KADİR YALÇIN
21. Dünya Felsefe Kongresi 10-17 Ağustos tarihleri arasında 83 ülkeden 1600 dolayında katılımcıyla İstanbul’da toplandı.
Kongre, felsefenin dayandığı iktisadi ve politik arka planın öne çıktığı tartışmalarıyla, felsefenin, politikanın ve kuşkusuz politikayı kendi çıkarlarına göre içeriklendiren toplumsal sınıfların hizmetinde olduğunu bir kez daha kanıtlayarak, oldukça politik bir kongre olarak gerçekleşti. Katılımcılardan, örneğin, önceki kongreler ve kongre dışı çalışmaların içeriğinden kalkarak felsefeden soğuduğunu, “felsefenin konuşmaktan başka işe yaramadığını gördükten sonra uluslararası hukuka geçtim” biçiminde dile getiren Kanada Windsor Üniversitesi’nden Dr. Laura Westra ile Kongre’ye, “Bu Kongrenin dünya sorunlarını merkezine almasını çok önemli buluyorum. Geçmiş kongreler bence skolastikti. Öyle görünüyor ki, felsefeciler artık sırça köşklerinden çıkıyorlar.” yaklaşımında bulunan ABD Towson Üniversitesi’nden Prof. Evangeliou Christos, İstanbul Kongresi’nin politik içeriğine dikkat çektiler. Çoğu katılımcı gibi, “Ana tema da, zamanlama da, yer de bundan daha iyi seçilemezdi doğrusu” diyen Türkiye’den Boğaziçili Prof. Gürol Irzık da bu görüşteydi. Irzık bağlantıyı doğru kuruyordu. Gerçekten de, “dünya problemleri karşısında felsefe” ana teması ve tartışmaların istisnalarıyla günümüzün başlıca sorunlarını oluşturan yoksulluk ve genel olarak neoliberal politikalar ve ekonomik, sosyal adaletsizlik gibi sonuçları, terör ve terörün tanımı, ABD’nin savaş politikası ve öncelikli savaş konsepti, bu kapsamda güç ve demokrasi, güç ve uluslararası hukuk ilişkileri, ve tümünün üzerinden insan hakları ve ahlak konuları üzerinde dönmesi, felsefenin, politika ve ardındaki toplumsal sınıflarla bağlantısını yeterince vurguladı.
Postmodernist yaklaşımlar, toplumsal sorunların bütünüyle belirsizliğe ve bilinmezliğe itilmesi, dünyanın yeniden paylaşılması ve yapılandırılmasının tüm ele alışları belirleyen politika düzeyine yükseltildiği günümüz koşullarında, ikinci plana atılmış görünüyordu. Belirsizleştirmeye ihtiyacın bütünüyle ortadan kalktığı kuşkusuz söylenemezdi, nitekim Kongre’de bu yönlü görüşler de belirli bir yer tuttu; ancak modernist yaklaşımlar yeniden geçerlilik kazanmaya başlamıştı. Hâlâ belirli bağlantılar, örneğin iktisat ile politika ve insan hakları ya da bunun üzerinden güç ve demokrasi ya da hukuk arasındaki ilişkiler ve bilirlemeciliğin işlevi tümden tüketilmemişti.
Öncelikle, küreselleşme ve “yeni dünya düzeni”ni kurma şampiyonu ABD’de merkezlenmiş uluslararası tekeller, Bush çetesinin ardında toplanmış Amerikan tekelci burjuvazisi, tamamen çarpıtılarak baş aşağı edilmiş haliyle de olsa, örneğin savaş ve işgalle götürülecek türden “demokrasi”, “özgürlük” gibi kavramların geliştirilecek felsefi temelleri üzerinden ikna ediciliğine, yoksulluk-“terör” bağlantısının açığa çıkarılmasına ve “önleyici savaş” doktrininin haklı çıkarılmasına vb. ihtiyaç duyuyordu. Bu ihtiyacı şekillendiren, saldırgan politikalar ve Ortadoğu ve dünyanın yeniden yapılandırılmasının düğmesine basılmış olması kadar, tekellerin temsilci ve sözcülerinin diline de yapışmaya başlayan neoliberal politikalarla işsizlik ve yoksulluk gibi sonuçları arasındaki kopmaz bağdı. Tekeller ve emperyalist burjuvazinin, belirli eleştiriler yöneltilmesini de içerse, politikalarını ve asıl önemlisi kendi dünyalarını (emperyalist kapitalist sistemi) kabul edilir kılmaya ihtiyaçları vardı.
