Avrupa-ABD çatışmasının boyutları

“İlk kez dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, topraklar ileride ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir ‘efendi’nin sahip olması yerine, toprak bir ‘sahip’ten diğerine geçebilir. Dünya sömürge politikasının sıkı sıkıya ‘kapitalist gelişmenin en yeni aşamasına’, mali-sermaye aşamasına bağlı olduğu özel bir dönem içinde bulunmaktayız. Bu yüzden, bugünkü durumu iyi anlayabilmek, ve onu daha önceki dönemlerden ayıran ögeleri kavrayabilmek için, her şeyden önce olayları ayrıntılı incelemenin önemi vardır”
(V.İ. Lenin, Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf. 93)

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yapılan saldırının üzerinden tam iki yıl geçti. 3066 insanın yaşamına mal olan İkiz Kuleler’in yerle bir oluşu, bu kadar insanın yok olması ile sınırlı kalmadı. Afganistan ve Irak işgalleri sonucunda, İkiz Kuleler’in altında kalanlardan daha fazla insan katledildi, edilmeye de devam ediyor. “Bush çetesi”nin iç kamuoyuna bir “intikam yemini” olarak sunduğu Afganistan ve Irak işgallerini, aslında petrol ve enerji tekellerinin istemi doğrultusunda çok önceden planladığını artık herkes biliyor. Her iki ülkenin önce bombalanarak hükümetlerinin devrilmesi, sonra da ne zaman biteceği belli olmayan tarzda işgal edilmesine gerekçe gösterilen “11 Eylül”, elbette uluslararası ilişkilerin yeniden şekillenmesi, saflaşması ve çelişkilerin derinleşmesini önemli derecede hızlandırdı, öncesinde hazırlanan işgal planlarının devreye sokulmasına vesile oldu.
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyayı tek başına şekillendirme, buna bağlı olarak egemenliğini bu yüzyılda da sürdürme stratejisi, SSCB’nin yıkılmasından sonra da ısrarla sürdürülmek istendi. “Sovyet tehdidi”ni dünya halklarının tepesinde adeta “demokles klıcı” gibi sallayan ABD’nin bu politikasının ebedi olarak sürmeyeceği belliydi. SSCB’nin dağılmasının üzerinden ilan edilen Yeni Dünya Düzeni’nin emperyalistler arası çatışmaların gerginleşeceği, lokal savaşların artacağı, halkların birbirine kırdırılacağı bir süreç olacağı da emperyalist ilişkilerin dayandığı rekabet yasası kapsamında yaşananlara bakılarak görülebiliyordu. YDD, gerçekten “zincirlerinden boşalmış bir emperyalizm dönemi” oldu.

1. KÖRFEZ SAVAŞI’NDAN IRAK İŞGALİNE UZANAN AB-ABD ÇATIŞMASI
SSCB’nin dağılmasından hemen sonra, 1991’de gerçekleşen 1. Körfez Savaşı’nda, ABD ve Avrupalı emperyalistler arasında baş gösteren görüş ayrılığı ile Irak’ın işgal edilmesi ve sonrasında ortaya çıkan tablo arasında farklılıklar vardı.
1991’de, BM’nin de onayıyla, ABD-İngiliz ittifakının Irak topraklarını bombalamasını maddi ve lojistik olarak destekleyen Almanya, Fransa ve Rusya gibi ülkeler, aradan geçen 12 yıllık zaman diliminde, ABD’ye karşı, “ortak tutum belirleme”de mesafe kaydettiler ve ikinci büyük saldırı/işgale destek sunmadılar. Tersine köstek olmaya çalıştılar.
1. Körfez Savaşı’nda, ABD-İngiliz ittifakının Saddam’ı devirme, Irak’ı işgal etme planları sonucuna ulaştırılmadıysa da, Irak’ın merkezi yönetimine ve ekonomisine önemli darbeler vuruldu.İşgal planından da ise hiç vazgeçilmedi. 
11 Eylül olaylarından hemen sonra, ABD emperyalizmi Afganistan’ı hedef tahtasına koyarken, Avrupa’nın tutumunu Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, “Kayıtsız şartsız dayanışma” biçiminde ifade ediyordu. “Terörün üzerine savaşla gidilmesin!” türünden açıklamalara rağmen, Avrupa ülkeleri ABD’ne desteği eksik etmediler.
ABD ve İngiliz ordusunun Afganistan topraklarını bombalaması ve Taliban’ın devrilmesinden sonra, Almanya-Fransa merkezli Avrupa ülkeleri, sürece bir yerden dahil olmak için girişimlerde bulundular ve bunda başarılı da oldular. Uluslararası diplomasi ve hukuk açısından Afganistan’ın işgaline karşı çıkmayan Almanya-Fransa merkezli “Çekirdek Avrupa”, daha sonra Afganistan’da konuşlandırılan ISAF gücüne de katıldı. Kabil ve çevresinin denetimi Almanya’ya verildi.
Afganistan’ın işgal edilmesinden sonra, ABD Irak’ı işgal planlarını aktif hale getirerek saldırı için hazırlıklarını artırdı. ABD ve İngiliz emperyalizmi, kimyasal silahların varlığını kanıtlamaya çalışırken, başını Almanya’nın çektiği “savaş karşıtı cephe” ise, Irak’a yönelik askeri saldırıya karşı tutum almaya başladı.
Afganistan’ın işgali konusunda, Fransa-Almanya-Rusya ile ABD-İngiltere arasında yaşanan tartışma, çelişkilerin keskinleşeceğini gösteriyordu.
Bonn’da düzenlenen Afganistan Konferansı’nda, kimlere kabinede yer verileceği, hangi bölgenin hangi güç tarafından kontrol edileceği pazarlığı yapıldı. ABD-İngiltere ittifakı yönetimin oluşmasında etkili olurlarken, Almanya ve Fransa  işgalin yürütücü merkezi olmaların sonucu bazı stratejik bölgeleri kontrol etme olanağı buldular.
ABD-İngiliz birliklerinin Afganistan topraklarını bombalaması ve binlerce insanı katletmeleri bu ülkelere karşı tepkileri artırırken, bombardımana katılmayan Almanya, Rusya ve Fransa’nın Afganistan’ın belli gölgelerini işgal etmesi,”masumane” ve “insani” amaçlı bir hareket olarak görülebildi. En tehlikeli bölge olarak kabul edilen başkent Kabil ve çevresinin Alman ordusuna bırakılması ve bu bölgede büyük çatışmaların yaşanmaması, Almanya’nın “kadife eldiven” politikasına sayıldı. Yerli halk tarafından, ABD’ye oranla daha az tepki ile karşılanan Alman ordusu, bu konumunu kullanarak ülkede işgal alanını genişletmenin planlarını geliştirdi. NATO ve BM’nin belirlediği sahanın dışında kalan Kunduz kentinde “görev” yakında Alman kuvvetlerine geçiyor. Sürekli saldırıya uğrayan ABD ordusunun isteği de bu yönde.
Almanya’nın Afganistan’da sürdürdüğü “kadife eldiven” politikası, ABD’nin de işini kolaylaştırıyor. Almanya’nın Irak politikasının iki ülkeyi neredeyse “soğuk savaş”a sürüklediği bir dönemde W. Bush’un, Schröder’e Afganistan’da yaptıklarından ötürü teşekkürlerini sunması, Almanya adına bir avantaj oldu; ama bu, Irak’ta köşeye sıkışan ve her gün birkaç asker kaybı veren ABD’nin, Afganistan’da da aynı akıbeti paylaşmasının da önlenmesi demek.
Afganistan’da konumunu geçmişe oranla güçlendiren Almanya, Irak işgali öncesinde ABD-İngiliz ittifakına karşı oluşan Almanya-Fransa-Rusya ittifakının da mimarı oldu.
22 Eylül 2002’de Almanya’da yapılan genel seçimler öncesinde Başbakan Schröder ve Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, meydanlarda işgale karşı açık tavır aldılar. Bununla bir taraftan muhafazakarlar köşeye sıkıştırılırken, diğer yandan Almanya’nın bölgedeki çıkarlarını korunmaya ve Irak’ın tek başına ABD’ye teslim edilmesi önlenmeye çalışıldı.
ABD’nin eline geçmiş bir Irak’ın öncelikle Almanya ve Fransa’yı ticari-politik yönden vuracağı biliniyordu. Bunun da ötesinde, Irak’ı eline geçiren ABD, bu ülkelerle ile daha kıyasıya bir rekabet için avantaj kazanmış olacaktı.
Muhafazakarlar ve liberallerin bütün itirazlarına rağmen, Schröder-Fischer ikilisi seçim kampanyasını savaş karşıtı bir söylem üzerine oturttular. Bu strateji iç ve dış politikada Schröder hükümetini güçlendirdi. Seçimleri kıl kapı ile de olsa kazanmasında da bu politika denilebilir ki belirleyici oldu.
Meydanlarda Bush’a savaş planlarından vazgeçmesi çağrısında bulunan Schröder, bu dönemde Alman dış politikasında pek alışık olunmayan tarzda, “Alman yolu” kavramını ortaya atarak, kamuoyunda yeni bir tartışma başlattı. Schröder özetle, Irak konusunda ABD ile ortak hareket etmeyeceklerini, “Alman yolu”ndan ilerleyeceklerini söylüyordu. Bunun anlamı, Ortadoğu’da ABD’nin ve hatta AB’nin çıkarlarından çok Almanya’nın çıkarlarını ön plana çıkarmaktı.
“Frankfurter Allgemeine Gazetesi”nin başını çektiği muhafazakar kesim, Schröder’in bu çıkışının uluslararası düzlemde Almanya’nın çıkarlarına zarar vereceğini, yalnız bırakacağını; geleneksel ABD-Almanya ilişkilerini zedeleyeceğini ve en önemlisi de Avrupa’yı bir yana bırakarak, “Alman yolu”nun dillendirilmesinin sakıncaları üzerinde duruyordu.
Almanya’nın Irak’ın işgal edilmesine karşı bu açık tutumu Fransa ve Rusya’yı da etkiledi. Daha sonra “Almanya-Fransa-Rusya Barış Ekseni” ya da “Savaş Karşıtı Cephe” biçiminde adlandırılan bu stratejik işbirliği, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist kapitalist ülkelerin değişik kamplara ayrıldığının da yeni ve açık bir işaretiydi.

