendisi haşa ne otoritarizm peşindedir ne totalitarizm! Hiçbir diktatörlükle ilgisi ve bir diktatörlüğün başına kurulma durumu hiç mi hiç yoktur! Demokrasi için diktatörlüklere karşı mücadele etmektedir! Değil mi ya, demokrasi bir diktatörlük değildir.. Değil mi ya her demokrasi bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki diktatörlüğü değil, ama ondan ayrı ve ona karşıt bir olgudur, ya demokrat olunur ya da diktatör! Değil mi ya burjuva demokrasisi, burjuvazinin işçi ve emekçiler üzerindeki diktatörlüğü değil, ama “halkın egemenliği”dir.. Ve “diktatörler” başkalarıyken, Erdoğan, bırakınız otoriter eğilimleri, “korku imparatorluğu” gibi yakıştırmalarla açık şiddet ve zorbalık uygulamalarını, muhalefete tahammülsüzlük ve yasakçılığı, ulusal ve sosyal eşitlik taleplerini cop, zehirli gaz, silah, kan ve düzmece nedenlerle yaygın tutuklamalar ve uydurma gerekçelerle açılmış davalar yoluyla hapishaneyle yanıtlamayı, halkın, milletin egemenliği peşinde demokrat mı demokrat bir şahsiyettir, “derin demokrasi”yi yerleştirmek için çalışmaktadır!
Bakmayın siz, İçişleri Bakanı’nın “ne olmuş binlerce profesörden biri tutuklanmış, hepsi değil ya!” dediğine.. Bakmayın, aynı bakanın “profesör hanımefendinin.. hangi suçtan, hangi komünizan faaliyetten mahkum olduğunu, cezaevinde yattığını, akrabalarının kim olduğunu, eniştesinin bu ülkede bir başka faaliyetten tutuklu olduğunu.. araştırırsanız, görürsünüz” dediğine.. Komünizm düşmanlığını ele verişine, burjuvaziye ve hukuk önünde eşitlik demek olan burjuva demokrasisine değil, ama ancak kan bağı ve kişisel bağımlılık ilişkileriyle karakterize feodal hukuka sığdırılabilecek yaklaşımlarla, kapanmış defterleri açarak, kişilerin aklanmış geçmişleriyle, akrabayı talûkatıyla, eniştesiyle, kaynıyla, ne ilgisi varsa onların işledikleri ya da işlemedikleri “suçlar”la suçlamalar yapmasına bakmayın.. Bakmayın her muhalif eylem girişiminin zehirli gaza boğulmasına.. Her ağzını açmaya çalışan gencin, memurun, işçinin önce cop ve gaz ve ardından yıllar tutan tutukluluklar ve hapis cezalarıyla yargılanmalarına.. Bakmayın KCK davası adıyla binlerce kişinin delilsiz, ispatsız “içeriye” doldurulmasına.. Gazeteci değil diye gazetecilerin tutuklu yargılanmalarına.. Operasyonlarla yüzlerce Kürt genci öldürülürken, çok sayıda Türk gencinin de ölüme gönderilmesini.. kimyasal silah kullanılmasına.. Cesetlerin bile tanınmaz hale getirilmesine.. Bakmayın, ne denli güdükleştirilip gericileşmiş olsa da eşitlik ve özgürlükle değilse hiçbir şeyle tanımlanamayacak burjuva demokrasisine yamanması olanağı olmayan “tekçilik” ilanlarına.. Kürt milletini yok sayan inkarcılığa.. Alevileri kabullenmeyen Sünnilik dayatmalarına.. Hele otoriter AKP zihniyetini iyi yansıtan Adana Emniyet Müdürü M. Avcı’nın “Molotof atan o an vurulmalı” demesine hiç bakmayın.. Aldırmayın, ceberut devlet sözcülüğü yapmasına, ama tüm haşmetiyle hâlâ görevinin başında