yerel yönetimler seçimi üzerine rapor*

Türkiye “yerel yönetimler”le ilgili bir seçim sürecine girmiş bulunuyor.
Seçimin gündeme geldiği ortam**, bu seçime olağan bir yerel yönetim seçiminden daha çok anlam yüklüyor.
Her şeyden önce, yerel seçim sürecinin; hükümet ve Genelkurmay’ın Irak’a asker göndermek için karar verdiği, ama halkın böyle bir şeye kesinlikle karşı olduğu bir dönemde olması; yerel seçimlerin bu alanda da bir hesaplaşma olarak cereyan edeceğini göstermektedir.
Öte yandan; sermaye güçlerinin, “7 paketlik demokratikleşme güldürüsü” ve “Pişmanlık Yasa”sıyla “Kürt sorunu”nu “çözme”; Kürt sorununu demokratik ve halkçı çözüm yerine “ezerek çözme” hamleleri yaptıkları ve süreci böyle değerlendirdikleri düşünüldüğünde, demokrasi mücadelesinin sorunları ve demokratik taleplerin ne olup olmadığının tartışılması sürecin bir bileşeni olacaktır. Bu nedenle de, demokrasi mücadelesi ve demokratik talepler için mücadele, “yerel seçimlerin” nasıl sonuçlanacağını belirleyecek etkenlerden birisi olacaktır.
Ekonomi alanında; IMF-hükümet-büyük patronlar cephesinin IMF-Dünya Bankası programı tarafından belirlenen ekonomik politikaları, bütün acımasızlığı ile yerel yönetim seçimi sürecinde de sürecektir. Dahası hükümet ve arkasındaki sermaye güçleri; sonbahardan başlayarak bu programın başarısı için “son hamleleri” yapacak, yasal düzenlemeler gerçekleştirecektir. Özellikle de TEKEL’den PETKİM’e, TÜPRAŞ’tan THY’ye büyük özelleştirmelerin gündemde olması; yerel yönetim seçiminin, aynı zamanda da, liberal ekonomik politikalara, IMF’ye, yabancı sermaye güçlerinin Türkiye’yi dikensiz gül bahçesi yapma girişimlerine karşı mücadele olarak şekillenmesine neden olacaktır. Kuşkusuz ki, neo-liberal uygulamalar; eğitim ve sağlık hizmetleri başta olmak üzere pek çok hizmetin de piyasalaşmasını getirmektedir. Bu nedenle de, “parasız eğitim ve parasız sağlık hizmeti” talepleri, yerel yönetim seçiminde yine temel talepler olarak gündemdeki yerini alacaktır. Ayrıca süreç; “Kamu Yönetimi Reformu” adı altında tüm merkezi ve yerel hizmetlerin özelleştirildiği, yerelleşme adı altında piyasanın tüm hizmetlerinin uluslararası tekellerin ve yerli uzantılarının kâr alanı haline getirilmesinin amaçlandığı; yerel yönetim felsefesinin piyasa temeline oturtulmak istendiği bir süreç olacaktır. Bu yüzden de, süreç; devletin merkezi ve yerel kurumlarına emek mücadelesi ve sosyalizm tarafından dayatılan görevlerin içeriğinin ve bunun halk için, emekçiler için anlamının yeniden tartışıldığı bir süreç olarak işleyecektir. Elbette bu durumda; demokrasi, yerel yönetim-merkezi yönetim ilişkisi, demokratik bir yerel yönetimin nasıl olacağı gibi konular gündemin önemli bileşenleri olacaktır. Bu yüzdendir ki; partili adaylar ve müttefiklerimizin; nasıl bir yerel yönetim istediklerini, kendilerinin nasıl bir yerel yönetim gerçekleştireceklerini tarif etmeleri önemli olacaktır.
“Mevcut yerel yönetimlerin açmazlarının aşıldığı, daha demokratik, merkezin baskısından kurtulmuş bir yerel yönetim” iddiasıyla dayatılan yasa; yerel yönetimlerin hizmetlerini tümüyle piyasalaştırmayı, hatta uluslararası tekellere açmayı amaçlayan bir yasa olarak gündeme getirilmiş bulunmaktadır.
Öte yandan AKP Hükümeti’nin hazırladığı yasa taslağı; yerel yönetim fikrinin, halkın siyaset dışına itilmesi fikriyle birleştirilmiş olduğu, son 40-50 yılda gelişmiş ülkelerde ne kadar çöpe atılmış fikir varsa (sivil toplum örgütleri aracılığı ile katılım, karar ve denetim hakkı olmayan temsili kurumların katılımı, siyasetin dışında bir belediyecilik gibi), bunların devreye sokulduğu, yaldızlı bir paket içinde sunulan, ama yerel yönetimleri, hizmet ve halkın ülke yönetimine katıldığı kurumlar olmaktan uzak tutan bir yönelişin belgesi mahiyetindedir.
Dolayısıyla partimiz, süreci; sermayenin yerel yönetim anlayışı, demokrasi, siyasi mücadele gibi konularda yoğun bir aydınlatmanın, sermaye güçlerinin hizmetleri mala dönüştürmesinin engellenmesi ve demokratik bir yerel yönetim fikrinin yaygınlaştırılmasının; bu doğrultudaki mücadelenin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesiyle, halkın iktidar mücadelesiyle birleştirilmesinin vesilesi olarak da değerlendirecektir.
Partimiz; halkın seçtiği temsilciler üstünde başka bir iradenin olmaması gerektiği, bütün faaliyetlerin halkın denetimine açık olacağı, halkın seçtiklerini gerekli gördüğünde görevden alabildiği bir yerel yönetim fikrini; yerel yönetimlerde demokrasinin ana ilkesi olarak ele alacaktır.
Süreç; halka gerçeği bütün yanlarıyla anlatmamıza fırsat tanıyan unsurlara sahiptir. Bu yüzden, 2004 Nisanı’nda yapılacak yerel yönetim seçimi; yerel yöneticileri belirlemekle sınırlı bir seçim değil; tersine ülke sorunlarının bütününün gündemi işgal edip, egemenlerle halkın hesaplaşmasının tüm unsurlarını taşıyan bir mücadeleye sahne olmaya aday bir seçimdir. Ancak bunun olması için bizlerin süreci doğru ele alıp, üstümüze düşeni layıkıyla yerine getirmemiz gerekir.

PARTİMİZ YEREL YÖNETİM SEÇİM SÜRECİNDEN HANGİ KAZANIMLARLA ÇIKMAK İSTEMEKTEDİR
Genel olarak bakıldığında, yerel yönetim seçimi süreci; partimizin, 7 aylık ve Türkiye’nin pek çok önemli sorununun bir arada geliştiği bir süreç olarak, sınıflar mücadelesine müdahalesine önemli, son derece önemli imkânlar sunacaktır.
Partimizin sınıflar mücadelesine müdahalesinin başlıca alanları ve bu alanlardaki mücadele hedeflerini şöyle belirleyebiliriz:
1-) Belirlenmiş bazı yerlerde, seçimi kazanarak partili ya da partimizin desteklediği adayların yerel yönetim mekanizmasında mevzilenmesi: Bazı önemli işçi havzalarında işçi hareketinin taleplerinden çıkarak ya da az-çok siyasi birikimin olduğu alanlarda partili adayların ve partiyle ittifak içindeki güçlerin (belediye başkanlığı, belediye meclisi üyeliği, iller idaresi üyeliği, muhtarlık vb. gibi mevzileri) kazanması için çalışmak.
Kuşkusuz ki; bazı alanlarda uzun zamandır süren çalışmaların sonucu olarak ortaya çıkan birikimin üstünden bazı kazanımlar sağlanabilir. Ama burada partimizin ve onun yandaşlarının başarısının birinci koşulu; emekçilerle sermayenin partilerinin karşı karşıya gelmesi; sermaye partileri karşısında birleşen emekçilerin adayları ile sermayenin adaylarını ayırmasıdır. Onun içindir ki, bazı işçi havzalarında işçi hakları üstünden ya da herkesin çok “hassaslaşıp” saf tuttuğu bir siyasi kutuplaşma (Irak’a asker gönderip göndermeme gibi) üstünden bir karşı karşıya gelme, adayların da bu kutuplaşmada, “halkın kutbu”nun adayları olarak ortaya çıkması sağlanmalıdır. Bu tutum; ortaya çıkan talepler etrafında birleşecek halk güçlerini kendi aralarında yeni bir birleşme tutumunu geliştirmeye yöneltirken, aynı zamanda, halk yığınlarının sermaye partilerinden kopuşunu belirli bir “seçeneğe” bağlayacaktır. Dahası, bu güçlerin partimiz etrafına gelmesinin, en ileri olanların partiye katılması gibi çok önemli katkısı olacaktır. Örneğin “patronlara karşı ücret, sosyal hak taleplerinde, sendikalarda birleşen işçiler, patronlardan oylarını da, adaylarını da ayırmalıdır” fikrini her alanda işleyip; bu fikir etrafında işçi adayların çıkması için çalışmalıyız.
Adaylarımızın bazı yerlerde yönetime gelmesi, bu mücadelenin işçiler, emekçi yığınlar içinde emek-sermaye mücadelesi ile demokrasi mücadelesinin birleşmesinin başarısını gösterecektir.

2-) Partimizin çalışmasının yerelleşmesi: Her ne kadar bu seçimler, “yerel yönetimler yasası”nın değiştirilmesi mücadelesi ve sürecin yukarıda belirtilen özelliklerinden dolayı genel bir demokrasi mücadelesi ile birleşse de; son tahlilde yerel yönetim seçimlerinde partiler ve güçler arasındaki mücadele, “yerel talepler”, “yerel sorunlar” ve bunlara getirilen çözümler üstünden bir mücadeledir.
Partimizin en önemli zaaflarından birisinin, çalışmasının genel, bu nedenle de yüzeysel kalması olduğu düşünüldüğünde; yerel sorunlar üstünden bir seçim mücadelesi; parti örgütlerimizin çalıştığı alandaki nüfus bileşimi (sınıfsal, dinsel, etnik), bu bileşimin bileşenlerinin sorunları, yörenin ekonomik, kültürel, sosyal alandaki talepleri, ekonomik potansiyeli (tarım, sanayi, turizm, hizmetler vs.), yerel bakımdan halk içinde itibara sahip kişi ve kurumlarla ilişkilerin yeniden düzenlenmesi vb. yönler açısından, kısaca, parti örgütümüzün yerelleşme sorunlarını aşmasının da vesilesi olmalıdır.
Bunu yapmanın koşulu ise; yerel parti örgütlerimizin; bütün bu toplum kesimleriyle ilişkilerini yeniden kurması, bu kesimlerin sorunları ile yerel hizmetleri, yörenin çelişkileri, ekonomik potansiyeli gibi konuları çözümleyip ajitasyonunun ve ilişkilerinin malzemesi haline getirmeyi başarmasıdır. Bu, aynı zamanda, partimizin, partili olmayan çevreler ve yörede saygınlığı olan kişiler ve kurumlarla ortak iş yapan, onların üyeleriyle ortak örgütler kuran bir pozisyona geçmesi demektir. Çünkü, her özel talep ve o talep etrafında mücadele, bu talep için mücadele potansiyeli taşıyan çevreleri kapsayan bir “özel örgütlenmeyi gerektirir. Dahası yerel seçimin kendisi, seçim faaliyeti için bir özel bir örgütlenmeyi gerektirecektir. Bu yüzden de partimiz; yerel seçim sürecini, partimizin yerel ilişkilerinin güçlendiği, yörenin koşullarından mücadele için yararlanmasını öğrendiği bir süreç olarak değerlendirecektir.

3-) Halkın iktidar mücadelesi için bir iktidar seçeneği yaratmak: AKP yüzde 34 oyla, Meclis’teki milletvekillerinin üçte ikisine sahip oldu. Geleneksel düzen partileri çöktü. CHP, Meclis’teki tek “muhalefet partisi” olmasına karşın, AKP ile aynı ekonomik-sosyal programa sahip olduğu ve halkın beklediği muhalefeti yapamadığı için güç kaybetmektedir. AKP’ye bir seçenek olabilir denilen Genç Parti de, öteki “Uzan firmaları”yla birlikte çökme sürecine girmiştir. Bu durum; AKP’ye yerel seçimlerde büyük bir avantaj sunmaktadır. Eğer, Türkiye’nin emek ve demokrasi güçleri, Blok ve onunla birleşecek güçler; halk indinde AKP’ye bir alternatif (bu, aynı zamanda, halkın iktidar alternatifi olmak anlamına gelmektedir) yaratabilirlerse; bu, hem AKP’nin yerel yönetimlerde olağanüstü bir güce sahip olmasının, hem de demokratik hakları ve emek mücadelesini tehdit etmesinin, gerici şeriatçı amaçlarını gerçekleştirmede yeni adımlar atmasının önlenmesi anlamına gelecektir. Burada CHP, aynı argümanları kullanarak, AKP dışında herkesin kendisini desteklemesi gerektiğini, çünkü AKP’yi sadece kendisinin önleyebileceğini iddia ederek halkı aldatmaya çalışacaktır. Ama bunun CHP’nin 50 yıllık yalanı olduğu gösterilebilirse; dahası CHP’ye verilen her oyun 50 yıldır DP’yi, AP’yi, ANAP’ı, RP’yi, şimdi de AKP’yi güçlendirdiği anlatılabilirse; Blok güçleri etrafında halkın iktidar seçeneği olan bir cepheleşmenin sağlanması için önemli adımlar atılabilir. Bu da, hem yerel seçimlerde başarıyı getirecek hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesinde halkın dışlanmışlığını yenmenin temel bir adımı olacaktır.
Partimiz, yerel seçim duyarlılığını ve yarattığı imkânları; bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesini ilerletme ve bu mücadelenin “siyasi koçbaşı” olacak bir “cepheyi” oluşturma süreci olarak değerlendirmelidir.

ADAY, İTTİFAKLAR VE PARTİ
2004’e giderken oluşan yerel seçim koşulları, onu pek çok bakımdan “genelleştirse” bile, son tahlilde önümüzdeki süreç bir yerel seçim sürecidir, ve partimizin seçim taktiği de, genel seçimlerden farklı olacaktır.
Bu farklılık; ajitasyona olduğu gibi, adayların belirlenmesine ve partimizin ittifaklarının bileşimine de yansıyacaktır.
Demokratik, her faaliyeti halk denetimine açık, halkçı (halka hizmeti esas alan), yerel yönetim imkânlarını, düzen partilerinin yöre eşrafının yağmasına kapatan bir belediyecilik için yola çıktığımızı ilan eden bir “yerel yönetim felsefesini” ortaya koyup; yöreye has başlıca hizmetlerin nasıl olacağını da belirleyen bir program oluşturup, bu program etrafında herkese birleşme çağrısı yapmalıyız. Adaylar bu programı savunmalı, ittifaklar da bu program etrafında olmalıdır. Partimiz bu anlayışı yayarak yığınlarla birleşmeli, partili adaylar da bu programı gerçekleştirmek iddiasıyla aday olmalıdır.
Her şeyden önce, yerel yönetimler için adayların, (özellikle muhtar ve belediye başkanlığı adayları) şu ya da bu partinin adaylarından çok, doğrudan o bölgedeki işçilerin, emekçilerin, halk kesimlerinin (savaş karşıtı platformlar, sendikal platformlar, emek platformları gibi platformlar da bunların içindedir) adayları olarak çıkarılması önemlidir. Elbette bu adaylar, bölgede saygınlığı olan, emek ve demokrasi mücadelesi içinde yörede tanınan kişiler olacaktır.
Bu durum ittifaklarımızı da belirler.
Elbette ki, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, seçim sürecindeki çalışmamızın merkezinde duracaktır. Ancak şu da bir gerçektir ki, partimiz kendi yaklaşımını kabul ettirdiği ölçüde Blok ve çevresinin olumlu bir çizgiye çekilmesi mümkün olacaktır. Genel seçimlerdeki pek çok örnekten bunu biliyoruz.
Kaldı ki; bundan, her yerde Blok ile hareket edeceğiz anlamı da çıkmaz. Bazı yerlerde ayrı ittifaklar geliştirmek, daha geniş çevrelerle ittifaklar kurmak da mümkün olabilir. Buna karşı bazı alanlarda partimizin tek başına seçimlere katılması da gerekebilir. Hatta parti örgütlerimiz, her yerde gerekirse kendi başlarına seçime girecek gibi hazırlanıp; ama en geniş güçlerle de ittifak yaparak seçime girmek için çalışmalıdır.
İttifaklarla seçime girmek konusunda dikkat çekilmesi gereken iki önemli nokta vardır.
1-) Blok partileri dahil olmak üzere, çalışmalarımızı başlatmak için kimseyi beklememeli, çalışmaya derhal başlamalıyız. Bütün ittifak ve birlikler çalışmanın seyri içinde oluşacaktır. Bu yüzden, özellikle de bizim bir güç toparlama şansımızın arttığı, bunun pratikte görüldüğü ölçüde diğer güçlerin bizimle birleşeceğini unutmamamız gerekir.
2-) Böyle durumlarda CHP, daha baştan “Biz de böyle belediyecilik istiyoruz” diye başlayıp, iş “seçime nasıl girilmeli”ye gelince, “tabii, CHP’nin desteklenmesinden başka bir durumda oylar bölünür” tutumunu benimseyecektir. Dahası, CHP, bu taktiğin ustasıdır, ve her seferinde olmasa da, çoğu zaman kazançlı çıktıkları bir yöntemdir bu. CHP’ye karşı uyanık olmak, onun oyununu daha baştan bozacak tutumlar geliştirmek önemlidir.

SEÇİMİN ÖRGÜTLENMESİ VE PROGRAM
Elbette ki, parti örgütlerimizin her biri bir “seçim örgütü” gibi çalışacaktır. Bu nedenledir ki; genelde “asıl seçim örgütümüz parti örgütlerimiz” olacaktır. Ancak; pek çok teknik işin yürütülmesi ve özel çalışmalar için her ilde bir “seçim komitesi” oluşturulması yararlı olabilir.
Bu komite daha baştan çalışarak; yöreye has talepler; yerel yönetimin imkânları, bu imkânların nasıl kullanılacağına dair planları da içeren bir yerel yönetim seçim programı hazırlamalıdır. Bu komite, seçimle ilgili tüm bilgileri toplayan ve yerel parti örgütlerini bilgilendirip, yeni öneriler geliştiren bir görev üstlenmelidir.
Ayrıca, ittifakların olduğu seçim bölgelerinde, ‘ittifakçıların ortak temsil edildiği komiteler” oluşturulması da zorunlu olacaktır. Ve elbette teknik işler için komisyonlar ve çalışma grupları da ihtiyaç duyuldukça kurulup çalıştırılabilir.
Her ilin bir seçim programı olacaktır. Bu programın birinci bölümü; bütün iller için aynı olacak ve seçim, “yerel yönetim felsefemiz” ve yerel seçimlerin genel ve merkezi yönetimle bağlantısını kapsayacaktır. İkinci bölüm ise, her ile özgü sorunların çözümünü kapsayacaktır. (Ankara’nın bu konudaki girişimi örnek olarak ele alınabilir.) Bu bölümde elbette; bölgenin ekonomik, sosyal, tarımsal, sanayi, turizm potansiyeli, şehircilik ve şehirlileşme sorunlarının çözümü yer alacaktır.

SEÇİMDE YÜRÜTÜLECEK AJİTASYONLA İLGİLİ
Seçim süreci boyunca parti örgütlerimiz, genel sorunlarla yerel sorunları birleştiren sistemli, kesintisiz bir ajitasyon yapacaktır. Her il yönetimi, “gazete merkezli” genel ajitasyonumuza bağlanan yerel ajitasyonu planlayıp seçim boyunca sürdürecektir.
Bu ajitasyonun başlıca özellikleri şunlar olacaktır:

1-) Nasıl bir belediyecilik (demokrasi, katılım, denetim, açıklık gibi yanları) anlayışını, ve bunun yanı sıra, yörenin özelliklerini esas alan ve sorunları nasıl çözeceğini açıklayan inandırıcı kanıtlar öne süren bir ajitasyon olmalıdır. Bu çerçevede, demokratik bir görünüşü olan, ama sadece oyalayıcılık ve siyaset dışılığın kurumu olan “Yerel Yönetim-21” gibi kurumlar da teşhir edilmeli; bunların sadece öneri yapan ama ne yönetime müdahale eden ne de denetleme işlevi olan kurumlar olduğu gösterilmeli. Dahası, bunu yaparken, demokratik ve halkçı belediyeciliğin işleyişini, “halk meclisleri”, “mahalle meclisleri” gibi kuruluşların işleyişini, amacını tartışmalı; bunları halka maletmeliyiz.
Burada dikkat edeceğimiz bir şey de; insanlar nasıl bir belediyecilik istiyor; nasıl bir belediyede yaşamak istiyor, sorunlar ve çözümler konusunda neler düşünüyor, bunları dinlemesini bilmeli, ajitasyonumuzun çıkış noktasını da buradan yapmalıyız.

2-) Ajitasyonda, mevcut belediye yasası ile hükümetin getirmek istediği yasayı da eleştiren, demokratik, “halkçı bir belediyeciliğin ana ilkelerini açıklayan bir belediyecilik anlayışını” propaganda etmeliyiz. Bu, aynı zamanda, yerel yönetim programının “yaklaşım” bölümünün içeriğini de oluşturmalıdır. Eğer yerel yönetim yasası bu süreçte çıkarılırsa (ki büyük ihtimalle çıkarılacaktır); gündemin ısınmasına paralel olarak, seminerler, paneller, sempozyumlarla bu yasanın amacı, içeriği, antidemokratik ve sermaye yanlısı karakteri deşifre edilmeli; tartışmalar, işyerlerine, fabrika ve hizmet birimlerine, mahalle kahvelerine kadar taşınarak, sermayenin yerel yönetim düzeni ile emekçilerin kurmak istediği yerel yönetim düzeninin hesaplaşmasına dönüştürülmelidir. Yine ajitasyonumuz, GATS ve ona bağlı olarak hizmetlerin uluslararası tekellere terk edilmesini de kapsamalı; özelleştirme, taşeronlaştırma ve hizmetlerin piyasalaştırılması arasındaki bağlantı sağlam bir biçimde kurulmalıdır.

3-) Ajitasyonumuz, ülke sorunlarına ve yerel sorunlara tam hâkim ve çözümler konusunda yetkin olduğumuzu göstermelidir. Bu ise, ajitasyonu yapacak kişilerin yapacakları işin içeriği ve amacı konusunda tam kafa açıklığına sahip olmasıyla mümkün olacaktır. Bunun için, parti örgütlerimizin bu yönde yetkinleşmesi için çalışmalı ve parti içi eğitimin merkezine bu çalışmanın konuları konulmalıdır.

4-) Ajitasyona muhalif ve soyut bir üslup değil, somut ve iktidara aday, istekli olan bir ruh hali yansımalıdır. Bu sadece ses tonuna değil; sorunların çözümlenmesine yaklaşıma da yansımalıdır. Halk taleplerini savunur, etrafında birleşirse, istediği gibi bir yerel yönetim kurmaya girişebileceğini, egemenlerle bunun üstünden çatışmaya girebileceğini, burada kazanılacak her mevziinin, halkın iktidara yürüyüşünde bir dayanak olabileceğini bilerek davranmalıyız.

Partimiz, bu seçimlerden; bir yandan bazı yerel yönetim bölgelerinde doğrudan adaylarını seçtirerek, parti örgütlerini yerelleştirerek ve nihayet; yerel ve merkezi iktidar için kendisini ve ittifak içindeki siyasi parti ve çevrelerden oluşacak mihrakı halkın iktidar mücadelesinde, (bağımsız ve demokratik Türkiye’yi kurma mücadelesinde) somut bir seçenek olarak ortaya koymuş olarak çıkmayı amaçlamaktadır.
Bütün parti örgütlerimiz bu amaçları kendileri için temel referans alarak, yerel çalışmalarını da bu amaca uygun biçimde düzenlemelidirler.

(**) Konuyla ilgili olarak, seçim sürecinin daha ayrıntılı bir biçimde ele alındığı Özgürlük Dünyası’nın Eylül 2003 sayısının ilk yazısı olan “Başlayan Sadece Yerel Seçim Süreci mi?” başlıklı yazıya bakılabilir.

Halkçı ve demokratik bir yerel yönetim için birleşelim!*

Nasıl ki merkezi yönetim; sermaye partilerinin, büyük patronların, yüksek bürokrasinin, rantçıların, hortumcuların Hazine’yi ve kamunun imkânlarını bölüşme mekanizması olarak işliyorsa, yerel yönetimler de yerel vurguncuların, küçük hortumcuların, arsa spekülatörlerinin, düzen partilerinin yerel yöneticilerinin ve yandaşlarının bölüşüm mekanizması olarak işlemektedir.
Mevcut düzen partileri yerel yönetimleri; yerel yandaşlarını, delege ağalarını ve kendilerini destekleyen sermaye kesimlerinin çıkarları uğruna bir eş-dost “arpalığına” dönüştürmüşlerdir. İller Bankası kredilerinin yanlı dağıtılması, yerel yönetimlerin uluslararası finans piyasalarında “kredi” bulmaya yönlendirilmesi gibi merkezi hükümetlerin uygulamalarıyla yerel yönetimler “dış borç” batağına da itilmiştir.
Sermaye partilerinin gelenekselleşmiş alışkanlığının sonuçları olan rüşvet, adam kayırmacılık, rant bölüşümü, yerel yönetim imkânlarının her yolla acımasızca yağmalanması, yerel yönetimleri sadece idari bakımdan değil mali bakımdan da bir çöküşe sürüklemiştir. Pek çok yerel yönetim üstlenmiş olduğu hizmetleri yerine getiremez, en hayati yatırımlarını yapamaz, çalışan işçilerin ücretlerini bile ödeyemez duruma gelmiştir.
Kısacası yerel yönetimler, sermaye partileri tarafından hem idari hem de ekonomik bakımdan çöküşe sürüklenmiştir. Bu çöküşün müsebbipleri, çöküşten çıkış için; taşeronlaştırma ve özelleştirmeyi çare olarak sunmuşlardır. En son hazırlanan ve hükümet tarafından da çıkarılacağı vaat edilen “Kamu İdaresi Reformu”nun parçası olarak sunulan “Yerel Yönetimler Yasası Taslağı” da, yerel yönetimlerin içine sürüklendiği bataktan, “tüm yerel hizmetlerin piyasalaştırılması”yla çıkılacağını iddia etmektedir.
Ancak son 10 yıl içinde hizmetlerin özelleştirilmesi ve taşeronlaştırılması yoluyla piyasalaştırma uygulamaları; bırakalım iyileştirmeyi, hizmetlerdeki çöküşü daha da derinleştirmiş, eskiden verilen hizmetlerin bile verilmesini engellemiş, hizmetleri daha da pahalılaştırmıştır. Bunun da ötesinde, bu uygulamalar, yerel yönetimleri, sadece hizmet alan halkla değil, hizmetin üreticisi olan kendi çalışanlarıyla da karşı karşıya getirmiştir. Çünkü; özelleştirme ve taşeronlaştırma; yerel yönetim imkânlarının kapitalist firmalara aktarılmasına neden olurken, hizmetlerde azami kârı teşvik etmiş; bu da hizmetleri pahalandırırken, işçilerin ve memurların çalışma ve yaşama koşullarının daha da aşağılara düşmesine neden olmuştur.
Son 10 yılda yerel yönetimlerde özelleştirme, piyasalaştırma yönündeki uygulamalar açıkça göstermiştir ki, hizmetlerin piyasa koşullarına göre verilmesi ve yerel yönetimlerin işlerini kapitalist şirketlere devretmesi; sorunları çözmemekte tersine daha da ağırlaştırmaktadır. Dolayısıyla; amacını “hizmetlerin piyasalaştırılması” olarak ilan eden yerel yönetim anlayışının (bu anlayış, önümüzdeki günlerde Meclis’ten yasa olarak geçirilmek istenecektir), onlarca katrilyonluk bir kâr alanı olarak görülen “yerel hizmetler” alanının uluslararası “hizmet tekelleri” ve onların yerli işbirlikçilerinin yağmasına açılmasından başka bir anlamı yoktur.
Bugün yerel yönetimleri ayağa kaldırıp halka hizmetin yolun açabilecek tek seçenek, HALKÇI ve DEMOKRATİK YEREL YÖNETİMCİLİK anlayışının yerel yönetimlere egemen olmasıdır.
Partimizin yerel yönetim anlayışı, halka hizmeti; piyasanın, şu ya da bu firmanın şu ya da bu düzen partisinin çıkarlarının üstünde tutan bir yerel yönetimcilik anlayışı olarak HALKÇI’dır.
Partimizin yerel yönetim anlayışı, yerel yönetimlerin düzenin sınırları ötesinde, doğrudan Halk Meclisleri’nin kararlarını hayata geçirdiği, halkı planlamanın oluşum sürecine de katan ve bütün yerel yönetim faaliyetini halkın denetimine açan bir anlayış olarak DEMOKRATİK’tir.

HALKÇI VE DEMOKRATİK BELEDİYECİLİK

1-) Yerel yönetimin imkânları halka hizmet olarak sunulacaktır: Her şeyden önce yerel yönetim imkânlarının eş-dost, partidaşlar ve kapitalist firmalar tarafından yağmalanması önlenecektir. Çünkü; imkânı olmayan, ekonomik olanakları olmayan kent yoktur; imkânları sermaye partileri, kapitalist firmalar tarafından yağmalanmış ve yağmalanan kentler vardır.
Bunun için;
a-) Özelleştirme ve taşeronlaştırmaya son verilerek, hizmetlerin doğrudan yerel yönetimin kurumları ve personeli aracılığı ile yapılması sağlanacaktır. Böylece hizmetlerin piyasalaştırılmasına son verilerek, hizmetlerin kapitalist firmaların kârı için değil halkın ihtiyaçları için yapılması ilkesi yerel yönetimlerin başlıca ilkesi haline getirilecektir. Bu; hem hizmetin en ucuz biçimde sağlanmasının, sürekliliğinin ve kalitesinin, hem de yerel yönetimlerde görev yapan işçilerin ve memurların insanca çalışıp yaşayabilecekleri hakların geliştirilmesinin garantisidir.
b-) Yerel yönetimin gelir kaynaklarının başlıcalarından olan vergilerin; verebilecek kesimlerden alınması sağlanarak ve zengin kesimlerin vergi istisnalarından yararlanması önlenerek, yerel yönetimlerin gelirlerinin artırılması esas alınacaktır. Kentin ekonomik potansiyeli harekete geçirilip bu imkânlar doğrudan yerel yönetime aktarılarak, hizmet ve yatırımlar için içerden ve dış finans merkezlerinden yüksek faizli borçlanmaya son verilecektir.

2-) Varoş-merkez ikilemine son verilecektir: Hizmetlerin halkın ihtiyaçlarına göre planlanmasına ve sermaye belediyeciliği tarafından ihmal edilen emekçi kesimlerin oturduğu semtlerin, kentten dışlanmış muamelesi gören bölgelerin ihtiyaçlarına öncelik tanınacak ve kent içi “merkez” ve “kenar semtler”, “varoşlar” arasındaki farkları ortadan kaldıracak bir hizmet anlayışı yerel yönetimciliğimizin esası olacaktır. Kentlerin hizmet, kültürel ve sosyal bakımdan bölünmüşlüğünün, belediye hizmetlerinden mahrum bırakmayı meşrulaştırmak için kullanılan “varoş” kavramına karşılık gelen hizmet anlayışının reddedilmesi; bu bölgelerin merkezle aynı düzeyde hizmet alan kent bölümleri haline gelmesi, halkçı ve demokratik belediyeciliğin ana ilkesidir. Semtler arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, halkçı ve demokratik yerel yönetimciliğin ana kriterlerinden birisi olacaktır. Bunu gerçekleştirmek için; hizmetlerin götürülmesinde bugüne kadar yapılanın tam tersine, öncelik, yoksul halk kesimlerine tanınacaktır. Böylece “eşitsiz hizmet götürülerek eşitlik sağlama” amaçlanacaktır.

3-) Bölgeler ve iller arasındaki eşitsizliğe son verilecektir: Merkez-varoş ayrımında olduğu gibi, iller ve bölgeler arasındaki hizmet uçurumunun ortadan kaldırılması için de çalışılacak, imkânları sınırlı ve bugüne kadar daha kötü hizmet verilen bölge ve kentlere daha çok destek verilerek hizmet düzeyleri ve hizmet kalitesi yükseltilecektir.

4-) Halkın yerel yönetime katılımı ve denetimi için Halk Meclisleri: Mevcut sistem içinde; belediyeler, onların hizmetleri”, gelir ve giderleri halk tarafından denetlenememektedir. Son yıllarda “katılımcılık”, “şeffaflık, “demokratiklik” adına girişilen “Yerel Yönetim 21” gibi uygulamalar da, göstermelik olarak kalmış, sadece “öneriler” yapma ötesinde, “demokrasi”yi ve “katılımı” imkân dahiline sokmamıştır. Halkçı ve demokratik yerel yönetimcilik; yerel yönetimlere “katılımı”, “açıklığı” ve “denetimi” gerçek anlamda gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Yerel yönetim hizmetlerinin planlanması, uygulanması ve tüm hizmetlerin, gelirlerin ve giderlerin denetimi yerel yönetim seçim bölgeleri içinde seçilmiş, bölgenin genişliğine göre belirlenen sayıda kişiden oluşan Halk Meclisi tarafından yapılacaktır. Seçilmiş belediye meclisleri, il genel meclisleri, Halk Meclisi’nden geçen kararları resmileştiren ve uygulamasında rol oynayan kurumlar olacaktır. Yerel yönetim faaliyeti, Halk Meclisi’nde olduğu kadar, birer birer yurttaşların da denetimine açık olacak biçimde, gelirlerini, giderlerini, yaptığı icraatın muhasebesini açıklayacaktır. Seçilmiş her yönetici, Halk Meclisi tarafından görevden alınabilecek ve yeniden seçimi için gerekli prosedür uygulanabilecektir.

5-) Sosyal-kültürel yaşam merkezleri olarak kentler: Burjuvazi kentleri, ucuz işgücü merkezleri olarak planlamış; kendi yerleşim ve yaşam merkezlerini ya kentin merkezi olarak bütün diğer semtlerden “banliyölerden”, “varoşlardan” tecrit ederek korumaya almış ya da kendi malikanelerini kent dışına taşıyarak, kendisine uygun sosyal kültürel ortamı olan “özel kentler” kurmuştur. Özellikle son yıllardaki hızlı kentleşme ile Türkiye’nin kentleri görülmemiş bir hızla büyürken; sağlıklı yaşam koşullarından altyapı hizmetlerine kadar bütün sorunlar, hızla büyüyen kentleri, aynı zamanda kronik işsizler ordusunun, açlık ve sefaletin, eğitimsizliğin, mafya-çete organizasyonlarının, uyuşturucunun, yoz kültürün yayılmasının hızla tırmandığı merkezlere dönüştürmüştür. Sermaye partileri ve onların yerel uzantıları; bütün halk kesimlerini kapsayan bu devasa sorun yumağını çözmek yerine, onların her gün daha acilleşen taleplerini istismar edip, kendileri için bir fırsata dönüştürmenin “piyasasını” oluşturmuşlardır.
Halkçı ve Demokratik Yerel Yönetimcilik; bu devasa sorunlar yığınına sahip olan kentlerde, yerel yönetimlere talip olurken, aslında, halkı bu sorunlara karşı mücadeleye çağırmakta, bu mücadele içinde sorunları çözecek bir gücün oluşturulması gerektiğinin bilincinde olarak, yerel yönetimlere talip olmaktadır. Bu yüzden yerel yönetimlerde seçilmek sadece bir başlangıçtır ve bu devasa sorunlar hakla birlikte çözümüne yöneleceğimiz bir dayanak, ama çok önemli bir dayanak olarak değerlendirilmelidir.
*        *        *
Kente göç, Türkiye toplumunun kentleşmesine değil, ama köylerin, kasabaların (sosyal yaşam ve kültürünün), bir dönüşüme uğramadan kentlere taşınmasına yol açmıştır. Bu durumun sonucu olarak “varoşlaşma” hızlanmış; aynı kentte yaşıyor olma, bir sınıfa mensup olma, egemenler karşısında sınıf güdüsüyle birleşme, haklar için “torpil”, “kan bağı, “hemşehricilik” yerine sınıf kardeşliği, “yardımın”, “iane”nin yerine “hak mücadelesi” geçmemiştir. Tersine kente taşınıldığı halde eski kırsal alandaki ilişkiler; düzen partileri içindeki hemşehrilerden medet umma devam etmiştir. Düzen partileri ve onların denetim ve yönetimindeki yerel yönetimler de; kentlerin, halkın kültürel ve sosyal yaşamının bir üst düzeye yükseltilerek harmanlandığı yerler olmasını sağlayacak kurumlar değil, hemşehricilik üstünden yokluk ve yoksullukları istismar eden kurumlar olarak rol oynamışlardır. Düzen partilerinin her kademedeki mensupları da, şehre akın eden “hemşehri yığınını” kendi partisinin ve kendi kişisel çıkarlarını gerçekleştirmenin bir dayanağı olarak görüp, onları bu amaçları için kullanmışlardır.
Halkçı ve Demokratik Yerel Yönetim anlayışı; kentlerde, sosyal ve kültürel yaşamı örgütleyip; kırsal alandan gelen emekçi yığınların kentlileşmesinin önündeki engelleri kaldıracak önlemleri alırken, kent halkının sosyal yaşam ve kültürel yenilenmesini teşvik edecektir. Bizim yerel yönetimlerimiz; insanların kendi aralarındaki dayanışmayı teşvik edecek, dayanışma fikrinin yayılması için çalışacaktır; ama yoksullara, işsizlere yardımı; aşevleri, belirli aylarda “iane dağıtılması” ötesine geçirerek, doğrudan kentin bütçesinden yardım fonları oluşturup, yardımları, zenginlerin “iyilikseverlik”ine ve “belediye aşevleri”nin ianeciliğine bağlı olmaktan çıkaracak; yoksulların dilenci muamelesi görmesine son veren bir “sosyal yardımcılığı” geliştirecektir.
Gençlik ve kadın kültür evleri semtlere, mahallelere kadar götürülerek, okuma-yazmadan meslek edindirmeye, seçkin kültür ürünlerinin (sinema, tiyatro, müzik, resim ve sanatın her dalında) gösterime sunulmasından sanata meraklı her eğitim düzeyinde genç kadın ve erkeklere sanat ve kültür alanında çalışma imkânının sunulmasına kültürel yaşamın geliştirilmesi hedeflenecektir. Emekçi semtlerin gençliğinin işsizliğin, uyuşturucunun, hırsızlık, lümpenlik, çeteleşme, yoz kültür ürünlerinin hedefi olmaktan çıkarılmasında yerel yönetimlerimiz sonuç alıcı önlemlere başvuracak; meslek edindirmeden işsizliğe karşı mücadeleye, sosyal ve kültürel bakımdan gençliğin eğitiminden gençlik örgütlerinin teşvik edilmesine kadar, geleceğimiz olan gençliğe ilişkin görevlerini bütün görevlerinin en başına koyacaktır.
Yaşlıların korunması, çocuklara ve çocuklu ailelere özel destek sağlanması, emekçi ailelerin sağlıklı bir biçimde gelişmesinin desteklenmesi, ailenin yaşlı fertlerinin bakımı ve onların mutlu bir yaşlılık sürmesi için yerel yönetimlerimiz ellerindeki her imkânı duraksamadan kullanacaktır.
Kamuya açık park, kültür, eğitim, spor, ticari özel ve resmi kurum ve kuruluşlarda, özürlülerin buralardaki faaliyete rahatça katılabileceği tüm mali ve yapısal önlemler alınacak; özürlü emekçilerin tedavisi, eğitimi ve üretime katılması için gerekli girişimler yapılırken, toplumun bu konuda önyargılardan arınması için yerel yönetimler özel bir çaba harcayacaktır.
Eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, su, elektrik, doğalgaz gibi temel hizmetlerin piyasalaştırılmasına izin verilmeyecek; bu hizmetlerin, yerel yönetimlerin dolaysız hizmetleri olarak yerine getirilmesi için tüm imkânların seferber edilmesi, yerel yöneticiliğimizin özel önem verdiği bir konu olacaktır.
Halkçı ve Demokratik Yerel Yönetimcilik; kentlerin hem fiziki hem de sosyal ve kültürel bakımdan “yeniden imar edildiği” bir dönem açacaktır. Bu yeniden imar; çevre ve tarihi dokunun korunması bakımından olduğu kadar kültürel ve sosyal bakımdan halkın ihtiyaçlarına yanıt veren, halkın yönetime katılması önündeki engellerin kaldırıldığı bir kentçilik olacaktır. Bilimin, tekniğin tüm olanaklarının yanı sıra mimari ve sanatın bütün kollarının imkânlarını kullanarak, kentlerin yaşanır mekânlar olmasını sağlamak belediyeciliğimizin önemli bir dayanağı olacaktır.
Önümüzde; sermaye güçlerinin kâr hırsının tahrip ettiği kentler ve insanlığın olumlu değerlerinin; dayanışmanın, yardımlaşmanın, insanlığın ilerlemesi için mücadele etmenin üstünün örtüldüğü, bireyciliğin ve köşe dönmeciliğin egemen “değer” olduğu bir toplumsal yapı vardır. Ama Demokratik ve Halkçı Yerel Yönetimcilik, kentleri yeniden imar ederken toplumu da dönüştürecek; bireyciliğin yerine kolektivizmi, köşe dönücülüğün yerine dayanışmacılığı geçiren bir sosyal kültürel yaşamın olduğu kentler mücadelesini ateşleyecektir.

İşgalcinin dini olmaz

ABD’nin Mart’ta başlattığı Irak işgali sürüyor. Bir yandan İran’ı ve hedeflediği diğer “şer” ülkelerini tehdit ederken, bir yandan da saplanıp kaldığı Irak batağından kurtulmanın yollarını arıyor. Üç haftadan az süreceğini iddia ettiği bu kirli savaş, ABD’nin başına, beklediğinden çok bela sardı. Hemen her gün işgalcilerden üç beş kişi, Iraklı direnişçiler tarafından öldürülüyor. Amerikan askerlerini her an  bir direnişçinin hedefi olma korkusu öyle sarmış ki, birbirlerine bile ateş açar durumdalar. Ama emperyalist ABD’nin asıl kaygısı, ordusunun üçer beşer  azalmasından çok, kendi ülkesi başta olmak üzere dünya halklarının gözünde “direnişçiler tarafından telef edilen işgalci” konumuna düşmemek, işgal değil yeniden yapılandırma çabası içinde olduğu yalanını pekiştirmek ve kendilerine karşı kamplaşan başka emperyalist güçlere yalnız olmadığı, dünyayı hâlâ kendisinden yana olanlar ve olmayanlar diye ayırabilen bir süper güç olduğu mesajını vermek.
Bunun için ABD, Irak’ta kurduğu geçici hükümetlerde çeşitli ulusal kesimlerin sözde temsilcilerine mevki vermek, düzenlediği “Barış” etkinliklerinde ABD’li askerlere sahnede şarkı söyletmek, işgale direnen Irak halkını bir avuç Saddam yanlısı gibi göstermek üzere çeşitli provokasyonlar düzenlemek, bu provokasyonlarla ulusal ve dini grupları birbirine düşürmek gibi birçok yöntem deniyor. Bu yöntemlerin hedefi, içine sürüklendikleri bataktan kurtulmanın bir formülünü bulmak. Bu formüllerinin en başında ise, Birleşmiş Milletler kılıfı altında başka ülkelerden Irak’a asker talep etmek geliyor.
ABD’li emperyalistlerin Ortadoğu’daki bir niyeti Irak halkını dini, milli, etnik vb. zeminde bölmek ve kandırarak kazanmaksa ve bu yönde bir propaganda geliştiriyorsa, bir niyeti de asker talep ettiği ülkeler başta olmak üzere dünya halklarını kandırmaktır. Doğal olarak da işbirlikçileri eliyle -kimi zaman doğrudan- bu niyeti doğrultusunda bir propaganda da yürütmektedir.
Birleşmiş Milletler çatısı altında “göreve çağırdığı” ülkelerin başında Ortadoğu’nun en zayıf halkası olan Türkiye var. ABD’li savaş bakanlarının Irak’a asker talebini ilk dile getirdiği* günden bu yana neredeyse iki ay geçmiş olmasına rağmen, Türkiyeli işbirlikçilerinin “işi ustalıkla kıvırma” yöntemlerini geliştirme peşinde olmaları, bu zayıf halkayı tümüyle “kucağa oturtma”nın onlar açısından önemsiz olmadığını göstermektedir.
ABD ve işbirlikçiler, kuşkusuz asker gönderme tezkeresinin akıbetinin 1 Mart’ta olduğu gibi hüsrana dönüşmesini istemiyorlar. ABD daha çok Irak-ötesi amaçları açısından, işbirlikçiler de ABD’ye yamanarak Irak’ta bir pozisyon elde edebilmek ve Kürt kozunun kendisine karşı işlemesinden kurtulabilmek için yeni tezkerenin selametini gözetiyor. Öte yandan tezkerenin “acil ve beceriksizce” değil, ince bir propaganda eşliğinde ve mümkün olan en az düzeyde bir krize yol açarak geçirilmesi hedefleniyor.
Bu ince propagandanın hedefinde, asker gönderme meselesi karşısında, ama bundan da daha çok ABD’nin, Türkiye’yi, Ortadoğu ve Avrasya’ya yönelik politikalarının pürüzsüz bir aracı ve askerine dönüştürmek üzere, Kürt ve Türk halklarının zayıf noktalarını ve yumuşak karnını yakalamak var. Egemen çevrelerce bir terör sorunu olarak ifade edilen Kürt sorunundan, IMF ile ilişkiler ve ekonomik krize, demokrasi sorunundan kendini dünyaya kabul ettirme safsatasına kadar birçok zayıf nokta bu propagandanın hangi çizgiler üzerinde yürüyeceğini belirliyor.

“MÜSLÜMAN TÜRK ASKERİ”
AKP hükümeti emekçilere yönelttiği her saldırısını yeni bir propaganda eşliğinde yürütüyor, ne zaman emekçilerin haklarına, geleceğine saldıracak olsa yalanlar ve süslü demagojilerle dolu bir çuval laf ediyor. 3 Kasım seçimlerinden önce, halkın giderek yoksullaşan, düzen partilerinden uzaklaşan kesimlerini, ekonomik refah, demokrasi vb. vaatleriyle kandırdığı gibi, iktidar olduğu dönemde de düzenin kaybettiği kesimleri yeniden kazanmak niyetinde. Bunu yaparken de, özellikle kendisine oy vermiş olanlara yönelik olarak, sözünde duracağı, vaat ettiklerini yerine getireceği, yani oy verme nedenlerinin karşılığını vereceği görüntüsü yaratmaya çalışıyor. Şimdi, Irak’a asker gönderme “görevini” de kendisinden istenilen biçimde yerine getirebilmek için, bir yandan halkın örgütlü kesimlerine savaş açarken, bir yandan da geniş örgütsüz kitleleri örgütlü bir tepkiden uzaklaştırmaya ve Amerikan uşaklığına teslimiyeti kabul çizgisine kazanmaya çalışıyor.
Özelleştirmeye karşı mücadele eden işçilere, ürününün karşılığını isteyen üretici köylülere, insanca bir yaşam ve demokratik Türkiye isteyen kamu emekçilerine esip gürlerken, geniş emekçi yığınlarını da iki yandan sıkıştırıyor. Birincisi, sokağa çıkıp eylem yaparak hakkını arayan emekçileri terörist ilan edip -sınıf mücadelesindeki dönemsel geriliklere de sırtını yaslayarak- “bunlar bir avuç bozguncu, ülkeye zarar veriyorlar” diyor; mücadeleyle kazanılamayacağı, aksine kaybeden “küçük azınlık”a dahil olunacağı fikrini besliyor. İkincisi ise, sanki Irak’a asker gönderme meselesi, emekçilerin tümünü ilgilendiren sorunlardan bağımsızmış, ve, Türkiye’nin dış politikasıyla kendisini kanıtlama, Ortadoğu’da söz sahibi olma sorunuymuş gibi göstererek, halkı bunun her bakımdan gerekli olduğuna ikna etmeye çalışıyor.
En başta, Ortadoğu’da ekonomik ve siyasi olarak olarak söz sahibi olunması gerektiği iddiası temellendirilmeye çalışılıyor. Ekonomik kurtuluşun onsuz olmayacağı iddia edilen IMF ile kurulan bağımlılık ilişkilerini asker gönderip göndermemenin belirleyeceği, kredilerin bu meselede alınacak tutuma bağlı olduğu yolunda ileri sürülen görüşler, bağımsızlık fikrini de ortadan kaldırmayı hedefleyen liberal Amerikancı tutumun bir ifadesi. Yine Kürt sorununun bir bahane olarak kullanılıyor olması da var ki, özel timin bölgeye yığılması ve derin devlet provaları, bölgede daha ciddi gelişmeler yaşanacağını ve sorunun daha uzun bir süre kullanılacağını gösteriyor. Egemenler cephesinden, ekonomik açıdan Irak’taki ihalelerden kırıntı bile olsa pay kapma fikrinin cazibesine kapılan kesimler yönünden işçi sınıfı ve emekçilerin yedeklenmesi ihtiyacı ortada dururken, siyasi açıdan da Ortadoğu’da istikrarın sağlanması için “yeniden yapılandırma” girişimlerinin bir parçası olmaya halkı ikna etme ihtiyacı var. Örneğin Orgeneral Hilmi Özkök’ün manşetlere taşınan “yanı başımızdaki yangına seyirci kalınamaz” biçimindeki açıklaması hedeflenen bu ihtiyacı karşılamanın ta kendisiydi. Bu, aynı zamanda, MGK’nın da bu propaganda çalışmasında önemli bir yerde durduğunun ve duracağının göstergesidir. Zira MGK, Irak’a gönderilecek askerlerin orada temizlik, sağlık, eğitim vb. hizmetleri görmek üzere gideceği açıklamasını da doğrulamış ve onaylamıştı.
Irak’taki “yeniden yapılandırma” sürecine Türkiye’den gönderilecek 10.000 askerin istikrarı sağlamak üzere katılacağı fikri, yalnızca MGK’nın ve çeşitli çevrelerin desteğiyle değil, aynı zamanda Kürt ve Türk emekçilerin Irak halkı için duyduğu haklı kaygıyı suiistimal yoluyla da yayılmaya çalışılıyor. Propaganda unsuru olarak kullanılan tüm diğer zayıf noktalarla birlikte ele alınması gereken bu durum dikkate değer bir biçimde ifadesini buluyor.
“Hıristiyan ABD askerleri, Müslüman Irak halkına zulmediyor, Iraklı kadınların namusuna göz dikiyor, çocukları öldürüyor. Müslüman Türk askeri Irak’a giderse daha insaflı davranacak ve Irak halkının çekiği bu zulüm son bulacak.” diye özetlenebilecek olan demagoji, temelini, Irak halkı için duyulan kaygıdan alıyor olsa da, hareket noktası, emperyalistler ve işbirlikçilerinin çıkarlarıdır.
İlk olarak, bu demagojik propaganda, dini duygulara az ya da çok sahip, Saddamsız bir Irak’ta istikrarı ancak ABD gibi bir gücün sağlayabileceğini düşünen kesimleri hedef alıyor. Elbette bu kesimler içinde yer alanların sınıfsal karakterine göre, işlerinin biraz da olsa düzeleceği umudunu taşımak, ihalelerden kırıntı kapmanın hayalini kurmak gibi özellikler de eklenebilir. Ancak bu kesimlerin ana gövdesini, Irak’a asker göndermeye bağlı doğrudan bir ekonomik çıkara sahip olmayan, fakat bölgede “sular durulduğunda” dolaylı da olsa yararını göreceğini düşünen işçi sınıfı ve emekçiler oluşturuyor.
Dahası, aslında bir bağımsızlık, özgürlük sorunu olan Irak halkının yaşadığı zulmün, yalnızca insafsız bir baskı olarak görülmesi, dolayısıyla bundan kurtuluşun “din kardeşi” “insaflı Müslümanların gönderilmesi” ile olacağının düşünülmesi de bir diğer yanı oluşturuyor. Tam da bu nokta, bu propagandanın etkisinin nasıl kırılacağına dair bir ipucu taşıyor. Çünkü, asker göndererek yangına seyirci kalınmayacakmış, söndürülmesine yardımcı olunacakmış gibi gösterilse de, bu, olsa olsa, her yere yayılan kirli dumanı üfleyerek yok etmeye çalışmak ve yangının yayılarak büyümesine yol açmaktır.