Burada, Kongre’nin politik ve dünyevi gerçek ilişki ve bağlantılara ağırlık veren bir içerikle gerçekleşmesinin ikinci nedenine geliyoruz. Neoliberal politikalar ve dünyanın savaşlar aracılığıyla yeniden yapılandırıcılığının olumsuz sonuçlarının oluşturduğu tepkilerinin büyüklüğü ve yatıştırılması ihtiyacı, neoliberal postmodern fantezi dünyasının ötesinde, dünyanın ya da insanlığın gerçek sorunlarının –kuşkusuz çarpıtılmış– bağlantıları üzerinden tartışma ve belirlemeleri zorunlu kılmaktaydı. Çoktandır eleştirel dille kaleme alınmış Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk”u türü yayınların ortalığı kaplamış olması, aynı ihtiyacın ürünüydü. “İmparatorlok”un, küreselleşme ve dünyanın yeniden yapılandırılması politikalarının felsefi/ahlaki bir onaylanması zorunluluk halini almaya başlamıştı. Aşırılıklarının eleştirileceği, insana, haklarına (insan haklarına), “sivil toplumcu” “çözümler”e atıfta bulunulacak onaylar, ahlaki gözden geçirmeler, sadece emperyalist kapitalist sistemin değil, güncel küresel ve yapılandırmacı politikalarının da ihtiyacıydı.
Kongre’ye içeriğini bu ihtiyaçlar verdi.
Felsefe Kongresi’nin üç tür katılımcısı göze çarpıyordu: 1) Bir dizi felsefeciyi de kapsayan, Bulgaristan eski Cumhurbaşkanı Jelyu Zhelev ve Türkiye’nin “eskisi” Demirel türü onaylayıcılar, 2) “ağır top” yakıştırmasıyla yaldızlanan Habermas türü ahlaki onay verenler ve 3) yine onay vermekten başka şey yapma durumunda olamayan değiştirici felsefi yaklaşımdan yoksun eleştiriciler.
“Sırça köşkten çıkma” belirlemesi üçüncülerden geldi: Felsefe ve felsefeciler dünya sorunlarına ilgi göstermek durumundaydılar. Ancak her üç tür katılımcı da dünya sorunlarına ilgiliydi ve zaten dünya sorunlarıyla en ilgili olanlar Kongre’nin ana temasını “dünya problemleri karşısında felsefe” olarak çoktan belirlemişlerdi.
Zhelev ya da Demirel’in sorunlar karşısında ilgisiz olduğu söylenemezdi. Habermas ya da ABD’li siyaset felsefecisi Seyla Benhabib’in de. Hatta en ilgili olanlar küreselleşmenin asıl yapıcılarının hemen ardından onlardı. Birinciler, “yoksulluk” gibi kötülükler üzerinde üç-beş laf ederek, yoksulluğu ve ürünü olduğu kapitalist sistem ile yoksulluk uçurumunu alabildiğine derinleştiren küresel politikalar ve üzerine oturtulduğu “piyasacılık”ı onaylamakla da kalmayıp “kurtuluş reçetesi” olarak önerdiler. Örneğin Zhelev’e göre, yoksul ülkelere yalnız insani yardım değil, en çok ihtiyaç duyduklarına inandığı piyasa ekonomisini inşa edebilmeleri amacıyla da destek olmak gerekiyordu. Yoksa gidişat kötüydü, yoksulluk terör demekti: “Yoksulluk, demokrasiyi ve modern dünyanın gelişmesini tehlikeye atmaktadır. Yoksul ülkelerin varlığı öyle şeyler ortaya çıkaracaktır ki, suçu, fuhşu, silah kaçakçılığını ve uluslararası organize terörizmi doğuracak ve besleyecektir.”