bulunuşuna.. Hele 12 Eylül Referandumu’yla ileri düzeyde demokratikleştirilen (!) o delilsiz-ispatsız adalet dağıtan yargı ve HSYK adlı düzenleyicisinin tıpkı Büyükanıt döneminde ‘beğenilmeyen iş’ yapan Ferhat Sarıkaya’nın işten el çektirilmesi gibi Deniz Feneri savcılarına el çektirerek işlemesine hiç aldırmayın.. Ya da tutukluluk kararlarına muhalefet şerhi düşen yargıçların bile anında “özel yetkileri”nin kaldırılıp olağan mahkemelere gönderilmelerine bakmayın.. “Özel yetkili” mahkeme, yargıç ve savcılarla “özel harekat birlikleri” türünden “özel”in özeli silahlı “güvenlik birimleri”nin, “Terörle Mücadele Kanunu” gibi özel yasaların demokrasiyle bağdaşmaz oldukları yönündeki söylentileri hiç dikkate almayın, bunlar kuşkusuz ki “demokrasinin nişanesi”dirler.. Tabii ki OYAK’ın yanı sıra yeni ama hızlı palazlanan “Emniyetçi” fonlarıyla oluşturulmuş POLSAN’ın ekonomide tutmakta olduğu yere bakmayın.. Özetle kapatın gözlerinizi ve yoktur diye düşünün, nasıl ki zamanında “yoktur diye düşünürseniz” Kürt sorunu olmayacaktı, dünkü gibi, bugün de, görmezseniz, “yoktur” derseniz ne diktatörlük kalacaktır ortalıkta ne de otoriter bir gidişat. Bakmazsanız göreceksiniz ki Erdoğan demokrattır! Türkiye’yi demokratikleştirmektedir!
Zilli AKP yandaşlarının tutumu böyledir. Bu öteden beri savunulan tutumdur ve artık bir özelliği ya da yeniliği kalmamıştır. Kulak tırmalamaktadır. Yeni olan, 9 yıllık uygulamalarıyla artık gizlenemez hale gelen AKP gericiliğinin anti-demokratik karakterinin açığa çıkması ve bunun özellikle liberal aydınlar arasında bir takım hayal kırıklıklarıyla kaygılara neden olmasıdır. Ve özel olan şudur ki, AKP demokratizmine dair bu tutum eskiden neredeyse istisnasız olarak liberal solcuların bütünü tarafından savunulurken, şimdi bölünerek, hayal kırıklığına uğrayan kimileri yüksek sesle hayıflanmaya da başlayan bu eğilimin bir kısım taraftarlarınca AKP’nin eleştirilmeye başlanması ardından, “diktatörlük-demokratlık” tartışmasının yenilenmesiyle tazelenmeye çalışılmaktadır. “Yetmez, ama evet” sloganıyla ülkeyi “askeri vesayet”ten kurtarıp demokratikleştirmeye çalıştığı gerekçesiyle 12 Eylül Referandumu’nda Erdoğan ve AKP’sini açıktan destekleyen bazı liberal solcular, şimdi hatta dost meclislerinde pişmanlık belirtmekte ve AKP’yi eleştirmektedirler. Ama çoğu, kibirle, eskiden AKP destekçiliği yaparken de doğru, bugün onu eleştirirken de doğru davrandıkları düşüncesindedirler ve AKP’nin gericileşmekte olduğunu ileri sürmektedirler. Zaten AKP-Zamane Kemalistleri çatışması döneminden kalma “AKP’nin otoriter bir gidişat içinde olduğu”, “korku imparatorluğu kurmakta olduğu”, “otoriterleştiği”ni işleyen bir tez de vardır. Ve üzerine, zamanında öyle olduğuna inanılan “demokratikleşmeci AKP”ye ilişkin eski tezleri eklendiğinde, eskiden iyi, ama şimdi kötüleşen Erdoğan ve AKP’si fikrine varılmaktadır. Erdoğan’nın da AKP’sinin de gericiliğe, örneğin otoritarizme dair