Annan planı, Kıbrıs, kırmızı çizgiler

ABD ve AB emperyalistleri ve onların Türkiye’deki işbirlikçisi büyük burjuvazinin baskısı ile Erdoğan Hükümeti, Kıbrıs sorununu, 1 Mayıs 2004 tarihinden önce çözmek istiyor. AB’ne girmeyi tek çıkar yol olarak gören ve 2004 Aralık ayında AB’den müzakere tarihi almak isteyen Hükümet, bunun için, Kıbrıs sorununu Annan Planı’na uygun olarak çözmesi gerektiğini biliyor. Bu nedenle, Ecevit Hükümeti, KKTC Hükümeti ve Denktaş tarafından Mart 2003’te reddedilen Annan Planı çerçevesinde görüşmelere yeniden başlamak için, Başbakan Erdoğan, Davos Zirvesi’nde BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a adeta yalvardı.
Yıllardır Denktaş yönetimi altında ezilen, dünyadan izole edilmiş, yoksullaşmış Kıbrıs Türk halkının artık bu durumdan kurtulma isteği, emperyalistlerin Annan Planı ile Kıbrıs sorununu çözme politikası ile birleşti. Kıbrıs Türkleri, Annan Planı ile sorun çözülür ve Kıbrıs Türkleri de AB’ye girerse, zenginleşeceklerini ve daha demokratik bir ortamda yaşayacaklarını düşündüler. Bu nedenle, Denktaş kliğinin çözümsüzlük stratejisini kırmakta, Kıbrıslı Türklerin eğilimleri, Erdoğan Hükümeti’ne yardımcı oldu.
Reddi sürecinde Denktaş yanlıları tarafından çok eleştirilen ve çarpıtılarak kamuoyuna aktarılan Annan Planı’na, bugünlerde Türkiye ve Kıbrıs egemen çevrelerinde yaklaşımın yumuşadığı gözleniyor. Geçen yıl bu günlerde Plan tümüyle kabul edilemez bulunurken, bugün Denktaş tarafından bile, beş-altı maddesi müzakere edilmesi gereken bir plan olarak anılıyor. Müzakere edilmesi gereken maddeler ise, esas olarak, şunlar gösteriliyor:Türk Ordusu’nun Ada’dan çıkmaması ya da belirli bir gücün sürekli olarak Ada’da kalmasının garanti edilmesi, Türkiye’nin garantörlüğünün (Ada’ya müdahale olanağı da dahil) muhafaza edilmesi, 1974’den sonra Ada’ya Türkiye’den gönderilenlerin geri gönderilmemesi ya da en azından önemli bir bölümünün Ada’da kalması ve en önemli sorun olarak da mülkiyet sorunu. Mülkiyet sorunu, özellikle Kıbrıslı egemen güçler için yaşamsal önem taşıyor. Çünkü, 1974’te güneye kaçan Kıbrıslı Rumların terk ettiği gayrimenkuller (evler, dükkanlar, tarlalar vb.) bazı Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’den Kıbrıs’a gönderilenlere paylaştırılmıştı. Şimdi, ganimeti paylaşanlar, bu malları geri vermek istemiyor.
Ayrıca, Kıbrıs Türk kesimindeki egemen güçler, Rumlarla aradaki sınır kaldırıldığında egemenliklerini yitireceklerinden korkuyor.
Buna rağmen, yakın bir gelecekte Annan Planı temelinde müzakerelere oturulacak ve önümüzdeki günlerde Plan yine çok yoğun olarak tartışılacak. Tartışanların bazıları kendi tezlerine uygun olarak Planı yine çarpıtacak. Bunun için, tartışmaları kavramak ve Kıbrıs sorununun çözümünde daha sağlıklı bir görüşe sahip olabilmek açısından Annan Planı’nın ana hatlarını kısaca buraya aktarmak gerekiyor.
Baştan belirtmek gerekir ki, Annan Planı tek başına Kıbrıs sorununu çözmek, yıllardır sıkışan bir düğümü açmak için iyi niyetli bir girişim olarak gündeme gelmedi.
Annan Planı’nın gündeme gelmesi; SSCB’nin yıkılması, dünyanın iki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu dünyaya dönüşmesi, başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin dünyayı yeniden şekillendirmek, paylaşmak ve kendi emperyalist politikaları doğrultusunda “sorunları çözerek” yeniden yapılandırmak için Yeni Dünya Düzeni adını verdikleri politikaları uygulamak üzere harekete geçmesinin sonucudur. Emperyalistler açısından Kıbrıs sorunu, Ortadoğu, Kafkaslar, Önasya’nın yeniden düzenlenmesi ve Filistin Direnişi’nin ezilmesi planının bir parçası olarak ele alınmıştır.