İSTİKRARSIZLIĞIN İSTİKRARI
Irak’ta bir istikrar sorunu vardır ve aslında bu sorun tüm Ortadoğu’ya aittir. Ancak bu istikrarsızlığın kaynağında, Irak’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip olmak ve burayı bir sıçrama tahtası olarak kullanmak için sürdürülen işgal vardır. Tüm Ortadoğu’yu hedefleyen, bunun için ülke işgalleri, etnik ve dinsel çatışmalar, tehditler gibi sayısız yöntem kullanan işgalciler istikrarsızlığı asıl yaratanlardır. Kastettikleri “yeniden yapılandırma”, kendi çıkarları doğrultusunda Irak’ı tekellere pay etmek, kendi hizmetlerinde bir siyasi ortam yaratmaktadır. Ancak Bağdat’ın düşmesinden sonra yaşanan süreç göstermektedir ki, Şii grupların durumdan bir türlü hoşnut olmaması gibi nedenler, emperyalistlerin lehine bir istikrarın oluşmasının önünde engeldir. ABD’nin istikrar diye ifade ettiği durum, aslında başta Türkiye olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerini içine çekecek bir kaosun başlangıcıdır.
Başta Türkiye vardır, çünkü ABD’nin köşeye sıkıştırıp kendisine tamamen bağlayacağı ve bunun için çatışmaları ve istikrarsızlığı ilk yayacağı ülke Türkiye’dir.
Türkiye’nin göndermeye niyetlendiği askerler her ne kadar Irak halkının yararına görünen temizlik, sağlık, eğitim, konut hizmeti vs. işlerle meşgul olacak gibi gösterilmeye çalışılsa da, yapacakları iş, ABD’li işgalcilerin bugün yapmakta olduğunun aynısıdır, göreceği hizmet ABD’ye hizmettir. ABD emperyalizminin işini görmek, işgalin suç ortaklığını üslenmek anlamındadır. ABD’ye ve emperyalizme göbekten bağlanmak, her şeyiyle teslim olmak demektir. Bağımsızlığı tümüyle yitirmek, sömürge bir jandarma devlet olmak demektir. Bunun Türk ve Kürt emekçileri için anlamı ise, her adımda daha fazla bataklığa gömülmek, ABD’nin kolluk gücü olarak en pis işlerle “onurlandırılmak”, varlığını ABD varlığına “hediye etmek”tir. Ve önünde sonunda Irak halkının yaşadığı acıları yaşamak, gördüğü zulmü görmek demek…
Üstelik “jandarmalık için gitmemek”, ama “temizlik, sağlık, eğitim, konut vb hizmeti götürmek üzere asker göndermek” kimi aldatabilir? “Müslüman Türkiye halkı”nın sağlığı ve eğitimine göz dikenler, halkı hastane kapılarında süründüren ve cahil bırakanlar, sağlık ve eğitime bütçede ayrılan ödenekleri neredeyse bütünüyle kesenler, insanları naylon çadır ve barakalarda yaşamaya mahkum eden, köylerde ve kentlerde evlerini başlarına yıkanlar, temizlik ve sair kamu hizmetlerini özel şirketlere peşkeş çekerek üç-beş kat pahalılandıran ve halkı bunlardan yararlanamaz kılanlar mı Irak halkına sağlık, eğitim, konut hizmeti, temizlik vb. götürecek? Kendi “müslüman halkı”nın elinden tüm kamusal olanakları gaspedenler mi bunları “müslüman Irak halkı”na vermeye gidecekler? Bu, yalnızca, Irak’a asker gönderilmesine karşı olan halkı aldatıp ikna etmeye yönelik bir demagoji durumundadır. İşgalciliğe soyunan ve bölgenin yağmalanmasından nasiplenmek isteyen bir “bölge gücü” olarak gericiliğin başlangıçta gösteri olarak birkaç hastane ve okul açması beklenir, bu işgalci pratiği örmeye yönelik bir şaldan başka şey olmayacaktır. Asıl olan, ABD emrinde işgalin suç ortaklığı, halkın evlatlarını ABD çıkarlarının emrine asker olarak vermek ve bundan üç kuruşluk çıkar sağlamaya çalışmaktır.
İstikrar diye ifade edilen bu durum, aynı zamanda, Kürt sorununun yeniden yeniden kaşınmasına yol açacak, tüm Ortadoğu’da ve Türkiye’de Kürt sorunu eksenli yeni senaryoların oynanmaya başlamasının nedeni olacak, ve Kürt sorunu, emperyalistlerin elinde evirip çevirip halkların başına dolayıp duracakları çözülmez bir yumağa dönüşecektir. ABD’nin sömürgesi durumuna düşmüş bir ülkede eğitimin, sağlığın, çalışma koşullarının, hak ve özgürlüklerin, demokrasinin ne halde olacağını yaşanan örneklerden görmek ve anlamak mümkün. Dumanına üfledikleri yangının yayılınca nereyi yakacağını tahmin etmek hiç de zor değil.
Kısacası, istikrarı sağlamak üzere yapıldığı iddia edilen tüm bu “yeniden yapılandırma” çabaları, sadece istikrarsızlığın istikrarını sağlayacaktır. ABD’nin bu kanlı planları doğrultusunda Irak’a gitmek, ister Müslüman olunsun ister Hıristiyan, işgalci olmak demektir. Bugün Irak halkı işgalcilere ne yapıyorsa, yarın işgalci olanlara “Müslüman kardeşleri” bile olsa yapacağı şey aynıdır. Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz, Fransız, İtalyan vb. emperyalistleri ve işbirlikçilerinin işgaline karşı savaşan halkların evlatlarını Irak’ta işgalci Amerikan-İngiliz emperyalistlerinin emrine asker olarak göndermeye çalışanların, onlara işgal askeri yaftası taktırmaya olduğu kadar, Irak’lı direnişçiler işgalcilerin yanında suç ortaklarını hedef aldıklarında tek laf söylemeye hakları olmayacaktır.

SONUÇ OLARAK
Bu biçimiyle sürüp gidecek olan istikrarsızlığın bir sonraki kaynama noktasının –İran’ın yanı sıra– Türkiye olacağı gerçeği, bu propagandanın kırılacağı önemli noktalardan biri. Ama aynı zamanda “Müslüman asker insaf eder” fikrinden etkilen kesimler açısından Irak halkının yaşadığı zulmün nerede ve nasıl biteceğinin de bilinmesi gerekir. Ortadoğu’da barışın emperyalistlerle barış demek olamayacağının bu kesimlerce de savunulması için, Ortadoğu’nun nasıl bir istikrara ihtiyacı olduğunun ve bunu kimlerin nasıl başaracağının da görülen bir gerçek olarak kabul edilmesi gerekir.
Aynı emperyalist planın ayrı ayrı hedeflediği/hedefleyeceği ülkelerin Türk, Kürt, Arap, Fars, Türkmen, Alevi, Şii halkların ortaklaşacağı yer, bulundukları bölgedeki barışın onların ellerinde olduğu gerçeğidir. Her birini ayrı ayrı sömüren emperyalizmden kurtulmadan barışın hiçbir ülkeye gelemeyeceğini bilerek, verilecek ortak bir mücadelenin, bugün Irak halkının işgalcilere karşı verdiği direniş mücadelesini kat kat büyüteceği bilinmelidir.
Irak halkı için duyduğu kaygı ve dini duyguları sömürülen Türk ve Kürt emekçilere dönüp ülkedeki Müslümanların Müslümanlara ettiği o sonu gelmez zulümleri göstermek, aldandıkları bu çözüm formülünün boş ve işe yaramaz olduğunu anlatacaktır. Irak halkının yaşadıklarına insanım diyen kimse aldırmazlık edemez elbette, fakat işgalcisi “olacaksa Müslüman olsun” demek onları kurtarmayacak, aksine taşları ve kurşunlarının hedefine aynı coğrafyayı ve kaderi paylaştığı bir ülkenin halklarını koymasına neden olacaktır. Tarihte hiçbir halk, emperyalistlerden ve ona teslim olanlardan bir hayır görmedi, bundan sonra da görmeyecek, onları hayırla da anmayacaktır. 
Olanı biteni iyi kavrarsak, olacak olanları bilebiliriz. Irak halkı için duyduğumuz kaygıyı emperyalizme karşı bilinçli bir öfkeye ve anti-emperyalist bir eyleme dönüştürmezsek, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yalanlarının ilk hedefi, ilk kandıracakları biz olmaya mahkum oluruz. Oysa, inanacağımız şey, ortada ortak bir düşman olduğudur. Bu düşman, kanı her yere bulaştırmaya, Ortadoğu’da saplandığı batağı başka yerlere sıçratmaya çalışıyor. Yangına seyirci kalınmayacaksa, yangını çıkaranları, yarattıkları tüm eziyeti, zulmü ve pisliği yanlarına katarak kovmak zorundayız. Zira yangın bu tarafa geliyor, ilk kimin tutuşacağı belli. İşte o zaman yangını söndürmek için “Müslümanlık” bile fayda etmeyecek.
Kardeş kanı dökmek hiçbir zaman unutulmayacaktır, emperyalizme karşı direnişi büyütmek ve Ortadoğu’dan kovmak üzere mücadeleye atılmak da. Seçim bize ait. Emperyalistlere ve işbirlikçilerine 6. filoyu, 1 Mart’ı, 21 Mart’ı hatırlatmak bizim ellerimizde. Iraklı kadınların, çocukların ellerindeki, Filistin halkının simgesi olan taşı, tüm Ortadoğu’nun emperyalizme duyduğu öfkeye dönüştürebilirsek, o taş hedefini tam ortadan vuracaktır.

Emek hareketi, kamu emekçileri ve parti çalışması

Kamu emekçileri sendikal hareketi zor bir süreçten geçiyor. Kamu emekçileri sendikal hareketinin ileri mevzisini oluşturan KESK ise, toplu görüşme sürecinde de görüldüğü üzere, durgunlukla mücadeleci bir mevziye geçmek arasındaki ince çizgide salınır dururken, aslında, bir örgüt olarak, kendi geleceğini şekillendirmenin arayışı içinde görünüyor. KESK’in günün ihtiyaçları temelinde yeniden inşaası, artık herkes açısından görülür hale gelmiş bulunuyor. Sorun, bunun, hangi güçlere dayanarak, ne yönde gerçekleşeceğidir. Emek hareketi bakımından da temel sorun budur. İşin bu yanı, kamu emekçileri sendikal hareketinin 10 yılı aşkın mücadele birikiminin çok yönlü irdelenmesini de içerecek şekilde ayrı bir yazı konusudur. Ancak, yeni bir inşa sürecinin kendini dayattığı bugün, bundan da öncelikli olarak, hareket içinde belirleyici bir öneme sahip EMEP”in ve EMEP’lilerin çalışmasının bir değerlendirmeye tabi tutulması gereklidir.
Bu açıdan bugüne kadar kamu emekçileri hareketinde yer almış parti taraftarlarının ve parti örgütlerinin çalışmalarını irdeleyen ve tartışmaya sunulan bir raporu bilgilerinize sunuyoruz.
*    *    *
EMEP, kamu emekçileri mücadelesinde bugüne kadar gösterdiği çaba, politik ve taktik tutumu ile, dikkate alınır, önemli bir yer edinmiştir. Kamu emekçileri sendikal hareketinin güçlü bir unsuru olarak, hem politika ve taktikler yönüyle hem de hareketin öncü unsurları konumundaki partililerin harekete katılışları yönüyle, bu alan, EMEP çalışmaları içinde çokça gündeme gelmiştir.
Gerek sendikalaşma sürecinde gerekse yasal düzenlemelerden sonra, bu alandaki saldırılar karşısında yapılan çalışmalar küçümsenmeyecek bir birikim yaratmıştır. Bu birikimin, emekçi hareketini geliştirecek mücadeleci özellikleri olduğu kadar, karşı karşıya olunan ağır saldırı karşısında hareketi zayıf düşürecek eğilimleri de barındırdığı kabul edilmelidir.
Bu alanda görevli bulunan partililerle, çeşitli kereler gerek organ toplantılarında gerekse bölge toplantısı, konferans vb. çalışmalarda, hem alanın hem de parti çalışmasının sorunları tartışılmıştır. Son olarak, 12 temmuzda 6 yerde yapılan bölge toplantılarında, kamu emekçileri hareketinin değerlendirilmesi ve önündeki görevlerin saptanması ile parti çalışmasının bu alandaki sorunları ele alınmış ve değerlendirmeler yapılmıştır.
Eksik katılımlara rağmen yararlı olduğu düşünülen bu toplantılardan çıkan sonuçlar, KESK’e bağlı sendikaların çeşitli kademelerinde yönetici görevler üstlenmiş arkadaşların raporlarındaki öneriler, ileri sürülen çeşitli görüşler nedeniyle, bir kez daha, hem taktik yaklaşımlar hem de parti yaşamı üzerine tartışmak gerekli görülmüştür. Çünkü bu toplantılarda da kimi arkadaşların ifade ettiği gibi, benzer meselelerin çokça konuşulmuş ve “bıkkınlık” getirmiş olmasına rağmen, bir fikir ve çalışma birliğinden söz edilememektedir.
Burada eleştiri konusu yapılması gereken kimi tarz ve söylemin tek tek birer istisna teşkil ettiği, saflarımızda egemen olmadığı düşünülebilir. Ancak ifade edilen bu yaklaşımların şu ya da bu düzeyde etkilerinin olduğunu, dolayısıyla parti çalışmasına olumsuz yansıdığını görmek gerekir. Aynı zamanda bu tartışma, arkadaşlar arasında şikayet konusu yapılan söz, duygu ve irade birliği yoksunluğunun giderilmesi açısından da gereklidir.
***
Toplu görüşmelerin devam ettiği şu günlerde, işbirlikçi sermayenin halka dönük saldırılarından kamu emekçileri de elbette ki payına düşeni almaktadır. Sadece haklar, zam, bütçe vb. gibi ekonomik değil, aynı zamanda, oluşturulmak istenen yeni bir devlet ve idari yapı içersinde bir yere konulan kamu emekçisi, politik bir saldırıyla da karşı karşıyadır. Kamu reformu diye adlandırılan bu hazırlıkların neyi amaçladığı üzerine bugüne kadar bir hayli konuşulduğundan, ayrıntılı olarak ele almak gereksizdir. Ancak saldırının hedefinde kamu emekçisi görülse dahi, özelleştirme örneğinde olduğu gibi, mağdurlarının bütün bir emekçi halk olacağını bilerek hareket etmek ve çalışmanın örgütlenmesinde bunu gözetmek yerinde olacaktır.
Kamu hizmetlerinden yararlanan halka dönük yansımalarının olması, taleplerin sadece mesleki olmaktan öte daha geniş bir çevrenin ilgi alanına girmesi nedeniyle, birlikte hareket edilebilecek cephe oldukça geniştir. Bu emekçi “cephesinin” iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ancak partinin günlük çalışmalarına ve pratiğine baktığımızda, sorunun böyle ele alınmadığı ya da bu şekilde örgütlenmediği görülmektedir. Eğitim ya da sağlığın özelleştirilmesi, SSK’nın tasfiyesi girişimleri vb., bütün bunlar, bu alanda çalışan emekçilerin sorunlarından öte, partinin başlı başına üzerinden çalışma yürüteceği sorunlar olması gerekirken –sadece bildirilerde yer vermekten söz edilmiyor–, sendikal bir çalışmanın gereği gibi ele alınmakta ve görev, ilgilisine düşmektedir.
Buradaki “ilgili”nin, o hastanenin, okulun ya da kurumun partili çalışanı olduğu herhalde anlaşılmaktadır. Böyle olması da son derece doğru ve doğaldır. Ancak mesele, bütün bu çalışmaların ilgili parti örgütü/organın çalışması olup olmadığıdır. Genel durum, kamu işyerlerinde işyeri çalışması denilince, bunun, esas olarak, sendikal bir görev ve içerikte, bu kanallardan yürütülen bir çalışma olmasıdır. Tartışma konusu sorunlar da buradan başlamaktadır.
Yönetici parti organları –ilçe vb–, partinin tüm görüş ve çalışmalarını taşıyacağı bu alanları sendika üyesi arkadaşlara “terk etmekte”, bunun karşısında, birim/organ olmayı bir türlü kabullenmeyen arkadaşların da parti ilişkileri zayıflamakta; sendika çağrı ve görevleri yapıldığında, devrimci bir partili olarak “üzerine düşen”in yapıldığı düşünülmektedir.
Peki, bu durum, sadece yönetici parti organlarının bir eksikliği ya da zaafı olarak açıklanabilir mi? Söylendiği gibi, şimdiye kadar çok kereler tartışılan, genelgeler çıkartılan, çeşitli disiplin işlemlerinin gerekçesi olan bu hususta, yeniden geriye dönüp, ilkel diyebileceğimiz –parti yöneticilerinin yetersizlikleri vb– bir tartışma yürütmek yersizdir. Ancak sorun, örgüt çalışmasını zayıflatan bir problem olarak, yaşanmaya devam etmektedir.
Burada yeri gelmişken belirtilecek bir husus –bölge toplantılarında da soru olarak yöneltilen–, parti tarafından disiplin cezası verilmiş olan kişilerin ne olacağıdır. (Kastedilen, herhalde bir daha parti çevresinde yer alıp alamayacakları olsa gerektir.) Bu durumdaki kişilere düşen görev; eğer ki, devrimci bir emekçi olarak, halk ve sınıf hareketinde parti etrafında bir yer edinip katılmak niyeti taşınıyorsa, yapılacak şey, disiplin cezası konusu olan olay ya da tutumlar hakkındaki değerlendirmeler çerçevesinde parti mücadelesiyle birleşmek, kendisini devrimci tarzda sorgulamak ve açık yüreklilikle hatalarının üzerine gitmek olacaktır. Kimi arkadaşların düşündüğü gibi, kendisine “haksızlık” edildiğini düşünenlerin, emekçi hareketi içinde yerini alıp bu “kan kayıplarının” olmaması için çalışmaları, izlenecek tek yoldur. Bunun dışındaki bir tutum, devrimci olamayacağı gibi, kimseye de faydası olmayacaktır. Bugüne kadar partiden uzaklaştırılmış kişilere de önerilen bu olmuştur.
Bir ilde, eğitimcileri birimlerde olabildiğince gruplandırmaya ve organ çalışmasını yerleştirmeye çalışan parti yönetimi, başarılı olamayınca, eskiye dönmüş ve bütün eğitimcileri –20, 30 kişi– bir arada toplamaya devam etmiştir. Bu durum eleştirildiğinde alınan yanıt, “denedik olmuyor, böyle bir araya gelindiğinde hem aidat hem de yayın dağıtımı hallediliyor” –herhalde en iyisi, ayda bir kez oluyordur– şeklinde oluyor. Bunun kabul edilemeyeceği, birim ve gruplarda ısrar edilmesi söylendiğinde, “o halde siz bize partiyi kapatın diyorsunuz, doğru düzgün aidat aldığımız bir onlar var, böyle zorlarsak o da olmayacak” deniliyor. Bu çalışma ve yönetim tarzında devrimci bir yön bulmak mümkün müdür? Bir ilimizde geçen bu diyalog, şu veya bu şekilde bütün parti örgütleri açısından genel bir görünümdür.
Peki, neden parti yönetimi, böyle oportünist bir noktaya savrulmuştur? Partinin sadece kamu emekçilerinin “eline” bakar durumda olması bir yana, herhalde partili kamu emekçisi eğitimci de, böyle bir konumda görülmeyi hiç de arzu etmiyordur. Arkadaşlardan kimse kendisinin bu durumda olduğunu kabul etmeyecek ve itiraz edecektir. Ancak gerçeklik budur ve bu durum sorgulanarak değiştirilmelidir.
Partinin birim örgütleri sorunu, elbette ki, sadece kamu emekçilerine özgü bir olgu değildir. Devrimci bir işçi partisi olabilmenin ve temel örgüt biçimi olarak birimler üzerinde yükselen bir mücadelenin örgütlenebilmesinin bir gereği olarak, organlar oluşturma ve organ hayatı, partinin en ciddi sorunudur. Bu konuda bir adım olarak, üyelik güncelleme çalışmasının dahi istenen bir şekilde sonuçlandırılmadığı ve parti grupları inşasının her zaman için bir görev olduğu bilinmektedir. Ancak bilinmesi gereken bir diğer şey, emperyalist burjuva düzenin birçok devrimci grup ve yapıyı tasfiye ettiği ve bu dalganın devrimci işçi partisini de tehdit ettiği gerçeğidir. Bu nedenle, her türlü hastalıklı eğilime karşı (bürokratizm, eleştiri yoksunluğu, yozlaşma, çürüme vb. vb.), bolşevizme, devrimci değerlere, parti kültürüne sarılmak herkesin önündeki bir görevdir.
Bu açıdan kamu emekçisi arkadaşların içinde bulundukları ortamı gözden geçirmeleri yararlı olacaktır.

Bölge toplantılarında söylenen kimi sözler ibret verici ve düşündürücüdür:
*1475’e partimiz tepki vermedi, işçilerin yapamadığını partimiz önderlik ederek yapmalıydı.
*Partinin bürokratizme karşı açık bir savaşı yok.
*Şu anki durum iç açıcı değil. Parti militan ruhu harekete geçiremiyor.
*Devrimci barutu tükettik. Çok fazla kan kaybı var. ‘Ben’, ‘biz’in yerine geçmiş.
*Yaz aylarında neden bir araya gelemiyoruz? Tatil programları öne geçiyor.
*Partinin eğitim emekçilerine karşı güvensizliği var.
*İsteksizlik oluştu, ruh halimiz iyi değil. İnanç yitimi başladı.
*Zarar görmemek için konuşamıyoruz, parti bana bir şey yapar mı?
*Parti ile gönül bağı içinde kalmak isteği yaygınlaşıyor.   
*Birbirimizi paylaşamaz hale geldik. Birbirimize karşı öfkeliyiz.
*Kamu emekçilerine üvey evlat gözüyle bakılmamalıdır.
Söylenenlerin bir kısmı, içinde bulunulan durumu göstermektedir ve gerçeklikleri yansıtmaktadır. Kuruluş aşamasından bugüne çokça değinip, çalışmamızda eleştirdiğimiz örgüt yaşamı ve tarzımıza dair zaaflar ve eksiklikler halen varlığını korumakta, tahrip edici sonuçları yaşanmaktadır. Unutulmamalıdır ki, parti için sürekli bir inşa ve yenilenme gerektiren koşullar, yöneticiler ve hareketin ileri unsurlarının ideolojik ve politik savrulmalara karşı uyanıklığını zorunlu kılmaktadır. Toplantılarda ifade edilen bu düşüncelere, birçok değer yitimini ifade eden tutumları, örnekleri ekleyebiliriz. Bu olumsuzlukların sadece kamu emekçilerinde olmadığı, parti çalışmasında yer almış çok değişik kesimlerde yaşandığı da bilinmektedir. Parti çalışmasının zaafa uğratılmasında sorumluluğun partinin bütününde olması karşısında, öncelikle yönetici organlardan başlayan bir eleştiri, özeleştiri ve değerlendirme yapılmalıdır.   
Yukarıda örneklenen türden sözlerle ifade edilen düşünceler, bu alanda çalışan kimi partililerdeki savrulmaya çok açık bir şekilde işaret etmektedir. Partiye, mücadeleye, emekçi değerlerine yabancılaşma, savunduğu sınıf ve davanın başarısına inançsızlık, hareketi kendi içinde bulunduğu yaşam koşullarından bakarak yargılama vb. vb. Bu ruh hali içindeki partililerin, partiyi ve taktiklerini anlamasını, bulundukları alanda devrimci bir çalışmayı sürdürmesini beklemek boşuna olacaktır. Kan kaybı diye ifade edilen, partiden ve mücadeleden uzaklaşmalar, her dönem olabilecek, ancak, özellikle içinde bulunduğumuz koşulların çok daha kışkırttığı bir olgu. Bu nedenle, sürekli bir mücadele ve inşa içinde olmak, hep genç ve diri kalabilmek için tedbirler almak, sorumlu ve denetimli bir çalışma sürdürmek vazgeçilmez bir tutum olmalıdır.
Ancak bize dair bu sorunlar ve gerçeklikler, arkadaşlarda bir moral bozukluğu hali ile karşılanmaktadır. Nedir moral bozukluğu? Verdiğimiz kavganın inişli çıkışlı olacağı, zor dönemeçleri bulunacağı, her dönem –zor koşullarda da– disiplini, dirayeti elden bırakmamak gerektiği bilinmez değildir. Ve ne yazık ki, bu tür ruh halleri, yapılan iş ve çalışma üzerinden değil de, mücadeleye, sorunları çözmeye hizmet etmeyen tartışmalardan doğmaktadır. Bütün bunlar, partililerin; insanlık, işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesi içinde, parti çatısı altında birleşen militanlar olduğu fikrinin göz ardı edildiğini göstermektedir.
Kimi arkadaşlarda kamu emekçilerine mesafeli yaklaşıldığı bir saplantı halindedir. Kendilerine değer verilmediği, görüşlerinin dikkate alınmadığı, kendilerine güvenilmediği türünden sonuçlara varılmıştır. Bu tür duygulara yol açan özensiz davranışların olabilmesi, yönetici parti organlarının genel olarak arkadaşları böyle olumsuz bir yere koyduğu anlamına gelmemelidir. Eksik olan, her bir partiliyi, parti çalışmasının bir parçası, tamamlayıcı bir unsuru olarak görebilmektir. Eğitime gereken önem verilmediği söylenmektedir. Oysa ki, bunu söyleyenler, eğitimin temel gerçekleştirme ortamı olan organ çalışmasını benimsememektedir.
Sendika yönetimlerindeki arkadaşların kendilerini yalnız hissetmeleri, hem yönetici organların ilişkilerinin zayıflığından hem de kendi alanlarındaki kamu emekçilerinin katılım zayıflığından kaynaklanmaktadır. Sendikal harekette, bilgilerin toplanması ve takibi açısından, elbette ki, sorumlu organlar oluşturmak gereklidir. Burada sorun ve yanlış olan, parti çalışmasının bütün yönleriyle buraya terk edilmesi ve bırakılmasıdır. Örneğin, bir il örgütünün raporunda, il başkanın da katıldığı sendika “il yürütmesi”, parti merkez kongresine hazırlığı gündem yapmaktadır. Kamu emekçilerinin parti grupları olmayınca, çalışma, bu şekilde “kotarılmaktadır”. Yanlışlık buradadır. Elbette ki, birim örgütlenmesiyle böyle bir sendikal yapılanma karşı karşıya getirilmemelidir.
Bugüne kadar bu alandaki çalışmalardan çıkarttığımız kimi değerlendirmelerin de paylaşılarak, bir fikir birliği içinde hareketin sağlanması, yararlı olacaktır. Bu açıdan kimi yaklaşımları ele almalıyız. Çünkü çokça konuşulmuş olmasına rağmen, bölge toplantılarında ifade edilen düşünceler bunların korunduğunu göstermektedir.

KESK İÇİNDEKİ YAPILARLA İLİŞKİLER
Geçmişten bugüne bakıldığında, tartışma ve değerlendirmelerin önemli bir bölümünün, kamu emekçileri hareketi içinde yer alan çeşitli grupların siyaset yapma biçimleri ve taktikleri üzerine olduğunu görürüz. Elbette ki, kimi zaman müttefikimiz kimi zaman karşımızda yer alan bu hareketlerin durumunu ele almak, seçimler vb. gelişmelerde taktikler belirlerken bu dengeleri gözetmek gereklidir. Ancak bizim problemimiz, bu gibi durumların mücadelenin merkezindeki bir mesele gibi öne sürülmesi; arkadaşların, bu türden kararların, eylem biçimlerinin, tarzların, tutumların vb. çalışmalarımıza engel olduğunu öne sürmeleridir. “Şu kadar kişiyiz, karar çıkartamıyoruz” vb. sözlerle, elimiz kolumuz bağlıymış gibi, yap(a)mamanın gerekçeleri üretilmektedir. Bir ilde arkadaşlarımız 3 kişi iken yönetime girmeyi ve birçok çalışmayı örgütleyebilmeyi başarıyorlarsa, bunun “sırrı” nerededir?
Dolayısıyla, olamayanların açıklamasını dışımızda aramak, dikkatlerimizin odağını dışımızdaki güçlere çevirmek, doğru bir tutum olmayacaktır. Bu nedenle, zaman zaman kendimizin de yönetimde olduğumuzu, neden işyeri çalışması gibi konularda sorunlar yaşadığımızı, eylemlerin zayıflığındaki sorumluluğumuzu tartışmak zorunda kalıyoruz. Emekçi yığınlar içersinde kararlı, sürekli, güven veren bir çalışmanın yürütülmesinde kendi sorumluluğumuzun yerine getirilmesi… Mesele budur.
Karşımızdaki saldırgan sermaye güçleri bu denli istikrarlı, sistemli bir çalışma içindeyken, sınıfın, emekçi hareketinin ileri unsurları konumundaki partililerin aynı hırs ve öfkeyle hareket ettiğini söyleyebilir miyiz? Kapitalist sermayenin her türden soysuz temsilcisinin sınıf tutumuyla hareket etmeleri karşısında, bizler; insanlığın geleceği, mücadelenin güvencesi ve partisi olduğunu söylediğimiz işçi sınıfının sınıf tutumu ve yaşamıyla hareket ediyor muyuz? Buralarda istisnasız herkes kendisini sürekli bir şekilde sorgulamak ve yenilemek durumundadır. Özellikle sendika yöneticisi durumundaki arkadaşlar, aynı zamanda, kendilerini o göreve seçen emekçilerin temsilcileri olarak hareket etme sorumluluğunu hiç unutmayarak, çalışmaya katılmalıdır.

İLKE Mİ, İLKELLİK Mİ?
Sendika seçimlerinde güç dengelerini gözetmeyen, ilkeler adına kaba ve düz bir mantıkla sorunu ele alan, olgulara sadece kendi bulunduğu yerden –örneğin şubeden– bakan, ötesini düşünmeyen, esnek bir taktik tutuma yanaşmayan, bunları anlamamakta ayak direten vb. vb. tutumlara çokça rastlamaktayız. Elbette ki, bütün buradaki kriterler ve değerlendirmelerde o alandaki partililerin tespitleri esas alınmalı, tam bir fikir açıklığı ve birleşme üzerinden taktikler saptanarak uygulanmalıdır. Aksi taktirde, parti yöneticilerimiz kendi üyeleriyle didişir, tabanda kabul görmeyen adayların yarattığı sorunlarla boğuşur, alandaki görevli arkadaşlara güvensizlikle suçlanır pozisyondan çıkamayacaktır.
“Sendikalar içinde muhalefet öne çıkarılmalıdır” düşüncesi de, bu yaklaşımların kışkırttığı bir görüştür. Kabul edilmelidir ki, yığınları birleştiren ve bunun etrafında güç olunan bir çalışma örgütlenmedikçe, burada iyi bir sınav verilmedikçe, hiçbir “zararlı” unsuru alt edemezsiniz. Nitekim olumlu diyebileceğimiz örnek çalışmaların ve başarıların arkasındaki tutum da budur.
Kimi arkadaşlar da Emek, Barış , Demokrasi Bloğu ilişkilerini problem ederek, “hem birlikteyiz hem de sorun çıkartılıyor” demeye getirerek, bu sorunların çözülüvermesini bekliyor. Ya da problemlerin çözülmesinde “merkezde bir koordinasyon oluşturulsun” türünden öneriler yapılıyor. Blok çalışmasının, önemli bir adım, emekçilerin birleştirilmesinde gelişmesini istediğimiz bir yönelim olduğu muhakkaktır. Ancak herkesin “siyaset” yaptığını, her meselenin “masumiyet”le ele alınıp çözülemeyeceğini, burada da esas olanın, doğru bir çalışma yürütmek olduğunu unutmamak gerekir. Yani işleri bloğa havale ederek, kendi bağımsız çalışmalarımızı ihmal ederek görevlerimizi yerine getiremeyiz. Ancak bir takım anlaşmazlıkların giderilmesi için elbette müdahalelerin olması mümkündür ve yapılmalıdır. Bunun için de, bloğun bugünkü gerçekliği gözetildiğinde, özel komisyonlar vb. kurmanın gereği yoktur. Bu gibi durumlarda, sendika merkez yöneticisi durumundaki arkadaşlar, gerekli girişimlerde bulunarak, sorunu çözmeye yönelmelidir.

KÜRT SORUNU KARŞISINDA TUTUM
Blok çalışmalarıyla bağlantılı ele alınan, birçok partilide de olduğunu düşündüğümüz Kürt sorunu karşısındaki –zaaflı– görev ve tutuma da değinmek yararlı olacaktır. Bölge toplantılarında ifade edilen kimi düşünceler, bunun ipuçlarını vermektedir: “Birinci sorun açlık sorunudur, Kürt sorunu öncelikli değildir.”, “EMEP, DEHAP’laştı mı?, Evrensel, Gündem’leşti mi?” “Kürt sorununu merkeze oturttuk, diğer sorunlar ötelendi.” gibi. Bu türden düşünceler barındıran arkadaşların, partinin Kürt sorunu ve demokrasi mücadelesi konusundaki yaklaşımlarında veya bunların günlük çalışmasına yansıtılmasında hatalı buldukları şeyler olsa gerek. Kendilerine sorulduğunda, Kürt sorunu konusunda teorik bir dizi açılım yapabileceğini düşündüğümüz bu arkadaşlar, muhtemel ki, çalıştıkları alanda muhatap kaldıkları soruları yanıtlamakta güçlük çekmekte, kendilerinin de açıklamakta zorlandıkları şeyler hissetmektedirler
Bu türden karşılaştırmalara gerek duymanın, partimizin çizgisini anlamak ve savunmak yerine bir baskılanmaya boyun eğmek olduğunu, ülkenin ve emekçilerin sorunları karşısında devrimci bir tutum yerine “piyasacı”, şoven bir tutum anlamına geleceğini görmek gerekir. Birçok çalışmada, mücadelenin birçok yönünde olduğu gibi, bu konuda da, yaptıklarımızda hatalı, eksik, zamansız, öngörüsüz vb. vb. türden nitelendirilecek ve tartışılabilecek şeyler olabilir. Ancak bunların hiçbirisi, Kürt sorunu ve EMEP’in tutumu hakkındaki bu yargıları haklı göstermez. Kürt sorununda eğitimin gereğine vurgu yapılmıştır. Ancak bu eğitimin de yeterince yapılmadığı görülmektedir. Bu durumdan görev çıkartmalı ve çarpık yaklaşımlar giderilmelidir.

MÜCADELE ÇİZGİSİ VE EYLEM TARZI
Kamu emekçileri günümüze değin hayli yoğun, kavga dolu bir mücadele sürecinden geçmiştir. Gelinen noktada, “KESK eski mücadele hattını izlemiyor, uzlaşmacı, bürokratik sendikacılık gelişti” vb. şikayetler dillendirilerek, olumsuzluklar gerekçelendiriliyor. Şüphesiz sayılanların her biri, bir gerçeği ifade etmektedir. “Kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı”nı elde etmek için verdikleri amansız mücadele, bu alanın önemli bir dinamiği olmuş, ancak bugün, güdük de olsa yasal düzenlemeyle bu talebin bir ölçüde karşılanmış olması, bu ivmeyi düşürmüştür. Dolayısıyla eski günlerin aranıyor oluşunda bu durumu gözetmek gerekir. Ancak saldırılar bitmemiş, aksine artmıştır ve mücadelenin daha da güçlendirilmesi gereklidir. İşte burada, bilinir sendikal mücadelenin sınırlarını zorlayan ve aşan bir yaklaşım sergilenmeli, “yığınlar içinde parti çalışması”nın gerekleri yapılmalıdır. Böyle oldukça, “basın açıklamalarından bıktık”, “Bir kez daha mı Ankara eylemi”, “Artık sendikacı dövmek lazım” türünden tepkilerle karşılaşmaktan kurtulabiliriz.
KESK’in birçok eylem tarzının giderek bıkkınlık yarattığı; zayıflama, “kadro eylemi” gibi abes adlandırmalara ihtiyaç duyma, hoşnutsuzluk üretme hali bir gerçekliktir. Bu türden eleştiriler karşısında “grev denilmekle grev olmuyor” yanıtı da, bir başka gerçekliğe vurgudur. Çünkü EMEP’liler de, “olur olmaz genel grev ileri sürmekle”, “yığınların durumunu görmemekle” “suçlanmakta”dır. Bu yanıta haklılık payı kazandıran, gerçekten de, grevin örgütlenmesi için gereğinin, yani istikrarlı bir işyeri çalışmasının, istisnalar dışında, “kimse” tarafından yapılmamasıdır. 1475 sayılı yasadaki değişikliğin bu kadar “gürültüsüz” bir şekilde nasıl geçtiğinin de, “kamu reformu karşısında ne yapacağız”ın cevabı da, sanırız ki, burada yatmaktadır. “1475’e partimiz tepki vermedi” diye düşünen arkadaşa ise, partinin kendisi gibi emekçilerden oluşan bir örgüt olduğunu hatırlatmak gerekecektir.
Eylem biçimleri ve mücadele tarzı konusunda burjuva görüş ve akımların harekete taşıdığı olumsuz unsurları da gözetmek gerekecektir. Postmodernizm denilen dalganın buralardan uç vermemesini, toplum içinde insan ilişkilerinde yaşanan çarpıklıkların buralara yansımamasını düşünmek, gerçekçi olmaz. Hareketin önünde görünen kimi grupların siyaset yapma tarzlarının eylem biçimlerine de yansıyacağı açıktır. Bu etkiyi kırmanın yolunun da, yığınların deney ve tecrübeleriyle birleşen bir kitle çalışmasından geçtiği bilinir bir şeydir.
“Hizmet ve üretimden gelen güç” ,”eylemlilik” türünden kavramların bu yollardan dilimize sokulduğunu da unutmamak gerekir. Grev, genel grev gibi kavramların sadece yasal gerekler gözetilerek kullanılmadığını söylemek, bu dil ve değerler bozuşmasını görmemek olacaktır. Bütün bunlarla “boğuşurken”, üst sınıf devrimciliği diyebileceğimiz, “dışarıdan” ve “yukarıdan” pozisyona düşmeden, hareketin doğru bir hat ve tarza oturması için gayret gösterilmelidir.
Hareketin içinden doğan çeşitli platformlar, şüphesiz mücadele açısından değerlendirilebilecek mevzilerdir. Emek platformu, demokrasi platformu, savaşa karşı platform vb. gibi. Ancak bunların “mutlak” olmadığı, esas olanın nasıl değerlendirileceği bilinmelidir. Bu platformların, yığınların birleşmesine, harekete geçmesine hizmet edip etmediği önemlidir. Bunlara hayat verecek olan da, taban ve işyeri çalışmaları olacaktır. İstanbul Sendikalar Birliği’nin “inandırıcı” olmadığını düşünen arkadaşlar, bu “güven ve çekim” eksikliğinde, kendi yapmadıklarının payını da düşünmek zorundadır.

ÖRGÜTLENME SORUNLARI
Kamu emekçileri sendikalarında, mücadeleci bir sendikacılık için engel teşkil eden kimi tüzüksel ve kurumsal yapı ve işleyişlerin olduğu biliniyor. Bir kez daha, bunların, yönetici arkadaşlar tarafından, bir fikir birliği sağlanarak derli toplu hale getirilmesi gerekecektir. Bir yandan, bu hususların KESK üyeleri ve kamu emekçileri içinde tartışmasını yapmak, diğer yandan, gelecek seçimler için yürütülen hazırlıklar içinde bunları da gözetmek yararlı olacaktır.
Sonuç olarak; kamu emekçileri hareketi, günümüzün emekçilere dönük saldırılarının püskürtülmesinde, işçi ve emekçi hareketinin büyütülmesinde, partimizin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde önemli bir güç ve dayanaktır. Bu alandaki sayısız kavga içinde yetişmiş, yığınlar içinden öne çıkmış yönetici ve militanların, devrimci bir işçi partisinin üyeleri ve görevlileri olarak hareket ettiklerini bilmeleri; fikir, çalışma ve güç olarak yenilenmeyi başaramayanların, gelişmeleri anlamak ve çözmekte zorlanacağını unutmadan, parti çalışmasına katılmaları gerekli ve zorunludur.

‘Parti olmayan parti’den ‘örgütsüz mücadele’ye!

Son günlerde ilerici demokrat çevrelerde en çok sorulan sorulardan birisi; “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusudur. Çünkü ÖDP ilerici, demokrat çizgide bir parti biliniyor. Barış ve Adalet Koalisyonu olarak savaş karşıtı platformu bölüp, her vesileyle ayrılıkçı, bölücü bir tutum takınması, olup biteni izleyenlere, “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusunu sorduruyor. Çünkü yapılan işin, sadece genel olarak mücadeleye değil, ÖDP’ye de yarayan, grup olarak ÖDP’yi, karşısına aldığı siyasi çevreler karşısında güçlendiren bir yanı yok. Tersine; ÖDP her vesileyle ayrı bir tutum alarak, bölücülük yaparak, gizli kapaklı girişimler organize ederek devrimci ilerici kesimlerdeki az çok itibarını ayaklar altına atıyor.
Eğer ÖDP’nin her davranışını kendi başına ele alır, öncesini ve ÖDP’nin ortaya çıkışındaki tartışmaları unutursak; bu “birlik karşıtı” davranışların mantıklı bir açıklamasını yapmak çok zordur. Çünkü politikada ayrı bir tutum geliştirmek, en azından o grup için bir avantaj sağlar. Hiç olmazsa böyle faydacı bir mantık üstünde anlam kazanır. Ama ÖDP’nin geliştirdiği birlik karşıtı politikalarda kendisini grup olarak da kazançlı çıkaracak bir şey görülmediği için; “ÖDP ne yapmak istiyor?” sorusu soruluyor. Ve sadece bir olaya bakarak da ÖDP’nin ne yapmak istediğini söylemek güçleşiyor.

ÖRGÜTSÜZ MÜCADELE OLUR MU?
Örneğin; “Barış ve Adalet Koalisyonu neden amacı, bağlantıları saklanarak, gizli kapaklı bir biçimde, yangından mal kaçırır gibi kurulmuştur?”, “Çok daha geniş çevreler, daha çok kişi böyle bir koalisyon organizasyonuna katılabilecekken neden kuruluş dar tutulmuştur?” “Savaş karşıtı platform varken ve bu platform, neredeyse tüm savaş karşıtı, ilerici, demokrat çevreleri, hatta bu mücadeleye katılacak İslami çevrelerin de azımsanamayacak bir kesimini kapsamışken, daha da önemlisi bu platform yakın geçmişte etkinliğini göstermişken, ‘hayır biz Adalet ve Barış Koalisyonu’nu kuracağız’ diye ayrılıp ayrı bir platform oluşturmanın anlamı nedir?” gibi sorulara, “ÖDP bunları bölücülük yapmak için yapıyor” demeden inandırıcı ve “olumlu” bir yanıt vermek mümkün değildir. Dahası, bu sorulara cevap verirken, ÖDP’yi devrimci ve ilerici bir örgüt kabul ederek ve bu girişimin ÖDP’nin lehine olacağını söylemek mümkün de değildir. Onun için de, sorulara anlamlı ve ikna edici yanıtlar vermek için, ÖDP’nin “kısa tarihine” bakmak gerekir. Çünkü; son olarak, “savaş karşıtı güçleri bölmek” olarak ortaya çıkan “bölücülük” ÖDP’nin ilk bölücülüğü değildir; eğer durum teşhis edilip, tüm ilerici demokrat kesimlerce bu bölücü tutum mahkûm edilmezse, bu, onun, son bölücülük, son tasfiyecilik girişimi de olmayacaktır.
Kuruçeşme’de, 1980’lerin sonunda başlayıp ÖDP’nin kuruluşuna kadar gelen, “ÖDP’yi var eden ideolojik tutum”; büyük bir “birleştiricilik”, “bütünleştiricilik” propagandası eşliğinde yürütülen “bölücülük” süreci olarak işlemiştir. Ama ortaya “Biz bölmek istiyoruz” diye çıkılamayacağı için, “13 ayrı grubu birleştiren bir parti”, “Parti olmayan parti kuruyoruz” fikriyle çıkılmıştır. Bu propaganda içinde, o günün koşullarında 13 ayrı çevre olarak faaliyet gösterenlerin, birleşme ve bir ad altında toplanmaları; “sol cenahta” çok önemli görülüp, parti sorununu; ideolojiden, siyasetten bağımsız olarak bazı grupların bir araya gelip, “Biz bir parti olduk” demeleri olarak gören çevrelerce de, ÖDP, “solun birlik partisi” gibi algılanmıştır.
Ama aslında ÖDP’yi oluşturan “birlik”in temel fikri; dünün yanlışlarının, ideolojik ve politik platformunun eleştirisi temelinde bir birleşme olmamıştır. Tersine, ÖDP çatısı altında birleşenler; Türkiye’de ’60’lı, ’70’li yılların mücadelesinin en devrimci yönü olan “örgüt fikri”ne; “sağlam bir savaşçı örgüte sahip olmadan devrimin olamayacağı” fikrine saldırarak aralarındaki birliği sağlamışlardır. Böylece ÖDP kurucuları, daha baştan, Marksist parti ilkelerini bir yana itmişler; devrimci ve tüm üyelerin uyması gereken disiplini olan bir örgüt, devrimcilerin, sınıfın böyle bir örgüt çizgisinde eğitilip birleşmesi fikri reddedilmiştir. Ama 60’lı, 70’li yılların eleştirisi olmadan ilerlenemeyecek olan yönüne; Marksizm dışı etkilenmelerden gelen eğilimlerine, popülizme, maceracılığa, kendiliğindenciliğe, bireysel terörizme, sınıfdışılığa, Troçkizme, Maoculuğa, Kruşçevizme, Eurokomünizme, varoluşçuluğa, (Gorbaçovculuğa bile) hiçbir eleştiri yöneltmemek, ÖDP kurucularının “birlik ilkesi” olmuştur.
Kısacası; örgütlü olmanın, parti olmanın kendisine saldırılarak kuruldu ÖDP ve “parti olmayan parti kuruyoruz” diye birleşildi. Dolayısıyla, ÖDP’de grupçuluk serbest ama bir örgütte birleşmek, ortak bir disipline bağlanarak bir mücadele örgütünde bütünleşmek pek makbul sayılmıyordu.
Ve bu yüzden de, bu birlik; aradan geçen 7-8 yıldan sonra, sanki hiç aynı parti çatısı altında kalmamışlar gibi; adeta unsurlarına ayrıştı. Bu “ayrışma” bile, ÖDP’nin birleştirici ve dönüştürücü hiçbir niteliğe sahip olmadığını gösterdi. Bu ayrışma sonrasında; kalanlar, ayrılanları parti disiplinine uymamakla (ÖDP’de uyulması gereken bir disiplin ilkesi varmış gibi), ayrılanlar da kalanları despotizm ve bürokratizmle suçladılar. Ama; kimse, bütün bir 12 Eylül sonrasını kapsayan “parti olmayan parti tasfiyeciliğine”; onca insanın, gücün heder edilmesine, insanların umutlarıyla oynanmasına değinmedi.
Yani ÖDP, daha kuruluşunda bile, “ciddi bir birlik” ilkesi değil, ama “birleşmeme ilkesi” üstünde kurulan bir parti oldu. Bu “birlik olmayan birleşme” dağıldıktan sonra; bu konudaki eleştiriler, yarım ağızla yapılan “böyle parti olmaz” yakınmalarını geçmedi. (Burada, ÖDP’nin kuruluşu ve dağılışında onun içindeki “en büyük grup” olan ve ötekileri de etrafına toplayan DY geleneğine bağlı olanların faydacılık, dayatmacılık geleneğinin de sürdürücüsü olduğu, bu tutumun, ÖDP’yi geleceği yere getirmesini bile önlediği gibi tartışmalar varsa da, bunlara değinmenin yeri bu yazı değil.)
Elbette ki, böyle bir partinin; emekçi sınıfları birleştirme ve onların birliği üstünden bir mücadele kaygısı gütmesini beklemek aşırı iyiniyetlilik olurdu. Nitekim; başka siyasi çevrelerle olan birliklerde, ÖDP, hep; dayatmacı, önceden varılan anlaşmalara fiiliyatta uymayan, oldu-bittilerle sonuç almayı alışkanlık edinen, bu haliyle de müttefiklerinde hep güvensizlik duygusu uyandıran bir çizgi izlemiştir.
ÖDP ile ortak eylemlerde bulunan çeşitli siyasi çevreler, bu tutumun sayısız örneğini verebilirler. Ama biz burada; sonuçları itibariyle de siyasi çevreleri aşan birkaç örnek üstünde duracağız.