eskisinden farklı ne yaptıkları ya da eskiden ne yapmayıp da bugün yeni olarak onu yaptıkları sorusuna uygun bir yanıt bulmak olanaklı değildir. Bugün eleştiriye yönelmiş liberal solcuların Erdoğan ve AKP’sinin “askeri vesayetle mücadele”sine yükledikleri demokratik içerik problemliydi; çünkü bu mücadele tekelci gericilik içinde “iktidar ipi”ni ele geçirmeye yönelik olmanın ötesinde, ne halka ve egemenliğine bir göndermede bulunuyor ne de kuşkusuz yine halkın az-çok özgürlük taleplerini karşılamayı kapsıyordu. Devlet ve diktatörlük konusunda ayağı yere basmayan, sınıflarüstü yaklaşımlar kadar, biçimsellikleriyle burjuva sınırlar ve sınırlamaların ötesine geçmedikleri demokrasi sorununda da kafa karışıklığına sahip bir kısım liberal solcu aydın boşuna beklenti içine girmişti! Eskiden az-çok demokratik ve dolayısıyla ilerici bir mevziden, geriye düşerek, Erdoğan ve AKP’si anti-demokratik bir mevziye çekilmediler ve otoriter pozisyonlarını yeni tutmuyorlar ki, “otoritarizm”e yönelişlerinden ve bunun “yeniliği”nden söz edilebilsin. Tüm olan biten, Erdoğan ve AKP’sinin eskiden ağırlıklı olarak askerlerin kontrolündeki kuşkusuz gerici anti-demokratik biçimiyle örgütlü burjuva devlet cihazının doruklarına kurulmalarıdır.
AKP’de, sanki demokratikmiş ya da AKP tarafından demokratikleştirilmiş gibi, Türkiye’yi de “otoritarizm”e sürükleyen niteliksel bir geriye gidiş ve gericileşme yaşanmıyor. Zaten gericiydi ve gericiliğini sürdürmektedir. Gericilik düzeyinde yükselme mi? Evet, bu söylenebilir; Marx, parçalayıp yıkmak yerine devlet cihazını her kontrolüne alanın bu cihazı yetkinleştirmekten kaçınamadığını söylemiştir ki, doğrudur, AKP de gerici burjuva cihazı yetkinleştirmeye, tabii ki gericiliğini yetkinleştirmeye, daha baskıcı zorba bir makine olarak organize etmeye girişmektedir/girişmiştir. Bunda bir yanlışlık yoktur ve AKP’nin gericiliğinin buradan eleştirilmesi yanlış değildir. Ancak sadece bu sınırlar içinde. Yoksa otoriter eğilimler ve otoritarizm yeni değildir; ne AKP ile başlamıştır, ne onun “askeri vesayete karşı mücadelesi”yle kesintiye uğramıştır, ne de yeni yeni ortaya çıkmaktadır. Ama bir kısım liberal aydının bu yönde fikirler ileri sürüp AKP eleştirisine yönelmeleri, eleştirmenlerinin genişlemesiyle eleştirilerin halka sirayet etmesi ihtimalinin büyüyebileceği endişesiyle, Fethullah-AKP gericiliği ve yandaşlarında –eski tartışmaları da kullanarak– “AKP demokratizmi”nin yeniden tahkim edilmesi ihtiyacını pekiştirici bir etken olmuş ve Fethullah-AKP gericiliğine dair büyümekte olan algının önünün kesilmesi için saldırı tazelenmesinin yeni bir dayanağını oluşturmuştur.
Tüm demokrasi mi diktatörlük mü, “demokrat mı diktatör mü?” tartışmalarının aslı astarı budur. Ol hikaye, kıyas yoluyla, karşılaştırmalı olarak Erdoğan ve AKP’sinin güzellemesini yapmaktan ibarettir!
*
Hikaye budur; ama demokrat kimdir, daha da önemlisi demokrasi ve demokratik olan nedir?