Zhelev’in “sırça köşk”te oturmadığı ortadadır. O, dünyaya müdahaleyi, bir tür değiştiriciliği öngörmekte, “dünyayı değiştirmek için” çaba harcamaktadır. Tartışma, bu “değiştiricilik”in içeriğine ilişkin olmak gerekir; ancak Kongre’de, bir dizi eleştiriye karşın, yapılmayan tam da budur. Çünkü Zhelev, dünyanın, küresel politikaların işleyişi ve emperyalist yeniden yapılandırma yönünde değiştirilmesini, zaten uygulanmakta olan değiştiriciliği savunmuştur. O ve benzerleri açık bir politik tutumu dile getirmiş, yaşadığımız dünyanın haksızlık ve kötülüklerini, üstelik bunların derinleşmesini/derinleştirilmesini, kaynağı olan mevcut sistem ve yeniden yapılandırmacılığının sözcülüğünü üstlenerek savunmuşlardır. Bu da bir “değiştiricilik”tir. Üstelik Zhelev türü katılımcılar filozof da değillerdir, ama dünyayı, “çok iyi” anladıkları ortadadır.
Peki, “sırça köşk”te oturmaya itirazı olan ve dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirmek için çaba göstermesi beklenenler, dünya sorunlarıyla ilgilenen ve bu sorunları tartışanlar, eleştiri yöneltenler ne yapmıştır?
Zhelev türü gibi, eleştiriciler de aslında yoksulluğu tartışmamış, zenginlik gibi yoksulluğu da verili, değiştirilemez kader olarak anlamakta direnmiştir. Zhelev gibilerinden farkları; onun türünden olanlar, piyasa ekonomisinin yerleştirilmesinde ısrar edilerek onun doğrudan ürünü olan yoksulluğun derinleştirilip pekiştirilmesinden yana görüş açıklarken, ahlaki, insan hakçı yaklaşımlarla, kaynağı ve kaynağının değiştirilmesiyle hiç ilgilenmeden, en ileri noktada, yoksulluğun hafifletilmesi, dolayısıyla kabul edilebilir hale getirilmesiyle uğraşmak olmuştur.
Zhelev’in “değiştiricilik”i geriye doğru bir değiştiricilik ya da emperyalist kapitalizmin ve yeniden yapılandırmacılığın bütünüyle onaylanıp savunulmasıdır. Eleştiricilerden bazılarının filozofların rolüne yaklaşımı ise, tutumlarını açıklığa kavuşturmaktadır.
Bizzat “felsefecilerin sırça köşklerinden çıkmaya başladıkları”nı söyleyen Prof. Evangeliou Christos, “dünyanın eski felsefeye ihtiyacı var: Aristo’ya, Tales’e, Homeros’a…” demekte ve başlıca idealist ve materyalist akımların mücadelesinden oluşan bütün bir düşünce ve felsefe tarihini, düşüncenin gelişiminin soyutlanamayacağı maddi dünyanın, insanın ve üretim koşullarının gelişimini ve uzlaşmaz karşıtlığıyla bugün vardığı noktayı görmezden gelerek, çıkış yolunu “sırçanın sırçası bir köşk”te aramaktadır. Bugün Aristo mantığıyla hangi sorun, üstesinden gelinmek üzere açıklanabilir? Demokritos ya da Heraklit gibi diyalektiğin ve materyalizmin kurucularının felsefeleri bile olsa, hangisiyle ilerlenebilir? Son derece gelişmiş olan doğa ve toplum bilimlerinden güç almadan, bu bilimlerin de ortaya çıkış koşulu olan ve insanın doğayla ilişkisindeki ciddi ilerlemenin dayanağı üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki ilerlemeyi ve aralarındaki karşıtlığı hareket noktası edinmeden, ne yoksulluk ne de başka bir “dünya problemi”nin anlaşılabilmesi ve çözümlenebilmesi olanağı bulunabilir. Geriye, felsefe adına laflamaktan başka iş kalmaz ki, bu tutumun haksızlık ve kötülükler dünyasını değişmez veri kabul edip, bu dünyanın egemenlerine ve dayatmalarının sağlamlaşmasına hizmetten başka işlevi olamaz.
