“Kızıl elma koalisyonu” tartışması, geride bıraktığımız ayın politika gündemleri arasında en dikkat çekicilerinden bir tanesi oldu. Bu tartışmayı dikkat çekici kılan ve azımsanmayacak bir süre üzerinde yazılıp konuşulmasına neden olan şey ise, tartışmanın bir entellektüel tartışma olmasını aşan, tarihsel köklere ve güncel gelişmelere dayanan siyasal bir konunun üzerine oturmasıydı. “Kızıl elma”, siyasetin geçmiş birikimine yabancı olan kesimler ve genç kuşaklar açısından ilk bakışta yabancı bir kavram. Yabancı olması da doğal, çünkü uzunca bir süredir kullanılmayan bir kavram olarak, bu kez onu sahiplenenler tarafından değil, onu sahiplenenlere karşı onu eleştiren kesimlerce gündeme taşındı.
TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki medya gruplarının en büyüğünün, en küçük – ama “en solcu” olmakla övünen- gazetesi Radikal, Türk Solu dergisinin “Türk’ün ateşle imtihanı” başlıklı sayısının ardından, onu eleştiren bir uslupla, “Kızıl elma koalisyonu” manşeti ile çıktı. “Ulusal solcular ve ülkücüler dünyaya aynı pencereden bakıyor” diyen Radikal, manşetinin spotunda şu ifadelere yer verdi: “Kıbrıs’ta tavize, AB üyeliğine ve uyum yasalarına karşılar. ABD ile Avrupa’nın Türkiye’yi böleceği konusunda hemfikirler. Mitinglerde beraber slogan atıp, aynı yayınlarda birlik çağrısı yapıyorlar.”
Radikal, bu tespitini “Kızıl elma koalisyonu” başlığı ile manşetine taşırken, yüzlerce yıl öncesine dayanan bir efsaneye gönderme yapıyor ve manşetinden eleştirdiği bu güçleri “dinozorlukla” suçlamış oluyordu.
GERİCİ BİR BİRLİK
“Kızıl elma”, Türkler ve özellikle Oğuz Türkleri arasında cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmuş olan bir semboldü. Türklerin yaşadıkları bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan veya dünya egemenliğini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak ya da top olarak tahayyül edilmekteydi. Bu altın top bazen zaferin işareti, bazen egemenliğin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olmuştu. Radikal, böylelikle, aslında daha çok “küreselleşme” sürecinin karşısında direnen -ama daha sonra değineceğimiz gibi gerici bir noktadan direnen- “solcu”ları hedefe koymuş oluyor ve “Sizin kafatasçı Türklerden ne farkınız var. Onlarla birleşerek Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyorsunuz” demiş oluyordu.
Nitekim, Radikal’in bu manşetinin hemen ardından, hem bu gazetede yer alan köşe yazılarında hem de, Sabah, Milliyet, Hürriyet, Zaman ve Yenişafak gibi küreselleşme programını savunan bütün gazetelerde konu tartışmaya açıldı ve “Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturanlar hedefe konuldu. “Küreselleşmeci”lerin bu eleştirileri karşısında, eleştiriye konu olan kesimler de “Kızıl elma koalisyonu” adlandırmasını sahiplenmekte bir sakınca görmediler. Zaten bu kesimleri oluşturanlar, aslında önemli ölçüde siyaset dışına düşmüş ve marjinalleşmeye yüz tutmuş kesimler olduğu için Radikal’in manşeti ile başlayan tartışma bir anlamda onların ekmeğine de yağ sürmüş oldu.
Türk Solu dergisinin, hemen ardından “Kızıl elma konuşuyor” başlıklı bir kapakla çıkması ve kendilerine dışarıdan yapılan bu adlandırmayı sahiplenmesi bunun açık bir kanıtını oluşturdu.
Türk Solu bu sayısında “Radikal’in bir araya gelmekle ve koalisyon kurmakla suçladığı isimlerle bir yuvarlak masa toplantısı düzenledik” diyerek iftiharla sunduğu yuvarlak masa toplantısında, şu isimleri bir araya getirmişti: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal, Yeni Hayat dergisi sahibi ve yazarı Hanifi Altaş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türkocağı İstanbul Şube Sekreteri Yrd. Doç. Burhan Baloğlu ve Ufuk Ötesi gazetesi sahibi ve yazarı Kemal Çapraz.