ELYSSE ANLAŞMASI’NIN 40. YIL DÖNÜMÜ VE DÜNYAYA İLAN EDİLEN ORTAKLIK
Almanlarla Fransızlar İkinci Dünya Savaşı’na kadar, eski kıta Avrupa’da hep savaş halinde oldular ve fırsat buldukça birbirlerinin topraklarına saldırdılar. Her iki ülkenin toprakları nice kanlı savaşlara, katliamlara ve işgallere sahne oldu.
Karşılıklı saldırılar İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Hitler faşizmi Fransa’nın yarısını işgal ederek Almanya’nın sınırlarını bir süreliğine batıya doğru genişletti. Hitler’in devrilmesi, Almanya’nın ikiye bölünmesi gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmelerin ertesinde, Almanya ile Fransa arasındaki ilişkiler 1960’lı yılların başında yeniden normalleşme sürecine girdi. Konrad Adanauer ve Charles de Gaulle tarafından imzalanan Elysse Anlaşması, bir bakıma bugünkü Alman-Fransız stratejik ortaklığının da temeli olarak kabul ediliyor.
Almanya yeniden eski gücüne ulaşmak; Fransa, Avrupa’da ABD’nin etkisini kırmak ve uzun yıllar İngiltere ile gerdiği rekabette üstün çıkmak için bu ortaklıktan yararlanmayı hedefliyordu. Her iki ülke de, var olan çelişkileri öne çıkarmamaya özen gösterdi ve bu çelişkiler sürekli ertelendi. AB Nice Zirvesi’nde AB’nin mimarisi konusunda yapılan tartışmalar, ilişkileri gerse de, gelişmeler bu çatışmanın ertelenmesini adeta zorunlu kıldı. Çünkü, ABD’nin desteğini alan İngiltere’nin istediği de bu yöndeydi.
Fransa ile Almanya arasında ilan edilen stratejik ortaklık; İngiltere’nin işini AB içinde bir hayli zorlaştırırken, uzun sürede, ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğini kırarak, “en büyük güç” olmayı hedefliyor. “Büyük güç” olma arzusu, Almanya ile Fransa tarafından ortaklaşa AB Konvensiyonu’na sunulan “AB’nin yeni mimarisi” konusundaki önerilerde net biçimde yer alıyor.
Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ve Fransa Cumhurbaşkanı Jaques Chirac tarafından ortaklaşa bu yılın başında Avrupa Anayasası’nı oluşturmakla görevlendirilen Avrupa Konvensiyonu’na sunulan metinde, iki ülke arasında AB’nin geleceği üzerinde mutabakatın sağlandığına işaret ediliyor. Öneriye göre, atama ile işbaşına getirilecek AB Komisyonu Başkanı Avrupa Parlamentosu, yeni kurulacak AB Konseyi başkanı da Konsey üyeleri tarafından seçilecek. Kararların oybirliği yerine oy çoğunluğu esasına göre alınması da metinde yer alıyor.
Bu öneriler daha sonra, Selanik Zirvesi’nde AB Dönem Başkanlığı’na sunulan Avrupa Anayasası Taslağı’nda yer aldı. Böylece; Avrupa Anayasası’nın yürürlüğü girmesiyle, muhtemelen “Avrupa Birleşik Devletleri” adını alacak AB’de bu iki kurum belirleyici role sahip olacak. Bugünkü AB Komisyonu başkanının görevi daha çok bir başbakanın, AB Konseyi başkanının görevi ise cumhurbaşkanın yaptıkları olacak. Bu önerilerde açık ki “Alman damgası” var.
Almanya ve Fransa’nın diğer önemli bir önerisi de, AB Dışişleri Bakanlığı’nın kurulması. Avrupa’nın dış politikasının ABD ve diğer emperyalist güçler karşısında “tek bir elde” toplanması ve “motor güç” Almanya-Fransa’nın çıkarlarına bağlanması, en çok ısrar edilen konuların başında geliyor. Bu konuda İngiltere ile tartışmalar yaşandı. Bu öneri de Avrupa Anayasası Taslağı’nda yer almakla birlikte, alınan kararların bağlayıcılığının olmaması koşuluyla İngiltere ikna edildi. Dolayısıyla, AB’nin dış politikada “tek ses” olması bir kez daha ertelenmiş oldu.
Almanya-Fransa-Rusya eksenin bu ABD-İngiliz karşıtı ittifakı, Almanya ile Fransa arasında 1963 yılında imzalanan Elysse Anlaşması’nın 40. yıl dönümü dolayısıyla bir kez daha törenler sırasında ilan edildi ve bu Avrupa’nın ve dünyanın diğer büyük ülkelerine bir mesaj oldu: “Biz artık stratejik ortağız ve çıkarlarımız için açıkça birlikte hareket edeceğiz” deniliyordu.
Almanya ve Fransa’nın bu gösterişli son çıkışı, AB içinde “uzlaşma” döneminin artık kapanış aşamasına geldiğini, güç ilişkilerine bağlı yeniden yapılanmaların zamanının geldiğine işaret ediyor.
Bu adım, bir taraftan Almanya-Fransa cephesiyle ABD arasındaki çelişkileri ve çatışmaları derinleştirecek; diğer taraftan AB içinde Almanya-Fransa merkezi ile İngiltere, ve büyüklerle-küçükler çelişkisini keskinleştirecek; AB, bu çatışmaların seyrine ve dünyadaki gelişmelere bağlı bir seyir izleyecektir.

