Başlayan sadece bir “yerel seçim” süreci mi?

AKP’nin hükümet olmasından beri; büyük patronların, yerli ve yabancı sermaye odaklarının; “2. Tezkere”nin Meclis tarafından reddi bir yana bırakılırsa, hemen hiçbir engele rastlamadan amaçlarını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, Sakıp Sabancı’nın “3 Kasım Seçimi”ni patronlar için “demokrasi bayramı” ilan etmesinin bir rastlantı olmadığı görülür.
AKP’nin hükümet olmasından itibaren, patronlar ne istiyorsa “bir fazlasını” yapmak, Gül ve Erdoğan hükümetlerinin başlıca ilkesi olmuştur. IMF ile yapılan anlaşmalara gösterilen sadakatten “uyum paketleri”ne, Amerika ile ilişkilerden İş Yasası’nın değiştirilmesine kadar pek çok yasa çıkarılmış, ücretler, maaşlar ve sosyal haklar “piyasanın” ihtiyaçlarıyla uyumlu olarak sınırlanmış; bu amaçların gerçekleştirilmesi için hükümet, Meclis, bürokrasi; gece gündüz, soğuk sıcak, bayram tatil demeden çalıştırılmıştır.
Şimdi ise, kalan eksikleri tamamlamak (Irak’a asker gönderilmesi için tezkere çıkarma ve Orman Yasası’nın çıkarılması) üzere Meclis, 15 Eylül’de “olağanüstü” toplantıya çağrılmıştır.
Sonbahar ayları, Eylül 2003’ten başlayarak, sermaye ve hükümet bakımından olduğu kadar emekçiler bakımından da önemli aylar olacaktır. Çünkü sermaye, yıl boyunca kazandığı mevzileri sağlamlaştırırken, “Kamu Yönetimi Temel Yasası”ndan TCK’ya, “piyasa”nın ve büyük patronların ihtiyacı olan düzenlemeleri yapmaya, kararları almaya hazırlanmaktadır. Ve AKP, yerel seçimleri tüm marifetlerini aklatmanın, mevzisini daha da güçlendirmenin bir aracı olarak değerlendirmeyi planlamaktadır.
Emek cephesi de süreci, kendi açısından; bir yandan zaaflarını aşmak, öte yandan da kendi içindeki birliği güçlendirip sermaye güçleri karşısında tüm emekçiler için çekim merkezi olacak bir alternatif yaratmak üzere değerlendirmekle karşı karşıyadır.
Bu açıdan bakıldığında; karşılıklı güçlerin birbirine karşı durumuna kısaca göz atmak sürecin anlaşılması bakımından önem taşımaktadır:

*        *        *

Yazın sonu ülkemizde, “1 Eylül Dünya Barış Günü” merkezli, yurt sathına yayılmış eylemlere sahne oldu.
1 Eylül merkezli “barış eylemleri” Finlandiya ve Lüksemburg’ta da yapılmış olabilir. Ama, gündemle “sıcak bağlantısı” ve içerikleri bakımından, bu ülkelerdeki 1 Eylül’ün, Türkiye’dekinden tamamen farklı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye’deki 1 Eylül, “dünyada barış olsun” dileğini bir kez daha ifade etmekten çok öte bir anlama sahip olmuştur. Bu anlamı oluşturan en önemli faktörlerden birincisi, Türk askerlerinin Irak’a gönderilerek, Amerikan-İngiliz işgal kuvvetlerine katılması için hükümet ve öteki Amerikancı güç odaklarının tam bir fikir birliğine varmış olmasıdır. Aslında süreç, bir fikir birliğinden daha öteye de geçmiştir. Nitekim hükümet, “Irak’a asker gönderme yetkisini” eline almak için Meclis’i 15 Eylül’de toplantıya çağırmıştır. Dolayısıyla da, hemen sınırımızın ötesinde işgal edilmiş bir ülke olarak Irak’ın işgaline son verilmesi, Amerika’nın bölgeden atılarak barışın sağlanması mücadelesi, AKP Hükümeti’nin işgali güçlendirme ve Irak direnişinin ezilmesi için Irak’a asker göndermesini önleme mücadelesi, en sıcak gündem maddesi olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
1 Eylül’e kendine has bir özellik kazandıran Türkiye’ye özgü öteki gelişme ise, Kürt sorunuyla da dolaysız bir biçimde bağlantılı olan “Pişmanlık Yasası” dayatmasıdır. Halkın, ilerici ve demokrat çevrelerin “Ayrımsız bir genel siyasi af” talebine karşı, AKP Hükümeti ve arkasındaki güç odakları, “Kürt sorununu, ezerek ve teslim alarak çözmeyi” amaçlayan politikalarının bir uzantısı olarak bu talebe “Pişmanlık Yasası”yla yanıt vermişlerdir. Bu, sadece Kürtleri değil, Türkiye’nin bütün ilericilerini, demokratik güçlerini ilgilendiren bir yanıttır. Ve bu yanıt, sadece Kürt devrimci demokratları değil, Türk kökenli ilericileri, devrimcileri de cezaevlerinde tutmaya devam etme politikasının bir devamı olarak tezahür etmiştir. Bu tutum, aynı zamanda, Türkiye’nin; on binlerce kişinin siyasi haklarından mahrum, binlerce kişinin siyasi nedenlerle cezaevlerinde tutulduğu bir ülke olmasını (olmaya devam etmesini) isteyenlerin tutumudur.
Son 20 yıldır, Kürtleri ezerek sorun çözme” politikasının devamı olan “Pişmanlık Yasası” dayatması, 1 Eylül 2003’ün simgelediği “barış”a kendine has anlam veren öteki önemli bileşen olarak Dünya Barış Günü’nü anlamlandırmıştır.
*        *        *

Asıl kaygısı “Kopenhag Kriterleri’ne uyum” olan egemenlerin “demokratikleşme” programı, bir komediye dönüşmüş bulunmaktadır. Türkiye’nin “hangi alanda”, “ne kadar demokratikleşeceği” hükümet, Genelkurmay, Cumhurbaşkanı arasında yapılan tartışmalar ve uzlaşmalarla “yasalaştırılmakta”, ama, TCK’dan DGM Yasası’na, YÖK Yasası’ndan RTÜK Yasası’na, Polis Yetki ve Selahiyet Yasası’ndan çalışma yasalarına kadar pek çok alanda sayısız hak sınırlamaları sürüp gitmektedir. Görünüşte kaldırılan bir yasağın yerine daha ağır yaptırımlar içeren bir başkası geçmekte; bir adım ileri atılırken iki adım geriye zıplanmak adeta şaşmaz bir kural olarak uygulanmaktadır. 1982 Anayasası ise, “başlangıç maddeleri” ve “ruhu”yla dimdik ayakta durmaktadır.
Demokratikleşmenin önünde en önemli sorun olan Kürt sorununun, halkçı ve demokratik çözümü bakımından da, 5 yıl öncesinin, “Türkiye’nin demokratikleşmesinin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözlerinin edildiği dönemin bile çok gerisine düşülmüş, dil ve kültür eşitliği yerine; dil özgürlüğü adına bu hakların etrafının duvarla çevrilmesine girişilmiştir. Hak isteyenler, demokrasi isteyenler polisin şiddetiyle karşılaşmakta, öğrenciler okullarından atılmakta, sade vatandaşlara TCK 169’dan davalar açılmaktadır. Dahası, son aylarda insan hakları ve öteki bireysel hakların ihlalleri daha da artmış, polis, jandarma, savcılıklar hak istemeyi suç sayan bir uygulamayı halkın demokratikleşme isteğini bastırmanın bir aracı olarak kullanmaya yönelmişlerdir.
Hükümet ve sermayenin öteki güç odakları, halkın dışında olduğu ve tartışmasına katılmadığı bir “demokratikleşme süreci”ni hayata geçirerek, sorunu kapatmayı amaçlamakta, bunu gerçekleştirmek için uğraşmaktadırlar. Bu yüzden de Meclis’ten geçirilen yedi “uyum paketi”ne ve çuvalla demokratikleşiyoruz lafı edilmesine karşın, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu, halkın gündeminin en başındaki konu olmaya devam etmektedir.
*        *        *

Sendikal mücadele; basit ekonomik ve sosyal haklar mücadelesi ya da patronlarla işçiler arasındaki mücadele olarak bütün anlamını yitirmiş bulunmaktadır.
İşçilerin ücret ve sosyal hakları, memurların maaşları, taban fiyatlar, emekli maaşları, hatta sosyal hakların başlıcaları IMF programına bağlanarak, kamuda ve özel sektörde TİS’ler bir formaliteden ibaret hale getirilmiştir. Sadece TİS’ler değil, tüm diğer emekçi kesimlerin haklarının sınırları da, doğrudan hükümet, IMF, büyük patronlar mihrakının aldığı kararlar doğrultusunda belirlenmektedir.
Bu alanda gidişata müdahale edip emekçilerin ihtiyaçları üstünden talepler sunması, bu talepler doğrultusunda işçileri hareket geçirmesi beklenen sendikalar, sendikal bürokrasinin işbirlikçiliği sonucu olarak işlevsizleşmiş, güç ve itibar yitimi bakımından varacakları yere varmışlardır. Ve sendikaların asıl işlevleri, işçileri, emekçileri, patronlar ve hükümetin sunduğu koşullara ikna etmeye indirgenmiştir.
Sendikal hareketin yeniden toparlanması, TİS’lerin yeniden bir işleve sahip olabilmesi ve sendikasız kesimlerin de haklarını etkileyebilecek bir sendikal mücadele çizgisinin geliştirilmesi, sendikaların ayakları üstüne kalkabilmesi için mücadeleci bir sendikacılık hattına yönelmekten, partili bir sendikacılığı gündemin en ön sırasına almaktan başka bir seçenek kalmamıştır.
1475 sayılı İş Yasası’nın değiştirilerek, işçilerin 200 yıllık kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması, sermaye cephesinden gelen bu hamle karşısında sendikaların parmağını bile oynatmaması, oynatamaması; bir yandan işçi hareketinin itildiği çizgiyi, öte yandan sendikaların düştüğü çaresizliğin, sendikal bürokrasinin izlediği sendikacılık çizgisinin sendikaları nasıl tahrip ettiğinin göstergesi olmuştur. Çünkü böylece burjuvazi, son 50 yıl içinde işçi sınıfı ile giriştiği uzlaşma platformunu tanımadığını ilan ettiği gibi, aynı zamanda, yeni koşullarını da dayatıp yasa haline getirmiştir.
Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın,
1-) Sendikasız birçok işyerinde sendikalaşma isteği ile işçiler harekete geçmektedir.
Son aylarda bu isteğin arttığını, hatta kimi sanayi bölgelerinde kitlesel bir karakter kazanma özelliği göstermeye başladığını görüyoruz.
2-)  Esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işten çıkarma gibi girişimlere karşı işçiler, toplu tepki koymak için düne göre daha bilinçli ve daha kararlı davranmaya başlamıştır.
3-) Özelleştirmeye karşı mücadele, sendikal bürokrasinin “artık özelleştirmeye karşı mücadele edilemez, bari en az zararla kurtarma pazarlığı yapalım” dediği noktada yeniden canlanmış, TEKEL, PETKİM, TÜPRAŞ, TÜGSAŞ gibi sınai faaliyet bakımından temel olan işyerlerinde işçiler geçmişe göre daha militan bir mücadele çizgisine girmiş, sendikal bürokrasinin ihanetine rağmen mücadeleye devem edeceğinin işaretini vermiştir.
Emek mücadelesinin bir bileşeni olarak kamu emekçilerinin mücadelesi, kendine has kimi nedenlerle pratikte farklı imkânlara sahip olsa da; Devlet Personel Rejimi’nin yeniden düzenlenmesinin amaçlandığı Kamu Yönetimi Temel Yasası’nın hükümet ve sermaye güçlerinin istedikleri gibi çıkması durumunda, bu alandaki bütün kazanımların da kaybedileceğini söylemek kehanet olmaz. Ancak kamu emekçileri mücadelesinin daha derli toplu ve muhtemel gelişmelere karşı tutum almaya daha hazır olduğu göz önüne alındığında, bu alandaki mücadelenin hayli çetin geçmesi, eğer kamu emekçilerinin ileri kesimleri yeterince kararlı ve yaratıcı davranırlarsa, sermaye güçlerinin püskürtülebileceği de günümüzün önemle dikkate almamız gereken gerçeğidir.
*        *        *

Tarım alanı ve köylülük ise, hükümetin tümüyle gözden çıkardığı, çöküşe ve iflasa
terk edilmiş bir alandır. Hükümet, kimi göstermelik çıkışlardan sonra fındık, pancar,
buğday gibi başlıca tarım ürünlerini desteksiz bıraktığı gibi, tüm ülkeyi kavuran büyük kuraklık karşısında da, bu alanda hiçbir sorun yokmuş gibi davranmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla geniş köylü yığınları için IMF ve hükümetin tarım politikalarına karşı alanlara çıkıp mücadele etmekten başka bir seçenek kalmamıştır.
Yakın geçmişte, köylülük için hem dayanışma hem de üretime destek vermenin dayanakları olan PANKOBİRLİK, FİSKOBİRLİK, ÇUKOBİRLİK, TARİŞ gibi ulusal çapta kurulmuş kooperatifler özelleştirmeye kurban edilirken, köylülük, çeşitli devlet desteklerinden, tarıma yapılan sübvansiyonlardan da mahrum bırakılmıştır.
Gübre, makine, tarım ilaçları, genetik müdahale görmüş tohumlar, besicilik ve sütçülüğe yapılan tarımın temel girdileri alanındaki destekler de, yabancı tarım  ve gıda tekelleri lehine kaldırılmış; Türkiye’nin her tür destek ve dayanaktan arındırılmış üreticileri, arkasında devasa devlet desteği olan uluslararası tarım tekelleriyle “piyasa koşullarında yarışmaya” sokulmuştur.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) en zengin köylü kesimlerinin temsilcisi rolünü bile oynayamaz duruma gelirken, örgüt, içindeki MHP-DYP çatışması tarafından da işlevsizleştirilmiştir.
IMF-Dünya Bankası kılavuzluğundaki büyük sermaye ve hükümetleri, geniş köylü yığınlarını; hem kooperatif örgütlerini hem de ziraat odaları gibi “birlik”lerini işlevsizleştirerek tümüyle örgütsüzlüğe iterek, bugüne kadar edindiği kazanılmış hakları (sübvansiyon ve teknik destekler biçimindeki) bir direnişle karşılaşmadan ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Bütün dünyada, en gelişmiş ülkeler bile, kendi tarımlarını korur ve uluslararası ticaret anlaşmalarında kendi tarımlarına ayrıcalıklar talep ederken, Türkiye tarımı IMF, uluslararası tekeller, hükümet işbirliği ile tam bir açmaza sürüklenmektedir.
Bu koşullarda iki örgüt biçimi ayakta kalma şansına sahip görünmektedir:
1-) Yerel ve kendine özgü alanlarda kurulmuş üretici kooperatifleri,
2-) Tür Köy-Sen.
Özellikle Tür Köy-Sen, adıyla bile büyük ilgi görmüş, çalışmanın başlatıldığı her yerde, köylülerin en uyanmış kesimleri tarafından benimsenmiştir.
Bu sendikanın, artık açıkça ortaya çıkmış olan örgütlenme sorunlarını çözmesi durumunda, köylülüğün mücadele örgütü olarak rol oynamasının önünde hiçbir engelin olmadığı, geçen 2-3 yıl içinde açıkça görülmüştür. Dahası, son bir-iki yıl içinde yaşananlar, köylülük için de mücadeleden, hem de en geleneksel köylü partilerini de karşısına alarak mücadele etmekten başka bir seçeneğin olmadığını göstermiştir. Bu yüzdendir ki, Tür Köy-Sen, köylülüğün antiemperyalist mücadeleye çekilmesinin örgütü olarak da rol oynayacak bir pozisyondadır. 
*        *        *

Sermaye güçleri ise, kendi aralarında, hükümet ve Genelkurmay arasında Irak’a asker gönderme ve laiklik konusunda var olan sorunları önemli ölçüde aşmış olarak Eylül ayını karşılıyorlar. Cumhurbaşkanı ile, hem Irak politikası, hem de “yasalar” ve “devlet yönetimi tarzı” konusunda sorunları olsa da, hükümet; Meclis’teki büyük çoğunluğuna dayanarak, bunu bir sorun olmaktan çıkaracak bir pozisyon edinmiş bulunmaktadır. Üstelik sermaye cephesi, İş Yasası’nı patronların istediğinden bile daha geri bir çizgide değiştirmenin moraliyle davranıyor. Bunun ötesinde, AB ile “uyum” ve “demokratikleşme” adı altında kendi siyasi sistemini tedricen yenileyen bir çizgiye girmeleri de onları nispeten rahatlatmıştır. IMF ile ilişkiler ise, üstü örtülü biçimde Irak’a asker gönderme ve Amerika ile “uyum”a endekslenmiş olduğundan, yakın vadede bir sorun olacağa benzememektedir.
Türkiye’nin egemenleri; siyasi bakımdan ve kendi aralarındaki çelişmelerin azalması bakımından “ANAP-Özal dönemi”nden beri en talihli günlerini yaşıyorlar. AKP Hükümeti, büyük patronlar ve uluslararası tekellerin istekleriyle tam bir gönül ve işbirliği içinde Meclis’teki çoğunluğunu kullanırken; etkisiz CHP muhalefetinin de dolaylı desteğine sahip durumdadır.
Sermaye güçleri; emekçilere, halka yönelik saldırılarında iki önemli koza sahiptir:
1-) Hükümetin IMF-Dünya Bankası programıyla tam uyumu, Meclis’te Anayasa’yı bile değiştirecek bir çoğunluğa sahip olması (Meclis’teki CHP muhalefetinin de hükümetin ekonomik ve siyasi programıyla, en azından ana hatları bakımından uyum içinde olması, sermayenin avantajını büyütmektedir.),
2-) Emek güçlerinin ve ilerici devrimci-demokratların güçlerinin dağınıklığı.
Emek ve demokrasi güçleri için önümüzdeki dönemin taktiğinin başlıca amacı; bu iki nedeni tersine çevirmek olmalıdır. Başka bir söyleyişle; emek ve demokrasi güçleri için yakın dönem hedefi, sermayenin saldırısının koçbaşı olan “hükümetin gücünü kırmak”, emek ve demokrasi güçlerini toparlayan bir taktik çizgi geliştirerek, bu güçlerin işçi sınıfı, emekçiler ve tüm halk için bir mücadele mihrakı, bir “çekim merkezi” olarak sahnedeki yerini almasını sağlamak olarak ortaya çıkmış görünmektedir.
*        *        *

Sınıfların nesnel bakımdan yukarıda ifade edildiği gibi mevzilendiği koşullarda, Türkiye, yerel seçimlere hazırlanmaktadır. Eylül ayı, yerel seçimlerin başlama işaretinin de verildiği bir ay olma bakımından önem taşımaktadır. Gerçi çeşitli partiler yazın başından beri “görüşmeler” yapmakta, “aday adları ortaya atıp nabız yoklamakta”dır, ama yazın (tatilin) sonu anlamına gelen Eylül ile birlikte, yerel seçimler için daha ciddi ve hedefli çalışmalar da başlayacaktır.
Koşullar göz önüne alındığında ve hükümetin de yerel seçimleri kendi politikaları için bir “güvenoyu”olarak göreceği düşünüldüğünde, yerel seçimlerin; bütün bu sınıf güçlerinin ekonomik ve siyasi taleplerinin; (hükümetin emekçi sınıflara yönelik ekonomik politikaları, Irak asker gönderme, demokratikleşme) kesişme noktasında cereyan edeceğini söylemek, gerçeğin en önemli yanını belirtmek olur.
Süreci, Eylül 2003 ile yerel seçimlerin yapılacağı Nisan 2004 arası olarak alırsak; bu “uzun” sürede, bazen Irak’a asker gönderme, bazen emek mücadelesinin talepleri, bazen demokrasi ve Kürt sorununun bir yanı, bazen bizzat seçimin şu kadar ilde kazanılması her şeyin üstünü örtecek kadar öne çıkabilir, ama bütün bu mücadeleler ve sürecin anlamı; asıl olarak, emekçi sınıfların ve demokrasi güçlerinin sermaye güçleri karşısında somut bir mevzi edinmesi; emekçilerin yerel ve siyasi iktidarın elde edilmesi mücadelesinde ileri adımlar attığı bir süreç olması olacaktır. Başarılı bir yerel seçim dönemi geçirmenin koşulu da budur. Başka bir söyleyişle, emek güçleri, bu süreci; toparlanıp sermayenin saldırıları karşısında ayağa kalktıkları, bir iktidar seçeneği olarak kendilerini ortaya koyabildikleri bir süreç olarak değerlendirebilirlerse başarılı olduklarını söyleyebileceklerdir.
Bu açıdan bakıldığında; Meclis’te azımsanmayacak bir milletvekili sayısı olan CHP, her zaman olduğu gibi, etkisiz bir muhalefet sergilemekte, çoğu zaman sermaye basını ve piyasadaki hocalarının aklıyla AKP’nin bile gerisine düşmektedir. Bunun içindir ki; halk yığınlarının bunca sıkıntıya sürüklendiği bir dönemde, muhalefetteyken bile itibar ve oy kaybeden bir muhalefet partisi olmayı başarmaktadır.
3 Kasım seçimlerinin tasfiye ettiği partilerin; yeniden toparlanması ve halk indinde etrafında toparlanılır bir odak oluşturma şansı görünmemektedir.
Genç Parti’nin ise, beklendiği gibi, Uzanlar’ın “suç örgütü”nün siyasi uzantısı olarak, artık akıbetini öteki Uzan firmalarının akıbetine bağlamış bir “firma-parti” olarak, hızla çökeceğini söylemek yanlış olmaz.
Bu koşullarda Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu; mevcut sermaye güçlerinin iktidarı ve onların çeşitli türden partileri karşısında, yüzde 6.2 oyu ile ayakta durabilecek ve halk yığınları için, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde olduğu kadar, hak mücadelesinde de seçenek olabilecek tek güçtür. Dolayısıyla da Blok ve onu oluşturan partiler; bir yandan geniş halk yığınlarını etrafında birleştirmenin planını yaparken, öte yandan da hızla politika alanında AKP ve öteki sermaye güçleri karşısında halkın sesi, onun taleplerinin savunucu olarak ortaya çıkıp bu bilinçle davranmak durumundadırlar.
Bunun ön koşulu da; birer birer partilerin, grupların, çevrelerin sorun olan şeyleri aşıp; tüm halkın taleplerinin öne çıkarıldığı bir mücadele hattında birleşmeleri, böyle bir hatta yer alabilecek tüm güçleri bu birliğe katmalarıdır. Genel seçimlerdeki gibi, grupların, etkisi ne olduğu belirsiz çevrelerin kapris ve isteklerinin değil; ortaya konan ve az çok halkı ve ülkeyi düşünen kimsenin karşı çıkmayacağı bir platformda, bu platformu kabul eden herkesin birleştiği bir çalışmayı karalılıkla savunmak, halk güçleri ve halkı birleştirecek tek doğru yöntemdir.
Kuşkusuz ki, yerel seçimler süreci; 3 Kasım 2002 genel seçiminde, “IMF’siz bir Türkiye”, “Daha iyi çalışma ve yaşama koşulları”, “Irak’ta savaşa hayır” taleplerini gerçekleştirir umuduyla oy verilen AKP ve hükümetiyle bir “hesaplaşma” olarak da gündeme gelecektir. Dahası, gelişmelere daha yakından bakarsak; emekçilere yönelik saldırıların bu ölçüde pervasızlaşması ve sonuç alıcı olmasında, politikadan halkın bu ölçüde dışlanmasında, AKP’nin Meclis’te ele geçirdiği büyük güç vardır. Büyük patronlar ve arkasındaki ABD başta olmak üzere yabancı güç odakları, AKP’nin bu çoğunluğunu “balyoz” olarak kullanmaktadır. Bunun da ötesinde, eğer Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, bu iktidar karşısında bir güç ve çekim odağı olarak ortaya çıkamazsa, halkla çatışmaya girmesine, kendisine ideolojik olarak bağlı olan kesimlerde bile hayal kırıklığı yaratmasına karşın, AKP, yerel seçimlerde gücünü önemli ölçüde artırabilir. Bunun anlamı ise; halka yönelik saldırıların artması ve ülkenin badirelere sürüklenmesinde daha ölçüsüz davranışlar olacaktır. Bu yüzdendir ki, yerel seçim, sadece yerel yönetimleri belirleyen bir süreç olmaktan daha ötedir.
Kuşkusuz, bu yerel seçimler sürecini herhangi bir yerel seçimden ayıran en önemli özellik, aynı zamanda “Kamu Yönetimi Reformu” adı arkasında hizmetlerin piyasalaştırılmasının önündeki engellerin temizlenmesi için egemen güç odaklarının son aşamaya gelmiş olmalarıdır. Buna, GATS ile ilgili sözleşmelerin 2004’ten itibaren yürürlüğe gireceğini eklemek de gerekir. Dolayısıyla süreç; işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin kazanımları olarak devlete ve yerel yönetimlere yüklenen pek çok yükümlülüğün ortadan kaldırılması süreci olarak da işleyecektir. Bu yüzden de, dönem, aynı zamanda, halkı doğrudan ilgilendiren pek çok hakkın savunulması ve demokrasi mücadelesi bakımından da özel bir öneme sahiptir. Ancak egemenler, “Kamu Yönetimi Rreformu”nu çok yaldızlı bir paket içinde sunduklarından, bu alanda ciddi bir ajitasyonun örgütlenmesinin gerektiği açıktır.
Demek ki, önümüzdeki süreç, yerel yönetimlerde kimin olacağından öte; Türkiye’nin Irak’a asker göndererek, Türkiye’nin Amerika’nın askeri olup olmayacağının ve uluslararası tekellerin ve yerli uzantılarının, hizmetler (belediye hizmetleri, genel hizmetler) alanını bir rant alanına dönüştürerek, halkın haklarını ve demokratik kazanımları ortadan kaldıran bir “yerel yönetimler düzeni”nin kurulup kurulmayacağının belirlendiği bir süreç olacaktır.
Böyle devasa sorunların aşılmasında tek dayanak ise, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ve öteki emek güçlerinin yerel (ve elbette aynı zamanda genel) iktidar için bir seçenek olduklarını gösterebilmeleridir. Aksi halde egemenler belirledikleri hedeflere varmakta zorlanmayacaktır.

Kürt sorunun neresindeyiz ya da Kürtlere tarih dersi mi?

Kürtlerin –özellikle de Irak Kürtlerinin– ulusal haklarına sahip olma mücadelesi yürüttükleri uzun süreçte karşı karşıya kaldıkları zorluklar ve Batılı büyük emperyalistlerle ilişkilerinin kısa hikayesini dergimizin 130. sayısında (Şubat 2003) vermeye çalışmıştık. Orada, Kürtlerin –ve özel olarak Irak Kürtlerinin– mücadele tarihlerinin, ABD başta olmak üzere emperyalistlerle ilişkilerine ışık tutması zorunluluğuna işaret ederek, emperyalistlerin Kürt sorununu istismar ve kullanma politikalarını bilerek hareket etmenin ‘Kürdün tarih dersi’ olması gerektiğini belirtmiştik.
Şubat 2003’te ABD-İngiliz sömürge orduları henüz Irak’ı tümden işgale girişmemişlerdi, ama gelişmeler o yöndeydi. Ardından işgal gerçekleştirildi, Doğu uygarlığının birikimleri talan edildi ve Irak Kürtleri, işgal ordularına büyük ve önemli kolaylıklar sağlayan politikalarıyla, Irak’ın baştan başa yıkımına yardımcı olmuş bir güç durumuna düştüler. İşgalciler ve işbirlikçilerine göre, “Saddam diktatörlüğü yıkılmış, demokrasi ve özgürlük getirilmiş ve Kürtler haklarını elde etmişlerdi.” Bu görüşlerin Irak Kürtleri dışında da etkili olduğu bir sürece girilmişti. Barzani ve Talabani yönetimindeki Irak Kürt politik güçleri işgal askerlerini büyük gösterilerle karşılayıp işgale direnenlerin üzerine birlikte saldırırlarken, ABD-İngiliz emperyalistlerinin başarılı her ilerleyişi, Türkiye Kürt  parti ve örgütlerinin bir kesimi tarafından da Batı ülkeleri kentlerinde şenliklerle kutlandı. Türkiye’de işbirlikçi gericiliğin AB ile “uyum yasaları” çerçevesinde gündeme getirdiği biçimsel ve uygulama alanına geçirilmeyen değişiklikler de söz konusu edilerek, “bölgede demokratikleşme ve özgürlüklerin sağlanacağı bir sürece girildiği” belirtiliyor, bunu sağlayacak başlıca gücün ABD olduğu ileri sürülüyordu. Buna göre ABD, “bölgenin demokratik güçleriyle ittifak etmek ve demokrasiyi geliştirmek durumundaydı.” Kürtlerden, salt bu nedenle her zamankinden daha fazla umutlu olmaları isteniyordu, beklenti artmıştı.
Barzani-Talabani yönetiminde Irak Kürtlerinin içine çekildikleri durum ve Türkiye Kürtleri içinde şu ya da bu oranda örgütlü parti ve grupların sözcülerinin bu durum üzerine açıklamalarıyla Irak işgali ve ‘Kürt Federe Devleti’ üzerine yorumları, ABD emperyalizminin bölge politikaları ve demokrasi ve özgürlükler üzerine öne sürdüğü vaazlarından en fazla zarar görecekler arasında Kürtlerin ilk sıralarda yer alacaklarına işaret ediyor. Amerikan ekonomik-askeri gücünü yeryüzünün “karşı durulamaz, yenilgiye uğratılamaz tek gerçeği” gösteren burjuva emperyalist propaganda o denli kapsamlı etkilere yol açmıştır ki, ABD’nin “görev süresi dolmuş” Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’un, ABD’nin “Topluma kazandırma yasası’nın kapsam ve uygulamasını beklediği, PKK-KADEK’in K. Irak’tan çekilmesi için çaba göstereceği ve bu olmazsa askeri yaptırımın (çatışma) gündeme geleceği” yönündeki sözleri, onun “başarısız diplomatlığı”yla izah edilebilmiştir.
Pearson’un  “ABD-Kürt çatışması kaçınılmaz olabilir” yönündeki sözlerini “ihtimal dışı” sayabilen Kürt politikası, Amerikan yönetiminin bölge politikalarıyla gerekçelendiriliyor; onun  “kendi çıkarları gereği Ortadoğu’da demokrasiye evet demek zorunda” ve “Kürt sorunun tümüne çözüm üretmek durumunda”olduğu belirtilerek “ABD’nin demokratik değişim ve dönüşümden yana olan güçlerle kalıcı ittifaklar kurmak zorunda olduğu”na dair ‘umut’ dile getiriliyordu. ABD’nin “sadece Irak’ta değil, Suriye ve İran’da da rejimi değiştirmek istediği”, bu değişimin dayanağı olarak Kürtlerin alınabileceği, bunun için de KADEK’in “birlikte çalışılacak güç” olarak alınması gerektiği yönündeki açıklamalar bunlara eklendi. Bu, en azından, emperyalistlerin, çıkar ve dönemsel politikalarının gerektirdiği pragmatist taktiklerine, içerdiklerinden fazla özellikler atfetmek; bu taktikleri, onların Kürtler ve bölge halkları için içerdikleri tehlikeleri görmezden gelerek ya da görmeyerek, olumlamak anlamına gelmektedir.
İşgal demokrasi üretir mi?
20. yüzyılın tüm tarihinin tanıklık ettiği şey, mali sermaye ve emperyalist devletlerin girdikleri yere hegemonya ve siyasal gericilik taşıdıklarıdır. Ezilen uluslar olgusunu, mali sermaye sistemi, emperyalist büyük devletler ve tekel grupları arasındaki rekabet ve pazar kavgasından ayırmanın; bu “ilişki” dışında bir yere koymanın olanağı yoktur. Ezilen uluslara hak yoksunluğu dayatan, ve fakat bu baskı ve hak yoksunluğunu, sırt dayadığı ve bağımlılık ilişkisi içinde olduğu büyük emperyalist devlet ya da devletlerin destek ve koruması dışında sürdürebilen bir tek çok-uluslu devlet gösterilemez. Amerikan emperyalizminin yayılma politikalarıyla ‘ezilen ulusların bağımsızlığı’ ve “dünyaya demokrasi” arasında kurulan “olumlu bağlantı”, son yirmi-otuz yıllık süreçte, başını yine Amerikan sermayesinin hizmetindeki propagandacıların çektiği burjuva propagandasıyla ilişkilidir, ama bu propaganda bombardımanına karşın, Amerikan tekelci burjuvazisi ve askeri-politik temsilcilerinin Balkanlara, Ortadoğu’ya, Orta Asya’ya ve Latin ülkelerine gerginlik, şiddet, ulusal boğazlaşma, bölünme, ekonomik yağma ve tahribat ihraç ettikleri de, aynı süreçte yaşanan ‘gelişme’ ve ‘toplumsal gerçekler’ olmuştur. Amerikan emperyalizminin ve AB üyesi Batılı büyük devletlerin SB’nin ve Yugoslavya’nın parçalanmasını sağlamakla kalmadıkları, Azeri-Ermeni, Çeçen-Rus; Sırp-Boşnak; Sırp-Hırvat boğazlaşmasına zemin hazırlayıp halkları birbirlerine kırdırma üzerinden bölgeye yerleşmeye çalıştıkları biliniyor.
Amerikan tekelci burjuvazisinin Ortadoğu ve Orta Asya’da petrol, doğalgaz ve diğer hammadde kaynaklarıyla onların Batı pazarlarına iletim hatlarını denetime alma ve diğer büyük güçlerle aynı amaçlı rekabeti politikalarından –bu politikalar savaş ve işgal üretmelerine karşın–demokrasi ve bağımsızlık “üretmek”; bu, doğrusu, kurda kuzu emanet etmekle aynı şeydir.
Amerikan yayılmacılığıyla Kürtlerin hakları; Amerikan politikalarıyla ‘demokratik dönüşüm’ ihtiyacı arasında kurulan bu ilişki, Amerikan mali sermayesinin 20. yüzyıl boyunca sürdürdüğü ve bugün daha da pervasızca devam ettirdiği politikalarıyla karşıtlık içindedir. Bu bakımdan ABD-İngiliz sömürgecilerinin Ortadoğu politikalarının ve Irak’ın işgal edilmesinin Kürtler –ya da başka herhangi bir halk– yararına sonuçlar doğuracağı, petrol kaynaklarını kapatan Halliburton, Exxon Mobil gibi Amerikan tekellerinin bölgeye demokrasi getireceği, bölge gerici rejimlerine karşı Kürtlerle ‘demokratik ittifak kuracağı’ düşünce ve beklentisi, niyetten bağımsız olarak, halkların, bu demokrasi ve özgürlük düşmanı uluslararası güçlere karşı silahsızlandırılması anlamına gelecektir. Amerikan emperyalist şeflerinin “dost” mu, düşman mı olduğu sorusunun yeniden gündeme getirilmiş olması ve Kürt politik çevrelerinin ABD lehine umutlu beklentileri, Doğu’nun ezilenlerinin karşı karşıya bulundukları tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir.
Ulusal bağımsızlığın ve siyasal demokrasinin emperyalizmin ihraç malları arasında görülmesi ve emperyalistlerin “gelişmiş demokrasi”nin temsilcileri sayılmaları; ama faşizm, ulusal baskı ve demokrasi düşmanlığının tekelci-emperyalist güçlerden bağımsız ve yalnızca işbirlikçilere ait “vasıflar”a indirgenmesi, farkında olunup olunmamasından bağımsız olarak, emperyalizm yararına bir beklenticiliğin güçlenmesine, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin yara almasına neden olacaktır.