Erkal, Türk Solu’na kapak olan yuvarlak masa toplantısında şu ifadelere yer verdi: “Bugün dünün Sakaryası’na çekilmiş durumdayız. Artık daha geri gideceğimiz bir yer yok. O bakımdan ister istemez dün değişik kesimlerde olup da bugün Türkiye’de önce milli devlet diyen, önce milli birlik ve bütünlük diyen, önce Türkiye’nin üniter yapısı diyen, önce Türkiye’nin çıkarları diyen, ondan sonra diğer konuları ele alan aydınlarımız farklı bir yere gelmiştir. Bugün dünyamızın gerçeği Türkiye’den yana olanlarla, teslimiyetçi mandacı bir takım çevrelerin mücadelesidir.” Bu, cepheyi oluşturanların argümanlarını kendi ağızlarından aktarmak bakımından, söz konusu derginin aynı sayısındaki diğer bir isim olan Kemal Çapraz’ın, Türk Solu’nun sorusuna yanıt olarak verdiği şu sözlerine de yer vereceğiz: “Evet şimdi tehdit algılaması farklılaştı. Biz de, AB’yi ve Amerikan emperyalizmini öncelikli tehdit olarak gördük. Solda da bir ayrışma yaşandı. Öncelikle bölücü grup ayrı bir terör grubu olarak ayrıştı, onunla birlikte bir liberal sol çıktı. Ve son olarak milli sol veya ulusal sol dediğimiz, olayı sizin gibi koyan gruplar ortaya çıktı. Dünyanın her yerinde sol gruplar önce ülkem diyor. Ama bunu Türkiye’de görmek bizce mümkün değildi. Önce ülkem diyen bir sol Türkiye’nin ihtiyacıdır. Sonuç olarak benim açımdan öncelikli tehdit Amerikan emperyalizmi ve AB’dir, Yani milli solcularla ortak bir tehdit değerlendirmemiz var. ” (Türk Solu, 18.08.2003)
Türk Solu’nun, içinden türediği İP’in yayın organı Aydınlık dergisi de 10 Ağustos 2003 ve 17 Ağustos 2003 tarihli sayılarında “Kızıl elma koalisyonu” tartışmasına geniş yer verdi. Aydınlık’ta savunulan tezlerle Türk Solu’nda çıkan görüşler bire bir örtüştüğü ve aynı “koalisyonu” gönüllü olarak sahiplendiği için ayrıca ona da ayrıntılı olarak atıf yapmayacağız.
Aynı tartışmayla ilgili olarak Cumhuriyet gazetesinde, “Sağ ve soldaki isimler, Türkiye’yi parçalamak isteyenlere karşı 6 Eylül’de Ankara’da kurultay topluyor” üst başlığı ve “Ulusal güç birliği çağrısı” (23 Ağustos 2003) başlıklı bir haber yayımlandı.
SINIF PARTİSİNİN ÖNCEDEN TESPİT ETTİĞİ GERÇEK
Aslında bu gelişmelerin hiçbirisi dergimizin okurları ve sınıf partisinin kadroları açısından sır değildi ve çok önceden tespit edilmişti. Emeğin Partisi GYK Sekretaryası’nın Mart 2002 tarihini taşıyan genelgesinde, hem küreselleşmeci güçler hem de onlarla gerici bir noktadan kutuplaşan ve bugün küreselleşmeci güçlerin medya organları tarafından “Kızıl elma koalisyonu” olarak adlandırılan cephe arasındaki itiş kakış şu ifadelerle tespit edilmişti:
“Irak’a yönelik ABD saldırısının koşulları hızla ısıtılırken ABD’li savaş ağası Dick Cheney Ankara
ziyaretiyle; ‘Türkiye’nin fiyatı’nın ne olduğunu öğrenmiş ve Türkiye’nin operasyondaki muhtemel rolü
belirlenmiş bir biçimde ülkesine döndü. Türkiye, Filistin halkına yönelik Siyonist katliam karşısında
sözüm ona “tarafsız”lığını korurken, üstüne üstlük Irak’a yapılacak bir emperyalist saldırıda görev
üstlenmesi savaş bataklığına ülkeyi geri dönülmezcesine bağlayacağı kesindir. Öte yandan, AB’ye
uyum süreci “demokratikleşme” güldürüsü etrafında yürütülüyor. Emekçilerin söz, basın, örgütlenme (sendikal-siyasal) haklarını dışa atan, demokrasi sorununda eksen olarak AB kriterlerini temel alan bir zeminde toplum ‘AB’ci ya da AB’ye karşı’ biçiminde bölünmeye uğratılıyor.