EMEK PLATFORMU’NU ÇÖKERTEN ZİHNİYETİN DEVAMI
Emek Platformu, sermayenin saldırıları karşısında; Türkiye’de emek hareketi içinde yer alan, 2’si dışında (TZOM ve TESK) bütün başlıca emek örgütleri ve sendikal konfederasyonların bir araya gelerek oluşturduğu bir platformdu. Bu örgütlerin, özellikle işçi sendikaları konfederasyonlarının başındaki sendikal bürokrasinin bilinen zaaflarına, niyet ve ideolojik tutumlarına rağmen gerçekleşen Emek Platformu, emekçi sınıfların sermaye güçleri karşısında kazanımlarının korunması için son derece önemliydi. Ama ÖDP, daha Emek Platformu kurulduğundan itibaren bu platforma soğuk bir tutum takındı, ve hareketin geriye düşmesine bağlı olarak da; hoşnutsuzluğuna, “devrimci bir görünüm” kazandırarak; Emek Platformu’nun çoğunluğunun “sağcıların başında bulunduğu örgütlerden oluşmasını” gerekçe göstermeyi ekledi. Hemen her vesileyle, ÖDP cenahından; “Bu platformda gericiler var; buradan bir şey çıkmaz. Asıl olan platformdaki solcu örgütlerin (KESK, DİSK, TTB, TMMOB kastediliyordu) ayrılarak ortak eylemler düzenlemesidir” önerisi yükseldi. Ancak, ÖDP ile örgütsel ya da duygusal yakınlığa sahip çeşitli emek örgütü yöneticileri de Emek Platformu’nu terk edemediler. Emek Platformu halen tümüyle “kapanmış” değil; ama en azından son bir yıldır, bir-iki “sonuç bildirisi” bile çıkmayan toplantı dışında, faal olduğuna dair bir belirti de yok. Kuşkusuz, bu sonuçtan bakarak; ÖDP, “bak biz demiştik” diyebilir. Ama; gerçek, hiç de öyle değil; Eğer ÖDP ve onunla benzer görüşü paylaşan emek örgütleri, Emek Platformu’nu tüm emekçi sınıfların sermaye güçlerine karşı birliğinin platformu olarak görüp; bu platformu ayakta tutmak ve harekete geçirmek için etkilerini kullansalardı; kuşkusuz ki, Emek Platformu çok daha önemli adımlar atar, hem de, bugün de, sermaye güçleri karşısında birliğin ve mücadelenin merkezi olmaya devam ederdi. Çünkü; bugün Emek Platformu’nu oluşturan koşullar ortadan kalkmadığı gibi, koşullar, birliği çok daha zorunlu kılacak hale gelmiştir. Ne var ki; Emek Platformu içindeki, ona dinamizm verecek emek örgütleri (bunlar; ÖDP’nin, onun gibi düşünenlerin ayrı eylem yapmasını istediği örgütlerdir) rollerini oynasalardı, elbette ki Emek Platformu bugün içine düştüğü derbederlik durumunda bulunmaz, çökmezdi.
Bu çöküşte, ÖDP’nin, yukarıda sözünü ettiğimiz emek örgütlerinin yönetimleri içindeki, “emek mücadelesi”, “sağcılık-solculuk”, “birlik” gibi konularda ÖDP ile görüş birliği içinde olan anlayışın ve ÖDP üyesi emek örgütü yöneticilerinin rolü olmuştur. Oysa tersini yapmak, Emek Platformu’nun çöküşünü önlemek ve onu daha mücadeleci bir çizgiye çekmek mümkündü.
Emek Platformu’na ilişkin bu olumsuz rol, 2003 seçimi öncesinde Emek Barış ve Demokrasi Bloğu’nun kurulması sürecinde de devam etmiştir. ÖDP; seçimlere emek güçlerinin, demokrasi güçlerinin ortak bir listeyle katılma teklifini önce reddetmiş ve SHP çatısı altında birleşen partilerle seçime girmede ısrar etmiştir.
Kuşkusuz ki; bu plan; DEHAP, HADEP ve ÖDP’nin de (bu birliğe katılacak başka partilerin de) tasfiyesini içeriyor; sosyal demokrat bir program etrafında seçime giderken, aynı zamanda, bu partilerin, sosyal demokrat bir programla ve eski bir sosyal demokrat başbakanın liderliğinde birleşmesini öngörüyordu. (*)
Aslına bakılırsa, bu girişim, ÖDP’nin kuruluşu sırasında tartışılan; devrimci ve disiplinli, “monolitik parti” fikrine karşı düşmanlığın yeni koşullarda hortlamasından başka bir şey değildi; sadece siyasi gerekçeleri farklıydı.
Böyle bir “tasfiye” gerçekleşmeyince de, ÖDP, ayrılıp, seçime kendi başına girmeyi tercih etti. Ve yine sürecin sonunda görüldü ki; ÖDP aslında, kendisi, baştan söz konusu ettiği birliği gerçekleştiremeyeceğini biliyordu; dahası Kürtlerle ortak bir seçime girmeyi göze alamıyordu; ama seçimin tarihiyle de sıkıştırarak, o cephede bir “bloklaşmayı” da önlemeye çalışan bir amacı gerçekleştirmek istiyordu.
Irak’ın Amerika tarafından işgali süreci; Türkiye’de, savaşa karşı çıkabilecek az çok bütün diri güçlerin birleşip, başlıca illerde ve neredeyse ilçelerde bile bir araya geldiği bir süreç oldu. Nasıl ki; kriz koşulları tüm emek güçlerini Emek Platformu’nda birleşmeye zorlamış, böylece Türkiye tarihinde bir ilkin gerçekleşmesine imkân tanımışsa; savaş karşıtı mücadele de, siyasi alanda, antiemperyalist mücadele alanında bu rolü oynadı. İstanbul başta olmak üzere pek çok il ve ilçede, savaş karşıtı platformlar, bütün örgütlü kesimleri birleştirdi. Sendikalardan siyasi partilere, çevrecilerden İslami kesimlere kadar, Irak’ın işgaline, Ortadoğu’daki Amerikan varlığına karşı çıkan çevreler birleşti. 2. tezkere, oluşan bu ortamın baskısıyla 1 Mart’ta reddedildi; Türkiye’deki savaş karşıtı mücadele, tüm dünyadaki savaş karşıtlarıyla ilişkisini geliştirerek, savaşa karşı uluslararası dayanışmaya da katkıda bulunmaya yöneldi.
İrak’ın işgali önlenemedi, ama Irak’taki direniş de hemen başladı. Savaş karşıtı platformlar, görevlerini,”İşgale karşı mücadelenin geliştirilmesi ve Amerika’nın bölgeden defolması için mücadele” olarak belirledi. Yapılacak işler yeniden tartışılırken, ÖDP, bazı emek örgütü yöneticilerini de bu platformdan çekerek, ikinci bir merkez oluşturdu. Oysa bu platformda Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) tartışılsaydı; belki de ayrı bir organizasyon yapmaya gerek kalmazdı. Ama, sonraki günlerdeki tartışmalarda da görüldü ki, ÖDP’nin amacı, birleştirmek, birleşmek; Türkiye’deki güçlerin uluslararası bağlantılarını güçlendirmek değil; kendisinin olan ve kendi inisiyatifinde olacak bir “örgüt” oluşturmaktı. Ama elbette, bunu açıkça söyleyemiyordu. Ne var ki; her bulunduğu platformda da, tutumunu başka gerekçelerle açıklayarak, bir oldu bittiyle sorumluluktan sıyrılmaya bakıyordu. Örneğin solcu çevreler içinde “savaş karşıtı platformda İslamcılar vardı” diyordu, ama bu arada, BAK’ın toplantılarına katılan İslami kesime de kucak açıyordu. Yerine göre “Kürtleri eleştiriyor, onların eylemlerde kendi grup sloganlarını öne çıkarmasını gerekçe gösteriyor, ama DEHAP’ın koalisyonda olmasına ses çıkarmıyordu. Yerine göre, “Hayır ÖDP savaş karşıtı platformdan ayrılmış değil, BAK örgütlerin değil kişilerin oluşturduğu bir örgüttür. Herkes kendi kişisel sorumluluğu ile BAK’tadır” denilerek, acayip bir BAK tarif ediliyordu. Ama, BAK’ın mitingine örgütleri çağırıp, örgütlerin yönetimlerindeki etkisini kullanarak kararlar çıkarmaya çalışmaktan da geri durmuyordu.

***
Eylül ayı içinde olup bitenler ve 27 Eylül mitingleri bir gerçeği ortaya çıkardı: BAK, savaş karşıtı platform ve blokun düzenlediği eylemlerin organizasyonuna katılmayarak ve bunlara katılmak yerine “şenlikler” düzenleyerek bölücü bir tutum takındı. Ankara mitingini kendisinin tek başına yapacağını, isteyenlerin katılabileceğini açıklayarak da, savaşa karşıtı örgütlerden tümüyle kopan bir tutum alırken, halk güçlerini elinden geldiği kadar böleceğini ilan etmiş oldu.
Yani ÖDP’nin, Emek Ptaformu’nda, seçimde Blok karşısında takındığı, “Bana uymuyorsa dağılsın” tutumunu, şimdi de, savaş karşıtı platformu bölerek sürdürmeye soyunduğu ortaya çıktı.
Burada, yanlış anlaşılmaları önlemek için bir-iki konuya değinelim.
ÖDP, BAK’ın, örgütlerin değil, kişilerin oluşturduğu bir platform olduğunu öne sürmüştür. (Savaş karşıtı platformun böyle kişileri dışladığı, örgütleri öne çıkardığı için BAK’ın kurulduğu, ÖDP’nin BAK için ileri sürdüğü bir diğer gerekçesiydi.)
Peki böyle, kamuoyunda tanınmış kişilerden bir platform oluşturulabilir mi? Elbette, oluşturulabilir. Bu, belirli amaçlarla yapılabileceği gibi, bir dönem taktiğinin gereği olarak da yapılabilir. Yani; “Hayır, savaş karşıtlığını sadece örgütler yapar, tek örgüt biçimi savaş karşıtı platformlardır” denemez. Hele ülkede bu kişiler, mevcut örgütlerin harekete geçiremeyeceği kesimleri harekete geçirecek kadar etkin bir kamuoyu karizmasına sahipse, buna kimse bir şey diyemez.
Ama şu anda Türkiye’de böyle bir durum var mıdır?
Onca zaafına karşın; bugüne kadar harekete geçen kitlelerin yüzde 95’ni, ÖDP’nin reddettiği örgütler harekete geçirmektedir. Ve bugüne kadar ne yapılmışsa, bu örgütler yapmıştır. Nitekim Barış ve Adalet Koalisyonu’nun ne yaptığına bakılırsa; “Biz kişilerin oluşturduğu bir platformuz” lafının bir yalan, ÖDP’nin marifetlerinin üstünü örtmek için kullanılan bir bahane olduğu görülür. Çünkü, bu Koalisyon da, Ankara’da düzenleyeceği mitinge, çeşitli emek örgütlerinin imkânlarını seferber ederek insanları taşımıştır; ve yöneticilerinin şahsında çeşitli örgüt adlarını istismar ederek bir varlık göstermeye çalışmıştır. Dahası BAK’ın her kademesindeki kişiler (birkaçı dışında) çeşitli örgütlerin üst yönetimlerinde görevli kişilerdir.
Bu somut gerçekler bile çok açık biçimde göstermektedir ki; BAK’ın organizasyonunun da arkasında “açık” bir gerekçe yoktur. Sadece bahaneler öne sürülmüş, asıl niyet saklanmıştır. Bunu sonucu da; sadece, savaş karşıtı saflarda karışıklık çıkarmak olmuştur. Bundan ÖDP’ye de hayır gelmez. Tersine ÖDP itibar yitirir. Daha önceki benzer girişimlerinde de bu olmuştur. Bu yüzden de, olup bitenden ders çıkarmasında ve yol yakınken dönmesinde, hem kendisi için hem de Türkiye’deki antiemperyalist ve savaş karşıtı mücadele bakımından yarar vardır.

“KÜRESELLEŞME KARŞITIYIM” DEMEK, KÜRESELLEŞMEYE KARŞI OLMAK MIDIR?

ÖDP’nin organize etmeye çalıştığı Barış ve Adalet Koalisyonu, “uluslararası” bir özelliğe sahip ve kendisini, “küreselleşme karşıtı” olarak tarif ediyor. En azından ÖDP öyle tarif ediyor. Nitekim ÖDP’nin “Eşitlik Özgürlük Gelecek” dergisinde, ÖDP’nin bu anlayışı sergileniyor ve EMEP de gizli Türk milliyetçisi olmak ve “Kürt sorunu üstünden ezilen ulus milliyetçiliği yapmak”la suçlanıyor.
Bu konuda şöyle deniyor dergideki yazıda: “Üçüncü grup ise, utangaç milliyetçilerdir. Bu grupta milliyetçilik ihtiyatlı bir kabul görür, ama açıkça deklare etmekten imtina edilir. Bunun yerine uluslararası girişimlere, enternasyonalist tutumlara dolaylı olarak karşı çıkma yolu seçilir. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in, ‘Barış ve Adalet Koalisyonu’nu ‘küreselci bir proje’ olarak küçümsemesi bu yaklaşımın tezahürüdür. Utangaç milliyetçiler açısından vurgulanması gereken bir nokta da sadece ezen ulus milliyetçiliğinin değil ezilen ulus milliyetçiliğinin de avantajlarını kullanmak istemeleridir.
Solda örgütlü kesimlerde hissedilen bu yaklaşım, EMEP çevresinde de kendisini gösteriyor. Kuruluşundan bu yana sürdürdükleri emek eksenli faaliyetten istedikleri sonucu alamayan EMEP çevresi, bu kez de Kürt sorunu üstünden ezilen ulus milliyetçiliğine yönelmiş bulunuyor.” (**)
Bu iki paragraf içinde, yazının yazarı olan Zafer Aydın, birbiriyle çelişen şeyler de söylüyor. Ama, burada konuyla bağlantılı olarak; ÖDP’nin BAK’ının gerekçesi olan “enternasyonalizm” daha doğrusu “küreselleşmeci enternasyonalizm” üstünde kısaca duracağız.
Enternasyonalizmin ne olduğunu, sosyalizme biraz bulaşmış herkes bilir. Enternasyonalizm, işçi sınıfının uluslararası birliği ve bunun üstünden ulusal devletlerin ortadan kalkacağı, tek bir dünya insanlığı, komünist bir dünya hedefidir. Kuşkusuz ki; bu hedefi anlamlı kılan, işçi sınıfının enternasyonalist karekteri ve onun çıkarlarının, kendisi de dahil tüm sınıfların ortadan kaldırılmasında olmasındadır. Ve bu işçi sınıfı enternasyonalizmi; Marksizm tarafından en azından 1860’lardan beri pratik bir olgu olarak gündeme alınmıştır, ve enternasyonalizm, gerçek Marksistler için, işçi sınıfı hareketinin kazandığı politik pozisyona bağlı olarak; zaman zaman dünya ölçüsünde bir otorite, zaman zaman da işçi sınıfı örgütleri arasında uluslararası dayanışma, şu ya da bu düzeydeki ilişkiler olarak somutlanmaktadır. Ama her dönemde, işçi sınıfı enternasyonalizmi, bütün Marksist partiler ve sınıfın ileri kesimleri için bir ideolojik tutum, işçi sınıfının uluslararası programının omurgası olma özelliğini taşımıştır.
EMEP; kuruluşundan başlayarak, bu enternasyonalist fikre sıkı sıkıya bağlı olarak, dünyanın her köşesindeki Marksist, enternasyonalist partilerle ilişkisini geliştirmeye çalışmış; işçi sınıfı hareketinin uluslararası birliği için sendikal ve siyasi alanda her gelişmenin, her çabanın içinde olmuştur.
Küreselleşme karşıtı hareket ise; gerçek Marksistlerden anarşistlere, çevrecilerden burjuva hümanist çevrelere kadar çeşitli kesimleri kapsayan bir hareket olarak ilerlemektedir. Ama bu hareketin karakteriyle de bağlantılı olarak, “küreselleşme karşıtlığı”, herkese göre yorumlanır bir karakter göstermektedir. Ancak; ÖDP’nin de içinde yer aldığı çevreler, küreselleşme karşıtlığını; küreselleşmenin kendisine değil ama büyük güçlerin “küreselleşme politikaları”na “karşı”lık olarak almaktadırlar. Yani, “aşağıdan küreselleşme” savunusu yapılmakta; yerine göre “emeğin de küreselleşmesini” savunarak sermayenin “küreselleşme politikalarına karşı çıkarken, dolaşılıp kapitalizm ortadan kaldırılmadan gerçekleşebilecek bir “iyi”, “emekten yana” “kapitalist küreselleşme” hayaline alet olunmaktadır. BAK da, bu anlayışın güncelleşmiş hali olarak ortaya sürülmüş bulunmaktadır.
Kısacası ÖDP’nin, EMEP’in “enternasyonalist olmadığının kanıtı” olarak öne sürdüğü bu anlayış; işçi sınıfı enternasyonalizmine ve onun temeli olan komünizmin bir dünya sistemi olmasına bağlanmış bir enternasyonalizmi değil; tıpkı burjuva reformist, liberal sol çevreler gibi, kapitalizm ve tekellerin egemenliği altında, “emeğin de küreselleşmesi”, “aşağıdan yukarı küreselleşme” (aslında kapitalist bir düzende kapitalizm ne kadar küreselse, emek de o kadar küreseldir. Bu yüzden emeğin de küreselleşmesini istiyoruz” formülasyonu boş bir laftır), ulusal devletlerin ortadan kalkacağı bir Kautsky’ci “ultra emeperyalizm” aşamasını tarif etmekte, bunu enternasyonalizm olarak görmekte; bu çerçevede, ulusal devletlerin çağının geçtiğini, emperyalizm karşısında ulusal çıkarı savunmanın milliyetçilik olduğunu iddia etmektedir. EMEP’i milliyetçi görmelerinin nedeni de; emperyalizm karşısında ulusal çıkarları, Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanmasına, yabancı sermayeye, emperyalist iktisadi, siyasi tahakküme karşı mücadeleyi savunmasına dayanmaktadır. Çünkü onlara göre, emperyalizm karşısında ulusal çıkarları savunmak milliyetçiliktir, şovenizmdir!
“Küreselleşme karşıtı hareket” de; emperyalizme ve tekellere karşı mücadelenin bir cephesi olarak, bugünkü konjonktürde elbette önemlidir. Dolayısıyla bu hareketin gelişmesi ve kendi içindeki birliği de önemlidir. Ama BAK, bu hareketin şubesi olduğunu iddia ederek, aslında bu hareketle birleşebilecek çok geniş kesimlerin dışına çıkmakla, onları dışlamakla, sadece Türkiye’deki mücadeleye değil, bu harekete de zarar vermiştir. Bu yüzden, “Biz uluslararası bir küreselleşme karşıtlığının devamı olarak BAK’ı kurduk” demeleri de, ÖDP’nin yaptığına meşruiyet sağlamaz.
Aslında bu sınırlar içinde “küreselleşmeci enternasyonalizm” yine masum görünür; ama eğer, bunlar, fikirlerinde tutarlı olacaklarsa; Iraklıların işgal karşısında direnişini ve ilerici, devrimci, sosyalist güçlerin emperyalizme karşı mücadelesini, bu mücadelenin ulusal kurtuluşçu karakterini reddetmek durumundadırlar. Çünkü son tahlilde onlar, ulusal çıkarları, ulusal bir devleti savunmaktadır. Bu kadar ileri giderler mi? Eh, savaş karşıtı hareketle böyle çelişince, grupçuluk böylesi kullanılınca, korkulur ki, gidecekleri yere çok hızlı gidebilirler.
Nitekim; EMEP’i, “utangaç Türk milliyetçiliği” ile suçladıktan sonra, “Kürt milliyetçiliği” ile uzlaşmakla da suçluyorlar. Mantık yine aynı “küreselleşmeci” mantık. Çünkü bu mantığa göre, ezilen ulusların kaderlerini tayin hakkı ve bu hakkın savunulması, “milliyetçi”, “ulusal devletçi” olduğundan lekelidir! Bu yüzden de, “ezilen ulusun haklarını savunmak” demek, bu milliyetçilikle uzlaşmak demektir. Oysa gerçek ve Marksizmin sorunu ortaya koyuşu tamamen farklıdır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını hiçbir koşula bağlamadan savunmaktır. Bu, sosyalizm bir yana, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Ve demokrasi fikrini buraya kadar genişletmeyen bir sosyalist, ezen ulusun milliyetçisi olmaktan kurtulamaz.
ÖDP; kuruluşundaki –Özgürlük Dünyası’nda da zaman zaman tartışılan– zaaflarını, örgütsel ve ideolojik zaaflarını aşmayı denemek yerine, bu zaafları teori haline getirip yaymayı ilke edinmiştir. Bunun için de; kendisini aşan bir birlik, ortak mücadele varsa bundan rahatsız olmakta; illa ki kendi inisiyatifinde bir “birlik” dayatmakta, bu olmayınca, oradan ayrılıp başka bir “birlik” oluşturmaya girişmektedir. Son gelinen noktada (savaş karşıtı platformun bölünmesi), artık bu tutum, çok açık ve herkesçe görülür hale gelmiştir. Bunun için de mızrak çuvala sığmamaktadır.
Eğer ÖDP önde gelenleri, hâlâ ilerici, demokrat çevrelerin birliğinden yana olduklarına dair bir inanç taşıyorlarsa; önyargısız kendi eylemlerine bakıp, kendilerine çeki düzen vermelidirler. Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ve antiemperyalist mücadelenin sıcak koşulları ve yerel seçim sürecinin başlamış olması, bu zaafların aşılması için bir fırsat sunmaktadır. Yoksa bu yol ÖDP’yi iyi bir yere götürmüyor, götürmeyecek.

(*)  Bu konu, seçim sırasında ve hemen sonrasında yeterince tartışıldığı için burada ayrıntısına girmeyeceğiz.
(**) Zafer Aydın, Eşitlik Özgürlük Gelecek, sayı 12 (Eylül 2003) s. 133

Avrupa-ABD çatışmasının boyutları

“İlk kez dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, topraklar ileride ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir ‘efendi’nin sahip olması yerine, toprak bir ‘sahip’ten diğerine geçebilir. Dünya sömürge politikasının sıkı sıkıya ‘kapitalist gelişmenin en yeni aşamasına’, mali-sermaye aşamasına bağlı olduğu özel bir dönem içinde bulunmaktayız. Bu yüzden, bugünkü durumu iyi anlayabilmek, ve onu daha önceki dönemlerden ayıran ögeleri kavrayabilmek için, her şeyden önce olayları ayrıntılı incelemenin önemi vardır”
(V.İ. Lenin, Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf. 93)

11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yapılan saldırının üzerinden tam iki yıl geçti. 3066 insanın yaşamına mal olan İkiz Kuleler’in yerle bir oluşu, bu kadar insanın yok olması ile sınırlı kalmadı. Afganistan ve Irak işgalleri sonucunda, İkiz Kuleler’in altında kalanlardan daha fazla insan katledildi, edilmeye de devam ediyor. “Bush çetesi”nin iç kamuoyuna bir “intikam yemini” olarak sunduğu Afganistan ve Irak işgallerini, aslında petrol ve enerji tekellerinin istemi doğrultusunda çok önceden planladığını artık herkes biliyor. Her iki ülkenin önce bombalanarak hükümetlerinin devrilmesi, sonra da ne zaman biteceği belli olmayan tarzda işgal edilmesine gerekçe gösterilen “11 Eylül”, elbette uluslararası ilişkilerin yeniden şekillenmesi, saflaşması ve çelişkilerin derinleşmesini önemli derecede hızlandırdı, öncesinde hazırlanan işgal planlarının devreye sokulmasına vesile oldu.
ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyayı tek başına şekillendirme, buna bağlı olarak egemenliğini bu yüzyılda da sürdürme stratejisi, SSCB’nin yıkılmasından sonra da ısrarla sürdürülmek istendi. “Sovyet tehdidi”ni dünya halklarının tepesinde adeta “demokles klıcı” gibi sallayan ABD’nin bu politikasının ebedi olarak sürmeyeceği belliydi. SSCB’nin dağılmasının üzerinden ilan edilen Yeni Dünya Düzeni’nin emperyalistler arası çatışmaların gerginleşeceği, lokal savaşların artacağı, halkların birbirine kırdırılacağı bir süreç olacağı da emperyalist ilişkilerin dayandığı rekabet yasası kapsamında yaşananlara bakılarak görülebiliyordu. YDD, gerçekten “zincirlerinden boşalmış bir emperyalizm dönemi” oldu.

1. KÖRFEZ SAVAŞI’NDAN IRAK İŞGALİNE UZANAN AB-ABD ÇATIŞMASI
SSCB’nin dağılmasından hemen sonra, 1991’de gerçekleşen 1. Körfez Savaşı’nda, ABD ve Avrupalı emperyalistler arasında baş gösteren görüş ayrılığı ile Irak’ın işgal edilmesi ve sonrasında ortaya çıkan tablo arasında farklılıklar vardı.
1991’de, BM’nin de onayıyla, ABD-İngiliz ittifakının Irak topraklarını bombalamasını maddi ve lojistik olarak destekleyen Almanya, Fransa ve Rusya gibi ülkeler, aradan geçen 12 yıllık zaman diliminde, ABD’ye karşı, “ortak tutum belirleme”de mesafe kaydettiler ve ikinci büyük saldırı/işgale destek sunmadılar. Tersine köstek olmaya çalıştılar.
1. Körfez Savaşı’nda, ABD-İngiliz ittifakının Saddam’ı devirme, Irak’ı işgal etme planları sonucuna ulaştırılmadıysa da, Irak’ın merkezi yönetimine ve ekonomisine önemli darbeler vuruldu.İşgal planından da ise hiç vazgeçilmedi. 
11 Eylül olaylarından hemen sonra, ABD emperyalizmi Afganistan’ı hedef tahtasına koyarken, Avrupa’nın tutumunu Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, “Kayıtsız şartsız dayanışma” biçiminde ifade ediyordu. “Terörün üzerine savaşla gidilmesin!” türünden açıklamalara rağmen, Avrupa ülkeleri ABD’ne desteği eksik etmediler.
ABD ve İngiliz ordusunun Afganistan topraklarını bombalaması ve Taliban’ın devrilmesinden sonra, Almanya-Fransa merkezli Avrupa ülkeleri, sürece bir yerden dahil olmak için girişimlerde bulundular ve bunda başarılı da oldular. Uluslararası diplomasi ve hukuk açısından Afganistan’ın işgaline karşı çıkmayan Almanya-Fransa merkezli “Çekirdek Avrupa”, daha sonra Afganistan’da konuşlandırılan ISAF gücüne de katıldı. Kabil ve çevresinin denetimi Almanya’ya verildi.
Afganistan’ın işgal edilmesinden sonra, ABD Irak’ı işgal planlarını aktif hale getirerek saldırı için hazırlıklarını artırdı. ABD ve İngiliz emperyalizmi, kimyasal silahların varlığını kanıtlamaya çalışırken, başını Almanya’nın çektiği “savaş karşıtı cephe” ise, Irak’a yönelik askeri saldırıya karşı tutum almaya başladı.
Afganistan’ın işgali konusunda, Fransa-Almanya-Rusya ile ABD-İngiltere arasında yaşanan tartışma, çelişkilerin keskinleşeceğini gösteriyordu.
Bonn’da düzenlenen Afganistan Konferansı’nda, kimlere kabinede yer verileceği, hangi bölgenin hangi güç tarafından kontrol edileceği pazarlığı yapıldı. ABD-İngiltere ittifakı yönetimin oluşmasında etkili olurlarken, Almanya ve Fransa  işgalin yürütücü merkezi olmaların sonucu bazı stratejik bölgeleri kontrol etme olanağı buldular.
ABD-İngiliz birliklerinin Afganistan topraklarını bombalaması ve binlerce insanı katletmeleri bu ülkelere karşı tepkileri artırırken, bombardımana katılmayan Almanya, Rusya ve Fransa’nın Afganistan’ın belli gölgelerini işgal etmesi,”masumane” ve “insani” amaçlı bir hareket olarak görülebildi. En tehlikeli bölge olarak kabul edilen başkent Kabil ve çevresinin Alman ordusuna bırakılması ve bu bölgede büyük çatışmaların yaşanmaması, Almanya’nın “kadife eldiven” politikasına sayıldı. Yerli halk tarafından, ABD’ye oranla daha az tepki ile karşılanan Alman ordusu, bu konumunu kullanarak ülkede işgal alanını genişletmenin planlarını geliştirdi. NATO ve BM’nin belirlediği sahanın dışında kalan Kunduz kentinde “görev” yakında Alman kuvvetlerine geçiyor. Sürekli saldırıya uğrayan ABD ordusunun isteği de bu yönde.
Almanya’nın Afganistan’da sürdürdüğü “kadife eldiven” politikası, ABD’nin de işini kolaylaştırıyor. Almanya’nın Irak politikasının iki ülkeyi neredeyse “soğuk savaş”a sürüklediği bir dönemde W. Bush’un, Schröder’e Afganistan’da yaptıklarından ötürü teşekkürlerini sunması, Almanya adına bir avantaj oldu; ama bu, Irak’ta köşeye sıkışan ve her gün birkaç asker kaybı veren ABD’nin, Afganistan’da da aynı akıbeti paylaşmasının da önlenmesi demek.
Afganistan’da konumunu geçmişe oranla güçlendiren Almanya, Irak işgali öncesinde ABD-İngiliz ittifakına karşı oluşan Almanya-Fransa-Rusya ittifakının da mimarı oldu.
22 Eylül 2002’de Almanya’da yapılan genel seçimler öncesinde Başbakan Schröder ve Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, meydanlarda işgale karşı açık tavır aldılar. Bununla bir taraftan muhafazakarlar köşeye sıkıştırılırken, diğer yandan Almanya’nın bölgedeki çıkarlarını korunmaya ve Irak’ın tek başına ABD’ye teslim edilmesi önlenmeye çalışıldı.
ABD’nin eline geçmiş bir Irak’ın öncelikle Almanya ve Fransa’yı ticari-politik yönden vuracağı biliniyordu. Bunun da ötesinde, Irak’ı eline geçiren ABD, bu ülkelerle ile daha kıyasıya bir rekabet için avantaj kazanmış olacaktı.
Muhafazakarlar ve liberallerin bütün itirazlarına rağmen, Schröder-Fischer ikilisi seçim kampanyasını savaş karşıtı bir söylem üzerine oturttular. Bu strateji iç ve dış politikada Schröder hükümetini güçlendirdi. Seçimleri kıl kapı ile de olsa kazanmasında da bu politika denilebilir ki belirleyici oldu.
Meydanlarda Bush’a savaş planlarından vazgeçmesi çağrısında bulunan Schröder, bu dönemde Alman dış politikasında pek alışık olunmayan tarzda, “Alman yolu” kavramını ortaya atarak, kamuoyunda yeni bir tartışma başlattı. Schröder özetle, Irak konusunda ABD ile ortak hareket etmeyeceklerini, “Alman yolu”ndan ilerleyeceklerini söylüyordu. Bunun anlamı, Ortadoğu’da ABD’nin ve hatta AB’nin çıkarlarından çok Almanya’nın çıkarlarını ön plana çıkarmaktı.
“Frankfurter Allgemeine Gazetesi”nin başını çektiği muhafazakar kesim, Schröder’in bu çıkışının uluslararası düzlemde Almanya’nın çıkarlarına zarar vereceğini, yalnız bırakacağını; geleneksel ABD-Almanya ilişkilerini zedeleyeceğini ve en önemlisi de Avrupa’yı bir yana bırakarak, “Alman yolu”nun dillendirilmesinin sakıncaları üzerinde duruyordu.
Almanya’nın Irak’ın işgal edilmesine karşı bu açık tutumu Fransa ve Rusya’yı da etkiledi. Daha sonra “Almanya-Fransa-Rusya Barış Ekseni” ya da “Savaş Karşıtı Cephe” biçiminde adlandırılan bu stratejik işbirliği, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist kapitalist ülkelerin değişik kamplara ayrıldığının da yeni ve açık bir işaretiydi.

ELYSSE ANLAŞMASI’NIN 40. YIL DÖNÜMÜ VE DÜNYAYA İLAN EDİLEN ORTAKLIK
Almanlarla Fransızlar İkinci Dünya Savaşı’na kadar, eski kıta Avrupa’da hep savaş halinde oldular ve fırsat buldukça birbirlerinin topraklarına saldırdılar. Her iki ülkenin toprakları nice kanlı savaşlara, katliamlara ve işgallere sahne oldu.
Karşılıklı saldırılar İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Hitler faşizmi Fransa’nın yarısını işgal ederek Almanya’nın sınırlarını bir süreliğine batıya doğru genişletti. Hitler’in devrilmesi, Almanya’nın ikiye bölünmesi gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmelerin ertesinde, Almanya ile Fransa arasındaki ilişkiler 1960’lı yılların başında yeniden normalleşme sürecine girdi. Konrad Adanauer ve Charles de Gaulle tarafından imzalanan Elysse Anlaşması, bir bakıma bugünkü Alman-Fransız stratejik ortaklığının da temeli olarak kabul ediliyor.
Almanya yeniden eski gücüne ulaşmak; Fransa, Avrupa’da ABD’nin etkisini kırmak ve uzun yıllar İngiltere ile gerdiği rekabette üstün çıkmak için bu ortaklıktan yararlanmayı hedefliyordu. Her iki ülke de, var olan çelişkileri öne çıkarmamaya özen gösterdi ve bu çelişkiler sürekli ertelendi. AB Nice Zirvesi’nde AB’nin mimarisi konusunda yapılan tartışmalar, ilişkileri gerse de, gelişmeler bu çatışmanın ertelenmesini adeta zorunlu kıldı. Çünkü, ABD’nin desteğini alan İngiltere’nin istediği de bu yöndeydi.
Fransa ile Almanya arasında ilan edilen stratejik ortaklık; İngiltere’nin işini AB içinde bir hayli zorlaştırırken, uzun sürede, ABD’nin dünya üzerindeki egemenliğini kırarak, “en büyük güç” olmayı hedefliyor. “Büyük güç” olma arzusu, Almanya ile Fransa tarafından ortaklaşa AB Konvensiyonu’na sunulan “AB’nin yeni mimarisi” konusundaki önerilerde net biçimde yer alıyor.
Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ve Fransa Cumhurbaşkanı Jaques Chirac tarafından ortaklaşa bu yılın başında Avrupa Anayasası’nı oluşturmakla görevlendirilen Avrupa Konvensiyonu’na sunulan metinde, iki ülke arasında AB’nin geleceği üzerinde mutabakatın sağlandığına işaret ediliyor. Öneriye göre, atama ile işbaşına getirilecek AB Komisyonu Başkanı Avrupa Parlamentosu, yeni kurulacak AB Konseyi başkanı da Konsey üyeleri tarafından seçilecek. Kararların oybirliği yerine oy çoğunluğu esasına göre alınması da metinde yer alıyor.
Bu öneriler daha sonra, Selanik Zirvesi’nde AB Dönem Başkanlığı’na sunulan Avrupa Anayasası Taslağı’nda yer aldı. Böylece; Avrupa Anayasası’nın yürürlüğü girmesiyle, muhtemelen “Avrupa Birleşik Devletleri” adını alacak AB’de bu iki kurum belirleyici role sahip olacak. Bugünkü AB Komisyonu başkanının görevi daha çok bir başbakanın, AB Konseyi başkanının görevi ise cumhurbaşkanın yaptıkları olacak. Bu önerilerde açık ki “Alman damgası” var.
Almanya ve Fransa’nın diğer önemli bir önerisi de, AB Dışişleri Bakanlığı’nın kurulması. Avrupa’nın dış politikasının ABD ve diğer emperyalist güçler karşısında “tek bir elde” toplanması ve “motor güç” Almanya-Fransa’nın çıkarlarına bağlanması, en çok ısrar edilen konuların başında geliyor. Bu konuda İngiltere ile tartışmalar yaşandı. Bu öneri de Avrupa Anayasası Taslağı’nda yer almakla birlikte, alınan kararların bağlayıcılığının olmaması koşuluyla İngiltere ikna edildi. Dolayısıyla, AB’nin dış politikada “tek ses” olması bir kez daha ertelenmiş oldu.
Almanya-Fransa-Rusya eksenin bu ABD-İngiliz karşıtı ittifakı, Almanya ile Fransa arasında 1963 yılında imzalanan Elysse Anlaşması’nın 40. yıl dönümü dolayısıyla bir kez daha törenler sırasında ilan edildi ve bu Avrupa’nın ve dünyanın diğer büyük ülkelerine bir mesaj oldu: “Biz artık stratejik ortağız ve çıkarlarımız için açıkça birlikte hareket edeceğiz” deniliyordu.
Almanya ve Fransa’nın bu gösterişli son çıkışı, AB içinde “uzlaşma” döneminin artık kapanış aşamasına geldiğini, güç ilişkilerine bağlı yeniden yapılanmaların zamanının geldiğine işaret ediyor.
Bu adım, bir taraftan Almanya-Fransa cephesiyle ABD arasındaki çelişkileri ve çatışmaları derinleştirecek; diğer taraftan AB içinde Almanya-Fransa merkezi ile İngiltere, ve büyüklerle-küçükler çelişkisini keskinleştirecek; AB, bu çatışmaların seyrine ve dünyadaki gelişmelere bağlı bir seyir izleyecektir.

‘ÇEKİRDEK AVRUPA’ ORDUSU: AGSB
Almanya-Fransa merkezli “Çekirdek Avrupa”nın ABD’ye karşı politikalarının önemli göstergelerinden biri, Avrupa Ordusu’nu kurma çabalarıdır. ABD’den bağımsız olması ve ancak NATO’nun alt yapısını kullanması istenen 60 bin kişilik bu ordunun, Türkiye’nin de getirdiği itirazın ortadan kaldırılmasından sonra yapılanması için çalışmalar hızlandırıldı. AB Acil Müdahale Gücü, bu çerçevede, Almanya’nın öncülüğünde ilk olarak Makedonya’da tek başına sorumluluk üstlendi.
Irak’ın işgal edilmesinden hemen sonra 29 Nisan’da Brüksel’de bir araya gelen Almanya, Fransa, Belçika ve Lüksemburg devlet ve hükümet başkanları, AB için, her şeyiyle NATO’dan bağımsız bir askeri gücün kurulması konusunda uzlaşmaya vardıklarını ilan ettiler.
Avrupa Güvenlik ve Savunma Birliği (AGSB) olarak adlandırılan ordunun kurulması şu şekilde gerekçelendiriliyordu: “Biz, Avrupa’nın artık tek bir sesle konuşacağı ve uluslararası politikada kendisinden beklenen rolü yerine getireceğine inanıyoruz. Avrupa Güvenlik ve Savunma Birliği’nin kurulması buna yeni bir ivme kazandıracaktır. AB inandırıcı bir güvenlik ve savunma politikasına sahip olmalı. Çünkü, inandırıcı diplomasi, ancak etkili sivil ve askeri yeteneklerle destekleniyorsa korunabilir.” (Ortak Açıklamadan-29 Nisan 2003)
Açıklamada sık sık ABD ile Avrupa’nın transatlantik ilişkilerinin bundan önce olduğu gibi bundan sonra da devam edeceği belirtilmesine rağmen, “ikili”nin çabaları ABD’nin askeri rolünün sınırlandırılmasını hedefliyordu.
Ortak açıklamada bu niyet şu şekilde ifade ediliyordu: “Bizler, artık Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın kurulmasının zamanının gelip çattığına inanıyoruz. Güçlü bir Avrupa askeri gücünün kurulması, hem yeni bir durumdur, hem Atlantik Birliği’ne (NATO) yeni bir dinamizm kazandıracaktır, hem de transatlantik ilişkilerinin yeniden rayına konulması için bir ilerlemedir.”
Ardından, Alman-Fransız ordusunun motorunu teşkil edeceği AGSB’nin kurulması için, Avrupa Anayasası’nı oluşturmakla görevlendirilen AB Konvensiyonu’na öneriler götürüldü.
Avrupa Anayasası’nı oluşturmak üzere kurulan Konvensiyon’un Başkanı Valery Giscard d’Estaing’in daha önce kamuoyuna açıkladığı taslağın özünde, Alman-Fransız sermayesinin çıkarlarına aykırı davranan ülkelerin askeri ve politik olarak terbiye edilmesi amaçlanıyordu.
AB’nin tümü olmasa da, “Çekirdek Avrupa”nın, ABD’nin dünya üzerindeki “tek taraflı egemenliği”ne karşı politik/askeri açıdan daha önce attığı adımlar, Irak işgali ve sonrası gelişmelerle birlikte hızlandırıldı. Brüksel’deki “Dörtlü Zirve”ye ABD, İngiltere, İspanya ve İtalya sert tepki gösterdiler.
AB’nin, 50 küsur yıldır NATO çatısı altında ABD’ye bağımlı olarak izlediği askeri stratejinin yerine artık “yeni bir savunma doktrini” oluşturmak isteyen “Çekirdek Avrupa” ülkeleri, bir dönemi kapatarak, çıkarları gereğince silahlanmaya ve yeni tür ordulaşmaya gitmek istiyorlar.
Almanya-Fransa ekseni, şimdi “Dörtlü Zirve”de aldığı kararları bütün AB üyelerine mal etmek için diplomatik çalışmalar yürütüyor. Diğer ülkelerde yapılacak pazarlık toplantılarına, “dörtlü” olarak oturulacak.
Böylece, “dörtlü”nün kararları tek tek diğer ülkelere dayatılacak. Temel politikalar konusunda kararlar bundan sonra, önce “Çekirdek Avrupa”da alınacak, sonra da diğerlerine imzalatılacak.
Ancak, Almanya-Fransa eksenine karşı, İngiltere-İspanya-Polonya-İtalya-Türkiye ekseninin, ABD’nin yönlendirmesinde atak yapması da olası. Bu, Avrupa’nın çatırdaması anlamına gelecek.
İşgal öncesinde, Avrupa’nın ”yaşlı” ve ”yeni” Avrupa (Rumsfeld) olarak “ikiye bölünmesi” göz önünde bulundurulduğunda, AB’nin bu nedenle askeri ve siyasi olarak kolayca birleşemeyeceği görülüyor. Önümüzdeki yıl AB tam üyesi olacak Polonya, şimdiden, AB içinde ikinci bir İngiltere olduğunu göstermiş bulunuyor. ABD ve İngiltere’den sonra Irak’a en çok asker gönderen ülkenin yine Polonya olması da tesadüf değil.
2004 sonuna kadar hem Anayasa hem de ordu konusunda karar vermek zorunda olan AB’de, birleşme sürecinin “üst seviyeye çıkarılması”ndan söz edildikçe, çelişki ve çatışmalar derinleşiyor. “Amerikancı Avrupalılarla”, “Çekirdek Avrupa” arasındaki çelişkiye bir de büyüklerin küçüklere baskısı üzerinden “büyükler” ile “küçükler” arasındaki çelişki eklenmiş durumda. AB içinde askeri ve politik ayrılıklar derinleşirken, daha fazla militaristleşen bir Avrupa’ya doğru yol alınıyor.
“Avrupa kıtasındaki çatışmaları engelleme” propagandasıyla kurulan AB Acil Müdahale Gücü’nün, bir ilk olarak, geçtiğimiz aylarda, NATO ve ABD’den bağımsız, Orta Afrika’nın büyük ve yoksul ülkesi Kongo Demokratik Cumhuriyeti (KDC)’ne yaptığı çıkarma, bir bakıma “Çekirdek Avrupa”nın askeri yapılanmasının Avrupa ile sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Komutanlığını “Afrika’nın hamisi” Fransa’nın yaptığı AB gücü, kısa bir süre sonra görevini tamamlayarak üssüne döndü.
Makedonya’da Almanya’nın komutasında tek başına görev yapan Avrupa Ordusu’nun “Kongo yolculuğu” elbette, kıta dışına gerçekleştirilen “ilk” sefer oldu. Böylece, “Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için” kurulduğu söylenen AB Acil Müdahale Gücü’nün görev alanının Avrupa kıtası ile sınırlı kalmayacağı öngörüsü, Kongo çıkarmasıyla gerçek oldu.
“Kongo çıkarması”, Avrupa Ordusu’nun “görev alanı”nın Avrupalı emperyalistlerin çıkarlarının söz konusu olduğu bütün ülke ve kıtaları kapsadığı gerçeğini özetliyor.

SOLANA’NIN “SAVUNMA TEZLERİ”
Avrupa’da sol çevreler içinde Çekirdek Avrupa’nın bu önerilerinden çok, 18 Haziran günü AB Savunma ve Dış Politika Sözcüsü Javier Solana’nın önerdiği ve üzerinde bolca tartışılan “Daha iyi bir dünyada güvenli Avrupa” başlıklı tezlere bağlı olarak, yeni dönemde AB’nin nasıl bir strateji izleyeceği tartışılıyor. ABD tarafından 2002’de açıklanan “Ulusal Güvenlik Doktrini”ne “Avrupa’nın yanıtı” olan bu tezlerde, dünyadaki sorunların, “birkaç ülkenin kötü yönetilmesinden” kaynaklandığı ileri sürülüyor.
Avrupa Anayasası Taslağıyla birlikte AB Hükümet ve Devlet Başkanları’na sunulan Solana’nın tezlerinin giriş bölümünde şöyle deniliyor: “Soğuk Savaş’ın bitmesinden bu yana Amerika Birleşik Devletleri, başka ülke ve ülkeler grubunun karşı çıkma potansiyeli olmadığından, dominant askeri aktör oldu. Aynı biçimde hiçbir ülke bugünkü karmaşık sorunları tek başına çözebilecek durumda da değildir. 450 milyon nüfusu ile 25 ülkeli, dünya Gayrı Safi Milli Hasılası’nın dörtte birine sahip olan AB –bazılarını hoşuna gider ya da gitmez– artık global bir aktördür. Ve artık global güvenliğin bir kısmının sorumluluğunu taşımalıdır (…)” (Solana Tezleri, Giriş, Sayfa 1)
Daha sonraki sayfalarda ise, “Avrupa dünyada en büyük petrol ve doğal gaz alıcısıdır. Enerji ihtiyacımızın yüzde 50’si dışarıdan karşılanıyor. Bu, 2003’te yüzde 70’e ulaşacak. İhtiyacımızın büyük bölümü Körfez Bölgesi’nden, Rusya’dan ve Kuzey Afrika’dan karşılanacak” tespiti yapılarak, gelecekteki büyük tehlike ve tehditlere dikkat çekiliyor.
“Yeni tehlikeler” başlığı altında, tehlikeler, ABD’nin ”Güvenlik Doktrini”nde olduğu gibi, “terörizm”, “kitle imha silahlarının üretimine hazırlık”, “kötü yönetilen devletler ve organize suçlar” biçiminde sıralanıyor.
Bu “tehditler”, yine ABD’nin yaptığı gibi, “önleyici savaş”a açık kapı bırakıyor ve AB’nin de aynı yoldan gidebileceğine işaret ediyor.
Solana’nın tezlerinde, “Stratejik Hedefler” alt başlığı altında ise üç öneri yapılıyor: “Birincisi, komşularımızdan dolaysız bir şekilde istikrar ve sorumluluk talep etmek, ikincisi genel olarak çok taraflı bir dünya düzeninin korunması, üçüncüsü de eski ve yeni tehditlere karşı mücadele etmek”. (Sayfa 5)
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin “Avrupa versiyonu” olan, dolayısıyla da AB emperyalistlerinin çıkarlarını korumaya dayalı formüle edilen bu tezlerin hemen akabinde, AB Dışişleri Bakanları’nın İran’ı uyarmaları bir ilk işaret sayılabilir. İran’ın nükleer silahlara sahip olmasının çok tehlikeli olduğunu söyleyen Almanya Dışişleri Bakanı Fischer’in aynı zamanda, “Gerektiğinde rejim değişikliğine gidilir” (Junge Welt, 21.06.03) açıklamasını yapmış olması, bir tesadüf olmazsa gerek.
Solana’nın tezlerinde ayrıca dünyanın “çok taraflı” olması yönünde yapılan vurguların, ABD’nin bütün kararları tek başına alması, dolayısıyla da “tek taraflı” dünya yaklaşımından kaynaklandığı açıktır.

ABD VE NATO’DAN BAĞIMSIZ BİR ORDU MÜMKÜN MÜ?
Soğuk Savaş yıllarında Batılı kapitalist ülkeler tarafından sosyalizme karşı kurulan NATO, Varşova Paktı’nın dağılmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen, halen varlığını sürdürüyor. Eski Varşova Paktı’nın Doğu Avrupa’daki üyelerini de içine alarak genişleyen NATO, bugün tam anlamıyla yeni bir durumla karşı karşıya… “Üye ülkelere yapılan saldırılara hep birlikte karşı koyma” temel yaklaşımıyla kurulan NATO, günümüz uluslararası ilişkilerine bağlı olarak yeni işlevler yüklenmiş bulunuyor. 1990’lı yıllardan sonra “dünya polisi” rolü verilmesi tartışılan NATO’nun, Afganistan’daki ISAF komutanlığını Almanya-Hollanda’dan devralması ile, bir ilke de imza atılmış oldu. NATO üyesi olmayan Afganistan’da, uluslararası askeri gücün komutanlığını üstlenmesi, önümüzdeki süreçte yeni işlevler üstlenebileceğinin de göstergesi.
AB’nin NATO’nun altyapı olanaklarını kullanarak bağımsız bir AGSB’yi kurmayı planlamasına ilk tepkiyi AB ve NATO üyesi İngiltere gösterdi.
İngiliz Times gazetesinin haberine göre İngiltere, “Çekirdek Avrupa”nın NATO’dan bağımsız ordu oluşturma hamlesine karşılık, NATO’nun Belçika Mons’daki karargahı içinde AGSB’ye ait bir “planlama birimi’’ kurulmasını teklif etmeye hazırlanıyor. Bu adımla hem AGSB’nin hareket alanını daraltmayı, hem de 50 yıllık ittifakın zayıflatılmasının önüne geçilmesini hedefleyen İngiltere’nin, bu adımı en kısa zamanda atacağı kaydediliyor.
İngiliz savunma uzmanları, NATO karargahı içinde oluşturulacak Avrupa savunması planlama biriminin, Avrupa Birliği çerçevesinde gelişecek askeri operasyonlara bir kimlik kazandırmaya yeteceğini savunuyor. Ayrıca, Irak politikası konusunda İngiltere ve ABD ittifakı ile birlikte hareket eden İspanya, İtalya ve AB’nin Doğu Avrupalı yeni üyelerinin de kendi teklifine destek vereceğine inanıyor.
Alman basınında konuyla ilgili yorum ve analizlerde, İngiltere’nin bu adımının AGSB’nin kurulmasını engellemeyeceği üzerinde duruldu.
Nereden bakılırsa bakılsın, Avrupa, askeri olarak, ABD tarafından soğuk savaş döneminden kalma kalıplar içerisinde sıkıştırılmayı kabullenmek istemiyor ve bu nedenle de bağımsız askeri yapılanmalar için gerekli bütün olanakları kullanıyor. Bu yöndeki adımlar, Avrupa ile ABD-İngiliz ittifakı arasındaki çelişkilerin askeri boyutunu belirleyecek ve çatışmasını seyrine bağlı olarak NATO’nın dağılması ya da işlevsizleşmesi de söz konusu olabilecek.
ABD, bugüne kadar Avrupalı emperyalistlerin önüne, “AB, ABD ile birlikte dünyada var olabilir” politikasını koyuyordu. Ancak, gelişmeler artık Avrupalıların NATO çerçevesinde kendilerine biçilen bu rolü kolay kabul etmeyecekleri yönünde. Almanya, bu konuda da ABD karşıtı cephenin öncülüğünü yapmaya aday görünüyor. Federal Dışişleri Bakanı Joschka Fischer 6 Haziran günü parlamentoda yaptığı konuşmada, “NATO’yu yeniden keşfetmeliyiz” diyor ve ekliyordu: “NATO içinde bir Eurogroup (Avrupa Grubu) kurmayı tartışmalıyız”. (Marxistische Blaetter, 4/2003)
ABD’liler geçmişte NATO içinde bu türden gruplaşmalara gidilmemesi konusunda hep uyarıda bulundular.
Fischer’in ifade ettiği “Eurogroup”u, AB’nin ortak silah tekeli olan EADS’nin Alman Başkanı Rainer Hertrich şu şekilde detaylandırıyor: “NATO gelecekte sadece bir ‘platform’ olarak kullanılmalı. Neden her konuda bütün üyeler onay vermeli ki? Altyapının kullanılması için oybirliği prensibi olmamalı. Eğer beş üye ülke bir araya gelir ve NATO’nun altyapısını kullanmak isterlerse, bunu yapabilmeliler.” (Handelsblatt, 23.06.03)
Bu öneriye göre, ABD Irak işgali gibi “olaylar”da, AB de Kongo’ya yaptığı operasyon sırasında NATO’nun altyapısını kullanma hakkına sahip olabilmeli…
NATO’nun emperyalist güçler tarafından bir “platform”a dönüşmesi fikri bir silah tekelinin sözcüsüsün ağzından çıkmış olduğuna göre, bu durum en çok da silah tekellerinin işine yarayacaktır.