Irak’ta Kürt devleti mi kuruldu?
Irak Kürdistanı’nda olan nedir; hangi türden bir devlet örgütlenmesi gerçekleşmiş ya da gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır? Soru, Irak Kürtlerinin kaderlerini tayin sorunuyla ilgili olduğu kadar, orada olanlar, Kürt sorununun çözümüne yönelik burjuva ve emekçi politikalarının kesin ayrımının bir kez daha belirlenmesi bakımından da ayırt edici öneme sahiptir.
Şimdi tarih dersi her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır ve soru şudur:
Irak’ta kurulan “hükümet konseyi”, Şii-Suni Araplarla Kürtlere mensup “yöneticiler”i kapsadığına göre, Irak uluslarının iradesini temsil ediyor; ve öyleyse Kürtlerin kaderlerini tayin hakkı da içinde olmak üzere Irak’ta ulusal iradenin bağımsız kullanımını mı ifade ediyor?
Aşiret yapısına dayalı toplumsal temellere oturtulan burjuva feodal “federe devlet”in Irak Kürtleri bakımından ulusal kaderini tayin sorununun burjuva çözümüne yönelik bir adım olduğu söylenebilir. Barzani-Talabani yönetimindeki devlet girişimi ve “hükümet konseyi”ndeki yer alışla Irak Kürtleri adına, Kaderlerini Tayin hakkı bir tür kullanılmış olmaktadır.. Irak Kürtleri içinde tutuldukları devleti yıkan ve üzerinde yaşadıkları topraklarda işgalci olarak bulunan bir emperyalistin “yardımı” ve denetiminde, ‘otonomi’, ya da ‘federe devlet’ olduğuna henüz kesin karar veremedikleri bir devlet örgütlenmesine yönelmişlerdir.*(ı) Eğer, işgal nedeniyle kendilerine verilmiş mali-askeri ve politik destek, ABD-İngiliz emperyalizmi (ve yedeğindeki İtalyan-İspanyol çetelerinin) bölge hegemonyası politikalarından soyutlanamayacaksa –ki bu ayırmayı ancak olanları anlayamayan ahmaklar yapabilir–, ulusal kurtuluştan değil ama, ancak ulusal kaderini tayin hakkının bir tür kullanılışından söz edilebilir. Onlar, ulusal kaderini tayin hakkını, kendilerinin de aleyhine olacak bir tarzda kullanmaya yönelmişler; son otuz yıldır sahip olduklarından fazla olarak, yalnızca Amerikan ordularının korumasını sağlamış olmalarına karşın, ekonomik, mali, politik ve askeri yönden emperyalizme bağımlılıkları daha da güçlenmiştir. Ulusal kaderini tayin hakkının bu biçimde kullanılması, dil ve kültür alanındaki hak kullanımını bir miktar daha ileri taşımış, bu iyileşmenin sınırlarını ABD’nin politikaları belirlemesine rağmen, Kürt kitleleri onu kendi yararlarına sayacak bir yanılgıya düşebilmişlerdir.**(ıı)  Aşiret yapısının aşılamadığı ve kapitalizmin az geliştiği bir bölgede, emperyalist burjuvazinin denetiminde, ona dayanarak gerçekleştirilen bir “devlet örgütlenmesi”nin bağımsızlık iddiası olamaz ama, bu, yine de, “ulusun içinden birileri” tarafından yönlendirilen, işbirlikçi karakteri de olan bir kesimin (sınıfın) yönettiği bir tür  “ulusal” girişimdir.
Gelişmelerin bir yanı budur. Diğer yandan, sorun daha karmaşık hale gelmiştir ve Irak’taki gelişmeler tüm yanlarıyla irdelenmeden, sorunun doğru cevabı verilemez. Iraktaki gelişmeler, bu soruya cevabın ana unsurlarını oluşturmaktadır. Emperyalist baskı ve tahakkümden kurtuluş ve Irak Kürtlerinin bağımsız yaşama hakkı sorunu, işgalle birlikte yeni özellikler kazanarak, kapsamı genişlemiştir. Sorununun uluslararası boyut ve özelliklerinin işgalle birlikte artması ve işgalcilerin Kürtlerin karşı karşıya bulundukları zorlukları istismar ederek ve Irak Kürt aşiret yöneticilerini kullanarak ‘yerlerini sağlamlaştırma’ olanağı bulmaları, “çözüm”e ilişkin burjuva görüş ve tutumlara güç katmış, “özgürlük ve demokrasiyi hakim kılma”, “gerici yönetimlerin demokratikleştirilmesi”, “Kürtlere haklarının verilmesi” ve “Filistin sorununun çözülmesi” propagandası eşliğinde, emperyalist işgalciler, “Kürt özgürlüğü”nün sınırlarının tayininde dolaysız belirleyici güçlerden biri durumuna gelmişlerdir.
İşgal, evet gerçek bir durum değişikliğidir, ve tüm tarafların politikalarının keskin ayırıcı alt-üst oluş halidir. İşgalciler, özgürlük ve demokrasi getirdikleri iddiasındadırlar ve toplum, azınlık işbirlikçilerle bağımsızlık isteyenler olarak ayrılmış kesimlerin çatışması içindedir. Irak Kürt aşiretlerinin işgalcilere yardımları, ABD denetiminde sürdürülen “devletleşme çalışması, İsrail’in Kürtlerle “sıcak temasları” ve Irak Kürdistanı’na Yahudi nüfus yerleşimi planları vb. gelişmeler, emperyalist gericilik hesabına Kürt kullanılmasının olanaklarının genişlediğinin göstergesidir.
İşgalciler tarafından atanmış 25 kişilik “konsey”in, “noter kurumu” işleviyle yükümlü olması ve Irak Kürdistanı’ndaki “Kürt devletleşmesi”nin emperyalist plan ve politikalar sınırları içindeki “özgün durumu”, ulusal kaderini tayin hakkı sorununu, başlıca Arap ve Kürt ulusu olmak üzere, Iraklılar için temel bir soruna dönüştürmüştür.*** (ııı)
İşgalle birlikte, Kürtlerin ulusal kaderini tayin sorunu, bir yandan Irak’ın bağımsızlığı sorununa bağlı olarak genişlemiş; öte yandan, bölgeye dışarıdan gelmiş ve soruna dolaysız biçimde taraf olmuş yeni güçlerin amaçlarıyla bağlantılı sorun ve zorluklarla yüklenmiştir.

Soruna emperyalist ilginin gerici karakteri
Özgürlük Dünyası’nın önceki sayılarında da, ABD başta olmak üzere, Batılı emperyalist devletlerin bölgeye yönelik yayılma politikaları kapsamında Kürt sorununa gösterdikleri ilgi, ve bu ilginin gerici karakteri, sorunu kullanma ve istismar politikaları çeşitli makalelere konu edildi. Burada kısaca yeniden vurgulamakla yetineceğiz.
Kürtlerin yaşadıkları toprakların dünyanın en önemli stratejik bölgelerinden birinde yer alması ve bölgenin ekonomik, politik ve askeri rekabetin en önemli alanlarından biri olması, soruna emperyalist ilginin başlıca nedenini oluşturuyor. Tekelci rekabetin kızışması, çıkar çatışmasının daha saldırgan ve amansız biçimleri gündeme getirmesi, soruna ilgiyi artırmıştır. ABD, İngiltere, Almanya, Rusya başta olmak üzere, hegemonya mücadelesine katılan büyük güçlerden her birinin, bölge sorunlarını ve Kürt sorununu, çıkarları yönünde kullanma çabaları yoğunluk kazanmıştır. Ortadoğu, Körfez bölgesi ve Kafkasya’nın istikrarsız durumu, ‘dış müdahale’yi daha da kolaylaştırmakta; Kürt sorununun bir Ortadoğu ve bölge sorunu olması, sorunun doğrudan muhatabı ülkelerin hakim sınıflarıyla hegemonya mücadelesi yürüten büyük emperyalist devletleri, soruna müdahale yöntemlerini yenilemeye yöneltmektedir.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü, Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya ve Hazar havzasına yönelik emperyalist rekabet ve kapışma doğrultusunda istismarına olanak sağlıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın ilk yarısında İngiliz-Fransız emperyalistlerinin ”bulaşmak”tan geri durmadıkları Kürt sorunu, işbirlikçi egemen sınıfların şovenist-inkârcı politikaları nedeniyle, bugün de, emperyalistler ve özellikle de Amerikan emperyalistleri tarafından, pazarların ve hammadde kaynaklarının denetimi yönünde istismar konusudur. Batılı büyük güçlerin Kürt sorununa ilgileri, bölge ülkeleri yönetimleriyle ilişkilerinin seyrine bağlı değişiklik göstermiştir. Irak, İran gibi ülkelerdeki toplumsal gelişmeler İngiliz, Fransız ve ABD çıkarlarına aykırılık gösterdiğinde, Kürt sorunu, bu gelişmelerin rotasını değiştirmek üzere istismar edilmiş, Kürt işbirlikçiliği geliştirilmeye; geri toplumsal yapının feodal, aşiretçi vb. bağlarından yararlanılmaya; bu “bağlantı”lar, ilgili ülke yönetimlerinin uşaklık çizgisinde yürümesi için baskı unsuru olarak kullanılmaya çalışılmış; bu ülkelerin işbirlikçi sınıflarıyla ilişkilerin ”istikrarlı olduğu” dönemlerde ise, “Kürtlerin kaderi” sorunu “uyku hali”ne terk edilmiştir. Batılı emperyalist güçler Kürt sorununu, ilgili bölge ülkeleri egemen sınıflarını uşaklık ve işbirlikçilik çizgisinde tutmak üzere kullanagelmişlerdir. Öncesi bir yana son otuz-kırk yıllık süreçteki gelişmeler, ABD yönetimlerinin, bu sorunu, İran, Irak ve Türkiye egemen sınıflarını işbirlikçiliğe daha fazla zorlamak üzere bir baskı unsuru olarak kullanmaya ve Kürt işbirlikçiliği üzerinden özgürlük mücadelesini yedeklemeye çalıştıklarını; “bağımsız bir Kürdistan kurma”yı hedeflemediklerini; ondan yalnızca şantaj aracı olarak söz ettiklerini göstermektedir.
ABD, Barzani ve Talabani yönetimindeki Irak Kürt Partileri’ni, bölgenin yeniden düzenlenmesinin “Irak ayağı”nı güçlendirmek üzere kullanırken, emperyalist emellerini “Kürt koruyuculuğu” iddiasıyla maskeleyip, baskı görmüş ve hakları tanınmamış Kürt emekçilerini bu ilişkiler üzerinden aldatmak ve yedeklemek istemektedir. Ulusal, dinsel ve mezhepsel farklılıkları yayılma politikalarına uygun biçimde kullanma ve çatışma nedenine dönüştürme politikası izleyen Amerikan emperyalist şefleri, hemen her fırsatta, Kürtlerin bağımsız devlet kurmalarından yana olmadıklarını; böylesi bir durumun çıkarlarına ve politikalarına hizmet etmediğini söyleyegelmelerine karşın, dönemsel pragmatist politikalara bağlı şantajlara baş vurmakta; böylece tüm tarafları kullanma olanağını elinde tutmaya çalışmaktadır.**** (ıv)

Kürt hareketi nereden ilerleyecek?
UKKT hakkını emperyalistlerin yayılma politikalarına yedeklenmenin gerekçesi yapan Kürt burjuva, burjuva-liberal grup ve partileri, Amerikan emperyalizmini Irak’a ve bölgeye “demokrasi ve özgürlük getirici” bir güç olarak ilan ederken, ABD yanlısı bir beklenticiliğin Kürt hareketi içinde gelişmesi ve güçlenmesine yol açmaktadırlar. Bunlardan bazıları “dünyanın bugünkü durumu ve bölgedeki gelişmelerin belirleyici tek gücün ABD olduğunu gösterdiğini” ileri sürerek, Amerikan politikalarıyla uyumlu “reel politika izlenmesi”ni istemekte; diğer bazıları da ABD’nin “Kürtlerle birlikte demokratik değişimi sağlayacağını” ileri sürerek, Kürt hareketinin ABD yedeğine çekilmesi çabalarına güç vermektedirler. Öne çıkmış unsurları arasında Kürt burjuvazisi ve toprak sahiplerinin eğitimli temsilcileriyle eski küçük örgütlerinin dağılmasıyla umutsuzluğa sürüklenmiş “eski örgüt yöneticileri”nin bulunduğu bu kesim, ABD lehine lobi faaliyetlerini “Kürtlerin yararına” göstermekte, Bush’un işgal politikalarından medet ummaktadır. Dünyada önemli değişimlerin meydana geldiğini, AB aday üyeliğiyle ‘Batı demokrasisi normlarının Türkiye’de de uygulanacağını, ülkenin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünün olanaklı hale geldiği ve mücadeleyle bir yere varılamayacağının anlaşıldığını ileri süren bu çevreler, dünya pazarlarına hakim olma kavgası veren ve uluslararası tüm toplumsal sorunları çıkarları yönünde kullanmaya çalışan büyük emperyalist güçlere doğru dümen kırmışlardır.
Irak’taki gelişmeler ve ABD-Kürt ilişkilerine atfedilen özellikler, Kürt hareketinin kimin önderliğinde ve nasıl bir rotada ilerleyeceği sorununun Kürtler ve bölgenin diğer halkları için önemini daha da artırmıştır.
Siyasal deneyim, burjuva güçlerin öncülüğünde ulusal hareketlerin emperyalizm koşullarında da gelişebildiğini, ancak bu güçlerin sınıf konumu ve ulusal hareketin burjuva karakteri sonucu emperyalist egemenlik sınırlarını aşamadıklarını göstermektedir. Uluslararası ve iç gelişmeler, Kürtlerin yaşamında kimi iyileşmelerin sağlanması ve dil ve kültür serbestisi alanında adımların atılmasının mümkün olduğunu göstermektedir. Kürtlerin yaşamını olumlu yönde etkileyecek bu türden herhangi bir iyileşme, elbette reddedilemez. Ancak ulusal sorunun siyasal bağımsızlık kapsamında kapitalizm koşullarında da bir tür çözüme kavuşma olanağının olması, ve bunun Kürtler bakımından da bir olasılık dahilinde bulunması, Kürt ulusal sorununun demokratik halkçı bir çözümü için, emperyalizm ve işbirlikçi gericiliğin yenilgiye uğratılması hedefli mücadeleye gereksinimi ortadan kaldırmamaktadır.
Ulusal kaderini tayin hakkı, ezilen, bağımlı ve sömürge halkların kaderlerini kendilerinin tayini, siyasal bakımdan bağımsız olarak örgütlenme; ve bunu ayrı ya da hiçbir baskıyla karşılaşmaksızın ve kendi isteğiyle aynı devlet içinde yaşamaya karar vererek belirleme hakkı anlamına gelmekle birlikte; burjuva sınıflardan hiçbirinin emperyalist kapitalizmin sınırları dışına çıkma özelliği ve gücüne sahip olmaması nedeniyle, ulusal hareketin başarısı durumunda da, biçimsel siyasi bağımsızlık görüntüsü ardında bağımlılık ilişkilerinin devam etmesi mümkün olmaktadır. Ulusal özgürlüğün gerçek anlamda kazanılması ve kullanılması ise, ancak ezilen emekçi kitlelerini yanına almış işçi sınıfının, ulusal hareketin başına geçmesi, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele temelinde, hareketi politik ve ekonomik devrime doğru genişletmesiyle sağlanabilmektedir. Kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey ve geri ülkelerde işbirlikçilerin uluslararası sermayenin unsurları olarak rol oynamaları, ulusal kurtuluş mücadelesinin, emekçi sınıfların kurtuluşu mücadelesine bağlanması zorunluluğunu artırmıştır. İşçi hareketinin büyük darbeler yediği, yeni bir yükseliş yönündeki belirtilere karşın, uluslararası alanda burjuvaziye karşı henüz etkili ve püskürtücü bir düzeye ulaşamadığı, burjuva, küçük burjuva önderlikli ezilen ulus hareketinin, yeni sömürgeci politikanın güç kazanmasıyla sistem sınırlarına takılıp gerilediği günümüz koşullarında, ulusal kurtuluş hareketi, ancak, işçi ve emekçilerin emperyalizm ve işbirlikçi gericiliğe karşı hareketi olarak gelişebildiği ölçüde, ulusal kurtuluş söz konusu olabilmektedir. Kürt sorunu kapsamında olanıyla sınırlı tutulduğunda, bugünün temel görevi, Kürt emekçi kitlelerinin bağımsız hareketinin geliştirilmesi amacıyla, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin devrimci aydınlatılması ve politik örgütlenmesinin sağlamlaştırılması için fedakarca çalışmaktır.

Çözüm nerede?
“Kısa hikayesi”ne dergimizin 130. sayısında değindiğimiz Irak Kürt hareketinin gelişme süreci ve “dış ilişkileri”, Kürt ulusal hareketinin karşı karşıya bulunduğu açmazın aşılmasının koşulları ve yoluna da işaret ediyor. Kürt hareketi, eğer bulunduğu ülkelerin “toplamı” üzerinden ele alınırsa, geçmişe göre, bugün, özellikle de Türkiye Kürtleri bakımından, daha önceleri ayakbağı olmuş geri ilişki ve etkenleri önemli ölçüde aşabilecek ve geçmişteki “çaresizlik” durumuyla ona dayandırılan gerekçeleri geçersiz kılacak olanak, güç ve araçlara daha fazla sahip durumdadır. Kapitalizmin Türkiye Kürt kent ve kırındaki gelişmesi, hareketin ezilen sınıfların bağımsızlıkçı-demokratik hareketi olarak şekillenmesini olanaklı kılıyor. Kürt işçi ve emekçileri, ulusal karakterli hareketin başına geçme ve ulusal-sınıfsal hareketi birleştirme güç ve olanaklarına, ilgili ülkelerin tümü bakımından da, bugün çok daha ileri düzeyde sahiptirler.
Kürt hareketinin önemli özelliklerinden biri, gecikmiş bir ulusal hareket olarak, aynı zamanda kendileri de bağımlı olan bölge ülkelerinin, toplumsal gelişme düzeyi en geri olan bölgelerinde -bunda inkârcı politikalar önemli bir rol oynamıştır- yaşayan halkın hareketi olmasıdır. Bu toplumsal koşullar ve ulusal hareketin burjuva karakteri; ortaya çıkabildiği kadarıyla, ”bağımsızlık” ve dil-kültür eşitliği “talepli” harekette, Kürt feodal, feodal-burjuva ve burjuva feodal kesimlerin etkin olmasını sağlayabilmiştir. Kuşkusuz, hareket bir başkaldırıya dönüştüğü her durumda, Kürt köylü ve diğer emekçi kesimlerinden destek görmüş; Türkiye Kürt hareketinin son yirmi otuz yılının açıklıkla gösterdiği gibi, kapitalizmin Kürt toplumsal yaşamında yol açtığı sınıfsal ayrışma, harekete emekçi ilgisini ve küçük mülk sahiplerinin saflarından katılımı artırmıştır. Burjuva; burjuva-feodal kesimlerin harekete etkileri ve oluşturdukları engel henüz aşılamamakla birlikte, “yükü”nü ezilen sınıflarla genç kuşaklarının çekmesi, hareketin demokratik-halkçı çizgide gelişmesi olanağını güçlendirmektedir. Bağımsızlığı ve özgürlüğü hedefleyen hareketin başarı koşulları olgunlaşmakta; parçalanmışlığın ve geri toplumsal yapının önemli bir etkeni oldukları, ‘büyük güçler arası ilişkilere yedeklenme’ ve ABD ve Batı Avrupa’dan “çözüm bekleme” tutum ve politikalarının geçersizleşmesinin koşulları daha da olgunlaşmaktadır.
Kürt burjuvazisi ve aşiret aristokrasisinin ABD gibi ülkelerle ilişkilerini daha ileri düzeyde sürdürmeleri ve burjuva liberal Kürt parti ve çevrelerinin, sorunu dil serbestisi düzeyine çeken ve hemen hiçbir temel ulusal-demokratik talebi içermeyen ‘barış talebi’ girişimleriyle işbirlikçi gericiliğin platformuna zarar vermeyecek bir zemin üzerinde hareket etmelerinde rol oynayan en önemli etkenlerden biri de, Kürt hareketinde emekçi sınıfların etkisinin artacağını gösterir gelişmelerdir. Ayaklarının altındaki toprağın kaymakta olduğunu gören Kürt burjuva sınıfları,  hareketi kendi çıkarları yönünde yönlendirme ve bunun üzerinden Türk gericiliği ve emperyalist burjuvaziyle ilişkilerini yenileme çabalarını artırmışlardır. Kürt burjuva, küçük burjuva politik çevreleri, halktan ve halkın mücadelesinden umudu kesmiş, yönlerini Batılı büyük devletlerin burjuvazisine dönmüşlerdir. Türk burjuva liberalleri ve reformistleriyle birlikte, Batılı emperyalistlerin ve uluslararası sermayenin Kürt sorununu çözmesi ve Türkiye’nin demokratik bir siyasal rejime kavuşmasını sağlama beklentisi içindedirler.
Kapitalizmin tekelci aşamaya evrilmesi, sermayenin ve ticaretin uluslararasılaşması ve ülkeler ekonomisinin emperyalist dünya ekonomisi zincirine bağlanması, ulusal sorunu, emperyalist baskı ve sömürgecilikten kurtuluş sorununa genişletirken; (siyasal bağımsızlığını elde etmede geç kalmış ulusların) burjuvazisinin tarihin akışı ve proletarya (ve emekçi kitleler) hareketi karşısında gericileşmesi ve onun en üst kesimlerinin emperyalist gericilikle işbirliği içine girmesi, ulusal baskıdan kurtuluş sorununu artan oranda emekçilerin sorunu haline getirirken, bugünün gelişmeleri ulusal sorunun halkçı çözümüne ihtiyacı artmıştır.

Sorumluluk emekçilerindir
Bağımlı-sömürge ya da ezilen halkların emperyalist müdahaleyle özgürlüğe kavuşabilecekleri düşüncesi, gerici bir burjuva düşüncesidir. Kürt reformcu burjuvazisi ve bazı küçük burjuva Kürt milliyetçi örgütlerinin ABD emperyalizminin ‘girişimlerini ve atacağı adımları sonuna kadar destekleyeceklerini’ ilan etme politikasına, Kürt ulusunun ve Kürt emekçilerinin çıkarları yön vermiyor. Emperyalistlerin ve ABD’nin ‘yapacağı girişim’, örneğin Irak Kürdistanı’nda Kürt gericiliği üzerinden Kürt hareketiyle halk yararına sonuçlar doğurmuyor.
Emperyalist burjuvazi, ‘sorun çözme’ adına girdiği ya da müdahale ettiği geri ülkelerde, halkların tüm kaynaklarına el atmakta, ekonomik, siyasi ve askeri baskıyla bu ülke halklarını boyunduruk altına alarak baskıyı daha sistemli hale getirmektedir. Böyle olduğunu görmek için, Amerikan emperyalizminin Asya, Afrika ve Latin Amerika’da gelişen ulusal kurtuluş mücadelelerine gerici müdahalelerine bakmak, Yugoslavya’nın parçalanması ve Sırp-Boşnak, Sırp-Arnavut halklarının birbirlerine kırdırılmasındaki rollerini göz önüne getirmek, Nikaragua, Salvador, Filistin örneklerini anımsamak yeterlidir. Emperyalist burjuvazi, kurtuluş hareketlerini kuşatmaya almakta, görüşmeler ve ‘diplomatik ilişkiler’ aracılığıyla ehlileştirip bağlamaya çalışmakta, işgücü sömürüsünü yoğunlaştırmakta, ulusal hareketin ya da emekçilerin devrimci girişimlerinin çıkarlarına zarar verme potansiyeli ve tehlikesi taşıdığı durumlarda, askerî yok etme operasyonlarından kaçınmamaktadır. Ulusal kurtuluş hareketleri, tekelci burjuva gericiliği tarafından, ancak, onlar, işçi sınıfı öncülüğünde ve tüm halkın burjuvazi ve emperyalizme karşı başkaldırısı temelinde gelişip bir işçi-emekçi devrimine genişleme tehlikesi içermedikleri sürece, kabul görebilmekte; emperyalistler, bu hareketlerin işçi-emekçi devrimine doğru genişlemesini engellemek üzere ve kimi ‘ulusal-siyasal’ reformlarla egemenlik sahası içinde tutma politikası izlemektedirler.
Günümüzde emperyalizm, Kürt halkı için salt bir ‘dış tehdit’ gücü değildir. Kürt emekçileri artık dolaysız emperyalist baskı ve sömürüyle karşı karşıyadırlar. İşgal koşulları, bunun en önemli etkenlerinden biri olmuştur. Ancak tek neden bu değildir. Bölge ülkelerinin ve Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı ve uluslararası sermayenin bu alanlardaki faaliyeti, emperyalist, ekonomik ve onunla birlikte politik ve diğer türden sömürgeciliğin Kürtler için anlamını da daha dolaysız hale getirmiştir. Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin Amerikan çıkarlarının bölgedeki taşeronluğunu üstlenmesi ve buna bağlı olarak ülkenin tüm alanlarını ve kaynaklarını emperyalist sömürüye açması, GAP’ın uygulama alanının uluslararası tekellere parsellenmesi ve özelleştirmeyle enerji kaynakları ve santrallerin peşkeş çekilmesi, Irak’ın işgali ve petrol kaynaklarının denetime alınması yeni sömürgeci politikanın ve sömürge bağımlılığının güç kazanmasına; emperyalist sömürgeciliğin sonuçlarının Kürt emekçilerinin yaşamına daha doğrudan girmesine yol açmıştır.
Tarihi parçalanmışlık durumunun sonuçlarından biri olarak, sınırları içinde yer aldıkları ülkelerde farklı iktisadi-toplumsal gelişme süreçlerini, merkezi devletlerin inkârcı baskı politikaları altında yaşamak zorunda bırakılan Kürtlerin, siyasal bağımsızlıklarını bugüne dek elde edememeleri, Kürt üst sınıflarını daha büyük güçlerin himayesinde ve desteğinde hareket etmeye ve tutumlarını “Kürtlerin haklarını elde etme gereği”yle gerekçelendirmeye yöneltirken, küçük burjuva liberal çevrelerde, emperyalistlerin yararlanabilecekleri beklentici eğilimlerin güçlenmesine yol açmıştır. Kürt feodal-burjuva politik çevreleri, emperyalistler ve bölge ülkeleri arasındaki çelişki ve çatışmalardan ”yararlanma” adına, bu ülkeler egemen sınıflarının politikalarının aleti olabilmişler; ancak bölge devletleri ve emperyalistlerin anlaşmaları sonucu, bugüne kadar sürekli  ”kullanılıp bir yana atılmış olmak”tan kurtulamamışlardır.
Yazının ilk bölümünde, yaşananların Kürtler için bir “tarih dersi” işlevi görmesi gerekliliğinden sözedildi. Kürtlerin, özellikle de Kürt emekçilerinin tarih dersine ihtiyaçları artmıştır.
“Toplumsal tarih, öğrenmesini bilenler için derslerle doludur. Öğrenmek ise, mücadeleden söz edenler için, keyfiyetten öte zorunluluktur. Öğrenmesini bilmeyen, yaşanmış olanlardan sonuçlar çıkarmayan sınıf, örgüt, kişi -kim olursa olsun-, önüne koyduğu hedefe ulaşmada, olabileceklerin sınırlarının ötesinde zorluklar, engeller ve olanaksızlıklarla karşı karşıya gelmekten; yönünü şaşırmaktan; dost ve düşmanı karıştırmaktan ya da düşmanı tarafından kullanılmaktan kurtulamaz.
Kürtler; özellikle Kürt emekçileri için, “Kürtler’in kendi tarihleri”nden ve bölgede ve uluslararası alanda yaşanmış olanlardan, bugün karşı karşıya bulundukları sorunların aşılmasına hizmet edecek sonuçlar çıkarmak, özel bir önem taşımaktadır. Bunu zorunlu kılan genel gereklilikler var. Ama, Kürtler’in yaşadıkları toprakların çeşitli bölge ülke ve devletlerinin sınırları içinde yer alması ve bugüne kadar, bu ülkelerden hangisinde hakları için mücadeleye yöneldilerse, karşılarında yalnızca o devleti değil; ama bölge ülkelerinin gerici sınıfları ve devletlerinin değişik düzeydeki saldırı ve ortak karşı tutumlarını da bulmaları; bu ülkeler arasındaki ilişkilerin düzeyine bağlı olarak, Kürt sorununun ilgili ülkelerin yöneticileri tarafından istismar edilip kullanılmaya çalışılması ve ilişkileri düzenlemenin pazarlık konularından biri haline getirilmesi, ve buna dünya hakimiyeti ve pazarların ele geçirilmesi için birbirleriyle rekabet içindeki emperyalist büyük devletlerin de, doğrudan ya da Kürt sorunuyla dolaysız ilişkili bölge devletleriyle ilişkileri üzerinden müdahalelerinin eklenmesi, bütün bunlar; ders alma ve sonuç çıkarmayı, deyiş yerindeyse, özel bir gereklilik haline de getirmektedir.
19. ve 20. yüzyıldan çözümlenmemiş olarak 21. yüzyıla devrolunan Kürt ulusal sorununu; burjuva; burjuva-feodal sınıfların öncülüğü ve yönetiminde ve bu “geleneksel” sınıfların şu ya da bu emperyalist büyük devletle -bölge gericilikleri arasında müttefik bulma taktiklerini de bir yana bırakmadan- işbirliğine giderek çözmek, artık olanaklı olmadığına göre; ders çıkarması en fazla gerekli olanlar, çözüm sorumluluğu omuzlarına yıkılan Kürt işçi ve emekçileridir. Kuşkusuz, Kürt sorunu özgülünde olmakla sınırlanamayacak birkaç örnek üzerinden görülebileceği gibi, burjuva, burjuva-feodal kesimler, ulusal sorunun “çözümü” üzerine söz söylemeye ve Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi ulusal karakterli hareketin önünde olmaya devam ediyorlar. Bu durum, Kürt haklarından ve bu haklar için mücadeleden söz ettikleri sürece, onları da, “tarihten” ve kendi tarihlerinden öğrenme ve doğru sonuçlar çıkarma “sorumluluğu” altına sokmakla birlikte; Kürt işçi ve emekçileri için, bugüne kadar emperyalist devletlerle kurulan gerici ve işbirlikçi ilişkiler üzerinden sonuç almaya çalışan bu kesimlere; KDP, KYP gibi partilere güvensizlik duymak ve onların ardından yürümemek için yeterinden fazla neden vardır.”(Ö. D. Sayı 130) 
Hakkın kullanım biçimiyle, Kürt halk kitlelerinin çıkarları ve kurtuluşları öncelikli olmak üzere, ilgili ülkelerin ve tüm dünya ülkeleri işçi ve emekçilerinin çıkar ve kurtuluşları arasındaki ilişki yönünden, bu gelişmelerin ortaya çıkardığı görevlerin yerine getirilmesi sorumluluğu, öncelikle ezilen ulusun devrimci sınıfı ve işçilerin devrimci partisinin omuzlarındadır. Onlar, kendilerinin ve uluslarının kurtuluşunun, dünya hegemonyası peşindeki bir büyük ve saldırgan emperyalistin politikalarıyla açık karşıtlıktan geçtiğini; ulusal kurtuluşun emperyalizmden kurtuluşu gereksindiğini; ulusal baskı politikalarının, kapitalizm koşullarında ve tekelci rekabet ve hegemonya mücadelesi kapsamında varlığını sürdürmesi nedeniyle, gerçek ve tam bir kurtuluşun, ancak, ABD ve diğer yayılmacı emperyalist devletlerin hakim olma ve sömürme politikalarına  karşı mücadeleyle ve bu sistemin dışına çıkarak sağlanabileceğini bilerek, tüm uluslar proletaryası ve emekçileriyle kardeşçe birliğe ve dayanışmaya azami dikkat gösteren bir tutumu, Kürt kitleleri içinde hakim kılmaya  ve Kürt emekçilerinin aydınlanması için azami çaba göstermeye zorunludurlar.
Halk kitlelerinin mücadelesini ilerletecek bir tutumda ısrar önem kazanmıştır. Kürtlerin taleplerinin kararlılıkla savunulması, mücadelenin geliştirilmesi için araç ve mevzilerin verimli biçimde kullanılması, işbirlikçi burjuva liberal akımların Kürt hareketine etkilerini artırmalarının panzehiri olacaktır. Kürt sorunu bölgesel ve uluslararası bir sorun haline geldiğinden dolayı değil yalnızca; ezilen ulusların emperyalizmden kurtuluşu gibi devrimin ve siyasal demokrasi mücadelesinin önemli uluslararası bir sorunu olması nedeniyle de, proletarya ve ezilenlerin kurtuluşu için mücadele edenler, hangi ulustan ve bölgeden olduklarından bağımsız olarak, soruna ve kaderini tayin hakkının kullanım biçimlerinin emekçiler bakımından anlamı üzerine görüş ve düşüncelerini etraflıca propaganda ederek, tüm uluslardan işçi ve emekçilerin sermayeye karşı örgütlü ve bilinçli birliğinin gerçekleşmesi için çabalarını artırmak zorundadırlar.
Kürt emekçileri gelişmelerden ders çıkarıp, bulundukları ülkelerde, diğer milliyetlerden emekçilerle birlikte, işbirlikçi gerici sınıflarla emperyalistlerin plan ve politikalarını boşa çıkaracak bir mücadeleye atılmadıkça, Kürt sorununun gerici sınıflar ve emperyalistler tarafından istismarı olanağı hep var olacaktır. Bugün ABD-İngiliz saldırı cephesine karşı, Irak, Türkiye, İran, Suriye gibi bölge ülkelerinde mücadeleyi yükseltmek acil bir gerekliliktir. Kürtlerin haklarını elde edebilmeleri, Arap, Türk, Fars halklarıyla her bir ülkede ve bölge düzeyinde birleşmeleri ve sermaye hakimiyetine karşı birlikte mücadelelerine bağlanmıştır. İşbirlikçi ve gerici yön çizme ve “sürükleme” çabalarına karşın, Kürt sorununun emperyalist istismarına karşı emekçi tutumunun gelişmesi için bugün koşullar uygundur. Emperyalist plan ve politikalara karşı uyanıklık Kürt emekçileri içinde gelişmeye başlamıştır ve bu toplumsal gelişmenin ruhuna uygun düştüğü kadar, hareketin geleceği bakımından da bir avantaj oluşturmaktadır. Türkiye Kürt hareketinin ve bu harekette önemli bir yer tutan Kürt yoksullarının tarihsel sorumluluğu artmıştır. İlkel milliyetçiliğe ve emperyalist gericiliğe umut bağlamanın; emperyalist saldırılardan halklar yararına demokratik ve bağımsızlıkçı sonuçlar beklemenin kofluğunu görmek ve göstermek, bu hareketin en devrimci sınıfının; Kürt işçi ve emekçilerinin en ileri kesiminin sorumluluğudur.
Sınıf bilinçli Kürt işçisinin, sorunun işçilerin çıkarına ve toplumsal kurtuluş mücadelesini ilerleten bir çizgide çözümü için göstereceği çaba, yaşamsal önemdedir. Sınıf bilinçli Kürt işçisi, burjuva ulusal hareketin, hegemonya dayatıcı büyük güçlerin (emperyalistler) boyunduruğundan kurtuluşun hedeflenmediği durumlarda, emperyalizme darbe vuran ilerici bir hareket olma özelliği kazanamayacağını ve desteklenmeyi hak edemeyeceğini, bizatihi kendisi, devrimci sınıf konumundan ‘teslim etmeli’; hareketin gerçek kurtuluş yönünde gelişmesi için  de, onun başında yer almalıdır. O, mali sermaye egemenliği koşullarında, ulusal hareketin hangi yönde gelişeceği sorunuyla, onun emekçilerin kapitalist sömürü ve emperyalist hegemonyadan kurtulmaları sorunundan bağımsız olmadığını bilerek, doğrudan sorumlu olduğunu unutmamalıdır.
Dipnotlar:
*Irak Kürtleri bakımından, 1974’lerden beri kullanageldikleri haklar ve bu hakların Irak Anayasası’na girmesi, okul, radyo-TV yayını, içerde otonomi yapısı vb. dikkate alındığında; bugün eskiye oranla çok daha ileriden hakların elde edilemediği görülür.
**Bunun başlıca nedeni, baskı altındaki halkın yaşamında önemli ve olumlu bir değişim sağlamamakla birlikte, insani yönden anlaşılabilir biçim değişikliklerinin etkili olmasıdır. Diyarbakırlıların eski bir emniyet müdürünü, salt “devletin ‘gülen yüzü’nü gösterdi” diye sahiplenmeleri, anımsanabilir.
***Ulusal sorunun, bağımlı-ezilen uluslar sorunu kapsamında, daha geniş ve genel bir sorun olarak kapitalist emperyalizm koşullarında var olmaya devam etmesi ve sorunun tam bir çözümü ve ulusal baskının son bulması, ekonomik devrimle tamamlanmış politik devrimi gerektirmekle birlikte; Kürt sorunu türünden ulusal sorunların, ulusal dil ve kültür üzerindeki baskının son bulması ve siyasal demokrasinin tesisiyle, ulusal hak eşitliğinin sağlanması gibi acil çözüm gerektiren önceliklerinin, tekelci kapitalizm koşullarında karşılanması olanaklıdır. Bu, her şeyden önce, ezilen ulusların bağımsız siyasal devletinin kurulması sorunudur ve salt siyasal bağımsızlığın -biçimsel kalması gerçeğine karşın-, “500’de bir olasılık”la da olsa gerçekleşebilirdir.
UKT hakkının tekelci kapitalizm koşullarındaki gerçekleşebilirlik olanağı zayıflığı ve kapitalizmin ulusal baskının kaynağı olması; mali sermaye egemenliğiyle birlikte, bütün ülkeler ekonomisinin emperyalist dünya sisteminin halkaları haline gelmesi ve ulusal sorunun emperyalizmden kurtuluş sorununa genişlemesi, ulusal bağımsızlık sorununu proletarya devrimine bağlamakla birlikte, devrimin sorunun çözüm koşulu sayılmasını ve proletarya devrimi olmaksızın ulusların kaderlerini tayin hakkının hiçbir biçimde gerçekleşmeyeceği iddiasını haklı çıkarmaz.
****Amerikan yöneticilerinin “Türkiye’nin kuşku duymasına hiç gerek olmadığı”, “Kuzey Irak’ta PKK-KADEK kampı bırakılmayacağı” yönündeki açıklamaları bugün de devam ediyor.