‘ÇEKİRDEK AVRUPA’ ORDUSU: AGSB
Almanya-Fransa merkezli “Çekirdek Avrupa”nın ABD’ye karşı politikalarının önemli göstergelerinden biri, Avrupa Ordusu’nu kurma çabalarıdır. ABD’den bağımsız olması ve ancak NATO’nun alt yapısını kullanması istenen 60 bin kişilik bu ordunun, Türkiye’nin de getirdiği itirazın ortadan kaldırılmasından sonra yapılanması için çalışmalar hızlandırıldı. AB Acil Müdahale Gücü, bu çerçevede, Almanya’nın öncülüğünde ilk olarak Makedonya’da tek başına sorumluluk üstlendi.
Irak’ın işgal edilmesinden hemen sonra 29 Nisan’da Brüksel’de bir araya gelen Almanya, Fransa, Belçika ve Lüksemburg devlet ve hükümet başkanları, AB için, her şeyiyle NATO’dan bağımsız bir askeri gücün kurulması konusunda uzlaşmaya vardıklarını ilan ettiler.
Avrupa Güvenlik ve Savunma Birliği (AGSB) olarak adlandırılan ordunun kurulması şu şekilde gerekçelendiriliyordu: “Biz, Avrupa’nın artık tek bir sesle konuşacağı ve uluslararası politikada kendisinden beklenen rolü yerine getireceğine inanıyoruz. Avrupa Güvenlik ve Savunma Birliği’nin kurulması buna yeni bir ivme kazandıracaktır. AB inandırıcı bir güvenlik ve savunma politikasına sahip olmalı. Çünkü, inandırıcı diplomasi, ancak etkili sivil ve askeri yeteneklerle destekleniyorsa korunabilir.” (Ortak Açıklamadan-29 Nisan 2003)
Açıklamada sık sık ABD ile Avrupa’nın transatlantik ilişkilerinin bundan önce olduğu gibi bundan sonra da devam edeceği belirtilmesine rağmen, “ikili”nin çabaları ABD’nin askeri rolünün sınırlandırılmasını hedefliyordu.
Ortak açıklamada bu niyet şu şekilde ifade ediliyordu: “Bizler, artık Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın kurulmasının zamanının gelip çattığına inanıyoruz. Güçlü bir Avrupa askeri gücünün kurulması, hem yeni bir durumdur, hem Atlantik Birliği’ne (NATO) yeni bir dinamizm kazandıracaktır, hem de transatlantik ilişkilerinin yeniden rayına konulması için bir ilerlemedir.”
Ardından, Alman-Fransız ordusunun motorunu teşkil edeceği AGSB’nin kurulması için, Avrupa Anayasası’nı oluşturmakla görevlendirilen AB Konvensiyonu’na öneriler götürüldü.
Avrupa Anayasası’nı oluşturmak üzere kurulan Konvensiyon’un Başkanı Valery Giscard d’Estaing’in daha önce kamuoyuna açıkladığı taslağın özünde, Alman-Fransız sermayesinin çıkarlarına aykırı davranan ülkelerin askeri ve politik olarak terbiye edilmesi amaçlanıyordu.
AB’nin tümü olmasa da, “Çekirdek Avrupa”nın, ABD’nin dünya üzerindeki “tek taraflı egemenliği”ne karşı politik/askeri açıdan daha önce attığı adımlar, Irak işgali ve sonrası gelişmelerle birlikte hızlandırıldı. Brüksel’deki “Dörtlü Zirve”ye ABD, İngiltere, İspanya ve İtalya sert tepki gösterdiler.
AB’nin, 50 küsur yıldır NATO çatısı altında ABD’ye bağımlı olarak izlediği askeri stratejinin yerine artık “yeni bir savunma doktrini” oluşturmak isteyen “Çekirdek Avrupa” ülkeleri, bir dönemi kapatarak, çıkarları gereğince silahlanmaya ve yeni tür ordulaşmaya gitmek istiyorlar.
Almanya-Fransa ekseni, şimdi “Dörtlü Zirve”de aldığı kararları bütün AB üyelerine mal etmek için diplomatik çalışmalar yürütüyor. Diğer ülkelerde yapılacak pazarlık toplantılarına, “dörtlü” olarak oturulacak.
Böylece, “dörtlü”nün kararları tek tek diğer ülkelere dayatılacak. Temel politikalar konusunda kararlar bundan sonra, önce “Çekirdek Avrupa”da alınacak, sonra da diğerlerine imzalatılacak.
Ancak, Almanya-Fransa eksenine karşı, İngiltere-İspanya-Polonya-İtalya-Türkiye ekseninin, ABD’nin yönlendirmesinde atak yapması da olası. Bu, Avrupa’nın çatırdaması anlamına gelecek.
İşgal öncesinde, Avrupa’nın ”yaşlı” ve ”yeni” Avrupa (Rumsfeld) olarak “ikiye bölünmesi” göz önünde bulundurulduğunda, AB’nin bu nedenle askeri ve siyasi olarak kolayca birleşemeyeceği görülüyor. Önümüzdeki yıl AB tam üyesi olacak Polonya, şimdiden, AB içinde ikinci bir İngiltere olduğunu göstermiş bulunuyor. ABD ve İngiltere’den sonra Irak’a en çok asker gönderen ülkenin yine Polonya olması da tesadüf değil.
2004 sonuna kadar hem Anayasa hem de ordu konusunda karar vermek zorunda olan AB’de, birleşme sürecinin “üst seviyeye çıkarılması”ndan söz edildikçe, çelişki ve çatışmalar derinleşiyor. “Amerikancı Avrupalılarla”, “Çekirdek Avrupa” arasındaki çelişkiye bir de büyüklerin küçüklere baskısı üzerinden “büyükler” ile “küçükler” arasındaki çelişki eklenmiş durumda. AB içinde askeri ve politik ayrılıklar derinleşirken, daha fazla militaristleşen bir Avrupa’ya doğru yol alınıyor.
“Avrupa kıtasındaki çatışmaları engelleme” propagandasıyla kurulan AB Acil Müdahale Gücü’nün, bir ilk olarak, geçtiğimiz aylarda, NATO ve ABD’den bağımsız, Orta Afrika’nın büyük ve yoksul ülkesi Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC)’ne yaptığı çıkarma, bir bakıma “Çekirdek Avrupa”nın askeri yapılanmasının Avrupa ile sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Komutanlığını “Afrika’nın hamisi” Fransa’nın yaptığı AB gücü, kısa bir süre sonra görevini tamamlayarak üssüne döndü.
Makedonya’da Almanya’nın komutasında tek başına görev yapan Avrupa Ordusu’nun “Kongo yolculuğu” elbette, kıta dışına gerçekleştirilen “ilk” sefer oldu. Böylece, “Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için” kurulduğu söylenen AB Acil Müdahale Gücü’nün görev alanının Avrupa kıtası ile sınırlı kalmayacağı öngörüsü, Kongo çıkarmasıyla gerçek oldu.
“Kongo çıkarması”, Avrupa Ordusu’nun “görev alanı”nın Avrupalı emperyalistlerin çıkarlarının söz konusu olduğu bütün ülke ve kıtaları kapsadığı gerçeğini özetliyor.

SOLANA’NIN “SAVUNMA TEZLERİ”
Avrupa’da sol çevreler içinde Çekirdek Avrupa’nın bu önerilerinden çok, 18 Haziran günü AB Savunma ve Dış Politika Sözcüsü Javier Solana’nın önerdiği ve üzerinde bolca tartışılan “Daha iyi bir dünyada güvenli Avrupa” başlıklı tezlere bağlı olarak, yeni dönemde AB’nin nasıl bir strateji izleyeceği tartışılıyor. ABD tarafından 2002’de açıklanan “Ulusal Güvenlik Doktrini”ne “Avrupa’nın yanıtı” olan bu tezlerde, dünyadaki sorunların, “birkaç ülkenin kötü yönetilmesinden” kaynaklandığı ileri sürülüyor.
Avrupa Anayasası Taslağıyla birlikte AB Hükümet ve Devlet Başkanları’na sunulan Solana’nın tezlerinin giriş bölümünde şöyle deniliyor: “Soğuk Savaş’ın bitmesinden bu yana Amerika Birleşik Devletleri, başka ülke ve ülkeler grubunun karşı çıkma potansiyeli olmadığından, dominant askeri aktör oldu. Aynı biçimde hiçbir ülke bugünkü karmaşık sorunları tek başına çözebilecek durumda da değildir. 450 milyon nüfusu ile 25 ülkeli, dünya Gayrı Safi Milli Hasılası’nın dörtte birine sahip olan AB –bazılarını hoşuna gider ya da gitmez– artık global bir aktördür. Ve artık global güvenliğin bir kısmının sorumluluğunu taşımalıdır (…)” (Solana Tezleri, Giriş, Sayfa 1)
Daha sonraki sayfalarda ise, “Avrupa dünyada en büyük petrol ve doğal gaz alıcısıdır. Enerji ihtiyacımızın yüzde 50’si dışarıdan karşılanıyor. Bu, 2003’te yüzde 70’e ulaşacak. İhtiyacımızın büyük bölümü Körfez Bölgesi’nden, Rusya’dan ve Kuzey Afrika’dan karşılanacak” tespiti yapılarak, gelecekteki büyük tehlike ve tehditlere dikkat çekiliyor.
“Yeni tehlikeler” başlığı altında, tehlikeler, ABD’nin ”Güvenlik Doktrini”nde olduğu gibi, “terörizm”, “kitle imha silahlarının üretimine hazırlık”, “kötü yönetilen devletler ve organize suçlar” biçiminde sıralanıyor.
Bu “tehditler”, yine ABD’nin yaptığı gibi, “önleyici savaş”a açık kapı bırakıyor ve AB’nin de aynı yoldan gidebileceğine işaret ediyor.
Solana’nın tezlerinde, “Stratejik Hedefler” alt başlığı altında ise üç öneri yapılıyor: “Birincisi, komşularımızdan dolaysız bir şekilde istikrar ve sorumluluk talep etmek, ikincisi genel olarak çok taraflı bir dünya düzeninin korunması, üçüncüsü de eski ve yeni tehditlere karşı mücadele etmek”. (Sayfa 5)
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin “Avrupa versiyonu” olan, dolayısıyla da AB emperyalistlerinin çıkarlarını korumaya dayalı formüle edilen bu tezlerin hemen akabinde, AB Dışişleri Bakanları’nın İran’ı uyarmaları bir ilk işaret sayılabilir. İran’ın nükleer silahlara sahip olmasının çok tehlikeli olduğunu söyleyen Almanya Dışişleri Bakanı Fischer’in aynı zamanda, “Gerektiğinde rejim değişikliğine gidilir” (Junge Welt, 21.06.03) açıklamasını yapmış olması, bir tesadüf olmazsa gerek.
Solana’nın tezlerinde ayrıca dünyanın “çok taraflı” olması yönünde yapılan vurguların, ABD’nin bütün kararları tek başına alması, dolayısıyla da “tek taraflı” dünya yaklaşımından kaynaklandığı açıktır.