AB’NİN MİLİTARİSTLEŞEN DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ
Bağımsız bir karargah ve askeri donanma peşinde olduğunu ilan eden “Çekirdek Avrupa”nın bu politikası, elbette yeni değil. İlk olarak 1992’de imzalanan Maastrich Anlaşması’nda yer alan “ortak dış ve savunma politikası” talebi, daha sonra aynen 1997’deki Amsterdam Anlaşması’nda da yer aldı.
1999’da Köln’de yapılan zirvede ise NATO eski Genel Sekreteri Javier Solana’nın AB Savunma ve Dış Politika Sözcülüğü’ne getirilmesiyle, bu istek resmen kurumlaştırılmış oldu. Buna, AB bünyesinde Güvenlik Komitesi, Askeri Komisyon ve bir askeri üssün oluşturulması da eşlik etti.
Köln Zirvesi’ndeki bu somut kurumlaşma adımından bir yıl sonra Helsinki’de ise, “2003 yılının sonundan itibaren inandırıcı ve vurucu gücü olan bir Avrupa Ordusu”nun kurulması kararı alındı. 15 tugaya kadar olması planlanan 50-60 bin kişilik bu ordunun en önemli görevi olarak Avrupa kıtasında güvenliğin tesis edilmesi gösterildi.
Bu çerçevede kurulan Avrupa Ordusu, önce Bosna-Hersek’te Birleşmiş Milletler’den görevi devraldı. Sonra Makedonya’da komutanlığı tek başına üstlendi.
Avrupa Ordusu’nun kurulmasının temel prensipleri arasında NATO’nun altyapısını kullanma ilkesinin benimsenmesi, özellikle AB üyesi olmayan Türkiye ve ABD gibi NATO ülkelerini rahatsız etti. AB ordusunun mümkün olduğu kadar zayıf ve sorunlu doğmasını isteyen ABD, Avrupa Ordusu’nun önceliği olan Batı Avrupa Birliği (BAB)’nin de üyesi olan Türkiye’yi, Avrupa Ordusu’na karşı kullandı. AB Helsinki Zirvesi’ne kadar, Avrupa Ordusu’nun NATO’nun altyapısını kullanmasına itiraz eden, dolayısıyla da büyük bir sorun teşkil eden Türkiye, aday üyelik statüsü karşılığında bu şartından vazgeçti.
Başlıca görevi “Avrupa kıtasının polisi olma” şeklinde tanımlanabilecek 60 bin kişilik Avrupa Ordusu’nun amacı da, AB’nin ABD’den bağımsız bir askeri güç olma isteğinden kaynaklanıyor. Almanya, 18 bin askerle, Avrupa Ordusu’na en çok güç veren ülke.
Görüldüğü gibi, Avrupa Birliği, bugün geldiği aşama itibariyle, sadece bir ekonomik ya da politik birlik değil, aynı zamanda askeri bir birlik olma yolunda da hızlı adımlar atıyor. Ortak bir dış ve savunma politikası oluşturulamamış olması nedeniyle yaşanan sorunlar, bugün AB’nin bir askeri güç olarak da ABD’nin karşısına çıkmasını önemli ölçüde engelliyor; ve AB’nin, bir emperyalist blok olarak, en sorunlu noktası da burası. Avrupa Ordusu ile, istenildiği zaman istenildiği operasyonu gerçekleştiremeyeceğini, her operasyonun büyük tartışmalar ve bölünmelere yol açacağını bilen “Çekirdek Avrupa”, bunu aşmak için, hem NATO’dan bağımsız hem de işlevi tamamen kendisi tarafından belirlenmiş bir ordunun kurulmasını için AGSB’nin kurulmasını son çıkış yolu olarak gördü.
Dolayısıyla, AB, ekonomik alanda sosyal hakları hızla budama, emekçileri yoksullaştırma politikaları izlerken, kaynakları yönlendirdiği askeri alanda ise hızla silahlanma yoluna girmiş durumda.
Genel olarak Avrupalı emperyalistlerin yerküre üzerindeki çıkarlarını askeri açıdan savunmayı amaçlayan Avrupa Ordusu, aynı zamanda, birlik üyeleri arasındaki çatışmanın da önemli ayaklarından birini oluşturuyor.
Hatta, son tartışmalara göre, bazı AB ülkelerinin silahlanmaya az bazılarının da çok yatırdığı tartışma konusu yapılarak, az ayıran ülkelerin paylarını artırmaları isteniyor. Son verilere göre, silahlanmaya, beş AB üyesi Gayri Safi Yurtiçi Milli Hasılası’nın yüzde 2’sinden fazla ayırdı. İngiltere ve Fransa 2002’de bütçelerinden askeri harcamalar için ayrılan payı artırmalarına karşın, diğerleri azalttı.
GSYH’den orduya en az pay ayıran ülke, yüzde 0.75 ile İrlanda. En fazla ayırdan ise, yüzde 4.91 ile Yunanistan. Bu oran, AB’nin büyüklerinden Fransa’da yüzde 2.5, İngiltere’de yüzde 2.7, Almanya’da ise yüzde 1.5. ABD’nin dev bütçesinden ayırdığı yüzde 3.2’lik pay göz önünde bulundurulduğunda, AB ülkelerin ayırdığı çok da fazla değil.
2002’de ise, 15 AB üyesinin orduya ayırdığı toplam bütçe 179 milyar dolar iken, ABD’ninki 357 milyar dolar idi. (Der Spiegel, 17/03) ABD bu miktarla da yetinmedi, geçen ay 87 milyar dolarlık bir ek bütçe çıkardı.

AB’NİN DEĞİŞEN ROLÜ VE HALİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1951’de, Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un katılımıyla kurulan “Avrupa Kömür ve Çelik Birliği” (AKÇB), bugünkü AB’nin temelini oluşturuyor. Avrupalı kapitalistlerin bir araya gelerek, aynı kıta üzerindeki SSCB’ye karşı güçlü bir birlik kurma planı, o dönem ABD tarafından yürütülen “soğuk savaş”ın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Daha sonra çeşitli aşamalar ve isimler değiştirerek bugüne gelen AB’nin nihaî hedefi, ABD ile stratejik ittifak içinde bir kapitalist “Avrupa Birleşik Devletleri” olmaktı. Yerküre üzerinde esen sosyalizm rüzgarını Avrupa’da bu yolla durdurabileceğine inanan, bunun için de Truman ve Marshall planları hazırlayan ABD’nin bütün çabası, kendisinin yedeğinde bir kapitalist cephe yaratmaktı.
Bu, anti-sosyalist strateji, Avrupalı kapitalistlerin de işine yarıyordu.
Kısaca bu şekilde özetlenebilecek gelişme çerçevesinde, 1950 sonrasında, Avrupa emperyalistleri arasındaki çelişkiler, varlığını sürdürmekle birlikte, ABD himayesinde hep örtüldü. Ancak; SSCB’nin dağılması, YYD’nin ilanı ve sonrası gelişmeler, AB’yi tartışmasız halde bir arada tutan nedenleri de ortadan kaldırdı.
AB, federatif ya da merkezi, tek bir devlet olma yönünde attığı adımlarda, ilk olarak Euro’nun yürürlüğü girmesiyle fire vermeye başladı.
1989’de Madrid’te toplanan AB Zirvesi, ortak ekonomi ve para politikasına geçme kararı aldı.
İngiltere, Danimarka ve İsveç, 1 Ocak 2001’de 12 AB ülkesinde yürürlüğü giren Euro’nun dışında kalmak istediklerini ilan ettiler. İsveç’te 21 Eylül’de yapılan referandumda sandıktan Euro’ya karşı daha fazla oy çıktı. İkinci referandumun ise en erken 2010 yılında yapılacağı dile getiriliyor. Dış politika konusunda sürekli Çekirdek Avrupa’dan ayrı bir hat izleyen İngiltere, Euro konusunda da aynı tutumunu sürdürüyor. Yakın dönemde İngiltere’nin Euro’ya geçişine pek olanak verilmiyor.
Avrupa Anayasası ve ortak dış politika konusunda süren ayrılıklar da göz önünde bulundurulduğunda, AB, “Avrupa Birleşik Devletleri” fikri gerçekleşmeye yaklaştıkça bölünüyor, fire veriyor ya da küçülüyor denebilir.
Dolayısıyla, bugün bir bütün olarak “AB”den söz etmek olanaklı değil.
Irak işgali öncesi ve sonrasında AB içinde yaşananlar bunun en somut ifadesi. Dolayısıyla, eskiden “birleşik bir Avrupa” fikrini savunan, bunun gerçekleşmesi için hamilik yapan ABD’nin bugünkü en önemli stratejisi, “parçalı bir Avrupa”dır. Daha doğrusu, AB’nin gerçekten birleşik bir Avrupa olmamasını en fazla ABD istiyor.

HANGİ AB?
Solana’nın tezlerinde “25 ülkeden oluşan, 450 milyon nüfuslu…” bir birlikten söz edilse de, gerçekte yekpare bir birliğin olmadığını, Irak konusunda tek tek üye ülkelerin izlediği politikalar gösterdi. AB’nin üç önemli ülkesinden biri olan İngiltere, ABD’nin geleneksel müttefiki ve bu bundan sonra da bu stratejik ortaklığın bozulmasına pek olanak tanınmıyor. Diğer önemli ülkeler İtalya, İspanya, Portekiz ve Danimarka da, Almanya-Fransa merkezli AB ile birlikte hareket etmekten ziyade ABD-İngiliz ittifakına yakın davranıyorlar. İşgal öncesinde 8 AB üye ve aday üyesinin ABD lehine yaptığı ortak açıklama henüz canlılığını koruyor. Ayrıca, önümüzdeki Mayıs ayında AB’ye yeni üye olacak 10 Doğu Avrupa ülkesinin önemli bir kısmı da ABD-İngiliz ittifakı ile birlikte hareket etti. Bağdat’ın güneyi İspanya, Polonya ve Ukrayna’nın “yönetiminde”. İngiltere’den sonra ABD’nin Avrupa’daki sadık müttefiki Polonya, 3 Eylül’den beri üçüncü işgalci güç olarak Irak’ta bulunuyor. Polonya egemenlerine, 2300 askerin Irak’a gönderilmesi karşılığında 3 milyar dolar kredi verildi.
AB’nin büyükleri Almanya ve Fransa, en kısa zamanda Polonya’ya “balans ayarı” yapmanın fırsatını kolluyorlar. AB Komisyonu tarafından yapısal reformların yeterli olmadığı belirtilerek, Polonya’ya yeni “ev ödevleri” verildi. Açıkça; “Irak’a asker göndereceğine, bizim verdiğimiz ödevleri yap!” deniliyor. ABD ise, övgüler dizerek, askeri harcamaların artırılmasını istiyor.
Polonya da, Türkiye gibi, ABD ile AB’nin çatışma koordinatları üzerinde bulunuyor.
Bütün bunlara rağmen, ABD’nin Avrupa’daki en sadık üç müttefiki konumunda olan İngiltere, Polonya ve Türkiye’nin ticari ilişkilerinin büyük bölümü AB ile.
ABD’nin yerküre üzerinde egemenliğini sürdürebilmesi açısından stratejik öneme sahip bu ülkelerin ihracat ve ithalat bakımından AB’ye bağımlı olması elbette önemli. Ancak bu bağımlılık, bugüne kadar bu üç ülkenin askeri ve siyasi ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamış değil.
Fransız yazar Emannuel Todd, birkaç aydır Avrupa’da en çok satanlar listesinde bulunan kitabında (Weltmacht USA-Ein Nachruf, sayfa 229) Avrupa ile ABD arasında ekonomik alanda bir “kriz” çıkması durumunda, Polonya ve Türkiye’nin Avrupa’dan yana tutum alacağını, İngiltere’nin ise Avrupa ile ilişkilerini sürdürmek zorunda kalacağını ifade ediyor.

ALMANYA’YI HİNDUKUŞ DAĞLARINDA SAVUNMAK
AB’nin yapısında gerçekleştirilen militaristleşme, doğal olarak, militaristleşme politikasının başını çeken ülkelerin politikasına da yansıyor. Irak işgaliyle birlikte dünya politikasında ağırlığını hissettirmeye başlayan Almanya, 1994’te Federal Anayasa Mahkemesi’nin yurtdışına asker göndermeye izin vermesinden sonra, hızla askeri olarak yayılmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın “yenilgi psikolojisi”nden kurtulup daha cesur ve atılgan bir politikanın savunulmasını isteyen Alman sermayesi ve ordusu, askeri harcamaları sürekli artırma yoluna gitti.
Bununla birlikte, 1945’ten sonra dünyanın hiçbir ülkesine asker gönderemeyen Almanya, bugün adeta bütün kıtalara yayılmış durumda. İlk olarak 1993’te BM şemsiyesi altında Somali’ye asker gönderen Almanya, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra, yurtdışına daha sık asker göndermeye başladı. 1995’de bu kez de Avrupa Acil Müdahale Gücü çerçevesinde Bosna’ya asker gönderildi ve ilk kez burada askeri çatışmalara direkt olarak katıldılar.
2001 yılında ABD’nin öncülüğünde oluşturulan “Anti-Terör-Koalisyonu” bünyesinde ise, Afganistan, Afrika Burnu ve Kuveyt’e askerler, teçhizatla birlikte gönderildi.
Bütün bu gelişmeler, Almanya’nın yeni bir “güvenlik stratejisi”ne ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu. Eski kalıplardan kurtulmak, yeni döneme göre şekillenmek üzere geliştirilen ve Federal Savunma Bakanı Peter Struck tarafından 21 Mayıs 2003’te açıklanan “Savunma Politikası Talimatı” (Verteidigungspolitischen Richtlinien-VRP); bir zamanların savaş karşıtı Yeşiller’in bakanları tarafından da güle oynaya kabul edildi. Bu talimatla Almanya, 1945’ten bu yana ilk kez, hem savunma politikasında hem de ordunun yeniden yapılandırılmasında köklü değişiklikler yapmayı önüne koydu.
Alman Anayasası’nın 87a Maddesi’nde, ordunun görevi “Dışarıdan gelecek saldırıları önlemek” olarak belirlenmesine rağmen, 22 sayfalık VRP’nin özünü; Alman sermayesinin uluslararası çıkarlarının yerküre özerinde korunması ve geliştirilmesi için askerin; tıpkı ABD ve İngiltere’nin yaptığı gibi, dünyanın bütün bölgelerinde “müdahale gücü” olarak kullanılması oluşturuyor.
SPD-Yeşiller hükümeti, son dört-beş yıl içinde militaristleştirdiği Almanya’nın dış politikasını bir üst safhaya çıkarmak için, George W. Bush ve avenesinin gerekçelerini kullanıyor: Konvansiyel saldırı tehlikesi, kitle imha silahları, terörizm!..
En son 1992 yılında Helmut Kohl döneminde değiştirilen “Savunma Politikası Talimatı”nda, Alman askerlerinin “kriz bölgeleri”ne müttefik güçlerle katılmasının önünün açılması talep edilmişti. Bu talepten sonra, hükümetin başvurusuyla, Karlsruhe’deki Federal Anayasa Mahkemesi 12 Temmuz 1994’da aldığı kararla, Alman ordusunun yardım amacıyla, diğer müttefiklerle, BM şemsiyesi altında yurtdışı operasyonlarına katılabileceğine karar verdi. Bu karardan sonra da, Alman askerleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez ayaklarını bir ülkenin –Somali– topraklarına basarak operasyonda bulundu.
SPD-Yeşiller hükümeti tarafından kabul edilen, muhalefet partilerince de desteklenen, dolayısıyla da yasallaşmasına kesin gözüyle bakılan yeni VPR’de kısa ve uzun vadede şunlar amaçlanıyor:
a) Alman ordusunun dünya çapında operasyonlara katılması, b) ihtiyaç duyulduğunda ordunun iç güvenlikte kullanılması, c) ordunun dünya çapında operasyonlara katılabilmesi için yeniden yapılandırılması, d) AB’nin dış ve savunma politikasının militaristleştirilmesi, e) VPR’nin hayat bulması için silahlanma giderlerinin artırılması, f) ABD’nin “Önleyici Savaş” doktrininin Almanya için de geçerli olması, g) zorunlu askerliğin devam etmesi…
“Yurt savunmasının artık ülke sınırlarını korumakla sağlanamayacağı” tezinden yola çıkılarak hazırlanan konsept de, son zamanlarda üzerinde bolca tartışılan ABD’nin “Önleyici Savaş” (Praeventivkrieg) doktrininin Almanya tarafından da benimsendiğini gösteriyor.
Potansiyel tehdit görülen ülkelerin askeri olarak işgal edilmesine olanak tanıyan bu doktrin, giderek diğer emperyalist ülkelerin de önemli argümanlarından birine dönüşüyor.
Struck’un VRP’yi, “Almanya’nın güvenliğini Hindukuş Dağları’nda savunmanın zamanı gelmiştir” biçiminde tanımlarken dayandığı yeni anlayışın, ABD’nin izlediği politikaların bir kopyası olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yeni güvenlik konsepti Almanya’nın askeri harcamalarının artırılmasına da neden olacak. Şu günlerde, bütçe açığını gerekçe göstererek en temel sosyal hakları kısıtlamayı planlayan hükümet, askeri harcamalar için ise kesenin ağzını açıyor.
Buna göre ısmarlanan askeri teçhizat şöyle:
180 adet Eurofigther, 80 adet yüksek teknoloji donanımlı “Kaplan” tipi savaş helikopteri, Tornado ve Eurofighter için 600 roket, 3 yeni firkateyn, 5 yeni korvet, 4 yeni süper model denizaltı, 60 hava nakil uçağı Airbus ve dünya çapında dinleme işlemi yapabilecek bir uydu sistemi…
Bütün bunların yanı sıra, hava savunma sistemini geliştirmek için 10-15 milyar Euro ek bütçe ayrılacak.
Önümüzdeki 20 yıl için yapılan bu askeri harcama planlarının en az 140-150 milyar Euro’ya malolacağı tahmin ediliyor.
VPR’de, genel olarak “Almanya’nın ulusal çıkarları ve güvenliği” denilirken, yeri geldiğinde “Avrupa’nın güvenliği”nden de söz edilerek, Avrupa Ordusu’nun dünyanın bu yeni durumuna göre yapılandırılmasına dikkat çekiliyor.
Özetle, Almanya ekonomik çıkarlarına bağlı olarak askeri gücünü hızla yeniliyor.

SİLAHI ÇOK OLANIN KAZANDIĞI DEVİR
Irak işgali ve sonrası gelişmeler, emperyalist politikada ekonomik ve askeri gücün belirleyici rolünü bir kez daha kanıtladı. ABD’nin  tehdit ve şantajlarını olanaklı kılan da ekonomik-askeri gücüdür.
ABD, 2002 “savaş bütçesi”ni 48 milyar dolar daha artırarak, 379 milyar dolara çıkarmıştı. Bu devasa bütçe, aynı zamanda “yeni Yeni Dünya Düzeni”nde silahı olanının konuştuğu bir dönemin başladığı anlamına da geliyordu.
ABD emperyalizmi, son 20 yıllık zaman diliminde, ilk kez “savaş bütçesi”ni bu denli artırıyordu. Bu meblağ, birçok ülkenin GSMH’nin birkaç 10 katını ifade ediyor.
ABD’nin askeri bütçeye eklediği 48 milyar dolarlık artışın kendisi bile devasa boyutlarda. Örneğin bu artış, Almanya’nın ayırdığı bütçenin (21 milyar dolar) iki katından bile fazla. Fransa’nın ayırdığı (25,2 milyar dolar) bütçenin nerdeyse iki katı, İtalya’nınkinin (15,5 milyar Dolar) ise üç katından bile fazla. Avrupa ülkeleri arasında silahlanmaya en çok bütçe ayıran ülke ise İngiltere (34 milyar dolar).
ABD tek başına “savaş bütçesi” için 379 milyar dolar ayırırken, Avrupa’daki NATO üyesi ülkelerin tümünün ayırdığı miktar ise 140 milyar dolar.
ABD’nin bu devasa savaş bütçesi en çok da AB emperyalistlerini tedirgin etti.
Eski kıta, şimdi “ABD ile birlikte mi, ABD’siz mi, yoksa ABD’ye karşı mı?” (Die Zeit, 7 Şubat 2002) sorusunu tartışıyor. Dünya politikasında etkili bir rol oynamak isteyen Avrupalı emperyalistler bu soruya cevap ararken, sürekli kendi askeri güçlerini de gözden geçiriyorlar. Örneğin, İtalya ve İngiltere’nin dışında, diğer AB ülkeleri ve Türkiye’nin katıldığı en büyük silahlanma projesi Airbus 400M’de bir ilerleme sağlanabilmiş değil.
Avrupa ile ABD arasında silahlanma ve askeri modernizasyon bakımından bir kıyaslama yapıldığında, ABD’nin giydiği gömleğin kendileri için çok çok büyük olduğunu Avrupalılar da kabul ediyorlar. Ancak; ABD’nin askeri gücüne ulaşılamadığı takdirde, dünya üzerindeki egemenlik mücadelesinde bir ilerleme sağlanamayacağını da biliyorlar.
Emperyalist kutuplaşmalar, dünyanın petrol ve enerji kaynaklarına egemen olma ve ABD’nin kapitalist dünya üzerinde kurduğu egemenliği kaybetmemek için giriştiği son çırpınışlar, dünyanın hızla büyük bir savaşın eşiğine götürüldüğüne işaret ediyor.

“ORTAK KURUMLAR”DA ÇATIŞMALAR
Irak işgali arifesine kadar daha çok ABD’nin dünya üzerindeki vahşetini gölgelemeye yarayan BM, bu yeni dönemde işlevsiz kaldı. Beş daimi üyeden üçü; Fransa, Rusya ve Çin, diğer iki daimi üye ABD ve İngiltere’nin işgal planını veto edeceklerini ilan ettiler. ABD, bunun üzerine yıllardır kullandığı BM’yi devre dışı bırakarak, “uluslararası meşruiyet”e ihtiyaç duymadan Irak’ı işgal etti. Bu, aynı zamanda, bir meydan okumaydı.
58 yıl önce San Francisco’da temelleri atılan ve “dünyanın vicdanı” şeklinde nitelenen BM’de sular durulmuş değil. BM, her ne kadar ABD-İngiliz politikalarını engelleyebilecek durumda olmasa da, emperyalistler arası güç denemesi vb. bakımından varlığını uzunca bir süre daha sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor.
28 Nisan 1919’da, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın galiplerinin Paris Barış Konferansı’ndan kurulan Milletler Cemiyeti, BM’nin temelini oluşturuyor. Milletler Cemiyeti’nin, yerküre üzerinde savaşları engelleyemediği İkinci Dünya Savaşı’nda görüldü. Atlantik ötesi büyük güç ABD’nin, dönemin başkanı Woodrow Wilson tarafından Milletler Cemiyeti’ne dahil edilmemesi, bu kuruluşun meşruluğunu hep tartışmalı kıldı. Avrupa merkezli olan ve karargahı İsviçre’nin Cenevre kentinde kurulan Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerini BM’ye bıraktı.
Savaşları engelleme ve ülkeler arasında barışı sağlama iddiasıyla kurulan BM’nin 58 yıllık tarihi boyunca 200 değişik savaş yaşandı, on milyonlarca insan hayatını kaybetti.
BM’nin kuruluşuyla ülkeler arası savaşların süresi kısalma yerine uzadı. Eski dönemlerde ülkeler arası savaşlar bir-iki yıl sürerken, BM’nin “barış girişimleri”, “diplomatik uzlaşma” çabaları, Güvenlik Konseyi’nde sağlanamayan uzlaşmalardan ötürü, en az beş kat uzadı.
Birçok uluslararası emperyalist kurum gibi, BM’de, –kuruluşu ve varlığının ilk yılları SSCB tarafından ciddi biçimde etkilense de– “soğuk savaş”ın ürünü ve bugün eski işlevini yitirmiş bulunuyor.
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bu yılın başında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada bunun açık mesajlarını vererek, şöyle diyordu: “Bugün BM İnsan Hakları Komisyonu’nun başkanlığını Libya, Silah Komisyonu’nun başkanlığını da Irak yapıyor. Size soruyorum, böyle saçma bir yapı olur mu?…” (9 Şubat 2003, Süddeutsche Zeitung)
Emperyalist ülkeler arasındaki gerginlik ve değişim, önce “ortak kurumlar”da etkisini gösteriyor. ABD, uzun yıllar istediği gibi kullandığı BM karşısında en “sıkıntılı” dönemini yaşıyor.
BM, ezilen halklarının ve emekçilerin özlem ve çıkarları doğrultusunda kararlar veren bir kurum olmasa da; bugün, büyük devletler arasındaki çıkar çatışmasından ötürü, meşruluk bakımından, ABD ve müttefiklerinin haksızlığını ortaya koyan, tartışmaya açan bir kurum halini almaya başladı.
İşgal öncesinde, benzer bir çatışma da NATO içinde yaşandı.
Türkiye’nin korunması çerçevesinde yapılan tartışmalarda, Belçika-Almanya ve Fransa cephesinin karşı çıkması bir haftaya yayılan tartışmalara neden olmuştu. Ve, sonunda çok sınırlı alanda kullanılmak üzere, mürettebatı Alman olan NATO uçakları Türkiye’ye gönderilmişti.
BM ve NATO düzeyinde yaşanan emperyalist çatışmalar, her iki kurumun giderek işlevini yitirdiğini, çatırdadığını gösteriyor. Çekirdek Avrupa ile ABD arasındaki çelişkiler uzlaşmaz düzeye ulaştığında, bu uluslararası kurumlar da “kilitleniyor”.
Gelişmeler, önümüzdeki süreçte bu kurumların sık sık pazarlıklara, çatışmalara ve tartışmalara sahne olacağını gösteriyor.

UZAYDA AB-ABD REKABETİ
ABD ile AB arasındaki gerginlik askeri, politik ve ekonomik alanda evrenin bütün alanlarında sürüp gidiyor.
NASA’dan sonra Avrupa Uzay Ajansı (AUA)’nın “Mars Ekspresi” adını verdiği uydu aracını, Haziran ayının sonunda Kazakistan’ın Baykonur kentinden Rus Soyuz roketi ile Mars’a göndermesi, bu alanda da bir ABD-AB çatışması olduğunu gözler önüne serdi.
330 milyon Euro’ya malolan Avrupa’nın Mars yolculuğundan bir sonuç çıkıp çıkmayacağı bilinmez, ama 1965’ten bu yana Mars’ta “hayat”a dair bulgular arayan ABD, Avrupalıların kendisinden önce bir hayat belirtisi keşfetmesine tahammül edemeyeceğini tepkisiyle gösterdi.
Avrupa’nın Mars’ta hayat izleri aramasına bozulan ABD, hemen “Rover” adını taktığı robotları göndermeye başlamakla yanıt verdi.
Yerküre üzerinde yeniden paylaşımı her geçen gün biraz daha kızıştıran emperyalistlerin, bu politikalarını şimdi de Mars’a taşımaları, kuşkusuz dünya üzerinde söz sahibi olmakla ve onun paylaşımıyla ilgilidir ve bırakalım dünya ve Mars’ın, evrenin dengesini ve uyumunu da tehlikeye düşürebilir, felaketlere yol açılabilir.
ABD ile AB arasında uzayda diğer bir çatışma noktası ise Galileo uydusudur.
ABD’nin uzaya gönderdiği Global Pozisyon Sistemi (GPB) adlı uydu sistemi bugün bütün Avrupa’nın nabzını elinde tutuyor. Araçların navigasyon sistemini uzaydan yönlendiren GPS’in pek çok özelliği bulunuyor. Uçakların kolay bir şekilde yön tespit etmelerini GPS’in bu navigasyon sistemi sağlıyor. Aynı şey gemiler, trenler ve otomobiller için de geçerli.
ABD’nin denetiminden kurtulmak, kendi uydusuna sahip olmak isteyen AB, uzun bir süre önce GPS yerine geçebilecek Galileo uydusunun yapımı için bir araya geldi.
Ancak, ABD, GPS sisteminin Avrupa üzerindeki yönlendiriciliğinin bitirilmesine bir türlü razı olmak istemiyor. ABD ile AB arasında yapılan görüşmelerden bugüne kadar kesin bir sonuç alınabilmiş değil. Avrupalılar, Galileo’nun devreye girmesinde ısrar ediyor. Bir habere göre de, ABD Galileo’nun devreye girmesine şartlı olarak yanaşabilecek. Bu şart da, Galileo’nun denetiminde bir ABD’li generalin de olması. Özellikle de savaş durumlarında, ABD’lilerin Galileo’yu devre dışı bırakmak istediği ifade ediliyor.
Ancak, Galileo’nun devreye girmesi durumunda Avrupa’daki ABD üslerindeki araçların, uçakların, gemilerin yönlendirilmesinin bu kez de AB’nin bilgisi dahilinde olacağı başka bir gerçek. ABD’yi en çok endişelendiren konuların başında da bu geliyor.

21. YÜZYILI KİM ŞEKİLLENDİRECEK?
Ekonomik, askeri ve siyasi gelişmelerin tümü, dünyanın yeniden bir paylaşım sürecine girdiğini gösteriyor. Dolayısıyla, 11 Eylül 2001’den bugüne emperyalistler arasında yaşanan askeri, siyasi ve ekonomik çekişmelerin tümü gelip, “21. yüzyılı kim şekillendirecek?” ya da “yeryüzü ve gökyüzünün hakimi kim olacak?” sorularında düğümleniyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist dünyanın liderliğini yapan ABD, şimdiden, 2050 yılına kadar dünya üzerinde egemenliğini sürdürmenin planlarını hazırlamış bulunuyor. Yerküre üzerindeki en önemli petrol ve enerji rezervlerini, siyasal stratejik yolları ve mevkileri ele geçirme, kontrolünde tutma, buradan yola çıkarak diğer emperyalistleri kendisine bağımlı hale getirme yönünde izlediği temel politikanın öyle kolay tutmayacağı, Irak işgaliyle birlikte çok daha yalın bir şekilde ortaya çıktı.
Irak’ta var olduğu ileri sürülen ve savaşın ana gerekçesi olarak gösterilen kimyasal silahların bulunamaması, hem dünya hakları nezdinde ABD’nin itibarını önemli ölçüde sarstı hem de diğer emperyalistler karşısında açık vermesine neden oldu. Bununla birlikte, Irak halkının ABD askerlerini çiçeklerle karşılayacağı yönünde yapılan propagandanın kuru gürültüden ibaret olduğu; ABD ve İngiliz askerlerinin çiçek yerine mermi ile karşılandığı ortaya çıktı. Her gün bir ya da birkaç askerin cenazesinin kaldırılması ise, gelişmelerin hiç de Pentagon tarafından planlandığı gibi gitmediğini gösteriyor.
ABD, Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesiyle yerküre üzerindeki egemenliğini diğer emperyalistler karşısında güçlendirmek yerine zayıflattı. Gerileme halinde olan ABD emperyalizminin hatta “çöküş dönemi”ne girdiğini söylemek hiç de abartı değil.
ABD, uluslararası politikada, sadık müttefiki  İngiltere ile birlikte her geçen gün yalnızlaşıyor. ABD, birkaç işbirlikçisi ülke ile bir tarafta kalırken, dünyanın diğer bütün ülkeleri tutum alma yoluna gittiler.

HESABA KATILMAYAN GÜÇ
21. yüzyılının kim tarafından şekillendirileceği sorusu ekseninde yapılan tartışmalar sırasında, burjuva basını ve aydınlarınca, milyonlarca emekçinin savaşa karşı mücadelesi hep göz ardı erildi, edilmeye devam ediyor. Ancak, Irak işgalinden önce dünyanın bütün ülkelerinde milyonlarca emekçinin, 15 Şubat’ta olduğu gibi, aynı anda meydanlara çıkarak öfkesini dile getirmesi, dünyanın şekillendirilmesine başka bir gücün de aday olduğunu gösterdi. İşgalci ülkeler İngiltere ve ABD’de milyonlarca emekçi, Blair ve Bush hükümetlerine karşı alanlara çıktı.
Değişik uluslardan emekçilerin, gençlerin bu büyük eylemi, aynı zamanda, emperyalizmin dünya halkları üzerinde estirdiği teröre de bir yanıttır.
ABD, askeri ve ekonomik dayatmalarıyla hem emekçi yığınları hem de ezilen halkları alabildiğince yoksullaştırmış, sefalete sürüklemiştir. IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla dünyanın geri bıraktırılmış ülkelerinde, açlık ve sefaletin baş müsebbibinin ABD olduğu her geren gün biraz daha net görülüyor.
Emperyalistler arası bu çelişkiler, bir taraftan dünyayı yeniden bir ateş çemberine doğru götürürken, diğer taraftan emekçiler arasında emperyalizme karşı bilinçlenme ve örgütlenmenin gelişmesinin, emperyalizme önemli darbeler vurmanın olanaklarını da sunuyor. Avrupa’nın belli başlı ülkelerinin liderlerinin, gazetelerinin, televizyonlarının kendi ulusal çıkarları gereğince Irak işgalinin arkasında petrolün olduğunu, kitle imha silahlarının ise bahane olduğunu söylemeleri, bu ülkelerdeki emekçilerde hızla bir aydınlanmaya yol açtı. Emperyalizm kendi karşıtı dinamiklerin yükselmesine neden olmaktan kaçınamadı, kaçınamıyor. Kendisini mezara gömecek güçlerin gelişmesini teşvik eden, emekçi yığınlarla ezilen halklara işsizlik, yoksulluk ve sefaletin yanı sıra kitlesel ölümleri de sunan emperyalizm ve en başta da Amerikan emperyalizminden başkası değildir. Artık dünya bu yönüyle de yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bundan böyle dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar, sadece teoride etkili güçler durumunda olmaktan çıkmışlar, tarihin ilerleyişini yeniden etkileyip belirleyecek pratik güçlere dönüşmeye başlamışlardır.
Burjuvazi ve sözcüleri istediklerini iddia etmekte ve hesaba katıp katmamakta özgürdürler; ancak 21. yüzyıl, farklı emperyalist bloklaşmalardan öte, dünya burjuvazisi, uluslar arası tekeller ve emperyalizm ile dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar arasındaki karşıtlık, güç ilişkileri ve mücadele temelinde şekillenecektir.

Kapitalizm; stoklar ve sefalet

Eylül ayı başında, biri Ankara’nın “seçkin üniversiteleri”nden ÖDTÜ’de, öteki Meksika-Cancun kenti’nde olmak üzere; uluslararası özellikte iki toplantı gerçekleşti. Uluslararası ekonomik ilişkiler kapsamında, “gelişen” ve “gelişmekte olan ülkeler”in sorunları bu toplantıların tartışma konuları arasındaydı. Piyasa ekonomisi olarak da adlandırılan kapitalizmin üretip-geliştirdiği sorunları, sisteme ilişkin değil, ama, politik yönetim biçimleri ve hükümetlerin uygulamalarıyla ilişkilendiren düzen iktisatçılarının yanı sıra, Marx’ın teorik tahlilerinde dile getirildiği üzere, bu sorunların sistem koşullarında çözüm olanaksızlığına işaret eden az sayıdaki ekonomi uzmanları da Ankara’daki tartışmalara katılıp, görüşlerini dile getirdiler. Cancun’da ise, bağımlı ülkelerin delegeleri (90 ülke, dayatılan anlaşma platformunu ret etti), on binlerce protestocunun sloganları desteğinde, ABD ve AB üyesi ülkelerin dikte ettirmek istedikleri tarım politikalarına ve tarımsal üretim alanlarını emperyalist tekellerin tam denetimine sokma çabalarına karşı çıktılar. WTO 5. Konferansı, “sonuç anlaşması” imzalanmamış olarak, başarısız biçimde sona erdi.
Cancun’da çarpıcı gelişmelerden biri daha yaşandı: Dünya Ticaret Örgütü (WTO) Zirvesi’ni protesto gösterileri sırasında, Güney Kore Çiftçiler Federasyonu üyelerinden Lee Kyung-hae, “WTO Çiftçileri Öldürüyor” pankartı açıp, elindeki bıçağı göğsüne sapladı ve hastanede öldü. Bu, “kafalarda şimşek çakmasına yol açan” türden olaylardandı. Arkadaşları, 50 yaşındaki Koreli çiftçinin, “Dünya Ticaret Örgütü’ne nefretini göstermek için kendini feda etme eylemi”ne giriştiğini söylediler ve uluslararası sermayenin bu örgütünün politikalarını protesto eylemini polisle çatışarak sürdürdüler.(ı) Cancun’daki toplantının başlıca gündem maddesi, emperyalist ve bağımlı ülkeler arası ticari ilişkilerin; tarım politikaları, kamusal hizmetler ve ticaretin kapitalist piyasa kurallarına göre –sanki bugüne dek başka türlü işliyormuş gibi– yeniden düzenlenmesiydi.
Toplumsal yapının piyasa ekonomisi kurallarına göre yeniden düzenlenmesinin sorunları, bu toplantılara katılan çeşitli akademisyenler ve kimi kendini Marksist olarak tanımlayan ekonomi uzmanları tarafından çeşitli yönleriyle tartışılırken, süreç içinde “üretim sisteminde ve üretim biçiminde köklü değişimler yaşandığı, bunun da birçok eski tanımlamayı, ilişkilerin eski tarz ele alınmasını ve buna ilişkin çözüm yöntemlerini geçersizleştirdiği” iddiası, değişik ifade biçimleriyle, bu toplantılarda dile getirildi.

EŞİTSİZLİKTE EŞİTSİZ DEĞİŞİM SAVUNUSU
Kuşkusuz, “en gelişmiş beşli”, ya da “sekizli” ile dünyanın “gelişmemiş” ya da “gelişmekte olan büyük çoğunluğu arasında “serbest ticaret kurallarına dayalı” ekonomik ilişkiler, daha baştan gelişmemiş ya da gelişmekte olanların büyük emperyalistlere bağımlılığı anlamına geliyor. Bu ilişki ve bugüne kadarki işleyiş tarzı, bağımlı ülkeleri 2 trilyon dolar borç altına sokmuş, bütçelerini ve gelirlerini borç ve faizlerinin ödenmesine ayırmaya zorlamış, içerde halk kitlelerine karşı baskının yoğunlaştırılmasına ve emekçilerin satın alma gücünün daha fazla düşürülmesi üzerinden “ihracatın artırılması” senaryolarının uygulamaya sokulmasıyla yatırımların sınırlanması ya da bütünüyle durdurulmasına, ekonomik kriz unsurlarının daha fazla birikmesine, işsizlik, yoksulluk ve açlığın artmasına yol açan en önemli etkenlerden biri olmuştur. Buna karşın, emperyalist ülkelerin yetkilileriyle burjuva iktisatçıları, bu politikaların daha “rafine” biçimde uygulanmasını bir “çıkış ve gelişme yolu” olarak sunmakta; bağımlı ülkelerden, ilişkilerin yeniden düzenlenmesinde eşitsizliğin onaylanmasını istemektedirler. Cancun’da yeniden gündeme getirilen ve IMF-Dünya Bankası-DTÖ reçetelerinin bağımlı ülkelere ve dünya halklarına dayattığı plan ve program budur.
Bu toplantılarda, burjuva propagandası tarafından sürdürülen iddiaya uygun olarak, piyasa ekonomisi ve kapitalist “küreselleşme”nin, bağımlı ülkelerin kalkınmaları ve yoksulluk ve işsizlikten kurtulmaları yolunu açtığı ileri sürüldü, bazı burjuva iktisatçıları –zamandaş olarak kimi burjuva yazarları– bir adım daha atarak, bağımlı ülkelerin problemlerini ‘hızlı nüfus artışı’yla ilişkilendirmeye, ve yoksulluk ve işsizliğin giderilmesiyle bu “sorun” arasındaki “bağa” işaret etmeye yöneldiler.

KAPİTALİZM NEREYE SÜRÜKLÜYOR?
Son yirmi yıl, hemen tüm ülkelerde burjuva politikasının, burjuva-kapitalist iktisadın, kapitalist emperyalizm ve burjuva egemenliğinin, insanlığı, işsizlik, yoksulluk ve açlığın kitlesel boyutlarının büyüdüğü, gerginlik, çatışma ve savaş etkenlerinin arttığı sosyal-ekonomik ve politik bir sürece sürüklediği bir dönem oldu.
Çelişki, burjuva propagandasının uluslararası gerici koro halinde, bu dönemi, kapitalist emperyalizmin “asla aşılamayacak yeni bir dönemi”, “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” dönemi ilan ederek, sınıf mücadelelerinin, savaşların ve ‘büyük ekonomik dengesizliklerin’ geride kaldığını ve bütün bu gelişmelerle ilişkili bir refah artışı ve “refahın paylaşımı olanağı”nı doğurduğunu ileri sürmesiydi.
Amerikan-İngiliz menşeli iktisat teorisyenleriyle politika “profesörleri”, “tarihin sonu”nu ilan edecek kadar kendilerinden geçtilerse de, sosyal-politik gelişmeler suratlarına kuvvetli darbeler indirdikçe, geri adım atmak ve yeniden “Marksist devrim heyulası”ndan söz etmek zorunda kaldılar.
Refah, evet, toplumun ezilen büyük çoğunluğu dışındaki küçük bir azınlığın mülk ve patent etiketi altında büyük bir düzeye yükselmişti. Mali oligarşi, dünyanın “metropolleri”nde ve bağlı ülkelerin yönetim karargahlarında, zevk ve sefahat içinde yaşıyor, yekûnu trilyonlarca doları bulan mal ve sermayeyi çekip-çeviriyor, rantiye gelirlerini büyütüyordu.
Ama bu, tam da yüz elli-yüz otuz yıl öncesinden işaret edildiği üzere, kapitalist tekelleşmenin varış noktası, ve kendi yıkımının maddi dayanaklarını üretip-büyütmesinin de kanıtıydı. Her ne kadar burjuva yazar, politikacı ve iktisatçıları, sosyalizmin ve işçi hareketinin büyük darbeler yemesi ve ezilenlerin hareketinin geriye atılmış olmasını dayanak ve veri alarak, onu “maziye ait” ve “bir kez daha asla olamayacak” bir “toplum histerisi” saydılarsa da, yeni yüzyıla girmeden, ‘aynı doğrultuda ve yeniden büyüyen bir tehdit’ tespiti yapma zorunluluğu duyacakları gelişmelerle de yüz yüze geldiler.
Birleşmiş Milletler rakamlarına göre, açlar 800, günde 1 doların altında gelire sahip olan yoksullar 1milyar 200 milyona; işsizler 120 milyona çıkmıştı; ve ‘gariptir’, 200 milyon çocuk, yaşlarıyla bağdaşmaz işlerde, kapitalistlere artı-değer üretmek üzere işgücü pazarına çekilmişti. ABD, Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere gibi en gelişmiş ülkelerde en üst gelir grubunu oluşturan %20’lik kesim gelirlerin %80’nine el koyarken, yoksul, en yoksul %80’lik kesim ancak %16-20’lik miktara sahip olabiliyordu. Oran dünya düzeyinde de neredeyse aynıydı. ‘En gelişmiş ülkeler’ dünya üretiminin %80’lik kesimine el koymakta, en büyük dolar milyarderlerinden üçü 48 yoksul-en yoksul ülkenin tüm gelirlerinin toplamından fazla serveti elinde tutmaktaydı. Avrupa ve ABD’de köpek-kedi mamalarına harcanan miktar Afrika ülkeleri halklarının açlık ve yoksulluktan kurtulmaları, temiz su içebilmeleri ve yeterince beslenmeleri için yetiyordu, ve kozmetik maddelerine ayrılan para birçok ülkenin üretimleri toplamı kadardı. Dünya nüfusunun yarısı açlık ve yoksulluk çekerken, emperyalistlerle işbirlikçi burjuva sınıfları yıkım ve imha silahlarına yılda 790 milyar dolar kaynak ayırıyorlardı.(ıı)
Uluslararası alanda emperyalist ülkelerin kendi aralarında, emperyalistlerle bağımlı ülkeler arasında ve hemen tüm ülkelerde burjuva ve proleterler (sınıflar) arasında gerginlik ve çatışma etkenleri daha fazla birikiyordu. Silahlanmaya –ki bu savaş hazırlığı demektir– her yıl daha fazla kaynak ayrılıyor, pazar kavgası gerginleşiyor, küçük-büyük çok sayıda çatışma ve bölgesel savaş yaşanıyordu.(ııı) “Tam zamanıdır” denilip ilan edilen sosyal saldırı politikalarına karşı, işçi ve emekçilerin saflarından büyüyen tepkiler, sendika bürokrasisinin engelleyemediği grev ve direnişler artıyor, liman işçilerinin direnişinde yaşandığı türden uluslararası alanda dayanışma eylemleri gerçekleşiyordu.
“Yeni düzen” üzerine söylenenlerin safsatadan ibaret kaldığını, yalanın tutmadığını gördükçe, sosyal-ekonomik olgu ve gelişmeler politik-ideolojik burjuva yalanlarını geçersiz kıldıkça, piyasa ekonomisinin üstünlükleri ve burjuva demokrasisinin aşılamazlığı üzerine safsatalar inandırıcılıklarını daha fazla yitiriyordu.
Burjuva propagandasının başını çeken ABD-İngiliz “okulu”, bizzat bu ülkelerin sömürgeci emperyalist politikası tarafından iflasa sürükleniyordu. BM-NATO gibi uluslararası sermaye kurumları bünyesinde oluşan çatlaklar derinleşiyordu. Bush-Blair çetesinin; onlardan önce Thatcher-Reagan şürekasının, içerde emekçilere, dışarıda dünya halklarına karşı geliştirdikleri saldırı politikası, ortada, sınıf kavgaları ve savaşları gereksiz hale getiren “yeni bir düzen” değil, aksine daha keskin sınıf çatışmalarını ve yeni kargaşa ve savaşlara sürükleyen ilhakçı-pazar çatışmaları-rekabeti üzerinden şekillenen gergin ilişkiler yumağının olduğunu gösteriyordu.
İşçi sınıfı ve halklara karşı yeni ve kapsamlı saldırılar için “yeni durum” üzerine değerlendirmeleri ve eski tezlerin yeni kalıplar içinde yeniden piyasaya sürülmesini ihtiyaç haline getiren gelişmeler aslında burjuva ekonomi uzmanlarının piyasa ekonomisi üzerine yaldızlamalarının iflasının da bir tür kabulü ve ilanıydı. ABD ve Avrupalı emperyalistlerin bağımlı ülkelere dayattıkları İMF-Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü damgalı ekonomi politikaların bu ülkelerin ekonomisini tahrip ettiği, tarıma dayalı üretimin ağırlıklı ya da önemli bir yer tuttuğu bu tür ülkelerde, -Arjantin-Türkiye- Malezya-Meksika örnekleri hatırlansın- tarım ve hayvancılığın, uluslararası Amerikan ve Batı tekelleri yararına çökertildiği, özelleştirme yoluyla ve tarım ürünleri üretiminin kotalara ve patenti bu büyük tekellerin ellerinde bulunan ‘zorunlu tohum’lara bağlanarak, ya da tütün-pamuk-fındık-pancar gibi ürünlerin üretiminin Amerikan-İngiliz tarım tekelleri lehine sınırlanıp-giderek yapılamaz duruma düşürüldüğü bilinmektedir. Emperyalist ülkeler ve uluslararası büyük sermaye tekelleri bu ilişki tarzı ve biçimi üzerinden bağımlı ülkelere bir de “ticari serbestleştirmeyi esas alan ikili anlaşmalar” dayatmaktadırlar. Mali sermayenin hakimiyeti altında, emperyalist ekonomi zincirine bağlanmış tüm bağımlı ülkelerin kaynakları emperyalist büyük güçler ve uluslararası sermaye tekelleri tarafından “metropol ülkeler”e aktarılırken, tekelci burjuvazi, bu yağmayı, bu ülkelerin işçi sınıflarının “yoldan çıkarılması” amacıyla, sınıfın en üst kesimlerinin önemli bölümünü oluşturdukları sendika aristokrasisini satın alma yönünde değerlendirmekte, emekçi hareketini yedeklemek üzere kullanılan talan edilmiş emek, halkların daha fazla baskı altında tutulmasının maddi dayanağına dönüştürülmektedir. Daha da ilerletilmesi istenen bu kapitalist “ilişki”nin sonuçlarının, işaret edilen türden gelişmelerle görülmüş olması, uluslararası bu türden “çözüm arama” toplantılarını, beklenenin aksine, çıkarların karşıtlığı üzerinden çelişkileri daha de keskinleştiren olaylara dönüştürüyor. Burjuva iktisatçıları ve ideologlarının bu tür toplantılarda dile getirdikleri sözüm ona birleştirici tezler ise hiçbir yenilik taşımıyor. Bunlar, bir dönemler, kapitalist krizlere karşı “reçeteler” olarak piyasaya sürülen Keynes ve Friedman teorilerinin de gerisinde kalan, kaba saldırı taslaklarından ibarettirler. Kapitalizmin kaba ve ‘sıradan’ teorisyenleri dahi, sistemin açmazlarına ve bunalım etkenlerinin artmasıyla karşı karşıya olunduğuna dikkat çekmek zorunda kalıyor; kapitalizmi, “piyasa ekonomisi” etiketi altında pazarlama çabalarını sürdürmekle birlikte, “eleştirel değerlendirmelere ihtiyacın arttığı” söylemleri ardına gizlemeye çalıştıkları umutsuzluklarını da ortaya koyuyorlar.