AB’ye ‘karşı cephe’de görünen MHP, geleneksel Kemalist çevreler ve silahlı kuvvetlerin en azından
bir bölümü için temel itiraz noktaları olarak Kıbrıs, Ege ve Kürt sorunu ileri sürülüyor. Bu itirazlar aynı zamanda şovenizmi körüklüyor ve özgürlük ve demokrasi taleplerini bastırmanın başlıca
dayanaklarını oluşturuyor.”
EMEP GYK Sekreterya’sının Temmuz 2002 tarihli genelgesinde ise, bu tartışmanın AB tartışması etrafındaki yönüne dikkat çekilmiştir: “Avrupa Birliği tartışmaları başlıca üç saflaşma etrafında sürmektedir. Bunlardan ilkinin merkezinde ANAP ve TÜSİAD gibi gözü kapalı AB’ciler bulunmaktadır. Kürt milliyetçileri ve dinci partiler de bunların etrafında saf tutmuş durumdadır. Bu kesim Türkiye’nin geleceğini ve var olan “sorunların çözümünü” tümüyle AB’ye bağlamakta; AB dışında kalmış Türkiye için kaos manzarası çizmektedirler. İkinci saflaşmayı MHP, İP ve askerler oluşturmaktadır. Bunlar, özünde AB’ye karşı olmayıp Kürtçe eğitim, idam; Kıbrıs gibi konularda pazarlıkçı bir tutum takınmakta; “AB’ye girelim ama kendi şartlarımızla” demektedirler. Üçüncü saflaşma emek cephesi tarafıdır.”
Konjenktürel dengelere ve dönemin siyasi gelişmelerine göre, bu kamplaşmaya başka siyasi yapılarda dahil olmakla birlikte, kamplaşmanın özü, “milliyetçi sol” ve “milliyetçi” sağın bazen açık, bazen de örtük ittifakı ile küreselleşmeci güçler arasındaki çatışmaya oturmaktadır.
“Kızıl elma koalisyonu” olarak adlandırılan siyasal odaklar, özünde egemen sınıfların,Türkiye’ye emperyalistler tarafından biçilen yeniden yapılandırma politikaları karşısında yaşadıkları sıkıntı ve gerilimden güç almaktadır. Kürt sorunundan, Kıbrıs’a kadar “Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturan güçlerin ortaklaştığı paydalar, Türkiye burjuvazisinin geleneksel kesimi ile bugün onunla rekabet halinde gözüken TÜSİAD’ın başını çektiği kesimi birbirinden ayıran bir özellik arz etmektedir. ABD ve AB her iki sorunun da bugün Türkiye egemenlerinin geleneksel politikalarından farklı tarzda çözülmesini dayatmakta, bunu da Türkiye egemenlerinin burnunu sürterek, Türkiye’yi kendi politikalarına yedeklemenin bir aracı olarak yapmaktadırlar. Ancak, AB’ye “onurlu girişi” savunduğunu belirten Genelkurmay’ın Kıbrıs ve Kürt sorunu ile ilgili seçeneklerde geleneksel siyasette ısrar eden tutumu, Türkiye’de “sağ”dan ve “sol”dan Genelkurmay eksenli siyaset yapan güçleri de aynı minvalde bir kutuplanmaya itmektedir. Bu noktada Genelkurmay’la yer yer açıktan, yer yer de örtük olarak çatışan TÜSİAD’ın çevresinde toplanan medya grupları, sermaye partileri ve “aydınlar”sa, Türkiye’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslar’da etkin bir güç olabilmek için hem AB’nin dayattığı yeniden yapılandırma adımlarını dikkate alarak Kıbrıs ve Kürt sorununda adım atmak gerektiğini belirtmekte, hem de bunun yanında