ABD VE NATO’DAN BAĞIMSIZ BİR ORDU MÜMKÜN MÜ?
Soğuk Savaş yıllarında Batılı kapitalist ülkeler tarafından sosyalizme karşı kurulan NATO, Varşova Paktı’nın dağılmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen, halen varlığını sürdürüyor. Eski Varşova Paktı’nın Doğu Avrupa’daki üyelerini de içine alarak genişleyen NATO, bugün tam anlamıyla yeni bir durumla karşı karşıya… “Üye ülkelere yapılan saldırılara hep birlikte karşı koyma” temel yaklaşımıyla kurulan NATO, günümüz uluslararası ilişkilerine bağlı olarak yeni işlevler yüklenmiş bulunuyor. 1990’lı yıllardan sonra “dünya polisi” rolü verilmesi tartışılan NATO’nun, Afganistan’daki ISAF komutanlığını Almanya-Hollanda’dan devralması ile, bir ilke de imza atılmış oldu. NATO üyesi olmayan Afganistan’da, uluslararası askeri gücün komutanlığını üstlenmesi, önümüzdeki süreçte yeni işlevler üstlenebileceğinin de göstergesi.
AB’nin NATO’nun altyapı olanaklarını kullanarak bağımsız bir AGSB’yi kurmayı planlamasına ilk tepkiyi AB ve NATO üyesi İngiltere gösterdi.
İngiliz Times gazetesinin haberine göre İngiltere, “Çekirdek Avrupa”nın NATO’dan bağımsız ordu oluşturma hamlesine karşılık, NATO’nun Belçika Mons’daki karargahı içinde AGSB’ye ait bir “planlama birimi’’ kurulmasını teklif etmeye hazırlanıyor. Bu adımla hem AGSB’nin hareket alanını daraltmayı, hem de 50 yıllık ittifakın zayıflatılmasının önüne geçilmesini hedefleyen İngiltere’nin, bu adımı en kısa zamanda atacağı kaydediliyor.
İngiliz savunma uzmanları, NATO karargahı içinde oluşturulacak Avrupa savunması planlama biriminin, Avrupa Birliği çerçevesinde gelişecek askeri operasyonlara bir kimlik kazandırmaya yeteceğini savunuyor. Ayrıca, Irak politikası konusunda İngiltere ve ABD ittifakı ile birlikte hareket eden İspanya, İtalya ve AB’nin Doğu Avrupalı yeni üyelerinin de kendi teklifine destek vereceğine inanıyor.
Alman basınında konuyla ilgili yorum ve analizlerde, İngiltere’nin bu adımının AGSB’nin kurulmasını engellemeyeceği üzerinde duruldu.
Nereden bakılırsa bakılsın, Avrupa, askeri olarak, ABD tarafından soğuk savaş döneminden kalma kalıplar içerisinde sıkıştırılmayı kabullenmek istemiyor ve bu nedenle de bağımsız askeri yapılanmalar için gerekli bütün olanakları kullanıyor. Bu yöndeki adımlar, Avrupa ile ABD-İngiliz ittifakı arasındaki çelişkilerin askeri boyutunu belirleyecek ve çatışmasını seyrine bağlı olarak NATO’nın dağılması ya da işlevsizleşmesi de söz konusu olabilecek.
ABD, bugüne kadar Avrupalı emperyalistlerin önüne, “AB, ABD ile birlikte dünyada var olabilir” politikasını koyuyordu. Ancak, gelişmeler artık Avrupalıların NATO çerçevesinde kendilerine biçilen bu rolü kolay kabul etmeyecekleri yönünde. Almanya, bu konuda da ABD karşıtı cephenin öncülüğünü yapmaya aday görünüyor. Federal Dışişleri Bakanı Joschka Fischer 6 Haziran günü parlamentoda yaptığı konuşmada, “NATO’yu yeniden keşfetmeliyiz” diyor ve ekliyordu: “NATO içinde bir Eurogroup (Avrupa Grubu) kurmayı tartışmalıyız”. (Marxistische Blaetter, 4/2003)
ABD’liler geçmişte NATO içinde bu türden gruplaşmalara gidilmemesi konusunda hep uyarıda bulundular.
Fischer’in ifade ettiği “Eurogroup”u, AB’nin ortak silah tekeli olan EADS’nin Alman Başkanı Rainer Hertrich şu şekilde detaylandırıyor: “NATO gelecekte sadece bir ‘platform’ olarak kullanılmalı. Neden her konuda bütün üyeler onay vermeli ki? Altyapının kullanılması için oybirliği prensibi olmamalı. Eğer beş üye ülke bir araya gelir ve NATO’nun altyapısını kullanmak isterlerse, bunu yapabilmeliler.” (Handelsblatt, 23.06.03)
Bu öneriye göre, ABD Irak işgali gibi “olaylar”da, AB de Kongo’ya yaptığı operasyon sırasında NATO’nun altyapısını kullanma hakkına sahip olabilmeli…
NATO’nun emperyalist güçler tarafından bir “platform”a dönüşmesi fikri bir silah tekelinin sözcüsüsün ağzından çıkmış olduğuna göre, bu durum en çok da silah tekellerinin işine yarayacaktır.