ÜRETİM ARTIŞI, STOKLAR VE AÇLIK
Kapitalizmin son iki yüz yılı, üretim alanında başlıca iki gelişmeye yol açtı. İlki, üretim artışı ve onu ileri düzeyde gerçekleştirmek üzere geliştirilen üretim teknikleri; ikincisi üretim bolluğu içinde boy veren işsizlik, yoksulluk ve açlıktı. Kapitalistlerle politik-askeri temsilcileri, mal bolluğundan sözediyor, mağazaların dolu olmasıyla övünüyor, ama aynı zamanda bunalım gerekçeli fedakarlık çağrıları çıkarmaktan da geri durmuyorlardı. Soru hep gündemde kaldı: “bolluk içinde açlık” neden di?
Aslında soru çok önceden sorulmuş, cevabı da nesnel dayanaklarıyla verilmişti: Stokların birikimi ve sermaye yoğunlaşmasıyla açlık ve yoksulluk artışı arasındaki bu “doğru orantılı ilişki”yi sağlayan, kâr amaçlı üretim ve üretim araçlarının özel kapitalist niteliğiydi. Üretim kâr amaçlı ve durmadan büyürken, işsizliği, yoksulluğu, açlığı, zihni gelişme olanaksızlığını, rekabet-çatışma ve savaşları da üretiyordu.
İnsanın üretici güçlerinin içinde geliştiği sistem, bu güçlerdeki değişiklik sonucu, ve “zorunlu olarak” üretim ilişkilerini değişikliğe uğratırken; üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine dayanan ilişkiler içinde, bu işleyiş, küçük üretici ve küçük kapitalisti büyük sermaye yararına mülksüzleştirerek ve proletaryanın saflarına sürükleyerek, durmadan ve büyüyen oranda yoksulluk ve zenginliği iki zıt kutupta, üretiyordu.
Engels, daha 1844’te, “..Arz ve talep, tüketim ve üretim birbirine az-çok eşit iseler, üretimin gelişimi içinde zorunlu olarak öyle bir aşamaya erişilir ki, üretici güçler belirli bir fazlalık göstermeye başlar, öyle ki ulusun büyük bir kitlesinin geçimini sağlama olanağı kalmaz ve insanlar, tam bolluk içinde açlık çekerler.”demişti.
Bugün durum tam da böyledir. Gerçekte tam bir bolluk durumu vardır ve stokların eritilmesi için savaşlara başvurulan bolluk içindeki dünyada, nüfusunun yarısı günde ancak 2 dolar karşılığı harcama yapabilecek kadar yoksul ve yoksundur. 800 milyon kişi açlık sınırında yaşamaktadır ve bağımlı ülkelerin bağımlılığıyla bu ülkeler halklarının yoksulluğu, üretimin devasa çoğalması ve fazla üretim bunalımlarına karşın büyümeye devam etmektedir. Makineyle makine yapımı yolunda büyük adımlar atılmasına ve bilim ve teknikteki gelişmeler ileri kapitalist ülkelerde işçinin gerekli emek zamanını bir ya da iki saat kadar düşürmesine karşın, işçilere hâlâ 8-10 ve hatta on iki saat çalışma dayatılmakta; bu gelişme ve emek ürünü birikimler, hizmetleri kolaylaştırmalarına ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi olanaklarını genişletmelerine karşın, ağır koşullarda çalışma dayatılmakta, sosyal haklar budanmakta, bantların hızlandırılması, “esnek çalışma yöntemleri”nin artan uygulanması ve çevre ve doğa kirlenmesine yol açacak yöntemler ısrarla sürdürülmektedir.
Aşırı üretim ve geçim araçlarının geniş varlığına rağmen, ‘bolluk içinde açlıktan ölme’ durumuna gelen emekçiler kitlesi durmadan artmaktadır.
Yoksulluk, açlık ve işsizliği sistemden bağımsız gelişmeler sayıp, meta ve sermayenin, sayıları giderek daralan belli bir azınlık elinde birikmesini olağan/sorunsuz gelişme gösteren kapitalizm savunucuları, işçilerin, örneğin çalışma süreleri içinde zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak olandan fazlasını üreterek ve kapitalistler hesabına fazla çalışarak, onların kasalarına büyüyen oranda sermaye aktardıklarını gizliyorlar. Oysa, gerçekte, çalıştığı süre içinde, kendi gereksinmelerinden de fazlasını üreten bir sınıfın gereksinmelerini karşılayamaması, üretenin tüketememe durumuna düşmesi; eğer başka ilişki tarzları ve etkenler olmasaydı, olanaksız olurdu. Örneğin, “en gelişmiş” diye tarif edilen ABD ve AB üyesi ülkelerde, giderek artan obezlik hastalığının (çok yeme-tüketme kaynaklı şişmanlık) yanı sıra, açlar, yoksullar ve sokaklarda yaşayanlar artmaz, ve dünya nüfusunun birkaç katından da fazlasını beslemeye yetecek fazla üretim söz konusu iken yoksulluk, açlık ve işsizlik dünyayı kasıp-kavurmaz; onca çalışmalarına, bütün aylak ve asalak tabaka ve güçlerin fazlasıyla tüketebildiklerinden de fazla, –stok birikimlerine yol açacak kadar bol– miktarda üretmelerine rağmen, işçiler, tüketemeyenler durumuna düşmezlerdi.
Burjuva yazar ve iktisatçıları ise, kapitalizmi aklama amaçlı olarak yoksulluk ve açlığı, kapitalist sistem ve sermayenin genişleyen yeniden üretimiyle değil ama, yoksul kitlelerinin biyolojik çoğalma oranıyla ilişkilendirmektedirler.
Bu düşünüş tarzına göre, Kara Afrika’nın kitlesel açlık kırımlarının sorumluluğunu, Kıta zenginliklerini yağmalayan Batı kapitalizmine değil, ‘biyolojik üreme suçu işleyen’ Somali, Etiyopya, Kongo ve diğer yoksul ülke halklarına yıkmak ve örneğin Koreli Çiftçi Lee Kyung-hae’yi, yalnızca kendisi gibi yoksulların sık baş vurdukları suçlardan birinin kurbanı saymak gerekiyor. Bu düşünüş tarzı, kuşkusuz kapitalist ilişkiler alanındaki olgu ve ‘ilişki’lerin sömürü ve sömürücü egemen sınıf yararına çarpıtılarak ve “değişime uğratılarak” sunulmasını esas almaktadır.
Burjuva propagandası, nüfus ve yoksulluk ilişkisini, bilerek ve tersten kurmakta, tekelci kapitalizm ve sermaye sistemini işsizlik, yoksulluk ve açlığı üreten kaynak olmaktan çıkarıp, emekçilerin geçim araçlarına sahip olma olanaksızlığının üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetiyle ilişkisini gizlemeye çalışmaktadır. Kapitalistler, işçilerin bir bölümünü, emek verimliliklerini artırıp, yenilenmiş üretim teknikleriyle aşırı derecede çalıştırırlarken, diğer bölümünü açlığın kollarına atmaktadırlar. Bağımlı ülkelerin, tarım alanlarının büyük bir kesimini üretim dışı bırakmaya zorlanmaları, bu ülkelerin tarımsal üretimi ve hayvancılığı geliştirme politikalarının mali sermaye engeline çarpması, ABD ve Avrupa ülkelerinde tarım ve hayvancılık yıllık 350 milyar dolar sübvansiyonla desteklenirken, sübvansiyonları kaldırmaya zorlanmaları, ekonomilerinin uluslararası tekeller ve emperyalist büyük devletlerin çökertici-iflasa sürükleyici baskı ve uygulamalarına hedef olduğunu göstermektedir. 
Kapitalizm, zenginlik ve yoksulluğu, sefahat ve sefaleti, işsizlik ve ‘fazla emek-gücü’nü; tarımda ve sanayide küçük üretimin iflasa sürüklenmesi ve küçük üreticinin proletarya saflarına sürüklenmesini, durmadan ve artan oranda –tekelci sermaye döneminde sıçramalı bir biçimde– üreterek, toplumu, esas itibariyle iki ana sınıf halinde ayrıştırırken, işçileri, işsizleri, çiftçileri ve küçük mülk sahiplerini umutsuzluğa ve yıkıma sürükleyen bir seyir izlemektedir. Kapitalistlerin rakiplerine üstün gelmek ve onları pazardan sürüp atmak üzere, aynı pazara durmadan sermaye ve meta sürme ihtiyacı meta ve sermayenin hesapsızca artmasını sağlamakta, makinenin teknik yenilenmesi ve tekelleşme ve merkezileşmenin düzeyine bağlı olarak rekabet kızışmaktadır. Meta ve sermayenin hesapsızca artmasını sağlayan da budur. 
Rekabet aynı zamanda aşırı-üretimi ve onunla satın alma olanaksızlığı arasındaki çelişkinin derinleşmesini getirmekte, artan sayıda işçi yedek sanayi ordusunun saflarına itilmektedir. Kapitalist üretimin değişim değeri üretimini esas alması ve tüketim nesnelerinin de değişim nesneleri –meta– olmaları, işçilerin bu nesnelerin tüketimine katılmalarını sağlamakla birlikte, artı-değer üretiminin hedef ve amaç edinilmesi, açlık ve yoksulluğun giderilmesini hedefler arasından çıkarmakta, ve aşırı üretim ile satın alma gücü yoksunluğu arasındaki uçurum, kapitalist bunalımların patlak vermesinde rol oynamaktadır.
Kapitalist üretimde, emek-gücü değerinin ödenmesi, kitle tüketimi ve kitlelerin ihtiyaçlarının karşılanması, ya da alt sınıfların sefalet ve yoksulluğunun kaldırılması bir hedef oluşturmaz. Aksine, eğer kapitalist üretim, kitle tüketimini ve kitlelerin ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alarak yapılsaydı, artı-emek zamanının ve artı-değerin artırılması çabalarının gereği kalmaz; ve işte o zaman sistem kapitalizm olmaktan çıkar, başka bir şey haline gelirdi. Eğer kapitalist üretim, bir azınlık yararına ve kâr için değil de, yığınların ihtiyaçlarının karşılanması ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için yapılsaydı, üretim ve tüketim arasında bugünkü türden bir çelişki doğmaz, aşırı üretim ve yol açtığı kapitalist bunalımlar söz konusu olmazdı.

“FAZLA NÜFUS”U, YOKSULLUK VE CEHALETİ ÜRETEN SİSTEM
İngiliz Papaz, Thomas Robert Malthus –1798– “Nüfusun gücü, yeryüzünün, insanın geçimini sağlama gücüne kıyasla, sınırsız ölçüde büyüktür” demişti. Ona göre, “Geçim araçlarının sağlanmasındaki güçlük nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı gerektir”mekteydi! Malthus, “Toplumun üst sınıflarının,…alt sınıfları sefalet ve yoksulluktan kurtarma çabaları”ndan sözediyor, “fazla nüfus”un bunu olanaksız kıldığını ileri sürüyor, ve zaten “sahiplenilmiş dünyaya gözlerini açan” birine, “doğanın görkemli şöleninde boş yer” olmadığını söylüyordu.
Papaz Malthus’un saçma teorisi sonraki dönemlerde de taraftar ve sözcü bulmaya devam etti. Burjuva politikacıları ve iktisatçıları arasında, ekonomik-sosyal ve siyasal sorunları ‘hızlı nüfus artışı’ ve ‘kaynak yetersizliği’yle izah edenler birbirini izlediler. Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından Koçların baba Koç’unun önemli iddialarından biri de “nüfus planlaması ihtiyacı” idi. Kısa bir süre önce Doğan Holding yazarlarından biri, bu paslı-çürük tezleri bir kez daha gündeme getirdi. O şöyle diyordu: “Gelişmiş ülkelerde nüfus artışı az, hatta en gelişmişlerde durağanken, gelişmemiş ülkelerde aşırı, en geri kalmışlarda ise rekor düzeyde nüfus artışı bir rastlantı değildir. Refah ve bilgi birikimi ister ailede olsun, ister devlette, insana saygıyı, bireyin var olma hakkını ve çocuğa karşı sorumluluğu da beraberinde getirir. Yoksul ve cahiller ise sevgi adı altında ‘sömürmek’ için çocuk yaparlar…” (2 Eylül-2003)(ıv)
Hızla artan nüfusun kaynak yetersizliğine yol açtığı yönündeki burjuva propagandası, somut verilere değil, önyargı oluşturmaya yönelik yalanlara dayanmaktadır. “Modern” Malthusçuların bağımlı ve çok nüfuslu ülkeleri “felaketin kaynağı” gösterme çabalarının ardında kapitalizmi sürdürme endişesi, bu sitemin, ürettiği açlık, yoksulluk, işsizlik, savaş ve cehalet neticesinde, yığınların öfkesine hedef olması ve üretimin toplumsal karakterine uygun düşen bir toplumsal sistemin, kitlelerin gereksinmelerinin karşılanmasına ve zorunlu toplumsal hizmetlerin yürütülmesine yeterli bir fazlanın üretimini esas alan kolektif üretim sisteminin kurulması için mücadeleye yönelmelerini engelleme politikası ve tutumu yatmaktadır. Kaynak yetersizliği ya da üretim nesnelerinin “nüfus çokluğuna yetmediği” iddialarında bulunanların hizmet ettikleri tekelci burjuvazi ve emperyalistler, ellerinde çok büyük miktarda kaynak bulunduruyor, ancak bu kaynakları, yoksulluk, işsizlik ve açlığın giderilmesi ve yaşamın kolaylaştırılması için değil, azınlığın çıkarları, sefahatı ve savaş araç-gereçlerinin geliştirilmesi ve biriktirilmesi için kullanıyorlar. Emperyalist sömürgeci politikalar ve gerginleşen uluslararası ilişkiler, birçok yoksul ve bağımlı ülkenin gelirlerini silahlanmaya ayırmalarına yol açmakta; bu ülkelerin işbirlikçi yöneticileri, kaynakları emekçilerin eğitim, sağlık ve öteki sosyal-ekonomik ihtiyaçlarına değil, bağımlılığı daha da pekiştirmeye hizmet eden borçlanma ve silahlanmaya ayırmaktadır.
Malthus çömezi politikacı ve yazarlarla “nüfus planlaması” üzerine vaazlarını sürdüren kapitalistlerin, yoksulluk ve işsizliği, “cahil kitlelerin hesapsız çoğalması”yla ilişkilendirmeleri ve cehalet ve bilgisizliği yoksulların durumlarıyla sınırlı bir sorun olarak göstermeleri; dayanaksız bir hileden ibarettir. “Fazla nüfus”u durmadan ve büyüklüğüyle orantılı olarak üreten kapitalist birikim süreci, yığınların tüketimi ve ihtiyaçlarıyla ilgisizdir; “üretimin sınırları”, açların sayısına göre değil, metaları para verip satın alabilecek “kese sayısına göre” belirlenir. “Parasız karınlar”(Engels) ise, kâr için kullanılamayan ve bu yüzden kendileri de satın alamayanlar; öyleyse, ölüme terk edilmelerinde sakınca görülmeyenlerdir.
“Fazla işçi nüfusu, birikimin, ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu fazla nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin koşulu halini de alır. Bu fazla nüfus her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu fazla nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan malzemesi kitlesi yaratır.” (Karl Marx, Maltus ve Nüfus Sorunu, Kapital’den parça, s. 102)
Kapitalizm için, doğal nüfus artışının sağladığı hazır işgücü miktarı asla yeterli gelmez ve “rahatça at oynatılacak” bir yedeğin hazırda tutulması genel bir ihtiyaç olarak kalır. Kapitalizmde ücret hareketi ve burjuva sınıfın bu alana ilişkin politikaları, bu yedek sanayi ordusunun genişleme ve daralması üzerinden düzenlenir. Ücret ve geçim araçlarının teminine yetecek bir gelirin emekçiler için sağlanması sorunu, işçi sınıfının “mutlak sayısındaki değişmeler”le değil, sınıfın faal ve yedek ordu bölümleri arasındaki bölünüşü ve nispi fazla nüfus miktarındaki artış ya da azalmayla ilgilidir; açlık, yoksulluk ve işsizliğin kaynağı, doğrudan doğruya sermayenin genişleyen yeniden üretim süreçlerinde yatmaktadır; ve arz-talep dengesizliği, üretim fazlalığı nedenlidir.(v)
Marx ve Engels’in yaklaşık yüz elli yıl önce, büyük bir deha gücü ve bilimsel öngörü ile işaret ettikleri gibi;
“…Kapitalistlerin, giderek artan ölçüde hünerli işçi yerine daha az hünerli işçi koymak, olgun emek-gücü yerine henüz olgunlaşmamış emek-gücü, erkek yerine kadın, yetişkin yerine genç ya da çocuk çalıştırarak aynı sermaye ile daha büyük emek gücü kitlesi satın aldığını…”, aradan geçen uzun sürede, kapitalist gelişme ve kapitalizmin kendi gerçeği göstermiş oldu.
Kapitalizmin, makine ve fabrika üretimi ve organizasyonuyla bir dünya sistemine genişlemesi, işçinin makinenin basit eklentisine dönüşmesi ve bilim ve teknikteki gelişmelerin “hünerli eller”in işlevini önemsizleştirerek, çocukların dahi yapabileceği türden “daha az hünerli” emek-gücü üzerinden daha fazla sömürüyü gerçekleştirmesi, işçi sınıfının çalışan kesimiyle “fazla”yı oluşturan kesimi arasındaki ilişkileri de etkiledi. Makine ve bilimsel teknolojik gelişmeler, daha çok ve “daha hünerli eller”in yerine daha az hünerli ve daha az sayıda işgücü emilmesine ve işsizler kitlesinin büyümesine yol açtı. Kapitalist üretimin fabrika ve makine sistemiyle ‘olgunluk derecesine’ ulaşması ve “özellikle teknik temeli olan makinenin” makineyle üretilmeye başlanması, ve  modern sanayi sistemiyle “üretim için gerekli genel koşullar”ın oluşturulması, hammaddelerin ve sürüm pazarlarının bulunmasını tek hedef haline getirirken, bağımlı ülkelerin kaynaklarının talanı başlıca ve temel ilişki biçimlerinden biri olma özelliği kazandı.
Marx, bu gelişmeyi şöyle ifade ediyordu:
“Nispi artı-nüfus üretimi ya da emekçileri serbest duruma getirme işlemi, bu nedenle, bilimin ilerlemesiyle birlikte ortaya çıkan ve bu ilerlemeyle hız kazanan üretim sürecindeki teknik devrimlerden daha büyük bir hızla devam etmektedir. Üretim araçları, büyüklük ve etki güçleri bakımından artarken, daha az emekçi çalıştırma araçları haline geldikleri gibi, bu durum, bir de emeğin üretkenliğindeki artış oranında sermayenin emek arzını, emekçi talebinden daha büyük bir hızla yükseltmesi gerçeğiyle değişikliğe uğratılır. Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda bırakır. İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı-çalışmayla diğer kesimi zorunlu bir işsizliğe mahkum etmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini aldığı gibi, aynı zamanda yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır.” (Kapital, cilt 1, s. 653-654)
Kapitalist gelişme, emek talebini artırırken, nüfusun bir kesimini de “fazla” duruma getirmekte, emek arzının artması ve işsizlerin çoğalması, işçilerin çalışan kesimi üzerinde, artı-emek zamanının nispi ve mutlak olarak artması yönünde baskı oluşturmaktadır.
Üretim ve tüketim nesneleri yetersizliği, eğer böyle bir “olgu”dan söz edilebilseydi, nüfus fazlalığından değil, mali sermayenin artan miktarda işletmeyi büyükler lehine tasfiye etmesi ve spekülatif kazanç –rantiyecilik– yolunu seçmesi vb. nedenlere dayanıyor olacaktı ki, bunun da sorumlusu, kâr amaçlı kapitalist üretim ve kapitalist sistem olurdu. Gerçek budur. 120 milyon işsize karşın, stoklar krize yol açacak ölçüde büyüdüğüne, fazla mesai ve çalışma sürelerinin mutlak ve nispi olarak artırılması için onca gerici çaba gösterildiğine göre, yedek sanayi ordusu ve nüfus artış hızı, gerçekte bir problem oluşturmuyor demektir.
Burjuva yazar ve iktisatçıları, kapitalizmin yoksulluk, işsizlik ve cehaletle ilişkisini gizlemek üzere, bağımlı ülke halklarının yoksul, ve genelde de çok çocuklu ailelerden oluşması basit gerçeğini kullanıyorlar. Bağımlı ülkelerin yönetici kastının baş vurduğu entrikalarla, yaptıkları yolsuzluk ve soygunların sorumluluğunu da, “onları iktidara getiren” yoksul ve “cahil tebaa”ya yıkıyor, bu “tebaa”nın “adam edilmesi”, “bilgili, eğitimli-kültürlü duruma getirilmesi”yle –Malthus’da “üst sınıfların alt sınıfları yoksulluk ve sefaletten kurtarma çabaları’ndan söz ediyordu–, “refahın genelleşerek herkese yayılacağı”nı vazediyorlar.
Böylece, bağımlı ülkelerin yoksulluğunun bağımlılık ilişkileriyle bağı ve kaynaklarının emperyalistlerce yağmalanması gizlenmiş ve aklanmış oluyor.
Buradan, kapitalizmin eğitimli-kültürlü kitleleri gereksindiği, bunu öngörüp hedeflediği gibi bir yanılsama da oluşturulmak isteniyor. Ama biliyoruz ki, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine dayanan bugünkü sistemde, kağıt ve mürekkep fabrikaları, iletişim ve eğitim araçları kapitalistlerin ellerindedir ve böylesi koşullar altında ayrımsız ve genel bir eğitimin de, refah ve mutluluğun herkes için gerçekleşebilir olmasının da olanağı yoktur. Aksi durumda, eğitim-öğretim bir ayrıcalık durumuna dönüşmez, emekçi çocuklarına okul kapılarının kapanması anlamına gelen uygulamalar olmazdı. Kapitalizm, işçinin ve yoksul çoğunluğun sağlığı ve eğitimiyle; onlara eğitim ve zihni gelişme olanağının sağlanması, sağlıklı yaşamları ve çocuklarının geleceğiyle ilgili değildir. Aksine, kapitalizm koşulları altında ‘alt sınıflar’ın cehaleti ve eğitimsizliği, “fazla nüfus”un hastalık, yoksulluk ve savaşlarda kırımı, sistemin kaçınılmazlıkları içindedir. Sosyal-ekonomik kısıtlamaları, özelleştirme saldırısı ve işten atma, ücretlerin, maaşların ve tarım ürünleri taban fiyatlarının düşürülmesi ve sübvansiyonların iptalini dayatan, eğitim ve sağlık alanındaki başta olmak üzere kamu harcamalarının, yatırım ve istihdamın düşürülmesi ya da tamamen durdurulmasını bağımlı ülkelerin önüne, ilişki sürdürme koşulu olarak koyan, başlıca büyük emperyalist ülkeler ile işbirlikçileridir ve bunlar eğitimsizlik ve yoksulluk etkenleridirler. Bundandır ki, emekçiler dünyanın her tarafında ve özellikle de IMF-Dünya Bankası planlarının dayatıldığı bağımlı ülkelerde kaynakların silahlanmaya ve rantiyeye değil, eğitim ve sağlık başta olmak üzere sosyal güvenlik alanına kaydırılması talebiyle işsizliğe, açlık ve yoksulluğa karşı mücadele etmektedirler. Onlar, çalışma süresinin düşürülmesini, ücret ve maaşların temel gereksinmeleri karşılayacak düzeye yükseltilmesini, genel sağlık sigortası uygulanmasını, politik-askeri baskıların son bulması ve demokratik halkların geliştirilmesini istemektedirler.
Buna rağmen, toplumsal sorunlarla ‘yoksul kalabalıkların çoğalmaları’ arasında doğrusal ilişki kuran burjuva yazarları, rüşvet, yolsuzluk, banka hortumculuğu ve hatta sömürü ve sömürülmeyi, “hep böyle ve hiç değişmeyen”, “rüşvete, hırsızlığa idmanlı, yasal ahlakı olmayan, hatta dinin özüne saygısız”, “hep yeni bir efendi arayan”, ve bir “tebaa” olmaktan öteye gidemeyen bu “cahil kitleler”e  bağlamaktadırlar.(*)
Ancak, “fazla nüfus”u ve “cahillerin çoğalma güdüsü”nü yoksulluk, işsizlik ve açlığın nedeni sayan sosyal kıyamcı tezleri doğrulayan hiçbir kanıt ve gelişme yok. Aksi yöndeki gelişmelere kanıt göstermek üzere, kaynağı bizatihi uluslararası sermaye kuruluşları olan, veri yığınına baş vurmak mümkün. Dünya Bankası, BM, ve ona bağlı “gıda” ve “kalkınma” fonu yetkililerinin  açıklamaları, burjuva iktisatçı ve yazarlarını yalanlamaktadır.
BM verileri son elli yılda dünyada üretilen varlıkların 7 kat artmasına karşın nüfusun aynı zaman diliminde 4 kat arttığını; buna karşın yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik ve konutsuzluğun artmaya devam ettiğini göstermektedir. Gelişmemiş ülkeleri daha fazla yoksulluğa ve gelişmemişliğe mahkum eden borç miktarı 2 trilyon doları bulmuştur ve buna karşı aynı miktarda “fazla sermaye” uluslararası piyasalarda dolanıp durmaktadır. BM yetkilileri, Roma’da düzenlenen Dünya Gıda Zirvesi öncesinde yapılan açıklamalarda, dünyada her gün 24 bin kişinin açlık nedenli yaşamını yitirdiği, açların sayısını yarıya (800 milyondan 400 milyona) düşürmek için yalnızca 24 milyar dolara ihtiyaç olduğunu belirtiliyorlardı. FAO Genel Sekreteri Jacques Diouf, 1996 yılında yapılan ilk Dünya Gıda Zirvesi’nde; açlığa karşı önlem alınması için çaba göstermeyen ve verdikleri sözleri tutmayan  Batılı emperyalist yöneticileri sorumsuzluk ve yalancılıkla suçluyordu. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, zirvenin açılış konuşmasında “Dünyada her gün 24 bin kişi açlıktan ölüyor. Dünyada açlık ve yoksulluğu azaltmak için kaybedecek zaman yok” diyordu; 800 milyon açın 300 milyonu çocuktu ve BM verileri son otuz yıl içinde dünyadaki açlığın iki kat arttığını gösteriyordu. Oysa, silahlanmaya harcanan paranın sadece yüzde 1’i ile gıda sorunu çözümlenebilmekteydi.
Cenevre’de toplanan Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı, yoksulluğun en alt sıralarında yaşayan insanların sayısının son 30 yıl içinde iki kat arttığını, yoksulluk sınırı altında yaşayan insanların günlük gelirlerinin 1 dolardan az olduğunu belirtiyordu. En zengin ülkelerle bağımlı ülkeler arasında, kişi başına gelir farkının 2000’li yıllar itibarıyla 1/82 kata yükseldiği bir dünya gerçeğiyle karşı karşıyaydık, vb, vb..

BU KARA AKLANMAZ
Burjuva yazar ve iktisatçıları bağımlı ülkelerdeki yoksulluk, açlık ve işsizliğin sorumluluğunu bu ülkelerin yoksul halklarına yıkmakla kalmıyor, ‘en gelişmiş’ ileri kapitalist ülkelerdeki yoksulluk ve işsizliği de gizleyerek,  “nüfus artışının en az olduğu” sömürgeci asalak ülkelerdeki zengin-yoksul uçurumunu da “cahillerin çoğalması”yla izah etmeye çalışıyorlar. Bu tezler, dünyanın tüm gerçeklerinin kapitalizmin en büyük güçleri başta olmak üzere sömürücüler yararına yorumlanmasına dayanıyor. Kapitalizmi, onun ürettiği işsizlik, yoksulluk, açlık ve katliamlardan arındırarak, insanlık tarihinde ulaşılmış “en ideal ve demokratik bir sistem” olarak sunmaya çalışanlar; onun kara olmaktan öte, kitlesel katliam ve savaşlara sürükleyen rekabet yasasını, piyasa yüceltmesiyle, toplumsal ilişkinin merkezine yerleştirerek, kalkınma ve demokrasiye ulaşmanın teminatı olarak vaaz edenler, 16. yüzyılın ortalarından beri insanlığı kapsamlı felaketlere sürükleyen, bugün şikayet edilen işsizlik, yoksulluk ve açlığı; onlarla birlikte sömürgeciliği ve istilacı savaşları üreten bir sistemi aklama çabasındadırlar. Ama bu karayı aklamak sanıldığı gibi kolay değil. Her şeyden önce o, kendi yıkımını, bünyesindeki bu türden çelişkilerin sürekliliği ve derinleşerek daha kapsamlı çatışmaları gündeme getirmesiyle durmadan hazırlamaktadır. Burjuva iktisatçıları, filozof ve politikacıları, aldatıcı iddiaları ve etrikalarla belki bu yıkımı geciktirici bir rol oynayabilirler, ama onu engellemek olanaksız.

Dipnotlar:
(ı)Bu politikaların protestosu için Meksika-Cancun’a toplanan on binlerce kişi, WTO 5. Bakanlar Konferansı’nı protesto amacıyla sokak ve caddeleri doldurdular. Meksika polisi, 150 bin civarındaki protestocuya karşı  “terör” suçlamasıyla saldırıya geçerken, bir futbol sahası ve boğa güreşleri arenasını gözaltılar için hazırladı.
(ıı)(BICC), 2002 yılı raporunda, dünyada yeni bir silahlanma dalgası yaşandığına dikkat çekerek, ABD’nin silahlanmaya inanılmaz boyutlarda bütçe ayırdığını belirtirken, Bush, 2004 bütçesinden 87 milyar dolar daha ayrılmasını talep etti. ABD’nin 2003’te silahlanmaya ayırdığı pay 396 milyar dolardı ve bütçe açığının 1 trilyon dolara doğru tırmandığı, 30 milyon kişinin sokaklarda yaşadığı, 40 milyon kişinin yoksulluk çektiği bu ülkede, kaynaklar, halkların sömürge bağımlılığına alınması için harcanıyor. ABD, % 47’lik bir pay ile silah pazarının en büyüğü. Onu Rusya ve Fransa; satışların yüzde 10’undan fazlasına sahip olmakla izliyor ve İngiltere ve Almanya, % 5-10 ile arkalarından geliyor.
ABD, silahlanmaya ayırdığı parayı 2000’de 280.6,  2001’de 310, 2002’de 353, 2003’te ise 396 milyar dolara çıkardı. Silahlanmaya, Japonya 45 milyar dolar; Fransa, İngiltere ve Çin 40 milyar dolar; Almanya 30 milyar dolar ayırırlarken, yeni imha silahlarının üretimi için büyük kaynaklar ayrılmaya devam ediyor. 2000 yılında dünyada silaha 798 milyar dolar harcandı ve bu miktar giderek artıyor. Kişi başına silahlanma için 130 dolar harcanırken, –dünya gelir toplamının %2.5’i– 3 milyara yakın insan günde ancak  2 dolar harcayabilmektedir. Rusya, silahlanmaya, yalnızca 2000 yılında 43.9 milyar dolar ayırırken, onu, 40.4 milyar dolarla Fransa, 37.8 milyar dolarla Japonya, ve 36.3 milyar dolarla İngiltere izledi. Almanya (33.0), İtalya (23.8), Çin (23.0), S.Arabistan (19.1), Brezilya (14.9), Hindistan (12.3), Türkiye (10.5), G.Kore (10), İsrail (8.9), İspanya (8) milyar dolar ayırdılar. Bu 15 ülke, dünyadaki silah pazarının yüzde 80’inin de sahibi.
(ııı) Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü ( SIPRI)’ye göre; 20. yüzyıldaki yaklaşık 250 savaşta 110 milyon kişi yaşamını yitirdi. Yalnızca 1990-95 yılları arasında Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Orta Asya’da çıkan 93 savaşta yaklaşık 5.5 milyon insan ölürken, Ruanda-Burundi, Somali, Liberya ve Sierra Leone, Kongo, Kolombiya ve Sri Lanka gibi ülkelerde yaşanan katliamlarda ABD ve Fransa gibi emperyalist ülkeler asıl rolü oynadılar.
(ıv)Kuşkusuz burjuvazi kapitalist üretim karşısında büsbütün çaresiz ve edilgen değildir. Pazar kavgaları, pazarların doygunluğu, üretim maliyeti vb. etkenler hesaplanmaya çalışılarak yürütülmektedir. Ancak, kapitalizmin rekabete ve kâr esasına dayalı bir üretim sistemi olması, bütün kapitalistlerin birbirlerinin etki alanına ve aynı pazara durmadan meta ve sermaye sürmeleri, birbirlerine satıp birbirlerinden almaları; arz-talep ilişkisinin tüketici emekçinin ‘sahiplik durumu’nu arka plana itmesini, kapitalizmin bu dengesiz yasasının ‘esas sözü söylemesini’ sağlamaktadır.
(v)Türkiye’nin en büyük basın-yayın tekelinin gazetelerinde dünya yoksullarının “hızla çoğalarak, yoksulluğu ve cehaleti ürettikleri” ve cehalet ve yoksulluklarına uygun düşecek biçimde, “kendilerine layık olanı başa getirerek”, insanlığı bir tür felakete sürükledikleri yönünde, modern Malthuscu safsatalar yineleniyor. Radikal gazetesinde M. Kırıkkanat, 2Eylül 2003 tarihli makalesinde, bu sosyal kıyamcı tezi bir kez daha gündeme getirdi.
(*) “Fazla nüfus” ile bağımlı ülkeler ilişkisi üzerine yaygınlaştırılan yalan ve çarpıtmaların aksine, kapitalizm ve kapitalistler için, el altında tutulacak bir yedek işgücüne her zaman ihtiyaç vardır. “Fazla nüfus”, işçi sınıfı saflarında rekabet ve bölücülük unsuru olarak kullanılabilecek ek kâr kaynağıdır. Kapitalistler için kitlelerin tüketim ve refahının, sağlıklı yaşam ve kültürlü oluşlarının hiçbir önemi yoktur. Kapitalist üretim kitlelerin eğitimli-bilinçli-kültürlü olmalarını öngörmez, kitlelerin ihtiyaçları amaçlanarak yapılmaz. Kapitalistler pazarda birbirleriyle rekabet içinde, durmadan ve yalnızca daha fazla kâr için üretirler. ( A. Cihan soylu, 3 Eylül 2003Evrensel )

Kalite kavramları, argümanları ve anlamları kalite kavramları, neyin ideolojik zeminini hazırlıyor?

Türkiye’de son 15 yıldır tartışılan konuların en önemlilerinden biri, kalite yönetimi ve kalite kavramları oldu. Bu tartışmalarda dikkat çeken; konularına göre kullanılan çeşitli argümanların anlamlarının, her işlev ve yapısal uyumda içselleştirilmesi yönünde gayret edilen fikirlerin, bir terminolojik ögeler bütünü içinde harmanlanarak sunuluyor olmasıdır. Yani her tanımlama ve açılımın, bütünsel bir taktik ve stratejinin parçalarını oluşturmaya yönelik, birbirini tamamlayan ifadelerle kullanıldığı dikkat çeker. Her ifadeyi veya kavramı yeniden tanımlama ve amaç-tanım maddeleriyle prosedürlere geçirme, kalite yönetiminin ilk kuralı olarak uygulanır ve kalite terminolojisi içinde buna “vizyon politikası” denmektedir.
Kalite yönetimine ilişkin terimlerin, terminolojik kavramlarla ifade edilen ve sistematik olarak tüm reform ve yapısal uyum projelerinin içeriğinde kullanılış biçiminin, her bir parçasının birbiriyle bağlantısı kurularak, belli bir düşünsel yapı oluşturduğu görülür. Her biri ayrı yasal ve hukuksal düzenlemelere konu olan projelerde, yaptırımlarda, bunları ortak bir zeminde birleştiren ideolojik temelin örgüsü için kullanılan bu kavramların arasında da bir bütünlük göze çarpar. Bu durumun, ayrı “puzzle”ların farklı rezonanslarla ortak kurgulanması olanağı yaratacak bir düşünsel zemin hazırlığı içinde olduğu, fark edilebilir.
***
Kalite kavramlarının, toplumun tüm kesimlerini ikna etmek amacıyla kullandığı terminolojik ve sosyolojik ifadelerin içeriği, amacı, toplam kalite yönetimiyle yaratılmaya çalışılan esnekleştirme politikasıdır. Esnekleşme, ya da esnekleştirme, her alanda yayılsın ve genel bir ilişkiler ağı olarak topluma nüfuz etsin istenir. Piyasaların, ticaretin, üretimin, devlet ve kamu kurumlarının, denetimin, istihdamın, çalışma koşullarının, ücretlerin, sosyal hakların ve sosyal kurumların, bilginin, kaynakların, vb., her şeyin esnekleşmesi istenir. Ayrıca, toplumun tüm kesimlerinin, bu esnekleşme sürecine yardımcı olması için de, ikna edilmesi öngörülür. İşte, esnek politikaların hızla hayata geçirilmesinde kullanılan yöntem, Toplam Kalite Yönetimi (TKY) olarak, bu “toplumsal uzlaşma” ve ikna sürecinin metodolojisi olarak piyasaya sürülür.
TKY’nin vizyon politikalarına altyapı oluşturacak ideolojik kavramlar, bu amaçla her alanda yaygın kullanıma sokulmuştur. Bu kavramların nasıl yaratıldığı ve hangi anlamda kullanıldığına dair yapacağımız bir çalışma için, ilk önce TKY’nin nasıl bir yönetim şekli olduğuna ilişkin kısa bir açıklama yapmak, kullanılan kavramların anlamları hakkında bir ön fikir oluşturmaya yardımcı olur.
Toplam Kalite Yönetimi (TKY), tüm dünya ülkelerinde, tekelci kapitalizmin, daha etkin ve denetimci bir yayılma politikasına uygun hegemonya ilişkilerini yenileyen yönetim tarzı olarak karşımıza çıkar. Yani günümüz emperyalizminin, döneme uygun politikalarını belirlemede projeksiyon görevi görür. Türkiye’de 1990 yılı itibariyle, gündeme daha etkin olarak girmiştir. Çeşitli alanlarda eşzamanlı ve eşgüdümlü başlatılan çalışmalarla, bugüne kadarki sosyo-ekonomik ve siyasal literatürünün kanıksanmasını önemli ölçüde sağlayan TKY, 1945 yılı,  ABD-Pentagon menşelidir. Yani Amerikan savunma veya saldırı taktiğidir.
Yöntemlerinin gelişimi, 1950’lerden bu yana, Japonya ve Hollanda-Almanya-İngiltere’deki denemeler üstüne oturur. ’90 yılından sonra da, metodolojisi tüm dünya ülkelerinde yaygınlaştırılmaya başlanır. Hatırlanırsa, 1989 yılında Berlin duvarının yıkılması sonrası, “sosyalizm bitti, işçi sınıfı, tarihsel olarak sınıfsal rolünü tüketti” gibi bir propagandayla, işçi sınıfına karşı bir cihat çağrısıyla birlikte gündeme girmişti. TKY’nin politikası olarak bilinen “Kalite Politikası”, dünyanın her alanında yeniden yapılandırılması gereken bir biçimsel modelin teknolojisini yaymak üzere hareket eder. Dolayısıyla, kalite eğitimi, kalite felsefesi, kalite denetimi, kaliteli üretim, kaliteli yönetim vb.; “kaliteye inanmak gerek” gibi bir kalite vizyonu ile, tüm dünya ülkelerinin gündemini işgal etmeye başlar . Devletler, kurumlar, işletmeler, sendikalar ve ordular, uluslararası kuruluşlar vb.’de olduğu gibi, hukuk, bilim, sanatta da, aynı metodolojinin ve ideolojik kavramların üzerinde şekillenen yeni bir yönelişe girilir. Bir tekele ait marka politikası ile, bir ülkenin edebiyatından sanatına, eğitiminden sağlığına, devletin idari kurumlarından mahalli yönetimlerine kadar, toplumun her alanına nüfuz eden politikalar arasındaki benzerlik, bir rastlantı değildir. Çünkü, hangi alana bakarsak, alanlara ilişkin çalışmaların hedef ve kapsamını belirleyen ve denetleyen bir standart uygulama olarak, eşgüdümlü bir kavramlar bütünü ve ortak bir metodoloji ile karşılaşırız.
Doğal yaşamı, toplumları ve üretim ilişkileri içinde tüm insansal faaliyetleri, yani toplumsal yaşamın bütününü etkileyen ve belirleyen sanal bir düşün üstünde faaliyet alanı yaratılmaya çalışılır. Bu anlamıyla kalite yönetimi ve felsefesi içeriğinde kullanılan kavramların, gerçek amaçlarıyla, gerçek-dışı yorumları arasındaki farkı tartışmak, anlayabilmek, güncel olayların gidişatını bu açıdan değiştirebilmek, güncel politikalara müdahale edebilmenin de bir zorunluluğu olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, “Küreselleşen dünya” kavramı, TKY ile bağı kurulmadan bir anlam ifade etmez. Ama güncel söylemde, iki farklı algılama yaratılır. “Özgürlüklerin sonsuz gelişimi”, “demokrasinin ve eşitlik-adalet kavramlarının, küreselleşen bir dünya kurgusu içinde gelişebileceği”, “dünya insanı”nın yenilenen tanımı ve amacı vb. gibi sanal bir vizyon yaratan fikirlerin realitesi, TKY olmadan havada asılı kalır. “Küreselleşme” vizyonu, gerçek yaşamda, emperyalizmin yalın bir görüntüsünü açığa vurur. Teorik açımlamalarıyla pratik uygulamaları arasındaki farkın açığa çıkması uzun sürmez. Ama, TKY’nin standart örgütlemesi içinde öne sürülen kavramların ve ideolojik kurguların, teknoloji ile birlikte uygulanıyor olması, esnekleşme politikalarının ve serbestleşmenin önünü açan etkisiyle daha  inandırıcı olmaktadır.
***
TKY ile, tüm üretim ve üretim ilişkilerini etkilemek üzere, üretimi ve sosyal yaşamı esnekleştiren bir standart metodoloji inşa edilmiş olduğu, ISO (uluslararası standart organizasyon) örgütlenme modeli açıklanırken daha net görülecektir. “Kaliteli Yönetim” ve “Yönetişim” standardı oluşturarak, ISO örgütlemesi yapan TKY, tüm ekonomi-politik ve sosyal alanların kapsamını, amaç ve hedefini yeniden belirleyen ve denetleyen bir metodoloji olarak ortaya çıkmış ve geliştirilmektedir. Ama aynı zamanda, “topluma yararlı bir teknoloji” olduğu ve “geliştirilerek sosyal bir düzene ulaşılabileceği” düşüncesini de içinde barındırır (tabii ki, sanal bir vizyon olarak). Bu nedenle, “bilimsel teknolojik devrim” propagandasıyla başlayan kalite öğretisinin ikna edici gücü, daha geniş kesimlerce, “teknolojinin gücü” olarak, veya öyleymiş gibi, tartışmasız kabul edilmiş ve uygulamada sorunsuz ilerlemekte oluşuyla da, kendini gösterir. Kalite öğretisiyle, bu örgütlenmenin önünü açacak, bu emperyalist-ekonominin olumsuz sonuçlarını halklara mal edecek bir sisteme ait bu teknoloji, böylece, genelde kabul edilebilir ve kanıksanabilir.
Bu nedenle, kaliteye ilişkin metodolojinin ideolojisine ait kavramlar, her açıdan tartışılması gereken ve her birinin kalite politikası içindeki yerinin önemi üzerinde ayrıca durulması zorunlu olan terimlerden oluşur. Bu zorunluluk, toplumların gelişimini her açıdan dinamitleyen ve toplumların –doğal gelişim seyrine etki edecek– potansiyel gücünü yok etmeye çalışan çok geniş kapsamlı bir saldırı politikası olarak üretilmiş kalite politikasının,  deşifresi gereğinden doğar.
Kalite politikasının yayılma hızının arttığı ’90 sonrası ile ’90 öncesi emperyalist ekonomilerin örgütlenme modelleri arasındaki fark yeterince görülemezse, kalite kavramlarının insanları bağlayıcı ve şaşırtıcı etkisinden kurtulmanın olanağı da azalır. Ki, bugüne kadar, bu politikanın yayıldığı süreçte, sağ ya da sol tüm kesimlerde ideolojik kuşatma görevini, hemen hiçbir önemli muhalefetle karşılaşmadan sürdürebilmiştir. Bu açıdan, sol muhalefetin kullandığı sloganlara sahip çıkan ve onları, içini boşaltarak, yeniden tanımlayarak, kendi kapsamına alan bir ustalıkla işlendiği  görülmektedir. Örneğin, “katılımcılık”, “paylaşımcılık”, “endüstriyel demokrasi”, “eşit işe eşit ücret”, “üreten biz, yöneten de biz olacağız”, “çalışmayan yiyemez” gibi sloganlar, sola ait sloganlar olmakla birlikte, kalite politikasının ana kavramları olarak, yeniden ele alınır ve bu politikanın içeriğinde, tek ve aynı vizyonun parçaları haline getirilir. Hatta, bu nedenle, kalite politikasının ideolojisini yayanlar, ona ilk inananlar, genellikle eski solcular olmaktadır, çünkü onlar bu işe inandırıldığında, vizyona ilişkin ideolojiyi daha rahat propaganda edebilmekte ve yayabilmektedirler. Bu nedenle, TKY, sosyal demokratların ve bazı sol kesimlerin (özellikle sendika ve meslek odaları yöneticilerinin) önemli gayretleri ile üretime sokulmuştur.
Metodoloji olarak TKY, ISO standart örgütlenme ve bu standart içinde ayrıntıda incelenerek açılımı yapılabilen kurallar, prosedürler ve ideolojik politika biçiminde, tek merkezli bir örgütlenme ağını oluşturur. Her proje, prosedür, üretim, yönetim, dağıtım ve denetime ilişkin metotların biçimini, kurallarını yani standartlarını ayrıntıda oluşturur ve her parçanın bütüne ilişkin veya merkeze bağlı birer stratejini çizer. Merkez ya da merkezileşme ile, en küçük üretim biriminden başlayarak, kısımlar, işletmeler, ulusal  ve uluslararası organizasyon bağlantıları içinde bütünlük oluşturacak bir iletişim ağının, tek bir metot ya da kalite yönetimi içinde yer alan belli kurallarla, “birbiri ile bağlantılı sürdürülmesi ve her aşamada denetiminin kolayca sağlanır olması” anlamında, örgütlü bir yapıdan söz edilmektedir. Hatta, insandan başlayan, “birey-aile-şirket-devlet-uluslararası tekeller” zinciri içinde bağın kurulması, sosyal ilişkiler ağının da bu kapsamda oluşmasının kuralları belirlenir. Böyle bir yapının gerçekleşir olup olmadığı daha sonra tartışılacaktır, ama özetle, kalite ideolojisinin olanaklı kılmaya çalıştığı “uyum programları”na ait terminoloji, yöntemler veya “uzlaşma teorileri” içinde, ortaya çıkacak sorunların çözülme şansının “nihai!” olmayacağı kesindir. Oysa, kalite yöneticileri, toplumda varolan çelişkileri çözeceklerini ve meydana gelecek sorunlara çare bulacaklarını, “sorun giderme stratejileri” ile ortaya koydukları yöntemleriyle ileri sürerler.  Örneğin, her muhalif kişi ve kurumun, “terörist” kapsamında değerlendirilmeye alınmasının ve bunun, çok geniş kapsamlı bir “nüfus kayıtlarının otomasyon politikaları” içinde yürütülüyor olmasının altındaki gerçek de buradadır. Ki, hiçbir ülkede nüfus idareleri, özelleştirme kapsamına girmez. Ama, kalite yönetiminin otomasyon tekniğinin ilk ve en iyi uygulandığı devlet kurumu olarak kalır. İstatistik bölgelerine bölünmüş ve bölge kalkınma ajanslarınca denetlenen nüfus, “sorun” yaratmayacak kapsamda tutulur. “Kapitalizmin sonu olmadığı, sürdürülebilir olduğu” tezi, kalite teorisyeni Fukuyama’ya ait olup, “sürdürülebilir kalkınma” politikalarının da ana temasını oluşturur.
Dolayısıyla, kalite politikasının yapısal metot olarak, toplumları kontrol altına almaya çalıştığı (esnek üretim=kalite) teknolojisi, tekelci yeniden yapılanmanın genel siyasi stratejisi olarak şekillenmektedir. En alttan en üste kadar, idari ve yönetsel mekanizmalarda, varolan yapıları parçalayarak(desantralizasyon), üretim veya üretim-dışı ilişkiler arasına rekabeti ve ticari çıkarları sokarak, uluslararası merkezileşmenin, yani tekelci santralizasyonun önünü açan çalışmalar yapılır.
Kamu yönetimi ile oluşan KİT ve KİK-Belediyeler, sosyal güvenlik kuruluşları gibi eski yapıların yenileneceği bir teknoloji söylemi ile, özelleştirme ve esnetme politikalarının, aynı tekelci yönetimin eliyle yürütüleceği yapısal dönüşüm amaçlanır. Özellikle  son günlerde, kamu yönetimi ve kamu personel politikalarıyla, hizmet sektörlerinde, ticarette, maliyede ve denetimde “teknolojik yenilik”lere ilişkin yerel ve bölgesel örgütlenmelerin politikasını da oluşturan bir örgütlenme modeli gelişmektedir. Kalite teknolojisine uygun, tekelci kapitalizmin yeni bir versiyonu olarak piyasaya sokulan model, kendine özgü deyim ve kavramlarla, projeci metotlarıyla, çeşitli kesimlerce yürütülen bir çalışmanın ürünü olarak “sürdürülsün ve yenilensin” istenir. Bu metodolojinin geliştirilmesine katılımın sağlanması, “katılımcı demokrasi” kavramıyla bütünleştirilir. Her devlet memuru, her işçi, kendi geleceğini karartan bu metotların bizzat “yöneticisi” ve uygulayıcısı olarak, gece-gündüz çalıştırılır, fazla mesaiye bırakılır. Çünkü teknolojiye ilişkin terminoloji, herkeste olumlanan bir etki yaratmaya çalışır. Veya, bu politik dayatmaya karşı bir mücadele, tutum, örgütlenme, kaliteye inandırılmış kitlelerce, bölünmeye uğrar. Örneğin, “az çalışanın az, çok çalışanın çok para kazanabilir”olması yönlü bir yönlendirme ve sürekli yürütülen kışkırtıcılıkla, “çalışmayan memur, benim sırtımda kambur” düşüncesi pekiştirilerek, kamu çalışanlarının arası açılır. Oysa, işyerinde kalabilmek için gece-gündüz çalışarak ve çok para alarak, diğer arkadaşlarının atılmasını sağlayan işçi veya memur, bir süre sonra kendini de sokakta bulur. Buna karşın, ortak mücadele etmesi gereken birliğin parçalandığını fark edemez. Rekabetçi-esnek iş ilişkileri, ücretler, çalışma saatleri, çalışma yerleri ve arkadaşlık bağları dahil her alanda deformasyon yayar.
Esnekleşmeyi yaymak için, kamusal kurum ve devlet aygıtının kamu yararına olan işlevlerinin ticarileştirilerek pazara açılması, “dikta rejimleri” yerine “demokratikleşme” getireceği savıyla işlenen bir ideolojik kuşatmaya gereksinim duyar. Tarihsel birikimin (özellikle sosyalist birikimin) getirdiği toplum yararına olan kurum ve faaliyetler, kalite kuralları içeriğinde değişime uğratılırken, bu kurumlara ilişkin yönetim şeklinin “çağdışı” kaldığı söylemi, yeni bir yönetim şekline  ihtiyaç duyulduğu propagandası altında,  TKY’nin “yönetişim” kavramı ile yenilenir. Halkların “yeniye ve yönetişime ihtiyaçları olduğu” şeklinde bir “yenilikçilik projesi” geliştirilir. Oysa, “yenilikçilik” (inovasyon) fikriyle, kurumsal işlevler parçalanarak, özelleştirilir ve piyasalaştırılır. Devlete ait, kamu mülkiyetindeki malların (her çeşit mal), özele, hatta uluslararası sermayenin talanına açılır olması, devlet yatırımlarının belediyelere, oradan da özel sektöre ihale edilerek, mal ve hizmetlerin üretimini ulusal-uluslararası sermayeye devredecek teşvikler, ’84 yılı kalkınma programlarından itibaren başlatılır. “Dünyanın değiştiği”, “insanların toplumsal ihtiyaçlarının da değiştiği” fikri, özelleştirme kapsamındaki veya dışındaki, tüm faaliyet alanlarına yayılır. “Teknolojik yenilik alma” ve “yeni teknolojilere ayak uydurma” politikası, “toplumsal fayda”ya dönüştürme gibi bir imajla birlikte ele alınır. Yenilenemeyen ya da bu “teknolojinin nimetlerinden yararlanmak” istemeyenlerin “hayat hakkı olamayacağı” bir dünya tanımlanır. Toplum yararına olan kurumları, “tekellerin yararına kâr merkezleri toplulukları”na dönüştürme politikasının, “toplumsal faydaya dönüştürülmesi” söylemiyle (fikriyle) sunulması, olayları ters-yüz etmede sınır tanımaz bir sahtekarlığı ortaya koyar.
Kalite felsefesi, ideolojik yanılsamalar bütünü olarak, toplumların, kitlelerin, insanların duygu ve düşüncelerinde geçmişten gelen birikim ve düşünce tarzlarını yeniden tarif ederek, değiştirerek, ona yeni bir şekil vermeye çalışır; “dünyaya açılma ve dünya vatandaşı olarak hür ve özgür bireyler olma, yüksek teknolojinin nimetlerinden yararlanma, bireysel mutluluğa ulaşma, mükemmeli yaratma ve yakalama, ihtiyaçlarını daha kısa zamanda ve daha kaliteli olarak temin etme, işyerlerinde daha sistemli bir üretimi yapabilir olma, daha kaliteli bir üretim yapabilme, ulusal ve uluslararası piyasalardan daha çok pay alabilme, daha verimli ve kaliteli bir işletmecilik modeli” vb.  gibi pek çok kavram, geniş kapsamlı üretilen ve piyasalara sürülen, ideolojik temelli sanal bir dünya kurgusu ile karşılaşırız. Bu kurgu, toplumsal yapılarda yeniden şekillenme yaratmayı hedefler. Önce fikri olarak toplumu kazanma, ardı sıra kurallarıyla sımsıkı bağlama, tekelci örgütlenmenin yeni açılımı olarak işlevini yürütür.
Kalite politikasının dayanağı olan metodolojinin felsefesine dair açılımların, ilk kalite felsefesinin kurucu ve lideri Deming’ten ve ardıllarından (Fukuyama, İshikava, vb…) “Deming Öğretisi” olarak alınarak geliştirildiğini görürüz (14 temel kural). Oradan gelen fikri oluşumun içindeki bu kavramların ne anlama geldikleri ve neyi amaçladıkları üzerinde biraz daha ayrıntılı  durmak üzere, bu yazımızda ve bundan sonraki sayılarda da devam edecek bir terminoloji sözlüğü oluşturmayı amaçlıyoruz. Bu kavramların bazılarını teker teker ele alarak, aralarındaki bağı kurmaya çalışacağız. Gerçi, her bir açılımın, daha geniş bir kapsamda ve özgüle ilişkin tartışma yaratabilir olduğu göz önüne alınarak, bu yazıların da, özet bir başlangıç olacağını söylememiz gerekir.