Bir provokasyon koalisyonu: Kızıl elma

“Kızıl elma koalisyonu” tartışması, geride bıraktığımız ayın politika gündemleri arasında en dikkat çekicilerinden bir tanesi oldu. Bu tartışmayı dikkat çekici kılan ve azımsanmayacak bir süre üzerinde yazılıp konuşulmasına neden olan şey ise, tartışmanın bir entellektüel tartışma olmasını aşan, tarihsel köklere ve güncel gelişmelere dayanan siyasal bir konunun üzerine oturmasıydı. “Kızıl elma”, siyasetin geçmiş birikimine yabancı olan kesimler ve genç kuşaklar açısından ilk bakışta yabancı bir kavram. Yabancı olması da doğal, çünkü uzunca bir süredir kullanılmayan bir kavram olarak, bu kez onu sahiplenenler tarafından değil, onu sahiplenenlere karşı onu eleştiren kesimlerce gündeme taşındı.
TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki medya gruplarının en büyüğünün, en küçük – ama “en solcu” olmakla övünen- gazetesi Radikal, Türk Solu dergisinin “Türk’ün ateşle imtihanı” başlıklı sayısının ardından, onu eleştiren bir uslupla, “Kızıl elma koalisyonu” manşeti ile çıktı. “Ulusal solcular ve ülkücüler dünyaya aynı pencereden bakıyor” diyen Radikal, manşetinin spotunda şu ifadelere yer verdi: “Kıbrıs’ta tavize, AB üyeliğine ve uyum yasalarına karşılar. ABD ile Avrupa’nın Türkiye’yi böleceği konusunda hemfikirler. Mitinglerde beraber slogan atıp, aynı yayınlarda birlik çağrısı yapıyorlar.”
Radikal, bu tespitini “Kızıl elma koalisyonu” başlığı ile manşetine taşırken, yüzlerce yıl öncesine dayanan bir efsaneye gönderme yapıyor ve manşetinden eleştirdiği bu güçleri “dinozorlukla” suçlamış oluyordu.

GERİCİ BİR BİRLİK
“Kızıl elma”, Türkler ve özellikle Oğuz Türkleri arasında cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmuş olan bir semboldü. Türklerin yaşadıkları bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bazen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mabet üzerinde parıldayan veya dünya egemenliğini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak ya da top olarak tahayyül edilmekteydi. Bu altın top bazen zaferin işareti, bazen egemenliğin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olmuştu.  Radikal, böylelikle, aslında daha çok “küreselleşme” sürecinin karşısında direnen -ama daha sonra değineceğimiz gibi gerici bir noktadan direnen- “solcu”ları hedefe koymuş oluyor ve “Sizin kafatasçı Türklerden ne farkınız var. Onlarla birleşerek Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyorsunuz” demiş oluyordu.
Nitekim, Radikal’in bu manşetinin hemen ardından, hem bu gazetede yer alan köşe yazılarında hem de, Sabah, Milliyet, Hürriyet, Zaman ve Yenişafak gibi küreselleşme programını savunan bütün gazetelerde konu tartışmaya açıldı ve “Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturanlar hedefe konuldu. “Küreselleşmeci”lerin bu eleştirileri karşısında, eleştiriye konu olan kesimler de “Kızıl elma koalisyonu” adlandırmasını sahiplenmekte bir sakınca görmediler. Zaten bu kesimleri oluşturanlar, aslında önemli ölçüde siyaset dışına düşmüş ve marjinalleşmeye yüz tutmuş kesimler olduğu için Radikal’in manşeti ile başlayan tartışma bir anlamda onların ekmeğine de yağ sürmüş oldu.
Türk Solu dergisinin, hemen ardından “Kızıl elma konuşuyor” başlıklı bir kapakla çıkması ve kendilerine dışarıdan yapılan bu adlandırmayı sahiplenmesi bunun açık bir kanıtını oluşturdu.
Türk Solu bu sayısında “Radikal’in bir araya gelmekle ve koalisyon kurmakla suçladığı isimlerle bir yuvarlak masa toplantısı düzenledik” diyerek iftiharla sunduğu yuvarlak masa toplantısında, şu isimleri bir araya getirmişti: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Erkal, Yeni Hayat dergisi sahibi ve yazarı Hanifi Altaş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türkocağı İstanbul Şube Sekreteri Yrd. Doç. Burhan Baloğlu ve Ufuk Ötesi gazetesi sahibi ve yazarı Kemal Çapraz.
Erkal, Türk Solu’na kapak olan yuvarlak masa toplantısında şu ifadelere yer verdi: “Bugün dünün Sakaryası’na çekilmiş durumdayız. Artık daha geri gideceğimiz bir yer yok. O bakımdan ister istemez dün değişik kesimlerde olup da bugün Türkiye’de önce milli devlet diyen, önce milli birlik ve bütünlük diyen, önce Türkiye’nin üniter yapısı diyen, önce Türkiye’nin çıkarları diyen, ondan sonra diğer konuları ele alan aydınlarımız farklı bir yere gelmiştir. Bugün dünyamızın gerçeği Türkiye’den yana olanlarla, teslimiyetçi mandacı bir takım çevrelerin mücadelesidir.” Bu, cepheyi oluşturanların argümanlarını kendi ağızlarından aktarmak bakımından, söz konusu derginin aynı sayısındaki diğer bir isim olan Kemal Çapraz’ın, Türk Solu’nun sorusuna yanıt olarak verdiği şu sözlerine de yer vereceğiz: “Evet şimdi tehdit algılaması farklılaştı. Biz de, AB’yi ve Amerikan emperyalizmini öncelikli tehdit olarak gördük. Solda da bir ayrışma yaşandı. Öncelikle bölücü grup ayrı bir terör grubu olarak ayrıştı, onunla birlikte bir liberal sol çıktı. Ve son olarak milli sol veya ulusal sol dediğimiz, olayı sizin gibi koyan gruplar ortaya çıktı. Dünyanın her yerinde sol gruplar önce ülkem diyor. Ama bunu Türkiye’de görmek bizce mümkün değildi. Önce ülkem diyen bir sol Türkiye’nin ihtiyacıdır. Sonuç olarak benim açımdan öncelikli tehdit Amerikan emperyalizmi ve AB’dir, Yani milli solcularla ortak bir tehdit değerlendirmemiz var. ” (Türk Solu, 18.08.2003)
Türk Solu’nun, içinden türediği İP’in yayın organı Aydınlık dergisi de 10 Ağustos 2003 ve 17 Ağustos 2003 tarihli sayılarında “Kızıl elma koalisyonu” tartışmasına geniş yer verdi. Aydınlık’ta savunulan tezlerle Türk Solu’nda çıkan görüşler bire bir örtüştüğü ve aynı “koalisyonu” gönüllü olarak sahiplendiği için ayrıca ona da ayrıntılı olarak atıf yapmayacağız.
Aynı tartışmayla ilgili olarak Cumhuriyet gazetesinde, “Sağ ve soldaki isimler, Türkiye’yi parçalamak isteyenlere karşı 6 Eylül’de Ankara’da kurultay topluyor”  üst başlığı ve “Ulusal güç birliği çağrısı” (23 Ağustos 2003) başlıklı bir haber yayımlandı.

SINIF PARTİSİNİN ÖNCEDEN TESPİT ETTİĞİ GERÇEK
Aslında bu gelişmelerin hiçbirisi dergimizin okurları ve sınıf partisinin kadroları açısından sır değildi ve çok önceden tespit edilmişti. Emeğin Partisi GYK Sekretaryası’nın Mart 2002 tarihini taşıyan genelgesinde, hem küreselleşmeci güçler hem de onlarla gerici bir noktadan kutuplaşan ve bugün küreselleşmeci güçlerin medya organları tarafından “Kızıl elma koalisyonu” olarak adlandırılan cephe arasındaki itiş kakış şu ifadelerle tespit edilmişti:
“Irak’a yönelik ABD saldırısının koşulları hızla ısıtılırken ABD’li savaş ağası Dick Cheney Ankara
ziyaretiyle; ‘Türkiye’nin fiyatı’nın ne olduğunu öğrenmiş ve Türkiye’nin operasyondaki muhtemel rolü
belirlenmiş bir biçimde ülkesine döndü. Türkiye, Filistin halkına yönelik Siyonist katliam karşısında
sözüm ona “tarafsız”lığını korurken, üstüne üstlük Irak’a yapılacak bir emperyalist saldırıda görev
üstlenmesi savaş bataklığına ülkeyi geri dönülmezcesine bağlayacağı kesindir. Öte yandan, AB’ye
uyum süreci “demokratikleşme” güldürüsü etrafında yürütülüyor. Emekçilerin söz, basın, örgütlenme (sendikal-siyasal) haklarını dışa atan, demokrasi sorununda eksen olarak AB kriterlerini temel alan bir zeminde toplum ‘AB’ci ya da AB’ye karşı’ biçiminde bölünmeye uğratılıyor.
AB’ye ‘karşı cephe’de görünen MHP, geleneksel Kemalist çevreler ve silahlı kuvvetlerin en azından
bir bölümü için temel itiraz noktaları olarak Kıbrıs, Ege ve Kürt sorunu ileri sürülüyor. Bu itirazlar aynı zamanda şovenizmi körüklüyor ve özgürlük ve demokrasi taleplerini bastırmanın başlıca
dayanaklarını oluşturuyor.”
EMEP GYK Sekreterya’sının Temmuz 2002 tarihli genelgesinde ise, bu tartışmanın AB tartışması etrafındaki yönüne dikkat çekilmiştir: “Avrupa Birliği tartışmaları başlıca üç saflaşma etrafında sürmektedir. Bunlardan ilkinin merkezinde ANAP ve TÜSİAD gibi gözü kapalı AB’ciler bulunmaktadır. Kürt milliyetçileri ve dinci partiler de bunların etrafında saf tutmuş durumdadır. Bu kesim Türkiye’nin geleceğini ve var olan “sorunların çözümünü” tümüyle AB’ye bağlamakta; AB dışında kalmış Türkiye için kaos manzarası çizmektedirler. İkinci saflaşmayı MHP, İP ve askerler oluşturmaktadır. Bunlar, özünde AB’ye karşı olmayıp Kürtçe eğitim, idam; Kıbrıs gibi konularda pazarlıkçı bir tutum takınmakta; “AB’ye girelim ama kendi şartlarımızla” demektedirler. Üçüncü saflaşma emek cephesi tarafıdır.”
Konjenktürel dengelere ve dönemin siyasi gelişmelerine göre, bu kamplaşmaya başka siyasi yapılarda dahil olmakla birlikte, kamplaşmanın özü, “milliyetçi sol” ve “milliyetçi” sağın bazen açık, bazen de örtük ittifakı ile küreselleşmeci güçler arasındaki çatışmaya oturmaktadır.
“Kızıl elma koalisyonu” olarak adlandırılan siyasal odaklar, özünde egemen sınıfların,Türkiye’ye emperyalistler tarafından biçilen yeniden yapılandırma politikaları karşısında yaşadıkları sıkıntı ve gerilimden güç almaktadır. Kürt sorunundan, Kıbrıs’a kadar “Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturan güçlerin ortaklaştığı paydalar, Türkiye burjuvazisinin geleneksel kesimi ile bugün onunla rekabet halinde gözüken TÜSİAD’ın başını çektiği kesimi birbirinden ayıran bir özellik arz etmektedir. ABD ve AB her iki sorunun da bugün Türkiye egemenlerinin geleneksel politikalarından farklı tarzda çözülmesini dayatmakta, bunu da Türkiye egemenlerinin burnunu sürterek, Türkiye’yi kendi politikalarına yedeklemenin bir aracı olarak yapmaktadırlar. Ancak, AB’ye “onurlu girişi” savunduğunu belirten Genelkurmay’ın Kıbrıs ve Kürt sorunu ile ilgili seçeneklerde geleneksel siyasette ısrar eden tutumu, Türkiye’de “sağ”dan ve “sol”dan Genelkurmay eksenli siyaset yapan güçleri de aynı minvalde bir kutuplanmaya itmektedir. Bu noktada Genelkurmay’la yer yer açıktan, yer yer de örtük olarak çatışan TÜSİAD’ın çevresinde toplanan medya grupları, sermaye partileri ve “aydınlar”sa, Türkiye’nin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkaslar’da etkin bir güç olabilmek için hem AB’nin dayattığı yeniden yapılandırma adımlarını dikkate alarak Kıbrıs ve Kürt sorununda adım atmak gerektiğini belirtmekte, hem de bunun yanında Irak’a asker göndererek, ABD’nin bundan sonraki işgallerinden pay alabilmenin hesabını yapmaktadırlar. Onlara göre, yeni dönemde etkin bir Türkiye ancak böyle var olabilir. Ancak TÜSİAD vb. güçler, bugüne kadar 12 Eylül başta olmak üzere Türkiye’de askeri darbeleri ve emekçilere dönük her türlü saldırıyı açıktan desteklemiş güçlerdir ve onların demokrasi anlayışlarında işçi ve emekçilere yer bulunmamaktadır. Onlar açısından demokrasi, kendi egemenlik alanlarını daha da büyüttükleri bir Türkiye’nin, kendi içinde yaşadığı tıkanıklıkları belirli esnemelerle aşarak sistemini sağlamlaştığı bir demokrasidir. Yani, Türkiye’deki ABD’ci ve AB’ci güçler, yani diğer bir adıyla küreselleşmeciler, emperyalist çıkarlara uyarlanmış bir sistemin ömrünü uzatmak için ne gerekiyorsa onu yapmak gerektiğini savunuyorlar.
Bugüne kadar soğuk savaş dengeleri içinde, “komünizmle mücadele” anlayışı ile şekillenmiş olan ülkücü çevreler de, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı tek kutuplu bir dünyada, düne kadar “taşeronluğunu” ve tetikçiliğini yaptıkları Amerika’nın başlarına geçirdiği çuvalın şaşkınlığı içinde ne yapacaklarını bilmez durumdalar. Çünkü başbuğları Alparslan Türkeş bile AB’ye (O zaman Ortak Pazar’dı) laf söylerken, ABD’ye dil uzatmıyor, onunla ilişkilerde Türk Genelkurmayı ile eşgüdümlü bir biçimde bir NATO kurmayı olarak davranmaya özen gösteriyordu. Oysa bugün, bir ucu Kuzey Irak’taki Türkmenleri öldürmeye, bulundukları yerlere baskın düzenlemeye kadar varan bir Amerika var karşılarında.
Ancak, gerek ülkücü faşistleri gerekse onların “sol” versiyonu “Türk Solu” çevresi ile 28 Şubat sürecinden itibaren aynı militarist hatta hareket eden İP’i bugün bu noktada birleştiren şey, iddia ettikleri gibi ABD ve AB karşıtlığı değil, özünde sistem savunuculuğuna bağlanan bir gericiliktir.
“Kızıl elma koalisyonu”nu oluşturan odaklar, 12 Eylül öncesinden ders çıkardıklarını söylerken bile, aslında son yirmi üç yıldır dünyada ve Türkiye’de olan gelişmeleri değil, 12 Eylül cuntasının “sağ-sol çatışmasını, kardeş kavgasını önledik” demagojisini arkalarına alıyorlar.

“ENVER PAŞA” KIZIL ELMA RÜYASI İLE BÜYÜK BİR ORDUYU TELEF ETMİŞTİ
Dünyanın da, Türkiye’nin de otuz yıl önceki dünya ve Türkiye olmadığı bir gerçektir, ama bu, farklı sınıflar için farklı gerçeklikler ifade etmektedir. Bugün IMF ve DB politikalarında cisimleşen piyasa ekonomisi ile ABD ve AB’yi oluşturan güçlerin dünyayı ve Türkiye’yi kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırma planları eşgüdümlü olarak ilerlemektedir. Ve bunlara karşı çıkışın hem topyekûn bir karşı çıkış olması, hem de bunlardan çıkarı olmayan kesimlere dayanarak gelişmesi gerekir. Dolayısıyla bugün için esas olan -aslında Marks’tan beri esas olan!- emek ve sermaye bölünmesine dayanan bir siyasal kutuplaşmadır.
Dolayısıysa bugün “sol”cu olduğunu söyleyen, ancak işçi sınıfına dayandığı ölçüde gerçekten sömürüye, kapitalizme ve emperyalizme karşı tutarlı bir solcu tavrı gösterebilir. Aksi taktirde piyasa solculuğu ya da militarizmin payandası olmuş bir “sol”, sistemin değirmenine su taşıyan bir “sol”dur. Böyle bir “sol”un vatanseverlik anlayışı ile bir ülkücünün vatanseverlik anlayışı arasında hiçbir fark bulunmadığı için de bugün “Kızıl elma koalisyonu” denilen şey çok kolaylıkla peyda olabiliyor.
Alman “Kızıl elması”nı kurmak için Hitler faşizmi tarafından savunulan Nasyonal Sosyalizmle, “Türk kızıl elma”sını savunan kesimler büyük bir benzerlik göstermektedir. Ayrıca, İttihat ve Terakki’nin, İngiltere ve Fransa’ya karşı Almanya’nın önünü açmak için giriştiği emperyal hayallerin Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtarmak ve Türklüğü birleştirmek olduğu hatırlandığında, onların torunları olan bugünkü “Kızıl elmacıların” tutumlarının neye hizmet ettiği daha iyi anlaşılacaktır. “Irak’ın sadece güneyine değil, kuzeyine de asker gönderelim” anlayışını savunan “Kızıl Elmacılar”ın, “Antiamerikancılık”ları da bir hamasetten ibarettir. ABD’ye de muhalefet edermiş bir söylem geliştirilmiş olması, onların savunduğu politikaların pratiği tarafından zaten yalanlanmaktadır. Enver Paşa’nın, benzer bir hayalle ordularını nasıl telef ettirdiği hatırlandığında, ABD’nin yarattığı bataklığa, onun yüklerini hafifletmek, işgalinin bekçiliğini yapmak için Türkiye’den asker gönderilmesinin ve bunun Türkiye’nin “milli çıkarları” ile ilişkilendirilmesinin tamamen bir demagojiden ibaret olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Türk “Kızıl Elmacıları” kendilerini milli bir söylemle maskelemeye çalışsalar da aslında yaptıkları şey, objektif olarak “Amerikan kızıl elması”nın taşeronluğunu sürdürmekten ibarettir.
Bununla birlikte, yer yer “Kızıl elma koalisyonu” içinde anılan güçleri yedekleyerek kullanan, yer yer ise onunla çatışan ABD ve AB’ci küreselleşmeci güçlerin de, Türkiye’nin Bağdat’a asker göndermesini ve ABD’nin yayılmacı adımlarına bir “alt emperyalist” güç olarak destek vermesini savunmaları bir paradoks değildir. İkisi arasındaki çatışma, “milliyetçi sol” ve “milliyetçi sağ” yapıların, küreselleşmeci güçlerin atmak istedikleri adımlara uyum gösterememe ve ayak sürümeleri durumunda başlamakta, yoksa her ikisi de emperyal hayaller konusunda ortak bir duygu ile hareket etmektedirler.
Türk emekçilerinin “kızıl elma” hayalleri ile gerici Türk burjuvazininin Türkiye’yi Amerika’nın kuyruğuna takma planlarına dolgu yapılması girişimlerine karşı, Türk’ü ve Kürt’ü ile bu topraklarda yaşayan halkların mücadele birliğini savunmak, hem şovenist gericiliği ideolojik olarak silahsızlandıracak hem de demokratik ve bağımsız bir Türkiye’nin önünü açacaktır.

KÜRT DÜŞMANLIĞI ÜSTÜNDEN BİRLİK
“Kızıl elma koalisyonu”nun oluşmasını hazırlayan bir diğer faktör de, sınıf dışı “sol” akımların siyaset dışına da düşmemek için kendilerine bir can simidi bulma çabasıdır. 28 Şubat askeri müdahalesinin “laik cumhuriyeti koruma” adı altında açtığı ve sözde “ilerici” güçler üzerinden hayata geçirmeye çalıştığı siyasal platform da bu türden “solcu”lar için adeta can simidi işlevi görmüştür.
Bu koalisyonu oluşturan güçlerden MHP, son seçimlerde barajın altında kalmış ve bir süredir esamesi okunmayan, kendi iç çatışmaları ile uğraşan bir siyasi yapı durumundadır. Seçimde barajı aşamazsa istifa edeceğini söyleyen Doğu Perinçek’in İP’i de bugün varlığı ile yokluğu belirsiz bir siyasi yapı özelliği taşımaktadır. 28 Şubat sürecinin ardından İP’in gençliğinden koparak gelişen Türk Solu ise, amaçladığı büyümeyi gerçekleştiremeden tokatlanmış bir yapı olarak, benzer bir özellik taşımaktadır. Bu koalisyon kapsamında “aydın” olarak sunulanların birçoğunun “aydın”lıkları da kendi cemaatleri ile sınırlıdır. Dolayısıyla bu koalisyon, aslında bu koalisyonu oluşturan yapıların yeniden hayat bulmak için giriştikleri bir adım özelliği taşıyor.
“Dış tehdit” olarak belirledikleri güçlere karşı tutumları bir söylemden öteye geçmeyecek olan “Kızıl elma”cıları ortak bir payda da bir araya getiren “iç tehdit” tespiti ise, önem taşımaktadır. “Bölücülüğe” karşı güç birliği ilan ettiklerini ilan eden bu güçler, kendi varlıklarını büyüterek devam ettirmek için, bundan sonra Kürt sorunu ile ilgili her türlü açılımı bir tehdit unsuru olarak ilan edecek ve bu konudaki propagandalarını yaygınlaştıracaklardır.
ABD emperyalizminin işgalinde bulunan Irak’ın kuzeyinde, Türkmenlerin ölümü ile sonuçlanan gelişmeler, “Kızıl elmacı”lar tarafından, kendi varlıklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duyulan gelişmelerdir. Bir “provokasyon koalisyonu” olarak şekillenen “Kızıl elma”cıların, bu türden provokasyonları, paçasına yapıştıkları Genelkurmayı Irak’a asker göndermeye kışkırtmak için kullanmaları varlıklarının bir gereğidir ve bu yöndeki tutumlar önümüzdeki dönemin gelişmeleri olacaktır. Bununla birlikte, bu koalisyonu oluşturan güçlerin, Genelkurmay’a ve TBMM’ye “Bizi Kuzey Irak’a gönderin” türünden çağrılar yapmalarına bile şaşırmamak gerekir.
Kürt sorununu, Türk ve Kürt emekçilerini bölerek birbirlerine düşürmenin aracı olarak kullanan ve kendi siyasal varlığını bu bölünme üzerine kuran “Kızıl elmacı”lar, sınıf hareketini yedeklemek açısından olmasa bile “bağımsızlıktan” yana olan, ancak bir dizi başka politik etkiyi de üzerinde taşıyan kimi aydınları yedekleyebilme ihtimali bakımından bir tehdit içeriyorlar.
“Kızıl elma” koalisyonunu oluşturan çevrelerin, seslerini duyurabilmek ve taban bulmak için yönelecekleri temel alanlardan birisi ise, daha önce olduğu gibi yine üniversiteler olacaktır.
Bu çevrelerin provokasyonlarına ve taban bulma girişimlerine karşı yürütülecek olan propaganda, Türk ve Kürt emekçilerinin güç ve mücadele birliği üzerinden demokratik bir Türkiye’yi inşa etmek olmalıdır. “Kızıl elma koalisyonunu” oluşturan çevrelerin, emperyal hayallerle içini doldurdukları “milli”liğin yerine, komşu halklarla dayanışma içindeki bir Türkiye’nin tesisini savunmak ve bunun da ancak emperyalizmle hiçbir çıkar bağı olmayan bir sınıf, dolayısıyla işçi sınıfı eksen alınarak başarılabileceğine vurgu yapmak kilit önem taşımaktadır.