AB’NİN MİLİTARİSTLEŞEN DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ
Bağımsız bir karargah ve askeri donanma peşinde olduğunu ilan eden “Çekirdek Avrupa”nın bu politikası, elbette yeni değil. İlk olarak 1992’de imzalanan Maastrich Anlaşması’nda yer alan “ortak dış ve savunma politikası” talebi, daha sonra aynen 1997’deki Amsterdam Anlaşması’nda da yer aldı.
1999’da Köln’de yapılan zirvede ise NATO eski Genel Sekreteri Javier Solana’nın AB Savunma ve Dış Politika Sözcülüğü’ne getirilmesiyle, bu istek resmen kurumlaştırılmış oldu. Buna, AB bünyesinde Güvenlik Komitesi, Askeri Komisyon ve bir askeri üssün oluşturulması da eşlik etti.
Köln Zirvesi’ndeki bu somut kurumlaşma adımından bir yıl sonra Helsinki’de ise, “2003 yılının sonundan itibaren inandırıcı ve vurucu gücü olan bir Avrupa Ordusu”nun kurulması kararı alındı. 15 tugaya kadar olması planlanan 50-60 bin kişilik bu ordunun en önemli görevi olarak Avrupa kıtasında güvenliğin tesis edilmesi gösterildi.
Bu çerçevede kurulan Avrupa Ordusu, önce Bosna-Hersek’te Birleşmiş Milletler’den görevi devraldı. Sonra Makedonya’da komutanlığı tek başına üstlendi.
Avrupa Ordusu’nun kurulmasının temel prensipleri arasında NATO’nun altyapısını kullanma ilkesinin benimsenmesi, özellikle AB üyesi olmayan Türkiye ve ABD gibi NATO ülkelerini rahatsız etti. AB ordusunun mümkün olduğu kadar zayıf ve sorunlu doğmasını isteyen ABD, Avrupa Ordusu’nun önceliği olan Batı Avrupa Birliği (BAB)’nin de üyesi olan Türkiye’yi, Avrupa Ordusu’na karşı kullandı. AB Helsinki Zirvesi’ne kadar, Avrupa Ordusu’nun NATO’nun altyapısını kullanmasına itiraz eden, dolayısıyla da büyük bir sorun teşkil eden Türkiye, aday üyelik statüsü karşılığında bu şartından vazgeçti.
Başlıca görevi “Avrupa kıtasının polisi olma” şeklinde tanımlanabilecek 60 bin kişilik Avrupa Ordusu’nun amacı da, AB’nin ABD’den bağımsız bir askeri güç olma isteğinden kaynaklanıyor. Almanya, 18 bin askerle, Avrupa Ordusu’na en çok güç veren ülke.
Görüldüğü gibi, Avrupa Birliği, bugün geldiği aşama itibariyle, sadece bir ekonomik ya da politik birlik değil, aynı zamanda askeri bir birlik olma yolunda da hızlı adımlar atıyor. Ortak bir dış ve savunma politikası oluşturulamamış olması nedeniyle yaşanan sorunlar, bugün AB’nin bir askeri güç olarak da ABD’nin karşısına çıkmasını önemli ölçüde engelliyor; ve AB’nin, bir emperyalist blok olarak, en sorunlu noktası da burası. Avrupa Ordusu ile, istenildiği zaman istenildiği operasyonu gerçekleştiremeyeceğini, her operasyonun büyük tartışmalar ve bölünmelere yol açacağını bilen “Çekirdek Avrupa”, bunu aşmak için, hem NATO’dan bağımsız hem de işlevi tamamen kendisi tarafından belirlenmiş bir ordunun kurulmasını için AGSB’nin kurulmasını son çıkış yolu olarak gördü.
Dolayısıyla, AB, ekonomik alanda sosyal hakları hızla budama, emekçileri yoksullaştırma politikaları izlerken, kaynakları yönlendirdiği askeri alanda ise hızla silahlanma yoluna girmiş durumda.
Genel olarak Avrupalı emperyalistlerin yerküre üzerindeki çıkarlarını askeri açıdan savunmayı amaçlayan Avrupa Ordusu, aynı zamanda, birlik üyeleri arasındaki çatışmanın da önemli ayaklarından birini oluşturuyor.
Hatta, son tartışmalara göre, bazı AB ülkelerinin silahlanmaya az bazılarının da çok yatırdığı tartışma konusu yapılarak, az ayıran ülkelerin paylarını artırmaları isteniyor. Son verilere göre, silahlanmaya, beş AB üyesi Gayri Safi Yurtiçi Milli Hasılası’nın yüzde 2’sinden fazla ayırdı. İngiltere ve Fransa 2002’de bütçelerinden askeri harcamalar için ayrılan payı artırmalarına karşın, diğerleri azalttı.
GSYH’den orduya en az pay ayıran ülke, yüzde 0.75 ile İrlanda. En fazla ayırdan ise, yüzde 4.91 ile Yunanistan. Bu oran, AB’nin büyüklerinden Fransa’da yüzde 2.5, İngiltere’de yüzde 2.7, Almanya’da ise yüzde 1.5. ABD’nin dev bütçesinden ayırdığı yüzde 3.2’lik pay göz önünde bulundurulduğunda, AB ülkelerin ayırdığı çok da fazla değil.
2002’de ise, 15 AB üyesinin orduya ayırdığı toplam bütçe 179 milyar dolar iken, ABD’ninki 357 milyar dolar idi. (Der Spiegel, 17/03) ABD bu miktarla da yetinmedi, geçen ay 87 milyar dolarlık bir ek bütçe çıkardı.

AB’NİN DEĞİŞEN ROLÜ VE HALİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1951’de, Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un katılımıyla kurulan “Avrupa Kömür ve Çelik Birliği” (AKÇB), bugünkü AB’nin temelini oluşturuyor. Avrupalı kapitalistlerin bir araya gelerek, aynı kıta üzerindeki SSCB’ye karşı güçlü bir birlik kurma planı, o dönem ABD tarafından yürütülen “soğuk savaş”ın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Daha sonra çeşitli aşamalar ve isimler değiştirerek bugüne gelen AB’nin nihaî hedefi, ABD ile stratejik ittifak içinde bir kapitalist “Avrupa Birleşik Devletleri” olmaktı. Yerküre üzerinde esen sosyalizm rüzgarını Avrupa’da bu yolla durdurabileceğine inanan, bunun için de Truman ve Marshall planları hazırlayan ABD’nin bütün çabası, kendisinin yedeğinde bir kapitalist cephe yaratmaktı.
Bu, anti-sosyalist strateji, Avrupalı kapitalistlerin de işine yarıyordu.
Kısaca bu şekilde özetlenebilecek gelişme çerçevesinde, 1950 sonrasında, Avrupa emperyalistleri arasındaki çelişkiler, varlığını sürdürmekle birlikte, ABD himayesinde hep örtüldü. Ancak; SSCB’nin dağılması, YYD’nin ilanı ve sonrası gelişmeler, AB’yi tartışmasız halde bir arada tutan nedenleri de ortadan kaldırdı.
AB, federatif ya da merkezi, tek bir devlet olma yönünde attığı adımlarda, ilk olarak Euro’nun yürürlüğü girmesiyle fire vermeye başladı.
1989’de Madrid’te toplanan AB Zirvesi, ortak ekonomi ve para politikasına geçme kararı aldı.
İngiltere, Danimarka ve İsveç, 1 Ocak 2001’de 12 AB ülkesinde yürürlüğü giren Euro’nun dışında kalmak istediklerini ilan ettiler. İsveç’te 21 Eylül’de yapılan referandumda sandıktan Euro’ya karşı daha fazla oy çıktı. İkinci referandumun ise en erken 2010 yılında yapılacağı dile getiriliyor. Dış politika konusunda sürekli Çekirdek Avrupa’dan ayrı bir hat izleyen İngiltere, Euro konusunda da aynı tutumunu sürdürüyor. Yakın dönemde İngiltere’nin Euro’ya geçişine pek olanak verilmiyor.
Avrupa Anayasası ve ortak dış politika konusunda süren ayrılıklar da göz önünde bulundurulduğunda, AB, “Avrupa Birleşik Devletleri” fikri gerçekleşmeye yaklaştıkça bölünüyor, fire veriyor ya da küçülüyor denebilir.
Dolayısıyla, bugün bir bütün olarak “AB”den söz etmek olanaklı değil.
Irak işgali öncesi ve sonrasında AB içinde yaşananlar bunun en somut ifadesi. Dolayısıyla, eskiden “birleşik bir Avrupa” fikrini savunan, bunun gerçekleşmesi için hamilik yapan ABD’nin bugünkü en önemli stratejisi, “parçalı bir Avrupa”dır. Daha doğrusu, AB’nin gerçekten birleşik bir Avrupa olmamasını en fazla ABD istiyor.