Hindistan, Afro-Asya Felsefe Birliği Başkanı Prof. R. Balasubramanian,
“Bence felsefenin temel vurgusu insani değerler ve insan hakları olmalıdır. Bu alanlardaki sorunlar çözülebilirse, yaşadığımız diğer sorunların çözülmesi için yol açılacaktır. Çözüm; insani değerlerde, birey ile toplum arasındaki uyumu sağlayabilmekte yatıyor.” diyerek; soyut insanı, insani değerleri ve insan haklarını, tümünü var eden doğa ile ilişki içinde toplumsal bir varlık olan üretken insan, öyleyse maddi toplumsal üretimi, insana dair olan her şeyi anlamlandıran üretim ilişkileri ve onun bugünkü kapitalist biçimi karşısında birincil veri olarak ele alıyor. İnsani değer ve hakları belirli üretim koşullarının, en başta mülkiyet ilişkilerinin koşullandırdığını görmezden gelen felsefi idealizmiyle çözüm öneriyor. Bu çerçevede bulunabilecek çözüm, bugünkü sömürü sistemini, onun egemenlerinin küresel politikalarını “insani” kılma, bugünkü kapitalist toplumla bireyi olabildiğince ahlaki bir buluşturma, dolayısıyla en ileri noktasında aşırı yoksullaşma vb. problemleriyle birlikte günümüz dünyasının “insani” bir onaylanması olabiliyor.
Ya da “yaşanan tartışmaları verimli bulan” Avusturya Graz Üniversitesi’nden Prof. Haller Rudolf, “Felsefecinin görevi eyleme geçmek, hareket etmek değil, düşünmektir” ve “Marksizmi görmezden gelemeyiz, ama onu aşmamız gerekiyor. Ben Marksizmin küresel dünyanın sorunlarına çözüm getirebileceği kanısında değilim. Ama en azından Marksizm, içten bir çabaydı” düşüncesinde olan Bulgaristan Sofya Üniversitesi’nden Prof. Dimitrova Maria “felsefecilerin dünya sorunlarına çözüm bulacağını düşünmüyorum. Çünkü bu felsefenin görevi değil. Felsefenin görevi, diyalog yaratmaktır.” derlerken, dünyayı değiştirmeyi iş edinmeyen, değiştirmek için anlamaya, yorumlamaya ve anlatarak değişimin önünü açmaya girişmeyen felsefe ve felsefeciyi “sırça köşk”e mahkum etmekten, en çok, eleştirellikle, ahlaki yaklaşımlarla verili olanı, bugünkü dünyayı, bu dünyanın belirli olanaklarını kendilerine sunanları, egemenleri ve politikalarını onaylamaktan kaçınabilecekleri düşünülebilir mi?