KALİTE FİKİRLERİ= KALİTE BOMBALARI
TKY, siyasal bir örgütlenme olarak, toplumların, önce ideolojik olarak kazanılmasını sağlamaya çalışır. Bunu kalite felsefesi ile yürütür.
Kalite felsefesi, TKY uygulamalarının önceli olarak yaygın bir propaganda ile başlar. Sonra metodolojisi, eşzamanlı olarak kurum veya işletmeye uyumlu adımlarıyla birlikte yaygınlaştırılır. Eğer kurum veya işyeri çalışanları kaliteye ikna edilemezse, uygulanma şansını baştan kaybeder. İkna olmayan hiçbir kişi veya kurum, TKY’nin uygulanmasına izin vermez. Bunu bilinçsizce bile yapsa, kalite sistemini tıkar, gelişimini engeller. Ama bu felsefe, insanların her şeye ikna edilebilir olduğunu, her gün geliştiren bir teknoloji olarak üretildiğini iddia eder.
“İnsanlar, güzel şeylere layıktır” cümlesi ile başlayan her düşüncenin arkasında, “bu güzelliklere karşı çıkılmaz” dayatması vardır. “Bu teknoloji, çok güzel bir teknolojidir”e herkes inanmalıdır. Ardından, “insanlar, kaliteli ürünlere layıktır” gelir.
Kalite felsefesi, insanoğlunun bugüne dek tarihsel gelişim süreci içinde birikmiş tüm düşünce, duygu, özlem, ütopya, bilimsel ve teknolojik birikiminin, dünya tekellerinin yararına kullanmak üzere, perdelenmesi, görünmez kılınması ve yönlendirilmesi amacıyla üretilmiş kavramlardan oluşur. Toplumda bir “kalite” fikrinin ortaya atılması ve ardı sıra kalite etrafında bir fikir örgüsünün sıralanması biçiminde geliştirilen bu ideoloji, “küresel kültürlerin sentezi” biçiminde ifade edilen bir platformda,  bir tekelci egemenlik aygıtına dönüşür. Aynı zamanda bu etkisiyle, toplumda geniş bir kültür erozyonu oluşturur. Gerçek dünyanın algılanmasını zorlaştırmaya yarayan bir kurgu dünyası yaratır. Bu anlamıyla yıkıcı ve dağıtıcı etkisinin yayılması, toplumsal olaylara ve gidişata etkisi, tahminlerin de üzerinde olacaktır, diye bakılır. Dolayısıyla dünya halklarına ve ilerici toplumsal dinamiklere tehlikeli ve tahrip gücü yüksek bir bomba etkisi yapacaktır. Ki, kalite felsefesi içinde kullanılan kavram ve deyimlere, kendi ideologları, “kalite bombaları” adını vermektedir. Güncele ilişkin yeni türevleriyle birlikte bu fikir bombaları, sürekli yenilenerek üretilir.
Kalite felsefesinin ve politikalarının yayılmasında, kalite eğitimlerinin önemi büyüktür. Bu nedenle, her üretim veya faaliyet alanında kalite eğitimlerine özel bir önem verilir. Hatta sisteme ilişkin “yeniden yapılandırma”nın temelinde “eğitim politikaları” öncelik kazanır. “Kalite eğitimi” kavramı, bizim algıladığımız eğitimi değil, sanal bir dünyanın algılanması üzerinde şekillenen bir eğitimi anlatır. Her alanda yeniden yapılandırma, bu eğitimlerle verilen kalite ideolojisinin üstüne oturtulur. Kuşkusuz son derece insani olan, ancak kalite felsefesinin hareket noktalarından bir fikre dönüştürülen “insana önem verme” üzerinden; insanı eğitme, insanları kalite fikrine ikna etme ve uygun davranış göstermesini sağlama vb. gibi etkileriyle, toplumun, dayatılan, ama kabul göstereceği bir yönelişe boyun eğmesi hedeflenir. “Etkili iletişim” ve “etkili yönetişim” dersleri veya kursları, bu ihtiyacın ürünü olarak yaygınlaştırılır. Kalite eğitimlerinin sürdürücüleri, önce kendini ikna etmede, sonra da girdiği toplumda veya işyerinde insanları ikna etmede ustalaşmış uzmanlar ordusu yetiştirmeyi amaçlar. Ama toplumda, mühendisler, işletmeciler, yöneticileriyle vb., özellikle parçalara bölünmüş, küçültülmüş, her gün artan sayıda çoğalan işletmelerdeki idareciler ordusunun eğitimi çok kolayca yürütülemeyecek kapsamdadır. Üniversitelerde, kalite dersleri ve kısımları açılarak, yeni bir kuşak bu alanda yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Kalite eğitimlerine başlarken eğiticinin amentüsü; “değişen dünyada…” diye başlayan sözleriyle ifade edilen fikirsel kuşatma kavramıdır. Bu nedenle, ilk kavram açılımına, “değişim” veya “değişen dünya” terminolojisi ile ne amaçlandığını tartışmaya açmakla başlayalım.

“DEĞİŞİM” NEDİR? NASIL SUNULUR?
Antikçağ Yunan düşünürlerinin en eski ve en parlak zekası olarak bilinen Herakleitos; “Aynı ırmağa iki kez girilmez” demiştir. “Her şeyin, her an değişebilir” olduğunu,  değişimin, yaşamın sürekliliğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ilk ortaya atan Herakleitos felsefesi, “sürekli akış öğretisi” olarak bilinir. MÖ. 500’lü yıllarda yaşayan bu düşünür, Aristo, Platon, Dekart, Hegel, Nitsche, Marks, Engels gibi ardıllarının düşüncelerine önemli katkılarda bulunmuştur. Tarihsel materyalizmin temellerinin de, değişim-çatışma ve evrensel uyum üzerine söyledikleriyle ilk adımlarını atan düşünür olarak, “özdeğin kendiliğinden devimselliği, devim ve değişmenin çatışmalarla gelişerek sürekli bir oluş halinde bulunduğunu…” söylerken, “varlık, bu sürekli devimden ayrılamaz, ne var ki, bu öz’ü ve gerçek’i ancak bilgeler görebilir, bilge olmayanlarsa biçim ve görünüşe aldanırlar”der. Marks ise; “Nesnelerin görünüşleriyle özleri aynı olsaydı, bilim olmazdı” der. Ve şu örneği verir: “Suya daldırılan bir çubuk, kırık görünür, ama gene de bir çubuktur ve bağlı olduğu nesnel gerçeklikten ayrılamaz. Bilimin görevi, nesnel gerçekliğin nasıl belirdiğini açıklamaktır.”
Kalite felsefesi içinde değişimin oynadığı rol, değişim adına ortaya konulan 2.500 yıllık bilimsel gerçeğin çarpıtılmasıdır.
Dünya, elbette ki, sürekli bir devingenlik durumu taşır. Değişen şeyler, kalite kavramı içeriğinde, süreklilik veya sürdürülebilir olarak, “kapitalizmin nihai olarak varolacağı” tezine dayanak yapılır. Dünya değişir, ama kapitalizm değişmez.
Değişim rüzgarları olarak, yeniden dünya düzeni kurduğunu iddia eden tekelci kapitalizmin karşımıza çıkardığı felsefe ile, eski Yunan ve kapitalizm çağının diyalektik maddeci düşünürlerinin açımladıkları tezler arasında, hiçbir biçimsel veya öze ilişkin ortak yaklaşım ya da benzerlik aramak mümkün değildir. Çünkü, sermaye ve kâra dayalı bir sistemin her koşulda süreceği iddiası ile, nesnel çıkarları sosyalist sistemde olan halkların toplumsal değişim potansiyeli, bugünkü değişim formülasyonu kapsamından çıkarılmış, tekleştirilmiş bir ideye dönüşmüştür. “Kapitalist sistem nihaidir!” Ama toplam kalite yönetimi mucitlerinin her sözlerinde ve işyerlerinde yürüttükleri her kalite eğitiminde, üstüne basa basa “değişim”den söz etmeleri, “dünyanın değiştiğini” söylemeleri, değişim kavramının içeriğini boşaltarak, ona kapitalistçe anlamlar yüklemeleri, “ücretli emek”in düşüncesini ve davranışını etkilemek üzere bir baskı oluşturmayı amaçlar. Evet dünya değişmiştir, ama zaten dünya her gün, her saat, hatta her saniye değişir, bu değişimden kastedilen nedir?
“Dünyanın değiştiği” fikrinin kapitalistçe kullanımı, toplumsal mücadele alanında, ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişkinin uzlaşması üzerinde ilerleyen yönü temel almak, ya da “değişim”i, bu alana ilişkin tarihin saptırılması amacına hizmet eden bir kavram olarak öne çıkarmaktır. Diğer yanı ise, yok saymak ve engellemek. “Değişim” kavramını kapitalistlerce bu denli önemli kılan, onları korkutan; tarihin durdurulamaz ilerleyişini ve bu ilerlemede, toplumların iç yapısında var olan ve gelişen çelişkilerin, zorunlu bir değiştirme potansiyeli oluşturacağı gerçeğinin yaratacağı gerçek değişimdir. Bu gerçeği saptırarak, kapitalizmin çelişkilerinin artışına karşı, önlenebilir olan “durmak bilmeyen etkileri olacak” bir metodoloji ile, “sürdürülebilir” ve “denetlenebilir, “yeniden düzenlemeci” bir kapitalist sistem kurma iddiası, halkları kandırma arzusundan öte bir anlam ifade etmez. Ki, Toplam Kalite Yönetimi, dünyanın her alanında yeniden paylaşımı ve kapitalist kârların önünde engel olacak tüm işlevsel kurum ve ahlakı, düşünceyi, temelinden ortadan kaldırmayı hedefler. Yani bir anlamda, toplumsal gelişime, düzensizlik ve denetimsizlik olarak dönecek bir kaosu kışkırtarak, müdahale eder. Bu açıdan da, toplumsal değişimi daha çok zorunlu kılar. Ama kalite felsefesi ve kalite eğitimlerinde ileri sürülen iddialar, “eski sistemin bozuk olduğu, yeniden düzenlenmesi (değiştirilmesi) gerektiği” fikridir. Bu düzenlemenin de, esnekleştirmeden geçeceği iddiasıdır. Ve aynı zamanda, bu süreçte, esnekleştirme içinde daha fazla artacak olan iç çelişkilerin artan yoğunluğu nedeniyle ortaya çıkacak “krizleri önleyeceği” tezidir. Ki, bu anlamıyla kalite yönetimi, aynı zamanda kriz önleme yönetimidir. Çünkü, esneklik, emek-sermaye çelişkisini, esnek bir süreçte, emeğin daha fazla sömürüsü üstüne inşa ederken, alabildiğine artırır. Bununla da kalmaz; desantralizasyona uğrattığı kurum ve işletmelerde ortaya çıkan küçük-orta-büyük sermaye arasındaki çelişkileri de devasa artırıcı etki yapar. Ve buna bağlı olarak, gelişen toplumsal mücadelenin şiddetinin de katlanarak artma eğilimini kışkırtır. Bu gidişatın önüne dikmek üzere, perdeleme görevi görecek supaplar ve fikri birliği bölecek yöntemler geliştirmeye çalışır ki, kalite felsefesi ile, bunu başaracağına inanmak ister. Düşünce ve davranışlarda değişim yaratacak bir fikir etrafında eğitim ile, sürekli artıracağı toplumsal çelişkiyi hafifletmeye yönelik bir felsefe ile, kavramları çarpıtarak, güncel olaylara daha etkin müdahale edebilir duruma gelmeye çalışır. İddia budur, ama bu, asıl gerçeği değiştirmez. Yenidenciler, “etkili iletişim” ve “etkili yönetişim” kavramlarıyla bu amacına ulaşacağını iddia eder. “Etkili yönetişim”, demokratikleşme kavramının vizyonu içinde de kullanılır. “Kaliteli yönetim, katılımcıdır” tezi ile ifade ettiği bir başka iddianın da temelini, kontrol etme ve denetleme, hakimiyet kurmada “etkin bir iletişim ve yönetişim”! fikri oluşturur. Oysa, iletişimin ve yönetişimin kullanılma biçiminde, uygulamada ortaya çıkan tezatlar ve çarpıklıklar, herkes tarafından, en kısa sürede kolayca görülür; ve, bu propaganda, gücünü kanıtlamaya çalışan büyük sermayenin çok yönlü saldırıları olmadan çözülemeyecek kadar derin çelişkileri bağrında taşır. Bu yüzden, kalite yönetiminin yumuşak karnı savaşların vahşetinde saklanmıştır.
Lenin; “Tımarhaneden veya idealistlerin okullarından çıkmamışların, ‘gerçek’ dediklerine, idealistlerin gerçek-dışı demeleri kadar olağan bir şey yoktur” (Proletarya Kültürü) der. Bu doğru tanımlama, en çok da kalite felsefecilerinin çok iyi değerlendirdikleri ve kendi çıkarlarına kullandıkları bir tanımlamadır. Ve her fırsatta ve her alanda, işyerlerinde, okullarda, belediyelerde, hastanelerde, TV programlarında, kalite panellerinde, çeşitli kongrelerde, afiş ve panolarda, gazetelerde vb. vb. her mekanda, “kaliteli bir değişim”den, bunun ilk adımı olarak da, “kaliteli bir eğitim” anlayışından söz ederler. Kalite idealistleri, halkı, kendi okullarında eğiterek, gerçek-dışı bir felsefeye ikna etmeye çalışırlar. Her gün ve her saat, hatta her işin yapılışında “kaliteli bir değişim”in önemi üstüne vaaz verirler. Dolayısıyla, her konuşmalarında ve işletmelerde yürüttükleri kalite eğitimlerinde, güncel politik propagandalarında, gerçek-dışı bilgileri ve kavramları, işçi ve emekçilere “bilimsel değişim ve gelişim” olarak dikte etmek, sadece bir eğitim olarak değil, aynı zamanda, algılamaları ve öğrenmeleri gereken, hatta işsiz kalmamaları için zorunluluk olarak dayatılan bir baskı unsurudur. Hatta küçük ve orta ölçekli işyerlerinin işletme sahiplerine, “ayakta kalmanın tek yolu”nun  “kalite teknolojisi ve eğitimi almak” olduğu konusunda (ISO standardı alma zorunluluğu, bu baskının bir unsurudur) kıstırma operasyonları sürdürülmektedir. ISO veya CE alma zorunluluğu, ki, “Uygun Ürün Yasası”, “AB’ye uyum”, “Kamunun Yeniden Yapılandırılması”, “Devlette Kalite”, “Kamu Reformu” vb. gibi politik adımların kavramları olarak, kurumların ve şirketlerin piyasalara açılması, bu eğitimlerle sağlanmaya çalışılır. ISO ve ona bağlı olarak yenilenen tüm standartlar, bu arada TSE standardı da, tekellerin yasaları olarak üretilen bu metodolojinin kuramlarını, yani felsefesini yürürlüğe sokar.
Dünya üretiminde tek bir standart yaratmak üzere geliştirilen bir teknoloji, aslında ilerici ve teknolojik bir yenilik olabilir, ama, bu teknolojinin yaratmaya çalıştığı esneklik uygulamaları ve aşırı sömürüyü perdelemek üzere yürütülen politikanın gericiliği, bu teknolojinin de gerici rolünü öne çıkarır. Örneğin, “yerelleşme” kavramıyla birlikte daha geniş ele alınacak bir söylem olan, “yerelleşmeye önem vermek”le, yerelleşme öngörüsünün, daha çok politik ve toplumsal devrim dönemlerine (ve hemen sonrasına) ilişkin ortaya çıkan halk örgütlenmelerine benzediği iddia edilir. Ama toplumsal ve siyasal içeriğinden koparılıp, ayrı, bağımsız, sadece teknik bir örgütleme metodu olarak  görüntülenir. Ancak işçi ve emekçilerin, kapitalistlere karşı ayaklanma dönemlerinde ortaya çıkan sınıflar arası dengede, yerel yönetimlerin sağlayacağı demokratik yapının, tam liberasyona uğrayan bir kapitalizmin sorunlarını da çözebileceği iddiası, sadece bir yanılgı yaratma amaçlıdır. Halka hizmet ve halkın taleplerine uygun üretime, belediye hizmetleri olarak ortaya çıktığı 350 yıl öncesine ait yapıların (yol, su, elektrik, kanalizasyon, park-bahçe, çevre vb.), eşit-ucuz-genel üretimine darbe vuran bir özelleştirme, “yerelleşmenin demokrasisinde” savunulur ve yeniden yapılandırılır.
Böylece, tekellere kayıtsız-şartsız boyun eğme ile birlikte, tüm alanlara yayılımı için zorbalıkla yürütülen bir teknolojinin, yararından çok zararı ortaya çıkar ve herkes bundan zarar görür. Piyasa kurallarının acımasız rekabeti içinde oradan oraya savrulan kitleler, toplu işçi ve kamu emekçileri kıyımları ile birlikte, bu teknolojinin üstünlüğüne inanmaya zorlanır.
“Tekellere ve tekellerin yasalarına uyum” olarak değerlendirilmesi gereken bir süreç, “uzlaşma içinde kapitalist sürdürülebilirliğe ve şeffaflığa, bilgiye ulaşma” gibi kavramsal çarpıtmaya tabi tutulur. Bu, aynı zamanda, “AB’ye uyum” süreci olarak lanse edilmektedir. Çünkü AB demokrasisi, halen eski kazanımların sürdürüldüğü bir sosyal güvenceler sistemine sahipmiş gibi gösterilir. Oysa, 15 yıldır dünyada yayılan kalite politikasına maruz kalan AB ülkelerindeki emekçiler, çok daha derin izler bırakan bir vahşi sömürü sürecine, diğer ülkelerle birlikte girmiştir. Bizde, AB demokrasisi üzerine söylenenlere bakılırsa, ona olağanüstü bir demokrasi atfında bulunanlar, gerçekleri görmek isteyenlerin önüne çeşitli bahaneler sürerek, yanıltma taktiği uygularlar.  AB’ye uyumla ABD’ye uyum arasında fark varmış gibi algılanma yaratılır. AB’nin, emekçiler cephesinde, ABD emperyalizmine karşı bir barikat görevi göreceği beklentisi yaratılır. Bu beklentiyle, emek mücadelesi bölünmeye uğratılır. Kalite felsefesinin mantığında yatan, toplumu, sınıfsal çıkarlarına veya bağlı bulundukları tarihsel geçmişine ilişkin ekonomik ve sosyal yapılar içindeki aidiyetine göre bölünmüşlükten “kurtarmak”, yeniden yapılanan bir üretim sürecinde geçmişle bağlantısını koparmak, bununla birlikte sınıfsal birlikteliğini de, geçmişteki birikimiyle birlikte dağıtmak olan bir sürece itmektir.
Dolayısıyla, kültürel ve ideolojik olarak suni bölünmelerle başlayan süreç, ekonomik ve kurumsal desantralizasyon’la sürdürülürken, aidiyetsiz ve ulusal-sınıfsal, veya kurumsal çıkar ve bağımlılık kültürünü ve ahlakını değişime uğratır, dejenere eder. Böylece, önce “eğitici” bir kültürel değişime uğratma ve birlikte ekonomik süreçlerde esnek üretim ilişkilerini geliştirme, ardından dünyayı algılama, yani felsefesini değişime uğratma faaliyetlerinin bütünü içinde, sürekli-( devingen) bir eğitim, “ yaşam boyu eğitim” politikası olarak yürütülür.

SOSYALİST TEKNOLOJİ VE KALİTE TEKNOLOJİSİ ARASINDAKİ FARK
Yeni bir düzen ve sistem kurduğunu iddia eden tekelci kapitalizmin “değişim”e olan ihtiyacı, ideolojisi ve politikası ile, sosyalizmin yaşandığı döneme ait bilgi ve teknoloji kullanımını, emek örgütlenme yöntemlerini çalarak, ve çarpıtarak, “varlığını sürdürebilir” olmaktan gelir. Kalite ideologlarından Deming’in öğrencisi Fukuyama, ’90’ların başlarında, bu yönelişe, “biz sosyalizmi kapitalizme eklemleyerek, mükemmel bir toplum modeli yaratacağız” diyerek start vermeye çalışmıştı. “Eklektizmin mükemmeliyeti”, postfordist kültüre de yansır. Dolayısıyla, “sürdürülebilir kalkınma modeli” olarak piyasaya sürülen politikalarda, temel alınan ekonomi-politik dayanak, Sovyet yönetiminin revize edilmesiydi. Ve “mükemmeliyet”, sosyalist üretim modeli içinde kullanılan bir argümandan çalınmıştır. Ama, Sovyet yapısını çalarak ve çarpıtarak kopya ettiklerini söyledikleri metotlarında, sosyalist devrim çerçevesinde geliştirilen emeğin örgütlenme yöntemleri ve teknik temelinin –teknolojinin üretime uygulanmasının– bir kısmını oradan kopya eder ve benzerini, “değişim” veya “yeni bir dünya düzeni yaratacağız” iddiasıyla ortaya çıkarırken, “teknolojik devrim” yaptıklarını söylüyorlardı. Bu anlamıyla “teknolojik devrim”, sosyalist devrimin uygulamalarının ucube bir kopyasından başka bir şey değildir.
Bu “devrim”, “önce, teknolojide devrim” olarak, geniş bir propaganda ile piyasaya sürüldü. Bu propaganda, devlet erkanının her TV konuşmasında ve reklamlarda –örneğin Arçelik reklamlarında– ve diğer pek çok yayın ve eğitim programlarıyla devasa boyutlarda yürütüldü. Oysa, Türkiye’de ilk kalite politikası uygulayıcılarından (Mersin Şişecam fabrikasında) Prof. İbrahim Kavrakoğlu’nun deyimi ile; “Toplumlar, küçük kâr merkezleri toplulukları haline gelecektir” biçiminde formüle edilen bir toplumsal model, Sovyet yapısından yola çıkarak oluşturulmuş bir Deming Öğretisi”nin temeliydi. Ama Sovyet yapısı ile, kalite yönetimi altında merkezileşmesi beklenen küçük ölçekli sayısız işletmeler haline dönüşüm sürecindeki “demokratikleşme” yapısı, birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan iki farklı yönetim tarzıydı. Ana firmalar etrafında örgütlenen KOBİ’lerin örgütlenme biçimi ile Sovyetik örgütlenme biçimi arasındaki fark, iki sisteme ilişkin tüm farklılıkların, apaçık çelişkileriyle birlikte ortaya çıkmasını koşulluyordu. En genel ve keskin ayrım noktaları ihmal edildiğinde bile, yerel Sovyetler şeması, tekel merkezli üretimin dünya ölçeğinde hegemonya kurmasının yerel modelini oluşturmaktan çok uzaktır. Çünkü, öngörülen modelin vizyonuna uygun olarak uygulanabilir olmasını, hayal etmek bile olanaksızdır.
İki sistem arasındaki temel ayrım ise, diyalektik yöntemler ile idealist yöntemler arasındaki fark gibi, iki farklı dünya arasındaki felsefeydi. Örneğin; Kalite yönetiminin demokratik katılımcılığı ile, Sovyet yönetiminin demokrasisi içindeki katılımcılık arasındaki sınıf ve dünya farkı, kalite eğitimleriyle giderilebilecek sayılıyor; ikna kabiliyeti yüksek, yetenekli uzmanlarca yürütülecek geniş kapsamlı bir fikri kazanımla, bu fark kapatılsın isteniyordu. Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farkın ayrıntısına girmek, burada gereksiz; ama ana hatlarıyla, çizilen kalite fikrinin taşıdığı terminolojinin içeriğini (sosyalist terminolojiden çalıntı olanlarını) algılamada yardımı olacak, esasa ilişkin birkaç noktasını hatırlatmak gerekirse;
1- Sovyetlerin, halkın ihtiyaçlarına ve merkezi plana göre oluşturduğu toplumsal üretim ve diğer politikalarının içeriğinde kâr gütmek gibi bir amaç yoktu. Dolayısıyla sömürüyü ortadan kaldırma ve hakça paylaşım hedefi ile, tüm Sovyet politikaları ve toplumsal üretim tek bir birlik (SSCB) içinde toplanırken, denetim de halk tarafından yapılırdı.
2- SSCB’nin, kendi halkının ihtiyaç ve çıkarlarını esas alarak uyguladığı sosyalist politikaların, dünya halklarının yararına da uygulanma olanağı yaratması gibi bir hedefi de vardı. SSCB, sömürünün ortadan kalkması ve hakça paylaşımın yaratılması için, sadece kendi halkına değil, tüm dünya halklarına da yardım eli uzatıyordu. Ve tüm dünya ülkelerine de hem teorik hem da maddi destek veriyordu.
Buna benzer bir yardımın, Birleşmiş Milletler (BM) eliyle yapılan “dünya yoksullarına yardım kampanyaları”nda benzer yanını aramak boşuna bir çaba olmalı. Yine Dünya Bankası (DB)’nın “yoksullara yardım” fonlarıyla yürüttüğü politik manevralarla da arasında herhangi bir benzerlik aramak gerekmez.
Dolayısıyla, TKY politikalarının sağladığı olanaklarla, tekeller, dünya halklarını daha çok sömürmek ve ülkelerin doğal kaynaklarına daha çok el atmak üzere, sahte ve gerçek olduğu kadarıyla da yıkıcı bir “yardım eli” uzatıyor. Ve, tüm dünya ülkelerindeki üretimi, tekellerinde denetime alma üzere örgütlüyorlar. Sadece bu basit iki ayrıntı ele alındığında bile, sosyalist ve emperyalist politikalar arasındaki temel farka ilişkin pek çok şey görülebilir. Bir yanda tekellerin kâr güdüsü, diğer yanda halkların çıkarları. Bir yanda belirsiz bir piyasa, diğer yanda planlı halk ekonomileri. Bir yanda marka kültürü (bireycilik), diğer yanda proletarya kültürü (kolektivizm), vb. vb.
TKY, esnekleşmiş bir piyasa ekonomisinin, “daha fazla kâr” güdüsüyle hareket eden, dizginlerinden boşanmış bir kapitalizmin yeniden örgütlenmesini tarif eder. Buradaki sosyal politikaların, Sovyet benzeri bir kalite politikasına uydurulmaya çalışılması ve bazı kavramların oradan alınmasının, “vahşi kapitalizm”den başka bir şey olmayan bugünkü emperyalist kapitalizme ilişkin düzensizliğin üstünü örtmeye yönelik olduğu görülür.

SOSYALİZASYON POLİTİKALARI İLE KALİTE POLİTİKASI ARASINDAKİ FARK
Sosyalizmden etkilenen ve SSCB’nin gücü karşısında halkına tavizler vermek zorunda kalan Avrupa ülkelerinde, ’90’lara kadar uygulanan sosyalizasyon politikaları ile TKY çerçevesinde yürütülen politikalar arasında da önemli farklılıklar vardır.
Değişimden ve dünyanın değiştiğinden söz eden kalite felsefesi, geçtiğimiz yüzyıla damgasını basan bir sosyal devrimin izlerini, diğer ülkelerdeki etkilerini, hatta –biçimsel olarak kopyaladığı– üretim yöntemlerini “tedavülden kaldırmak” üzere, üretimden başlayarak, tüketimin, sosyal yaşamın, devletin, hatta aile ilişkilerinin dahi değişime uğrayacağı bir yönetim modelini tanımlar. Buna karşın, sosyalist devrime ilişkin kavramları kullanır.
Örneğin, “sosyalist devrim, enternasyonalisttir”. Yani tüm dünya ülkelerindeki halkların kardeşliği ve emekçilerin dayanışması sloganı etrafında örgütlenir. Kalite yönetimi, bu sloganı, fikri bir argüman olarak kendi felsefe ve politikasına katar. Kendine uygun bir entegrasyon fikri yaratır. Tüm dünyadaki üretimin tekelleşeceği bir üretime adapte eder. Ülke vatandaşlığından dünya vatandaşlığına geçileceği söylemini, sınırların olmadığı veya herkese açık pazarların oluşacağı bir dünya vatandaşlığı kimliğiyle hareket eden vizyon fikrini yayar. Ve bu tek dünyada birleşmenin demokratikliği üstüne ikna edici bir söylem geliştirir.
Kalite yönetiminin yaratmaya çalıştığı bu  tekelci yapılanma, “Sovyet yapısından nasıl çalınır; bu yapıya nasıl benzetilmeye çalışılır?” diye bakarsak; SSCB’de sosyal kurumlar ve üretim sistemi, Sovyetler tarafından demokratik olarak yönetilir. Bu demokratik yapılarda belirlenen ihtiyaçların üretim planları, sosyalist devletin ortak-genel kalkınma planını oluşturur. TKY’nin iddiası da, üretimde planlamanın ve yönetimin, halka, yani çalışana açık ve katılımcı olarak yapılacağı bir yönetim biçiminde olacağıdır. Bu yönetimin, her kesimin katılımı sağlanarak yürütüleceği ve uluslararası planda da uygulama şansı olacağı iddiasıdır. Bu nedenle kalite politikası, çalışanların da katılacağı bir politika olarak düşünülmesi ve ikna edilerek kanıksanması gereken bir ideolojiyle, Sovyetlerdekine benzetilmeye çalışılmıştır. Bu benzetme, kamu yönetimini benimseyen Keynezyen politikalarda da öne çıkan bir iddia ve yönetim şekli olarak, feyz alınan modeline (Sovyet) uygunluk taşır. Hatta, devletçilik politikalarını benimseyen ülke yönetimlerinde uygulanan sosyal kurumlar, bu kurumların yönetimi olan sosyalizasyon politikaları; bu yapıyı örnek alan kamu yönetimi olarak şekillenmişti. Devlet kurumu olarak, devlet merkezli tekelleşmeye bağlı örgütlenen sektörel yapılaşma modeli, kuşkusuz burjuvazinin egemen olduğu, ama halkı bütünüyle dışlamayan/dışlayamayan bir nitelik taşımaktaydı. Böyle bir yapı, ülke çıkarlarının diğer ülkeler karşısında korunmasını da içeren ulusal ekonomisiyle, halkçılık, ulusçuluk, bağımsızlık gibi kavramları kullanarak, öyleyse halka belirli tavizleri de içererek devlet politikalarına yön vermekteydi. Örneğin devletçilik, Türkiye’de Anayasa’ya geçen bir ilke olarak benimsenmekteydi. Böyle bir yapı, halkın ihtiyaçları bütünüyle dışlanmadan ülke üretiminin planlanmasının da olanaklarını yaratıyordu. Kapalı ekonomiler olarak, TKY tarafından yadsınan bu yapıyı dünyaya açmak, emperyalist sermayenin yeni yönelişi açısından gerekli olmuştur. MGK toplantısında Cumhurbaşkanı’nın fırlattığı Anayasa kitabı, bu değişimin en pratik göstergesi olarak örnek verilebilir.
Ulusal ekonomi politikaların nisbi bağımsızlığı ve planlı bir kalkınma ya da üretim politikası sağlayabilir olması, tekelci kârların ve sermayenin rahat dolaşımının engeli olarak görülmekteydi. Uluslararası sermaye, tekeller, devletler eliyle merkezileşmiş üretim ve kamu kurumlarının tekelinde oluşan sermaye birikimine ulaşmada, bir takım zorluklarla karşılaşıyordu. Mal ve para ticareti, gümrük anlaşmalarıyla, ancak ikili görüşmeler üstünden, devletten devlete yapılabiliyordu. Hizmet, genelde kamusaldı vb. Ve tekeller, böyle sosyalizasyon politikalarının, “kârın artışına, sermayenin serbest dolaşımına engel olduğunu”, “halkçı politikaların demodeliği” sözlerinin ardına sığınarak propagandaya başladılar. Hatta, devletçilik-ulusçuluk kavramlarını “çağ dışılık” olarak lanse ederek,  bunun yerine, “modernizasyon” politikalarını hayata geçirecekleri “modern ve çağdaş bir dünyanın herkese refah sunacağı” propagandasına başladılar. Buna göre, devlet kapitalizminin olduğu ülkelerde, sosyalizasyon politikalarının etkisindeki yönetim ve üretim modeli, diktatörlüklerle yönetiliyordu ve yeniden gözden geçirilmeliydi. Sermayeye “özgürlük” gerekliydi. “Tek tipleştirilmiş ürün ve sosyal ihtiyaçlar”, bunlara ilişkin “tek çeşitli üretim”, üretim modeli, kültür vb. ile birlikte, dünyayı algılama değişmeliydi. Üründe, kültürde, imarda, eğitimde vb. “çok çeşitlilik” olmalıydı.
TV’de “Supersonik şeker” reklamında olduğu gibi, üretimin de, bu “çok seslilik”e, “çok çeşitliliğe” uygun üretim, “talebe göre üretim içinde” şekillenmesi propaganda edilir. Bu reklamın amacı, diğer ürün çeşitliliğine de örnek alınacak, çok kültürlülüğün sesi olarak görülebilir; bir şeker reklamında “senin sütünü, benim portakalımla kaynaştırıverince, supersonik bir ürün elde edeceğiz” ifadelerinde, bu çok sesliliğin, “mükemmel bir uyum sağlayacağı” dile getirilir.
Ya da, Irak’a asker gönderecek ülkelerin ordularından karma oluşturulacak “çok uluslu tümen” hazırlama girişimi de, “çok çeşitlilik” kültürü altında yürütülen bir kalite politikasıdır.
Veya, Hitit Rallisi için “Hitit, Kralını arıyor” başlığı ile verilen Milliyet gazetesinin haberinde, otomotiv markaları arasında yapılacak yarışta, en şanslı adayı, Ford Hazırkart Rally Team olarak gösteren haber sunumu; “Hitit ülkesinin kralının da Ford (ABD) olacağı ve bunun hazırkartla, yani çip teknolojisinin de kralı olan bir teknolojik üstünlükle elde edileceği” yorumuna açık, ama üstünlüğün özellikle otomotivde ABD’de olacağına ilişkin psikolojik bir motivasyon politikası yürütüyor. Buradaki Hitit ülkesinin Türkiye olduğuna dikkat çekmek gerekir. (19 Eylül 2003 Milliyet gazetesi)
Yeni Dünyacılar, düzeni bu kavramlarla ve metotlarla değiştirirken, sosyalist devrimle ilgili tüm sosyalist kültürü, eğitimi, ahlakı, davranış ve düşünüş biçimlerini de, formatlarını değiştirerek, kapitalistçe yeniden yapılandırmaya, değiştirmeye, yani çarpıtmaya tabi tutmak ihtiyacında kalmışlardır. Bu amaçla, kalite felsefesinin içine, “poli-teknik kültür”ü alarak çarpıtmaya başladılar. Poli-teknik kültür, sosyalist kültürün geliştiği ve eğitiminin poli-teknik okullarda yürütüldüğü çok geniş kapsamlı, sosyalist bir eğitim politikası olmasına karşın, ülkemizde pek bilinmediği için onunla günümüz kavramlarını karşılaştırma şansımız yok. Ama kısaca değinirsek, poli-teknik kültür, politikanın, teknolojinin ve bunlara ilişkin kültürün ortak ve aynı zamanda, tüm Sovyet birimlerinde geliştirilmesine olanak tanıyan bir eğitim teknolojisiydi. Bu eğitim teknolojisi, politik bir versiyonla, kalite eğitimi için de kullanılabilir oldu. Kalite eğitimiyle, hem teknolojik hem de ideolojik-politik bir kültür yaymasıyla, buradan feyz alındığını ama çarpıtıldığını söyleyebiliriz. Her işletmede, hem eğitimine hem de üretim metoduna ilişkin verilen kalite eğitimleri için odalar ya da mekanlar ayrılır, ve her iki eğitim de aynı süreçte verilir.
Kalite misyonerleri, TKY’nin, sadece geçtiğimiz yüzyıla ilişkin toplumsal mücadeleleri değil, daha öncekileri de içine alan bir “çok kültürlülüğü taşıdığı” iddiasındadır. Bu iddiaları bir anlamda doğrudur, çünkü tüm tarihsel devrimlere ilişkin sosyal politikaların, kapitalizme olası etkisi ile ilgili çözümlemelerle, kültürlerinin bir bileşenini ürettiklerini söylemektedirler. Örneğin, 14 Temmuz 1789 Fransız Devriminin hemen 3-4 hafta sonrasında, yönetim yapısının yeniden düzenlenmesi, Kurucu Meclis’in tüm yerel yönetim ve ayrıcalıkları “sonsuza kadar” kaldırarak, “ulusal yapı ve kamusal özgürlüğün, iller için, şimdiye kadar sahip oldukları ayrıcalıklardan daha avantajlı” ve “ulusal birliğin sağlanması açısından daha yararlı olduğu” ilan edilmişti. “Geleneksel kurumlarda yuvalanmış yerleşik çıkarların gücünü kırmak ve ulusal burjuva birliğini sağlamak, geleneksel yerel yönetim sınırlarını değiştirmeyi ve yeni bir kurumlaşmayı zorunlu kılıyordu” yaklaşımıyla, devlet gücünü sınırlayan her türlü “ara yapı”nın varlığına son verilmişti. TKY teknolojisi içinde yürütülen politika, uluslararası tekellerin çıkarları ve mali birliklerine yararlı olacak biçimiyle bu değerlendirmenin tam tersini savunurken; “ulusal kurumların işlevlerini daha çok yerellere devrederek”, ulusal birliği ortadan kaldırmaya, “ara kurumları, yani KOBİ’leri çoğaltmaya” teşvik eder ve  kışkırtırken, bireysel veya bölgesel mülkiyetçiliği artıran ve rekabete açan bir yapılanmayla,  tüm üretimi dünya ticaretine açmaya yöneliyor.
Değişim, bu anlamıyla, ekonomik ve sosyal alanlarda yürütülen kalite eğitimlerinin içeriğinde, siyasal ve sosyal devrimler kültürüne karşı mücadele ile şekillenmektedir. “Değişim”i söylem edinen, “sosyal bir devrim gerekirse, bunu da en iyi biz yaparız” diyen kapitalistler, “teknolojik bir devrim” ve teknolojik gelişimin getirdiği retorikte sağlanan olanaklarla mümkün olabilecek bir “küresel refah” vaadi vermektedir. Ama sosyal alanlar, (hatta üniversitelerde sosyoloji bölümleri kapatılarak) ihmal edilmesi, görünmemesi, düşünülmemesi gereken bir alandır. Bilgisayarın yaygın kullanımı, çip teknolojisindeki gelişme, inşaat ve ulaşım (hava-deniz-kara) teknolojisinin küçük üretim modeline uygun yapılanması (ve ’80li yıllardan itibaren hızlı bir tempoda yapılaşması), otomotiv sektöründeki hızlı teknolojik gelişimle birlikte, “çağ atlıyoruz” yaygarası altında halk kitleleri düşünsel dumura uğratılmaya çalışılır. Vizyon; ”devrimi teknoloji yapar” şeklinde oluşturulur.
Böylece, “kalite devrimi” süreci, geçtiğimiz yüzyılın sosyalist devrimler çağı olduğunu unutturacak, devasa bir kampanya ile başlatıldı. Örneğin ünlü pop şarkıcılarından Çelik, uzun bir aradan sonra ekranlara tekrar çıktığında, “Dünya değişti, tabi bu arada Çelik de değişti” şarkısıyla her gün ve her saat, değişimin şarkısını söylemeye başladı. Dolayısıyla yeniden yapılandırma politikası, ideolojik ağırlıklı bir kültürel faaliyet alanıyla vizyona girdi. Burada kültürü, yaşamın her alanında ve tüm yaşam biçimleri çeşitliliği olarak ele almak gerekir. Devletin, ailenin, işyerlerinin veya toplumsal örgütlenmelerin tümünü kapsayan anlamda, “kültürlerin çeşitliliğinin tanınması, kültürlerin kaynaşması veya kültür buluşması” terminolojileri, dünyanın çeşitli kültürlerini tekellerine almanın ve yeni bir biçim vermenin tekelci politikası olarak karşımıza çıktı. Bu anlamda, halkların sosyalist (hatta sosyal demokrasiden etkilenen) kültürel şekillenmeleri ve aynı zamanda kendi doğal kültürlerinin unutturulması, çarpıtılması ve kapitalistçe tekleştirilmesi adına yürütülen eğitim faaliyetlerinin amacı, tüm kültürel birikimleri, kalite kültürü etrafında birleştirmektir. Böyle bir “tekleştirme” ve tekelleştirmenin adını ise, “çok çeşitlilik” olarak takmak, algılamada yanılsama yaratmaya yöneliktir.
Değişim kavramları, sadece sözde ve propaganda alanında ele alındığında, emekçilerin ikna edilmesi olanaksızlaşır. Ve kapitalist sistemde yapılması planlanan yeni düzenlemeler açısından da bir yararı olmaz. Bu nedenle, iş ilişkilerinin temelinde de bir değişime gitmek üzere, mülkiyet ilişkilerinde yaratılmaya çalışılan değişimle, bu propagandaları daha inanılır kılmaya imkanlar sunmak üzere, emekçilerin önüne, “yeni alternatifler” kondu. Piyasa serbestleşirse, herkesin kolay zengin olabileceği, dar ve küçük dünyalarından kopup dünyaya açılacakları, “yeni şans kapıları”na ihtiyaçları olduğu propagandası yapıldı. Ve örneğin hisse senetlerine önceleri bol faizler uygulanarak, biriktirilmiş yastık altı paranın bankalara akıtılması amaçlı, onlarca yeni banka ve borsa kuruldu. Böylece, serbest piyasaya geçişin, kamu alanlarında yaratacağı olumsuz etkileri azaltma amaçlı bir zenginleşme kültürü oluşturmak, hisse senetlerinin herkese daha fazla ve kolay kazanç kapısı açacağı fikri yayılmak istendi; özellikle, özelleştirme kapsamına alınan işletmelerin işçi ve emekçilerine yönelik olarak, günlük çıkarlarını depreştiren bir para özgürlüğü, göz kamaştırıcı cazibesiyle, sergilendi. (Zaman zaman piyasalara dolar pompalanarak, sahte kazanç kapıları açıldı.)
Bu açıdan, yenidencilerin ve yeniden yapılanmacıların estirmeye çalıştıkları değişim rüzgarları, ilk andan itibaren, işlevsel bir sosyalizasyon politikasını deregule ederek, yani parçalayarak ve kuralsızlaştırarak, uluslararası piyasaların dengesiz ve sonsuz eşitsiz dalgalanmalarına açmak olarak tezahür etti. Ardı sıra, tekeller arasında da rekabetin artmasıyla, dünya halklarının başına tehdit unsurları oluşturan savaş kışkırtıcılığı, terör ve komplo filmleriyle bolca gösterime girdi. Savaşlar, hastalıklar, doğal afetler, ekonomik ve sosyal hayatta depresif dalgalanmalar, derinleşen krizler, vahşi sömürü, vb., TKY ile “değişen” kapitalist dünyada hızla yayılmaktadır.

‘Küreselleşme’ kıskacında sendikacılık ve gelir dağılımı üzerine etkisi*

“Kimsesiz bir memlekete; yahut, yerlilerin yeni tavattun edenlere kolay yer verdiği seyrek nüfuslu bir memlekete elkoyan medeni bir milletin sömürgecileri, zenginliğe ve ikbale doğru, her hangi bir diğer insan topluluğundan daha tez yol alır.” (A.Smith’in)
“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağ kurması gerekiyor. Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ yok ediliyor.” (K.Marx-F.Engels)

KÜRESELLEŞME: YENİ BİR OLGU MU?
Her yeni süreç beraberinde yeni kavramları da gündeme getirmektedir. Yirminci yüzyılın son yirmi yılına damgasını vuran “küreselleşme” kavramı da bunlardan biridir. Üretim ve emek süreçlerinden çok sermaye ve finans hareketleri ile ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler dikkate alınarak yeni bir sürece girildiği dile getirilmektedir. Belirtilen faktörlerdeki gelişmelere bağlı olarak da kapitalizmin küreselleşmekte olduğu ifade edilmektedir. Oysa, burada yeni olan bir şey yoktur. Çünkü, kapitalizm doğası gereği dünya pazarlarına yayılmak, sürekli genişlemek, yeni kâr alanları bulmak zorundadır. Bu durum kapitalizm için olmazsa olmazdır, sine qua non’dur. Giriş babından A.Smith’in 1776 yılında, K.Marx-F.Engels’in 1848 yazmış oldukları eserlerden yapılan alıntılar, bugün olduğu kadar dün de “küreselleşme” olarak ifade edilen sürecin geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü, kapitalizm “üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın var olamaz”. Bu durum kapitalizmin ayırt edici özelliklerinden olup, üretimde sürekli dönüşümü, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılmasını, sonsuz güvensizliği oluşturmasını gerekli kılmaktadır. Öyle ki, bu süreçte “Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeden eskimektedir. Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet yaşam tavırlarına, karşılıklı ilişkilerine, ayılmış gözlerle bakmak zorunda kalıyor.” Kapitalizmin dünya pazarına yayılması bu nedenle kaçınılmazlaşıyor. Çünkü, artık sadece yerli hammaddenin değil, aynı zamanda en uzak bölgelerin hammaddelerinin de işlenip, ürününün de yalnız kendi ülkesinde değil, dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler ortaya çıkmaktadır. “Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlilik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte”dir. Bunun en önemli araçları olarak ise karşımıza tüm üretim araçlarının hızla geliştirilmesi, ulaşım ve iletişimin sonsuz kolaylaştırılması çıkmaktadır. Kapitalizm bu özelliği ile “tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye” zorluyor. Dün olduğu gibi bugün de. Dün, burjuvazi, kapitalizm, emperyalizm olarak nitelendirilen bu süreç, bugün küreselleşme olarak nitelendiriliyor. Sıfatlandırmalar değişse de, sürecin özünde bir değişiklik yok. Öz, üretimin ve tüketimin dünyaya yayılmasından, tüm dünyanın sınırsız bir üretim ve tüketim alanına dönüştürülmesinden başka bir şey değildir. Kuşkusuz ulaşılan her aşamaya bağlı olarak daha yetkinleşmiş üretim güçleri ve üretim ilişkileri ile. Eğer, “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey” değilse, bundan daha doğal ne olabilir ki? Öyle olduğu için de, bireylerin “gittikçe kocamanlaşan ve son kertede kendini dünya pazarı olarak açığa vuran bir gücün kölesi haline gelmeleri de tamamen ampirik bir olgudur”.
Ulaşılan “yeni” aşamayı ifade etmek için, 1960’lara doğru Harvard, Stanford, Columbia gibi prestijli Amerikan işletme okullarında kullanılmaya başlanan, yine bu çevrelerden çıkmış bazı iktisatçılar tarafından popülarize edilen ve son yılların “gözde” kavramlarından biri haline gelen “küreselleşme”, kendine bir yandan “tutkulu” yandaşlar öte yandan “alerjik” karşıtlar yarattı. Belirleyici yönü iktisadi olmakla birlikte, “küreselleşme” olgusu, siyasal, kültürel yönleriyle de gündeme getirildi. İktisadi gelişmeleri anlatırken başvurulan temel referans noktalarından biri haline gelen küreselleşme; yeni yatırım araçlarının yaratılması, bunların etkinliğini arttıran ve yaygınlaştıran bir haberleşme ve bilgi işlem teknolojisinin hızla gelişmesi, sermayenin dolaşımının serbestleşmesini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu türden salt iktisadi bir açıdan bakıldığında, küreselleşme, gerçekte sermayenin uluslararasılaşmasındaki hızlanmanın ve genişlemenin artık uluslararasılaşma kavramına sığmayan bir düzeye ulaştığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Burada söz konusu olan, artık uluslararası, doğrusal bir boyut değil, global çok yönlü ve karmaşık bir boyuttur.
Küreselleşme kavramıyla ifade edilen bu sürecin iki bileşeni var. Bir tanesi sermaye birikimi süreci ile ilgili. Burada esas olarak, sermaye dolaşımının serbestleşmesi, hacminin artması, hızlanması, yaygınlaşması ve yeni yatırım araçlarının devreye girmesinden sözedilmektedir. İkincisi ise, teknolojik gelişmelerle ile ilgili. Burada da bilgisayarların yaygınlaşmasından, haberleşme ve bilgi işlemin hızlanmasından ve büyük bir hızla ucuzlamasından, ucuzlamasına yol açan gelişmelerden söz edilmektedir. Örneğin, sabit fiyatlar üzerinden hesaplandığında, 1920’den 1990’a kadar ortalama maliyetler, deniz taşımacılığında yaklaşık yüzde 70, hava taşımacılığında yaklaşık yüzde 80, uydu kullanımında yaklaşık yüzde 90, uluslararası telefon kullanımında ise yüzde 99 düşmüştür. Öte yandan, bilgisayarlı sistemlerin uygulamaya konulması, üretim sürecinin planlama ve tasarım aşamasından nihai montaj aşamasına kadar farklı alt bölümlere bölünerek uzak mesafelerden eşgüdümle yürütülebilmesini olanaklı kılarak, aynı ürünün üretiminin farklı aşamalarının yeryüzünün çok farklı noktalarında sürdürülebilmesini ekonomik olarak anlamlı hale getirmiştir.

TARİHSEL BENZEŞMELER
Teknolojik devrimle el ele gelişen ve sermayenin yeni coğrafyaları hızla etki alanına almasıyla ilerleyen ve küreselleşme olarak ifade edilen bu sürecin, bu gelişmelerin, dünya ekonomisinin 1870-1911 arasında yaşadığı “belle époque”a, kapitalizmin hızlı bir yayılma ve gelişme dönemine, büyük ölçüde benzediği görülmektedir. Sermayenin serbest dolaşımı; doğrudan veya portföy yatırımlar ile sermaye ihracı ve böylece sermayenin uluslararasılaşması; demiryolu ve buharlı gemilerin yaygınlaşması; iç patlamalı motorun icadı, telgraf, deniz altı telgraf hatları, nihayet telefon giibi bir teknolojik devrim ile taşımacılığın ve haberleşmenin ucuzlaması; Kanada, Arjantin, Avustralya, Yeni Zelanda, Rusya, Çin gibi pazarların açılmaya başlamasıyla, dünya ekonomisinin zincirden boşanırcasına gelişmesi ve yaygınlaşması, uluslararası ticari rekabetin şiddetlenmesi, ülkelerin uluslararası iş bölümü içindeki yerlerinin altüst olması, devletlerarası düzlemde siyasi konumların değişmesi bu türden benzerlikler olarak sayılabilir. Örneğin 1870-1915 döneminde uluslararası yatırımlarda yapılan üretim, toplam global üretimin yaklaşık yüzde 9’una ulaşmışken; 1991’de bu oran, ancak yüzde 8.5 olarak gerçekleşmiştir. Uluslararası ticaretin toplam dünya üretimi içindeki payı 1913’te yüzde 33 iken, bu oran, 1970’li yıllarda yüzde 25’e, 1990’ların ortasında da yüzde 45’e ulaşmıştır. Yani 1913’lerin düzeyini yeni yeni aşmıştır. Bu açıdan da bakıldığında, dünya ekonomisinin yüzyılın başındaki bütünleşikliğe yeni yeni ulaştığı görülmektedir. Ancak, dünya ekonomisindeki bütünleşmenin son yıllarda artan bir hızla gerçekleştiği de unutulmaması gereken bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.