Daha önceki çözüm girişimlerinden farklı olarak, önce, sorun bu kez çözülecekmiş gibi bir hava yaratılmış; Kıbrıs Türk ve Rum devletlerinin başkanları Denktaş ve Klerides, iki yıl boyunca Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Kıbrıs Özel temsilcisi De Soto nezaretinde müzakerelerde bulunmuş, ve bu müzakerelerin notlarından emperyalistlerin çıkarlarına uygun olarak hazırlanmış plan, 11 Kasım 2002’de taraflara sunulmuştur. Taraflar planı kabul etmeyince 10 Aralık 2002’de plan, düzeltmeler yapılarak tekrar taraflara sunulmuş, bu plan da kabul görmeyince, 26 Şubat 2003’te plan bir kere daha düzeltilerek taraflara sunulmuş, ve taraflardan, 25 Mart’a kadar bu son plan üzerinde anlaşılarak 30 Mart 2003’te hem Türk tarafında hem de Rum tarafında referanduma sunulması istenmiştir. Kofi Annan, Denktaş ve Klerides’i 30 Mart’ta referanduma gitmek üzere planı imzalamak için 10-11 Mart 2003’te Lahey’e davet etmiş, fakat Lahey’de de anlaşma sağlanamamıştır. Bu süreçte Denktaş’ın taktikleri nedeniyle, Rum tarafı da en az Türk tarafı kadar anlaşmak istememesine rağmen, anlaşmak istemeyen taraf olarak, Türk tarafı gösterilmiştir. Bunun üzerine, Kofi Annan, 1 Nisan 2003 tarihli raporu ile çözüm çabalarını ve sonuçlarını anlatarak, Anlaşma Planı’nı geri çekmiştir.

ANA HATLARIYLA ANNAN PLANI
Annan Planı şunları içermektedir:
* Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşması, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler tarafından ayrı ayrı eş zamanlı olarak yapılacak referandumlarda onaylanmadan yürürlüğe girmeyecektir. Bu süreci başlatmak için, iki tarafın liderlerinin Kuruluş Anlaşması’nı ayrı ayrı eş zamanlı referandumlara sunmak konusunda anlaşmaya varması gerekir. Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık’ın (İngiltere) da ayrı ayrı eş zamanlı referandumların yapılmasına hemfikir olduklarını kabul etmesi gerekmektedir. Ayrıca, Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık’ın, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti ile birlikte, uygulama sürecindeki ve yeni düzenin garantör güçleri olarak rollerine ilişkin bir Anlaşmayı taahhüt etmeleri gerekir.
* Kıbrıslı Rumlar ve Türkler ayrı ayrı çoğunlukla; Kuruluş Anlaşması’nın tüm ilaveleri ve aynı zamanda Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Devleti Anayasaları ve yürürlükte olacak olan kanunlara ilişkin hükümler ile birlikte Kıbrıs’ın birleşmiş olarak Avrupa Birliği’ne girdiği bir yeni düzeni hayata geçirmesini onaylayacaklardır.
* Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti, bir federal hükümete, ve, biri Kıbrıs Rum Devleti diğeri Kıbrıs Türk Devleti olmak üzere, iki kurucu devlete sahip olacaktır. İki bölgeli, iki kurucu devletin eşit statüsüne dayanan birlikte, Türk ve Rumlar siyasi olarak eşit olacaktır.
* Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, ancak Federal Parlamento’nun kabul etmesi ve Kıbrıs Rum Devleti ile Kıbrıs Türk Devleti seçmenlerinin çoğunluğunun ayrı ayrı referandumlar aracılığıyla onayı üzerine değiştirilebilecektir. Anayasanın iki maddesi (Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetini ve iki kurucu devleti tarif eden maddeler) değiştirilemeyecektir.
* Kuruluş anlaşması ile kurulan yeni düzende herhangi bir tek taraflı değişiklik yapılması, herhangi bir şekilde bölünme veya ayrılma, özellikle Kıbrıs’ın tamamının veya bir kısmının diğer bir ülke ile birleşmesi yasaklanmıştır.
* Kuruluş Antlaşması, Garanti Antlaşması ve İttifak Antlaşması yürürlükte kalacak ve kurulacak yeni düzende gerekli uyarlamalar yapılarak geçerli olacaktır. Kuruluş Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte Kıbrıs; Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık ile Kıbrıs’taki yeni düzen ile ilgili konuları içeren bir Antlaşma ve bunun yanında Kuruluş, Garanti ve İttifak Antlaşmalarına Ek Protokolleri imzalayacaktır.