İnsan ve insanın dünyadaki rolü ve dünyanın (ve kuşkusuz insanın) sorunları karşısındaki tutumuna ilişkin felsefi görüşler; eğer ahlaki, insani vb. önceliklere değil, ama ahlakı da şekillendirmeden edemeyecek olan, öncelikle maddi toplumsal bir varlık olan üretken insana ya da insanın üretici eylemine dayanarak doğanın insanın ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilmesini, öyleyse, insanın emeğine, ürünlerine ve kendisine yabancılaşmasına, aynı anlama gelmek üzere, dünyanın kâr hırsına dayalı olarak insana-karşı “değiştirilmesi”nin (insanın emek-ürünlerine el konulmasının, dünyanın talanının, yağmalanmasının ve bunun için üretici insana ve halklara karşı zor kullanılmasının) toplumsal ilişkilerinin, günümüzde kapitalist mülkiyet ilişkilerinin, –kişilerin ve grupların, örneğin, Kongre’de uluslararası hukuk ya da insan hakları karşısındaki tutumları veya önleyici savaş doktrinleri dolayısıyla eleştirilen siyasetçilerin rolünü reddetmeden– değiştirilmesini mümkün kılmak üzere, insanın, doğanın, toplumun ve hareketinin yasalarının bilgisiyle silahlanmasına, aydınlanmış dönüştürücü güç olarak eyleminin önünün açılmasına hizmet etmiyorsa, felsefe ve felsefeci “sırça köşk”ünden çıkmamış, amiyane tabirle “felsefe yapılıyor” demektir. Bu tür felsefe yapıcılık, felsefenin sonuna işaret eder. Marx’ın, felsefecilerin dünyayı yorumlamakla yetindiklerini, ama asıl olanın onu değiştirmek olduğunu söylemesi, bu nedenle önemli ve bilimlerin gelişmesinin felsefenin elinden tek tek skolastiğe dayalı egemenlik alanlarını aldığı koşullarda, felsefenin alanını belirtmek bakımından da tayin ediciydi. Marks’tan bu yana felsefe, değişimin, değişim yasalarının bilimiydi. Fizik ya da kimya, kendi alanlarındaki hareketlerin yasalarının bilimiyken, felsefe düşünce ve gelişmesinin yasalarının bilimi olarak işlevsel olabilirdi. Tarihsel olmayan, değişimi, her şeyin değişmek durumunda ve zorunda olduğunu öngörmeyen metafizik, artık bilimin de, felsefenin de dışına sürülmüştü. Felsefe, maddi gerçeklerden hareket eden ve onları çözümleyen bilimlere dayanmadan varlığını sürdüremezdi. “Sırça köşk” bilim dışılığın, gerçek dışılığın sığınağı olarak, tinci, ahlakçı, kaderci, sonu yaradılışçılığa varan idealist şarlatanlıkların mevzisiydi. Doğaya ve topluma ilişkin maddi gerçeklerden hareket etmeyen, maddi ve düşünsel hareketin (değişimin) yasalarının bilgisiyle, doğa ve toplumun gelişmesini, onu değiştirmek üzere açıklamaya yönelmeyen felsefi yaklaşımlar, değişmek zorunda olanı onaylayarak değişimi engellemeye ve aldatıcılıkla insanın dönüştürücülüğünü önlemeye kurgulanmıştı.
Değiştiriciliği esas almadıkça, felsefeciler istedikleri kadar eleştirel düşünce geliştirmekte özgürdüler. Bütün çabaları, yoksulluk, adaletsizlik ve zorbalık ve savaş üreten sistemi kabul edilir hale getirmeye hizmet edebilirdi ki, bu, eleştiriliyor olsalar bile, dünyanın egemenlerinin ancak hoşnutluk duyacakları bir tutum olurdu. Kongre’de de böyle oldu.
Nitekim “yıldız” Habermas da eleştirilerde bulunmadı değil. Savaş ve uluslararası hukuk ilişkisini ele alan Habermas da ABD’yi eleştirdi. Bu öyle bir eleştiriydi ki, hem ABD’yi hem de genel olarak emperyalist kapitalist sistemi onaylamakla kalmıyor, ilerlemenin başlıca dinamiği olarak kutsuyordu. Eleştirisi, ahlaki bir eleştiri olmakla sınırlıydı: “Uluslararası hukuk ve egemen devlet istediği zaman harbe gitme haklarına sahip. Egemen devlet, kendi savaş suçlularını da kendi yasalarına göre yargılama hakkına sahiptir. Görüldüğü gibi bu hukukun ahlaki yönü zayıf.” Eleştirisi bu kadar. ABD’yi uluslararası hukuku kendi çıkarına “yorumlamak”, örneğin BM ve kararlarını dikkate almamakla sınırlı bir eleştiri. Diyor ki, “Sadece kendi yetkisiyle insani müdahalelerde bulunmaya karar veren bir ülke hakkında hiçbir zaman şundan emin olunamaz: Acaba kendi ulusal çıkarlarını paylaşılan uluslararası ortak çıkarlardan ayırt edebiliyor mu?”