Bir felsefe kongresi geçti…

KADİR YALÇIN

21. Dünya Felsefe Kongresi 10-17 Ağustos tarihleri arasında 83 ülkeden 1600 dolayında katılımcıyla İstanbul’da toplandı.
Kongre, felsefenin dayandığı iktisadi ve politik arka planın öne çıktığı tartışmalarıyla, felsefenin, politikanın ve kuşkusuz politikayı kendi çıkarlarına göre içeriklendiren toplumsal sınıfların hizmetinde olduğunu bir kez daha kanıtlayarak, oldukça politik bir kongre olarak gerçekleşti. Katılımcılardan, örneğin, önceki kongreler ve kongre dışı çalışmaların içeriğinden kalkarak felsefeden soğuduğunu, “felsefenin konuşmaktan başka işe yaramadığını gördükten sonra uluslararası hukuka geçtim” biçiminde dile getiren Kanada Windsor Üniversitesi’nden Dr. Laura Westra ile Kongre’ye, “Bu Kongrenin dünya sorunlarını merkezine almasını çok önemli buluyorum. Geçmiş kongreler bence skolastikti. Öyle görünüyor ki, felsefeciler artık sırça köşklerinden çıkıyorlar.” yaklaşımında bulunan ABD Towson Üniversitesi’nden Prof. Evangeliou Christos, İstanbul Kongresi’nin politik içeriğine dikkat çektiler. Çoğu katılımcı gibi, “Ana tema da, zamanlama da, yer de bundan daha iyi seçilemezdi doğrusu” diyen Türkiye’den Boğaziçili Prof. Gürol Irzık da bu görüşteydi. Irzık bağlantıyı doğru kuruyordu. Gerçekten de, “dünya problemleri karşısında felsefe” ana teması ve tartışmaların istisnalarıyla günümüzün başlıca sorunlarını oluşturan yoksulluk ve genel olarak neoliberal politikalar ve ekonomik, sosyal adaletsizlik gibi sonuçları, terör ve terörün tanımı, ABD’nin savaş politikası ve öncelikli savaş konsepti, bu kapsamda güç ve demokrasi, güç ve uluslararası hukuk ilişkileri, ve tümünün üzerinden insan hakları ve ahlak konuları üzerinde dönmesi, felsefenin, politika ve ardındaki toplumsal sınıflarla bağlantısını yeterince vurguladı.
Postmodernist yaklaşımlar, toplumsal sorunların bütünüyle belirsizliğe ve bilinmezliğe itilmesi, dünyanın yeniden paylaşılması ve yapılandırılmasının tüm ele alışları belirleyen politika düzeyine yükseltildiği günümüz koşullarında, ikinci plana atılmış görünüyordu. Belirsizleştirmeye ihtiyacın bütünüyle ortadan kalktığı kuşkusuz söylenemezdi, nitekim Kongre’de bu yönlü görüşler de belirli bir yer tuttu; ancak modernist yaklaşımlar yeniden geçerlilik kazanmaya başlamıştı. Hâlâ belirli bağlantılar, örneğin iktisat ile politika ve insan hakları ya da bunun üzerinden güç ve demokrasi ya da hukuk arasındaki ilişkiler ve bilirlemeciliğin işlevi tümden tüketilmemişti.
Öncelikle, küreselleşme ve “yeni dünya düzeni”ni kurma şampiyonu ABD’de merkezlenmiş uluslararası tekeller, Bush çetesinin ardında toplanmış Amerikan tekelci burjuvazisi, tamamen çarpıtılarak baş aşağı edilmiş haliyle de olsa, örneğin savaş ve işgalle götürülecek türden “demokrasi”, “özgürlük” gibi kavramların geliştirilecek felsefi temelleri üzerinden ikna ediciliğine, yoksulluk-“terör” bağlantısının açığa çıkarılmasına ve “önleyici savaş” doktrininin haklı çıkarılmasına vb. ihtiyaç duyuyordu. Bu ihtiyacı şekillendiren, saldırgan politikalar ve Ortadoğu ve dünyanın yeniden yapılandırılmasının düğmesine basılmış olması kadar, tekellerin temsilci ve sözcülerinin diline de yapışmaya başlayan neoliberal politikalarla işsizlik ve yoksulluk gibi sonuçları arasındaki kopmaz bağdı. Tekeller ve emperyalist burjuvazinin, belirli eleştiriler yöneltilmesini de içerse, politikalarını ve asıl önemlisi kendi dünyalarını (emperyalist kapitalist sistemi) kabul edilir kılmaya ihtiyaçları vardı.
Burada, Kongre’nin politik ve dünyevi gerçek ilişki ve bağlantılara ağırlık veren bir içerikle gerçekleşmesinin ikinci nedenine geliyoruz. Neoliberal politikalar ve dünyanın savaşlar aracılığıyla yeniden yapılandırıcılığının olumsuz sonuçlarının oluşturduğu tepkilerinin büyüklüğü ve yatıştırılması ihtiyacı, neoliberal postmodern fantezi dünyasının ötesinde, dünyanın ya da insanlığın gerçek sorunlarının –kuşkusuz çarpıtılmış– bağlantıları üzerinden tartışma ve belirlemeleri zorunlu kılmaktaydı. Çoktandır eleştirel dille kaleme alınmış Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk”u türü yayınların ortalığı kaplamış olması, aynı ihtiyacın ürünüydü. “İmparatorlok”un, küreselleşme ve dünyanın yeniden yapılandırılması politikalarının felsefi/ahlaki bir onaylanması zorunluluk halini almaya başlamıştı. Aşırılıklarının eleştirileceği, insana, haklarına (insan haklarına), “sivil toplumcu” “çözümler”e atıfta bulunulacak onaylar, ahlaki gözden geçirmeler, sadece emperyalist kapitalist sistemin değil, güncel küresel ve yapılandırmacı politikalarının da ihtiyacıydı.
Kongre’ye içeriğini bu ihtiyaçlar verdi.
Felsefe Kongresi’nin üç tür katılımcısı göze çarpıyordu: 1) Bir dizi felsefeciyi de kapsayan, Bulgaristan eski Cumhurbaşkanı Jelyu Zhelev ve Türkiye’nin “eskisi” Demirel türü onaylayıcılar, 2) “ağır top” yakıştırmasıyla yaldızlanan Habermas türü ahlaki onay verenler ve 3) yine onay vermekten başka şey yapma durumunda olamayan değiştirici felsefi yaklaşımdan yoksun eleştiriciler.
“Sırça köşkten çıkma” belirlemesi üçüncülerden geldi: Felsefe ve felsefeciler dünya sorunlarına ilgi göstermek durumundaydılar. Ancak her üç tür katılımcı da dünya sorunlarına ilgiliydi ve zaten dünya sorunlarıyla en ilgili olanlar Kongre’nin ana temasını “dünya problemleri karşısında felsefe” olarak çoktan belirlemişlerdi.
Zhelev ya da Demirel’in sorunlar karşısında ilgisiz olduğu söylenemezdi. Habermas ya da ABD’li siyaset felsefecisi Seyla Benhabib’in de. Hatta en ilgili olanlar küreselleşmenin asıl yapıcılarının hemen ardından onlardı. Birinciler, “yoksulluk” gibi kötülükler üzerinde üç-beş laf ederek, yoksulluğu ve ürünü olduğu kapitalist sistem ile yoksulluk uçurumunu alabildiğine derinleştiren küresel politikalar ve üzerine oturtulduğu “piyasacılık”ı onaylamakla da kalmayıp “kurtuluş reçetesi” olarak önerdiler. Örneğin Zhelev’e göre, yoksul ülkelere yalnız insani yardım değil, en çok ihtiyaç duyduklarına inandığı piyasa ekonomisini inşa edebilmeleri amacıyla da destek olmak gerekiyordu. Yoksa gidişat kötüydü, yoksulluk terör demekti: “Yoksulluk, demokrasiyi ve modern dünyanın gelişmesini tehlikeye atmaktadır. Yoksul ülkelerin varlığı öyle şeyler ortaya çıkaracaktır ki, suçu, fuhşu, silah kaçakçılığını ve uluslararası organize terörizmi doğuracak ve besleyecektir.”
Zhelev’in “sırça köşk”te oturmadığı ortadadır. O, dünyaya müdahaleyi, bir tür değiştiriciliği öngörmekte, “dünyayı değiştirmek için” çaba harcamaktadır. Tartışma, bu “değiştiricilik”in içeriğine ilişkin olmak gerekir; ancak Kongre’de, bir dizi eleştiriye karşın, yapılmayan tam da budur. Çünkü Zhelev, dünyanın, küresel politikaların işleyişi ve emperyalist yeniden yapılandırma yönünde değiştirilmesini, zaten uygulanmakta olan değiştiriciliği savunmuştur. O ve benzerleri açık bir politik tutumu dile getirmiş, yaşadığımız dünyanın haksızlık ve kötülüklerini, üstelik bunların derinleşmesini/derinleştirilmesini, kaynağı olan mevcut sistem ve yeniden yapılandırmacılığının sözcülüğünü üstlenerek savunmuşlardır. Bu da bir “değiştiricilik”tir. Üstelik Zhelev türü katılımcılar filozof da değillerdir, ama dünyayı, “çok iyi” anladıkları ortadadır.
Peki, “sırça köşk”te oturmaya itirazı olan ve dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirmek için çaba göstermesi beklenenler, dünya sorunlarıyla ilgilenen ve bu sorunları tartışanlar, eleştiri yöneltenler ne yapmıştır?
Zhelev türü gibi, eleştiriciler de aslında yoksulluğu tartışmamış, zenginlik gibi yoksulluğu da verili, değiştirilemez kader olarak anlamakta direnmiştir. Zhelev gibilerinden farkları; onun türünden olanlar, piyasa ekonomisinin yerleştirilmesinde ısrar edilerek onun doğrudan ürünü olan yoksulluğun derinleştirilip pekiştirilmesinden yana görüş açıklarken, ahlaki, insan hakçı yaklaşımlarla, kaynağı ve kaynağının değiştirilmesiyle hiç ilgilenmeden, en ileri noktada, yoksulluğun hafifletilmesi, dolayısıyla kabul edilebilir hale getirilmesiyle uğraşmak olmuştur.
Zhelev’in “değiştiricilik”i geriye doğru bir değiştiricilik ya da emperyalist kapitalizmin ve yeniden yapılandırmacılığın bütünüyle onaylanıp savunulmasıdır. Eleştiricilerden bazılarının filozofların rolüne yaklaşımı ise, tutumlarını açıklığa kavuşturmaktadır.
Bizzat “felsefecilerin sırça köşklerinden çıkmaya başladıkları”nı söyleyen Prof. Evangeliou Christos, “dünyanın eski felsefeye ihtiyacı var: Aristo’ya, Tales’e, Homeros’a…” demekte ve başlıca idealist ve materyalist akımların mücadelesinden oluşan bütün bir düşünce ve felsefe tarihini, düşüncenin gelişiminin soyutlanamayacağı maddi dünyanın, insanın ve üretim koşullarının gelişimini ve uzlaşmaz karşıtlığıyla bugün vardığı noktayı görmezden gelerek, çıkış yolunu “sırçanın sırçası bir köşk”te aramaktadır. Bugün Aristo mantığıyla hangi sorun, üstesinden gelinmek üzere açıklanabilir? Demokritos ya da Heraklit gibi diyalektiğin ve materyalizmin kurucularının felsefeleri bile olsa, hangisiyle ilerlenebilir? Son derece gelişmiş olan doğa ve toplum bilimlerinden güç almadan, bu bilimlerin de ortaya çıkış koşulu olan ve insanın doğayla ilişkisindeki ciddi ilerlemenin dayanağı üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki ilerlemeyi ve aralarındaki karşıtlığı hareket noktası edinmeden, ne yoksulluk ne de başka bir “dünya problemi”nin anlaşılabilmesi ve çözümlenebilmesi olanağı bulunabilir. Geriye, felsefe adına laflamaktan başka iş kalmaz ki, bu tutumun haksızlık ve kötülükler dünyasını değişmez veri kabul edip, bu dünyanın egemenlerine ve dayatmalarının sağlamlaşmasına hizmetten başka işlevi olamaz.
Hindistan, Afro-Asya Felsefe Birliği Başkanı Prof. R. Balasubramanian,
“Bence felsefenin temel vurgusu insani değerler ve insan hakları olmalıdır. Bu alanlardaki sorunlar çözülebilirse, yaşadığımız diğer sorunların çözülmesi için yol açılacaktır. Çözüm; insani değerlerde, birey ile toplum arasındaki uyumu sağlayabilmekte yatıyor.” diyerek; soyut insanı, insani değerleri ve insan haklarını, tümünü var eden doğa ile ilişki içinde toplumsal bir varlık olan üretken insan, öyleyse maddi toplumsal üretimi, insana dair olan her şeyi anlamlandıran üretim ilişkileri ve onun bugünkü kapitalist biçimi karşısında birincil veri olarak ele alıyor. İnsani değer ve hakları belirli üretim koşullarının, en başta mülkiyet ilişkilerinin koşullandırdığını görmezden gelen felsefi idealizmiyle çözüm öneriyor. Bu çerçevede bulunabilecek çözüm, bugünkü sömürü sistemini, onun egemenlerinin küresel politikalarını “insani” kılma, bugünkü kapitalist toplumla bireyi olabildiğince ahlaki bir buluşturma, dolayısıyla en ileri noktasında aşırı yoksullaşma vb. problemleriyle birlikte günümüz dünyasının “insani” bir onaylanması olabiliyor.
Ya da “yaşanan tartışmaları verimli bulan” Avusturya Graz Üniversitesi’nden Prof. Haller Rudolf, “Felsefecinin görevi eyleme geçmek, hareket etmek değil, düşünmektir” ve “Marksizmi görmezden gelemeyiz, ama onu aşmamız gerekiyor. Ben Marksizmin küresel dünyanın sorunlarına çözüm getirebileceği kanısında değilim. Ama en azından Marksizm, içten bir çabaydı” düşüncesinde olan Bulgaristan Sofya Üniversitesi’nden Prof. Dimitrova Maria “felsefecilerin dünya sorunlarına çözüm bulacağını düşünmüyorum. Çünkü bu felsefenin görevi değil. Felsefenin görevi, diyalog yaratmaktır.” derlerken, dünyayı değiştirmeyi iş edinmeyen, değiştirmek için anlamaya, yorumlamaya ve anlatarak değişimin önünü açmaya girişmeyen felsefe ve felsefeciyi “sırça köşk”e mahkum etmekten, en çok, eleştirellikle, ahlaki yaklaşımlarla verili olanı, bugünkü dünyayı, bu dünyanın belirli olanaklarını kendilerine sunanları, egemenleri ve politikalarını onaylamaktan kaçınabilecekleri düşünülebilir mi?
İnsan ve insanın dünyadaki rolü ve dünyanın (ve kuşkusuz insanın) sorunları karşısındaki tutumuna ilişkin felsefi görüşler; eğer ahlaki, insani vb. önceliklere değil, ama ahlakı da şekillendirmeden edemeyecek olan, öncelikle maddi toplumsal bir varlık olan üretken insana ya da insanın üretici eylemine dayanarak doğanın insanın ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilmesini, öyleyse, insanın emeğine, ürünlerine ve kendisine yabancılaşmasına, aynı anlama gelmek üzere, dünyanın kâr hırsına dayalı olarak insana-karşı “değiştirilmesi”nin (insanın emek-ürünlerine el konulmasının, dünyanın talanının, yağmalanmasının ve bunun için üretici insana ve halklara karşı zor kullanılmasının) toplumsal ilişkilerinin, günümüzde kapitalist mülkiyet ilişkilerinin, –kişilerin ve grupların, örneğin, Kongre’de uluslararası hukuk ya da insan hakları karşısındaki tutumları veya önleyici savaş doktrinleri dolayısıyla eleştirilen siyasetçilerin rolünü reddetmeden– değiştirilmesini mümkün kılmak üzere, insanın, doğanın, toplumun ve hareketinin yasalarının bilgisiyle silahlanmasına, aydınlanmış dönüştürücü güç olarak eyleminin önünün açılmasına hizmet etmiyorsa, felsefe ve felsefeci “sırça köşk”ünden çıkmamış, amiyane tabirle “felsefe yapılıyor” demektir. Bu tür felsefe yapıcılık, felsefenin sonuna işaret eder. Marx’ın, felsefecilerin dünyayı yorumlamakla yetindiklerini, ama asıl olanın onu değiştirmek olduğunu söylemesi, bu nedenle önemli ve bilimlerin gelişmesinin felsefenin elinden tek tek skolastiğe dayalı egemenlik alanlarını aldığı koşullarda, felsefenin alanını belirtmek bakımından da tayin ediciydi. Marks’tan bu yana felsefe, değişimin, değişim yasalarının bilimiydi. Fizik ya da kimya, kendi alanlarındaki hareketlerin yasalarının bilimiyken, felsefe düşünce ve gelişmesinin yasalarının bilimi olarak işlevsel olabilirdi. Tarihsel olmayan, değişimi, her şeyin değişmek durumunda ve zorunda olduğunu öngörmeyen metafizik, artık bilimin de, felsefenin de dışına sürülmüştü. Felsefe, maddi gerçeklerden hareket eden ve onları çözümleyen bilimlere dayanmadan varlığını sürdüremezdi. “Sırça köşk” bilim dışılığın, gerçek dışılığın sığınağı olarak, tinci, ahlakçı, kaderci, sonu yaradılışçılığa varan idealist şarlatanlıkların mevzisiydi. Doğaya ve topluma ilişkin maddi gerçeklerden hareket etmeyen, maddi ve düşünsel hareketin (değişimin) yasalarının bilgisiyle, doğa ve toplumun gelişmesini, onu değiştirmek üzere açıklamaya yönelmeyen felsefi yaklaşımlar, değişmek zorunda olanı onaylayarak değişimi engellemeye ve aldatıcılıkla insanın dönüştürücülüğünü önlemeye kurgulanmıştı.
Değiştiriciliği esas almadıkça, felsefeciler istedikleri kadar eleştirel düşünce geliştirmekte özgürdüler. Bütün çabaları, yoksulluk, adaletsizlik ve zorbalık ve savaş üreten sistemi kabul edilir hale getirmeye hizmet edebilirdi ki, bu, eleştiriliyor olsalar bile, dünyanın egemenlerinin ancak hoşnutluk duyacakları bir tutum olurdu. Kongre’de de böyle oldu.
Nitekim “yıldız” Habermas da eleştirilerde bulunmadı değil. Savaş ve uluslararası hukuk ilişkisini ele alan Habermas da ABD’yi eleştirdi. Bu öyle bir eleştiriydi ki, hem ABD’yi hem de genel olarak emperyalist kapitalist sistemi onaylamakla kalmıyor, ilerlemenin başlıca dinamiği olarak kutsuyordu. Eleştirisi, ahlaki bir eleştiri olmakla sınırlıydı: “Uluslararası hukuk ve egemen devlet istediği zaman harbe gitme haklarına sahip. Egemen devlet, kendi savaş suçlularını da kendi yasalarına göre yargılama hakkına sahiptir. Görüldüğü gibi bu hukukun ahlaki yönü zayıf.” Eleştirisi bu kadar. ABD’yi uluslararası hukuku kendi çıkarına “yorumlamak”, örneğin BM ve kararlarını dikkate almamakla sınırlı bir eleştiri. Diyor ki, “Sadece kendi yetkisiyle insani  müdahalelerde bulunmaya karar veren bir ülke hakkında hiçbir zaman şundan emin olunamaz: Acaba kendi ulusal çıkarlarını paylaşılan uluslararası ortak çıkarlardan ayırt edebiliyor mu?”
Irak işgali BM kararı doğrultusunda gerçekleşmiş olsa, Habermas’ın bir eleştirisi kalmayacak. Ama hukuku da, ahlakı da maddi toplumsal ilişki ve çıkarlar şekillendirmez mi? Kapitalizmin, tekelci çıkarların, mali sermayenin doğasında olan paylaşım ihtiyacının ürünü olarak gündeme gelen savaş ve işgallere, tekelci kapitalizme, mali sermaye egemenliğine değiştirici bir itirazda bulunmadan, ahlaki nedenlerle itirazların ne anlamı olabilir?
Anlamı, aslında emperyalist kapitalizmin, ahlaki olmayan yön ve yönelimlerini düzeltme, değiştirme işlevine de bizzat kendisinin sahip olduğudur. Ahlakın yanı sıra politikanın da maddi toplumsal ve iktisadi temeliyle ilişkisiz ilan edilmesinin ve açık ki felsefi idealizmin örneği olarak Habermas; “Mevcut süper gücün de dünyanın en eski anayasal demokrasiyle aynı olması, bizim şansımıza, biraz umut veren bir koşul. Bir yanda kalan tek süper gücün iç siyasal kültürü ile kozmopolit projenin değerleri arasındaki yakınlık, gelecekteki bir ABD hükümetinin, ulusun özgün misyonu olan uluslararası siyasetin anayasalaştırılmasına dönmesini en azından kolaylaştırır.” Ona göre, dünyanın, küreselleşmeciliğin kutsanması olarak, kozmopolit bir siyasal projeye ihtiyacı vardır ve “ABD’nin bu siyasi kültürün ve gelecek projesinin vazgeçilmez aktörü olduğu” kesindir; bu, “ileride yeni ve adil bir uluslararası hukukun ortaya çıkması açısından önemlidir.”
Nereden türeyecek bu “adil uluslararası hukuk”? Maddi bir toplumsal temelden mi yoksa tekeller ve mali sermaye egemenliğine dayalı kapitalist ilişkilerin bekçiliği işlevine sahip “gelecekteki bir ABD hükümeti”ne Habermas ve benzeri felsefecilerin kurgularında vehmettikleri misyondan mı? Amerikan emperyalizmi böyle bir siyasi kültürün aktörü müdür yoksa dünyanın yeniden paylaşılmasından ve işgal ve ilhaklardan ayrı düşünülemeyecek olan mali sermaye egemenliği, uluslararası hukuk dahil her alanda gericilik mi üretir?
Habermas, Seyla Benhabib ile birlikte küreselleşmenin daha adil bir liberal demokrasinin ortaya çıkarttığı düşüncesindeler. Bu düşüncelerinde de yalnız değiller. Daha açış konuşmasında Prof. İ. Kuçuradi’den başlayarak, pek çok felsefeci küreselleşmenin “tarihsel olarak benzersiz”, “insan yaşamının doğal bir sonucu” ve “geri döndürülemez bir süreç” olduğu üzerinde fikir birliği sağladılar.
Küreselleşme “değişmez”, mali sermaye egemenliği ve emperyalizm hiç “değişmez”. Yollar, Fukuyama’ya ve “tarihin sonu” tezine çıktı. Kendileri değişmezdiler ve üstelik ahlaki olmayanları değiştirecek olan da onlardı. Peki, bunca yoksulluk, bunca savaş ve ölüm; insanların, devasa zenginliklere sahip sömürücü küçük bir azınlık ve geçim araçları peşinde koşan dev çoğunluk olarak bölünmesine dayanan emperyalist kapitalizmin doğrudan ürünleri değil miydi? Sorun, tam da üretici insanın, emeğin ve üretimin toplumsallığıyla mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki zıtlıkta; mali sermaye ve egemenliğini, yoksulluğu, savaşı, ulusal ve uluslararası hukuksuzluğu, ahlaksızlığı, hak yoksunluğunu ve geri kalan haksızlık ve kötülükleri dolaysızca üreten bu zıtlık üzerine oturan kapitalizmin kendisindedir. Felsefecilerin gerek ahlaki gerek kaderci bir idealizm gerekse değişmezlik metafiziğiyle üstünü örtmeye uğraştıklarıysa, tam da bu olmuştur. Yine bu nedenle birkaç konuşmacı dışında Marksizme atıfta bulunan bile çıkmamıştır. Çünkü Marksizm, başka şeylerin yanı sıra değişimin felsefesidir. ABD hükümet türünden sahte “dinamik”lerin değil, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı gerçek ve tek değiştirici dinamik olan işçi sınıfının eylem kılavuzu olan Marksizm, oysa, bugün, geçmişte herhangi bir dönemde olduğundan çok daha fazla maddi gerçekle ve bilimlerin gelişmesiyle doğrulanmaktadır ve ona olan ihtiyaç büyümüştür.
Sorunlara ve sorunlar yumağı dünyaya onu değiştirmek için yaklaşmayanlar, onu artık yorumlayamamaktadırlar da. Ya da yorumları, aldatıcı niteliğe bile doğru-dürüst sahip olamayan vehimleri aşamamaktadır. Üç ABD’li süper zenginin 48 ülkenin ulusal gelirinden daha fazla gelire sahip olduğunu öğrenen ya da herhangi bir patron tarafından esneklik yasaları çerçevesinde hayasızca sömürülüp sefalete mahkum edilen hangi işçi vehimlere aldanacaktır? Hangi Iraklı ya da Türkiyeli, Fransız ya da Alman, hatta Amerikalı emekçi ABD’nin “düzeltici” misyonuna kanacaktır? Ve nereye kadar? Bizzat emperyalizm, iktisadi ve siyasi, askeri saldırganlığıyla bu hayalleri geçersizleştirmektedir.
Bugünkü dünya, tüm siyasal, ahlaki, hukuksal üst yapı ve yaklaşımların temeli olan mevcut kapitalist toplumsal ilişkiler, tek çıkış yolu olarak, dünyayı, tarihsel materyalizm ve diyalektik düşünceyle karşıtlıkları içinde açıklayan, üretici insanı, üretken emeği açıklamasının temeli edinen ve onun özne oluşuna çağrı olan Marksizmin sosyalist çözümünü dayatmaktadır. Yeni ve adil bir dünya, evet, mümkündür; ama o, ancak sosyalist bir dünya olabilir. Bu dünya, ancak mevcut kapitalist sistemin yıkıntıları üzerinde yükselebilir. Çünkü, en başta toplumsal emek olmak üzere, gelişen üretici güçler, sosyalist üretici güçlerdir ve gelişmeleri kapitalist üretim ilişkileriyle zıtlık halindedir. Dolayısıyla insanlığın önü, kapitalist ilişkilerin yerine üretici güçlerin gelişmesiyle çelişmeyecek, tersine bu gelişmeyi koşullayacak sosyalist ilişkilerin geçirilmesiyle açılabilecektir. Ahlaksızlığın ya da savaş politikalarının değişmesi de, ancak sermaye ilişkileri ve egemenliğine son verilmesiyle, öyleyse kapitalist dünyanın yerini sosyalist dünyanın almasıyla mümkündür. Bu dünyanın yapıcısı, sermayenin yarattığı karşılığı ödenmemiş emeğin (artı-değerin) gaspı üzerinden biriktiği işçi sınıfı olacak; yeni dünyanın yolu, işçilerin, mali sermaye tarafından yağmalanan ezilen halkları, emperyalizme karşı mücadelede peşine takmasıyla açılacaktır.
Gerçek bir felsefe kongresinin bu zorunlu ve kaçınılmaz değişimin sorunlarını, yöntem ve araçlarını tartışması beklenirdi.
Felsefe Kongresi, bütün çarpıtıcılığına ve burjuva felsefesinin aldatıcı işlevini bile kaybetmekte olduğunu ortaya koymasına rağmen, bir şeyi daha göstermiştir: İleri işçiler, değiştirmek durumunda oldukları dünyayı değiştirebilmelerinin yolunun, onu ve gidişatını iyice anlamaktan ve çarpıtmalara karşı silahlanmaktan geçtiğini bilerek davranmak zorundadırlar. Burjuva felsefeciler yorum üzerine yorum yapabilirler. Oysa işçiler değiştirmeye; öyleyse değiştirmek için doğru anlamaya mecburdurlar.

Kamu emekçileri sendikalarındaki çalışma üzerine

Sermaye, işçi sınıfına ve emekçilere tarihin en büyük saldırısını açmış durumdadır. Bu saldırılarda hedeflerine de adım adım yaklaşmaktadır.
İşçi sınıfının iş koşulları, sermeyenin istekleri doğrultusunda değiştirildikten sonra, sıra kamu emekçilerine gelmiştir. “1475 sayılı iş kanunu”nda yapılan değişikliklerle, nasıl ki işçi sınıfının yüz yıllık kazanımlarını bir çırpıda tırpanlandı ve sınıfının 150 yıl önceki kölece çalışma koşullarına dönmesini “garanti altına” alındıysa, “kamu personel rejimi” yasasıyla da kamu emekçilerinin, başta iş güvencesi olmak üzere, var olan bütün hakları ortadan kaldırılacak ve tamamen sermayenin (varsa tabii) “insafına” terk edilecektir.     
Sermaye saldırılarının bu kadar yoğunlaşmasına rağmen emekçiler cephesinde ve kamu emekçilerin sendikalarında bu saldırıları püskürtecek bir mücadele platformunun oluşmadığı, tepkilerin etkisiz, dağınık ve bazen yerellere sıkışan bir nitelik arz ettiği gözlenmektedir. KESK’teki sorunlar sınıfın partisinin birçok materyalinde işlendi. Sermayenin saldırılarının yoğunlaştığı bir dönemde sendikalarda ve sendika şubelerinde var olan sorunların tekrar tartışılması ve sendikalarda faaliyet yürüten sınıf bilinçli kamu emekçilerinin çalışma tarzlarını yeniden sorgulanması, sorunların aşılmasında ve saldırıların püskürtülmesinde faydalı olacaktır.

KESK’TEKİ DURUM
Sendikalar bir yığın hareketidir ve her yığın hareketinde olduğu gibi zaman zaman yükselip herkesi kapsayan bir harekete dönüşmesi, zaman zaman ise “yaprak kımıldamayan” bir karakter göstermesi olağandır. Ama kamu emekçileri sendikalarında, sınıf hareketinin dönemsel seyrinden bağımsız olarak, oldukça uzun bir zamandan beri bazı zaafların yeşermeğe başlamış olduğunda herkes hem fikirdir.
“Kamu personeli yasası”na karşı gelişen daha doğrusu gelişemeyen tutum, sorunların ne kadar derinleştiğinin ifadesidir. Kamu emekçilerinin, sendikalara üye olanları da dahil çoğu, saldırı yasalarından haberdar değildir. Rutin bir şekilde işlerine devam etmektedir. Haberdar olanlarda ise, daha çok iki eğilim mevcuttur. Haberdar olanların bir kısmında böyle yasaların geçmesinin mümkün olmadığı, bu kadar büyük bir saldırıyı yapmaya hiçbir iktidarın cesaret edemeyeceği görüşü hakimdir. Saldırının şu ya da bu düzeyde farkında olanların diğer kısmında da, “ne yaparsak yapalım nasıl olsa bu yasalar geçecek” teslimiyetçi tutumu hakimdir. Sermayenin bu kadar cepheden yaptığı bir saldırıya neden cevap verilemediği, kitlelerin bu saldırıyı neden bilince çıkaramadığı sorusuna verilecek cevap, kamu sendikalarının içinde bulunduğu durumun bir resmini verecektir.
Bugün sendikalarımız yeni üye kaydedememekte ve güç kaybetmektedir. Kamu emekçilerinin genç kuşağı, bırakalım sendikalara üye olmayı, sendikalarının yerini bile bilmemektedir.
Sendikalara siyasallaşmış sınırlı sayıda üye gelmektedir. Eylemlilikler çok cılız geçmekte, eylemlere sendikaya gelen kitleden daha dar bir kitle katılmakta ve artık rutinleşen basın açıklamalarına ve merkezi mitinglere katılım çoğu zaman iki elin parmaklarını aşmamaktadır. Yönetimler aldıkları kararlarda çoğu zaman tabana danışmamaktadır.
Zaten önerilen eylemler de bu durumla uyum içerisindedir. Takvime bağlanmış Ankara merkezli “gösteri” eylemleri, hizmet birimlerinde, yığınların günlük talepleri etrafında mücadelenin örgütlenmesi yerine, sadece “öncülerin” katıldığı eylem tarzı egemen eylem hattı olarak izlenmektedir.
İşyerlerinden sağlıklı bilgi akmamakta, işyerlerinde ne olup bittiğinin bilgisi sendikaya taşınmamaktadır. Sendikanın yaptığı çağrılara işyerlerinden yanıt gelmemektedir. Bütün bunlar, kurum olarak sendikalarımızı zayıflatmakta, kan kaybetmesine neden olmakta ve kuruma karşı bir güvensizliğe dönüşmektedir.
Şüphesiz bu gidiş, sendikalar içerisinde yapılan değerlendirmelerde çeşitli nedenlere dayandırılmaktadır. Yer yer eylem takvimlerinin yeterince önceden bildirilmediğinden yakınılmaktadır. İllerde üyeler ve temsilciler genellikle şube yönetimlerini bürokrat olmakla, iş yapmamakla suçlamaktadır. Şube yönetimleri, genel merkezi ve temsilcileri suçlamaktadır.  Şubelerin, üyelerin ve temsilcilerin duyarsızlığından yakınması az rastlanır bir durum değildir! Şubeler de çoğu zaman her şeyi genel merkezden beklemektedir. Peki bu fasit daireden nasıl çıkılacaktır ve sınıf bilinçli kamu emekçilerinin bunda rolü ne olacaktır? Bu sorunun doğru bir şekilde cevaplandırılabilmesi için, ilk önce sendikaların sınıf mücadelesindeki öneminin kavranması gerekir. 

SENDİKALARDA YÜRÜTÜLEN MÜCADELENİN ÖNEMİ
Aklı başında olan hiç kimse, özellikle sınıf bilinçli kamu emekçisi, sendikal mücadelenin önemsiz olduğunu sözlü olarak ifade etmez ve bunun teorisini yapmaz. Fakat ne  yazık ki, sergilenen pratik böylesi bir tutuma işaret etmektedir. Sendikalarda; sendikal mücadeleyi tümden hedefe koyan ve gereksizliğinin teorisini yapan, sorumsuz bazı çevrelere ya da yönetimlere kızıp sendikaları boykot eden, bu yönüyle de, esasında sermayenin işini kolaylaştıran kimi kesimlere, sınıf bilinçli kamu emekçileri de bazı şubelerde “pratikleriyle” destek vermektedir. Sınıf bilinçli kamu emekçilerinin haftalarca, hatta aylarca sendikalarına uğramadıkları, sendikanın eylem ve etkinliklerini örgütlemek bir yana katılmadıkları sık rastlanan bir durumdur. Bir yandan var olan durumdan yakınılmakta, ama öte yandan özellikle şube yönetimlerinde yer alınmayan yerlerde sendikaların etkinliklerine katılınmamaktadır.
“Sınıfın sınıfa karşı mücadelesinde örgüt en önemli silahtır”.“Sendikalar sömürücülerin siyasal iktidarına karşı mücadelede bir maniveladır”. Bu nedenle, sendikalar emekçilerin kendi talepleri için bileştikleri mücadele merkezleridir. Sermayenin saldırılarına karşı mücadelede emekçileri harekete geçirecek kaldıraç, sendikalardır.
Sendikalar; İşçi sınıfının bir sınıf olarak ortaya çıkmaya başladığı 19. yüzyılın ortalarından bu yana “işçi sınıfının burjuvaziye karşı direnme ve örgütlenme merkezleri” olarak işlev gördü. Sendikalar ve grev hareketleri, işçilerin “kendi aralarındaki rekabete son verme” ve sınıf olarak burjuvaziye karşı toptan mücadele etmenin ilk girişimidir.
İşçi mücadelesi içerisinden çıkıp biçimlenen sendikalar, diğer emekçi sınıfların mücadelesi içinde, onlar tarafından da benimsenen örgütler oldu. Ülkemizde de kamu emekçileri, öncesi bir tarafa, ekonomik, demokratik ve özlük haklarını korumak için 90’lı yılların hemen başında sendikalaşma mücadelesine girişmişti. Kamu emekçileri, bütün yasal ve idari baskılara karşın fiili mücadele hattında ilerleyerek, kendi sendikalarını kurdu.
Nasıl ki, işçiler her türden haklarını kazanmak için mücadeleye girdiklerinde, tek tek mücadele ederek bir sonucu ulaşamayacaklarını öz deneyimleriyle kavramış ve bunun sonucunda sendikalarını kurmuşsa, kamu emekçilerinin sendikalaşmasında da, aynı mantık yatmaktadır. Tek tek işverene (devlete) karşı pazarlık şartları yoktur. Ekonomik, demokratik ve özlük haklarını tek tek mücadele ederek koruyamazlar, geliştiremezler. Bu hakların korunması ve geliştirilmesi için sendikalara ihtiyaç vardır. Kamu emekçileri, bugüne kadar verdikleri mücadelede elde ettikleri mücadele deneyim ve kazanımlarını sendikalarında biriktirdi, biriktirecek. 
Kamu emekçileri sendikalarında mücadele eden her sınıf bilinçli kamu emekçisi öncelikle şunu bilince çıkarmak zorundadır; eğer sermaye, “kamu personel rejimi” de dahil, on yıl önce planladığı saldırıları, (sendikaların zayıf durumlarından yararlanarak) şu gün gündeme getiriyorsa, bu, KESK’in sürdürdüğü mücadelenin eseridir. İş güvencesinin bile bugüne kadar korunmuş olması, sendikal mücadelenin kazanımıdır. Kamu emekçileri örgütlü gücünü KESK’te biriktirmiş ve var olan bütün zaaflarına rağmen tekelci sermayeye ve onun iktidar organlarına karşı birleşmiştir. Saldırıları püskürtecek en önemli dayanağı ve kazanımı yine sendikalarıdır. Bu noktada sendikaları sahiplenmek ve zaaflarından kurtulması için azami çabayı göstermek, sınıf bilinçli kamu emekçilerinin birincil görevidir. Sendikalarda var olan durumun değişmesini olduğu kadar, diğer ezilen tabakalarla birleşmesini ve hak alıcı eylemlerin örgütlenmesini sağlayacak olan da, sendikalardaki faaliyet olacaktır. Sınıf bilinçli kamu emekçisi, başka hiçbir dönemde olmadığı kadar sendikalarına sahip çıkmak, sendikaların komisyonlarında çalışmak, sendikaların zaaflarından kurtulması, kitleselleşmesi ve sınıf perspektifi ile mücadele etmesi için mücadele etmek zorundadır. Unutmamak gerekir ki, sendikaları, sınıf siyaseti hattına çekmek göreviyle karşı karşıya olan sınıfın partisi,  sendikalarda etkin olmadan, kamu emekçileri hareketi içinde bir otorite olamaz. Sendikal faaliyette izlenen çalışma tarzının başarıya ulaşmada belirleyici bir önemi vardır.

İŞYERLERİNİ TEMEL ALAN BİR MÜCADELE
Sendikalar üyeleriyle vardır. Üyeler ise hizmeti işyerlerinde üretmekte ve işyerlerinde bir araya gelmektedir. Bu nedenle, işyeri çalışması temel alınmadan önerilecek her çalışma ve örgütlenme tarzı başarısızlığa mahkumdur. Dünya ve ülkemiz sınıf mücadeleleri tarihine bakıldığında, toplumsal dönüşümlere ve sosyal kazanımlara yol açan tüm büyük işçi, emekçi eylemlerinin işyerine dayandığını; bu olguyu dışta tutan sendikacılık akımlarının ise, mücadeleci özelliklerini yitirerek bürokratikleştikleri görülür.  
İşyerinde en çok üye kaydetmiş sendikanın işyeri temsilcisi belirleme hakkı vardır. Buradan şunu söylemek mümkündür; çoğunluğu sağlayamayan sendikalar işyerinde muhatap alınmayacağına göre, kamu emekçilerinin işyerlerinde bire bir karşılaştıkları sorunlarda işveren karşısında muhatap olmak için, işyerlerinde çoğunluğu sağlamak gerekmektedir.
İşyeri ile sendika arasında bağı kuracak olan iş yeri temsilcilikleridir. Atılacak ilk adımlardan biri, işyeri temsilciliğinin önemsenmesi ve temsilciliklerin sembolik olmaktan çıkarılmasıdır. İşyeri temsilcilikleri, işyerlerindeki sorunlara müdahale eden, işyerlerinin bilgisini sendikaya taşıyan ve sendikadaki gelişmeleri işyerlerine taşıyan bir hale gelmelidir. Böylece sorun yaşanan iş yerlerine en kısa sürede müdahale edilebilecektir.
Böylesi bir mücadele kitlelerin günlük sorunlarıyla haşır neşir olmayı kitlelerin en küçük taleplerini önemsemeyi ve öncüleri hesaba katarak talep belirleme ve eylem ve etkinlik önerme yerine geniş yığınların taleplerini ve mücadelesini getirecektir.
Sınıf bilinçli kamu emekçisi temsilci olmak ve temsilcilik kurumunun işlemesi için çalışmalı, sendikalarda saldırıların kitleler tarafından bilince çıkarılması için yeni etkinlikler önermeli, ama sadece önermek ve perspektif sunmak değil, çalışmaların işyerlerine ulaşması ve kitlelerin katılımını sağlamak için azami çaba göstermelidir.

KİTLELERİN TALEPLERİNİ ÖNE ÇIKARAN BİR MÜCADELE
İşyerlerinde “sendikalar bir şey yapmıyor” eleştirisi çok sık rastlanan bir eleştiridir. Esasında bu eleştiriyi şöyle yorumlamak gerekiyor: Mücadele edildi ve sendikalar kuruldu. Belli oranda kitlesellikte sağlandı. Ama sendikalı olmanın üyelere gözle görülür bir kazanımı olmadı. Beklentilerin karşılığı çıkmadı. Oysa kamu emekçileri sendikalarının varlık nedeni, memurların günlük taleplerinin karşılanmasında bir araç olmasıdır. Burada KESK’in öne sürdüğü talepler ve mücadele hattının sorgulanması gerekir.
KESK, kuruluş sürecinde kamuoyunun desteğini kazanmaya yönelik gösteri ve yürüyüşler düzenledi ve bu eylemlerin destek kazanmada önemli bir etkisi oldu. Ama sendikalar resmen kurulup belirli bir kitleselliği ulaştıktan sonra, artık hak mücadelesini öne çıkarma, küçük de olsa, “hak kazanma” gerekiyordu. Çünkü; yığınlar, sendikalarda, ancak maddi bir çıkar sağladıkları, orada birleşmiş olmanın gücünü hissettikleri ölçüde toplanır, sendikal örgüt içinde mücadele edebilir. Ne var ki; yılların “gösteri tarzı”nın yerine, doğrudan kitlelerin katıldığı, hizmet birimindeki kitlelerin katıldığı, hizmet birimlerindeki kitleleri kapsayan, yığınların günlük talebi üstünden bir ajitasyona yönelip, geniş kamu emekçisi kesimlerini mücadeleye ve sendikaların çatısı altına çeken bir döneme girilemedi.
Diğer bir nokta ise, kamu emekçileri sendikaları, bugüne kadar “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı”nı asıl talep olarak öne süren, neredeyse tek talepli bir mücadele hattı izlediler. Ancak bu talebin, az çok uyanış içerisindeki kamu emekçilerinin ilgisini çektiği, fakat geniş kitleleri hareketlendirecek bir talep olamadığı gerçektir. Kamu emekçisi kitle, en acil ihtiyacı olan talepler öne çıkarılıp onun etrafında örgütlenmeli, bazı “küçük” başarılar kazanarak ilerlenmelidir. Aksi halde, genel ve ileri haklar vaadiyle başlayan hareketlerin şansının olmadığı bilinmelidir.  
Başka taleplerin yanı sıra (düşük maaşlar, idari baskılar, siyaset yasağı vb.) hükümetin IMF direktifleri ile hazırladığı “kamu personeli yasa tasarısı”na karşı geliştirilecek mücadele, kamu emekçilerini, sendikaları etrafında toparlayabilecek bir taleptir. Bu yasanın kitleler tarafından kavranması için bildiri dağıtmaktan, panele, işyeri gezilerine, işyeri toplantılarına sendikalarda aydınlatma ve eğitim etkinlikleriyle, kamu emekçilerinin, sendikalarının etrafında birleştirilerek, emekçilerin ülke genelinde birlikteliklerinin sağlanması yolunda önemli bir adım atılmış olur.

EMEKÇİLERİN BİR CEPHEDE BİRLEŞTİRİLMESİ
Kamu emekçilerine yönelen saldırılar uluslararası sermayenin ülkemiz emekçilerine yönelttiği saldırıların bir parçasıdır. Uluslararası sermayenin topyekûn saldırılarını, ancak, bütün emekçi sınıfları bir cephede birleştirecek bir anlayış sendikalara hakim kılınırsa, püskürtmek mümkündür. Atılan bütün adımların emekçileri bir cephede birleştirmeye hizmet etmesine dikkat edilmelidir.
Emekçileri birleştirme yönündeki girişimlerin, ancak güçlü yerel ayakları olursa, başarıya ulaşma şansı olacaktır. Yerellerde yapılacak çalışmalarda emek, barış, demokrasi bloğunda yer alan kesimlerin yanı sıra gidişattan zarar gören bütün kesimlerin içinde yer almasını sağlamaya özel bir önem göstererek, cephe genişletilmeye çalışılmalıdır.
Şüphesiz bu çalışmalar sorunsuz olmayacaktır. Yer yer birlikte olmakta isteksiz davranılan durumlar yaşanacaktır. Emekçilerin çıkarı gereği bir yandan birlikteliklerin oluşmasında ısrar ve sebat göstermek, ama diğer yandan, kitlelere yönelik faaliyete kesintisiz devam etmek beklenticiliğe girmemek zorunludur.
Yerellerde kurulan platformlarda birlikteliklerin oluşmasında sıkıntı yaratan bir neden, sendika-siyaset ilişkisine dair var olan yanlış kavrayıştır. KESK’te, TÜRK-İŞ’in sendikal mücadeleye şırınga ettiği “partiler-üstü, siyaset-üstü sendikacılık” tutumundan, sendikaları siyasal partilerin arpalığı gören anlayışa kadar bir çok yanlış eğilim mevcuttur. Burada, bu farklı anlayışları uzun uzadıya tartışmanın yeri olmamakla beraber, şunu tespit etmek yerinde olacaktır: Sınıf partisinin emekçileri tek bir cephede birleştirme politikası hayat bulmadan, saldırıların püskürtülmesi mümkün değildir. Bugün yapılan saldırılar siyaset-üstü, sınıflar-üstü saldırılar değil, uluslararası tekelci burjuvazinin emekçilere karşı saldırısıdır. Yani bir sınıfın başka bir sınıfa karşı siyasal saldırısıdır. Bu saldırıya karşı, emekçi sınıflar da siyasi davranmak, yani topyekûn saldırıya karşı bütün emekçileri birleştiren bir siyasal perspektifle hareket etmek zorundadır.
Sınıflara bölünmüş bir dünyada işçi ve emekçilerin tarafsız kalmasını öğütlemek veya kitlelerin çıkarının önüne grup çıkarını koyarak tekilliği, bölünmüşlüğü savunmak, ancak, düzenin olduğu gibi sürmesini istemektir. Çünkü; tarafsızlık ya da bağımsızlık diye nitelenen tutum, ister istemez burjuvaziden taraf, ya da burjuva partilerine bağımlılık demektir.
Emek cephesinin oluşturulmasında en önemli dayanak uluslararası sermayenin saldırılarına karşı ortaklaşan taleplerdir. IMF ve DB’nin dayatmaları ve bunun sonucu yaşanan yoksullaşma, yaşamın her alanındaki antidemokratik uygulamalar ve Kürtlerin demokratik talepleri, Ortadoğu’ya yerleşen ABD emperyalizminin bundan sonraki planlarını gerçekleştirmede Türkiye’yi maşa olarak kullanması vb., daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar emekçilerin bir araya gelmesine ve saldırılar karşısında ortak cephe örmesine olanak sağlamaktadır. Sorun yaşanan her olayda, bunun bilinci ve perspektifi ile hareket edebilmedir. KESK’in ve KESK’e bağlı sendikalar ve şubelerin sınıfın ve emekçilerin hareketini birleştirmede perspektifinin ve reflekslerinin zayıf olduğu ortadadır.
KESK’e bağlı bazı şubeler (yönetimleri), oluşturulan yerel platformlarda en geniş kesimleri birleştirmek yerine, az olsun benim olsun mantığı gütmekte, böylece mücadele edecek kesimleri daraltmaktadır. Oysa yapılması gereken, sendikaların, çalışmalarını planlarken, üye olmayanları ve diğer konfederasyonları katacak genişlikte ele alması, hatta sermayenin saldırılarının önemli bir dayanağı olan ve yüz binleri bulan işsiz kitlesini de hedeflemesidir.
Yine, TEKEL işçileri, yakın zamanda işyerlerinin özelleştirilmemesi ve kapatılmaması için bir çok ilde direnişler gerçekleştirdiler. Olması gereken, kamu emekçilerinin, özelleştirmenin ve kamu personeli yasa tasarısının aynı merkezli saldırılar olduğunun bilinciyle hareket etmeleri ve güçlerini emekçi kardeşleri TEKEL işçileri ile birleştirmeleriydi. Eğer bu gerçekleşmemişse, sorumluluk, öncelikle, yönetimlerde olsun olmasın, sendikalara böylesi bir perspektifle mücadeleyi yerleştirememiş olan sınıf bilinçli kamu emekçilerindedir.
Özetle, yığınların en küçük taleplerini önemseyen ve bu uğurda mücadele eden küçük küçük başarılarla saflarını sıklaştıran, ama var olan bütün olanakları değerlendirerek kitlelere, işçi sınıfı ve diğer emekçilerle dayanışma ruhu aşılayan ve emek cephesini ilmek ilmek örmeği ihmal etmeyen bir mücadele hattı- gerekli olan budur.
Sendika şube yönetimlerinde olunsun ya da olunmasın, sınıf bilinçli kamu emekçilerinin yürüteceği faaliyet, böylesi bir tarzın oturmasına hizmet etmelidir. Bu perspektifle hareket etmeyen her şube veya her öncü emekçi, bilerek veya bilmeyerek sermayenin değirmenine su taşıyacaktır.