Irak’a asker göndererek, ABD’nin bundan sonraki işgallerinden pay alabilmenin hesabını yapmaktadırlar. Onlara göre, yeni dönemde etkin bir Türkiye ancak böyle var olabilir. Ancak TÜSİAD vb. güçler, bugüne kadar 12 Eylül başta olmak üzere Türkiye’de askeri darbeleri ve emekçilere dönük her türlü saldırıyı açıktan desteklemiş güçlerdir ve onların demokrasi anlayışlarında işçi ve emekçilere yer bulunmamaktadır. Onlar açısından demokrasi, kendi egemenlik alanlarını daha da büyüttükleri bir Türkiye’nin, kendi içinde yaşadığı tıkanıklıkları belirli esnemelerle aşarak sistemini sağlamlaştığı bir demokrasidir. Yani, Türkiye’deki ABD’ci ve AB’ci güçler, yani diğer bir adıyla küreselleşmeciler, emperyalist çıkarlara uyarlanmış bir sistemin ömrünü uzatmak için ne gerekiyorsa onu yapmak gerektiğini savunuyorlar.
Bugüne kadar soğuk savaş dengeleri içinde, “komünizmle mücadele” anlayışı ile şekillenmiş olan ülkücü çevreler de, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı tek kutuplu bir dünyada, düne kadar “taşeronluğunu” ve tetikçiliğini yaptıkları Amerika’nın başlarına geçirdiği çuvalın şaşkınlığı içinde ne yapacaklarını bilmez durumdalar. Çünkü başbuğları Alparslan Türkeş bile AB’ye (O zaman Ortak Pazar’dı) laf söylerken, ABD’ye dil uzatmıyor, onunla ilişkilerde Türk Genelkurmayı ile eşgüdümlü bir biçimde bir NATO kurmayı olarak davranmaya özen gösteriyordu. Oysa bugün, bir ucu Kuzey Irak’taki Türkmenleri öldürmeye, bulundukları yerlere baskın düzenlemeye kadar varan bir Amerika var karşılarında.
Ancak, gerek ülkücü faşistleri gerekse onların “sol” versiyonu “Türk Solu” çevresi ile 28 Şubat sürecinden itibaren aynı militarist hatta hareket eden İP’i bugün bu noktada birleştiren şey, iddia ettikleri gibi ABD ve AB karşıtlığı değil, özünde sistem savunuculuğuna bağlanan bir gericiliktir.
“Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturan odaklar, 12 Eylül öncesinden ders çıkardıklarını söylerken bile, aslında son yirmi üç yıldır dünyada ve Türkiye’de olan gelişmeleri değil, 12 Eylül cuntasının “sağ-sol çatışmasını, kardeş kavgasını önledik” demagojisini arkalarına alıyorlar.
“ENVER PAŞA” KIZIL ELMA RÜYASI İLE BÜYÜK BİR ORDUYU TELEF ETMİŞTİ
Dünyanın da, Türkiye’nin de otuz yıl önceki dünya ve Türkiye olmadığı bir gerçektir, ama bu, farklı sınıflar için farklı gerçeklikler ifade etmektedir. Bugün IMF ve DB politikalarında cisimleşen piyasa ekonomisi ile ABD ve AB’yi oluşturan güçlerin dünyayı ve Türkiye’yi kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırma planları eşgüdümlü olarak ilerlemektedir. Ve bunlara karşı çıkışın hem topyekûn bir karşı çıkış olması, hem de bunlardan çıkarı olmayan kesimlere dayanarak gelişmesi gerekir. Dolayısıyla bugün için esas olan -aslında Marks’tan beri esas olan!- emek ve sermaye bölünmesine dayanan bir siyasal kutuplaşmadır.