Irak işgali BM kararı doğrultusunda gerçekleşmiş olsa, Habermas’ın bir eleştirisi kalmayacak. Ama hukuku da, ahlakı da maddi toplumsal ilişki ve çıkarlar şekillendirmez mi? Kapitalizmin, tekelci çıkarların, mali sermayenin doğasında olan paylaşım ihtiyacının ürünü olarak gündeme gelen savaş ve işgallere, tekelci kapitalizme, mali sermaye egemenliğine değiştirici bir itirazda bulunmadan, ahlaki nedenlerle itirazların ne anlamı olabilir?
Anlamı, aslında emperyalist kapitalizmin, ahlaki olmayan yön ve yönelimlerini düzeltme, değiştirme işlevine de bizzat kendisinin sahip olduğudur. Ahlakın yanı sıra politikanın da maddi toplumsal ve iktisadi temeliyle ilişkisiz ilan edilmesinin ve açık ki felsefi idealizmin örneği olarak Habermas; “Mevcut süper gücün de dünyanın en eski anayasal demokrasiyle aynı olması, bizim şansımıza, biraz umut veren bir koşul. Bir yanda kalan tek süper gücün iç siyasal kültürü ile kozmopolit projenin değerleri arasındaki yakınlık, gelecekteki bir ABD hükümetinin, ulusun özgün misyonu olan uluslararası siyasetin anayasalaştırılmasına dönmesini en azından kolaylaştırır.” Ona göre, dünyanın, küreselleşmeciliğin kutsanması olarak, kozmopolit bir siyasal projeye ihtiyacı vardır ve “ABD’nin bu siyasi kültürün ve gelecek projesinin vazgeçilmez aktörü olduğu” kesindir; bu, “ileride yeni ve adil bir uluslararası hukukun ortaya çıkması açısından önemlidir.”
Nereden türeyecek bu “adil uluslararası hukuk”? Maddi bir toplumsal temelden mi yoksa tekeller ve mali sermaye egemenliğine dayalı kapitalist ilişkilerin bekçiliği işlevine sahip “gelecekteki bir ABD hükümeti”ne Habermas ve benzeri felsefecilerin kurgularında vehmettikleri misyondan mı? Amerikan emperyalizmi böyle bir siyasi kültürün aktörü müdür yoksa dünyanın yeniden paylaşılmasından ve işgal ve ilhaklardan ayrı düşünülemeyecek olan mali sermaye egemenliği, uluslararası hukuk dahil her alanda gericilik mi üretir?
Habermas, Seyla Benhabib ile birlikte küreselleşmenin daha adil bir liberal demokrasinin ortaya çıkarttığı düşüncesindeler. Bu düşüncelerinde de yalnız değiller. Daha açış konuşmasında Prof. İ. Kuçuradi’den başlayarak, pek çok felsefeci küreselleşmenin “tarihsel olarak benzersiz”, “insan yaşamının doğal bir sonucu” ve “geri döndürülemez bir süreç” olduğu üzerinde fikir birliği sağladılar.
Küreselleşme “değişmez”, mali sermaye egemenliği ve emperyalizm hiç “değişmez”. Yollar, Fukuyama’ya ve “tarihin sonu” tezine çıktı. Kendileri değişmezdiler ve üstelik ahlaki olmayanları değiştirecek olan da onlardı. Peki, bunca yoksulluk, bunca savaş ve ölüm; insanların, devasa zenginliklere sahip sömürücü küçük bir azınlık ve geçim araçları peşinde koşan dev çoğunluk olarak bölünmesine dayanan emperyalist kapitalizmin doğrudan ürünleri değil miydi? Sorun, tam da üretici insanın, emeğin ve üretimin toplumsallığıyla mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki zıtlıkta; mali sermaye ve egemenliğini, yoksulluğu, savaşı, ulusal ve uluslararası hukuksuzluğu, ahlaksızlığı, hak yoksunluğunu ve geri kalan haksızlık ve kötülükleri dolaysızca üreten bu zıtlık üzerine oturan kapitalizmin kendisindedir. Felsefecilerin gerek ahlaki gerek kaderci bir idealizm gerekse değişmezlik metafiziğiyle üstünü örtmeye uğraştıklarıysa, tam da bu olmuştur. Yine bu nedenle birkaç konuşmacı dışında Marksizme atıfta bulunan bile çıkmamıştır. Çünkü Marksizm, başka şeylerin yanı sıra değişimin felsefesidir. ABD hükümet türünden sahte “dinamik”lerin değil, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı gerçek ve tek değiştirici dinamik olan işçi sınıfının eylem kılavuzu olan Marksizm, oysa, bugün, geçmişte herhangi bir dönemde olduğundan çok daha fazla maddi gerçekle ve bilimlerin gelişmesiyle doğrulanmaktadır ve ona olan ihtiyaç büyümüştür.