GENEL GREVİN ÖRGÜTLENMESİ
Sermayenin saldırıları, ancak genel grev de dahil, emekçilerin topyekûn mücadelesiyle püskürtülebilir. Ve böylesi bir cepheyi örmeyi hedeflemeyen bir çalışma başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Ancak kamu emekçilerinin çoğunluğunun saldırıların boyutu hakkında bilgisinin olmadığı bir süreçte, işyerlerinde örgütlenme hakkında somut bir çalışma planı koymadan eylem biçimi üzerinde tartışmaya girmenin, “genel grev”in örgütlenmesine bir katkısı olmayacaktır. Sınıf bilinçli kamu emekçisinin bugün açısından kitlelere önderlik görevini ne kadar yerine getirdiğinin kıstası, ne kadar çok “genel grevi” savunduğunu her platformda beyan etmesi değil, kitlelere ne kadar ulaştığı, ne kadar aydınlatma faaliyeti yürüttüğüdür. Sorun, kitlelere saldırının niteliğini kavratmak ve sendikalardaki örgütlülüğü güçlendirmektir.
Esas olarak sendikaları ileriye doğru zorlayacak olan, toplantılarda yapılan keskin çıkışlar veya sendika yönetimlerinin pasif davrandığı durumlarda daha sonuç alıcı eylemler önermek değil, kitlelerin taleplerinin arkasında durmalarını sağlamaktır. Sendikalara üye olan veya olmayan kamu emekçisi saldırıların boyutunun farkına vardığında, zaten harekete geçecek ve “genel grev” gibi sonuç alıcı eylemlere yönelmekte tereddüt etmeyecektir. Dolayısıyla sonuç alıcı eylemler, örneğin genel grev önermek değil, ama bunların öznel koşullarının hazırlanması için çalışmak asıl olmak durumundadır. Burada bilinçli kamu emekçisine düşen görev; beş vakit namaz kılar gibi şube yönetimlerini eleştirmek değil, kitleleri aydınlatma, işyerlerini gezme, yaratabildiği her araçla kitlelerle bağ kurma, aydınlatmada ısrarcı olma ve bütün olumsuzluklara rağmen şubelere iş yaptırmanın yolunu bulmaktır. Aydınlatma faaliyetine, birkaç gün veya haftada sonuç alınacak gözüyle de bakılmamalıdır. Çalışmada süreklilik ve ısrar, sonuç almada en önemli nokta olacaktır. Kamu emekçilerinin ardında 1 Aralık 2001 grevi gibi zengin derslerle dolu bir miras da bulunmaktadır.

GRUPÇULULUĞA KARŞI MÜCADELE
Sendikaların yukarıda kısaca üzerinde durulan görevlerini yerine getirebilmesi için bazı zaaflarından kurtulması gerekmektedir. Bunların en önde gelenlerinden biri de “grupçuluk”tur. KESK’e bağlı bazı şubelere bakıldığında, sendika ve üyelerinden öte, sanki şube, grupların birliğinden oluşuyormuş gibi bir izlenim vermektedir. Kendini herhangi bir siyasi gruba katmayan yığınlar sendikaya ya hiç gelmemekte ya da nadiren uğramaktadır. Gruplar seçimlerde kapışmakta ve gruplardan biri ya da birkaçı yönetime gelmektedir. Muhalefette kalan gruplar ise, sanki kamu emekçilerinin ve ülkenin bütün sorunları çözülmüş gibi, kış uykusuna yatmaktadır. Yönetime gelen grupların, kitlelerin talepleri ve ihtiyaçları yerine, kendi grupsal çıkarlarını önde tutan bir hat izlemeleri az rastlanır bir durum değildir. Muhalefette kalanlar da, çoğu zaman gelecek seçime kadar, seçilen grubu yıpratmak için sendikanın her faaliyetini eleştirmeyi marifet saymaktadır. Yerine göre etkinliklere katılmaz, boykot ederler.
Sendikal faaliyetlerde sergilenen bazı davranışlar da, amaç grupçuluğu körüklemek olmasa bile, böyle sonuçlanmaktadır.Sendikalar kitle örgütleridir ve sendikalarda her düşünceden, her inanç ve sendikal anlayıştan kişilerin, çevrelerin bulunması kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlık, yine kaçınılmaz olarak emekçilerin genelinin çıkarına olmayan sendikal çizgileri barındıracak, bazen bu çizgi, yönetimlerde de temsil edilerek, hakim çizgi haline gelebilecektir. Ama bu, her toplantıda yönetimleri eleştirmek, olur olamaz her yerde, her toplantıda sendikalardaki sorunları dile getirmek anlamına gelmemektedir.
Şüphesiz şubenin işleyişine yönelik eleştirilerimiz, gündeme alınmasını istediğimiz talepler ve eylem biçimleri olacaktır. Burada, eleştirileri gündeme getiriş tarzı ve zamanı önem kazanmaktadır. Sorun, yanlışlıkların kitlelere kavratılarak, sadece belli bir grubun değil, sendika üyelerinin, temsilcilerin müdahalesini ve sendikada bir eğitime yol açmasını sağlamaktır. Fakat bu eleştiriler ve talepler, sendika üyelerinin talepleri ve eleştirileri haline gelmediği müddetçe, sorun, sanki sendikadaki siyasi grupların kendi arasındaki bir çatışmaymış gibi yansıyacak ve daha da dağıtıcı bir rol oynayacaktır.
Kamu emekçileri sendikalarındaki grupçuluğun temelinde, örgütlenebilir bir milyondan fazla emekçiyi bünyelerinde toplayamamış olmak yatmaktadır. Kamu emekçileri sendikalarının grupçuluk hastalığından kurtarılması isteniyorsa, atılacak ilk adım, kuruluş sürecinde olduğu gibi, üyelerin sendikaların etkinliklerine katılmalarını sağlamak ve ikincisi ise, örgütlenebilir bir milyondan fazla kamu emekçisini sendikaların çatısı altına çekmek ve kitleselleşerek yığınların sorunlarıyla haşır neşir olmaktır.

İŞ ÜZERİNDEN ELEŞTİRİ
KESK’e olur olmaz yapılan eleştiriler ve gruplar arası tartışmalar, sendikaları geliştirmeye değil, kitlelerin sendikalara güvensizliğini geliştirmeye hizmet etmektedir. Hemen her platformda dile getirilen “KESK bürokratlaşıyor” eleştirisi veya yukarda da belirtildiği gibi, olur olmaz hemen her yerde yöneltilen eleştirilerin, pratikte sendikaların bu durumdan kurtulması için hiçbir faydası yok ama zararı vardır.
Bu noktada, eleştiriyi şöyle bir temele oturtmak, sendikal mücadelenin gelişmesi bakımından yararlı olacaktır: İş yapmak ve yapılan iş üzerinden eğer varsa eleştirileri sunmak gerekmektedir. Eğer eleştiri yapılacaksa; örneğin, “kitlelere saldırıların niteliğini anlatmak için kaç gün, kaç saat zaman ayrıldı?”, “En azından büyük işyerlerinin kaçı gezildi?”, “Kaç toplantı yapıldı?”, “Sendikalara hangi önerilerde bulunuldu?”, “Sınıf bilinçli kamu emekçisi bakımından da faaliyetlerin ne kadarına katılındı?”, “İlişkilerimizin kaçı harekete geçirildi?”, “Saldırıların boyutunun farkında olan kamu emekçileri olarak, zaman ayırma bakımından, diğer kamu emekçilerinden ne farkımız vardır?” türünden sorularının anlamı vardır. Bu tür sorular üzerinde yapılacak sağlıklı bir değerlendirmenin mücadeleyi geliştirmede bir rolü olacaktır.
Burada şunu belirtmek faydalı olacaktır; sendikal hareket gerçekten bürokratlaşmaktan, pasifleşmekten kurtarılmak isteniyorsa; bütün kamu emekçilerini birleştirecek talepler etrafında bir mücadele örgütlenmelidir. Ancak, kendi talepleri etrafında harekete geçen kitleler, bürokratlaşma eğilimlerini kırar, onu besleyen damarları kesebilir.

YENİDEN BAŞLAMAK
Sınıf bilinçli kamu emekçilerinin zaaflarının kaynağına bakıldığında, özünde, partinin dönem için belirlediği taktik platformun kavranamamasının yattığı görülecektir. Bu kavrayışsızlığın altında şunlar vardır. Genellikle parti yayınlarını dikkatli bir şekilde izlenmemekte, parti yayınlarının alınması Müslüman’ın zekat verme yükümlülüğü gibi bir vecibe olarak algılanmaktadır. Gazetenin işlevi farklı materyallerde uzun uzadıya işlenmiş olmakla beraber, şunu belirtmek faydalı olacaktır. Sınıf bilinçli her kamu emekçisi mücadelesinde gazeteyi kullanmak zorundadır. Bir yandan gazeteden ülkenin ve dünyanın gündemini takip edip, gazetenin işyerlerinde satışını organize ederek, işyerlerine gazeteyi ve gazetenin belirlediği gündemi taşırken, diğer yandan, bir muhabir gibi çalışarak, gazeteyi besleyen bir çalışma düzeni ve birim faaliyeti oturtulmak zorundadır. Böylesi bir çalışma, zaten partinin taktik platformunun günlük olarak işyerlerinde, sendika şubelerinde hayat bulmasına neden olacaktır.
Sorunun diğer nedeni, emekçilerden nerdeyse tamamen yalıtılmış yaşam tarzıdır. Kamu emekçilerinin oturduğu semtler, genellikle emekçi semtleri değildir. İlişkileri birkaç meslektaşlarıyla sınırlıdır. Çoğu zaman partiye lütfen gelinmektedir. Sınıf mücadelesinin diğer alanlarında genellikle görev alınmamaktadır. Doğal olarak da, bu yaşam tarzı, kamu emekçilerinin taktik platformları kavrama ve uygulamadaki reflekslerini zayıflatmaktadır.  
Yazımızı proletaryanın büyük öğretmeni Lenin’in bir kişisel özelliğini hatırlatarak bitirmek istiyoruz. Lenin herhangi bir çalışma başarısızlığa uğradığında, eksikliklerin ve zaafların bir analizini yaparak, işe yeniden başlardı. Sınıf bilinçli kamu emekçisinin yapması gereken de, hata ve zaaflarının hesabını yaparak, yeniden başlamaktır.

Emek üzerine kapitalist manifestolar

GİRİŞ
Küreselleşme karşıtı hareketler uzun süredir gündemde. Seattle ve Cenova’dan sonra dikkati çeken bu hareketler Dünya Bankası, IMF ve WTO toplantılarının yapıldığı her yerde, kimi zaman büyük kitleselliğe ulaşan eylemler gerçekleştirdiler. Kendine özgü örgütlenme modelleri ve eylem biçimleri ile kuşkusuz incelenmeyi hak ediyorlar. Zira, neoliberal politikaların batılı toplumlardaki yıkıcı sonuçlarına dair tepkilerin dışavurumu olarak anlamak gerekiyor onları. Ne var ki, bu hareketlere yaklaşımda asıl sorun, küreselleşme karşıtı hareketlerin yeni bir kimlik, daha doğrusu yeni üretim tarzı kabul edilen küreselleşmenin “yeni özneleri” olarak görülmeleri.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, 1968’den beri batıda “yeni toplumsal hareketler” başlığı altında benzer tartışmalar daima gündemi işgal etti. İşçi hareketinin kadının kurtuluşu, çevre, militarizm, ırkçılık gibi sorunları dışladığı, bürokratik bir deneyimin hegemonyasında şekillendiği iddiaları, sol entelektüel çevrelerde 1968 ile sınıf hareketinin ayrışma noktası kabul ediliyordu.
Frankfurt Okulu’nun “eleştirel-geleneksel teori” ayrımından yola çıkarak “eleştirel bir toplum teorisi” oluşturma çabalarından yapısalcıların altyapı-üstyapı nosyonunu reddederek üstyapısal kurumların özerkliğine ve “yapısal karmaşıklığı”na ağırlık veren çalışmalarına dek bir dizi kaynak, bu tartışmaların referansıydı. Söz konusu okulların, Marksizmi determinist ve pozitivist yorumlardan kurtarma adına artı-değer teorilerini, proletarya diktatörlüğünü, komünist parti örgütlenmesini ve nihayetinde de sınıf teorisini hedefe koyan “eleştirel yaklaşımları”, uzun yıllar “yeni toplumsal hareketlerin” de kuramsal dayanakları oldu.
1990’ların değişen iktisadi ve siyasal konjonktürüyle birlikte ise, solda postmodernist kültür teorisyenlerinden üçüncü yolculara, radikal demokrasi kuramcılarına kadar geniş bir yelpaze karşımıza çıktı. Kapitalist birikim rejimine dair tüm gelişmeler, enformasyon teknolojilerini temel alan “tekno-determinist” bir disiplin çerçevesinde açıklanmaya başlandı.
İşte küreselleşme karşıtı hareketler böyle bir tarihsel arka planda anlamını buluyor. Çünkü küreselleşme sürecinin yarattığı tahribata karşı dünya çapında duyulan hoşnutsuzluk, bu hoşnutsuzluğun kendini otonom eylem ve örgüt biçimlerinde ifade etmeye başlaması, kökleri 1950’lerin sonlarına dayanan “yeni sol siyasetin” somut bir harekete dönüştüğünün kanıtı olarak ileri sürülüyor. Böylelikle solda yarım yüzyılı bulan toplumsal dönüşüm için yeni strateji arayışları ile küreselleşme karşıtı hareketler, aynı mevzide buluşmuş oluyorlar.
Küreselleşme karşıtları bugün, “yeni emekçi sınıflar” olarak iktidar mücadelesinin merkezine konuluyor. Üstelik bu, işçi sınıfını reddeden bir tutumdan öte, işçi sınıfında niteliksel bir dönüşümün yaşandığı savunusu üzerinden yapılıyor. Yani emek, küreselleşme sayesinde devletin ulusal tahakkümünden kurtuldukça, “aşağıdan bir küreselleşmenin” de temel aktörü olarak küresel çapta yeniden organize oluyor.

“EMEĞİN YENİ DÜNYASI” İDDİALARI
Liverpool Üniversitesi’ndeki Siyasi Sosyoloji Profesörü ve Küreselleşme ve Sosyal Dışlanma Birimi Başkanı Ronald Munck, “Emeğin Yeni Dünyası” adlı kitabında “Emeğin ulusal dönemi sona eriyor” diyor ve emek mücadelesinin yeni biçimlerini şöyle tarif ediyor:
“Neoliberal güçlerin küreselleşmesi dışında ‘aşağıdan gelen’ alternatif bir küreselleşme daha ortaya çıkıyor. Bu değişim, emek hareketine önemli bir rol sunuyor: Küresel iktisadi sistem üzerinde toplumsal bir denetim oluşturmak. 1999 sonunda Seattle’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü zirvesi sırasındaki kitlesel protestolar bu yeni rolün habercisi oldu.”
Benzer iddialardan yola çıkan İtalyan Sosyolog Marco Revelli de “Öncelikle ‘fabrika mevzileri’ olarak özetlenebilecek 20. yüzyılın modelinin alternatifini inşa etmeliyiz. Kapitalist modelle kapsanamayacak alanları, bölgeleri saptamalıyız” görüşünde. Yani 1970’lerin başlarında Avrupa ülkelerinde yaygınlaşan ve otonom grupların merkezleri haline gelen “özgürleştirilmiş alanlar (kurtarılmış bölgeler)” fikrini küresel çağda bu kez de emek hareketi için öneriyor Revelli. Ve devam ediyor: “Modern zamanların problemi, sermayeden her türlü bağı koparmak, her fikri, kapitalist süreçlerin dışında ve karşısında inşa etmek.”
Küreselleşme karşıtlığı sayesinde geniş bir taraftar kitlesi bulan bu iddiaların hemen hepsinin dayanağı, emperyalizmin yapısal dönüşüme uğradığı ve sonuçta sınıf mücadelelerinin de artık yeni aktörlerle sürdürülmesi gerektiğidir.
Munck ve Revelli gibi pek çok batılı teorisyenin benzer düşüncelere sahip oldukları muhakkak. Bu konuda son yıllarda hayli geniş bir külliyat oluştu bile. Ancak içlerinde en dikkat çekenleri şüphesiz ki, İmparatorluk kitabının yazarları Michael Hardt ve Antonio Negri’dir.
Bizi, emperyalizmin değiştiğine ve yeni bir toplumsal/siyasal formasyona geçildiğine iknaya çalışan yazarlar, Türkçe’de yeni yayınlanan “Dionysos’un Emeği-Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi” (*) kitaplarında ise, bu kez, “emeğin yeni biçimlerini” çıkartıyorlar karşımıza. Dionysos’un Emeği, 1960’lara kadar uzanan tartışmalara dayansa da, aslında, “İmparatorluk” kitabında ortaya atılan tezlere giriş niteliğinde. Dolayısıyla İmparatorluk ile Dionysos’un Emeği, birbirini tamamlıyor ve emek hareketinin önüne yeni bir manifesto koyma iddiası taşıyor. Nitekim Sloven siyaset felsefecisi Slavoj Zizek İmparatorluk’u “Çağımızın Komünist Manifestosu’nun yeniden yazılmasından başka bir şey değil” diyerek övgüye layık görmüş. Çoğu kimse de Negri ve Hardt’ın, küreselleşme karşıtlarının “büyük kuramcıları” oldukları kanısında.
İmparatorluk’un Fransızca baskısı nedeniyle Le Monde için kaleme aldığı bir makalede Negri, küreselleşme karşıtı hareketlerin kendi teorik öngörüleriyle çakıştığını anlatıyor: “Bizim imparatorluk’ dediğimiz topyekun piyasanın yasal düzeni, yalnızca örgütlediği alan üzerinde yeni bir iktidar kimliği oluşturmakla kalmayıp, yeni yaşama ve başkaldırma biçimleri, yeni üretim ve sınıf mücadelesi güçleri de ortaya çıkarttı.”
Negri ve Hardt, İmparatorluk’ta yeni bir iktidar formuyla karşı karşıya bulunduğumuzu iddia etmişlerdi; Dionysos’un Emeği’nde ise, sınıf mücadelesinin yeni öznelerini tarif etme çabasındalar. Ve bu öznenin varoluş koşullarını, emperyal iktidarın daha ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren kazanmış olduğu “biyopolitik” özelliğine borçlu olduğunu savunuyorlar. Yeni iktidar formunun temel niteliğinin ise fordist emek örgütlenmesinden postfordist örgütlenmeye geçilmesinden, imalatçı bir üretim tazından ziyade daha yaygın sömürü tarzının hakim olmasından ileri geldiği görüşündeler.
Bütün bu iddialarını ise tıpkı öncülleri gibi küreselleşmenin yarattığı “değişim”le gerekçelendiriyorlar:
“Bize göre, bu, sınıf mücadelelerinin, Üçüncü Dünya ülkelerinin işçilerinin kavgasının ve kurtuluş hareketlerinin eski reel sosyalizm dünyasına girmiş olmasının sonucudur. Bu Marksist bir yaklaşımdır: Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Bu süreçte, işçilerin taylorizme karşı mücadeleleri teknolojik devrimi hızlandırdı. Teknolojik devrim de üretimin toplumsallaşmasına ve bilgisayarlaşmasına yol açtı. Aynı şekilde sömürgecilik sonrası Afrika ve Asya ülkelerinde işgücünün karşı konulmaz bir güçle üretkenlik ve akışkanlık kazanması, emek piyasalarının ulusal katılığını aşındırdı. Son olarak da sosyalist denilen ülkelerde yeni teknik ve entelektüel işgücünün özgürleşme arzusu, çürümüş sosyalist disiplini dağıtarak dünya piyasasının Stalinci bir tarzda yapay bir biçimde çarpıtılmışlığına son verdi… Küresel piyasanın içindeyiz ve sömürülen sınıfların gün gelip Komünist Enternasyonal’de birleşecekleri düşünü dile getirmeyi umuyoruz. Dolayısıyla kitabımız bizim komünizme ulaşma isteğimizi ortaya koyuyor.”
“Biyopolitik”, “biyoiktidar”, “emperyal hak” gibi kavramlar, Negri ve Hardt’ın manifestosunda; emperyalizm, sınıf mücadeleleri gibi kavramların yerini almışlar. Ve kuramlarında ilk göze çarpan şey, bu kapitalist manifestonun içinde burjuva ideologlarının daha önce söylemedikleri hiçbir yeniliğin olmadığı, yıllar önce işçi hareketi içinde tartışılmış birtakım fikirlerin yeniden gündeme getirildiğidir. Hatta bazı durumlarda yazarlar, eski fikirlerin en kötü versiyonlarını dahi sunmayı başarabilmişler. Ancak niyetlerini açık dille ifade etmiş olsalardı eğer, ortaya attıkları tezlerin bulduğu her boşluktan işçi hareketine sızmaya çalışan oportünizm ve karşı-devrimciliğin yeni bir versiyonundan başka bir şey olmadığını söylemek daha kolay olurdu. Oysa burjuvazi, devrimci teoriyi itibarsızlaştırmanın ince yollarının, onu yücelterek yere çalmaktan, kavramlarını ve yöntemini tahrif etmekten geçtiğini, Bernstein ve Kautsky’den beri keşfetmiş bulunuyor. Negri ve Hardt’ın da atalarının izlerini takip etmek konusunda büyük çaba harcadıkları malum.

NEGRİ VE HARDT’IN NEOLİBERAL EMEK KAVRAYIŞI
Dionysos’un Emeği, “emek” üzerine bir dizi iddianın ardı ardına sıralanmasından ibaret ve kapitalist birikim rejimindeki kimi değişimlerin emeğin niteliksel dönüşümlerine de neden olduğunu ispat telaşında.
“Çokluk”, Negri’nin, işçi sınıfının yerine ikame ettiği, kitabın kilit argümanı. Yine de bu “çokluk” kavramının neyi içerdiğini anlamak oldukça zor. En iyimser tahminle, “dünyanın her yerine yayılmış, kapitalizmin kötülüklerinden bezmiş ve direnmeye çalışan halk yığınları” akla geliyor. Ama Negri bu açıklamayı daha başından reddediyor:
“İlk olarak, çokluk kavramı halk kavramıyla karıştırılmamalıdır. Halk birlik oluşturan bir nüfusu temsil ederken, çokluk indirgenemez ve çok boyutludur. İkinci olarak, çokluk kavramı güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık ve kitle gerçekten de çok boyutluluk özelliği taşır ama üçü de pasif öznedir; aslında, özellikle pasif oldukları ve bu yüzden kolaylıkla güdümlenebildikleri için tehlikeli oldukları düşünülür. Buna karşılık, çokluk aktif birçok boyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir.”
İmparatorluk kitabında geniş yer kaplayan “çokluk”un, Dionysos’un Emeği incelendiğinde, gerçekte emeğin karikatüründen başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. Öyle ki, emek kavramını, bizzat Marx’ı referans yaparak çarpıtmaktan çekinmiyor yazarlar: “Marks’ın ‘soyut emek’ kavramı yalnızca bir soyutlamaydı. Gerçekte çok farklı olan emek biçimlerini karşılaştırılabilir ve değiştirilebilir olarak düşünmenin bir yoluydu. Şimdi ise, üretimin bilgisayarlaşması yoluyla gerçekte varolan emek soyut emeğin konumuna yaklaşma eğilimi gösteriyor.”
Oysa Marx, emek ve işçi sınıfını pek çok farklı metinde son derece açık biçimde tanımlamıştı. Ne var ki Negri ve Hardt, Marksizmin berraklığını bulandırmak adına akla hayale gelmedik yöntemler icat etmekte ustalaşmışlar bir kere; “çokluk” kavramıyla işçi sınıfını ilişkilendirmek adına, övgüler dizdikleri Marx’ın temel argümanlarını Dionysos’un sunağında kurban etmekten çekinmiyorlar. Çünkü toplumun devrimci dönüşüm olanağını üretim evresinden çekip çıkarma yönündeki arzuları, en katı liberallerin dahi kabul ettiği basit iktisadi olguları param parça etmelerine neden oluyor. Kapitalist sistemin yeniden üretim ve tüketim evresi gibi ikincil düzeylerini, birincil önemde bir düzeye dönüştürmenin yollarını arayıp duruyorlar. Çabaları tesadüfi değil elbette, özel bir siyasi amaca hizmet ediyor.
“Canlı emek sermayenin bağrında ikamet eder” diyor Negri ve Hardt, “Doğumhanesi olan kurumlara kapatılmıştır ama onların duvarlarını yıkmayı da hep başarır. Öyleyse antagonizma ve devrimci öznelliklerin değişen şekillerini yeniden ve yeniden tanımlamamız gerekir.” Bu satırların Negri ve Hardt’in niyetlerini ortaya çıkarttığına şüphe yok. Yalnızca tek bir sınıfın kapitalist üretim sürecine son verebileceği gerçeğini, gayet iyi biliyorlar zira. Bu yüzden proletaryayı yok saymak yerine, üretim sürecini önemsizleştirmeye, adeta proletaryanın “doğumhanesinin kapısına” kilit vurmaya uğraşıyorlar.
Yazarlar bununla da sınırlı kalmıyor, artık-değer üretimini kapitalist birikimin özü olmaktan çıkartıyorlar ve bunu da emeğin kendisinde olan bir nitelik biçiminde piyasaya sürüyorlar: “Canlı emek dur durak bilmeksizin kapitalist üretim tarzını alt üst ettiği gibi aynı ölçüde bir alternatif de inşa eden iç güçtür… Canlı emek, diğer bir deyişle, kendisini soyut emeğe çeviren kapitalist değerlenme ve artı-değer üretim sürecini reddetmekle kalmaz, aynı zamanda alternatif bir değerlenme modeli, emeğin kendi kendini değerlendirdiği bir model de önerir.”
Nihayetinde Negri ve Hardt, Marx’ın emek kavrayışını alt ettiklerini hesaplayarak istedikleri emek tanımını ortaya atmak için uygun teorik zemini buldukları kanısındalar:
“Emeğin çoğu kez kısıtlı bir tarzda, arzu ve zevkleri reddeden kapitalist çalışma ahlakı zemininde tanımlandığını görüyoruz. Öyleyse bizim yapacağımız analiz, Marx’ın iş olmayanın-ötesi diye adlandırdığı üretken dünya da dahil olmak üzere toplumsal üretim yelpazesini boydan boya kateden bir emek kavramını kullanıma açmalıdır. Bu açılışı, basitçe kavramın Marksist gelenekteki kullanım şekline başvurarak yapamayız. Gözümüzü toplumsal öznelliklerin, toplumsallığın ve bizzat toplumun üretildiği çağdaş süreçlere dikmek şarttır.”
Emeği üretim sürecinden kopartan yazarlar, yeniden üretim ve tüketim süreçlerini abartarak, sadece proletaryaya değil, ona tâbi hatta ona karşı olan sosyal sınıflara devrimci bir önem atfediyorlar. Böylece “çokluk”un içinde, küçük-burjuva kesimleri, proletaryanın katmanlarını ve büyük sermaye kesimlerini dahi uzlaştırabiliyorlar!

EMEK-DEĞER YASASINI BAŞ AŞAĞI ÇEVİRMEK
Emek üzerine yaratılan bu sis perdesinin arkasında Negri ve Hardt’ın niyetinin ne olduğunu öğrenmek hiç de zor değil aslında. Eğer emeği bu şekilde tanımlarsanız, emek-değer teorisini baş aşağı çevirmeniz de kolaylaşır. Ve bunu yaparsanız da bütün bir üretim sürecini, kapitalist ekonominin işleyişini değiştirebilirsiniz, tabii ki sadece kağıt üzerinde! Nitekim yazarlar baş aşağı dönmüş bir emek-değer teorisini izleyicilerinin karşısına çıkartmakta son derece aceleciler.
“Emek kavramı esas olarak değer sorunsalını akla getirir” diyor bay Negri ve Hardt. Analizlerini şöyle sürdürüyorlar: “Bizim kullanış biçimimizde emek ve değer kavramları karşılıklı birbirini ima eder: emek dediğimizde değer-yaratıcı bir pratiktir anladığımız. Bu anlamda emek, tüm bir toplumsal yelpazeyi, yani iktisadi ve kültürel alanları aynı ölçüde kuşatacak şekilde değer üretimini anlamlandıran bir toplumsal analitik olarak iş görür… Değerlenme süreçlerine odaklanmak, bize öyle geliyor ki, sadece bilgi ve kimliklerin üretiminde değil, aynı zamanda toplumun ve ona hayat veren öznelliklerin üretiminde, yani bizzat üretimin üretiminde olup bitenleri en net bir şekilde gösterebilecek bir mercekle çalışmak demektir.”
Negri ve Hardt’ın teorisinin “yumuşak karnı” tam da burası. Marksizm’de emek değer teorisi çarpıtılırsa, sınıf mücadelesi de çarpıtılır. Kitapta, Marx’ın emek-değer teorisi bu açıdan tam anlamıyla iğdiş edilmiş ve bu yapılırken Marx’ın eserleri keyfiyetle yorumlanmış: “Marx, emek değer teorisini birisi negatif, diğeri pozitif iki şekilde ortaya koymuştur. Birinci bakış açısı soyut emek teorisiyle başlar. Marx emeğin tüm metalarda mevcut ve her türlü üretim faaliyetinde ortak bir töz olduğunu fark eder. Soyut bir emektir bu. Marx sonra bu niteliksel yaklaşımdan niceliksel yaklaşıma geçerek, emeğin değerinin nasıl ölçüldüğü sorusunun cevabını arar. Belli bir metaın değeri, o meta ile onun üretilmesi için gerekli toplumsal emek süresi miktarı arasındaki canlı ilişkiyi ifade eder… Değer yasası, kapitalistlerin piyasada körlemesine yürüttüğü işlemlerin ardında yatan mantığı ifşa eder. Bu ilk emek değer teorisinde Marx esas olarak çağdaş kapitalist iktisatçıların analizlerini geliştirmiş ve zenginleştirmiştir.”
Bu safsataların neresinden tutulsa elde kalır! Negri ve Hardt’a göre Marx, çağdaş kapitalist iktisatçıların analizlerini geliştirerek böyle bir emek-değer teorisine ulaşmış. Marksizme yönelik karşı-devrimci saldırıların en tipik örneğini sergiliyorlar.
Engels, Marx’ın artık-değer kuramını burjuva iktisatçılardan aldığı yönündeki suçlamalara yerinde bir cevap verir. Bunu yaparken kimya tarihindeki oksijenin bulunmasında Lavoisier ile Priestley arasındaki ilişkiyi örnek gösterir. Her iki bilimci de benzer deneyler sonucunda, benzer sonuçlara ulaşmışlardır. Ama aralarında temel farklılıklar vardır. Priestley, elde ettiği sonuçları eski flojiston kuramına (ateşin de maddenin bir türü olduğunu savunan kuram) göre yorumlamış ve bu yüzden buluşuna “flojistonsuzlaştırılmış hava” adını vermiştir. Diğer taraftan Lavoisier, buluşunun mevcut flojiston kuramıyla açıklanamayacağını söyleyerek kimyanın kuramını tamamen yeni bir temel üzerine oturtmuştur. Bu yüzden Engels oksijeni bulanın Lavoisier olduğunu belirtir ve bu iki bilimci arasındaki ilişkiyi Marx’ın artık-değer kuramına yorumlar:
“Marx’ın artık-değer kuramı konusunda, kendinden öncekilere göre konumu, Lavoisier’nin Priestley’e göre konumu gibidir… Ürünün değerinin artık-değer olarak adlandırdığımız bu kısmı, Marx’tan çok önce saptanmıştı. Aşağı yukarı bir kesinlikle neden oluştuğu da belirtilmişti… Ama daha ileri gidilmedi… bütün iktisatçılar iktisadi kategorilerin onlara sunulan şekline esir oldular. Şimdi sahneye Marx çıktı. Ve kendinden evvelkilerin görüşlerinin tam tersini savundu. Onların çözüm olarak baktıklarını bir sorun olarak kabul etti. Flojistonsuzlaştırılmış hava ya da ateş-hava ile değil, oksijenle karşı karşıya olduğunu gördü. Ortada sadece bir iktisadi gerçeği belirtmek ya da bu gerçekle ebedi adalet ve ahlak arasındaki çekişmeye dikkat çekme meselesi değil, iktisatta devrim yapacak ve bunu kullanmasını bilen Marx’a, tüm kapitalist üretimi anlamanın anahtarını sunacak bir gerçeğin anlatılması meselesi vardı. Başlangıç noktasında bu gerçek olmak üzere, Lavoisier’nin oksijenden yola çıkarak flojistik kimyanın tüm kategorilerini incelemesi gibi, elinin altında bulduğu tüm iktisadi kategorileri inceledi.”  (Kapital 2. cilt, önsöz)
Marx, Negri ve Hardt’ın iyice silikleştirmeye çalıştığı artık-değer üzerinden geliştirdiği kapitalist toplumdaki kullanım değeri ve değişim değerinin anlamına büyük önem verdi. Kapitalist üretim ilişkilerinin, işçi sınıfının tarihsel özne konumunun, emeğin karakterinin bu ikilikler üzerinden anlaşılabileceğini vurguladı. Burjuva kapitalist toplumda her malın çift yönü bulunduğunu kabul ederek çözümlemesine başladı Marx. Ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabında şu noktalara dikkat çekti: “Bir kullanım değerinin, sadece kullanımda değeri vardır ve tüketim sürecinde gerçekleşir.” Dolayısıyla kullanım değerleri, doğrudan varoluş araçları olarak işlev görür. Ama bu tarzda kullanıldığında, kullanım değeri, ekonomi-politiğin inceleme alanının dışına çıkar. Marx, bundan sonra değişim değerini inceledi. Bunun, ilk bakışta “bir nicel ilişki, kullanım değerlerinin birbirleriyle değiştirildiği oran” olarak görüldüğünü söyledi. Sonra kendi tarzında, kapitalist toplumda değişim değerini oluşturan güçleri sorgulamaya koyuldu. Değişim değerinin yaratılışının, toplumsal açıdan gerekli emeğin doğanın nesnelerine uygulanması sürecinde yattığı sonucuna vardı: Bu toplumsal sürecin sonunda, insan tarafından tüketilmeye (kullanıma) uygun maddi nesneler (mallar) oluşmaktadır. Ardından Marx kullanım değeri ile değişim değerini birbiriyle ilişki içinde kavradı:
“… mal kullanım değeri ile değişim değerinin doğrudan birliğidir ve aynı zamanda da sadece başka mallarla ilişkili olarak bir maldır. Malların değişim süreci aralarındaki gerçek ilişkidir. Bu, bireylerin birbirlerinden bağımsız olarak sürdürdükleri bir toplumsal süreçtir, ama onlar burada sadece mal sahibi olarak rol alırlar… Mal bir kullanım değeridir ama aynı zamanda mal olarak bir kullanım değeri değildir. Eğer o, sahibi için bir kullanım değerinden ibaret olsaydı, yani sahibinin kendi ihtiyaçları için doğrudan bir araç olsaydı, o zaman mal olmazdı. Tersine, sahibi için bir kullanım-dışı değeridir, yani değişim değeri için bir fiziksel depodur ya da basitçe, bir değişim aracıdır. Etkin bir değişim değeri taşıyıcısı olarak kullanım değeri, bir değişim aracına dönüşür. Sahibi için mal, bir değişim değeri olduğu sürece bir kullanım değeridir. Bu yüzden malın yine de bir kullanım değerine dönüşmesi gerekmektedir… başkaları için kullanım değerine. Sahibi için kullanım değeri olmadığından, diğer mal sahipleri için kullanım değeri olmalıdır. Eğer durum bu değilse, ona harcanmış emek yararsız emektir ve sonucu da mal olmaz… Kullanım değeri olabilmesi için, malın tatmin edebileceği belirli bir ihtiyaçla karşılaşması gereklidir. Yani malların kullanım değerleri, ancak karşılıklı yer değişimiyle kullanım değerleri olurlar: Değişim aracı oldukları ellerden, tüketim malı oldukları ellere geçerler. Ancak malların evrensel yabancılaşması sonucu bunların içerdiği emek yararlı emek olur… Kullanım değeri olabilmeleri için malların tamamen yabancılaşması gerekir; değişim sürecine girmelidirler; ama değişim sadece onların değişim değeri olarak görünümleriyle ilgilenir. Bu nedenle, ancak değişim değerleri olarak gerçekleşebilirlerse kullanım değeri olarak gerçekleşebilirler.” 
Buradan Negri ve Hardt’ın ıskaladıkları en önemli meseleye ulaşırız, yani Marx’ın üzerinde titizlikle durduğu yabancılaşmaya. Yabancılaşmayı görmezden gelerek, emeğin niteliğinin değiştiğini ileri sürüyorlar. Oysa tam da yabancılaşma, Negri ve Hardt’ın yanılsamalarının merkezinde duruyor. Değişim değeri ile kullanım değerini Marx, malda edindikleri biçim yoluyla inceler. Mal aynı zamanda bir toplumsal ilişkiler kümesini ifade eder çünkü. Tarihte insanların, önce kendi emeğinin ürününe (nesneler dünyasına ve üzerinde emek uyguladıkları doğaya), ardından üretim faaliyetlerine (üretim araçları üzerindeki denetimin kaybolması) ve en sonunda da insanın insana yabancılaştığını söyler ve malda yabancılaşmanın tüm bu yönlerinin bulunduğunu belirtir. Basit bir nesne ya da “kendinde şey” olarak mal, Marx’ın analizinde yerini, basit bir el değiştirme sonucu kökten anlam değişikliğine uğrayabilen, sayısız toplumsal ilişkinin ifadesi olarak mala bırakır. Böylece mal, kendi içinde, üretildiği ve tüketildiği toplumsal durumda bulunan diğer her şeyi kapsar.
Emeği incelerken yabancılaşmayı, değişim ve kullanım değerini bir kenara bırakan yazarlar, üretken/üretken olmayan emek ayrımını da reddediyorlar. Ve üretken emeğin sabit bir nicelik değil, dinamik bir öğe ve tarihsel olarak, yani emeğin kendisini dönüştürme gayreti içindeki işçi sınıfının ücretli emeğe karşı verdiği mücadeleler tarafından belirlendiğini iddia ediyorlar. Bunun sonucunda da hem emek hem de değerin değişken unsurlar olduğu kanaatine varıyorlar. Bu konudaki tezlerini şöyle formüle etmişler:
“…emek ve değer arasındaki ilişki tek yönlü değildir. İktisadi yapıyı kültürel üst yapının kaynağı olarak koymak yeterli değildir, bu altyapı-üstyapı nosyonu terk edilmelidir. Eğer emek, değerin temeliyse, değer de eşit ölçüde emeğin temelidir. Neyin emek ya da değer-yaratıcı faaliyet sayılacağı her zaman yaşanan tarihsel, toplumsal bağlamdaki verili değerlere bağlıdır; bir başka deyişle emek, basitçe bir faaliyet, herhangi bir faaliyet olarak değil, toplumsal planda değer üretici kaynak olarak kabul edilmiş soyut bir faaliyet olarak tanımlanmalıdır.”
Emek-değer teorisinin eşit ölçüde değer-emek teorisi olarak da okunabileceğini ileri süren yazarlar, Marksizmi kalbinden vurmak niyetindeler. Çünkü emek-değer teorisi baş aşağı çevrildiğinde, emek ve değer arasındaki diyalektik ilişki ortadan kalkar; işçi sınıfının ise artık devrimci özne olduğunu söylemek kuramsal olarak anlamsızlaşır.
Negri ve Hardt da bunu yapıyor zaten. Bir çok emek pratiğinin olabileceğini savunurken, cinsel işbölümünden yola çıkan belli feminist araştırmaların geleneksel olarak kadın işi diye tanımlanan bir alanda, “hissi emek”, “esirgeyici emek” ve “akrabalık emeği” gibi farklı emek biçimlerinin çeşitli toplumsal ağları ve bizzat toplumu nasıl ürettiğini açık bir şekilde önümüze koyduklarını; bütün bunların “emek” olarak kabul edilebileceğini iddia ediyorlar.
Marksizme yönelik bir dizi saldırıdan ibaret bu paragrafı incelemeye, tarihsel bir klişeden başlayalım. “Marx alt yapının üst yapıyı mutlak olarak belirlediğini söylemiştir” gibi bir safsata, Marx’ın ölümünden hemen sonra ortalıkta dolanmaya başlamıştı. Engels yaşamının son yıllarını bu tür ipe sapa gelmez ithamlara cevap vermeye ayırdı. Bloch’a yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu:
“…tarihte nihai belirleyici unsur, gerçek yaşamın üretilmesi ve yeniden üretilmesidir. Bundan daha fazlasını ne Marx, ne de ben ileri sürmedik. Bu nedenle, eğer birisi bu sözleri çarpıtıp, iktisadi unsurların yegane belirleyici olduğunu söylerse, önermeyi anlamsız, soyut, mantıksız bir cümleye dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşitli unsurları da -sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve bunun sonuçları, yani başarılı bir savaştan sonra muzaffer sınıfın çıkardığı yasalar vb., hukuki biçimler ve hatta bütün bu mücadelelerin katılımcıların zihnindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi kurumlar ve dini düşünceler ve bunların dogmatik sistemler halinde gelişmeleri- tarihsel mücadelelerin rotasını etkiler ve bir çok durumda da biçimlerinin belirlenmesinde egemen olur…”  (Marx-Engel Mektuplaşmaları, Evrensel Basım Yayın)
Negri ve Hardt gibi daha niceleri aynı saldırı ile Marksizmin indirgemeci ve determinist olduğunu iddia ettiler. Ama bu iki yazarın kendilerinden öncekilerden şanslı oldukları muhakkak. Zira küreselleşme, üretim süreci ve yeniden üretim süreçlerini bir sis perdesinin ardına gizleyecek, ikincisinin birincisinden daha önemli hale geldiği yanılsamasını yaratacak gizemli bir perde gibi kapitalist ilişkilerin üzerini örtüyor. Böyle bir konjonktür haliyle Negri ve Hardt’ın emek üzerine sapkın fikirlerinin yeşermesi için gayet uygun bir zemin sunuyor. Burada sorun, küreselleşmenin yeni bir üretim biçimi mi yoksa yeniden üretim süreçlerini çeşitlendirmiş bir birikim rejimi mi olduğu konusunda düğümleniyor. Yazarların iddiası, kapitalizmin klasik üretim ve yeniden üretim süreçlerinin anlamını kaybettiği yönünde. Diyor ki bay Negri ve Hardt, “Emeğin dönüşüm sürecinde son yıllarda tanık olduğumuz en önemli ve genel olgu, fabrika-toplumu diye adlandırdığımız bir topluma geçiştir.” Fabrikayı emek ve üretimin mekanı ya da toplanma yeri olarak görmenin mümkün olmadığını ileri sürüyorlar. Onlara göre, emek süreçleri artık fabrikanın dışına taşmakta ve tüm toplumu kuşatmakta; dolayısıyla bir dizi Marksist ayrımın yeniden gözden geçirilmesi şart. Değiştiğini söyledikleri argümanlar ise; üretken-üretken olmayan emek, üretim ve yeniden üretim süreçleri. Postfordizm ve esnek üretim biçimini de bütün bu tezlerinin temel dayanağı yapıyorlar.
Peki neden bu ayrımların ortadan kalktığını ileri sürmekte bu kadar ısrar ediyor Negri ve Hardt? Neden kitaplarının önsözünde, emeğin bittiğini söyleyenlere ateş püskürür, çağdaş kapitalist ilişkilerin içinde emeğin her zamankinden daha büyük bir güçle büyüdüğünü vurgular, komünizm hayaliyle yanıp tutuştuklarını çekinmeden ilan ederken, dönüp dolaşıp, Marx’ın emek-değer teorisine, üretimin karakterine ve yeniden üretim süreçlerine inatla saldırıyorlar?
Dionysos’un Emeği’nde yer alan şu uzun alıntı, Negri ve Hardt’ın ulaşmaya çalıştıkları sonucu gayet net özetliyor:
“Kör bir nesnelcilik içinde bazıları kendinde canlı emeği, kendinde ve kendisi için işçi sınıfına dönüştürecek mucizevi bir güç beklemeye devam ediyorlar. Sanki bu dönüşüm gerçekliğin kendisi, bir süreç değil de mitolojik bir olaymış gibi… Kapitalist üretim fabrika duvarları arkasına hapsolmuş değildir… Bu bariz olguları farketmek, emek-değer teorisinden vazgeçmek anlamına gelmiyor; aksine, emek değer süreçlerindeki köklü dönüşümü kavrayacak bir analiz vasıtasıyla bu teorinin geçerliliğini yeniden test etmek anlamına geliyor… Yeni üretim tarzının temel özelliği, öyle anlaşılıyor ki asli üretici gücün, toplumsal emeğin genel, kapsayıcı ve niteliksel olarak üstün bir sentezi olması ölçüsünde, teknik-bilimsel emek olmasıdır… Bu bakış açısı içinde eski işçi sınıfı öznelliklerinin yerinde şimdi yeni kültürel modeller ve yeni toplumsal hareketler oluşmaktadır ve eski emek aracılığıyla özgürleşme, yerini, ücretli ve el emeğinden özgürleşmeye bırakmıştır…”