Erdoğan demokrat olmadığı kadar zamane Atatürkçüleri ve bizzat M. Kemal’in kendisinin de demokrat olmadıkları; kişisel özellikleri bakımından demokrat olup olmamaları bir yana M. Kemal’in sağlığındaki düzen gibi, sonrasındakinin ve şimdi Erdoğan’ın yürütücülüğünü yaptığı düzenin demokratik olmadığı, ne yazık ki Türkiye’de bugüne dek demokrasiye ulaşılamadığı, burjuva devletin demokratik biçimiyle değil, ama başlangıcından bu yana demokratik olmayan bir diktatörlük olarak şekillendiğini söyleyebiliriz. Belge haklıdır, M. Kemal demokrat değildir ve Kemalist diktatörlük de bir demokrasi olmamıştır. Ama, Erdoğan da demokrat değildir, halk üzerinde baskıyı kimin yürüteceği ve devlet olanaklarından yararlanarak düzenin kaymağını kimin yiyeceğini kararlaştıracak bir iktidar kavgası olarak sürdürdüğü zamane Atatürkçüleriyle mücadelesi bir demokrasi mücadelesi olmamış, Türkiye’nin demokratikleşmesi amaçlanmadığı gibi, bu yönde bir mesafe de alınmamıştır. Erdoğan’ın başında bulunduğu devlet, yalnızca burjuvazinin halk üzerindeki baskısının aracı olan bir burjuva diktatörlüğü olmakla kalmamış; ama burjuvazinin demokrasi biçimini alan diktatörlüğü, demokratik bir burjuva diktatörlüğü de olmamıştır.
Peki, Stalin ve “totalitarizmi”? Burjuvazinin dayatmalarıyla “Stalin totalitarizmi” olarak neredeyse önyargı düzeyine yükseltilmiş, “Soğuk Savaş”la devrilmesi amaçlanmış, Kruşçev, ardından Brejnev’le Kosigin ve son olarak tuzu-biberi olan Gorbaçov’un ellerinde yenilgiye götürülmüş Sovyet Rusya’da egemen sınıf olarak örgütlenmiş işçi sınıfının iktidarı?
Uzun bir tartışma gerekmeyecek, güncel bir konu üzerinden kıyaslama yapmak fikir verici olacaktır. Türkiye’de, AKP hükümranlığı altında, Meclis’teki dört partinin katılımıyla –“uzlaşma” ya da “hazırlık” işlevli– bir “Anayasa Komisyonu” oluşturularak yeni bir anayasa yapımı için düğmeye basıldı. Daha ilk elde bir gün önce AKP Anayasa komisyon heyetiyle oturup görüşmeler yapan BDP Anayasa Komisyonu’nun üyesi Büşra Ersanlı’nın ertesi gün gözaltına alınıp tutuklanmasıyla fazlasıyla “demokratik” bir biçimde başlandı.