Dolayısıysa bugün “sol”cu olduğunu söyleyen, ancak işçi sınıfına dayandığı ölçüde gerçekten sömürüye, kapitalizme ve emperyalizme karşı tutarlı bir solcu tavrı gösterebilir. Aksi taktirde piyasa solculuğu ya da militarizmin payandası olmuş bir “sol”, sistemin değirmenine su taşıyan bir “sol”dur. Böyle bir “sol”un vatanseverlik anlayışı ile bir ülkücünün vatanseverlik anlayışı arasında hiçbir fark bulunmadığı için de bugün “Kızıl elma koalisyonu” denilen şey çok kolaylıkla peyda olabiliyor.
Alman “Kızıl elması”nı kurmak için Hitler faşizmi tarafından savunulan Nasyonal Sosyalizmle, “Türk kızıl elma”sını savunan kesimler büyük bir benzerlik göstermektedir. Ayrıca, İttihat ve Terakki’nin, İngiltere ve Fransa’ya karşı Almanya’nın önünü açmak için giriştiği emperyal hayallerin Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtarmak ve Türklüğü birleştirmek olduğu hatırlandığında, onların torunları olan bugünkü “Kızıl elmacıların” tutumlarının neye hizmet ettiği daha iyi anlaşılacaktır. “Irak’ın sadece güneyine değil, kuzeyine de asker gönderelim” anlayışını savunan “Kızıl Elmacılar”ın, “Antiamerikancılık”ları da bir hamasetten ibarettir. ABD’ye de muhalefet edermiş bir söylem geliştirilmiş olması, onların savunduğu politikaların pratiği tarafından zaten yalanlanmaktadır. Enver Paşa’nın, benzer bir hayalle ordularını nasıl telef ettirdiği hatırlandığında, ABD’nin yarattığı bataklığa, onun yüklerini hafifletmek, işgalinin bekçiliğini yapmak için Türkiye’den asker gönderilmesinin ve bunun Türkiye’nin “milli çıkarları” ile ilişkilendirilmesinin tamamen bir demagojiden ibaret olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Türk “Kızıl Elmacıları” kendilerini milli bir söylemle maskelemeye çalışsalar da aslında yaptıkları şey, objektif olarak “Amerikan kızıl elması”nın taşeronluğunu sürdürmekten ibarettir.
Bununla birlikte, yer yer “Kızıl elma koalisyonu” içinde anılan güçleri yedekleyerek kullanan, yer yer ise onunla çatışan ABD ve AB’ci küreselleşmeci güçlerin de, Türkiye’nin Bağdat’a asker göndermesini ve ABD’nin yayılmacı adımlarına bir “alt emperyalist” güç olarak destek vermesini savunmaları bir paradoks değildir. İkisi arasındaki çatışma, “milliyetçi sol” ve “milliyetçi sağ” yapıların, küreselleşmeci güçlerin atmak istedikleri adımlara uyum gösterememe ve ayak sürümeleri durumunda başlamakta, yoksa her ikisi de emperyal hayaller konusunda ortak bir duygu ile hareket etmektedirler.
Türk emekçilerinin “kızıl elma” hayalleri ile gerici Türk burjuvazininin Türkiye’yi Amerika’nın kuyruğuna takma planlarına dolgu yapılması girişimlerine karşı, Türk’ü ve Kürt’ü ile bu topraklarda yaşayan halkların mücadele birliğini savunmak, hem şovenist gericiliği ideolojik olarak silahsızlandıracak hem de demokratik ve bağımsız bir Türkiye’nin önünü açacaktır.
KÜRT DÜŞMANLIĞI ÜSTÜNDEN BİRLİK
“Kızıl elma koalisyonu”nun oluşmasını hazırlayan bir diğer faktör de, sınıf dışı “sol” akımların siyaset dışına da düşmemek için kendilerine bir can simidi bulma çabasıdır. 28 Şubat askeri müdahalesinin “laik cumhuriyeti koruma” adı altında açtığı ve sözde “ilerici” güçler üzerinden hayata geçirmeye çalıştığı siyasal platform da bu türden “solcu”lar için adeta can simidi işlevi görmüştür.