ÜRETKEN-ÜRETKEN OLMAYAN EMEK VE ÜRETİM-YENİDEN ÜRETİM SÜREÇERİ
Negri ve Hardt’ın ve daha nice burjuva ideologunun son yıllarda ortaya attıkları tezlerle çarpıttıkları kapitalist üretimin bazı gerçeklerini hatırlatmak, işçi sınıfının neden devrimci bir pozisyonu olduğunu kavramak bakımından önemlidir.
Kapitalist birikim rejimi teknolojinin yardımıyla büyük değişimler geçirdi; üretimin yeniden organizasyonu, fabrika, işyeri vb. bir çok algılayışı alt üst etti. Ama kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sistemi, içerdiği çelişkileri ortadan kaldırmaksızın, yalnızca daha da derinleştirmek ve dünya ölçeğinde yaygınlaştırmak pahasına ilerleyen bir yapıya sahiptir. Kapitalist sanayi, belirli periyotlarla birbirini takip eden döngüler temelinde nefes alıp verir. Böylece, ekonomi kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine varabilir. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmekte ve sonra, bu ekonomik döngü yine aynı temelde işlemeye devam etmektedir. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir. Önemli olan, değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde yorumlanabilmesidir.
Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda, işçi sınıfı, teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, neredeyse üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan, işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonudur.
Eğer kapitalist üretim tarzından bağımsız olarak, genel anlamda üretken emekten söz edecek olsaydık, kullanım değerlerini, yani insanların çeşitli ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri üreten emeğin üretken olduğunu söylemek mümkün olabilirdi. Ne var ki, üretken emeği yalnızca genel anlamda kullanım değerlerinin üretimi açısından ele alan bu tür bir yaklaşım, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan doğruya uygulanamaz. Çünkü, değişim değerleri üretimine dayanan ve genelleşmiş meta üretimi anlamına gelen kapitalist üretim tarzı, bu özelliği nedeniyle üretken emek ve üretken olmayan emek kavramlarını da değişikliğe uğratmıştır. Demek ki, kapitalist üretim tarzında üretken emekten söz ettiğimizde, soruna, genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği bir emek süreci olarak yaklaşmak doğru olmayacaktır. Üretken emeğin özel olarak kapitalist üretim sistemi açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak gerekir.
Kapitalist üretim sürecinin amacı, sermaye için artı-değer yaratılması, paranın ve metanın sermayeye dönüştürülmesidir. Bilindiği gibi, kapitalist üretim sürecinde, satın alınandan daha fazla emek emilir. Bu süreçte kapitalistler, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğini sahiplenirler. Sermayenin ihtiyacı, yalnızca üretim sürecine giren değeri korumak değil, onu arttırmak, artı-değer elde etmektir. Sermaye bunu, üretim sürecinde üretken emekle değişime girerek başarır. O nedenle, kapitalizmde yalnızca doğrudan sermayeye dönüştürülebilen emek üretkendir. Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek, yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak, kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli emektir. Böylece, emeğin nesnel koşullarını sermayeye ve onların sahibini de kapitaliste dönüştüren emektir; yani kendi ürününü sermaye olarak üreten emektir.
Öyleyse, sorun, genel anlamda “bir şey üretmek” değil, kapitalist üretim sürecinin niteliği açısından yaklaşıldığında, kendisine ait üretim araçlarıyla kullanım değerleri üreten ve ancak ihtiyaç fazlası ürünü değişerek kendisi için metalaştıran üretici, kapitalist anlamda üretken emekçi kapsamının dışında kalacaktır.
Kapitalist üretim tarzının üretken emeğin kapsamında yarattığı bir başka değişiklik, kafa emeğinin rolüne ilişkindir. Kapitalizm öncesi dönemlerde, örneğin ilk çağ köleci toplumunda ve orta çağın feodal toplumlarında, kafa emeği üretim sürecinin dışında, bilim, sanat ve yönetim işlerinde yer alıyorken, kapitalist gelişme yalnızca kol emeğiyle değil kafa emeğiyle de üretim sürecine doğrudan katılan işçiyi yaratmıştır.
Öte yandan, kapitalizm bilimi de sermayenin üretici gücüne dönüştürmüştür. Bilim, işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Aslında, gelişen teknoloji, üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makineler, bilimsel buluşlar vb. hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ne var ki, kapitalist gelişme, işçilerin emeklerinin ürününü sermayeye dönüştürdüğü için, toplumsal emeğin güçleri işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilmektedir. Marx’ın dediği gibi, makinede gerçekleşen bilim, işçiler için sermaye biçiminde ortaya çıkar.
Sermayenin hem üretim hem de dolaşım işlevini kapsayan kapitalist yeniden üretim süreci, ya dolaşım işlevinin de doğrudan sanayici kapitalist tarafından ya da onun yerine başka kapitalist girişimciler veya tuttuğu ücretli çalışanlar tarafından yerine getirilmesini şart koşar. Ancak Marx’ın uyardığı gibi, “Bu, hiçbir zaman dolaşımı yerine getiren kimselerle üretimi yerine getiren kimselerin birbirine karıştırılması için bir neden olamayacağı gibi, meta-sermaye ile para-sermayenin işlevlerinin, üretken sermayenin işlevleri ile karıştırılması için de bir neden değildir.”  Üretim işlevini yürütenlerin dolaşım işlevini yürütenlere bir ödemede bulunmak zorunda olduklarını belirten Marx, birbirlerine satan ve birbirlerinden satın alan kapitalistlerin, bu hareketleri ile ne değer ne de ürün yarattıklarına dikkat çeker. Bir sanayici kapitalist, dolaşım alanındaki işleri fiilen yürütmüş olsaydı yine kendisine kalacak olan kâr payından feragat ederek, işin ticari kısmını tüccara devredebilir.
Meta üretimi sisteminde, dolaşımın tıpkı üretimin kendisi kadar zorunlu olması nedeniyle, kapitalizmin, üretim ögelerine duyduğu kadar dolaşım ögelerine de ihtiyaç duyacağı açıktır.
Böylece depolama, ticaret, bankacılık, sigortacılık, reklâmcılık, muhasebe, para basımı, pazarlama, sekreterlik, vb. işinde yer alan emeğin üretken olmadığını söyleyebiliriz. Bu alanlarda istihdam edilen işgücü, işgücünün niteliği nedeniyle değil, o alanda artı-değer üretilmediği için sermaye açısından yalnızca bir maliyet unsurudur. Ancak bu kesimlerin üretken emek kapsamı içinde yer almaması, onların sömürülmediği anlamına gelmez. Fakat her iki kategori arasında temel bir fark vardır. Üretken emek kapsamına giren işçilerin, karşılığı ödenmemiş emek zamanına doğrudan doğruya artı-değer olarak el konulurken, üretken olmayan emek kapsamındakilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işgücünü satın alan kapitalistlerin, bu sayede, birinci kategorinin ürettiği artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar.
Sonuç olarak sınıf olgusu, artık-değer üretiminde ve bu artık değere el konulması sürecinde oluşan bir kimliktir. Bu yüzden burjuva ideologlarının sürekli olarak üretim tarzının değiştiğine yönelik iddialarının temelinde, sınıfların, sınıf çatışmalarının bittiğini ispat çabası dışında başka bir niyet aramak saflık olur. “Emeğin yeni dünyasını” tarif etmek adına önümüze bir dizi kapitalist manifesto koyan küreselleşme ideologları, Marx’ın teorik yönteminde boşluk bulmak için büyük “emek” harcıyorlar. Çünkü Marx kavramları, kapitalist üretimi, üretim araçlarının denetimine sahip olmayanlar açısından anlamaya yarayacak bir silah olarak kullanmıştı. Ve bu silah kapitalist dünyanın iktidar yapısına muazzam bir tehdit oluşturuyor. Oysa Negri ve Hardt aynı kavramları emeğin değiştiğini ve sermayenin devrimci dinamizmini hala kaybetmediğini göstermek amacıyla kullanmak istiyorlar. Bu halleriyle klasik burjuva iktisatçılarının dahi gerisine düştüklerinin farkındalar mı bilinmez ama, gerek İmparatorluk’ta gerekse Dionysos’un Emeği’nde komünizme dizdikleri övgülerin gerçekte timsah gözyaşları olduğu çok açık…

* Negri ve Hardt’ın kitaplarına ismini verdikleri Dionysos, Eski Yunan mitolojisinde yaşayan, canlı emeğin tanrısı olarak bilinir.

Kamunun yeniden yapılanması

Devletin yeniden yapılanması anlamına da gelebilecek bir tanımlama olarak kamunun yeniden yapılanması, devletin sosyalizasyon politikalarından, yeni-liberalizasyon politikalarına geçişi düzenleyen bir seri uyum yasaları ve kurumsal düzenlemeleri içerir. Uluslararası sermayenin yeni yönelimi olan bu politik gelişme; “yerelleşme” kapsamında, bugüne dek varolan yapıların de-santralizasyonu ile birlikte ve eşdeğerde, “yerellik” kapsamında yürütülen bir “yönetişim formülasyonu” ile; sermaye güçlerinin birleştirilmesi, etkinleştirilmesi ve denetlenmesi hedefinin alt yapısı niteliğindedir. Bu örgünün bileşenleri ve etki alanlarının, ayrılaştırılarak yürütülen adımlarından biri de, kamunun yeniden yapılanması projesidir. Diğer adımlarını, kamu bütçe reformları, kamu personel rejimi politikası, vergi projeleri ve istatistikî nüfus bölgeleri projeleri, eğitim bölgeleri, bölgesel tarım politikası, yerel yönetimler kanun tasarısında ifade edilen eyalet sistemine geçiş projeleri (bölgesel kalkınma modeli) ve teknik mevzuatlar, bilim ve teknolojide yenilikler, eğitim-kültür ve tanıtım politikaları vs. gibi pek çok alandaki atılan adımlar ve politik çalışmalar teşkil edecek olan geniş kapsamlı bir yaptırımın parçalarından biridir. Tüm alanlardaki çalışmalarda, uluslararası sermayenin etkin ve güçlü motivasyon ve yönetim mekanizmalarının devreye girdiği ve kısaca adına “doğrudan yönetim”( =direkt driver) diyebileceğimiz bir kapitalist ilişkiler ağı örgüsü ile karşılaşırız. Bu örgüde, bilgisayar, TV ve internet bağlarıyla örülü bir yönlendirmenin etkisi, önemli bir rol oynar.
Yeniden yapılanma olarak yürütülen faaliyetlerin esas hedefleri ile, kamuoyuna yansıyan ideolojik açılımları ve fonksiyonel görüntüsü arasındaki fark, çok ilginç bir gelişimle ortaya çıkmaktadır. Yerelleşme ile, kapitalist sisteme ait çıkmaza giren pek çok sorunun çözülebileceği, halka açık bir yönetim olacağı, “Almanya gibi” demokratik hakların bu sayede kazanılabileceği, herkese sosyal güvence getireceği vs. biçiminde bir yanılsama, güncel politikanın bir parçası olarak getirilen yerelleşmeden çok farklı beklentilere neden olmaktadır. Yeniden yapılanmaya ait güncel yerelleşme politikasının, pratikteki sonuçları itibariyle ortaya çıkması kaçınılmaz olan çelişkilerine karşı, halk kitlelerinin tepkisini dağıtmaya, çeşitli kanallarda bu tepkileri yaymaya ve küçültülmüş ölçeklere çekmeye yönelik bir politikanın devamı olduğu görülememektedir. Bu yanılsamaların, dikkat çeken en önemli faktörlerinden biri, kavramlar üzerinde oynanan oyunlardır.
Bu bağlamda öne çıkan tartışmalardaki anlayış açısından önem kazanan bir örnek olarak; KAMU kelimesinin iki farklı tanım ve anlamından söz edebiliriz.
Bunlardan birincisi; uluslararası ve yerli işbirlikçi sermaye çevrelerinin, dolayısıyla devlet bürokrasisinin kullandığı “kamu” kelimesinin bugünkü tanımı, devletin sadece, uluslararası sermayenin uzantısı bir takım düzenlemeleri yapmakla sınırlı kalmasını sağlayacak anlayış ve ilkeler olarak (sınırlı) tanımlanmakta ve anılmaktadır. Devlet bürokrasisi, yeni sisteme entegrasyonun gereklerini yerine getirmeyi, “kamu adına” yürüttüğünü iddia etmektedir. Bu anlamıyla, kamu ile devlet, işleyiş olarak örtüşmektedir.
İkinci tanımlamada kamu, halk anlamında kullanılmaktadır; devletin halk adına yürüttüğü politikaların, aynı zamanda halkçı politik bir anlayışla da ele alındığı bilincine (algılamaya) denk düşer. Halk arasında, devletin bugüne kadar sürdürdüğü sosyal hizmet ve üretimle ilgili kamu görevlerinin kapsamında, ele alınır. Oysa yapısal uyum programları çerçevesinde ve Kamunun Yeniden Yapılandırılması Projesi’nde, biçimsel anlamıyla da halkçı anlayışın sonuna gelinmiş, kamu alanı olarak, devletin görevi sadece, sermayenin dolaşımının önündeki engelleri kaldırmada “düzenleyici” bir rol derekesine indirilmiştir. Her politik açılımda devlet bürokrasisinin üstüne basarak söylediği “artık popülist politikaların sonuna gelinmiştir” tümcesi ile, bu, açıkça ifade edilir. Devletin denetleme işi ise, sözde “bağımsız” kuruluşlara, yani doğrudan tekellerin denetleme mekanizmalarına teslim edilecektir.
Kamunun yeniden yapılanması, genellikle eksik olarak söylenen bir tümcedir, ama herkesin anlayabileceği gibi, “kapitalizmin yeniden yapılanması” kapsamında, sermaye egemenliğinin ve dolaşımının önündeki engellerin tümüyle ortadan kaldırılmasını hedefleyen yüzlerce yasal ve kurumsal düzenlemeler demektir. Merkezi ve yerel idarelerin görev ve sorumluluklarını belirlemek üzere çıkarılan bir seri yasa ve tüzük-tebliğ ile, merkezi idarenin görevlerinin 26 bölgeye bölünerek yürütüleceği, bölge bazlı federatif bir devlet yapılanmasını hedef alınmaktadır. Böylece her bölgenin daha demokratik bir yapıya kavuşturulacağı vaaz edilmektedir. Oysa, devlet yapısının parçalanarak, her parçaya ait işleyişin yabancı sermaye karşısında daha güçsüz kalması ve onun daha kolay egemenlik sürdürmesini sağlayacak düzenlemeler, sözde bir demokratiklik kılıfı altında rekabete açık bir liberalleşme sağlayacaktır. Özerkleşme, şeffaflaşma ve denetimin tabana yayılmasının, “demokratik katılımcılık” hayalleri yayan bir platformda, daha çok baskı ve sömürü ağını pekiştiren uygulamalar olduğu gözlerden kaçırılmaktadır. Emek örgütlerinin de bu yoldan ikna edilerek, uluslararası sermayenin doğrudan hizmetine girmesini sağlayıcı düzenlemeler olarak yürütülen bu entegrasyon politikaları ve kapitalizmin “sürdürülebilir” olması tezleriyle, sistemin dışında başka bir yolun olmadığı fikrinin pekiştirilmesi ve emekçilerin böyle bir platformda tutulması sağlanır. Bu yolla, kitlelerin gözleri boyanmaya ve kapitalizmin krizlerle boğuştuğu ve artık sonunun geldiği saklanmaya çalışılır. Sivil toplum örgütleri haline dönüştürülmesi hedeflenen kitle veya meslek örgütlerinin, yerelleşme politikaları açısından işlevi ise, sistemin yeniden yapılandırılmasına yardımcı olmak, katılımcılık adına yürütülen yönetişimi yayma ve ikna etme konusunda sisteme destek verecek yapılara dönüşmektir. Emperyalist-kapitalist sistemin, krizlerden kurtulma şansı olmayan bir yola girdiği ve yeniden yapılanmanın bu süreci bir süre daha uzatmanın yol ve yöntemleri olarak karşımıza çıktığı, böylece gözardı edilecektir. Oysa, yeni sisteme özgü propagandanın ve uyumsal dönüşümlerin temelinde yatan “krizlere karşı sistemi koruma” yöntemleri ve kriz önleme merkezlerinin teorideki “sürdürülebilirlik” tezinin, yeni girişimcilik adına krizleri önleyebileceği öngörüsü, pratik yaşamda tam tersi gelişmelere tanıklık etmekte, krizler her geçen gün daha ağırlaşarak derinleşmektedir. Ama, dünya genelinde etkisi yaygın olarak göze çarpan krizden, tekel merkezlerinin daha kârlı, çevresel faktörlerin, yani gelişimlerinde bağımlılığı pekiştirilen ülke ekonomilerinin daha çok zarar göreceği bir düzenleme öngörülmektedir.
Bu öngörünün iki yoldan yerine getirilebileceği düşünülmektedir.
Bunlardan birincisi, varolan işçi sınıfına ait sosyal kazanımların ortadan kaldırılmasıyla elde edilecek azami kârlar ve bu kazanımlara daha doğrudan el koyma biçiminin örgütlendiği bir yönetim biçimiyle, krizlere karşı önlem alınabileceği tezidir. Bu tez, tümüyle büyük sermayeye aittir, ve düzenli büyümesinin önündeki en büyük engeller olarak gördüğü işçi haklarının tümünü ortadan kaldırmak istemektedir. Böyle bir entegrasyon sürecine karşı alternatif olabilecek kurum ve örgütlenmelerin, içsel dinamiklerini deformasyona uğratacak ideolojik ağırlıklı politikaları öne sürerek, işçi sınıfını sınıfsal tehdit olmaktan çıkaran önlemler almaya çalışmaktadır. Güncel politik gelişmelere etki gücüyle, kavramların bu denli öne çıkmasının ardındaki neden, sınıf bilincinin çarpıtılması ve tarihsel olguların reddi ile yaratılmaya çalışılan sanal bir dünya varsayımının, pekiştirilerek kanıksanmasına hizmettir.
İkincisi ise, üretim süreçlerinde ve endüstriyel ilişkilerde küçültülmüş ölçekli üretim teknolojisinin etkisiyle krizlerin tabana yayılması ve orada kontrol altına alınabileceği tezidir. Ki sermaye, üretimin merkez ve çevre ilişkisi içinde hızla açılacak çelişkiler makasıyla, krizin etkisini merkezden hızla çevreye yayma ve orada boğma ile sonuçlanacak bir düzenlemeye ihtiyaç duymaktadır.
Örneğin, Cocacola tekelinin ABD’ye karşı protesto eylemlerinin etkisiyle azalan kârları, yerel bir cola imalatı olan Turkca-Cola ile artırılarak, kriz durumunda da, merkez Cola tekelinin bu krizden en az zararla çıkması, kültürel yerelleşmenin politik görüntüsü içinde mümkün hale gelebilecektir. Bu amaçla reklamlarda verilen, halklar arasında kardeşliğin yayılacağı, dostluğun pekişeceği, “……-cola” adıyla dünyanın küçüleceği ve ABD-Türkiye arasındaki çıkar farkının azaldığı gibi bir görüntü ve imaj, aslında sadece Coca-Cola tekelinin kârlarının artışını veya ayakta kalma şansını sağlayabilecektir.
Sermayenin kendini daha hızlı ve etkin bir biçimde yenileyebilme imkanı için, küçülme ve esneme politikalarıyla, varolan kamu alanlarının tümünün, serbest piyasa kurallarına göre yeniden şekillenmesi ve büyük işletmeciliğin, hızla küçültülmüş ölçeğe göre esnek üretim ilişkisi içine çekilmesi gerekmektedir. Planlı ekonominin sağladığı verimlilikten, plansız ve rekabete açık serbest piyasanın plansızlığına itilerek daha kazançlı çıkacağı bir üretim teknolojisini, tüm sermaye çevreleri tercih etmektedir. Büyük sermaye için geçerli olan çıkarlar, küçültülmüş ölçekli üretim ilişkilerinin tümünde çok daha geniş ölçekte tahribat yaratma bahasına elde edilebilecek olmasına karşın, küçük ve orta ölçekli işletmelerin de çıkarına gibi gösterilmesi gerekmektedir. Bu amaçla KOBİ’leşme, Dünya Kalkınma Bankası’nın, DB’sının, AB Kalkınma Bankası, AB projelerinin vb. açtığı kredilerden yararlandırılarak, artırılmaya çalışılır. Herkese de girişimcilik ruhu, kârdan daha çok pay alabileceği bir motivasyon aşılanmaya çalışılır.
Bunun için, kamunun yeniden yapılanması, kamunun gözetildiği politikalardan tamamen vazgeçilmesi, hantallıktan çıkarak daha etkili kâr topluluklarına dönüşüm ve kârların da tekelci sermayenin denetimine gireceği düzenlemelere gidilmesi, hem mevzuatlar, yasalar ve teknolojik düzenlemelerle, hem de uluslararası birlikler eliyle yürütülen bir politik tercihtir.
++++Örgütlenme modeli olarak tercih edilen yapının temelinde; bugüne kadar çıkan veya halen tartışılan yasal-kurumsal ve teknik mevzuatlara baktığımızda, bir yandan uluslararası bölgesel örgütlenmelere gidildiği, diğer yandan ülkeler içinde de bölgesel yapılaşmaların geliştirilmeye çalışıldığı gözlenir.
Uluslararası ölçekte bölgesel birliklerin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı altında kurulmuş bulunan, DTÖ, IMF, DB, ILO, WHO, UNİDO, UNİCEF, NAFTA, APEC, ŞANGAY-6’lısı, MEDA, AB, OECD, ECO, OPEC, G-8’ler, Orta Afrika Birliği, Balkan İttifakı, IFA(Uluslar arası Ticaret Birliği),  vs. gibi bölgesel işbirlikleri temelinde yürütülen bir organizasyonel gelişimi gözlenmektedir.
Ulusal ölçekte ise; Projeci ve düzenleyici devlet yapısı olarak karşımıza çıkan yapısal değişim, kapitalizmin yeniden yapılanmasına uyum sağlamaya çalışırken, uluslar arası birliklerin projelerinden ve anlaşmalardan etkilendiği görülür. Bu gidişatta etken olan temel bazı uluslar arası anlaşmalar ve yasalara baktığımızda;
Uluslar arası anlaşmalar olarak, DTÖ’ne bağlı Hizmet Ticaret Konseyi ve DTÖ’nün alt sözleşmeleri olarak GATS, TTEK, Fikri ve Mülkiyet Haklarının Korunması, Patent ve Kota anlaşmaları, MAİ-MİGA, MEDA(Akdeniz İşbirliği Programı), AB Müktesebatı, Avrupa Katılım Ortaklığı Belgesi(KOB), AB Akreditasyon Genel Konseyi, vs. gibi güncel sözleşmelerden ve IMF, DB, OPEC, OECD, UNİDO, ECO (KEİ=Karadeniz Ekonomik İşbirliği), vs.gibi uluslar arası tekelci kuruluşların projelerine ve örgütlerine eklemlenmeden söz edebiliriz. Ki, ’65 sonrası gelişmelerin ve kurulan örgütlerin tümünde etken olan BM teşkilatı, esas itibariyle dünyaya egemen olan en büyük sermaye gruplarının çıkarlarını koruma temelinde, daha çok ABD’nin merkez, yeni bölgesel işbirliklerinin çevre olarak öngörüldüğü örgütlenmeye doğru yönelmektedir. (TKY ile ilgi yazılara bakılabilir.)
Uluslar arası anlaşmalar temelinde yürütülen Kamunun yeniden yapılanması, 1980’lerden itibaren değişime uğratılmaya çalışılan devletin yapısal değişimi, kamu personel rejimi ve yerel yönetimlerde atılacak adımlar, Dünya Bankası tarafından verilen “kamu bütçe reformlarına ait kredilendirme”de temel alınan kıstaslardır;
“… 1995 yılında Dünya Bankası’ndan alınan Kamu Mali Yönetimi Kredisi temelinde yürütülen çalışmalarla, Kamu bütçesi reformu hemen hemen tamamlanmıştır. Pilot uygulamaları yapılmış olan yeni sistem, henüz tüm kamu kesiminde uygulamaya girmemiştir.  Ki, kamu yönetimi reformu, bu bütçe ile yürütülmektedir. 1965 yılından bu yana uygulanan ‘plan program bütçe sistemi’ yerine, ‘analitik bütçe sistemi’ yada ‘fonksiyonel bütçe sistemi’ adı verilen farklı bir sistemin kuruluşu tamamlanmıştır. Yeni sistem, Maliye Bakanlığı’nın “bumko.gov.tr” adlı sitesinde yayımlanan tanıtıcı malzeme kullanılarak irdelenebilir. Ayrıca aynı bakanlık, yeni bütçe sistemini iki kitap halinde yayınlamış durumdadır……..
Günümüzde ön plana çıkan konulardan biri, gerçekleştirilmek istenen kapsamlı bir kamu personel rejimi reformudur. Ancak bu başlık, yalnızca, daha büyük bir reform dalgasının parçasıdır. Sergilenen girişimlerden biri kamu personel reformu iken, bir başka girişim daha önceden başlatılmış kamu bütçe reformu, bir başkası yerel yönetimler reformu ve nihayet sonuncusu kamu yönetimi reformudur. Bu dört girişim, bir bütün olarak devlet reformu başlığı altında toplanan ana sütunları oluşturmaktadır. ………
Kamu yönetimi reformu, genel olarak devletin yapısal örgütlenmesini değiştirmeye dönük etkinliklere verilen addır. Bu kapsamda merkezden yönetimin merkez örgütlenmesine -bakanlık yapısı, bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşları, kurullar sistemi, merkezden yönetimin taşra -bölge, il, ilçe örgütlenmesine ilişkin değişiklikler, bu parçalar arasında yetki dağılımı ile kamu yönetiminin denetim sistemine dönük hükümler yer almaktadır. Gerçekte bu alt başlıklar, 12 Eylül 1980’den bu yana çeşitli dönemlerde farklı boyutları bakımından gündeme gelmiştir. Son iki yıldan bu yana farklı olan, tüm alt başlıkların topyekün yeniden tanımlama konusu yapılması ve ortaya “kamu yönetişimi” adı verilen yeni bir yapı çıkarılması hedefidir. Kamu personel rejimi reformu, Devlet Personel Başkanlığı’nın 1993 tarihli “İlkeler Taslağı”ndan sonra , kapsamlı bir yasa tasarısına 1996 yılında konu olmuş başlıklardan biridir. Personel rejimi alanı, son birkaç yıldan bu yana sürdürülen norm kadro uygulamalarıyla fiilen kapsamlı bir müdahale alanıdır. 2003 yılı, bu konuda kapsamlı bir rejim değişikliği girişimlerinin başlatıldığı yıl olma özelliği taşımaktadır. Hem kamu yönetimi hem personel reformu, Dünya Bankası’nca açılmış 2000 tarihli ‘Ekonomik Reform Kredisi’, 2001 yılında açılmış ‘Program Amaçlı Mali ve Kamu Yönetimi Kredisi- I ve 2002 yılında açılmış II ile yönlendirilmektedir. Yerel yönetimler reformu ise, yine 1980’den bu yana gündemde yerini hep korumuştur. Ancak, yerel yönetim sistemini, yalnızca yerel yönetimler düzlemini değiştirerek değil aynı zamanda merkezi yönetimi de tanımlayarak düzenlemek, 1994 yılında başlatılmış bir çaba olarak dikkat çekmektedir. Bu çaba ikişer yıllık aralarla ortaya yasa tasarı taslakları çıkmasıyla daha sürekli bir niteliğe sahiptir denebilir. Günümüzde, 58. Hükümet imzalı beşinci bir taslak vardır. Dünya Bankası, Türkiye’ye bir “Yerel Yönetimler Reformu Kredisi” açma hazırlıkları içindedir; Avrupa Birliği fonları bu alan dönük olarak kimi projeler için harekete geçirilmiş durumdadır.(Birgül Ayman Güler-Devlette Reform)

BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI

Bir diğer taraftan idari yapılarda değişim öngörülen yerelleşme politikaları ile,
Türkiye’de, “Avrupa Konseyi Finansman Anlaşması” kapsamında, AB’nin MEDA projelendirmesi içerisinde yer alan “teknik ve danışmanlık hizmetinin, iş ve yenilik geliştirme programı”, KOBİ-NET bilgi iletişim ağının KOSGEB’ler eliyle geliştirilmesinde etken olan hizmetler,  1970’li yıllardan itibaren başlatılmış olan bölgesel yerleşim organizasyonları temelli girişimler olarak, bugüne dek sürdürülmektedir. 1970’li yıllarda başlayan bu süreçte, Birleşmiş Milletler Sanayi Kalkınma Örgütü’nün (UNIDO) desteği ile Küçük Sanayi Geliştirme Merkezi (KÜSKEM) kurulmuş, ‘83’te DB desteğiyle Küçük sanayi geliştirme teşkilatı(KÜSGET)’e dönüştürülmüş, 1990 yılında ise, Küçük ve Orta Ölçekli Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi başkanlığı (KOSGEB) adını almıştır. (Daha ayrıntılı bilgi için; Yeniden Yapılanmada KOBİ’ler: Sihirli Değneğin Sihirsizliği- Berna- Güler Müftüoğlu)
Türkiye’deki sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinin küçültülmesi, KİT ve büyük işletmeciliğin parçalanması ve küçük ölçekli hale getirilmesi için yürütülen politikaların yerel örgütlenmesinin en önemli ayaklarından birini KOSGEB’ler yürütmektedir. KOSGEB’ler, yukarda sözü edilen büyük işletmecilikten küçültülmüş ölçeğe geçiş ekonomisinin hem yönlendiricisi, hem de denetleyici ve teknolojik olarak destekleyici kuruluşlar olarak düşünülmektedir. Bugünlerde ise, bu görevlerini tam yapamadığı, KOBİ’leri yeterince denetleyemediği gözönüne alınarak, bu görevin sanayi odalarına verilmesi düşünülmektedir. (KOBİ’lerin %60-70 gibi önemli bir kısmı, ISO veya CE gibi standartlara uyumu kabul etmemeye devam etmektedir.)
TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, MESS, vs, gibi sermaye kuruluşları, 1994’ten itibaren DTÖ tarafından atanan yönetimlerin kuruluşları olan “Üst Kurullar”( BDDK, SPK, EğitimBilimÜK, YÖK-YEK, Enerji PiyasasıÜK, ŞekerPK, TütünPK,vs BTYK, UİK, TSE ve TÜRKAK), devletin ve buna bağlı olarak, kamunun yeniden yapılanmasında etkin görevler üstlenmişlerdir.
Avrupa Kalkınma bankası, Avrupa Kalkınma Ajansı’na bağlı olarak Türkiye Kalkınma Bankası ve T. Kalkınma Ajansı kurulmuş ve “AB Müktesebatına Uyum Programı” yönünde çalışmalar yürütmektedir.
Bölgesel Kalkınma Ajansları, yerelleşme politikalarının bölge temelli örgütlenmelerinde tanıtım, reklam, fuarcılık, dağıtım ve üretim organizasyonlarının yürütülmesinde proje üretim merkezleri olarak görevlendirilmiş olduğu, bunların da bölgelerin fonsiyonel yapılarının temelini hazırlayıcı fonksiyon üstlendiği görülür. Yerel ile merkez idare arasında görev ve sorumluluk bölüşümünde, tüm yetkilerin il özel idarelerine verildiği ve bunların en önemli görevlerinin başında da Özel İstatistik Bölgeleri tanımına uygun model üretimi gelmektedir. Yerel Yönetimlerin, Küçük Sanayi Sitelerinin, Organize Sanayi Bölgelerinin, Endüstri Bölgelerinin, Teknoloji Bölgelerinin, Nitelikli Özel Bölgelerin, Serbest Bölgelerinin, vs., yerleşim ve yönetim organizasyonlarını projelendirmede etkin bir rol üstlenmişlerdir. İl Özel İdareleri, bu görevlerini yürütmede Bölge Kalkınma Ajanslarının direktifleri doğrultusunda hareket ederler. (Daha geniş bilgi için, İTO yayınlarından; “Yerel/Bölgesel Ekonomik Kalkınma ve Rekabet Gücünün Artırılması; Bölgesel Kalkınma Ajansları” adlı kitaptan yararlanılabilir.)
Devletin “kaliteli hizmet üretimi” kapsamında yürütülen, kamu alanlarının düzenlenmesi görevi, bir başka taraftan da; uluslar arası tekellerin doğrudan desteği ve denetimine olanak hazırlamak üzere, eski denetim mekanizmalarını kaldırarak, yerine, tekelci denetim ve örgütleme aygıtını oturtmak üzere değişime sokulması olarak şekillenmektedir. Bu tekelci yapılaşmanın uluslar arası anlaşmalara, ABD ve AB müktesebatına uygun davranışların dışına çıktıkları ya da daha bağımsız çalışmalar yürüttükleri de göze çarpar. Örneğin, Gasprom, Cargill, Enron, her türden anlaşmaların dışında proje yürüten silah tekelleri, ilaç tekelleri, tarım tekelleri, petro-kimya tekelleri, vs……….gibi.
”Kaliteli” hizmet üretimi anlayışı olarak söylenen ile, yapılan arasındaki fark göze batmaktadır. Şöyle ki, hizmetin serbestleştirilmesi, yani piyasalaştırılması, bir anlamda özelleştirilmesine tekabül eder. Vergiyi kimin toplayacağı, bütçeyi, kalkınma planını kimin yapacağı, sağlık ve eğitim yatırımlarının veya planlamasının, üretimdeki denetimin kimin eliyle yürütüleceğinin, vs . vs. belirsiz olması anlamına gelir. Örneğin, herkes girişimci olabilir, sisteme adapte olmak koşuluyla vergi projesi üretebilir, eğitim programı ve kurumu açabilir, sağlık alanına el atabilir, vs. Örneğin; G.Antep Belediye Başkanı Celal Doğan, “Tüm eğitim, sağlık ve sosyal hizmetleri belediyelere verin, ama vergiyi de biz toplayalım” tarzında bir tartışmayı TV ekranlarında gündeme getirebilmektedir.
Oysa, kamunun yeniden yapılanma projesinde, üçlü bir yapıdan sözedilmektedir, belediyeler-devlet yönetimi(il özel idareleri)-NGO’(sivil topum örgütleri)lar. Belediyeler, yani mahalli idareler ile, il özel idareleri, yani devlet idaresi, doğrudan tekelci sermayenin güdümünde kalan alanlardır. NGO’lar ise, işçi ve emekçilerin hak ve çıkarlarını koruyan tüm örgütlerin yeniden yapılanmaya uygun olarak sisteme entegre edilmesi üzerine yürütülen bir politik manevralar alanı olarak karşımıza çıkar. Bölgesel yapılanmada, kamu hizmetlerinin bir yanını oluşturan, aynı zamanda denetim mekanizmalarında etkin olan; TMMOB, TZOB, TTB, SSK, Emekli Sandığı, Bölge Çalışma Müdürlükleri, vs gibi kuruluşlar, NGO kapsamına alınarak,  denetim görevlerinden uzaklaştırılmaya çalışılırken, sadece, kitlesini sisteme uyum sağlamak üzere ikna etmeye çalışan bir amaçla sınırlaması gerekmektedir. Çünkü denetim işi, “bağımsız” kuruluşlarca yürütülecektir.
Denetimin “bağımsız” kuruluşlarca yürütülmesi gereği, AB Müktesebatına Uyum” çerçevesinde, Avrupa Akreditasyon Konseyi’nce yürütülen çalışmalar ve 2001 tarihinde çıkan 4703 sayılı “Uygun Ürün Yasası” kapsamında kabul edilen bir denetleme projesine bağımlılıktan kaynaklanmaktadır. Ama, “denetimin bağımsızlığı”, yasada “akreditasyon kuruluşlarının her türden siyasi ve sermaye baskısından uzak olması şartı” tarzında ifade edilmektedir. Bu bağımsızlığın, ne anlama geldiği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, her tekelin kendi stratejisine uygun olan denetim sistemlerinin, personel ve bütçe politikasının olduğu, tekel yönetiminin de kendine ait yöntemler üstüne kurulduğu, tartışma götürmeyen bir gerçektir. Ki, güncel söylemde bu, “marka politikası” olarak adlandırılmaktadır. Oysa, AB üyeliğine girmek üzere motive olmakla eş anlamlı olarak algılanması istenen yerelleşme, serbestleşme, hizmet sektöründe ABD ve AB tekellerinin doğrudan denetimine ve hizmetine girmek olacaktır. Ama bu yönelişin düzenleyici rolünü üstlenerek yasal  ve stratejik bir statüye oturtulması,  devletin düzenleyici rolünün AB Müktesebatına Uyum Programıyla şekillenerek, çerçevesi çizilmektedir. Uygun Ürün yasası ile yerel hizmetlerin “denetim”inde, doğrudan AB Konseyi (Avrupa Akreditasyon Örgütü) bağlayıcı olmaktadır. Benzer bir politik gelişim; YÖK Yasası ile “Bağımsız” Üniversitelerin oluşturulacağı’nı vaazeden tezler de, aynı kapsamda ele alınan önemli basamaklardan birini teşkil eder.
Avrupa Konseyi Bölgesel ve Yerel Yönetimler Kongresi 1996 yılında Türkiye için aldığı 29 numaralı Tavsiye Kararı’nda  istediklerini net bir biçimde dile getirmiş ve yerel yönetim yasası değişiklik çalışmalarını doğrudan denetler bir konuma yerleşmiştir.  Kısacası, Dünya Bankası’nın küreselleşme ve yerelleşme ikiz güçleri ile Avrupa Konseyi’nin ademi merkeziyetçi Avrupa hedefi, Türkiye için federalist devlet örgütlenmesini davet etmektedir. Yasa ve kanun hükmünde kararnameler bu davetleri kabul etmiş görünmektedir.
(Birgül Ayman Güler)
“Hizmetin etkin olacağı” sözünden, küçültülmüş ve desantralize edilerek dağıtılmış bir hizmetin, denetim dışı kalması kaçınılmazken, uluslar arası denetim kuruluşlarına havale edilerek, bu kuruluşların gizlilik konseptinde (ticari sır), maliyetleri(fiyatları hizmet sunmada artıran, ama hizmet üretmede azaltan) düşürmekten başka amacı olmayan kalitesizliğe itileceği anlaşılmalıdır. Örneğin, tarım, orman ve turistik bölgelerin, tarihi eserlerin ve arazilerin satışına izin verilen yasalarla, ülke halkının kullanımından çıkarılması biçiminde yürütülen yasal mevzuat düzenlemeleri, gezi ve turizm hizmetlerinin ucuz ve geniş kesimlerin yararlanma olanaklarını ortadan kaldırmaya yönelik olacağı açıktır. Parçalı ve her parçası farklı fiyatlandırılmış eğitim, sağlık ve sigorta şirketlerinden yararlanacak halkın geniş kesimlerinin, sigorta güvencesiz, borçlu kalarak, yarım kalmış eğitim-sağlık hizmetleri alabilecekleri bir hizmet anlayışını kışkırttığı görülür. Mühendislik ve mimarlık hizmetleri olarak yabancı uzmanların talanına açık denetim mekanizmalarında, yerli istihdamın ucuzlatılması ve yoğun emek sömürüsüne maruz bırakılmasında, kalifiye ve düz işçiliği eşitlediği bir zeminde hizmet verimini (karı) artırarak, doğrudan sömürü mekanizması geliştirmek istenmektedir.Vs.
Kamu yönetimi yürütecek bakanlıkların, tüm görev ve yetkilerinin yeniden tanımlanması ve bir kısmının kurullara devredilmesi, devlete ait diğer kurumların tanım ve fonksiyonlarının kurallarını koyan standartların egemenliği, devleti bir işletme biçimine sokan bir anlayışla yürütülmektedir. Aynı ölçülerde, kamu hizmetleri anlamındaki düzenlemelerin, bu hizmetlerin yerel yönetimlere verilmesi olarak, değişim öngören yasalarla devletin ulusal statüsünde, bütçe, vergi veya sosyal alanlardaki tüm hizmetlerinde parçalanma sağlayacağı görülüyor.  
Bu alanlarda eski Dünya Bankası Türkiye Başkanı CHIBBER, “Dünya Bankası içinde bir “belediyeler ortak fonu” oluşturma hazırlığı içinde olduklarını; Türkiye’de belediyelerin projelerini doğrudan Dünya Bankası’na vereceklerini ve krediyi doğrudan kendilerinin sağlayacaklarını açıklamıştır.
Bu açıdan kamu reformu yasa tasarısı ile atılacak adımda, belediyeler ile mali piyasalar arasında doğrudan bağlantı kurulacak; belediyelerin merkezi bütçe ile bağlantıları kesilecektir. Küçültülmüş ölçekli yerel bir yönetim, yerel kaynaklar üzerinde tam bir egemenlik kurmak isteyen tekelci sermayenin talanına zahmetsiz ve kolayca el atabileceği, açık çiftlikler haline getirilirken, mali sermayenin içine girdiği krize de çözüm olabilir ! , diye düşünülmektedir.
Dünya Bankası yerel özerklik, vesayetten kurtulma, kısacası “demokrasi” istemektedir!
Avrupa Birliği de Türkiye’de “demokrasi” istemektedir. Bunun için daha fazla yerel özerklik, vesayet ilişkilerinin daraltılması, yerel yönetimlere vergi koyma ve vergi oranlarını belirleme yetkisi verilmesi, personel istihdamında tam serbestlik gerekmektedir. Bunlar da yeterli görülmemekte, yerel yönetimlerin topluluk din, kültür ve eğitim işlerinde daha fazla serbest irade kullanmaları gerektiği ısrarla belirtilmektedir.”(Bak; Birgül A. Güler-Devletin Yeniden yapılandırılması)

Kamu Reformu Yasası, Devletin düzenleyici rolünün yerine getiren Yerel Yönetimler Yasası, Orman Yasası, SİT Alanlarının Satışını Düzenleyen Yasa, Vergi Yasası, Hukuk Yasaları, Sermaye Piyasasını Düzenleyen Yasa, YÖK, Orman Yasası,  Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası, Organize Sanayii Geliştirme kanunu, Nitelikli Endüstri Bölgeleri kanunu, “Uygun Ürün “ yasası, Üst Kurullar Yasası, Akreditasyon Yasası, İş hukuku, SSK yasası, vs. tüm yasalar ve uyum paketleri, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (GEGP) olarak , Dünya Bankası ve AB Stratejilerinin birer parçasıdır.
Uluslar arası ve ulusal sermayeyle işbirliği projeksiyonunda atılan adımlara, halkların ve işçi-emekçi sınıfların tavrı nedir diye baktığımızda, pek iç açıcı bir manzara ile karşılaşmadığımız ortadadır. Bunun en önemli nedenlerinden ikisi üzerinde yoğunlaşmak gerekirse;
Bunlardan biri;, ABD, DB-IMF ve AB stratejistlerinin öne sürdüğü “katılımcı demokrasi” masalının ikna edici gücü ile karşılaşırız. Çünkü, GEGP’nda halkın tartışmasına açılmasını sağlayıcı projeksiyonlar içinde en çok konusu edilen mevzu, teknolojik üstünlüğe boyun eğme ile birlikte öne çıkan özgürlük ve demokrasi tanımlamalarındaki algılama ve açılımların gerçek yüzüne bakıştaki eksikliğe bağlı olarak gelişen ideolojik çarpıklıklardır.

Halkın umut olarak baktığı ve desteklediği değişimlere yaklaşımında etken olan bazı noktalara değinirsek;
1-Halk tarafından, bugüne dek kullanıla gelen sözcüklerin tanımı değişime uğratılarak, ideolojik çarpıklıklar yaratılarak, sözde “katılımcı demokrasi”ye teslim olma, bu açıdan kurumsal düzenlemelere ayak uydurma, AB’ne adaptasyonda etkili propaganda olarak karşımıza çıktığı görülüyor. Oysa teknik veya hukuksal yönetim mekanizmalarındaki hiçbir düzenleme, halkın çıkarları gözetilerek çıkarılmamakla birlikte, “müşteri memnuniyeti” projeksiyonu ile halkın çıkarına gibi gösterilebilmektedir.
2-Halk kitleleri tarafından oluşturulmuş, işçi ve emekçilere ait örgüt ve kurumların “Sivil toplum Örgütü” olarak yeniden yapılandırılması, AB Müktesebatının önemli ayaklarından birini oluşturur. Kamunun yeniden yapılanmasında, yerel demokrasi sağlayan  kurullar biçiminde yürütülen “Halk Konseyleri”, “Kalite Kurulları”, emekçilerin kandırılması ve sisteme uyum sağlamasını hedefler. Oysa, bu kurulların ve yürütülen politikaların, gerçek demokrasiyi ve bunun mücadelesini baltalamaya yönelik olduğu gözden kaçırılmaktadır.
3-Katılımcığın olabileceğine veya demokrasinin geleceğine iman eden çeşitli sol çevrelerin, AB’ye uyum programlarına destek vermesi, DİSK, KESK, TMMOB, TTB,vs. gibi işçi ve emekçi kitlelerin mesleki ve sosyal çıkarlarını korumaya yönelik kitle örgütlerinin yönetimlerinde olmalarına rağmen, “AB demokrasisi”ne uyum için tabanlarını ikna etmede önemli rol üstlenmeleri, bu örgütlerin uluslar arası sermaye ile entegre olmalarıyla, yani sivilleşmeleriyle sonuçlanmaktadır. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen gibi  işçi örgütlerinin tavrının, uluslar arası sermayeden bağımsız olması, ne ideolojik olarak, ne de politik tutum olarak düşünülmemelidir. Ama bu örgütler içinde de sermayeye karşı tutum alabilecek daha ilerici sendikaların olmasına rağmen, merkezi bürokrasisi ile bağların güçlü olması, siyasi ve ideolojik kuşatılmışlığın etkisinden kopamama ile muzdarip oldukları görülmektedir. Gelecek projelendirmesi içinde, varolan değişimler karşısında yapısal ve iç dinamiksel çözülmeye karşı mücadele gücünden uzak kalmaları, gelişim projelerine karşı tutarlı ve etkili politikalar oluşturamamaları, veya yetersiz kalmaları ile açıklanabilecek bir kaosa itilmektedirler. Ki bölgesel temelli bir örgütlenmenin gereği olarak oluşan Organize sanayi bölgeleri, vs. ve diğerleri kapsamında yürütülecek bir sendikal çalışmanın üstüne basacağı politik ayakların yerli yerine oturmadığı, bu alandaki gelişmelerin eski yapılarla sürdürmedeki sınırlılık, hem hukuksal, hem de ideolojik olarak mümkün görülmemektedir. Ama bu süreçle ilgili tartışma ortamının, emek cephesinde hemen hiç sözü edilemez ve buna ilişkin mücadelenin yürütülemez duruma gelmesi, sadece merkez yönetimlerdeki ideolojik eksiklikten kaynaklanır demek, yeni kapitalist gelişim sistematiğini ve kriz önleme merkezlerinin daha detaylı incelenmesi gereken alanlardaki yaptırımlarını gözardı etmekle de izah edilebilir.
4- Kamu alanları içinde en büyük ve etkin kuruluşlardan birisi, SSK’dır. Devlet bütçesine yakın bütçesi ve emekçiler açısından sosyal güvencesi dışında sosyal bir dayanışma kuruluşu olması ile emeğin korunmasında ve eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesinde temel örgütlerden biridir. Benzer biçimde Emekli Sandığı ve Bağ-kur gibi örgütlerin SSK ile birleştirilerek libere edilmeye çalışılacağı ve şirket olarak işlem göreceği bir süreç, yerelleşme ile başlayan dağılma sürecini hızlandıracaktır. Ama kitlesel tepkileri gözardı ederek hayata geçirilmesi mümkün görülmeyen bir alan olan sosyal güvenlik kuruluşlarındaki yapısal değişim, daha temkinli adımlarla yürütülecek bir çalışmanın sonucu, tasfiyeye uğrayacaktır. Hükümetin ve IMF’nin 5. Gözden geçirme sürecinin en önemli unsurlarından biri olan SSK yasasına ilişkin bir tartışma, emek cephesinde henüz görülmemektedir. Oysa, SSK hastaneleri ile devlet hastanelerinin aynı işleyişte birleştirilmesi bu tasfiyenin ilk adımlarını oluşturmaktadır. Bir yanıyla da sigorta borçları affı veya sigortadan muaf bölgelerin desteklenmesi, Bağ-Kur yasasında öngörülen kayıt serbestisi, SSK-Bağ-Kur’un birleştirilmesi, vs. gibi gelişmelerin, yeni bir sigortacılık anlayışının önünü açarak, özel sigortacılığı geliştirmeye yönelik olduğu gözlenebilir. Ama diğer yandan, işçi ve emekçilerin de sigorta güvencesinin sağladığı yararların farkında olmadığı ve bu gelişmeyi, daha fazla ücret veya kar elde etmenin bir yolu olarak destekledikleri görülür. Özellikle KOBİ bölgelerinde, kayıtsızlığın teşvik edildiği bir yasa olarak ortaya çıkan sigorta veya bağ-kur affı, hem KOBİ işvereninin, hem de işçisinin aleyhine gelişecek bir yaptırım olacaktır. Karlı çıkan ise, uluslar arası büyük sigorta, sağlık ve ilaç tekelleri olacaktır.
5-ABD ve “AB demokrasisi”ne uyumla geçirilen bir süreçte sendikalara, derneklere veya odalara üye olmanın da altı, bu sürece bağlı olarak boşaltılmaktadır. Örneğin, GATS anlaşmalarına göre,  TMMOB’ye üye olma serbestisi, işletmelerde yabancı uzman bulundurma serbestisi, oda sicil kayıtlarının tutulmama serbestisi, SMM(serbest mühendis-mimar)’lere denetim yaptırmama serbestisi, vs, bilumum serbestleşme, DTÖ’ye uyum ile getirilen güncel sorunlardır. Buradaki serbestleşmeden, liberalleşme ya da keyfiyet anlaşılmalıdır. Bu keyfiyete benzer biçimde, dünya bankasının keyfine uygun olarak, aynı zamanda sendika ve odaların işlevsizleştirilmesini hedeflemektedir. Ya da entegrasyona girmesi koşulunu dayatır ki, bir yarı kamu kuruluşu olmakla birlikte aynı zamanda mesleki kitle örgütü olan TTB, TZOB, TMMOB’ gibi kamu örgütlerini de, parçalanarak dağılmaya mahkum bırakır.
İkincisi ise; emek mücadelesinde parçalanma ve dağılma biçiminde tezahür eden  ideolojik ayrımların önemli bir kısmı, ABD sermayesi ile AB sermayesinin “demokrasi” kapsamında öne sürdüğü yanıltıcı kriterler ve politikalar arasında süren tartışmalar biçimindedir. ABD, tüm dünya halkları ve dolayısıyla Türkiye halkı tarafından teşhir olan bir güçtür. Ama AB, halen devrimci-demokrat çevreler açısından “içinde yer alınması gereken yeni ve demokrat bir güçtür ve desteklenmelidir” diye düşünülmektedir.. En azından TV ekranlarına yansıyan yanıyla, “halkın %75’i AB’den yanadır ve GEGP’nı bu açıdan desteklemektedir” şeklinde yürütülen propagandanın etkisiyle de bu ayrım pekiştirilmektedir. Çünkü değişen dünyanın yüzü, “AB Demokrasisi” ile “yenilikler” getirecek bir umut yaymaktadır. Bu umuda yönelen ve beklenti içine sokulan halkın, örgütsüzlüğünün yanısıra, varolan örgütsel yapılarında da parçalanma ve ayrım yaratan çelişki, ABD-AB ayrımında varlığını sürdürmektedir.
Oysa, AB üyeliğine girmek adına yürütülen çalışmaların sonucu, sermayeye daha çok bağımlılık içine çekilerek ABD egemenliğine kayıtsız şartsız teslim olmakla sonuçlanacağı açıkça gözler önüne serilmelidir. Çünkü yapılan düzenlemeler sürecinde, üretim ve hizmet sektörlerine egemen olan kuruluşlar, daha çok güçlü ABD menşe’li tekeller olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla AB’ye “evet” diyenler, aslında ABD’ye “evet” demiş oluyorlar. Ve yerelleşme politikalarındaki demokratik mücadele alanında, AB’ye uyumu savunanlar ve ABD’ye karşı çıkanlar ile her ikisine de karşı olanlar arasındaki çelişki, en derin bir içerikle, iç mücadele biçiminde sürdürülmeye devam edecek görülüyor. Çünkü, henüz yerelleşmenin kapsamı, devlet bürokrasisi ve kitle örgütlerince yeterince anlaşılabilmiş değildir.

Semra Çaralan-20 Temmuz 2003-Kimya Mühendisi

emeğin üretkenliği ve ücretler

I.
emeğin üretkenliği ve ücretler
AHMET CENGİZ

Günlük yaşamda işçinin “emeğinin karşılığı”nı almasından, genellikle, geçimini sağlayabileceği bir ücreti alması anlaşılır. “İşçinin sömürülmesi” olayı da, yanlış olarak; işçinin “emeğinin karşılığı” olarak görülemeyeceği, geçimini sağlayamayacağı bir ücretin ödenmesi şeklinde algılanır. “Adil ücret”, “eşit ücret” vb. istem ve formülasyonlar, bu tür algılanmalardan kaynaklanan düşüncelerdir.
Oysa, “şeylerin yalnızca aldatıcı görünümlerini yakalayan günlük deneyime” dayanılarak oluşmuş bulunan bu tür gözlem ve düşünceler, bilimsel gerçek ile örtüşmemektedir. Karl Marx’ın artı-değer teorisi sayesinde biliyoruz ki, işçinin ücret olarak aldığı, emeğinin değil, emek-gücünün değeri ya da bunun parasal ifadesi olan fiyatıdır. Dolayısıyla, sömürü olayı da, ücretin, emek-gücünün gerçek değerinin altında ya da üstünde olmasına rağmen gerçekleşen bir olaydır. Sömürü; işçinin, emek-gücünün değeri karşılığında bir ücreti alması koşullarında, daha doğrusu, buna rağmen gerçekleşen ve esas olarak karşılığı ödenmeden kapitaliste çalışmasıyla (artı-emek) cereyan eden bir husustur.  Görüntüde ama, emeğin bütünü, ödenmiş emek gibi görünür. “İşte bu yanlış görünümdür ki” der Marx, “ücretli emeği emeğin öteki tarihsel biçimlerinden ayırt eder. Ücretlilik sistemi temeli üzerinde, ödenmemiş emek bile, ödenmiş emek gibi görünür. Kölelikte ise durum tam tersinedir: emeğinin ödenmiş bölümü bile ödenmemiş emek gibi görünür.”
Demek oluyor ki, işçiler, nispeten rahat geçinebilecekleri bir ücreti alsalar dahi, sömürülmekten kurtulmuş olmuyorlar. Fakat, sınıf bilincine erişmemiş işçi bunu böyle algılamamaktadır. Kapitalistler de, ideologları da, sömürü olayını reddettiklerinde, hep bu yanılsamayı kendilerine dayanak yapmaktadırlar. Derler ki, işçi çalışıyorsa, harcadığı emeğin karşılığı olarak da ücretini almaktadır! Vurgulamak gerekir ki, bu yanılsama ve ona dayanılarak geliştirilen demagojiler, özellikle işsizliğin yüksek olmadığı ve geçim koşullarının az çok rahat olduğu dönemlerde, işçi kitleleri üzerinde küçümsenemez bir etki yapmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, özellikle sosyalizmin işçiler arasında yaygınlaşmasını kırmak amacıyla gündeme gelen “sosyal devlet” politikalarında, bu yanılsamayı pekiştirmek için hiç şüphesiz özel bir çaba sarf edilmiştir.
Fakat bizi burada asıl olarak ilgilendiren, ücret konusunun başka bir yönüdür: İş süresiyle ilgili yazımızda da  ortaya koymaya çalıştığımız gibi, başta emeğin üretkenliği olmak üzere, toplumsal üretken güçlerde devasa boyutlarda bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Gördük ki, bu gelişme; işsizlik gibi toplumu kemiren bir sorunla mücadelenin yanı sıra, işçilerin entelektüel ve sosyal-toplumsal gereksinmelerini karşılamak için, genel olarak iş sürelerinin ve işgününün kısaltılmasını dayatmaktadır.
Peki, üretici güçlerdeki gelişme, iş süresiyle ilgili belirtilen adımları zorunlu kılarken, işçilerin ücretleri açısından ne gibi sonuçları doğurmaktadır?
Bilindiği gibi, emek-gücünün değeri, “biri salt fiziksel, ötekisi ise tarihsel ya da toplumsal olan iki öğeden” oluşmaktadır. Fiziksel öğe, emek-gücünün değerinin “en uç sınırını” belirler. Geleneksel yaşam düzeyi olarak da ifade edilen tarihsel ya da toplumsal öğe ise, “artabilir ya da azalabilir, büsbütün ortadan kalkabilir, öyle ki geriye fiziksel sınırdan başka bir şey kalmaz”. Başka bir deyişle, emek-gücünün değerini, sabit değil, “değişken bir büyüklük” olarak kavramamız gerekmektedir. Bu yönüyle; işgününün süresi olduğu gibi, emek-gücünün değeri ve fiyatı sorunu da, “sermaye ile emek arasındaki kesintisiz mücadele tarafından”, bunların “karşılıklı güçler dengesi” tarafından belirlenmektedir.
Öncesi bir yana, yalnızca İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme baktığımızda, bu tespitin doğrulandığını görürüz. Nitekim, 1940’lı yılların ortalarından 70’li yılların sonlarına kadarki dönemi (bazı ülkelerde bu 80’li yılların ilk çeyreğine kadar uzanır), kapitalistlerin “durmadan ücretleri fiziksel asgariye düşürme” çabalarına büyük darbeler indirildiği bir dönem olarak değerlendirebiliriz. Sermaye ile emek arasındaki güçler dengesinde işçi sınıfı ve emekçi halklar lehine önemli değişikliklerin olduğu bu süreçte, yalnızca işgününde kısalmalar yaşanmadı, aynı zamanda, başta ücret artışları olmak üzere, işçi ve emekçi sınıfların genel olarak yaşam düzeylerinde gözle görülür bir iyileşme ve gelişme kaydedildi.
Bilindiği gibi, kapitalist üretim tarzı; kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, “üretim araçlarının toplanmasını”, “her ayrı üretim süreci içindeki elbirliğini, işbölümünü, toplum tarafından doğa güçlerinin denetim altına alınmasını ve üretken biçimde kullanılmasını ve toplumsal üretken güçlerin gelişmesini” bir zorunluluk haline getirmektedir. Bu genel zorunluluk, yani üretici güçleri geliştirmek, sosyalizme karşı mücadele eden bir burjuvazi için bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti. Fakat, üretici güçler genel olarak gelişiyorsa, onun en önemli unsuru ve öznesi olarak işçi sınıfı da gelişiyor demektir. Gereksinmelerdeki çeşitlilik ve genişleme de, başta üretici güçlerdeki gelişme olmak üzere, genel olarak kapitalizmin gelişmesinin bir sonucudur, ve aynı zamanda, üretim kâr amacıyla yapılıyor olsa da, bir nedenidir. 
O halde, İkinci Dünya Savaşı sonrası süreci, farklı bir yönünü vurgulamak üzere, şu şekilde de ifade edebiliriz: İnsanların gereksinmeleri, “içinde yaşadıkları ve içinde yetiştirilmiş oldukları toplumsal koşullardan” doğduğundan, bu süreç, aynı zamanda, işçi ve emekçilerin “toplumsal gereksinmeleri”nin öncesine göre daha çok büyüdüğü, çeşitlenip genişlediği bir süreç olmuştur.
Burjuva ideologları, işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddetmek için, ‘proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri vardır’ diyerek, işçilerin artık özel otomobil sahibi oldukları, öncesine göre lüks sayılabilecek tüketim maddelerini, dayanıklı beyaz eşyaları kullandıkları vb. göstergeleri ileri sürerler. İlginçtir ki, burjuva propagandasında prim yapan bu argümanlar; işçinin ücretinin, genişleyen gereksinmelerini de kapsayan bir düzeyde olması gerektiği sorununa geldiğinde, pek çabuk unutulabilmektedir! Kaldı ki; insanların gereksinim ve zevkleri toplumdan kaynaklandığından, bunların ölçütü de, ancak, “toplumsal gelişmenin düzeyi” olabilir; dolayısıyla, bu gereksinim ve zevkler, “tatmin edildikleri nesnelerle ölçülemez”.
Öte yandan ama vurgulamak gerekir ki, burjuva kafasının işçi sınıfına karşı kullandığı bu tür argümanlar, aslında kendisini zora sokan olgular üzerinden yükselmektedir. 19. yüzyıl proleterleri ile bugünkü işçileri bir kıyaslayalım bakalım.
19. yüzyıl işçi sınıfı, hemen hemen bütünüyle basit fiziki emek harcayan işçilerden meydana gelmekteydi. İşçiler arasında okuma yazma oranı çok düşüktü, vasıflı işçi sayısı çok azdı… Sözü uzatmadan söyleyecek olursak; işçilerin emeklerinin niteliği ile genel eğitim düzeyleri arasında belirgin bir orantısızlık görülmüyordu.
Peki, bu bakımdan bugünkü durum nedir? Günümüz ileri kapitalist ülkelerindeki modern işçi sınıfı; entelektüel bakımdan gelişmiş, teknik eğitimi olduğu gibi, genel eğitim ve kültür düzeyi kıyaslanamayacak boyutlarda yükselmiş, sosyal bakımdan ufku genişlemiş, çağdaş bilimsel ve teknik bilgilerle tanışmış işçilerden meydana gelmektedir. Ama yalnızca eğitim ve bilgi düzeyi bakımdan değil, aynı zamanda işçinin yaşantısının kendisinde ve ögelerinde bir zenginleşme, yani yaşam düzeyi ve koşullarında (oturduğu konuttan giyim kuşamına kadar) bir iyileşme gerçekleşmiştir. Bunlar, işçilerin tüketim alışkanlıkları ve nesnelerini değiştirdiği gibi, zevklerini ve estetik duyularını da geliştirmiştir. 
Buna karşılık; işçinin genel-teknik eğitim ve kültür düzeyi ile, emek-sürecinde üstlendiği somut rol ve pratikte icra ettiği iş arasında (“grup çalışması” ekseninde geliştirilen “birlikte belirleme ve yönetme” demagojilerini bir tarafa bıraktığımızda ) gözardı edilemez ve giderek büyüyen bir orantısızlık meydana gelmiş bulunmaktadır. Buradaki orantısızlığı, belki de en bariz şekilde hareketli bant üretiminde (seri üretim) çalışan işçinin konumu yansıtmaktadır: İşçinin genel eğitim ve kültür düzeyi ile (ki artan oranda da mesleki eğitim sahibi işçiler bantta çalışmaktadır), bantta harcadığı emeğin niteliği arasında derin bir çelişki bulunmaktadır.
Burada karşımıza çıkan çelişki; emek-gücünün sahibi olan işçinin gelişkin bir toplumsal varlık olma niteliğiyle, onun emek-gücünün meta olması arasındaki çelişkidir. Kapitalist, bir yandan bir meta olarak emek-gücünün değerini düşürmek (yani işçinin kendisini olabildiğince ucuzlatmak) üzere emeğin üretkenliğini  artırır, ama bunu bu yoldan yaptığı ve başardığı oranda da, ister istemez bu metayı satan işçinin doğrudan ve dolaylı yoldan vasıflarını, entelektüel dünyasını ve toplumsal gereksinmelerini genişletir. Bu gelişme ise, emek-sürecinde bu sefer; tek düze, monoton, muhtevasız ve parçalı-bütünlüksüz işin, işçinin giderek artan kültür ve eğitim düzeyi ile çelişmesine neden olur. Hiç şüphesiz, bu çelişki; açık dayatma ve emire, iş aşamalarının parçalanması ve işçinin yalıtılmasına dayanan “Fordist” ve “Taylorist” yöntemlerinin artık hiç kimse tarafından inkar edilmeyen iflasına yol açan temel nedenlerden birisidir.
Fakat açıktır ki, işçi sınıfının eğitim ve kültürel düzey bakımdan gelişmesinin beraberinde getirdiği çelişkiler, emek-sürecinde sözü edilen “sorunlar”la sınırlı değil. Emek-sürecindeki bu orantısızlığa, işçinin toplumsal yaşamındaki orantısızlık tekabül eder. Başka bir deyişle, genel olarak toplumsal gereksinmelerdeki artış ile, işçi kitlelerin somut yaşam düzeyi arasında bir orantısızlık belirir.
Örneğin, bugün işçilerin aldıkları ücret, genişleyen gereksinmelerini karşılamak şöyle dursun, birçok gereksinmelerini sınırlamak koşuluyla, aybaşını getirmeye zar zor yetmektedir (Almanya’da işçilerin %30’u aybaşını getirememektedir, öte yandan bir kısmı da çalışmasına rağmen giderek borçlanmaktadır.) Nitekim, ileri kapitalist ülkelerde 70’li yılların sonları ile 80’li yılları başından itibaren, işçilerin reel ücretlerinde giderek belirginleşen bir düşüş yaşanmaktadır.  Giderek kuvvetlenen bu düşüş eğrisi, bugün hızlanarak sürmektedir. Başka bir deyişle, sermaye ile emek arasındaki uluslararası güç dengesinin sermayenin lehine değişmesiyle birlikte, belirtilen tarihlerde başlayan ve bugün artık olumsuz sonuçlarıyla kendisini açıktan gösteren genel bir süreçle; ücretlerin yeniden fiziksel asgariye  doğru düşürülmesi süreciyle yüz yüzeyiz. (Bugün böyle bir süreçten söz etmekle, öncesinde sermayenin böyle bir çaba içinde olmadığını söylemiş olmuyoruz. Bu çabalar var olmasına rağmen; ileri kapitalist ülkeler işçi sınıfının, mücadelesiyle bunları geri püskürtmüş olup, genel bir süreç haline gelmesini engelleyebilmiş olmasını belirtmiş oluyoruz.)
Bugün sermayenin ve devletinin ekonomik ve sosyal saldırıları, işçilerin genişlemiş bulunan gereksinmelerinin yeniden daraltılmasından ve bu özelliğiyle, aslında işçilerin emek-gücünün verili değerinin altına düşürülmesinden başka bir anlama gelmiyor. Toplumsal açıdan bakıldığında da, bu kuşkusuz, “uygarlık düzeyi”nin ilerletilmesine değil, daha geri bir noktaya çekilmesine tekabül etmektedir. Sermaye ve hükümetleri, işçilerin fiziksel gereksinmeleri ötesindeki “ikinci bir doğa haline gelen, tarihsel olarak gelişmiş toplumsal gereksinmeler”ini  daraltarak, genel olarak emek-gücünün yeniden üretim giderlerini sınırlamak, böylelikle de emeği olabildiğince ucuzlatmakla; bir yandan düşme eğilimindeki kâr oranlarını artırmayı, diğer yandan uluslararası rekabetteki mevzilerini daha da güçlendirmeyi hedefliyor.
Neticede, sorun gelip şu noktada düğümleniyor: Modern işçi sınıfı; sermayenin; işçinin, emek-gücünün yeniden üretiminde asgarisiyle yetinmesi; sağlıksız ve ihtiyaçlarının gerisindeki konutlarda oturması, daha kötü beslenmesi, daha sağlıksız yaşaması ve sağlığını korumak için daha az hizmet alması, çocuklarının eğitiminin düzeyinin düşürülmesi, sosyal-kültürel yaşantısının daraltılması vb. dayatmalarını sineye çekecek mi; yoksa gereksinmeleri gelişen, çeşitlenen ve genişleyen insanlar olarak işçilerin, başta emeğin üretkenliğinin artması olmak üzere, üretici güçlerin gelişmesinin bu gereksinmeleri karşılamak için sunduğu muazzam olanakları, işçi ve emekçi kitlelerin yararına kullanılmasının mücadelesini verecek mi? Besbelli ki, ücret sorunun bu çerçevede ele alınışı, işçinin mevcut alım gücünün korunması veya enflasyon artışı oranında zam talep etmesi ve/veya bir önceki yıla göre olan üretkenlik artışının esas alınması ötesinde duran bir perspektifi gerekli kılmaktadır. “Gerekli geçim araçları”, bir bütün olarak gelişmiş ve genişlemiştir; dolayısıyla bu olgu esas alınmak ve ücret mücadelelerinde vazgeçilmez bir kriter olarak değerlendirilmek durumundadır.  Aksi durumda, işçi sınıfı emek-gücünün değerini koruyamayacak, giderek daha geri ve sefil bir yaşama itilecektir.
Demek oluyor ki, işçinin yalnızca daha çok serbest zamana ihtiyacı yok, aynı şekilde bu zamanı, insani gelişiminin mekanı olarak değerlendirebilmesi için, gerekli maddi araç ve olanaklara kavuşması gerekmektedir. Bilimsel-teknik devrimin, emeğin üretkenliğinin, kısacası üretici güçlerin gelişmesinin ulaştığı düzey ve bunun beraberinde getirdiği olanak ve potansiyeller, bu maddi araç ve imkanlar için yeterli, hatta fazladan bir kaynak sunmaktadır.
II.
Ücretlerin tarihsel gelişimi
Nasıl ki, emeğin toplumsal üretkenliğindeki artış, kapitalizmde, otomatikman işgününün kısalmasını beraberinde getirmiyorsa, aynı şekilde, toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanın artan üretkenlik nedeniyle kısalmış olması da, tekelci kapitalizm koşullarında, emek-gücünün yeniden üretimi için gereksinim duyduğu ürünlerin fiyatlarının doğrudan ucuzlamasına yol açmamaktadır. Gerekli emek-zamanının -genelde üretici güçlerin gelişmesi, özelde emeğin toplumsal üretkenliğinin katlanarak artması sonucunda- oldukça kısalmış olması gerçeğiyle; tekel fiyatı olgusu  arasındaki ters orantılı ilişki, yalnızca gerekli emek-zamanının azalmasından kazanılan zamanın artı-emek zamanına çevrilmesiyle işçinin emek-gücü ve yaşamının heder edilmesinin boyutunu göstermekle kalmıyor; bu ters orantılı ilişki, aynı zamanda, bir avuç tekelin, işçi kitleleriyle emekçi halkları insanlığın toplumsal üretkenliğinin nimetlerinden nasıl mahrum bıraktığını ; tekelci küçük bir zümrenin tüm toplumu (alt ve orta sınıfları) ne kadar yoğun sömürdüğü ve çarptığını, dünya halklarını nasıl pervasızca yağmaladığını gözler önüne seriyor. Bu yönüyle tekel fiyatları, aynı zamanda, emeğin bugünkü üretkenlik derecesini gizleyen bir örtüdür hiç şüphesiz.