Sorunlara ve sorunlar yumağı dünyaya onu değiştirmek için yaklaşmayanlar, onu artık yorumlayamamaktadırlar da. Ya da yorumları, aldatıcı niteliğe bile doğru-dürüst sahip olamayan vehimleri aşamamaktadır. Üç ABD’li süper zenginin 48 ülkenin ulusal gelirinden daha fazla gelire sahip olduğunu öğrenen ya da herhangi bir patron tarafından esneklik yasaları çerçevesinde hayasızca sömürülüp sefalete mahkum edilen hangi işçi vehimlere aldanacaktır? Hangi Iraklı ya da Türkiyeli, Fransız ya da Alman, hatta Amerikalı emekçi ABD’nin “düzeltici” misyonuna kanacaktır? Ve nereye kadar? Bizzat emperyalizm, iktisadi ve siyasi, askeri saldırganlığıyla bu hayalleri geçersizleştirmektedir.
Bugünkü dünya, tüm siyasal, ahlaki, hukuksal üst yapı ve yaklaşımların temeli olan mevcut kapitalist toplumsal ilişkiler, tek çıkış yolu olarak, dünyayı, tarihsel materyalizm ve diyalektik düşünceyle karşıtlıkları içinde açıklayan, üretici insanı, üretken emeği açıklamasının temeli edinen ve onun özne oluşuna çağrı olan Marksizmin sosyalist çözümünü dayatmaktadır. Yeni ve adil bir dünya, evet, mümkündür; ama o, ancak sosyalist bir dünya olabilir. Bu dünya, ancak mevcut kapitalist sistemin yıkıntıları üzerinde yükselebilir. Çünkü, en başta toplumsal emek olmak üzere, gelişen üretici güçler, sosyalist üretici güçlerdir ve gelişmeleri kapitalist üretim ilişkileriyle zıtlık halindedir. Dolayısıyla insanlığın önü, kapitalist ilişkilerin yerine üretici güçlerin gelişmesiyle çelişmeyecek, tersine bu gelişmeyi koşullayacak sosyalist ilişkilerin geçirilmesiyle açılabilecektir. Ahlaksızlığın ya da savaş politikalarının değişmesi de, ancak sermaye ilişkileri ve egemenliğine son verilmesiyle, öyleyse kapitalist dünyanın yerini sosyalist dünyanın almasıyla mümkündür. Bu dünyanın yapıcısı, sermayenin yarattığı karşılığı ödenmemiş emeğin (artı-değerin) gaspı üzerinden biriktiği işçi sınıfı olacak; yeni dünyanın yolu, işçilerin, mali sermaye tarafından yağmalanan ezilen halkları, emperyalizme karşı mücadelede peşine takmasıyla açılacaktır.
Gerçek bir felsefe kongresinin bu zorunlu ve kaçınılmaz değişimin sorunlarını, yöntem ve araçlarını tartışması beklenirdi.
Felsefe Kongresi, bütün çarpıtıcılığına ve burjuva felsefesinin aldatıcı işlevini bile kaybetmekte olduğunu ortaya koymasına rağmen, bir şeyi daha göstermiştir: İleri işçiler, değiştirmek durumunda oldukları dünyayı değiştirebilmelerinin yolunun, onu ve gidişatını iyice anlamaktan ve çarpıtmalara karşı silahlanmaktan geçtiğini bilerek davranmak zorundadırlar. Burjuva felsefeciler yorum üzerine yorum yapabilirler. Oysa işçiler değiştirmeye; öyleyse değiştirmek için doğru anlamaya mecburdurlar.