Bir de, başında Stalin’in bulunduğu bir Anayasa Komisyonu eliyle bir anayasa yapımına tanıklık etti tarih. “Bir Batılı gazeteci” anayasa yapım sürecine tanıklığını şöyle anlattı:
“Stalin, kolektif çalışmada büyük bir önder olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bir Anayasa tasarısı hazırlamakla görevlendirilen geniş bir komisyona başkanlık etti. Bu komisyonda Molotov, Jdanov, Kaganoviç gibi ülkenin önde gelen ve en yetenekli daha birçok önderi bulunuyordu. Tasarının hazırlanması tamamlandığında, tarihin en büyük tartışması başladı. Sovyetler Birliği’ni oluşturan bütün milliyetlerin dillerinde yayınlanan tasarı, 60 milyon nüsha dağıtıldı. Tasarının tamamı, toplam tirajları 37 milyon olan 10 bin gazetede yayınlandı. Bütün radyo istasyonlarından okundu ve 36 milyon insanın katıldığı 527 bin mitingde (toplantıda –K.Y) tartışıldı. Önerilen değişikliklerin sayısı 134 bindi. Anayasa, fabrika ve imalathanelerde, kooperatif derneklerinde ve klüplerde, çiftliklerde, atölyelerde ve madenlerde tartışıldı ve incelendi. Komisyon gerek tek tet bireylerden, gerek örgütlerden gelen değişiklik önerilerini inceledi. Tasarının son biçimi, 5 Aralık 1936’da Sovyetler’in olağanüstü bir kongresine sunuldu.” (J.T. Murphy, “Bir Batılı Gazetecinin Kaleminden Stalin”, sf. 229-30, İkinci Baskı)
AKP hükmü altında oluşturulan Anayasa Komisyonu’na üye vermiş bir partinin komisyon üyesine bile tahammül edilmiyor. İyi tartışılacağı anlaşılıyor! Sovyetler Birliği’nde yürütülmüş tartışmaya bakın. Çeşitli kademelerde 527 bin halk toplantısı.. 134 bin değişiklik önerisi.. Tek bir Sovyet yurttaşının bile fikir beyan etmeden, katılmadan dışında kalmamasına çalışılmış bir tartışmanın örgütlenişi.. Ve aylarca tüm ülke halkının yürüttüğü bir tartışma. Bir “demokratikleşen” Türkiye’ye bakın, bir de “totaliter” Sovyetler’e. Hangisi demokratiktir?
Ancak sadece yapılış biçimi değil, içeriği de fikir verici ve öğreticidir. Aynı “Batılı gazeteci”, 1936 Sovyet Anayasası’nın yapılış koşullarıyla hangi ihtiyacın ürene olduğunu şöyle özetlemektedir:
“Stalin’in önderliğinin en büyük zaferi, halkın elde ettiği başarıları bütün yönleriyle toparlayarak, onları bugün tüm dünyanın Stalin Anayasası olarak bildiği anayasada yansıttığı zaman ortaya çıktı… Sorumluluğunu esas olarak Lenin’le Stalin’in paylaştıkları 1922 yılında düzenlenen (ilk Sovyet Anayasası 1924’te yürürlüğe girdi ve 24 Anayasası olarak anıldı –K.Y) ilk Sovyet Anayasasından bu yana büyük değişiklikler meydana gelmişti. Stalin artık büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bir toplumla karşı karşıya değildi. Cehalet hemen tümüyle ortadan kaldırılmıştı. Stalin artık düşman sınıfların durumunu göz önünde bulundurmak zorunda değildi. Bu sınıflar tasfiye edilmişti. Kiliselerin karşı devrimci güçlere yardımcı olan kesiminin üstesinden gelinmiş, kiliseler Sovyet rejimine düşmanlık besleyen bütün önderlerinden arındırılmıştı. Artık “kulaklar” yoktu ve kolektif çiftliklerdeki köylüler yaşam biçimlerinde meydana gelen değişikliklerden büyük bir hoşnutluk duyuyorlardı. Sınıfsız toplumun temelleri sağlam bir biçimde atılmıştı. Kurtulan uluslar, yeni durumlarıyla ilgili büyük deneyimler kazanmışlardı. Dolayısıyla artık demokrasiyi geliştirmenin, gereği kalmayan kısıtlamaları kaldırmanın ve yönetimi basitleştirmenin zamanı gelmişti. 1935 yılında Sovyetler’in Yedinci Kongresi, SSCB Anayasası’nın değiştirilmesini kararlaştırdı.” (Agy)
Ve ne denli görmezden gelmeye çalışırsa çalışsın tüm Batı dünyasını sarsan, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere Batı’yı benzer maddeleri göstermelik olarak bile olsa anayasalarına koymak zorunda kaldıkları özellikle bireysel özgürlüklere ilişkin örnek maddeleriyle “Stalin Anayasası”. Sadece, burjuva diktatörlükleri gibi, küçük bir azınlığın geniş halk çoğunluğu üzerindeki diktatörlüğü değil, ama tersine büyük çoğunluğu oluşturan emekçi kitlelerinin küçük bir azınlık durumundaki gerici burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü olarak, özü itibariyle demokratik olmakla kalmayan.. Ama özellikle kısıtlamasız olarak kayıt altına aldığı bireysel özgürlükleriyle, Stalin Anayasası olarak anılan ve tarihin gördüğü en demokratik anayasa durumundaki 1936 Anayasası’yla düzenlenmiş biçimiyle de burjuva demokrasilerinden milyon kere daha demokratik olan işçi sınıfının iktidarda bulunduğu Sovyet demokrasisi.