Bir kıyaslama
Fiyatlar ile ücretlerin gelişim doğrultusuna bir göz atalım. İngiliz Marksist iktisatçısı Maurice Dobb “Ücret” adlı kitabında, İngiltere’de meta fiyatlarının 1800 ile 1900 yılları arasında (yani kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde) genel olarak yarı yarıya düştüğüne dikkat çekiyor: Fiyatlar, “1848’e kadar düştü, 1860’a kadar ise yüzde 14 arttıktan sonra, 1870’den 1890’lı yılların ortalarına kadar yeniden yaklaşık yüzde 25 geriledi.”  Dobb, bu kıyaslamayı, Dr. Bowley’in 19. yüzyıldaki nominal ücretlerin (“para ücreti”) gelişimiyle ilgili oluşturduğu endeks rakamlarının reel ücretler açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak için yapmaktadır. Dr. Bowley’in İngiltere için hesapladığı nominal ücret endeksi ise şöyledir:

1800-1810            55-65
1820-1830            65
1840-1850            60
1860-1870            75
1870-1880            95
1880-1890            90
1890-1899                 100

Nominal ücret artışlarıyla meta fiyatlarını kıyasladıktan sonra Dobb şu sonuca ulaşıyor: “Reel ücretler yüzyıl boyunca üçe hatta dörde katlanmış gibi gözüküyor. Reel ücretlerin bu artışı, yüzyıl dönemecinde noktalanıyor ve 1900’lardan sonra, fiyatlar 1896 ile 1914 yılları arasında yeniden yükseldiğinden, düşme eğilimine giriyor. Nominal ücretler, gerçi Birinci Dünya Savaşı’na kadarki 17-18 yıllık sürede bir artış gösteriyor, ancak bu, fiyatların gerisinde kalıyor.” 
Bilindiği gibi, ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı; Ekim Devrimi, emek-sermaye arasındaki güç dengesindeki değişiklikler vb. etkenler sonucunda, reel ücretlerdeki kaybını, Birinci Dünya Savaşı sonrasında belirli ölçülerde yeniden telafi edebildi. Ancak, bu “kazanımlar” fazla sürmedi: 20’li yılların rasyonalleşme dalgası, emeğin üretkenliğindeki artışlar, onunla beraber ve onu izleyen emek yoğunluğundaki büyüme, ardından; Almanya’daki bir matbaa işçisinin 1920 yılında 244,60 Rayş Markı olan nominal ücretini, üç yıl sonra, yani 1923’de, 14 milyon 958 bin Rayş Markına “sıçratan” büyük enflasyon dalgası, 1929 buhranı, işsizler ordusunun büyümesi, faşizm, dünya savaşı… İki dünya savaşı arası dönem için genel olarak şu söylenebilir ki, işçi sınıfı, verdiği mücadelelerle ekonomik alandaki kayıplarını, kısmi kazanımlara rağmen, esasta telafi edememiştir. Örneğin 1938 yılında, ABD’de, “dört kişilik bir işçi ailesinin asgari geçim indirimi” yılda 2177 dolar olarak hesaplanırken, aynı yılda bir sanayi işçisinin yıllık ortalama ücreti 1176 doları ancak bulmaktaydı. İngiltere’de ise, 1937 yılında, “ortalama bir işçi ailesi için haftada, son derece düşük olan 55 şilinlik bir asgari geçim indirimi” hesaplanırken, “kömür işçilerinin % 80’i, ekstraktif sanayi (kömür madenleri hariç) işçilerinin % 75’i ve belediye işçilerinin % 57’si bu asgari geçim indiriminin altında kazanıyordu.”
İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme geçmeden önce belki şu olguyu eklemek gerekir ki, inişler ve çıkışlar içerse de, geçim masrafları, tekelci kapitalizmde söz konusu döneme kadar genel olarak bir yükseliş eğrisi çizmiştir. (Ücretler ise, genel olarak bu yükseliş karşısında zorlanmıştır.) Rayş Almanyası’ndaki geçim masraflarını yansıtan aşağıdaki endeks  bunu çarpıcı bir biçimde göstermektedir:

1900 = 100
Yıl            Endeks
1870 – 1879          97
1880 – 1889          94
1890 – 1899          97
1900 – 1909        107
1910 – 1914*        127
1924 – 1932        172
1932 **        157
1933 – 1939*        162
___________________________
* 1. Yarım yıl
** Krizin dibe vurduğu nokta

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem
Hiç şüphesiz, 1950-1980 arası dönem, ileri kapitalist ülke işçileri ve emekçileri açısından düz bir eğri çizerek, sürekli iyileşme ve refah artışı olarak yaşanmadı. Bu dönemde işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı pek çok ağır saldırı olduğu gibi, bir çok çetin mücadeleler de yaşandı.  Başka bir deyişle, bu dönemde ileri kapitalist ülke işçilerinin ücretleri ve yaşam düzeylerinde genel olarak bir artış ve iyileşmenin yaşandığı göz ardı edilemez bir gerçekse, bu, tam da bu mücadelelerin ve emek ile sermaye (kapitalizm ile sosyalizm) arasındaki uluslararası güç dengesinin bir sonucuydu. Aşağıda aktardığımız reel ücretlerle ilgili endeks, bu gelişmeyi somut bir şekilde göstermektedir:
“Reel ücretlerin gelişimi
(1950-1960; 1960-1970 ve 1970-1980* arası dönemler endeksi)

Yıl             ABD            Japonya            Almanya            Fransa           İngiltere           İtalya                

I. Dönem
1950          100,0        100,0              100,0               100,0               100,0              100,0
1955          115,0        134,1              129,0               132,6               112,1              103,9
1960          123,3        168,3              161,7               147,8               130,1              118,8

II. Dönem
1960          100,0        100,0              100,0              100,0                100,0              100,0
1965          112,4        119,1              135,9              125,2                111,9              130,9
1970          115,9        180,3              171,4              157,4                124,9              177,6

III. Dönem
1970          100,0        100,0              100,0              100,0                100,0              100,0
1971          101,8        108,3              104,6              105,1                100,8              106,8
1972          106,0        119,8              107,1              111,2                109,0              110,3
1973          106,0        130,6              110,9              123,7                114,0              122,5
1974          101,6        132,9              112,1              129,3                116,8              123,4
1975            98,5        135,8              111,4              135,7                115,2               135,1
1976            99,9        140,4              116,1              142,3                110,7               139,7
1977          101,0        142,5              120,1              147,2                104,4               150,4
1978          101,3        147,2              123,3              151,8                104,3               156,2
1979            98,3        151,8              128,4              157,5                 107,0              181,6
1980**         97,1        208,5              129,4              168,9                 113,0              215,9
___________________________________________________________________________
* Hesaplamalar şuna dayanıyor: ABD ve F. Almanya için haftalık ücretler, İtalya ve Fransa için saat ücretleri, Japonya için aylık ücretler, İngiltere için erkek işçilerin haftalık ücretleri.
** Veriler yılın IV. çeyreği için.” 

Açıktır ki, reel ücretlerdeki bu genel artış, salt nominal ücretlerin artışından kaynaklanmadı. İşçilerin alım gücünü artıran ve emek-gücünün yeniden üretim giderlerini kısmen ucuzlatan, kısmen de “sosyal devlet” tarafınca üstlenilmesinden kaynaklanan bir dizi sosyal hak ve hizmeti, bu artışı etkileyen faktörler arasında saymak gerekir. Öte yandan; sermayenin emek-gücünün fiyatını düşürmesinde önemli bir etken olan işsizliğin bugüne göre oldukça düşük olması (F. Almanya’da örneğin işsizlik oranı 1970’de yüzde 0,7; Japonya’da yüzde 1,2 veya Fransa’da yüzde 1,3 idi); ekonomik gelişme temposunun yüksek olması (1949-1973 yılları arasında kapitalist ülkelerdeki sınai üretimin yıllık artış ortalaması yüzde 5,8 oranındaydı – bazı ülkelerde daha da yüksekti: Japonya % 15,2; F. Almanya % 9,1 ve İtalya’da % 7,8 idi. Bu oran, 1920-1937 yılları arasında kapitalist ülkelerde % 3,9’du ancak ) ya da ulusal gelirdeki bütçe payını artıran devletin, ulusal gelirin dağılımında “sosyal barışı” gözeten ve şüphesiz emek cephesinin örgütlülüğü ve gücünü de dikkate almak zorunda olan bir ekonomi ve sosyal politikayı izlemesi; dahası, sosyal yardımdan sağlık hizmetine, eğitimden sosyal konut yapımına kadar, nispeten ileri bir “sosyal altyapı”nın oluşturulması vb. vb. gelişmeleri, reel ücretlerin gelişim seyrinden ayrı düşünmemek gerekir kuşkusuz…    
“Kapitalist üretimin genel eğilimi”, der Marx, “ücretlerin ortalama standardını yükseltmek değil, düşürmek yolundadır.”  Bu eğilime dikkat çeken Marx, aynı zamanda, işçilerin “sürekli olarak karşıt yönde” baskı yapmak durumunda olduklarını, dolayısıyla bütün sorunun gelip “mücadele eden tarafların karşılıklı güçler dengesine” dayandığını vurgular.
Aslında, bu ilişki, kapitalizmin bütün eğilimleri için şu veya bu ölçüde geçerlidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası tekelci devlet kapitalizminin koşullarında, ücret konusu da dahil ekonomik, sosyal ve politik bakımdan, genel olarak işçi ve emekçilerin lehine yaşanan değişiklikler (bu süreç yaklaşık olarak 1980’ne kadar uzanır), yukarda sözü edilen ilişkiden bağımsız ve soyutlanarak ele alınamaz. Yani; 1950-1970’li yılların kapitalizmi, genel görünümünde; “sosyal refahın” büyüdüğü, “ekonominin serpilip geliştiği”, “demokratik hak ve özgürlüklerin genişlediği”  bir kapitalizm profili çiziyorsa; bu olgunun; kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanmadığını, aksine, -faşizm üzerinde kazanılan zafer, sosyalist kampın teşekkülü ve artan prestiji, uluslararası işçi ve komünist hareketinin muazzam boyutlarda güçlenmesi gibi bilinen tarihsel olgular karşısında- devrim ile karşı-devrim arasındaki uluslararası güç dengesinin değişmiş olmasının bir sonucu olduğunu özellikle ve üstüne basa basa vurgulamak gerekir.
Bugün bu vurgu neden bu kadar önemlidir? Esas olarak iki açıdan önemlidir: 1. Söz konusu edilen kapitalizm, sosyalizme karşı ölüm-kalım savaşı vermiş bir kapitalizmdir (bu durum, onun doğasındaki yasa ve eğilimleri ortadan kaldırmamışsa da, doğrudan etkilemiş, yer yer sınırlamıştır). Bu olguyla da bağlantılı olarak; ileri kapitalist ülkelerdeki sınıflar arasında (esasta işçi sınıfı ile burjuvazi) “olağan” tarihsel koşullarda bu şekliyle gerçekleşme olanağı bulamayan ve “olağanüstü” bir döneme tekabül eden “olağanüstü bir güç dengesi” oluşmuştur. Kuşkusuz, kapitalizm açısından, bu “olağanüstü” dönemin ürünü ekonomik-sosyal-politik olgular; içinde bulunduğumuz ve önümüzdeki süreçte, onun temel çelişkilerini daha da ağırlaştıran olgular olarak rol oynayacak ve bir avuçluk burjuva zümre ve temsilcisinin tarihin çarkını geriye çevirmeye çalıştıklarını geniş kitleler açısından daha görünür kılacaktır. (Örneğin eğitim-kültür ve yaşam düzeyi yükselmiş işçi sınıfına, geri ve ilkel yaşam koşullarının dayatılması gibi.) 2. Yukardaki vurguyu önemli kılan ikinci nokta ise; gerçekte belirtilen tarihsel koşulların ve mücadelenin ürünü ekonomik-sosyal-politik olguları, kapitalizmin mutlak ve olağan olguları olarak gören ve propaganda eden burjuva reformist anlayış ve akımların teşhiri sorunudur. Bu akımlar; burjuvazinin kapitalist üretim tarzının tarihsel niteliğini reddetmesi gibi, tekelci kapitalizmin “sosyal devletçi” döneminin de özel tarihsel koşulların ürünü olduğunu inkar etmekte; sosyalizmin ve uluslararası işçi sınıfının vurduğu zincirleri kırmayı başaran kapitalizmin pervasız saldırganlığı karşısında, “sosyal devlet”in muhafaza edilebileceği hayallerini yaymakta ve böylelikle bütün sorunun kapitalist üretim tarzının kendisinden değil, “neo-liberalizm” ve ona özgü politikalardan kaynaklandığını telkin etmektedirler. Neticede, mücadeleye atılan işçi, emekçi ve gençliğin ufkunu daraltmaktadırlar.

Son on yıllar
Genel olarak şu saptanabilir: ABD ve İngiltere’de nispeten daha erken başlamakla birlikte, 1980’li yılların ilk çeyreğinden beri, tüm ileri kapitalist ülkelerde reel ücretlerin; kısmi olarak birkaç yıl yerinde seyretmelerine rağmen, esasta giderek düştüğü bir süreç yaşanmaktadır. Bir yandan işsizliğin yükselişe geçtiği, diğer yandan kapitalist ekonominin büyüme oranlarında küçülmelerin görüldüğü bu dönem; “sosyal devlet”in de, “kollektif kapitalist” olarak, bir önceki dönemin güçler dengesine göre oynadığı “dengeleyici” rolünü giderek terk ettiği ve kapitalist üretim tarzının doğasındaki “vahşilikleri” sınırlama doğrultusundaki “düzenleyici” görevinin içeriğini yenileyip, açıktan sermayenin kârını ve rekabet gücünü artırmak için elinden geleni ardına koymadığı bir dönem özelliğini kazanmaya başladı. Birçok faktörle ilintili bu dönüşümün, konumuz açısından belki de en çarpıcı göstergesi, ücretlerin milli gelirlerdeki payında yaşanan belirgin düşüşlerdir. 
Avrupa Birliği’ndeki ücretlilerin (“bağımlı çalışanlar”ın) Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’daki payları; 1960’ta yüzde 72,5’lerden 1981’de yüzde 76’ya kadar yükseldikten sonra, hemen hemen kesintisiz bir düşüş eğrisi çizerek 2000 yılında yüzde 68’e kadar gerilemiştir.  Hemen hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde gözlemlenen bu eğriyle ilgili Almanya’dan da şu veri aktarılabilir: Net ücret ve maaşların milli gelirdeki payı 1980 yılında yüzde 52,7 iken, bu oran 1997’de ancak yüzde 41,9’u bulmaktaydı (bu sürede işçi ve emekçilerin sayısının da arttığını hatırlatmakta fayda var); aynı sürede “net kazanç”ların oranı yüzde 17,9’dan yüzde 26,3’e çıkmıştır.  İşçi ve emekçilerin gelirlerindeki bu düşüş eğrisinin son 5 yılda da devam ettiğini belirtmek gerekir.
ABD’de ise, enflasyondan arındırılmış kişi başına reel GSMH, 1973’ten 1995 ortasına kadar %36 artmasına karşın, “vasıfsız işçilerin reel saat ücretleri %14 azaldı. 1980’li yıllarda, bütün kazanç artışları, işgücünün ilk %20’sine gitti ve inanılmaz bir %64 ise ilk %1’in cebine girdi.”  “Bütün yıl tam gün çalışan erkeklerin ortalama kazançları 1973 ve 1993 yılları arasında %11 düştü (34.048 dolardan 1993’de 30.047 dolara); oysa aynı dönem boyunca reel olarak kişi başına GSYİH %29 artış gösterdi. (…) Verilerin toplanmaya başlamasından bu yana, Amerikan ortalama erkek ücretlerinin hiçbir zaman yirmi sene boyunca sürekli olarak düşüş gösterdiği görülmemişti. Amerikalı işçilerin çoğunluğu kişi başına düşen reel GSYİH artarken reel ücretlerde düşüşle daha önce hiç karşılaşmamıştı.”
Tabii bu arada; ücret vergisi ve sosyal kesintilerdeki artýþ (Almanya’da ücret vergisi ve sosyal kesintilerin brüt ücret ve maaþlardaki payý 1980’de yüzde 29 iken, 1995 yýlýnda yüzde 36’ya çýkmýþtýr); genel geçim giderlerindeki (kiralar, saðlýk hizmetleri, ulaþým, gýda vb.) pahalýlýðýn artarak devam etmesi gibi faktörleri de unutmamak gerekir. Kýsacasý; çok yönlü bir saldýrý sonucunda, bugün iþçi ve emekçilerin reel ücretleri, son 20 yýlýn en geri düzeyine çekilmiþ bulunmaktadýr. Öte yandan, iþçilerin ücret kategorileri arasýndaki farklýlýklar da büyümüþ; baþta ABD olmak üzere tüm ileri kapitalist ülkelerde, çeþitli “iþ piyasalarý” (birinci, ikinci ve hatta üçüncü “iþ piyasalarý”) türemiþtir. Bu süreç; TÝS’lerin kapsamýný daraltma, iþ sürelerini yeniden uzatma, toplu çýkýþlar vb. saldýrýlarla paralel ilerlemektedir.
İleri kapitalist ülkelerdeki işçilerin ücretleriyle ilgili son on yılların genel manzarası yaklaşık olarak budur. Sermaye ve hükümetleri 80’li yıllardan başlamak üzere (89/90 dönemecinden sonra ayrı bir yoğunluk ve pervasızlık kazanarak), genel bir taarruzu başlatmış ve ücretlerin itildiği noktaya bakılırsa, emek-gücünün değerini düşürmek için bütün olanak ve imkanlarını seferber etme çabalarında gözle görülür başarılar kaydetmiştir.
ABD’li ekonomist Lester C. Thurow “garip” bir durumu tespit etmekteydi: “Tam kapitalizmin düşmanları yok olurken, kapitalizmin temel gerçeklikleri olan büyüme, sıfır işsizlik, mali stabilite, artan reel ücretler de yok oluyor.”  Fakat, ücretlerin tarihsel gelişimiyle ilgili buraya kadar yazılanlardan da anlaşılacağı üzere, bu durum kapitalist üretim tarzı açısından oldukça “doğal”dır. Dolayısıyla, asıl şaşkınlık, işçilerin; “büyüme, sıfır işsizlik, mali stabilite, artan reel ücretler”i, kapitalizmin “temel gerçeklikleri” sanmalarında başlayacaktır. Ve haliyle, kendi gücünü ve rolünü görmeyecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasından bugüne kadar uzanan süreç (gerek işçi sınıfının mevziler kazanması ve gerekse mevziler yitirmesi yönüyle), işçi sınıfının, bugünü için, yakın tarihinden yeniden çıkarması gereken iki “eski”, ama hâlâ önemli dersi içermesi bakımından da önemlidir: Birincisi; örgütlenen (hem mesleki ve hem de politik örgütte); dünya görüşüyle kendisini donatan, ve kararlılık ve ustalıkla mücadele eden bir sınıf ancak muzaffer olabilir. İkincisi; “salt ekonomik eylem”de güçlü olan sermayedir, işçi sınıfı, sermayeyi ciddi anlamda ancak “genel siyasal eylem”iyle geri püskürtebilir.  Bu perspektif; mevcut kapitalist devletin, işçilerin ücretini etkileyen faktörler üzerindeki artan rolü nedeniyle daha özel bir önem kazanmıştır şüphesiz.
İleri kapitalist ülke işçi sınıfı, yakın tarihinden vurgulanan yönleriyle dersler çıkarmadığında; bu süreci tersine döndürmek şöyle dursun, sermayenin ücretleri mutlak asgariye çekme eğilimini sınırlamak dahi mümkün olmayacaktır.
III.

İşçi sınıfının eğitim ve kültürel düzeyi
İkinci Dünya Savaşı sonrası süreç, aynı zamanda, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının genel eðitim ve kültürel düzeyinde bir sıçramaya sahne oldu. Japonya’da örneðin sınai işçileri arasında, mezun olsun olmasın, 9 ila 12 yıllık eðitimden geçenlerin oranı 1950’de % 15,3 iken 1971’de %34,9’a çıkıp iki mislinden fazla bir artış kaydetti. 1977 yılında da, sınai işçilerinin % 36,49’u lise diplomasını elde etmişti; % 4,69’u ise kolej ya da üniversite mezunuydu.
F. Almanya’da 1977 yılında, sınai işçilerinin % 90’dan fazlası orta okul mezunu (9 yıllık eğitim) veya meslek okulu mezunu (9 yıllık eğitim artı 2-3 yıllık çıraklık eğitimi) idi. Bu oran, 1960’lı yılların başına göre, yaklaşık iki misli bir artışı ifade ediyordu. ABD işçilerinin eğitim düzeyinde ise, daha çarpıcı bir gelişme kaydedildi. 1962 yılında kentlerde 12 yıllık eğitim görmeyen işçilerin oranı % 75,4 iken, 1970’de % 60,6’a ve 1979’da da % 38,9’a düşmüştür. Bir ya da birkaç yıl koleje giden işçilerin oranı 70’li yıllarda ikiye katlanarak % 15,7’i bulmuştu. 
Eğitim düzeyi açısından, bugün her ne kadar tersi bir süreç işliyor ve dayatılıyorsa da, işçileri olduğu gibi, genel olarak toplumun diğer katmanlarını da kapsayan bir gelişmenin yaşanmış olduğu ortadadır. Örneğin, Avrupa İstatistik Dairesi Eurostat’ın yaptığı bir araştırmaya göre, Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki nüfusun eğitim düzeyi, son 30 yılda da artmaya devam etmiştir: Gelinen yerde; AB’ne üye ülkelerde 25-29 yaş grubundakilerin % 71’nin lise diploması veya ona eşdeğer bir diploması bulunmaktadır (Danimarka’da % 89; İsveç’te % 87; Finlandiya ve Avusturya’da % 85 ve Almanya’da % 83). 50-64 yaş grubu içinde ise bu oran % 48’e varmaktadır.  
Vasıflı işçilerin sayısı, ABD’de 1950 yılında 7,7 milyon iken, 1978 yılında 12 milyon 390 bine çıkmıştı. Genel olarak şu söylenebilir ki, işçi sınıfının çekirdeğini oluşturan sınai işçileri arasında, bilimsel-teknik devrim ve onun işkolları ve emek-sürecindeki etkileri neticesinde yeni mesleklerin ortaya çıkmasıyla, yüksek nitelikli emek harcayan işçilerin sayısında da göze görülür bir artış yaşandı: ABD’de örneğin teknisyen işçilerin sayısı 1960’da 815 bini bulurken, 1970 yılında 1,25 milyona yükselmiştir. Fransa’da bu sayı, 334 binden (1962) 759 bine (1975) çıkmıştır. İngiltere’de 365 bin (1961) olan “sınai teknisyen”lerin sayısı, 10 yıl sonra üçte iki artmıştır (Teknik çizimci ve laborant sayısındaki artış 1971’de, 1921’e göre, yedi misli olmuştur).
Dikkat çekildiği gibi, işçinin entelektüel ve toplumsal gereksinmelerin büyüklüğü ile sayısını, “toplumsal ilerlemenin genel durumu” belirlemektedir. Kapitalizmin “altın yılları” olarak da tanımlanan 1950-70 arası sürecin, toplumsal ilerlemenin ivme kazandığı bir dönem olarak, yalnızca işçinin eğitim ve mesleki düzeyinde bir etkide bulunmakla sınırlı kalmadığı açık olsa gerek. Denilebilir ki, bazıları, eskiden yalnızca üst sınıflara mahsus olan şeyler, günümüz modern işçisinin yaşamının parçası ve en önemlisi ihtiyaç duyduğu etkinlikler haline gelmiştir: Klasik müzik dinlemek; sinema, tiyatro ve konserlere gitmek; doğa ve tarihi yerleri ve müzeleri gezmek; gazete ve kitap okumak; başta spor olmak üzere çeşitli kulüplere üye olup etkinlik ve faaliyetlerine düzenli katılmak vb… Her şey bir yana, ileri kapitalist ülkelerdeki işçilerin önemli bir çoğunluğunun bir “hobi” (yararlı kültür alanları anlamında kullanıyoruz bu kavramı) sahibi olabilmesi ve olması bile, işçi yaşamındaki ilerleme ve zenginleşmenin bir göstergesidir. İşçilerin yaşama süresinin uzaması, sağlık hizmetinin gelişmiş olması, daha sağlıklı konutlarda oturması; işçinin dinlenmesi ve fiziksel-ruhsal bakımdan kendisini “yeniden üretmesi”, ailesiyle ilgilenmesi ve sosyal ilişkilerini canlı tutabilmesi için ihtiyaç duyduğu serbest zamanı öncesine göre artırabilmiş olması; yılda yaklaşık bir ay düzenli tatil yapabilmesi vb.; bütün bunlar, hiç şüphesiz, işçinin fiziki, manevi, entelektüel ve sosyal bakımdan gelişmişliğinin somut göstergeleridir.
*
10 yıllık eğitimin zorunlu olduğu Almanya’da, bugün, çalışanların % 25’nin meslek eğitimi yoktur (bunlar, “düşük nitelikli emek-gücü” grubunu oluşturuyorlar); % 63’ü ise meslek eğitimi görmüştür (bunlar, “normal nitelikli emek-gücü” grubunu oluşturup vasıflı emekçi kategorisine giriyorlar);  % 12’si ise yüksek okul mezunudur (“yüksek nitelikli emek-gücü”nü temsil ediyorlar).  Yukarda özetlenenlerle bu veriler kıyaslandığında, bir süredir kendisini hissettiren bir eğilimin belirtilerini görebilmekteyiz. Sermayenin, değişen güçler dengesiyle birlikte zincirlerinden boşanarak gerçekleştirdiği temelli ve çok yönlü saldırıların kaynaklık ettiği bu eğilimi, şöyle özetleyebiliriz: İleri bir noktadan geriye gidişi ifade etse de, önümüzdeki dönemde işçi sınıfı içersinde gerek meslek eğitimi görenlerin ve gerekse lise mezunu olanların sayısı giderek düşecektir. Mevcut durumla ilgili bir çok sosyolog şu olguyu saptamaktadır: Toplumun genel eğitim düzeyi yükselmiş olmasına karşın, “sosyal tabakaların arasındaki farklar sabit kalmıştır”.  Görünen o ki, tarihsel bakımdan göreceli olarak daha ileri bir noktada kendisini ortaya koyan bu farklar, sabit de kalmayıp daha da büyüyecektir.
Bu eğilimin yansımaları, kuşkusuz alanlarına göre değişmektedir. Ancak, eğitim alanında, kendisini, üstelik Almanya gibi bir ülkede, çoktan açıktan belli etmiştir. Daha geçtiğimiz ay, Eğitim Bakanı; “eğitim makası”nın giderek açıldığını, işçi kökenli ailelerden gelen çocukların yüksek öğrenim görenlerin arasındaki oranın gerilediğini itiraf etmek durumundaydı. Nitekim, 1982-1997 yılları arasında “alt tabakalar”dan gelme öğrencilerin yüksek öğrenim görenler içindeki oranı, yüzde 23’den yüzde 14’e düşmüştür. Bugün işçi ailelerinden gelme çocukların üniversiteye gidenlerin arasındaki oranı, 1960’lı yılların başlarındaki seviyeye gerilemiş bulunmaktadır. Bu gelişmenin lise öğrenimine de (gymnasium) yansıdığını ekleyelim.
Eğitim alanındaki bu gelişmenin çalışma alanındaki başka bir gelişmeyle paralel ilerlediği görülmektedir. Bu gelişme şöyle tarif edilebilir: Nispeten yüksek ücret alan vasıflı bir işçi çekirdeğinin etrafında; düşük ücretli, iş güvencesi olmayan, süreli sözleşmeli ve bu nedenle kolaylıkla ağır işlere koşturulan, “preker iş ilişkisi”  içinde tutulan bir işçiler ordusu.
İleri kapitalist ülkelerde bu tarz bir iş ilişkisi içersinde çalışan işçilerin sayısı hızla artmaktadır. Mevcut oranı, sınai ülkelerde yüzde 35’i bulmuş bile (Almanya’da yıllık yeni işe alınların üçte ikisinden fazlası belirtilen türde bir iş ilişkisine sahiptir ). Elbette; bu gelişme işçilerin genel eğitim düzeyini etkilediği gibi, sendikal örgütlülüğünü zayıflatmakta, ücretlerini bariz bir şekilde aşağıya çekmekte ve bununla birlikte yaşam düzeyini düşürmekte, yoksulluğu çalışan işçilerin de yaşamına sokmaktadır.
Bu eğilimin kültürel cephesi de vardır kuşkusuz. Bir yönü, ekonomik koşullardaki kötüleşmeyle birlikte, işçinin yaşamının boyutlarındaki maddi daralmadır. Diğer yönü ise, bununla da atbaşı ilerleyen ve egemen sınıfın da özel olarak geliştirdiği “kültürel köleliğin” artmasıdır. “Kültürel kölelik”, çok geniş bir alanda cereyan eden bir husustur. İşçinin; özgüvenini yitirmesi, dayanışma ruhunun zayıflaması, kendi kabuğuna çekilmesi -yani bir yandan sosyal ufkunun daralması, diğer yandan sosyal ilişki alanlarının sınırlanması-; bunlar sorunun bir boyutu iken, bununla da bağlantılı diğer boyutu ise; entelektüel dünyasının sığlaşması, estetik duyusunun körelmesi, zevklerinin basitleşmesi; başka bir deyişle, içgüdülerine seslenen yoz kültür karşısında toplumsal birey olarak çözülmesidir.  
Açıktır ki, politik faydaları bir yana, böyle bir noktaya getirilmiş olan bir işçi sınıfı, sermaye açısından “ekonomik kılınmış” bir sınıf olacaktır. Bu sınıfın “gerekli geçim araçları” ile, diyelim ki, bir-iki kuşak öncesi sınıfın “gerekli geçim araçları”nın aynı olamayacağı ortadadır. Sermayenin, kuyruğuna basılmışcasına “emek faktörü pahalılanmıştır” diye feryat etmesi bundandır. Ve bunun için tüm gücüyle, emek-gücünün değerinde tarihsel olarak gelişmiş ve oluşmuş bulunan gereksinim ve alışkanlıkları azami ölçüde sınırlamaya çalışmaktadır.
Sermayenin eğilimi ve amacı ortadadır; sorun, uluslararası işçi sınıfının bugünkü kuşaklarının ne yapacağı ve neyi başaracağıdır. Genel bilgi, kültür düzeyi ve birikmiş tarihi deneyim bakımından kaygılanması için hiçbir neden yoktur; bu açıdan önceki kuşaklardan çok daha şanslı sayılabilir! 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