Bu koalisyonu oluşturan güçlerden MHP, son seçimlerde barajın altında kalmış ve bir süredir esamesi okunmayan, kendi iç çatışmaları ile uğraşan bir siyasi yapı durumundadır. Seçimde barajı aşamazsa istifa edeceğini söyleyen Doğu Perinçek’in İP’i de bugün varlığı ile yokluğu belirsiz bir siyasi yapı özelliği taşımaktadır. 28 Şubat sürecinin ardından İP’in gençliğinden koparak gelişen Türk Solu ise, amaçladığı büyümeyi gerçekleştiremeden tokatlanmış bir yapı olarak, benzer bir özellik taşımaktadır. Bu koalisyon kapsamında “aydın” olarak sunulanların birçoğunun “aydın”lıkları da kendi cemaatleri ile sınırlıdır. Dolayısıyla bu koalisyon, aslında bu koalisyonu oluşturan yapıların yeniden hayat bulmak için giriştikleri bir adım özelliği taşıyor.
“Dış tehdit” olarak belirledikleri güçlere karşı tutumları bir söylemden öteye geçmeyecek olan “Kızıl elma”cıları ortak bir payda da bir araya getiren “iç tehdit” tespiti ise, önem taşımaktadır. “Bölücülüğe” karşı güç birliği ilan ettiklerini ilan eden bu güçler, kendi varlıklarını büyüterek devam ettirmek için, bundan sonra Kürt sorunu ile ilgili her türlü açılımı bir tehdit unsuru olarak ilan edecek ve bu konudaki propagandalarını yaygınlaştıracaklardır.
ABD emperyalizminin işgalinde bulunan Irak’ın kuzeyinde, Türkmenlerin ölümü ile sonuçlanan gelişmeler, “Kızıl elmacı”lar tarafından, kendi varlıklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duyulan gelişmelerdir. Bir “provokasyon koalisyonu” olarak şekillenen “Kızıl elma”cıların, bu türden provokasyonları, paçasına yapıştıkları Genelkurmayı Irak’a asker göndermeye kışkırtmak için kullanmaları varlıklarının bir gereğidir ve bu yöndeki tutumlar önümüzdeki dönemin gelişmeleri olacaktır. Bununla birlikte, bu koalisyonu oluşturan güçlerin, Genelkurmay’a ve TBMM’ye “Bizi Kuzey Irak’a gönderin” türünden çağrılar yapmalarına bile şaşırmamak gerekir.
Kürt sorununu, Türk ve Kürt emekçilerini bölerek birbirlerine düşürmenin aracı olarak kullanan ve kendi siyasal varlığını bu bölünme üzerine kuran “Kızıl elmacı”lar, sınıf hareketini yedeklemek açısından olmasa bile “bağımsızlıktan” yana olan, ancak bir dizi başka politik etkiyi de üzerinde taşıyan kimi aydınları yedekleyebilme ihtimali bakımından bir tehdit içeriyorlar.
“Kızıl elma” koalisyonunu oluşturan çevrelerin, seslerini duyurabilmek ve taban bulmak için yönelecekleri temel alanlardan birisi ise, daha önce olduğu gibi yine üniversiteler olacaktır.
Bu çevrelerin provokasyonlarına ve taban bulma girişimlerine karşı yürütülecek olan propaganda, Türk ve Kürt emekçilerinin güç ve mücadele birliği üzerinden demokratik bir Türkiye’yi inşa etmek olmalıdır. “Kızıl elma koalisyonunu” oluşturan çevrelerin, emperyal hayallerle içini doldurdukları “milli”liğin yerine, komşu halklarla dayanışma içindeki bir Türkiye’nin tesisini savunmak ve bunun da ancak emperyalizmle hiçbir çıkar bağı olmayan bir sınıf, dolayısıyla işçi sınıfı eksen alınarak başarılabileceğine vurgu yapmak kilit önem taşımaktadır.