KÜRESELLEŞME, ÖRGÜTSÜZLÜK VE SENDİKALAR
Çalışanlar açısından bakıldığında, özellikle örgütlülük düzeyi açısından durumun ne olduğu küreselleşme açısından önem taşımaktadır. Örneğin, sendikalaşmanın güç kaybettiği ülkelerden olan İngiltere’de 1913’te sendikalaşma oranının yüzde 23, 1989’da yüzde 41 olması; Fransa’da 1912 yılında yüzde 8 olan sendikalaşma oranının 1989’da yüzde 10.2 olması bu açıdan anlamlı veriler olarak değerlendirilebilir. Dünya ekonomisinin bütünleşmesi açısından bakıldığında, günümüzdeki gelişmeler ile 1870-1911 dönemi arasında önemli benzerlikler görülürken; sendikalaşma açısından bakıldığında, İngiltere ve Fransa gibi sendikalaşma düzeyinde büyük düşüşlerin gerçekleştiği ülkelerde, bir önceki döneme göre daha olumlu bir durumun olduğu anlaşılmaktadır. Bir önceki dönem, sosyal patlamaların sık yaşandığı, işçilerin eylemlilik açısından oldukça hareketli olduğu, nihayet 1917 yılında işçi sınıfı adına Rusya’da bir Devrim’in gerçekleştirildiği bir dönem özelliği taşımaktadır. Bir yandan dünya ekonomisi bütünleşirken, öte yandan ulus-devletlerde işsizliğin artması, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi, maliyeti düşürmek amacıyla ücretlerin bastırılıp, reel olarak düşürülmesi, işçileri örgütsüzleştirme çabaları, üretimden yeterince pay almayan bu büyük kitleyi uzun yıllar bu koşullar altında çalıştırmayı, yaratılacak olan bu yeni durumu kabullenmeyi olanaklı kılacak mıdır? Tarih bu açıdan oldukça öğretici örneklerle dolu, geriye dönüp bakmak yeniden düşünmeyi gerekli kılmaktadır.
Kendiliğinden bir gelişmeyi işaret ettiğinden küreselleşme kavramının öznesi yok. Öznesi olmadığı için de yönü yok; global. Bu nedenle de, küreselleşme karşımıza, kendiliğinden ve adeta doğal ve homojen bir süreç olarak çıkıyor ve hiç bir direniş olanağını içermiyor. Bu özelliği nedeniyle sihirli bir kavrama dönüştürülen küreselleşme, çalışanların lehine/yararına bir politika önerisi geldiğinde aşılmaz bir engel olarak çıkarılmakta; çalışanların yaşam koşullarını olumsuz etkileyecek politikalar söz konusu olduğunda ise, haklı bir mazeret olarak kullanılmaktadır.
Öznesine işaret edilmeyen “küreselleşme” söyleminde, temel hedef ve amaç olarak dünyaya açılma, rekabet gücü gibi kavramlar önemli yer tutarken, 1980 öncesinin kalkınma, sanayileşme, sosyal adalet, sosyal refah gibi kavramları ya tamamen unutulmuş ya da tozlanmak üzere rafa kaldırılmıştır. “Küresel ekonominin” gereklerine uyum sağlamak için ise, şirketlerin esnek olması gerektiği sık sık dile getirilmektedir. Buradaki esneklik, hem üretim süreçlerini hem de emek süreçlerini kapsamaktadır. Öznesine işaret edilmeyen küreselleşme sürecinin aktörleri olarak, karşımıza Dünya Bankası ve IMF’nin çıkması tesadüfi değildir. Çünkü, küreselleşme, ekonomik bir süreç olduğu kadar esas itibariyle bir siyasal süreçtir de. Bu sürecin iki tarafında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin devletleri olmakla birlikte, ülke içindeki sınıflar da bu gelişmelerden etkilenmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin yeniden yapılandırılmasından en çok etkilenenler ise, ücretli çalışanlar olmaktadır. Rekabet ve uyum adına emek piyasalarının esnekleştirilmesi, kuralsızlaştırılması, örgütsüz kılınması, çalışanları hem güçsüz kılmakta hem de geleceğe yönelik güvenini kırmakta, kaygılı ve korkulu bir ortama sürüklemektedir. Bütün bunlar ise, çalışanlara, kır ve kent emekçilerine, işsizlere yoksulluk olarak yansımaktadır. Aslında son yirmi yılda küreselleşme olarak sıfatlandırılan süreç, işçi sınıfını örgütsüzleştirme, bu örgütsüzleştirmeğe bağlı olarak önce çalışanların sonra toplumun diğer kesimlerinin yoksullaştırılmasından başka bir şey değildir. Çünkü, küreselleşme olarak efsaneleştirilen bu süreç, aslında, J. E. Stiglitz’in ifadesi ile “büyük hayal kırıklığı”ndan başka bir şey değildir. Hayal kırıklığının ötesinde, F. Şenses’in ifadesiyle, “küreselleşmenin öteki yüzü yoksulluk”tur. Yoksullaştırmanın en önemli aracı ise, toplumun emek ile sermaye arasındaki bölüşüm sürecinden, toplumun sosyal refah harcamalarından aldığı payın artırılması mücadelesinde işlevi olan sendikaların etkisizleştirilmesidir. Küreselleşme adı altında, son çeyrek yüzyılda yapılan, bundan başka bir şey değildir. Örgütsüz kapitalizm olmasa bile, etkisiz örgütlü kapitalizm tercih edilmiştir.

KÜRESELLEŞTİR, KİMLİKSİZLEŞTİR, SENDİKASIZLAŞTIR, YOKSULLAŞTIR
İdeolojilerin, tarihin sonunun geldiğinin ilan edildiği bir dönemde çalışmanın da sonunun geldiğini ilan etmemek olmazdı. Çok gecikmeden, çalışmanın sonu da ilan edildi. Kuşkusuz, bunu, işçi sınıfının da önemini kaybettiğinin ilanı izlemeliydi. Öyle de oldu. Artık işçi sınıfı önemini yitirmiş, arkaik toplumun arkaik kesimini oluşturmaktaydı; tarihçilerin, antrapologların üzerinde çalışması gereken bir konudan ibaretti. Ne var ki, ne ideolojilerin ve tarihin sonu gelmişti ne de çalışmanın ve işçi sınıfının. Olan, bir değişimdi. Dün olduğu gibi bugün de. İşçi sınıfı da, çalışma da değişmişti, tarihsel sürecin akışı içinde gelişmelere bağlı olarak, ama bu, bir son değildi. Neo-liberal ideolojik kampanyanın bir süre için bulandırdığı kafalar zamanla yeniden netleşmeye başlamış, şaşkınlık kısa sürede aşılarak, işçi sınıfının değişen yapısı üzerindeki araştırmalar ile ideolojik mücadele yeni boyutlar kazanmıştır.
İdeolojik mücadelenin sürdüğü alanlardan biri olarak karşımıza sınıf kavramı çıkmaktadır. “Sınıf” kavramı; ne kadar muğlaklaştırılıp, belirsizleştirilirse, sınıf mücadelesi sorunu da o kadar arka plana itilip, önemsizleştirileceğinden önemlidir. Son çeyrek yüzyılda sınıfa ilişkin tartışmaların daha çok liberaller tarafından yapılmaya çalışılmasının temel nedenlerinden biri de, budur. Çünkü, sınıf kavramının tanımı belirsizleştirildikçe, kapitalist toplumun dinamiklerinin anlaşılmasındaki önemi de o derecede azalacaktır. Kavram kadar, sınıfın kapsamının daraltılmaya çalışılması da, bu ideolojik yaklaşımın bir parçasıdır. İşçi sınıfının toplumda önemsiz bir nüfusa tekabül ettiğinin ortaya konması, hem mücadele dinamiklerini hem de sınıfın kendine olan güveni ve önemi azaltacaktır. Son yıllarda, işçi sınıfının eski önemini kaybettiğinin sıkça ileriye sürülmesinin arkasında yatan temel neden de, budur. Böylece, kendine güvenini kaybetmiş, mücadele azmini yitirmiş, kendisini önemsiz ve değersiz gören bir sınıf yaratılarak, sistem ve düzene yönelik potansiyel bir tehlike olması önlenmek istenmektedir. Sınıf kavramı muğlaklaştırıldıkça, sınıfın kapsamı daraltıldıkça, üretim, dağıtım ve bölüşüm süreçlerinin arkasındaki gerçek de gizlenmiş olacak; artı değer, sömürü, üretim araçlarının mülkiyeti, antagonistik üretim ilişkileri de tartışma dışı bırakılacaktır. Çünkü, sınıf ilişkileri, aynı zamanda, bize, bir üretim tarzında mülkiyet ve kontrol biçimlerini de göstermektedir. Sosyal diyalogun, toplumsal uzlaşmanın hayata geçirilmesi için, sınıflararası çelişkilerin, çatışmaların yumuşatılması, ve mücadelenin ortadan kaldırılması için bu türden bir ideolojik yaklaşım kaçınılmazdır. Bu yaklaşım, emekçilerin toplum içindeki konumlarını fark etmelerini önlemeye yöneliktir. Oysa sınıf bilinci ve bu bilincin gereğini yerine getirmek için, üretim sürecinde ve ilişkilerinde bulunulan konumun fark edilmesi gerekmektedir. Sadece kendinde sınıf için değil, kendisi için sınıf olabilmek için de, bu, zorunludur. Bunun önemini çok iyi bilen kapitalistler, üretim ve emek süreçlerinde geliştirdikleri yöntem ve tekniklerle, mümkün olduğunca, fark edilmeyi önlemeye çalışmışlardır. Örneğin, kapitalistler, kontrol fonksiyonlarını yönetici ve teknik uzmanlar aracılığıyla bürokratikleştirerek, aynı zamanda, sınıf antagonizmasının belirgin özelliklerinin saklanmasını sağlamışlardır. Sınıf ilişkilerinin zorunlu dikotomik doğasının, bürokratik sürecin yarattığı otorite ilişkilerinin hiyerarşik yapısı içinde gizlenebilmesi, sınıf sömürüsünün özne anlaşılırlığının sınırlanmasına da hizmet etmiştir. Son dönemlerde ise, emek süreçlerindeki değişim ile birlikte, işçi sınıfında ciddi bir karakter aşınmasını gerçekleştirmiştir. Gelecek kaygısı ve korkusu içinde güvenini kaybetmiş bir sınıf oluşturmak, kapitalistlerin en önemli hedeflerinden biri olmuştur. Bunun en önemli aracı ise, çalışma sürelerinin belirsizleştirilmesi ve işgüvencesinin kaldırılması olmuştur. Her alanda egemenliğini kuran esneklik, aslında, bizatihi sınıfın kimliğine yönelik bir saldırıdır.
Kapitalistlerin tüm bu çabalarına rağmen, iş ilişkileri hiyerarşik bir biçimde düzenlenseler bile, altta yatan dikomotik ve çatışkılı doğanın ayırdına varmak mümkündür. Çünkü bazı görevler sermayenin fonksiyonları ile ilişkiliyken, diğerleri emeğin faaliyetine ilişkindir. Bu nedenle, kâr temelli çalışan her firmada sınıf ilişkileri de hüküm sürer. Öte yandan, gelecek kaygısı ve korkusu ile meydana gelen karakter aşınması, emek süreçlerindeki yoğunluğun ve sömürünün boyutuna ve işyeri ile olan ilişkilere bağlı olarak aşılabilir. Çünkü, çalışanların çoğu sömürüldüklerini fark ederler. Sorun, bu sömürünün, yaşananların, çalışma ilişkilerinin kaçınılmaz bir gerçeği olup olmadığının görülmesindedir.
Günümüzde “küreselleşme” olarak adlandırılan yeni süreç, emeğin sömürüsünün yoğunlaştırıldığı ve işçi sınıfının etkisizleştirilmeğe ve kendisine olan güveninin kırılmaya çalışıldığı bir olgu olarak, etkisini, girdiği her alanda duyurmuştur. Türkiye’de de, bu süreçten farklı boyutlarda etkilenmiş işçi sınıfının yapısı üzerinde, gözlemlenebilir değişimler meydana gelmiştir. Dün olduğu gibi, bugün de, üretim ve emek süreçlerine bağlı olarak, işçi sınıfının yapısı değişmektedir. Yapılması gereken, sınıfın sonunu ilan etmek değil, bu değişimin boyutlarını nicel ve nitel açıdan ortaya koyarak, sonuçlarını değerlendirmek ve bu sonuçlara yönelik politikaları belirlemektir.
Dün olduğu gibi bugün de, iktisadi yapının, sanayileşmenin, üretim ve emek süreçlerinin değişimine bağlı olarak, işçi sınıfının yapısı ve özellikleri de değişmektedir. Çünkü sanayileşmenin, üretim ve emek süreçlerinin niteliğinin değişmesi ve yeni boyutlar kazanması, toplumların insan gücü yapısının nitelik ve bileşiminde köklü değişikliklere yol açmaktadır. Günümüzde üretim teknolojilerindeki hızlı değişim, işgücü talebinin biçimini değiştirmekte; niteliksiz işgücünün yerini bilgi ve beceri düzeyi yüksek, eğitilmiş işgücü almaktadır. Ileri teknolojilerin sermaye yoğun oluşu, gelişen teknolojiye bağlı istihdam sorunlarına, işsizlik gibi, neden olurken, endüstri ilişkilerini de etkilemekte, işgücü piyasası ve geleneksel çalışma biçimleri daha esnek bir görünüm kazanmaya başlamaktadır. Sanayileşmenin ulaştığı düzey, aldığı biçim ve ileri imalat teknolojilerine geçiş ile birlikte, göreli önemi azalan sektörlerde teknolojik yenilenme işsizliğe yol açarken, yeni teknolojilerin devreye girmesi ile nitelikli işgücüne olan talep yükselmekte, yeni çalışma türleri (esnek zamanlı, kısmi zamanlı çalışma gibi) ortaya çıkmaktadır.
Küreselleşme sürecinin ideolojisini yapanların çok iyi bildikleri bir şey var. Dünden kalan bir deneyim olarak. Toplumda sınıflar varsa, işçiler hareketlenmişse, işçiler kendisi için sınıf olma kimliğine kavuşmuşsa, daha yüksek ücret ve daha iyi yaşam istemeyi öğrenmişlerse, artık siyasal iktisadı da biliyorlardır, taleplerini buna göre biçimlendiriyorlardır. O zaman bu bilinci ve bu bilincin kaynağı örgütleri yok etmek ya da en azından zayıflatarak dumura uğratmak gerekir. Bunun için bir terbiye edici büyük korku gerekir. Kapitalizmde, işsizlikten, bir gelirden yoksun kalmaktan daha büyük korku olmaz. Esneklik, rekabet, bu korkunun oluşturulduğu ve hayata geçirildiği önemli araçlar olmuştur. Esneklik, rekabet ve işsizlik baskısı, önce sendikaları zayıflatmış, ardından sendikaya üye olmanın “sakıncalarını” göstermiştir. Öyle olduğu için de 1980 sonrası dönem sendikasızlaştırma dönemi olmuştur. Çünkü, sendikanın güçlü olduğu yerde, kapitalistler, maliyeti azaltarak rekabette üstünlük sağlamak için ücretleri istedikleri düzeye indiremez. Dünya ekonomisi ile bütünleşmek için, ihracatta rekabet üstünlüğü elde etmek için, işçileri uysallaştırmak gerekir. İşçileri uysallaştırmak için onların örgütlerini zayıflatıp, etkisizleştirmek gerekir. Çünkü, ücretleri kontrol etmek için, işçileri kontrol etmek gerekir, işçileri kontrol etmek için örgütleri olan sendikaları zayıflatıp, etkisizleştirmek gerekir, işçileri korkutmak gerekir. Uluslararası alanda rekabet ve dünya ekonomisi ile bütünleşmek için, bu kaçınılmaz oluyor. Sonuçları? Sonuçları, gelir dağılımının bozulması; işçiler, kır ve kent yoksulları için daha da yoksullaşmak oluyor. Aşağıdaki tablo bu durumu oldukça net olarak ortaya koyuyor.

Tablo 1: Sendikasızlaştırma ve Bu Süreçte Yoksullaşma:1985-1995 (%)
Ülke    Tarım dışı işgücünde sendikalılaşmada değişim oranı 1985-1995 (%)    Ücret ve maaşlılarda sendikalılaşmada değişim oranı1985-1995 (%)    Gini İndeksi(Gelir Dağılımı Bozukluğu)    Kentsel YoksullukNüfusun (%)1980 1990    Kırsal YoksullukNüfusun (%)1980 1990
Mısır    -23.9    -9.1    0.289    26    29    19    21
Kenya    -59.6    …    0.445    10    29    55    46
G. Afrika    40.7    130.7    0.593    …    …    …    …
Uganda    -49.9    …    0.392    …    16    …    24
Zambiya    -33.3    …    0.498    26    45    80    87
Arjantin    -47.9    -42.6    …    7    15    10    20
Kanada    -0.6    1.8    0.315    …    …    …    …
Şili    37.2    …    0.565    12    32    25    34
Kolombiya    -37.3    …    0.571    36    38    45    68
El Salvador    -8.0    …    0.523    …    43    76    56
Meksika    -42.7    -28.2    0.537    36    37    54    55
ABD    -15.2    -21.2    0.408    …    …    …    …
Uruguay    -41.4    …    0.423    9    10    21    23
Venezuella    -42.5    -42.6    0.488    15    31    26    53
Avustralya    -29.6    -29.6    0.352    …    …    …    …
Bangladeş    -71.9    …    0.336    66    34    74    53
Çin    -7.8    …    0.403    2    0    24    12
Hindistan    -18.2    …    0.378    40    4    51    48
Japonya    -17.7    -16.7    0.249    …    …    …    …
Malezya    -13.4    …    0.485    13    7    37    19
Yeni Zelanda    -50.7    -55.1    0.439    …    …    …    …
Pakistan    -13.4    …    0.312    23    …    30    …
Filipinler    24.1    84.9    0.462    45    37    59    52
Singapur    -20.4    -18.1    …    …    …    …    …
Tayland    -7.4    -2.5    0.414    22    15    33    34
Avusturya    -29.2    -19.2    0.231    …    …    …    …
Belçika    -9.2    -0.2    0.250    …    …    …    …
Çek Cumh.    -52.8    -44.3    0.254    …    …    …    …
Danimarka    1.2    2.3    0.247    …    …    …    …
Finlandiya    -2.8    16.1    0.256    …    …    …    …
Fransa    -47.4    -37.2    0.327    …    …    …    …
Almanya (Bir)    -3.5    -17.6    0.300    …    …    …    …
Yunanistan    -34.5    -33.8    0.327    15    …    34    …
Macaristan    -29.2    -25.2    0.308    …    …    …    …
İrlanda    -12.5    -12.6    0.359    …    …    …    …
İsrail    -76.9    -77.0    0.355    …    …    …    …
İtalya    -7.0    -7.4    0.273    …    …    …    …
Hollanda    -6.7    -11.0    0.326    …    …    …    …
Polonya    -42.6    -42.5    0.329    …    …    …    …
Portekiz    -53.7    -50.2    0.356    …    …    …    …
Romanya    -19.8    …    0.282    …    …    …    …
Slovakya    -31.9    -19.8    0.195    …    …    …    …
İspanya    56.2    62.1    0.325    …    …    …    …
İsveç    -2.7    8.7    0.250    …    …    …    …
İsviçre    -21.2    -21.7    0.331    …    …    …    …
İngiltere    -27.2    27.7    0.361    …    …    …    …
Kaynak: ILO, World Labour Report 1997-98, Geneva, 1997; World Bank, World Development Report 2000/2001’den yararlanılarak düzenlemiştir.

SENDİKALAR…
Tablodaki veriler, bazı istisnaları bulunmakla birlikte, küreselleşme süreci olarak ifade edilen dönemde, genellikle, sendikasızlaşma ile birlikte gini indeksi ile gösterilen gelir dağılımı bozukluğu ve yoksullaşmanın da koşut gittiğini göstermektedir. Kuşkusuz bu durum, tüm sendikalı ya da sendikasız işçilerin mutlak anlamda yoksullaştığı anlamına gelmiyor. Ancak, bir ülkede, ücretler üzerinde önemli bir sürükleyicilik işlevi gören sendikaların güç kaybetmesi ile birlikte reel ücretlerdeki düşüşün, hem işçilere hem de toplumun geri kalan kesimine gelir dağılımında bozuluş şeklinde bir olumsuzluk, bir yoksullaşma süreci olarak da yansıdığı çok açıktır.
Son yirmi yıl, sendikaların, ücretler arasında farklılık yaratarak, gelir dağılımını bozduğu yönündeki görüşlerin egemen olduğu bir dönem özelliği taşımaktadır. Ancak, bu yaklaşım yeni değildir, neo-liberal iktisat politikalarının egemenlğini kurmasından önce de, çalışma hayatına yönelik olarak ücret teorileri ile uğraşanlar, sendikalarının gelir dağılımını bozduğunu ileri sürmekteydiler. Bunlar, sendikalı işçilerin örgütlülükten gelen gücünü kullanarak, diğer sendikasız işçilere göre daha yüksek ücret alarak, gelir dağılımını, sendikalı işçiler lehine bozduğunu ileri sürmektedir. Kuşkusuz sendikalı işçilerin sendikasız işçilere göre daha yüksek ücret aldığı doğrudur. Ancak, burada gözden kaçırılan, ideolojik olarak üstü örtülmek istenen, gelirin, hangi kesimler arasında nasıl dağıldığı sorunudur. Gelir dağılımı sorunu; ücret, kâr ve rant arasında oransal olarak değerlendirilmeyip, sadece ücretler arasındaki farklılıklar temelinde değerlendirildiğinde; sendikaların gelir dağılımını bozduğunu ileri sürmek, hiçbir şey söylememektir. Aslolan, elde edilen artığın, ücret, kâr ve rant arasında hangi oranda dağıldığıdır. Bu açıdan bakıldığında, sendikaların ücretleri yükselterek, diğer ücretlerin yükselmesini sağladığı, böylece artıktan ücrete düşen payı yükselttikleri görülmektedir. Bu, ücretler arasında bir eşitsizliğe yol açsa da, gelir dağılımında ücretlilerin aldığı payı yükselttiğinden, neo-liberal iktisatçıların ileri sürdükleri gibi gelir dağılımını bozmamakta, tersine, gelir dağılımını emekçiler lehine düzeltmektedir. Neo-liberal iktisatçılar düşük ücrette eşitliği ücretler arasında eşitlik olarak kabul ettikleri için, sendikaların emek piyasasında tekel oluşturduğunu ileri sürüp, sendikaların piyasa mekanizmasını bozduğunu savunurlar. Amaç, sendikasız bir evren oluşturup, çalışanlara daha düşük ücret vermektir. Kuşkusuz bu, ücret, kâr ve rant arasındaki bölüşüm ilişkisinin ücret aleyhine bozulmasından başka bir anlama gelmemektedir. Böyle olduğu için de, son yirmi yıl, sendikaların zayıflatılmaya, bu anlamda reel ücretlerin düşürülmeğe çalışıldığı bir dönemdir.
1980’li yıllarda bazı sanayileşmiş ülkelerde sendikaların üye sayısının azalışı, sendikalaşma oranların düşüşü, güç ve temsil yeteneklerinin zayıflayışı, kimilerince sendikaların sonu, sendikasız çalışma ilişkilerinin doğuşu olarak değerlendirildi. Evet, bazı ülkelerde bireyin ön plana çıkarıldığı, örgütlülüğün dışlandığı bir dönemde, sendikal hareket, ciddi boyutta bir kriz ile karşı karşıyaydı ve sendikalar önemli miktarda üye kayıpları ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu doğru, ama sadece bir sonuç. Bu sonuca ulaşmada sermayenin saldırısı, sendikasızlaştırma çabaları kadar, mevcut sendikal yapı, politika ve sendika liderlerinin de payı vardır. İşbirlikçi, işyeri ve ücretle sınırlı, bencil bir sendikacılık ve bürokratik yönetimle, bir de sosyal kontrol işlevi yerine getirilmişse, ilk ekonomik krizde başka bir şey de beklememek gerekmektedir. Sermaye birikimi ve kârları rahatsız etmedikçe, bu türden bir sendikacılığın, sermayeye zarardan çok yararı olmaktadır. Ancak, sermaye birikiminde sorunlar, kârlarda düşüş meydana geldiğinde, yani kriz ile karşı karşıya kalındığında, sendikalar, sermaye için artık bir tehlikeden başka bir şey değildir. Bu dönemde sendikasızlaştırma çabaları yoğunlaşır, işçilerin kendileri ile işsizler arasındaki rekabeti ücret artışlarını düşürür, düşük ücretlerle çalışmaya razı olunur. Bu durum, bugüne özgü değildir, sanayileşmenin tarihi kadar eskidir. Çünkü, Engels’in daha 1845’te belirttiği gibi, “rekabet, modern sivil toplumda egemen olan herkesin herkesle savaşının en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, varolma savaşı, yalnızca toplumun farklı sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir, ve herkes kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır. Nasıl burjuvazinin üyeleri kendi aralarında rekabet halindeyseler, işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler”. İşçilerin işçilerle, işçilerin işsizlerle de rekabet halinde olduğu bu durumda, “her biri ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ki, işçilerin kendi aralarındaki bu rekabet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü durumun en kötü yanıdır; burjuvazinin elinde proletaryaya karşı en keskin silahtır. İşçilerin bu rekabeti birlikler [sendikalar] yoluyla ortadan kaldırma çabaları, burjuvazinin bu birliklere [sendikalara] karşı duyduğu nefret, ve bu birliklerin [sendikaların] başına çöken her yenilginin burjuvazinin utkusu olması bu nedenledir”.
Tarihe dönüp ekonomik krizler ile sendikal politikalar ve yapılar arasında bir ilişki aradığımızda, karşımıza birbirinin benzeri sonuçlar çıkmaktadır: sendikalar üye kaybetmekte, yeni sendikal yapı ve politikalara yönelerek bu krizden çıkmaya çalışılmaktadır.
1873-1874 krizi, İngiltere’de, Almanya’da, Avusturya’da, ABD’de, Kanada’da sendikalarda önemli üye kayıplarına neden olmuştur. Örneğin, İngiltere’de 1869 yılında 250 bin olan sendikalı işçi sayısı, 1873’te 1 milyona ulaştıktan sonra, krizle birlikte 1875’te 500 bine düşmüştür. Benzeri bir süreç 1929 Bunalımı’nda da yaşanmıştır. Bunalım öncesinde, İngiltere’de 6 milyona yaklaşan sendikalı sayısı 1933’te 4 milyon 400 bine, Almanya’da 8 milyona yaklaşan sendikalı sayısı 5 milyona düşmüştür. Belçika, ABD gibi ülkeler de benzeri bir süreç yaşamışlardır. 1974 krizi ve sonrasında yaşananlar da aynıdır. Pek çok ülkede sendikalar, 1980’li yıllar boyunca önemli sayı ve oranda üye kaybetmişlerdir.
Her üç krizden de sendikalar üye kaybederek çıkmışlardır. Ama daha sonra yeni sendikal politikalar izleyerek, yeniden yapılanarak güç kazanmaya başlamışlardır, üye sayısı ve üyelik oranları yeniden artmıştır.
1873-1874 krizinden çıktıktan sonra, meslek sendikacılığından işkolu sendikacılığına yönelerek, toplumsal ve ekonomik hayat ile ilgili sorunları dile getirip, bunları sendikal politikalara katarak, reform taleplerinde, sosyal haklar talebinde bulunarak önemli sayıda üye ve güç kazanmışlardır. Sanayileşmeye, sanayi işçilerinin artışına bağlı olarak da üye potansiyelleri artmıştır.
1929 Bunalımından sonra ise, sendikalar özellikle II. Dünya Savaşı-1980 döneminde devlet ve işverenlerle işbirliği içine girerek, korporatist ilişkiler kurmuşlar, böylece verilen ödünler karşılığında üye sayılarını arttıracak hak ve düzenlemelere kavuşmuşlardır. Bu dönemde, sendikalar genellikle merkezi, otoriter, bürokratik, tekelci bir yapıya kavuşmaya başlamışlardır. Bu nedenle, 1960-1974 dönemi, korporatist ilişkilerin geliştiği ülkelerde, 1960 sonrasının en az greve gidilen dönemi olmuştur.
1974 sonrası dönemde ise, sendikalar önce bocalamış, sonra yeni politikalar geliştirmeye başlamışlardır. Ücretli emek içinde sendikaların dayandığı sanayi işçilerinin payının azalıp, hizmet sektörünün payının artması, gençlerin ve kadınların işçiler içindeki oranının artması, sendikaları hizmet sektöründe çalışanlar ile kadınları üye yapmaya itmiştir. Hizmet sektöründe son yıllarda, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında gerçekleştirilen kimi başarılı grev ve mücadeleler, bu sektörde sendikalaşma açısından önemli adımlar atılmasına yol açmıştır. 1980’li yılların başarısız grevlerinden sonra bu başarılı grevler, sendikalara olan güveni ve ihtiyacı arttırmıştır. 1980’li yıllar boyunca sermaye grevlere direnmiş, devlet kurumlarını ve medyayı da arkasına alarak bu grevleri etkisiz kılmıştır. 1995 sonrasının başarılı grevleri ise, hem grev eğilimini hem de sendikalara olan güveni artırmaya başlamıştır.
1990’lı yılların bazı grevleri ve sendikaların grev politikaları farklı özellikler taşımaktadır. Bu grevlerde, grevler bir işyerinin sorunu olmaktan çıkarılıp, bir toplumsal soruna dönüştürülmektedir. Cinsiyet ayrımından, etnik ve ırk ayrımcılığına; göçmen işçi sorunundan çalışan çocuk sorununa kadar pek çok konu bu türden grevler süresince tartışılmış, medyanın sansürü internet aracılığı ve web siteleri ile kırılarak aşılmaya çalışılmıştır. Toplumda yaratılan duyarlılık ile işverenler üzerinde bir baskı kurularak, taleplerin kabulüne zorlanmışlardır. Örneğin, ABD’de “Hizmet Sektörü Çalışanları Uluslararası Sendikası” tarafından başlatılan “justice for janitors” kampanyası, Silikon Vadisi’nde, binaların bakım ve güvenliğinde çalışanları örgütlemede büyük bir başarı kazanmıştır. Bu kampanyada Oracle, Apple, Hewlett Packard gibi büyük kuruluşların çalışanlarının elektronik postalarına ulaşılarak, her gece binaların, büroların temizliğini yapıp, güvenliğini sağlamaya çalışanların içinde bulundukları olumsuz çalışma koşulları anlatılmış, burada çalışan mühendis ve teknik elemanlardan kendi şirketlerinde içsel baskı grupları oluşturmaları istenmiş ve bu sağlanmıştır. Böylece, yerel bir eylem internet aracılığı uluslararasılaşmakta, şirketlerin teknik elemanları ile sendikasız çalışanlarının içsel baskı grupları oluşturmalarının yanı sıra, eylem toplumsallaştırılmaktadır. Öte yandan, bazı eylemlerde kimi sosyal araçlar da, politik ve toplu pazarlık taleplerine dönüştürülebilmektedir.
Son çeyrek yüzyılda sendikaların kürselleşme sürecine uygun örgütlere dönüştürüldüğünü, yeterince ıslah edildiği gösteren önemli dokümanlardan biri de Dünya Bankası’nın hazırlamış olduğu bir rapordur. Bu rapora göre, son yıllardaki sendikacılık mevcut durum ve süreç ile uyum sağlamıştır. Sendikalar artık işçilerin değil, sermayenin istediği örgütlere dönüşmüştür. Çünkü, sendikaların örgütlü olduğu alanlarda artık daha az greve gidilmekte ve grevler daha kısa sürmektedir. Üstelik sendikalı işçi ile sendikasız işçi arasında çok büyük bir ücret farkı bulunmamaktadır. ABD’de bu fark yüzde 15’e kadar sendikalı işçi lehine çıkarken, Avrupa’da bu fark yüzde 5-10 arasında değişmektedir. Gelişmiş sanayileşmiş ülkeler açısından bakıldığında, sendikacılığın, yapılandırıldığı yeni haliyle, kapitalizm tarafından kabul göreceği anlaşılmaktadır. Bu nedenle olsa gerek, 2000’li yılların başında Avrupa’da pek çok sendika yeniden üye kazanmaya başlamıştır. Ancak, bu sendikaların ücretler üzerinde ciddi bir baskı oluşturmadığı da gözden kaçırılmamalıdır. Sendika üyeliğine göre, toplu pazarlık kapsamının geniş olduğu ülkelerde, sendikaların, ücretleri arttırarak çalışanlar lehine gelir dağılımını yeniden düzenleme olanağı bulunmaktadır. Bilindiği gibi, yoksulluk da, ortalama gelir düzeyi, ekonomik büyüme ve gelir dağılımının eşitsizlik derecesiyle yakından ilişkilidir.
Asgari geçim düzeyini temel alan mutlak yoksulluk yaklaşımına göre, 1990’lı yılların başında, ABD’de yoksulluk oranı yüzde 20’dir. Daha yüksek gelire sahip olanlar ile yapılan karşılaştırmayı içeren göreli yoksulluğa göre, AB’de yoksulların oranı yüzde 17’dir. Sendikacılığın ABD’ye göre daha etkili olduğu ve toplu pazarlık kapsamının oldukça geniş olduğu AB’de, yoksulluk oranının, dünyanın en gelişmiş ülkesi olan ABD’ye göre düşük olması hiç de sürpriz olarak değerlendirilmemelidir. Üyelik açısından zayıflasalar da, sendikaların potansiyel etkisi, yoksullaştırmaya yönelik politikaların hayata geçirilmesini daha da zorlaştırmaktadır. Reel ücretlerin düşürülmesinde etkisiz kalan sendikalar, özellikle sosyal harcamaların artırılmaması yönünde önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Az gelişmiş ülkelerde ise daha vahimdir. Sendikasızlaştırma ile birlikte reel ücretler hızla düşmüştür. Örneğin, 1980-1991 döneminde asgari ücret Venezüela’da yüzde 53, Peru’da yüzde 83 oranında, Fiji’de 1990 yılında 1975’e göre yüzde 38 oranında düşmüştür. Üstelik bu ülkelerde sendikasızlaştırmalara bağlı olarak, düşük ücretle çalışanların da oranı artmış, enformel istihdam yaygınlaşmıştır.
Küreselleşme olarak sıfatlandırılan bu yeni dönemin en temel yaklaşımı, hem gelişmiş hem de az gelişmiş ülkelerde sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur.
Tablo 2: Sendikasızlaştırma ve Yoksulluk Oranları
Ülke    Tarım dışı işgücünde sendikalılaşmada değişim oranı 1985-1995 (%)    İnsani Yoksulluk (%)    Yoksulluk Sınırı Altındaki Nüfus (%) (1983-2000)1 dolar 2 dolar     Yoksulluk Sınırı Altındaki Nüfus (%) (1983-2000)Ulusal Yoksulluk Sınırı
Mısır    -23.9    31.2    3.1    52.7    22.9
Kenya    -59.6    31.9    26.5    62.5    42.0
G. Afrika    40.7    …    11.5    35.8    …
Uganda    -49.9    40.8    …    …    55.0
Zambiya    -33.3    40.0    63.6    87.4    86.0
Arjantin    -47.9    …    …    …    17.6
Kanada    -0.6    12.3    7.4a    12.8b   
Şili    37.2    4.1    2    8.7    21.2
Kolombiya    -37.3    8.9    19.7    .36.0    17.7
El Salvador    -8.0    18.1    21.0    44.5    48.3
Meksika    -42.7    9.4    15.9    37.7    10.1
ABD    -15.2    15.8    13.6a    16.9b    …
Uruguay    -41.4    3.9    2    6.6    …
Venezuella    -42.5    8.5    23.0    47.0    31.3
Avustralya    -29.6    12.9    17.6a    14.3b    …
Bangladeş    -71.9    42.4    29.1    77.8    35.6
Çin    -7.8    14.9    18.8    52.6    4.6
Hindistan    -18.2    33.1    44.2    86.2    35.0
Japonya    -17.7    11.2    …    11.8b    …
Malezya    -13.4    …    …    …    15.5
Yeni Zelanda    -50.7    …    …    …    …
Pakistan    -13.4    41.0    31.0    84.6    34.0
Filipinler    24.1    14.6    …    …    36.8
Singapur    -20.4    6.5    …    …    …
Tayland    -7.4    14.0    2    28.2    13.1
Avusturya    -29.2    …    …    10.6b    …
Belçika    -9.2    12.6    …    8.2b    …
Çek Cumh.    -52.8    …    …    4.9b    …
Danimarka    1.2    9.5    …    9.2b    …
Finlandiya    -2.8    8.8    4.8a    5.1a    …
Fransa    -47.4    11.1    9.9a    8.0b    …
Almanya (Bir)    -3.5    10.5    7.3a    7.5b    …
Yunanistan    -34.5    …    …    …    …
Macaristan    -29.2    …    …    10.1b    …
İrlanda    -12.5    15.3    …    11.1b    …
İsrail    -76.9    …    …    13.5b    …
İtalya    -7.0    12.2    …    14.2b    …
Hollanda    -6.7    8.5    7.1a    8.1a    …
Polonya    -42.6    …    10.0c    11.6b    …
Portekiz    -53.7    …    …    …    …
Romanya    -19.8    …    23c    …    …
Slovakya    -31.9    …    8.0c    2.1b    …
İspanya    56.2    11.3    …    10.1    …
İsveç    -2.7    6.7    6.3a    6.6b    …
İsviçre    -21.2    …    …    9.3b    …
İngiltere    -27.2    15.1    15.7a    13.4b    …
Kaynak: ILO, World Labour Report 1997-98, Geneva, 1997; UN, Human Development Report 2002’den yararlanılarak düzenlemiştir.
a) günde 11 dolar (1994-1995); b) medyan gelirin yüzde 50’si (1987-1998); c) günde 4 dolar (1996-1999)

SENDİKALAR, EŞİTSİZLİK VE YOKSULLAŞMA
Farklı nedenleri olmakla birlikte, tarihsel süreç içinde hem reel ücretlerin artmasında hem de sosyal hakların geliştirilmesinde önemli rol oynayan sendikaların etkisizleştirilmesinin, hem gelir dağılımının bozulmasında, hem de yoksullaştırmada önemli bir rolünün olduğu yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Sendikaların etkisizleştirilmesi ile birlikte reel ücretler düşürülmüş, emek piyasaları kuralsızlaştırılıp, esnekleştirilmiş, enformel istihdam yaygınlaşmış, kadın ve çocuk emeği ucuz emek gücü olarak yaygın olarak istihdam edilmeğe başlanmıştır. İşsizliğin de yaygınlaşıp, yapısal bir özellik kazandığı örgütsüz kapitalizmde, yoksullaştırmanın temel etkenleri olan bu süreçlere karşı çıkacak bir direnç, bir mücadele aracı olmadığı için de, uygulamalar hızla toplumun geniş kesimi üzerinde etkili olmuştur. Gerek gelişmiş ülkelerde gerekse az gelişmiş ülkelerde yapılan araştırmalar, emek piyasalarındaki bu gelişmelerin, yoksulluğun nedenleri arasında ön planda olduğunu gösteren önemli bulgular ortaya koymuştur. İşsizliğin arttığı, enformel istihdamın yaygınlaştığı, değişik ücret düzeylerinin ve verimliliğin olduğu, emek piyasalarının yeniden yapılandırıldığı, sosyal güvenliğe, sosyal harcamalara ayrılan payların azaltıldığı, sendikaların ılımlı ve uyumlu sosyal kontrol araçlarına dönüştürüldüğü, sendikasızlaştırmanın gerçekleştirildiği yerlerde, yoksulluk da, bu gelişmelerin düzeyine bağlı olarak, hızlı ya da yavaş olarak artmaktadır. 1980 öncesinin örgütlü kapitalizminde sendikaların güçlü olduğu bir dönemde gelir dağılımının görece daha düzgün olması, yoksulluk oranlarının daha düşük olması, 1980 sonrasındaki sendikasızlaştırma ile yoksullaştırma arasında bağ olduğunu destekleyen Tablo 1 ve 2’deki verilerle açıkça görülmektedir. Bu veriler, sendikaların yoksullukla mücadelede önemli işlevlerinin olacağının bir göstergesi olarak da kabul edilebilir.
Kâr oranları açısından bakıldığında, küreselleşme sürecinde sendikaların neden etkisiz hale getirilmeğe çalışıldığı, daha net bir şekilde anlaşılmış olacaktır. 1948-1980 gibi sendikaların güçlendiği, etkili olduğu bir dönemde ABD’de kâr oranı % 30.8 düşmüştür. Kuşkusuz bu durum Marx’ın kâr oranının düşme eğilimi yasasının somut ve yadsınamaz kanıtından başka bir şey değildir. Sendikaların güç kaybettiği, etkisiz olduğu 1980-1989 döneminde ise, artık değer oranı hızla artarken, kâr oranı pozitif bir değer alarak, % 8.3 artmıştır. Dönemin temel özelliği, Reagan-Bush yönetimlerinin, çalışanların kazanımlarına ve hayat standartlarına çeşitli biçimlerde saldırılarının yaşanmış olmasıdır. Kuşkusuz sendikasızlaştırma yönünde önemli çabalar sarf edilmiştir. Bu durum, sadece ABD’ye özgü değildir, hemen tüm ülkeler, özellikle sendikacılığın güç kaybetmesi ile birlikte, benzeri bir süreci yaşamıştır. Gelir dağılımının bozuluşunun, yoksullaştırmanın açık bir göstergesi olan bu durum, somut olarak karşılığını hayatta da bulmuştur.
Neoliberalizmin bir diğer yapısal sonucu da, sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur. Kısacası, eğer gelir dağılımı tablosunun tepesinde yer alan yüzde yirminin içindeyseniz, küreselleşmeden kazançlı çıkacaksınız demektir; merdivenin üstlerine tırmandıkça kazancınız da aynı oranda artacaktır. Tabandaki yüzde seksenin içinde yer alanlar ise, yarışı baştan kaybedenlerdir; gelir tablosunda aşağı doğru indikçe, zarara uğrama oranı da artar. K. Phillips , Reagan’ın neoliberal doktrininin ve politikalarının 1977 ile 1988 arasında Amerikan gelir dağılımını nasıl değiştirdiğini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. 1980’ler boyunca, toplumun en varsıl yüzde onu içinde yer alan Amerikan aileleri, ortalama aile gelirlerini yüzde 16, yüzde beşinde yer alanlar, yüzde 23 oranında artırmışlardır. Ancak, Reagan’a en çok dua edenler, hiç kuşkusuz, gelirlerini yüzde 50 oranında artıran, en tepedeki yüzde birlik kesimdir. Tabandaki yüzde sekseni oluşturan yoksul Amerikalıların hepsi istisnasız bazı kayıplara uğramıştır. En aşağıda yer alan yüzde onluk kesim, gelirinin yüzde 15’ini yitirmiştir. Yıllık gelirleri, yoksulluk sınırı olan 4.113 dolardan, insanlık dışı denilebilecek 3.504 dolara kadar düşmüştür. 1977’de en tepedeki yüzde birlik kesimin ortalama geliri, en alttaki yüzde ondan 65 kat fazla iken, on yıl sonra, bu oran, yüzde yüz on beşe fırlamıştır. Bu öylesine bir dönüşümdür ki, neoliberalizmin ateşli savunucularından Gray bile itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Amerika’daki azalan gelirler, çalışan çoğunluğu, özellikle de şu anda çalışmakta olan yoksul insanların çoğunu etkiliyor. ABD, son yirmi yılda verimliliği istikrarlı biçimde artarken, çoğunluğun gelirlerinin -onda sekizin- aynı kaldığı ya da düştüğü tek gelişmiş toplumdur. Ekonomik eşitsizlikte böylesi bir büyüme, tarihsel olarak benzersizdir. Bu durum, hiçbir gelişmiş demokraside, hatta serbest piyasa politikalarının 1980’lerde en sistemli biçimde yerleştirildiği İngilizce konuşulan iki ülkede, İngiltere ve Yeni Zelanda’da bile kendini göstermedi. İngiltere ya da ABD’de on dokuzuncu yüzyıl serbest piyasalar çağında da ortaya çıkmadı”. Öyle olduğu için de bugün, ABD’de, yoksul kesim arasında ortalama yaşam umudu süresi düşmektedir.
Kuşkusuz sorun sadece gelir kaybı ile sınırlı kalmamıştır. Yoksulluğun pençesinde kıvranan bu “gelişmiş” ülkelerde “suç” oranlarında patlamalar meydana gelmiştir. Öyle ki, artık kitlesel hapsetme politikası çare olarak benimsenmeye başlanmıştır. 1990’lı yılların ortasında her 193 Amerikalıdan biri hapishane ile tanışmıştır. Bu rakam, Kanada’nın 4, İngiltere’nin 5, Japonya’nın 14 katıdır. 1997 yılına gelindiğinde ise, 50 Amerikan erkeğinden yaklaşık biri demir parmaklıkların arkasına geçmiş, yaklaşık yirmide biri erteleme ya da şartlı tahliyeden yararlanmıştır. ABD’de hapishanelerdeki düşük ücret karşılığında fason üretim, “çağdaş” köleliğin hayata geçirilmiş bir başka boyutu olmaktadır. Böyle bir ortamda, beş yıldızlı otel sayısı ile özel hapishane sayısının yarışmasında şaşılacak bir yan olmasa gerek! Sanayileşmiş ülkelerdeki çocuk cinayetlerinin yaklaşık dörtte üçünün ABD’de yaşanmış olması ise, bir başka önemli sorunu oluşturmaktadır.
Amerika, eşitsizliğin en fazla olduğu toplumlardan biri olma özelliğini korumakla beraber, yirmi yıldır uygulanan neoliberal politikalar sonucu, eşitsizlik, tüm ülkelerde ciddi biçimde artmıştır. Dünya Bankası raporuna göre, günde 750 milyon kişi yoksulluktan aç kalıyor, yaklaşık 1.3 milyar insan bir dolardan daha düşük gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Günde iki dolardan daha düşük bir gelirle yaşamını sürdürmeye çalışanların sayısı ise, 2.7 milyara ulaşmıştır. Gerek 1 dolar gerekse 2 dolar yaklaşımı, dünyadaki yoksulluğun boyutunu tam olarak yansıtmamaktadır. Çünkü bu ölçüt, sadece en yoksul ülkeler için anlamlı olur. Türkiye ve Doğu Avrupa ülkeleri için bu ölçüt 4 dolar, gelişmiş ülkeler için de 14 dolar olarak alındığında, gerçek, biraz daha açıkça ortaya konmuş olur.
UNCTAD’ın gelir eşitsizliği, yoksullaşma ve orta sınıfların eriyip gitmesi üzerine yapılan 2600 çalışmanın değerlendirilmesinden elde ettiği sonuçları yayımladığı 1997 Ticaret ve Kalkınma Raporu, bu korkunç gerçeğin altını bir kez daha çizmektedir. Rapor’a göre, 1965 yılında G7 ülkelerinin kişi başına gelir düzeyi, en yoksul 7 ülkenin gelir düzeyinin 20 katı iken, 1995’te 39 katına çıkmıştır. Bir başka karşılaştırmaya göre ise, 1820 yılında en zengin 20 ülkedeki kişi başına gelir, en yoksul 20 ülkedeki kişi başına gelirin 3 katı iken; bu oran, 1870 yılında 7 kata, 1913’te 11 kata, 1950’de 35 kata, 1973’te 44 kata, 1992’de de 72 kata çıkmıştır. 150 yılda kat edilen mesafenin, küreselleşme adı verilen yirmi yıllık süreçte bir çırpıda yaşanmış olması, yoksullaştırmanın boyutlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu durum yoksulluğun küreselleştirilmesinden başka bir şey değildir. Öyle olduğu için de, bugün zenginliğin yüzde 85’i nüfusun yüzde 20’lik bir diliminin elinde toplanmışken, en yoksul yüzde 20’lik dilime zenginliğin ancak yüzde 1.3’ü ile yetinmek düşmüştür! 250 çok ülkeli şirketin gelirinin 2.5 milyar insanın toplam gelirine denk düşmesi ise, yoksulluğun ve zenginliğin nasıl bir seyir izlediğini gösteren bir başka önemli gösterge olmaktadır. Ülke içi gelir dağılımı açısından bakıldığında ise, nüfusun en zengin yüzde 20’sinin gelir dağılımından aldığı pay, 1980’den beri hemen hemen her ülkede artmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin yarısından fazlasında, nüfusun bu kesiminin aldığı pay, yüzde 50’nin üstündedir. UNCTAD’ın raporunun, bu eğilimlerin Çin, Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri gibi geniş bir yelpazede yer alan değişik ülkelerde geçerli olduğunu işaret etmesi ilginçtir. 1990’lı yılların ortasında, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u şiddetli beslenme sorunu ile, çocukların ise yüzde 10’undan fazlası beslenme yetersizliğinden kaynaklanan hastalıklar, sakatlıklar ve ölümler ile karşı karşıya idi.
Asgari Geçim Devleti’nde eşitsizliğin artışı doğrultusundaki bu eğilimde hiç de şaşırtıcı bir yön yoktur aslında. Vergi kesintileri ve ücretlerin düşürülmesi gibi politikalar, zengini daha zengin yapmak için tasarlanmıştır. Bu tür ölçütlerin kuramsal gerekçelendirilmesi ve teorisi de şöyle kurgulanmıştır: zenginin yüksek gelir ve yüksek kâr ile daha zengin edilmesi, yatırımı ve kaynakların daha iyi dağılımını özendirici olduğundan, istihdam yaratıcı ve toplumun refahını artırıcı etkiye sahiptir. Gerçekte ise, parayı ekonomik merdivenin üst basamaklarına doğru itelemenin, bir avuç azınlığın beyan edilmeyen kağıt üstü gelirlerini artırmaya, borsa oyunlarına ve bu konferans boyunca hakkında epey şey dinleyeceğimiz mali krizlere yol açmaktan başka işe yaramadığı gün gibi açıktır. Gelirin, toplumun en alt basamaklarında yer alan yüzde seksene doğru kaydırılarak, yeniden paylaşımı sağlanabilse, bu gelir, tüketim için kullanılarak istihdamı özendirecektir. Oysa gelir, zaten gereksinme duyduğu şeylerin çoğuna sahip olan üst kesime doğru kaydırılacak olursa –ki, bugün yapılan budur–, bu gelir, yerel ya da ulusal ekonomiye döneceğine, uluslararası borsaya akacaktır.
Dünyanın yoksul ve borçlandırılmış ülkelerinde, kapitalizmin silahşörleri IMF ve DB aracılığı ile yapısal uyum adı altında uygulanan politikalar, aslında neoliberalizmin makyajlı halinden başka bir şey değildir. Uluslararası düzeyde neoliberallerin tüm güçlerini yönlendirdikleri belli başlı alanlar ise şunlardan oluşmaktadır: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı; sermayenin serbest dolaşımı; yatırım serbestisi.
Geçtiğimiz yirmi yılda, kapitalizmin üç silahşöründen ikisi olan IMF ve DB, inanılmaz şekilde güçlenmiştir. Borç krizine ve koşullara bağlılık mekanizmaları sayesinde, ödemeler dengesi desteğinden sözde “anlamlı” ekonomi politikaların, özde ise neoliberal politikaların uluslararası jandarmalığına geçmiştir. IMF destekli “reformlar”, çok sayıda ülkede emek maliyetlerinin düzenlenmesi, aynı anlama gelmek üzere, en aza indirilmesi konusundaki belirleyiciliği ile, Asgari Geçim Devleti’nin temel politikalarından biri olan emeğin yağmasını hem kolaylaştırmış hem de hızlandırmıştır.
Uzun ve yorucu tartışmalar sonucu, neyi oyladıklarını tam olarak bilmeyen parlamentoların onayıyla, 1995 Ocak ayında Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu. Neoliberal kuralların uluslararası alanda kesin hükümranlığı anlamına gelen ve bir yağma hukukundan başka hiç bir anlama gelmeyen Çok Taraflı Yatırım Antlaşması’nın (MAI) onaylanması için büyük çabalar harcanmasına rağmen, şimdilik, bu antlaşma, geçici de olsa ertelenebilmiştir. Eğer, MAI onaylanmış olsaydı, tüm hakların şirketlere, tüm sorumlulukların hükümetlere verildiği, yurttaşlara kesinlikle hiçbir hakkın tanınmadığı yeni bir tarih sayfası açılmış olacaktı. Kuşkusuz, bu tehlike hala sürmektedir, ve Asgari Geçim Devleti’nin önemli amaçlarından biri olarak, hayata geçirilmek üzere önünde durmaktadır. Bu kurumların hepsinin ortak paydası, şeffaflıktan yoksun ve anti-demokratik oluşlarıdır. Bu ise, neoliberalizmin temel esprisi ve özüdür. Neoliberalizm için ekonomi, kurallarını topluma kabul ettirir, bunun tersi, düşünülemez bile. Demokrasiyi ayakbağı olarak algılayan neoliberalizm, hem kazananların hem de kaybedenlerin dahil olduğu geniş bir seçmen kitlesi için değil, sadece kazananlar içindir.
Fiilen hiçbir şeye sahip olmayan kaybedenlere ilişkin neoliberal tanımlamayı ve onun yapılandığı Asgari Geçim Devleti’ni çok ciddiye almak gerekmektedir. Servetin toplumun alt kademelerinden üst katmanlarına aktarılması süreci gereği, herkes; yaşlanma, hastalık, hamilelik, başarısızlık ya da sadece ekonomik koşullar öyle gerektirdiği için, herhangi bir anda sistem dışına itilebilmektedir. Neoliberalizm ve yansıması olan Asgari Geçim Devleti, siyasetin temel doğasını değiştirmiştir. Siyasetin esas ilgi alanı, kimin kime hükmettiği ve kimin pastadan ne kadar pay aldığı iken; günümüzde, bu temel sorular hâlâ geçerliliğini korumakla beraber, siyasetin odağındaki soru, artık “kimin yaşamaya hakkı vardır, kimin yoktur?” olmuştur. Sistemden köktenci dışlamalar günümüzün tek geçerli kuralıdır.
Neoliberalizm ve yansıması olan Asgari Geçim Devleti’nin insanlığın var oluş koşullarından biri niteliğini taşımadığı, eksiklikleri ve aksaklıkları nedeniyle bu sisteme karşı mücadele etmenin bir zorunluluk haline geldiği ve neoliberalizme doğaüstü nitelikler yüklenmemesi gerektiği hususlarının altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor. Bir yandan toplumu ve demokratik devletleri yeniden güçlendirmeye, bir yandan da, uluslararası düzeyde demokrasinin tesisi, hukukun üstünlüğü ve gelirin hakça dağılımı ilkeleri doğrultusunda sistemi yenilemeye hazırlıklı olmak gerekiyor. Uluslararası dolaşımdaki inanılmaz meblağlara ulaşan paranın 40 milyar ABD doları gibi gülünç denecek kadar küçük bir miktarı ile dünya nüfusunun tümü için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlamak, evrensel sağlık ve eğitim standartlarını yakalamak, mümkün görünmektedir.
Vahşete çağrının kusursuz uygulayıcısı Asgari Geçim Devleti’nde yaşanan neoliberal politikaların sonuçları öylesine korkunç olmuştur ki, yeni sağın ateşli savunucusu J. Gray bile kapitalizmin toplumun birliğini korumaya yaramadığını; kendi haline bırakıldığında, liberal uygarlığı pekala tahrip edebildiğini; kapitalizmin ehlileştirilmesinin zorunlu olduğunu; kapitalizmin dinamizmi ile toplumsal istikrarı uzlaştırmak için devlet müdahalesinin gerekli olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. Çünkü, 1980’ler ve 1990’lar boyunca, kitlesel işsizlik, reel ücretlerdeki düşüş, sendikalılaşmaya sıcak bakmayan az sayıda çekirdek işgücü ile sendikalı olmayı bile düşünemeyen çok sayıdaki vasıfsız işçi arasındaki ücret uçurumu da iyice büyümüştür. Özellikle son yıllarda, gelişmiş ülkelerde sendikalar, ücretler üzerinde olumlu işlevini büyük ölçüde kaybetmiştir; sendikalı işçi ile sendikasız işçi ücreti arasındaki fark, yüzde 5 ile 10 arası gibi oldukça düşük bir oranda kalmıştır. Bu durum, DB’nı sendikalara sahip çıkmaya itmiştir. Çünkü artık sendikalara bir sosyal kontrol aracı olarak ihtiyaç vardır. Sermayenin iktidarı gücünü ortaya koymuş, istediği zaman sendikaları etkisizleştireceğini, istediği zaman sahip çıkabileceğini göstermiştir. Tek koşul, sendikaların, kâr oranlarını düşürme eğilimi içine sokmaması, sermaye birikiminin önünde ciddi bir engel oluşturmamasıdır. 1980’lerin hikayesi de bir parça budur.
Gelir dağılımının sermaye lehine bozulabilmesi için emekçiler üzerinde bir tahakküm gerekmektedir. Bu tahakküm olmadan kârların artırılması, ücretlerin düşürülmesi mümkün değildir. Bu nedenle, önce, bu sürecin önünü tıkayan engellerin kaldırılması gerekir. Bu engellerden en önemlisi, sermaye aleyhine, emek lehine sendikalardır. Sendikalar, sermayenin emekçiler üzerindeki iktidarını pekiştirmede, tahakkümünü kurmada önemli sorunlar yaratır. Örgütlü bir güç olarak ücretlerin doğrudan ya da dolaylı azaltılmasına karşı çıkar. Sendikaların gücüne, izlediği politikaya bağlı olarak, sermayenin emek üzerinde kurmak istediği iktidar ve tahakkümün derecesi değişir. Eğer sendikal politikalar ve faaliyetler çok etkili ise, bu durumda, sermayenin tahakkümü ve iktidarını hissettirme gücü çok yüksek olamaz. Ancak, sendikalar etkisiz, hatta işbirlikçi bir konumda ise, bu durumda, çok sayıda yönetilecek emekçi olmasına rağmen, iktidar ve tahakküm, sanki tek bir işçi üzerinde uygulanıyormuş gibi etkili olur.
Sermaye kârını artırmak, ücretleri düşük tutmak istemi, iktidar etkilerini giderek daha incelikli kanallarla emekçilere, onların bedenlerine, tavırlarına, tüm gündelik edimlerine varıncaya kadar dolaşıma sokmayı gerekli kılar. Bugün işsiz kalma kaygısı ile işini koruma isteği taşıyan emekçilerin işverenlerin her isteğine boyun eğmesi, iktidarın emekçilerin dünyasına incelikle egemen kılınmasından başka bir şey değildir. Gelirden yoksun kalma kaygısı, emekçileri sermayenin egemenliği altında etkisiz hale getirmekle kalmıyor; emekçileri, üretim sürecinde bir nesne olmanın ötesine taşıyor, şeyleştiriyor. Zamandan tasarruf adına Arjantin’de kasiyer kızların altına bez bağlanması, bundan başka bir şey değildir.
Sermayenin iktidarını pekiştirdiği, tahakkümünü kurduğu dönemler, aslında, sermaye için şeffaf dönemlerdir. Emekçiler hem çalışma alanlarında hem de gündelik hayatlarında tamamen işverenlerin denetimi altındadır. Bu denetim, dışsal bir kontrolla sağlanmamakta, tamamen emekçilere içselleştirilerek sağlanmaktadır. İşsiz kalma kaygısı, gelirden yoksun olma korkusu, bu sürecin en önemli kontrol aracı olmaktadır. Emekçiler, iktidarın gözünün her yerde her zaman üzerlerinde olduğu düşüncesi içindedirler. Sermaye, sadece yasalarla kendi hegemonyasını garanti altına alamayacağını bilir. Bunu bildiği için, iktidar etkilerinin tüm toplumsal gövdeye, gözeneklerine kadar sızmasını sağlayacak yeni bir araç olarak büyük bir korkuya ihtiyaç duyar: işsizlik, açlık. Bunu sağladığı zaman, emekçiler, bu sürece karşı çıkacak gücü de kendilerinde bulmazlar. Yalnızlaşırlar, yabancılaşırlar, dayanışmadan uzaklaşırlar. Örgütlü mücadeleye yanaşmazlar. Artık sermayenin doğrudan sendikasızlaştırma çabasına gerek yoktur, çünkü işçiler bu korku ve kaygı içinde sendikalara yanaşılmaması gerektiğini bilirler. Emekçiler bunu içselleştirdikleri için, dışardan bir denetçiye de gerek yoktur. Oysa, sermaye, 19. yüzyılda, çalışan kadınlara fabrika disiplinini uygulatmak amacıyla özel olarak eğitilmiş rahibelerin denetimine ihtiyaç duymuştu. Bugün buna gerek yok, çünkü az sayıdaki denetçi rahibe yerine çok sayıda denetçi var; önce her işçi kendi kendisinin denetçisi konumuna getirildi, ardından her işçinin bir gözetmen olduğu duygusu yaratıldı. Artık ne teknolojinin, ne bir yöneticinin, ustanın, şefin, ne de tanrının gözü gerekmektedir gözetim için. Sermaye artık bunlara da ihtiyaç duymamaktadır iktidarını egemen kılmak için. Çünkü iktidarını paylaşmayı gerektirecek bir ortam yoktur.
Bu süreç sermayenin kârlarının önündeki engelleri kaldırır, emekçiyi yoksullaştırır, gelir dağılımını, sermaye lehine her seferinde yeniden yeniden bozar. Bu sürecin kırılması, iktidarın gözünün her yerde olmadığını göstermeye bağlıdır. Bunu başarabilen sendikalar süreci de tersine çevirmiş olacaktır. Bunun için de, büyük korkuyu yenmek gerekmektedir. Sermaye, bir sınıf olarak, çıkarları doğrultusunda büyük gözaltı duygusunu yaratmışsa, bunu yıkmak için de, yine, bir sınıf olarak karşı çıkmak gerekiyor. Tarih bu türden çıkışların her zaman mümkün olacağını gösteriyor. Tıpkı emekçilerin 19. yüzyılda uzun çalışma sürelerine karşı geliştirdikleri pasif direnişlerden biri olan “Kutsal Pazartesi” örneğinde olduğu gibi.