* Kıbrıs’ın her yerinde hem dolaşım hem de yerleşim özgürlüğü olacaktır. Ancak Türkiye AB’ye girene kadar, bir kurucu devlet diğer kurucu devletten gelen kişilerin ikamet tesisini sınırlayabilecektir.
* Karpaz bölgesindeki Dipkarpaz (Bu yazıda Kıbrıs’la ilgili bütün isimlerin Türkçelerini kullandık, bu yerlerin doğal ki, Rumca isimleri de var), Yeni Erenköy, Sipahi, Adaçay köylerinde yaşayan Kıbrıslı Rumlar, kendi kültürel, dinsel ve eğitim işlerini yönetme hakkına sahip olacak, kurucu devlet yasama organlarında temsil edilebilecekler ve köylerini ilgilendiren planlama ve kadastro konularında danışılacaklardır.
* Dilirga bölgesindeki Günebakan, Yeşilırmak, Süleymaniye, Kurutepe, Gemikonağı, Madenliköy ve Erenköy ve Mesarya bölgesindeki Pile, Yılmazköy ve Türkeli köylerinde yaşayan Kıbrıslı Türkler, kendi kültürel, dinsel ve eğitim işlerini yönetme hakkına sahip olacak, kurucu devlet yasama organlarında temsil edilebilecekler ve köylerini ilgilendiren planlama ve kadastro konularında danışılacaklardır.  
* Federal Hükümet, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetini (BKC) uluslararası alanda temsil edecektir. Kurucu devletler federal hükümete açıkça verilmemiş olan tüm yetkileri, kendi bölgesinde BKC Anayasası sınırları içerisinde, egemen bir şekilde kullanacaktır.
* Federal hükümet ve kurucu devletler birbirlerinin yetki ve işlevlerine tam saygı gösterecek ve aykırı bir davranışta bulunmayacaktır. Federal ve kurucu devlet yasaları arasında herhangi bir hiyerarşi olmayacaktır.
* Federal hükümetin yetkileri; dış ilişkiler, AB ile ilişkiler, merkez bankası işlevleri, federal mali işler, doğal kaynaklar, meteoroloji-havacılık-uluslararası denizcilik, kıta sahanlığı ve karasuları, iletişim ve ulaştırma, Kıbrıs vatandaşlığı, terörizmle mücadele, genel ve özel aflar, fikri haklar ve eski eserlerle sınırlıdır.
* Kurucu devletlerin yetkileri: asayiş ve kamu güvenliği, kurucu devlet seviyesinde adli sistemin yönetimi, turizm, çevrenin korunması, balıkçılık ve tarım, sanayi ve ticaret, şehir ve bölgesel planlama, spor ve eğitim, sosyal güvenlik ve çalışma yaşamı ve aile, şirketler ve ceza hukuku ile sınırlıdır.
* Federal polis, her bir kurucu devletten eşit sayıda personelden oluşacak; Kıbrıs’ın sınırlarını denetleyecek, federal görevlileri, binaları ve gayri menkulü ve yabancı yetkililer ile diplomatik misyonları koruyacaktır. Ayrıca her iki kurucu devletten eşit sayıda polisin olduğu federal soruşturma bürosu oluşturulacaktır.
* Her bir kurucu devlet kendi polis gücüne sahip olacaktır. Kurucu devletlerin polisi yalnızca o kurucu devlette bulunup çalışacak ve asayişin korunması ve sağlanması ile kamu güvenliğinden sorumlu olacaktır. Kurucu devletin polisi 700 polis ve artı kurucu devlette yaşayan her bin kişiye altı polis ile sınırlı olacaktır.
* Federal Kurumlar
Yargı: Kıbrıs Yüksek Mahkemesi
Yasama: Senato ve Temsilciler Meclisi
Yürütme: Başkanlık Konseyi, Federal Yönetim, Federal Polis
Bağımsız Yetkililer ve Kurumlar: Kıbrıs Merkez Bankası, Başsavcı, Sayıştay Başkanı
* Senatoda her iki kurucu devletten eşit senatör olacaktır.
* Temsilciler Meclisinde Rumlar yüzde yetmiş beşi, Türkler yüzde yirmi beşi geçemeyecektir.
* Başkanlık Konseyinde dört üye Rum Devleti 2 üye Türk Devleti’nden olacaktır. Başkanlık Konseyi, yürütme yetkisini (federal hükümet) kullanır. Konseyin başkanı Devlet Başkanıdır. Konsey başkanlığı ve başkan yardımcılığı her on ayda bir değişerek dönüşümlü olarak tüm üyeler tarafından ifa edilir. Başkanlık konseyi kararlarını her iki kesimden en az bir üyenin oyunun karar çoğunluğunda bulunması ile alır.