HANGİ AB?
Solana’nın tezlerinde “25 ülkeden oluşan, 450 milyon nüfuslu…” bir birlikten söz edilse de, gerçekte yekpare bir birliğin olmadığını, Irak konusunda tek tek üye ülkelerin izlediği politikalar gösterdi. AB’nin üç önemli ülkesinden biri olan İngiltere, ABD’nin geleneksel müttefiki ve bu bundan sonra da bu stratejik ortaklığın bozulmasına pek olanak tanınmıyor. Diğer önemli ülkeler İtalya, İspanya, Portekiz ve Danimarka da, Almanya-Fransa merkezli AB ile birlikte hareket etmekten ziyade ABD-İngiliz ittifakına yakın davranıyorlar. İşgal öncesinde 8 AB üye ve aday üyesinin ABD lehine yaptığı ortak açıklama henüz canlılığını koruyor. Ayrıca, önümüzdeki Mayıs ayında AB’ye yeni üye olacak 10 Doğu Avrupa ülkesinin önemli bir kısmı da ABD-İngiliz ittifakı ile birlikte hareket etti. Bağdat’ın güneyi İspanya, Polonya ve Ukrayna’nın “yönetiminde”. İngiltere’den sonra ABD’nin Avrupa’daki sadık müttefiki Polonya, 3 Eylül’den beri üçüncü işgalci güç olarak Irak’ta bulunuyor. Polonya egemenlerine, 2300 askerin Irak’a gönderilmesi karşılığında 3 milyar dolar kredi verildi.
AB’nin büyükleri Almanya ve Fransa, en kısa zamanda Polonya’ya “balans ayarı” yapmanın fırsatını kolluyorlar. AB Komisyonu tarafından yapısal reformların yeterli olmadığı belirtilerek, Polonya’ya yeni “ev ödevleri” verildi. Açıkça; “Irak’a asker göndereceğine, bizim verdiğimiz ödevleri yap!” deniliyor. ABD ise, övgüler dizerek, askeri harcamaların artırılmasını istiyor.
Polonya da, Türkiye gibi, ABD ile AB’nin çatışma koordinatları üzerinde bulunuyor.
Bütün bunlara rağmen, ABD’nin Avrupa’daki en sadık üç müttefiki konumunda olan İngiltere, Polonya ve Türkiye’nin ticari ilişkilerinin büyük bölümü AB ile.
ABD’nin yerküre üzerinde egemenliğini sürdürebilmesi açısından stratejik öneme sahip bu ülkelerin ihracat ve ithalat bakımından AB’ye bağımlı olması elbette önemli. Ancak bu bağımlılık, bugüne kadar bu üç ülkenin askeri ve siyasi ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamış değil.
Fransız yazar Emannuel Todd, birkaç aydır Avrupa’da en çok satanlar listesinde bulunan kitabında (Weltmacht USA-Ein Nachruf, sayfa 229) Avrupa ile ABD arasında ekonomik alanda bir “kriz” çıkması durumunda, Polonya ve Türkiye’nin Avrupa’dan yana tutum alacağını, İngiltere’nin ise Avrupa ile ilişkilerini sürdürmek zorunda kalacağını ifade ediyor.

ALMANYA’YI HİNDUKUŞ DAĞLARINDA SAVUNMAK
AB’nin yapısında gerçekleştirilen militaristleşme, doğal olarak, militaristleşme politikasının başını çeken ülkelerin politikasına da yansıyor. Irak işgaliyle birlikte dünya politikasında ağırlığını hissettirmeye başlayan Almanya, 1994’te Federal Anayasa Mahkemesi’nin yurtdışına asker göndermeye izin vermesinden sonra, hızla askeri olarak yayılmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın “yenilgi psikolojisi”nden kurtulup daha cesur ve atılgan bir politikanın savunulmasını isteyen Alman sermayesi ve ordusu, askeri harcamaları sürekli artırma yoluna gitti.
Bununla birlikte, 1945’ten sonra dünyanın hiçbir ülkesine asker gönderemeyen Almanya, bugün adeta bütün kıtalara yayılmış durumda. İlk olarak 1993’te BM şemsiyesi altında Somali’ye asker gönderen Almanya, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra, yurtdışına daha sık asker göndermeye başladı. 1995’de bu kez de Avrupa Acil Müdahale Gücü çerçevesinde Bosna’ya asker gönderildi ve ilk kez burada askeri çatışmalara direkt olarak katıldılar.
2001 yılında ABD’nin öncülüğünde oluşturulan “Anti-Terör-Koalisyonu” bünyesinde ise, Afganistan, Afrika Burnu ve Kuveyt’e askerler, teçhizatla birlikte gönderildi.
Bütün bu gelişmeler, Almanya’nın yeni bir “güvenlik stratejisi”ne ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu. Eski kalıplardan kurtulmak, yeni döneme göre şekillenmek üzere geliştirilen ve Federal Savunma Bakanı Peter Struck tarafından 21 Mayıs 2003’te açıklanan “Savunma Politikası Talimatı” (Verteidigungspolitischen Richtlinien-VRP); bir zamanların savaş karşıtı Yeşiller’in bakanları tarafından da güle oynaya kabul edildi. Bu talimatla Almanya, 1945’ten bu yana ilk kez, hem savunma politikasında hem de ordunun yeniden yapılandırılmasında köklü değişiklikler yapmayı önüne koydu.
Alman Anayasası’nın 87a Maddesi’nde, ordunun görevi “Dışarıdan gelecek saldırıları önlemek” olarak belirlenmesine rağmen, 22 sayfalık VRP’nin özünü; Alman sermayesinin uluslararası çıkarlarının yerküre özerinde korunması ve geliştirilmesi için askerin; tıpkı ABD ve İngiltere’nin yaptığı gibi, dünyanın bütün bölgelerinde “müdahale gücü” olarak kullanılması oluşturuyor.
SPD-Yeşiller hükümeti, son dört-beş yıl içinde militaristleştirdiği Almanya’nın dış politikasını bir üst safhaya çıkarmak için, George W. Bush ve avenesinin gerekçelerini kullanıyor: Konvansiyel saldırı tehlikesi, kitle imha silahları, terörizm!..
En son 1992 yılında Helmut Kohl döneminde değiştirilen “Savunma Politikası Talimatı”nda, Alman askerlerinin “kriz bölgeleri”ne müttefik güçlerle katılmasının önünün açılması talep edilmişti. Bu talepten sonra, hükümetin başvurusuyla, Karlsruhe’deki Federal Anayasa Mahkemesi 12 Temmuz 1994’da aldığı kararla, Alman ordusunun yardım amacıyla, diğer müttefiklerle, BM şemsiyesi altında yurtdışı operasyonlarına katılabileceğine karar verdi. Bu karardan sonra da, Alman askerleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez ayaklarını bir ülkenin –Somali– topraklarına basarak operasyonda bulundu.
SPD-Yeşiller hükümeti tarafından kabul edilen, muhalefet partilerince de desteklenen, dolayısıyla da yasallaşmasına kesin gözüyle bakılan yeni VPR’de kısa ve uzun vadede şunlar amaçlanıyor:
a) Alman ordusunun dünya çapında operasyonlara katılması, b) ihtiyaç duyulduğunda ordunun iç güvenlikte kullanılması, c) ordunun dünya çapında operasyonlara katılabilmesi için yeniden yapılandırılması, d) AB’nin dış ve savunma politikasının militaristleştirilmesi, e) VPR’nin hayat bulması için silahlanma giderlerinin artırılması, f) ABD’nin “Önleyici Savaş” doktrininin Almanya için de geçerli olması, g) zorunlu askerliğin devam etmesi…
“Yurt savunmasının artık ülke sınırlarını korumakla sağlanamayacağı” tezinden yola çıkılarak hazırlanan konsept de, son zamanlarda üzerinde bolca tartışılan ABD’nin “Önleyici Savaş” (Praeventivkrieg) doktrininin Almanya tarafından da benimsendiğini gösteriyor.
Potansiyel tehdit görülen ülkelerin askeri olarak işgal edilmesine olanak tanıyan bu doktrin, giderek diğer emperyalist ülkelerin de önemli argümanlarından birine dönüşüyor.
Struck’un VRP’yi, “Almanya’nın güvenliğini Hindukuş Dağları’nda savunmanın zamanı gelmiştir” biçiminde tanımlarken dayandığı yeni anlayışın, ABD’nin izlediği politikaların bir kopyası olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yeni güvenlik konsepti Almanya’nın askeri harcamalarının artırılmasına da neden olacak. Şu günlerde, bütçe açığını gerekçe göstererek en temel sosyal hakları kısıtlamayı planlayan hükümet, askeri harcamalar için ise kesenin ağzını açıyor.
Buna göre ısmarlanan askeri teçhizat şöyle:
180 adet Eurofigther, 80 adet yüksek teknoloji donanımlı “Kaplan” tipi savaş helikopteri, Tornado ve Eurofighter için 600 roket, 3 yeni firkateyn, 5 yeni korvet, 4 yeni süper model denizaltı, 60 hava nakil uçağı Airbus ve dünya çapında dinleme işlemi yapabilecek bir uydu sistemi…
Bütün bunların yanı sıra, hava savunma sistemini geliştirmek için 10-15 milyar Euro ek bütçe ayrılacak.
Önümüzdeki 20 yıl için yapılan bu askeri harcama planlarının en az 140-150 milyar Euro’ya malolacağı tahmin ediliyor.
VPR’de, genel olarak “Almanya’nın ulusal çıkarları ve güvenliği” denilirken, yeri geldiğinde “Avrupa’nın güvenliği”nden de söz edilerek, Avrupa Ordusu’nun dünyanın bu yeni durumuna göre yapılandırılmasına dikkat çekiliyor.
Özetle, Almanya ekonomik çıkarlarına bağlı olarak askeri gücünü hızla yeniliyor.