İşte, başbakanlıktan istifa etmeden az önce Berlisconi’nin “Bütün sorun, İtalyan Anayasası’nın 3. maddesinden kaynaklanıyor” diyerek, hâlâ nefretle kapitalizme göre olmadığını dile getirmeden edemediği bu maddede ifade edilmiş ‘bireysel özgürlükler’ ve sağladığı örnekle bu özgürlükleri dayatan Sovyet Anayasası’nın demokratizmi. İşte, “demokratik” İsviçre’de kadın seçme-seçilme hakkını ancak 1971 yılında elde edebilmişken, bir anayasa metnine ilk kez geçirilmiş bireysel özgürlükleriyle ’36 Anayasası’nın demokratik içeriğinden örnekler:
“Madde 122) SSCB’de, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında kadın erkekle eşit haklara sahiptir.
Madde 123) SSCB yurttaşlarının, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hangi milliyetten, hangi ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır.
Madde 124) Yurttaşların vicdan özürlüğünü sağlamak için SSCB, kiliseyi devletten, okulu kiliseden ayırmıştır. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptirler.
Madde 125) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve sosyalist sistemin sağlamlaşması amacıyla SSCB yurttaşlarının şu hakları yasalarla güvence altına alınmıştır:
a) Konuşma özgürlüğü,
b) Basın özgürlüğü,
c) Miting ve toplantı özgürlüğü,
d) Yürüyüş ve gösteri özgürlüğü.
Yurttaşların bu hakları, emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kağıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 127) SSCB yurttaşlarının kişilik hakları ihlal edilemez. Hiç kimse, mahkeme kararı ya da savcılığın izni olmadan tutuklanamaz.
Madde 128) Yurttaşların konutlarının dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur.
Madde 135) Milletvekilleri genel seçimle seçilir. 18 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı, ırkı, ulusu, cinsi, inancı, eğitimi, yerleşikliği, sosyal kökeni, servet durumu, eski faaliyeti dikkate alınmaksızın milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir. Sadece akıl hastaları ve mahkeme kararıyla ellerinden seçme hakları alınmış kişiler bunun dışındadır.
SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine, ırkından, ulusundan cinsiyetinden, inancından, eğitim derecesinden, yerleşikliğinden, sosyal kökeninden, servet durumundan, eski faaliyetinden bağımsız olarak 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.”
Kim demokratik peki? Türkiye mi, Türkiye’yi demokratikleştirdiği iddiasıyla sağlı sollu liberallerce desteklenen Erdoğan mı, bırakalım onları, “demokrasinin beşiği” olarak nitelenen İngiltere türü Batılı ülkeler mi yoksa “lanetli Stalin” ve 36 Anayasasını yapmış işçi sınıfının iktidarda olduğu zamanın sosyalist Sovyet ülkesi mi?
Hitler’le ve faşizmiyle Stalin ve komünizmin adını alçakça yan yana anma vicdansızlığı yaparak, aralarında benzerlik iddiasında bulunanlar, Hitler’in faşist yasaları bir yana, en demokratik olduğunu varsaydıkları burjuva anayasasıyla Stalin Anayasası’nı bir karşılaştırsınlar ve “demokratlık” tafrası satmaya cesaret etsinler, görelim.