EKLER
EK 1: Seçilmiş Ülkelere Göre Sendikalı Sayısında Artış ve Azalış Oranları
(1985-1995)
AB Dışı ve AB’ye Aday Üye Ülkeler    Artış/Azalış Oranı (%)    AB Üyesi Ülkeler    Artış/Azalış Oranı (%)
G. Afrika    +126.7    Hollanda    +19.3
Çin    +22.0    Portekiz    -44.2
Şili    +89.6    Fransa    -31.2
Tayland    +77.3    İngiltere    -25.2
Filipinler    +69.4    Almanya    -20.3
G.Kore    +60.8    İsveç    -4.8
Zimbabya    +54.4    Avusturya    -8.3
Bangladeş    +57.8    Danimarka    +4.5
Guatemala    +35.9    Finlandiya    -2.4
Estonya*    -71.2    Lüksemburg    +13.3
Çek Cumhuriyeti*    -50.6    İspanya    +92.3
Macaristan*    -38.0    Yunanistan    -23.1
Polanya*    -45.7    İrlanda    -2.6
Romanya*    -7.5    İtalya    -6.8
Slovakya*    -40.1    Belçika    +5.8
KAYNAK: ILO, World Labour Report 1997-1998, Geneva, 1997’den yararlanılarak düzenlenmiştir. (*) Avrupa Birliğine aday üye ülkeler.
Ek 2: AB’de Sendikalaşma Oranı (%)
Ülke    Toplam1980 1990 2000    Kadın (2000)    Erkek (2000)
Danimarka    76.0    71.0    87.5    88.6    86.5
Finlandiya    70.0    72.0    79.0    83,0    75,0
İsveç    80.0    83.0    81.0    83,0    78,0
Belçika    56.0    51.0    69.2    –    –
Lüksemburg** (a)    –    43.4    50.0    –    –
İrlanda (b)    –    48.9    44.5    –    –
Avusturya    56.0    46.0    39.8    29.1    48.2
İtalya**    49.0    39.0    35.4    –    –
Yunanistan (a)    –    24.3    32.5    –    –
Portekiz*    61.0    32.0    30.0    –    –
Almanya**    36.0    33.0    29.7    20.5    37,1
İngiltere    50.0    39.0    29.5    28.0    31.0
Hollanda    35.0    26.0    27.0    20.0    32.0
İspanya    9.0    13.0    15.0    –    –
Fransa    18.0    10.0    9.1    –    –
Kaynak:www.eiro.eurofound.ie/2001/11/feature/tn0111148f.html www.eiro.eurofound.ie/2000/12/feature/TN0012299F.html; ILO, World Labour Report 1997-1998, Geneva, 1997; Y. Akkaya-M. Çetik, Türkiye’de Endüstri İlişkileri, FEV/Tarih Vakfı, İstanbul, 1999.
2000 yılı sütunu için: * 1999, ** 1998, a 1990 yılı sütunundaki veriler 1995’e aittir; b 1990 yılı sütunundaki veriler 1993’e aittir.

(*) 7. ODTÜ Uluslararası Ekonomi Kongresi’ni sunulan tebliğin tam metnidir.

Kürt sorunu, 80. yıl kutlamaları ve inkarda istikrar

Kürt sorunu, Cumhuriyet’in 80. kuruluş yılında çözümlenmemiş bir sorun olarak duruyor. Cumhuriyetin kuruluşunda, Türkler ve diğer tüm halklarla omuz omuza mücadele eden Kürtlerin durumu, aslında Cumhuriyet’in karakterinin izahı olarak değerlendirilebilir. Emperyalist kuşatmadan ve işbirlikçi saltanat sahiplerinden kurtarılan topraklarda kurulan ve sürdürülenin nasıl bir Cumhuriyet olduğunu görmek isteyenlerin karşılaşabilecekleri en çarpıcı fotoğraf kareleri, Kürtlerle ilgili olanlarıdır. Kürtlerin tarihine bakarak, Cumhuriyet’i tanımamak ve tanımlamak mümkün. Emperyalist işgale karşı bir halk hareketi olarak gelişen ve tüm dünya halklarının saygı ve sempatisini kazanan Kurtuluş Savaşı sonrasında Cumhuriyet kurulmuş ama, halklar siyasetten dışlanarak mülk sahibi sınıfın iktidarı perçinlenmiştir.
Sovyet devriminin etkisi ve Kurtuluş Savaşı boyunca anti-emperyalist güçlere sunulan desteğin yarattığı sempati, ve Kurtuluş Savaşını başarmış ülkenin, bir demokratik halk devrimi yoluna girme ihtimalinin doğurduğu korku, iktidarını kurmuş olan tefeci-tüccar kesimin “korku kaynakları”na saldırılar düzenlemesine neden olmuştur. 1923 İzmir İktisat Kongresi ve ardından 1924 Anayasası, Cumhuriyeti kuran sınıfların karşı karşıya gelişinde önemli bir süreçtir. İşçilerin ve köylülerin her demokratik talebi ve örgütlenme çabalarının bastırıldığı bu yıllarda, Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri ise, “Genç Cumhuriyete yönelik saldırı, dış güçlerin kışkırtması ve işgalcilerin yeniden diriltilmesi” olarak değerlendirilerek, içeride iktidarın gericileştirilerek sağlamlaştırılmasına malzeme edilmiştir. “İrtica” “bölücülük” ve “komünizm” ‘tehlikeleri’nden bazen biri bazen diğeri öne çıkarılarak, diktatörlüğün meşru hale getirilmesine çalışılmıştır. 1919 ile 1922 yılları arasında, yani Kurtuluş savaşı yılları boyunca Kürtlere dair söylenmiş sözlerin ve yine 1923’te uluslararası platformlarda yapılan açıklamaların aksine, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, inkar ve asimilasyon politikaları benimsenmiştir.
Tek parti dönemi, “çok-partili parlamenter sistem”e geçiş ve sonraki yıllar boyunca tüm hükümetler bakımından bir ortak payda, Kürt sorununda şekillenen resmi politikayı ısrarla uygulamak olmuştur. “Cumhuriyeti Kuran Parti” diye, Baykal’ın övündüğü CHP, ardından DP, AP, MSP Hükümet ve Koalisyonları, ve tüm burjuva-gerici partilerin ortak paydası, Kürt sorununu ezerek “çözme” anlayışı olmuştur. Yine ’71 ve 1980 askeri faşist darbeleri, sıkıyönetim ve OHAL uygulamaları süresince ve tüm “özel kurumlar”ın (asker-sivil) hedefinde, işçi ve sosyalist hareketin yanı sıra, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük mücadelesi bulunmuştur. Cumhuriyet tarih boyunca, Kürt sorunundaki temel resmi politika, diğer tüm “değişikliklere” rağmen sürdürülmüştür. “Sağ”da ve “sol”da, “laik” ve “şeriatçı”, “milliyetçi” kategorideki tüm partilerin tarihi, devletin değişmez inkar politikasını sürdürmek olmuştur. Baskı, imha, sürgün, mecburi iskan, tenkil ve tedip hareketi, idam ve toplu yıkımlar olarak devam eden politika, tek ulus dayatmasıyla sürdürüldü. Tüm uluslardan ve azınlıklardan halkları “eritmek” uğruna Cumhuriyet boyunca büyük acılar yaşandı.
Ancak 1925’teki Şeyh Sait İsyanı “Kürt sorununda çözümün” kalın çizgilerle belirlendiği bir dönem oldu. Bu isyanın bastırılmasında benimsenen tarz ve ilan edilen “seferberlik” hali, bazı farklılıklarla beraber, hâlâ devam etmektedir.
Başta Türk halkı olmak üzere tüm halkların baskı altına alınarak ezilip sömürülmesinde, iktidarı pekiştirmek için bu dönem özenle değerlendirildi. Bu tarihten sonra “Kürt yok”tu. Artık Kürt yoktu ve Kürt iddiasıyla ortaya çıkan her kişi ve oluşumun amansız düşman sayılarak ezilmesi mubahtı. Şeyh Sait İsyanı dönemi, bastırılmasında devletin takındığı tutumun vahşet boyutuyla beraber ideolojik bir tutumun da belirginleşmesi bakımından önemli bir dönemdir. Yakın tarih olan 28 Şubat’ta yaşandığı gibi, çok daha kapsamlı olmak üzere, bu isyan, iktidarı sağlamlaştırmanın aracı haline getirildi. “İrtica ve bölücülük tehlikesi karşısında Cumhuriyeti savunma” refleksi bu dönemden yadigardır. Aydınları, demokrasi ve bağımsızlık yanlısı çevreleri, öğrenim gören genç kuşağı ve geniş bir çevreyi maniple etmede, Şeyh Sait Ayaklanması titizlikle değerlendirildi. TKP’nin de yedeklendiği bu dönemde “sol” ve “sosyalist” çevreler Kürt sorununun çözümünde resmi ideoloji ile mutabakata mahkum edildi. TKP, kurucusu Mustafa Suphi ve 15 arkadaşının Karadeniz’de boğularak öldürülmesini de sineye çekerek, şoven bir çizgide ilerlemeyi bu yıllarda bir politika olarak benimsedi. Bu dönemden sonra, Kürtlerin her “kıpırdanışı” acımasızca  bastırıldı. Bu politika giderek, Cumhuriyetin karakteri haline getirildi.
’30’lu yıllarda ise ideolojik çalışmalar arttırıldı. İnkar ve asimilasyonun “bilimsel” temelleri atıldı! “Güneş Dil Teorisi”, “Türk Tarih Tezi” gibi çalışmalarla Kürtlerin inkarı ve tek ulus içinde eritilmelerinin “bilimsel” temelleri sağlamlaştırıldı. Kürtlerin “dağ Türkü”, Kürtçe’nin ise “Türkçe’nin dağ şivesi” olduğu yönlü saçmalıklar “bilimsel” kanıtlara dayandırıldı. Kürtçe olan her şey yasaklandı. İl, ilçe, köy, mezra, dağ, ova isimleri değiştirildi. Kürtçe olan her şeyin kayıtlardan kazınması için hummalı bir çalışma başlatıldı. Kemalizm’in ideolojik tutumu ve resmi politika olarak şekillenen ve şiddet araçlarıyla sürekli geliştirilen bu politikalar, bugün hâlâ süren politikalardır.

AKP VE  KÜRT SORUNUNDA GELİŞMELER

AKP de, devletin resmi politikasına uygun davranmaktadır. Dahası bu Hükümet tüm diğer hesapları için Kürt sorununu kurban vermiş durumdadır. O da, kendisinden önceki tüm hükümetler gibi Kürt sorununu demokrasi sorunu olarak görmek istemiyor. KADEK’i ya da başka herhangi bir örgütü bir sonuç olarak görmek, Kürt halkının kültürel, sosyal ve siyasal sorunlarını çözmek yerine, bölgeyi daha fazla kuşatarak ve Kürtlerin her ses çıkardığı alanı baskı altına alarak inkarı derinleştirmek, direnci kırmak istiyor. Şimdiye kadar bastırmakla övünülen 29 isyanda ne yapıldıysa, onu yaparak yol almak, “çözüm” bulmak peşinde. Erdoğan, hükümetin ilk günlerinde, “Kürt sorunu yoktur diye düşünürseniz, sorunu çözersiniz” diyerek çözüm yoluna işaret etmişti. Son zamanlarda saldırıların dozu daha da arttı. Cemil Çiçek, Adalet Bakanı değil, bir Polis Şefi gibi hareket ederek açıklamalarda bulunuyor. Çıkarılan pişmanlık yasasının fiyaskoyla sonuçlanmasının da etkilediği ruh haliyle saldıran hükümet, şovenizmi kışkırtıcı açıklamalar yapıyor. Genel siyasi af ve Kürt sorununa demokratik barışçıl çözüm isteyenlere kinle yanıt veriyor. Bakan Çiçek, “40 bin masum insanı mezarında tek başına bırakan Öcalan da tek başına kalmalıdır” diyerek şiddeti ve çatışmayı körüklüyor; OHAL koşullarını aratmayan ortama ve saldırılara gerekçe bulmaya çalışıyor. Yalnız Kürtlere değil, barış ve demokrasi isteyen işçilere, emekçilere, gençlere ve kadınlara yönelik şiddetin dozunu arttıran hükümet ve yönetici güç odakları, hâlâ “bölünme” edebiyatıyla Kürt sorununu emek ve demokrasi güçlerini bölmenin malzemesi olarak değerlendirmek istiyor.
Özellikle birkaç yıldan bu yana azalan çatışma ortamı, Kürtler ve Türkler ve tüm halklar arasında gelişen  kardeşlik duygusu ve Kürt sorunun demokratik çözümü yönünde güçlenen havayı dağıtmak üzere bir saldırı dalgası başlatılıyor. Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun çerçevesinde sağlanan ve giderek genişleyen kardeşleşme “içerden” ve dışardan bir aşındırma ve saldırı ile dağıtılmak isteniyor. DEHAP’ın kapatılmasına yönelik dava ve Bloğun seçime girmemiş sayılması senaryoları da bu çabanın bir parçası oluyor. AKP hükümeti, emekçilere ve halka karşı ne kadar acımasız ise, Kürtlere ve Kürt sorunun demokratik çözümüne de o kadar düşmanca bir yaklaşım içinde bulunmaktadır. AKP, hükümet olduğundan bu yana bu tutumunda ısrarcıdır. Genelkurmay ile değişik çevrelerin AKP’ye yönelik her “laiklik düşmanı” iddiası, AKP’nin halka ve Kürtlerin taleplerine saldırısı olarak yansıyor. Bingöl depreminde halka yöneltilen şiddet ve sonrasında tüm bölgeye yayılan baskı ve terör bu yaklaşımın tezahüründen başka bir şey değildir. Herhangi bir dönemde yapamadıklarını AKP hükümetine yaptıran egemen sınıflar, AKP’yi Kürt sorunu ve savaş destekçiliğinde posası çıkıncaya kadar kullanmak istemektedirler. İşçi, emekçi ve gençlerin her talep ve mücadelesine, halkın emperyalist işgale ve işbirliğine karşı mücadelesine hunharca saldıran AKP ve iktidar güçleri, Cumhuriyetin 80. Kuruluş Yılı etkinlikleriyle şovenizmi ve saldırıları daha da arttıracaklardır.
Ancak, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunu gibi sorunların baskı ve şiddetle ertelenmesi bugün artık daha zordur. Bu tutumu sürdürenlerin, DYP, DSP, MHP ve diğer irili ufaklı onlarca partinin akıbetini paylaşacağı kesindir. Ve artık halkın partilerin arkasındaki güçlere, yönetici güç odaklarına yöneleceği bir döneme girilmektedir. Milyonlarca halk için, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun demokratik çözümü en temel ve can alıcı talep haline gelmiş bulunuyor. Birkaç yıldan bu yana AB Uyum Yasaları ile bu talepleri yedekleyerek, halkı beklenti içine sokan burjuvazi ve partileri, olanaklarını tüketmektedir. Halk, yıllardır demokratikleşme adına yapıldığı söylenen yasaların hayat bulmadığını, günlük yaşama yansımadığını, baskı ve şiddetin egemen tarz olarak devam ettiğini düşünmektedir. İktidarı elinde bulunduran güç odakları için şimdi, Uyum Yasaları’ndaki düzenlemeler bile sorun olmuş, tüm riyakarlık ortaya çıkmıştır. Artık, demokratikleşme güldürüsüne son vermek üzere, tüm halk güçlerinin gidişata el koymaları için koşullar her zamankinden daha elverişli hale gelmektedir. Burjuvazinin gelişen hareketi parçalamak için Kürt sorununu umacı haline getirmesi boşuna değildir. Kürt sorununu KADEK sorunu ve KADEK’i de “bölücü terör örgütü” olarak gösterip, emekçileri yedeklemek için çaba içinde olan burjuva cephe, aslında savaşa ve sömürüye karşı gelişen tepkiyi ve demokratik Türkiye mücadelesini dağıtmak istemektedir.

GELİŞMELER KARŞISINDA SINIF PARTİSİNİN TUTUMU
Egemen güçlerin bu saldırı politikasını püskürtmek için çok yönlü, kapsayıcı ve akıllı bir çalışma yürütmek gerekmektedir. Dönemin sorunlarını görmek ve çözüm için gereğini yapmakta sınıfın partisine büyük görevler düşmektedir. Kimilerinin, Blok güçlerinin önemli bileşeni DEHAP’ın zaaf ve tutarsızlıklarını, birleşik hareket yaratmayı zaafa uğratan tutumlarını gerekçe göstererek, Kürt halkının özgürlük davasına karşı gösterdiği tutum; sınıfın partisine ve kadrolarına yabancı bir tutumdur. BAK bu eksen üzerinde hayata müdahale etmekte ve bir güç olmak istemektedir. Bu anlayış ve tutumları mahkum etmek, birleşik halk hareketinin yaratılması için gösterilen çabayla gerçekleşecektir. Ancak, bu sorunu aşmak bugün fazlasıyla önemlidir. Geniş halk kesimlerini kazanma mücadelesi, dönemin esas sorunu olarak önümüzdedir. Savaşa ve işgale karşı mücadele Kürt sorununda demokratik çözüm mücadelesiyle birleştirilebildiği oranda başarılı olunacağı bilinerek, şoven çevreleri püskürtüp etkisizleştirmek önem kazanıyor. Bu durum, sınıfın partisinin bugün önemli bir dönemeçte bulunduğuna işaret etmektedir. Ayrıca, Kürt emekçi yığınlarının özlemleriyle buluşma ve onun özgürlüğü kazanma coşkusuna ortak olma, partimiz ve kadrolarını, tüm burjuva, şoven ve sosyal şovenlerden ayıran tutumdur. Bölge örgütleri ve tüm Türkiye örgütlerinin Kürtlerin demokratik hakları ve siyasal özgürlükleri için mücadeleden geri durmayarak, demokrasi sorununu, tüm Türkiye işçi sınıfı ve halklarının sorunu olarak önüne koymaları, ama her özgün durumu yaratıcılıkla değerlendirmeleri ve bu sorunları aşmaları gerekiyor.
Kürt halkının ulusal ve sosyal kurtuluş davasının kayıtsız koşulsuz savunulması görevi, sınıfın partisinin görevi olarak karşımızdadır. Kuşatılmış, tüm ulusal demokratik hak ve özgürlüklerinden yoksun olarak önemli bir tarihi süreçten geçmekte olan Kürt halkının sorunlarını anlamak, paylaşmak ve davasını sırtlamak, sınıfın partisinin ve onun kadrolarının omuzlarındadır. Ortadoğu coğrafyasında bölünmüş ve parçalanmış ve değişik gerici-işbirlikçi güçlerin esaretine mahkum edilmiş Kürtlerin kendi kaderlerini ellerine alma mücadelesiyle birleşmek için çaba, tüm diğer sorunların üstünde tutulmalıdır.
Sorunları saptamayı marifet sayarak klişe tanımlamalarla hareket etmek sınıfın tutumu olmamıştır. Örneğin, Güney Kürdistan’daki gelişmeleri “Amerikan İşbirlikçiliği” gibi tanımlamalarla izah etmek kolaydır, ama bu, diğer yapılması gerekenleri yapmamak için bir gerekçe de değildir. KDP ve YNK’nin politikaları ve tutumlarından dolayı Kürt halkını suçlamak, işbirlikçi Türkiye yönetimini başından atamamış olan ve hâlâ bu işbirlikçi partilere oy vererek onları destekleyen halkı suçlamaktan farklı değildir. KDP ve YNK’nin tutumu gerekçe edilerek halka sırt çevrilemez. Kürt halkının durumu tüm diğer bölge halklarından farklı ve çok daha karmaşıktır.
Yine KADEK’in tutum ve davranışları, politika ve taktik yönelimindeki “tutarsızlıkları” gerekçe gösterilerek, KADEK’e ve tüm bölge halkına yönelik saldırılara kayıtsız kalmak, bırakın “sol”, “sosyalist” geçinmeyi, demokratça bir tutum bile olamaz. Marksizm’in dünya tarihindeki deneyim ve öğretilerinin gösterdiği de budur. Irak’a asker gönderme çabalarının sürdüğü günümüzde bu aşamada gösterilmeyen tutarlılık, bölgedeki karışıklıklar arttıkça ve Türkiye savaşa bulaştıkça hiç gösterilemeyecek ve halkın parçalanıp yedeklenmesinde burjuvazi “ulusal savunma” cephesini yaratarak başarılı olacaktır.
Emperyalist işgale ve işbirlikçi bölge yönetimleriyle girdiği ilişkilerin gelişmesine, Kürtler içindeki karmaşaya, çeşitli Kürt örgütlerinin emperyalistlerle girdikleri ilişkilere ve ilişkiye girmeyi gözetenlerin varlığına, onların işbirlikçiliği meşru gören anlayışlarına tanık olduğumuz günümüzde, Kürt halkının doğru yolu gösterenlere daha çok ihtiyaç duyduğu kesindir. Kürt halkı kendi kaderini kendisi belirleyecektir. Düşüp kalkacak,ezilip, hırpalanacak, ama ulusal olduğu kadar sosyal kurtuluş politikaları etrafında birleşecektir. Biz, ortaya çıkan eksik ve yanlışları giderebilecek, sorunları çözecek tek gücün Kürt işçi ve emekçi halkı olduğuna inanıyoruz. Bölgedeki ve Türkiye’deki güncel gelişmeler karşısında, Türkiye halkına ve Kürt emekçilerine yönelik her saldırının göğüslenmesi için işçi, genç ve kadın tüm parti kadrolarının tereddütsüz hareket etmesi bugün daha da önem kazanmıştır. Şovenizmin etkisini kırmak, tereddütlerin aşılmasını sağlamak için cesaretle davranmak zorunludur. Partinin Batı illerindeki çalışmasında, şovenizmin etkisindeki geniş halk yığınları gerekçe edilerek, Kürt halkının özgürlük ve demokrasi taleplerinin savunulmasında “utangaçlık” gösterilemez. Sınıfın partisinin diğer tüm akımlardan ayrım noktası, söylemle uyum içindeki pratik tutumudur. Saldırıları püskürtmek için Kürt halkıyla derin duygu ve düşünce bağları kurmak böyle olanaklıdır. Kürt sorununda şovenizmin etkisinden kurtulamayan, Kürt halkının kendi geleceğini belirleme hakkına saygı ve güven duymayan ve bunun için seferber olmayan, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız koşulsuz savunmayan ve bunun için mücadele etmeyen kimse, devrimci olmayı hak etmiş olamaz. Irkçı ve şoven “Kızıl Elma”nın kapsama alanından çıkamayan “sol” ve “sosyalist”lik iddiasındaki TKP, ÖDP gibi çevrelerin, “komünist” sıfatlara sahip diğer şovenizmin etkisindeki çevrelerin halk ve gençlik içerisinde -örgütsel olmasa da fikri düzeyde olan- etkinliklerini gidermek, bölgedeki gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni sorunlardan dolayı her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır. Bu sorun, KADEK ya da başka herhangi bir hareketin değil, sınıfın partisinin, onun kadın ve gençlik örgütünün sorunu olarak değerlendirilmelidir. Ayrıca, “Türk Solu”nun sözünü ettiğimiz bu akımlarla ifade edilmesine karşı mücadele etmek, “Türk Solu”nu şovenizm ve ırkçılıkla malul göstermekten kurtarmak için yürütülecek mücadelede de sınıfın partisi görev ve sorumlulukla hareket etmek durumundadır. Bu çevrelerin şoven politik etkisini kırmak ve burjuvazinin yedeğine düşmelerini engelleyerek halk güçleriyle buluşmalarını sağlamak için –yeni oluşum ve platformların yolunu açmak da dahil olmak üzere– hızlı hareket etmek önem kazanıyor.
BÖLGEDEKİ GELİŞMELER, EMPERYALİZME VE İŞBİRLİKÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Irak Savaşı ve işgalle devam eden gelişmeler, Kürtlere yönelik saldırı olarak yansıyor. Ancak Kürtler bakımından, her parçaya yansıyan farklı bir durum söz konusu. Bölgedeki her politik Kürt örgüt ve oluşumu, işgali ve gelişmeleri farklı bir pencereden değerlendirmektedir. Sınıfın partisinin tutumu açık ve nettir. Kürt işçi ve emekçilerin giderek daha da güçlenen tutumu da, işgalci emperyalist güçlere karşı mücadele ve direnen Irak halkının desteklenmesi tutumudur. Ancak, ABD’nin sinsi tavrı, Kürtlerin bölge yönetimlerinden çektiği acılarla birleşince, bir kafa karışıklığı oluştu. Bölge diktatörlüklerinden büyük acı çeken halk “nefes aldığını” düşünmektedir.
KADEK; PDK ve YNK’dan farklı bir değerlendirme ve fiili tutum içinde olmakla beraber, gelişmeleri tahlil etme ve politik taktik tutum geliştirmek bakımından sürekli değişiklik göstermektedir. Bir yandan ABD eleştirilmekte, diğer yandan ABD ile işbirliğinden yana olunduğu açıklanmaktadır. ABD ve bölge ülkeleri arasındaki konjonktürel sorun ve çelişkilere fazlasıyla bel bağlanmaktadır. PDK ve YNK, Kürtlerin Saddam esaretinden kurtulmuş olduğunu ve kendi kaderlerini ellerine almak için koşulların yaratıldığını düşünerek, ABD ile fiili işbirliği halindedir. ABD güçleriyle Kürt halkı arasında yer yer çatışmalar çıksa da (Kerkük’te Kürt bayraklarının indirilmesi olayında olduğu gibi), bu iki politik otoritenin yönelimi, şimdilik bu işbirliğini sürdürmekten yanadır. PDK ile YNK arasında bazı farklı değerlendirme ve eğilimlerden söz etmek mümkün olsa da, bunlar esasa ilişkin değil. Ancak, ABD’nin atadığı Konsey üyelerinin hemen tümünün de ifade ettiği gibi, bu iki örgütün liderleri de, Irak yönetiminin bir süre sonra Iraklılara bırakılarak işgale son verilmesini istemektedirler. KADEK ise, Türkiye’yi yöneten gerici ve işbirlikçi güç odaklarının süren tutumundan dolayı “temkinli” davranmakla beraber, beklentilere sahip olduğunu açıklamaktadır. KADEK, ABD ile uyum içinde değildir, ama bunu istediğini bazı açıklama ve kararlarıyla ilan etti. ABD, Türkiye ile ilişkilerinden dolayı KADEK’le açık bir işbirliğine girmemekte, ama bir pazarlık kozu olarak kullanmaktadır. Türkiye’nin temel isteği olan KADEK’in tasfiyesi, Türkiye ile ABD arasında bir anlaşmazlık sorunu olarak kalmakta, böyle süreceği de anlaşılmaktadır.
KADEK’in Kürt sorunun çözümüne ve örgütün durumuna ilişkin attığı adımlar ve ileri sürdüğü çözümler, yönetici güç odaklarınca ret edildi.   “Çözüm” için adım atılması halinde silahlı güçlerini dağıtıp, ülke içine döneceğini açıklayan KADEK yanıtsız bırakıldı. KADEK’in “çözüm” planının içeriği tartışılır olmakla birlikte, demokratik ve halkçı bir çözüm için atılacak adımlarla Türkiye’nin Kürt sorununun çözülebileceği açıktır. Tüm emek ve demokrasi güçlerinin talebi de, Kürt sorununun çözümü için adım atılmasıdır.
Irak’ta işgalle birlikte ortaya çıkan ve giderek genişleyen direniş, henüz küçümsense de, aslında, emperyalizme karşı halkların direnişinde bir dönüm noktası oluşturma potansiyeli taşıyor. Ancak KDP, YNK, KADEK ve birçok örgüt bu direnişi yanlış bulmaktadır. Oysa Kürt, Türk tüm Türkiye halkı bu direnişe sempati beslemektedir. Direnişi dikkatle izleyen halk, dayanışma duygularıyla desteklemektedir. Ancak Kürt örgütlerinin önemli bir kısmı, direnişi; “statükocuların beyhude çabası” ve direnişçileri de “kısa süre sonra tükenecek Baas artıkları” olarak küçümsemektedir. Elbette bu değerlendirmenin sahipleri büyük bir yanılgı içinde bulunuyorlar. Bu, direnişin genişleyip genişlemeyeceği ve direnişin emperyalist işgali püskürtecek düzeye çıkıp çıkmayacağından bağımsız olarak, yanlış bir değerlendirmedir. İşgal edilmiş Irak topraklarındaki direniş ve emperyalistleri kovma mücadelesi, en başta özgürlük mücadelesi veren Kürtler ve Kürt politik çevrelerinin anlaması, meşru görüp desteklemesi gereken bir tutum olmalıdır. Kürtlerin tüm bölge devletlerinden ve Baas rejiminden gördüğü baskı ve katlandığı esaret, bu sonuca götürmemelidir. Bu, özgürlük için mücadele eden bir halkın, esaret altındaki başka bir halk karşısında alacağı tutum olamaz. Bu yaklaşım, halkların emperyalizme, sömürgeciliğe ve zulme karşı tutumunda çarpıklara neden olur ve ne zaman kime yöneleceği belli olmayan gerici bir tutumu besler. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi; Saddam diktatörlüğünün yıkılması gerekçe edilerek ve Baas gericiliğinin on yıllardır Kürtlere uyguladığı vahşet, dahası Halepçe gibi bir katliam ve hak yoksunluğu ileri sürülerek, olumlanamaz. ABD’nin işgalini “demokratik sömürgecilik” gibi tanımlamalarla ifade etmek, savaşı ve ardından işgali, bölgedeki statükocu ve baskıcı yönetimleri tasfiyeye yönelik bir girişim olarak mazur görmek, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi veren bir halkın temsilcilerinin savunacağı bir tutum olmamalıdır. Amerikan işgalini, Irak halkları ve bölgedeki herhangi bir halk için olumlu saymak ve demokratikleşmenin önünü açacak bir gelişme olarak değerlendirmek ve Kürtler lehine bir gelişme varsaymak yanıltıcıdır. Irak-İran Savaşı’nda İran desteğindeki Kürtlerin tarihi, daha önceki yıllarda emperyalist ve gerici yönetimlerle işbirliğiyle sağlanan statülerin deneyimleri de ortadadır. Ortaya çıkan durumu halk lehine değerlendirmek ve çemberi yarıp mücadeleyi sürdürmek için, emperyalistler ve işgalci güçler hakkında yanlış değerlendirme ve beklentilere gerek yoktur. Konjontürel olan ve şimdilik işgalci güçlerin planlarına uygun olan durumun değişebileceği/değişeceği hesaplanarak, halka ve halkçı güçlere dayanılmalıdır.
Bölgedeki gelişmeler, ABD’nin, Türkiye’nin işbirlikçi güç odaklarından istekleri, Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler ve başka birçok faktör, Türkiye’de Kürtlere yönelik saldırıların dozunu arttıran etkenler olarak işlev görüyor. KADEK, emperyalistler ve bölge gericilikleri ve işbirlikçi güçler için hedeftir ve ezilmesi gereken “terör örgütleri” kategorisindedir. ABD uşaklığında tescilli Türkiye’nin yönetici güç odakları, Irak Kürdistanı’ndaki  her gelişmeyi “içeride” Kürtlere saldırı vesilesi etmektedir. Bölgede, Irak’ta ve özellikle de “Kuzey Irak”ta yaprak kımıldasa, bu, Türkiye’de Kürtlere, emek ve demokrasi güçlerine yönelik saldırıya dönüşüyor. “Kuzey Irak’taki “Kürt oluşumu” ve bu bölgeyi yıllardır arka bahçesi haline getirip “tatbikat sahası” olarak kullanan güçlerin etkisiz kalması çılgınlık yaratmaktadır. Bölgeye saldırı düzenlemek için her yolu deneyen güç odakları, Türkiye’nin tehdit altında olduğu propagandasıyla yatıp kalkmaktadırlar. Irak Kürdistanı’ndaki gelişmelerden dolayı ülkenin her an parçalanabileceği yönlü paranoyayla, Kürtlere yönelik kapsamlı bir saldırı başlatılıyor. Irak’a asker gönderilmesine karşı ortaya çıkan güçlü halk muhalefetini bastırmak, parçalamak ve yedeklemek için Kürtler lanetlenmekte, tüm melanetlerin müsebbibi olarak Kürtler gösterilmekte ve yeniden başlatılan düşmanlaştırma kampanyasıyla yeni bir “askeri seferberlik” ilan edilmeye çalışılmaktadır. Kızıştırılan çatışama ortamı içinde, Kürtler, tarihinde görülmedik ölçüde boy hedefi edilmektedir. Güney’den her an içeri girerek karışıklık ve giderek bölünme yaratacak yabancı güçlerin, bölücü terör elemanlarının varlığından söz edilerek, KADEK ve Öcalan üzerinden sürdürülen propaganda ile, halklar arasında yabancılaşma ve düşmanlık derinleştirilerek, boğazlaşmanın zemini oluşturulmaktadır. Irak’a asker göndermeye esas gerekçe olarak Kürt sorunu ve “bölücü örgüt” gösterilmektedir. Böylesi bir dönemde emperyalizme, bölge gerici yönetimlerine ve işbirlikçilerine karşı bölge halklarının dayanışmasına ve desteğine, kazanılmasına ihtiyaç vardır.
1 Mart Tezkeresi’nin reddiyle “kaybedilenler” gazete sayfalarında dizi, ekranlarda program oluyor. Bir kampanya başlatılıyor. Türkiye’nin kayıpları ile Kürtlerin kazanımları kıyaslanarak, savaşa karşı çıkan halka lanet okunuyor. ABD tarafından geçersizleştirilmesine rağmen “kırmızı çizgiler”den yeniden söz açılıyor ve Kürtlerin “Kuzey Irak”ta, kendi topraklarındaki ‘yeni’ yaşamı, kışkırtmanın hedefi haline getiriliyor. “Kürt’ten dost olmaz” fikri, Türk ve diğer halklara empoze ediliyor. Kürtler “bölücülük”, “bölücü terör örgütü” gibi kavramlarla eşleştiriliyor. ABD için ölüme gönderilecek olan askerler, Irak halkının karşısına, işgale direnen halkların üzerine salınan güçler olarak değil, tehdit altındaki vatanı düşmandan temizlemek üzere gönderilen kahramanlar olarak lanse ediliyor. Halk, şoven bir politik atmosfer etrafında yönlendirilerek, esir edilmek isteniyor. Bu koşullarda, halkların emperyalizme, işbirlikçi bölge iktidarlarına ve işgale karşı nasıl tutum alacağını doğru saptamak ve belirlenen hattın savunulmasında ısrarcı olmak hayati derece de önemlidir. ABD ile işbirliği halinde bölgeye girmek isteyen güç odaklarının planlarını bozmak ve engel olmak, ABD ile değil halkların gücüyle olanaklıdır.
Irak’a savaş açarak ve Irak’ı işgal ederek buraya yerleşen ve emperyalist yayılmayı sürdüren ABD, bölgede birden fazla kombinezonu hesaplayarak adım atmaktadır. Arap, Kürt, Türkmen, Asuri ve diğer halkları, Sunni ve Şiileri, Suriye, İran ve Türkiye’yi ve buradaki gelişmeleri değerlendiren ABD; en azından şimdilik KADEK güçleri ile bir çatışmaya girmeyi düşünmemektedir. Ama bu, bir güvence oluşturmuyor. Bu, hem Türkiye’ye daha çok boyun eğdirmek, hem Türkiye’deki Kürtler ve demokrasi güçlerinin tepkisi hem de Ortadoğu’da yaşayan tüm Kürtlerin durumu gözetilerek sürdürülüyor. ABD; PDK ve YNK ile süren ilişkilerinin KADEK’i de kapsayarak genişlemesini amaçlamakla beraber, Kürtler arasında sağlanmış bir güçbirliğinin, gelecekte kendisi için doğuracağı sakıncaları da hesaba katmadan edemiyor. Güney’deki “oluşum”un halk lehine ilerlemesinin garantisi de bu gerçekleri görmekle mümkündür.
KADEK’in yedeklenmesi için sürdürdüğü çabadan da vazgeçmeyen ABD, battığı bataklıktan düze çıkmak, diğer emperyalistlerin onu çıkmaza düşürme planlarını savuşturmak için, “Yedi Kocalı Hürmüz” gibi, bir çok tarafı idare etmektedir. Türkiye’yi bataklığa çekmek için ekonomik, siyasi ve askeri nüfuzunu devreye sokmuş bulunan ABD, Türkiye’nin bölgeye ilişkin Kürt sorunu, Türkmen kartı, Musul ve Kerkük petrolleri gibi emellerini de bilerek hareket ediyor. 11 askerin başına çuval geçirilerek Kerkük’e götürülmesi, sonra sorgulanıp bırakılmasıyla “kendi başına iş yapmaya kalkışma” uyarısı boşuna yapılmadı! Ancak Türkiye’yi yöneten güç odakları, Türkmenleri yedekleyerek ve bazı Arap aşiretlerini “kafalayarak” bölgede bir güç olmayı ve Kürtleri baskı altına alarak etkisizleştirmeyi, Kuzey Irak’ı denetim altında tutmayı ve KADEK’i ezmeyi hâlâ arzulamaktadır. ABD’nin askeri olmaya mahkum bu güç odaklarının bir yandan da, bu emeller içinde olduğu sır değildir.

BAĞIMSIZ DEMOKRATİK TÜRKİYE, KÜRT SORUNUNA DEMOKRATİK ÇÖZÜM
KADEK’i Kürt sorunun yaratıcısı gibi gösteren, bu örgütün çökertilmesiyle, Kürt sorununun da ortadan kalkacağını propaganda eden egemen güçler, her zamanki gibi yalan ve demagojiye baş vurmaktadırlar. Zira, Kürt sorununu KADEK yaratmamıştır. Dahası Kürt sorunu, KADEK’i yaratmıştır. Bir halkın özgürlük ve demokrasi talepleri ve kendi kaderini eline alma mücadelesi sürecinde ortaya çıkmış olan KADEK’in tasfiyesi ya da başka bir hal almasından bağımsız olarak, Kürt sorunu vardır ve Kürt halkı demokratik hak ve özgürlüklerinin kazanımı için mücadele etmektedir. Kuruluşunun 80. yılında Cumhuriyet Türk, Kürt ve diğer halkların demokratik ülkesi haline getirilememiştir. Baskıcı ve sömürgen karakterleriyle gerici ve işbirlikçi güç odakları alaşağı edilmedikçe, bu, mümkün olmayacaktır. Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkez, Gürcü, Ermeni ve diğer tüm halkların, tüm ulus ve mezheplerden Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkın çıkarlarının savunucusu olan işçi sınıfı partisinin programı ve politik taktik platformu çözüm yolunu göstermektedir. Kürt sorununa ilişkin çözüm önerileri ve halkın her vesileyle dile getirdiği talepler ciddiye alınmadan, baş vurulan her ”çözüm”, daha büyük sorunlar yaratacak, Türkiye halkının maddi ve manevi kayıplarına neden olacaktır. Yalan ve demagojiyle, AB uyum yasaları kapsamındaki demokratikleşme güldürüsüyle, bazı düzenlemeler yapıp bilineni sürdürmekle bir yere varılamadığı ortadadır. Bugün, bu tarzla yol almak hiç mümkün değildir. Zira, artık ne Kürtler yıllar önceki durumdadırlar, ne bölge eski halinde, ne de Türkiye halkı olup-biteni sineye çekebilecek durumdadır. Dengeler, güç ilişkileri, halklar arasındaki dayanışma eğilimi ve Kürtlerin özgürlüğü kazanma direnci her zamankinden daha ileri düzeydedir. Türkiye’yi yöneten güç odakları, AB Uyum yasaları için hazırladıkları hemen her pakette, adını koymasalar da Kürtlerin varlığını, hak ve özgürlüklerinin tanınmasını kabul etmiş gözüktüler. Anadilde eğitim, Kürtçe TV ve radyo yayını ve diğer kültürel haklar uygulamada yasaklara takılsa da, uluslararası sözleşmelere geçmiş olan hakların kullanılması için mücadele tüm baskılara rağmen sürüyor. Bu hakların önüne çıkarılan yasaklar tüm baskılara rağmen aşılacaktır. Ayrıca bir bölge sorunu olan Kürt sorunu artık farklı boyut kazanmıştır. Türkiye’nin burnunun dibinde “Irak Kürdistanı” varken, “Kürtler yoktur, Kürtçe yoktur” yollu iddiaları ileri sürmek artık zor olacaktır. Bu gerçeği değiştirmek mümkün değildir. Bugün artık Kürtler, sınırları içinde bulundukları her ülkede eşit haklara sahip olmak ve özgürce yaşamak istemektedirler. Zorla ve ezerek Kürtleri esaret altında tutan yönetici güç odaklarına rağmen, her ülkedeki halkların yargısı da bu yönlüdür. Zira Kürtlerin ezilip inkar edildiği bir ülkede ezen ulusun halkı da özgür değildir ve bu, bölge ülkelerinde birleşik mücadele dinamiklerini güçlendirmektedir. Türkiye’de bu yolda belirli bir mesafe alınmıştır. Şovenizmin etkisi giderek kırılmakta, halklar arasında kardeşleşme ve dayanışma duygusu gelişmektedir. Kürtlerin, tam hak eşitliğine, eşit, özgür ve gönüllü birlikteliğe dayalı yaşam isteği, şovenizm karşısında güç kazanmakta, desteklenmektedir. Bir avuç ırkçı ve şoven dışında milyonlarca emekçi bunu arzulamaktadır. Ve yönetici güç odaklarının yıllardır uygulanan statüyü sürdürme olanakları giderek tükenmektedir. ABD’nin Irak’ı işgal koşulları bu durumu sekteye uğratmamış, tam aksine, halk ve mücadelenin yükselmesi lehine veriler sunmuştur. Ayrıca, işgalci ABD’ye karşı bölgedeki tüm halkların bağrında biriken öfke ve yükselen tepki, aynı zamanda, gerici bölge devletlerine karşı birikmektedir. Emperyalist işgal ve ablukayla beraber, bağımsızlık ve özgürlük tüm bölge halkları bakımından yeniden anlam bulmakta, halklar arası dayanışma ve ittifakı gündeme getirmektedir. Ortadoğu halkları arasında gelişen bu dayanışma ve mücadele duygusu, demokratik Ortadoğu özlemini belirginleştirecek ve giderek bunun örgütlenmesini de yaratacaktır. ABD’ye karşı gelişen her eylem, aynı zamanda sömürü ve baskı düzenine karşı, işbirlikçi-gerici bölge diktatörlüklerine karşı halkların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine güç katıyor. Ve Irak’taki direniş, ABD’nin yenilmez olmadığını gösteriyor, güçlenen yaygın direnişin önünü açıyor. Türkiye halkının tutumu ise, bölge halklarının saygı ve sempatisini kazanıyor. Ve 80. yılında halklar yeniden bağımsız ve demokratik bir Türkiye için daha deneyli ve güçlü olarak kendi yollarında yürüyorlar.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