SİLAHI ÇOK OLANIN KAZANDIĞI DEVİR
Irak işgali ve sonrası gelişmeler, emperyalist politikada ekonomik ve askeri gücün belirleyici rolünü bir kez daha kanıtladı. ABD’nin  tehdit ve şantajlarını olanaklı kılan da ekonomik-askeri gücüdür.
ABD, 2002 “savaş bütçesi”ni 48 milyar dolar daha artırarak, 379 milyar dolara çıkarmıştı. Bu devasa bütçe, aynı zamanda “yeni Yeni Dünya Düzeni”nde silahı olanının konuştuğu bir dönemin başladığı anlamına da geliyordu.
ABD emperyalizmi, son 20 yıllık zaman diliminde, ilk kez “savaş bütçesi”ni bu denli artırıyordu. Bu meblağ, birçok ülkenin GSMH’nin birkaç 10 katını ifade ediyor.
ABD’nin askeri bütçeye eklediği 48 milyar dolarlık artışın kendisi bile devasa boyutlarda. Örneğin bu artış, Almanya’nın ayırdığı bütçenin (21 milyar dolar) iki katından bile fazla. Fransa’nın ayırdığı (25,2 milyar dolar) bütçenin nerdeyse iki katı, İtalya’nınkinin (15,5 milyar Dolar) ise üç katından bile fazla. Avrupa ülkeleri arasında silahlanmaya en çok bütçe ayıran ülke ise İngiltere (34 milyar dolar).
ABD tek başına “savaş bütçesi” için 379 milyar dolar ayırırken, Avrupa’daki NATO üyesi ülkelerin tümünün ayırdığı miktar ise 140 milyar dolar.
ABD’nin bu devasa savaş bütçesi en çok da AB emperyalistlerini tedirgin etti.
Eski kıta, şimdi “ABD ile birlikte mi, ABD’siz mi, yoksa ABD’ye karşı mı?” (Die Zeit, 7 Şubat 2002) sorusunu tartışıyor. Dünya politikasında etkili bir rol oynamak isteyen Avrupalı emperyalistler bu soruya cevap ararken, sürekli kendi askeri güçlerini de gözden geçiriyorlar. Örneğin, İtalya ve İngiltere’nin dışında, diğer AB ülkeleri ve Türkiye’nin katıldığı en büyük silahlanma projesi Airbus 400M’de bir ilerleme sağlanabilmiş değil.
Avrupa ile ABD arasında silahlanma ve askeri modernizasyon bakımından bir kıyaslama yapıldığında, ABD’nin giydiği gömleğin kendileri için çok çok büyük olduğunu Avrupalılar da kabul ediyorlar. Ancak; ABD’nin askeri gücüne ulaşılamadığı takdirde, dünya üzerindeki egemenlik mücadelesinde bir ilerleme sağlanamayacağını da biliyorlar.
Emperyalist kutuplaşmalar, dünyanın petrol ve enerji kaynaklarına egemen olma ve ABD’nin kapitalist dünya üzerinde kurduğu egemenliği kaybetmemek için giriştiği son çırpınışlar, dünyanın hızla büyük bir savaşın eşiğine götürüldüğüne işaret ediyor.

“ORTAK KURUMLAR”DA ÇATIŞMALAR
Irak işgali arifesine kadar daha çok ABD’nin dünya üzerindeki vahşetini gölgelemeye yarayan BM, bu yeni dönemde işlevsiz kaldı. Beş daimi üyeden üçü; Fransa, Rusya ve Çin, diğer iki daimi üye ABD ve İngiltere’nin işgal planını veto edeceklerini ilan ettiler. ABD, bunun üzerine yıllardır kullandığı BM’yi devre dışı bırakarak, “uluslararası meşruiyet”e ihtiyaç duymadan Irak’ı işgal etti. Bu, aynı zamanda, bir meydan okumaydı.
58 yıl önce San Francisco’da temelleri atılan ve “dünyanın vicdanı” şeklinde nitelenen BM’de sular durulmuş değil. BM, her ne kadar ABD-İngiliz politikalarını engelleyebilecek durumda olmasa da, emperyalistler arası güç denemesi vb. bakımından varlığını uzunca bir süre daha sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor.
28 Nisan 1919’da, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın galiplerinin Paris Barış Konferansı’ndan kurulan Milletler Cemiyeti, BM’nin temelini oluşturuyor. Milletler Cemiyeti’nin, yerküre üzerinde savaşları engelleyemediği İkinci Dünya Savaşı’nda görüldü. Atlantik ötesi büyük güç ABD’nin, dönemin başkanı Woodrow Wilson tarafından Milletler Cemiyeti’ne dahil edilmemesi, bu kuruluşun meşruluğunu hep tartışmalı kıldı. Avrupa merkezli olan ve karargahı İsviçre’nin Cenevre kentinde kurulan Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerini BM’ye bıraktı.
Savaşları engelleme ve ülkeler arasında barışı sağlama iddiasıyla kurulan BM’nin 58 yıllık tarihi boyunca 200 değişik savaş yaşandı, on milyonlarca insan hayatını kaybetti.
BM’nin kuruluşuyla ülkeler arası savaşların süresi kısalma yerine uzadı. Eski dönemlerde ülkeler arası savaşlar bir-iki yıl sürerken, BM’nin “barış girişimleri”, “diplomatik uzlaşma” çabaları, Güvenlik Konseyi’nde sağlanamayan uzlaşmalardan ötürü, en az beş kat uzadı.
Birçok uluslararası emperyalist kurum gibi, BM’de, –kuruluşu ve varlığının ilk yılları SSCB tarafından ciddi biçimde etkilense de– “soğuk savaş”ın ürünü ve bugün eski işlevini yitirmiş bulunuyor.
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bu yılın başında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada bunun açık mesajlarını vererek, şöyle diyordu: “Bugün BM İnsan Hakları Komisyonu’nun başkanlığını Libya, Silah Komisyonu’nun başkanlığını da Irak yapıyor. Size soruyorum, böyle saçma bir yapı olur mu?…” (9 Şubat 2003, Süddeutsche Zeitung)
Emperyalist ülkeler arasındaki gerginlik ve değişim, önce “ortak kurumlar”da etkisini gösteriyor. ABD, uzun yıllar istediği gibi kullandığı BM karşısında en “sıkıntılı” dönemini yaşıyor.
BM, ezilen halklarının ve emekçilerin özlem ve çıkarları doğrultusunda kararlar veren bir kurum olmasa da; bugün, büyük devletler arasındaki çıkar çatışmasından ötürü, meşruluk bakımından, ABD ve müttefiklerinin haksızlığını ortaya koyan, tartışmaya açan bir kurum halini almaya başladı.
İşgal öncesinde, benzer bir çatışma da NATO içinde yaşandı.
Türkiye’nin korunması çerçevesinde yapılan tartışmalarda, Belçika-Almanya ve Fransa cephesinin karşı çıkması bir haftaya yayılan tartışmalara neden olmuştu. Ve, sonunda çok sınırlı alanda kullanılmak üzere, mürettebatı Alman olan NATO uçakları Türkiye’ye gönderilmişti.
BM ve NATO düzeyinde yaşanan emperyalist çatışmalar, her iki kurumun giderek işlevini yitirdiğini, çatırdadığını gösteriyor. Çekirdek Avrupa ile ABD arasındaki çelişkiler uzlaşmaz düzeye ulaştığında, bu uluslararası kurumlar da “kilitleniyor”.
Gelişmeler, önümüzdeki süreçte bu kurumların sık sık pazarlıklara, çatışmalara ve tartışmalara sahne olacağını gösteriyor.

UZAYDA AB-ABD REKABETİ
ABD ile AB arasındaki gerginlik askeri, politik ve ekonomik alanda evrenin bütün alanlarında sürüp gidiyor.
NASA’dan sonra Avrupa Uzay Ajansı (AUA)’nın “Mars Ekspresi” adını verdiği uydu aracını, Haziran ayının sonunda Kazakistan’ın Baykonur kentinden Rus Soyuz roketi ile Mars’a göndermesi, bu alanda da bir ABD-AB çatışması olduğunu gözler önüne serdi.
330 milyon Euro’ya malolan Avrupa’nın Mars yolculuğundan bir sonuç çıkıp çıkmayacağı bilinmez, ama 1965’ten bu yana Mars’ta “hayat”a dair bulgular arayan ABD, Avrupalıların kendisinden önce bir hayat belirtisi keşfetmesine tahammül edemeyeceğini tepkisiyle gösterdi.
Avrupa’nın Mars’ta hayat izleri aramasına bozulan ABD, hemen “Rover” adını taktığı robotları göndermeye başlamakla yanıt verdi.
Yerküre üzerinde yeniden paylaşımı her geçen gün biraz daha kızıştıran emperyalistlerin, bu politikalarını şimdi de Mars’a taşımaları, kuşkusuz dünya üzerinde söz sahibi olmakla ve onun paylaşımıyla ilgilidir ve bırakalım dünya ve Mars’ın, evrenin dengesini ve uyumunu da tehlikeye düşürebilir, felaketlere yol açılabilir.
ABD ile AB arasında uzayda diğer bir çatışma noktası ise Galileo uydusudur.
ABD’nin uzaya gönderdiği Global Pozisyon Sistemi (GPB) adlı uydu sistemi bugün bütün Avrupa’nın nabzını elinde tutuyor. Araçların navigasyon sistemini uzaydan yönlendiren GPS’in pek çok özelliği bulunuyor. Uçakların kolay bir şekilde yön tespit etmelerini GPS’in bu navigasyon sistemi sağlıyor. Aynı şey gemiler, trenler ve otomobiller için de geçerli.
ABD’nin denetiminden kurtulmak, kendi uydusuna sahip olmak isteyen AB, uzun bir süre önce GPS yerine geçebilecek Galileo uydusunun yapımı için bir araya geldi.
Ancak, ABD, GPS sisteminin Avrupa üzerindeki yönlendiriciliğinin bitirilmesine bir türlü razı olmak istemiyor. ABD ile AB arasında yapılan görüşmelerden bugüne kadar kesin bir sonuç alınabilmiş değil. Avrupalılar, Galileo’nun devreye girmesinde ısrar ediyor. Bir habere göre de, ABD Galileo’nun devreye girmesine şartlı olarak yanaşabilecek. Bu şart da, Galileo’nun denetiminde bir ABD’li generalin de olması. Özellikle de savaş durumlarında, ABD’lilerin Galileo’yu devre dışı bırakmak istediği ifade ediliyor.
Ancak, Galileo’nun devreye girmesi durumunda Avrupa’daki ABD üslerindeki araçların, uçakların, gemilerin yönlendirilmesinin bu kez de AB’nin bilgisi dahilinde olacağı başka bir gerçek. ABD’yi en çok endişelendiren konuların başında da bu geliyor.

21. YÜZYILI KİM ŞEKİLLENDİRECEK?
Ekonomik, askeri ve siyasi gelişmelerin tümü, dünyanın yeniden bir paylaşım sürecine girdiğini gösteriyor. Dolayısıyla, 11 Eylül 2001’den bugüne emperyalistler arasında yaşanan askeri, siyasi ve ekonomik çekişmelerin tümü gelip, “21. yüzyılı kim şekillendirecek?” ya da “yeryüzü ve gökyüzünün hakimi kim olacak?” sorularında düğümleniyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyanın liderliğini yapan ABD, şimdiden, 2050 yılına kadar dünya üzerinde egemenliğini sürdürmenin planlarını hazırlamış bulunuyor. Yerküre üzerindeki en önemli petrol ve enerji rezervlerini, siyasal stratejik yolları ve mevkileri ele geçirme, kontrolünde tutma, buradan yola çıkarak diğer emperyalistleri kendisine bağımlı hale getirme yönünde izlediği temel politikanın öyle kolay tutmayacağı, Irak işgaliyle birlikte çok daha yalın bir şekilde ortaya çıktı.
Irak’ta var olduğu ileri sürülen ve savaşın ana gerekçesi olarak gösterilen kimyasal silahların bulunamaması, hem dünya hakları nezdinde ABD’nin itibarını önemli ölçüde sarstı hem de diğer emperyalistler karşısında açık vermesine neden oldu. Bununla birlikte, Irak halkının ABD askerlerini çiçeklerle karşılayacağı yönünde yapılan propagandanın kuru gürültüden ibaret olduğu; ABD ve İngiliz askerlerinin çiçek yerine mermi ile karşılandığı ortaya çıktı. Her gün bir ya da birkaç askerin cenazesinin kaldırılması ise, gelişmelerin hiç de Pentagon tarafından planlandığı gibi gitmediğini gösteriyor.
ABD, Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesiyle yerküre üzerindeki egemenliğini diğer emperyalistler karşısında güçlendirmek yerine zayıflattı. Gerileme halinde olan ABD emperyalizminin hatta “çöküş dönemi”ne girdiğini söylemek hiç de abartı değil.
ABD, uluslararası politikada, sadık müttefiki  İngiltere ile birlikte her geçen gün yalnızlaşıyor. ABD, birkaç işbirlikçisi ülke ile bir tarafta kalırken, dünyanın diğer bütün ülkeleri tutum alma yoluna gittiler.

HESABA KATILMAYAN GÜÇ
21. yüzyılının kim tarafından şekillendirileceği sorusu ekseninde yapılan tartışmalar sırasında, burjuva basını ve aydınlarınca, milyonlarca emekçinin savaşa karşı mücadelesi hep göz ardı erildi, edilmeye devam ediyor. Ancak, Irak işgalinden önce dünyanın bütün ülkelerinde milyonlarca emekçinin, 15 Şubat’ta olduğu gibi, aynı anda meydanlara çıkarak öfkesini dile getirmesi, dünyanın şekillendirilmesine başka bir gücün de aday olduğunu gösterdi. İşgalci ülkeler İngiltere ve ABD’de milyonlarca emekçi, Blair ve Bush hükümetlerine karşı alanlara çıktı.
Değişik uluslardan emekçilerin, gençlerin bu büyük eylemi, aynı zamanda, emperyalizmin dünya halkları üzerinde estirdiği teröre de bir yanıttır.
ABD, askeri ve ekonomik dayatmalarıyla hem emekçi yığınları hem de ezilen halkları alabildiğince yoksullaştırmış, sefalete sürüklemiştir. IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla dünyanın geri bıraktırılmış ülkelerinde, açlık ve sefaletin baş müsebbibinin ABD olduğu her geren gün biraz daha net görülüyor.
Emperyalistler arası bu çelişkiler, bir taraftan dünyayı yeniden bir ateş çemberine doğru götürürken, diğer taraftan emekçiler arasında emperyalizme karşı bilinçlenme ve örgütlenmenin gelişmesinin, emperyalizme önemli darbeler vurmanın olanaklarını da sunuyor. Avrupa’nın belli başlı ülkelerinin liderlerinin, gazetelerinin, televizyonlarının kendi ulusal çıkarları gereğince Irak işgalinin arkasında petrolün olduğunu, kitle imha silahlarının ise bahane olduğunu söylemeleri, bu ülkelerdeki emekçilerde hızla bir aydınlanmaya yol açtı. Emperyalizm kendi karşıtı dinamiklerin yükselmesine neden olmaktan kaçınamadı, kaçınamıyor. Kendisini mezara gömecek güçlerin gelişmesini teşvik eden, emekçi yığınlarla ezilen halklara işsizlik, yoksulluk ve sefaletin yanı sıra kitlesel ölümleri de sunan emperyalizm ve en başta da Amerikan emperyalizminden başkası değildir. Artık dünya bu yönüyle de yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bundan böyle dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar, sadece teoride etkili güçler durumunda olmaktan çıkmışlar, tarihin ilerleyişini yeniden etkileyip belirleyecek pratik güçlere dönüşmeye başlamışlardır.
Burjuvazi ve sözcüleri istediklerini iddia etmekte ve hesaba katıp katmamakta özgürdürler; ancak 21. yüzyıl, farklı emperyalist bloklaşmalardan öte, dünya burjuvazisi, uluslar arası tekeller ve emperyalizm ile dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar arasındaki karşıtlık, güç ilişkileri ve mücadele temelinde şekillenecektir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