* Kıbrıs Yüksek Mahkemesi: Her bir kurucu devletten eşit sayıda yargıç ve üç Kıbrıslı olmayan yargıçtan oluşur. Yüksek Mahkeme yargıçlarının tümü Başkanlık Konseyi tarafından atanır. Yüksek mahkeme. BKC’nin parçaları arasındaki uyuşmazlıklar, herhangi bir federal veya kurucu devlet yasasının geçerliliği, Kuruluş Anlaşması’nın yorumu veya ihlali iddiası hakkında uyuşmazlıklar ve federal kurumlar içindeki çıkmazların çözümlenmesi konularında çalışacaktır.
* Kıbrıs vatandaşlığı: 1963’te Kıbrıs vatandaşı olan ve onun soyundan gelenler ve bunların eşleri ile her bir liderin vereceği 45.000 kişiyi içeren listede yer alanlar vatandaştır.
* İç kurucu devlet vatandaşlığı: Her Kıbrıs Vatandaşı, Kuruluş Anlaşması yürürlüğe girdiğinde Kıbrıs Rum Devleti veya Kıbrıs Türk Devleti bölgesinde ikamet ediyor olmasına bağlı olarak, ya Kıbrıs Rum Devleti ya da Kıbrıs Türk Devleti iç kurucu devlet vatandaşlığı statüsünü kazanacaktır. Türkiye ve Yunanistan vatandaşlarının Kıbrıs Türk ve Rum kurucu devletlerindeki mevcudiyeti kurucu devlet vatandaşlarının yüzde onunu geçmeyecektir.
* Toprak ve mülkiyet ilişkileri, anlaşmanın en kapsamlı bölümünü oluşturmaktadır. Genel kural olarak; “bu anlaşmanın yürürlüğe girmesinden önceki olaylar sonucunda tasarrufu kaybeden mal sahiplerinin talepleri, uluslararası hukuk, tasarrufu kaybeden mal sahiplerinin ve şimdiki kullanıcılarının bireysel haklarına saygı ve iki bölgelilik prensibi uyarınca kapsamlı bir şekilde çözülecektir”, denilmektir.
* Güvenlik: İttifak anlaşması, tüm rütbeler dahil olmak üzere, her biri 6.000’i aşmayan Yunan ve Türk birliklerinin sırasıyla Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk devletlerinde konuşlanmasına müsaade edecektir. Türkiye’nin AB’ye girişiyle tüm Yunan ve Türk askeri birlikleri, Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye arasında aksine bir anlaşmaya varılmadıkça, Kıbrıs’tan çekilecektir. Yunan ve Türk askeri kuvvetleri ve silah ve teçhizatları, mutabık kalınan bölgelere yeniden konuşlandırılacak ve mutabık kalınan seviyeye ayarlanacaktır.
* Askersizleştirme: Tüm Kıbrıslı Rum ve Türk askeri güçler, seferi birlikler de dahil olmak üzere, feshedilecektir. Kıbrıs, her iki kurucu devletten onay almadan, toprağını uluslararası askeri operasyonlara açmayacaktır. Bu konuda Türkiye AB’ye girene kadar, Yunanistan ve Türkiye’nin rızası da gerekli olacaktır.
* Yukarıdaki çözümün uygulaması, tüm alanlarda iki ila üç yıl arasında sağlanacaktır.
Annan Planı’nın ve binlerce sayfalık eklerinin özeti yukarıdaki gibidir.
Planda görülmeyen önemli bir husus, Kıbrıs Adası’nın topraklarının yüzde üçünün hâlâ Birleşik Krallık (İngiltere) işgali altında olması ve bu topraklar üzerinde askeri üslerin bulunmasıdır. Annan Planı İngiliz işgali ve askeri üslerine hiç değinmemektedir. Kıbrıs’ta yapılacak askeri operasyonlar, adanın silahsızlandırılması vb. konularda yazılan kuralların hiçbiri, İngiltere için geçerli değildir.
Plan’da ikinci dikkat çekici husus, AB üyeliği konusudur. Annan Planı ve AB adeta bir bütünlük oluşturmaktadır. Kıbrıs AB’ye  girmezse, bu planın uygulanması olanağı yoktur.
Annan Planı, ABD ve Avrupalı emperyalistler tarafından en uygun plan olarak görülürken, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar ile Türkiye ve Yunanistan Plan’a kuşkuyla yaklaşmaktadır.

DÜNDEN GELECEĞE
Kıbrıs sorununun müsebbibi, emperyalist güçler ve emperyalizmle işbirliği içindeki Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs Türk ve Rum gericiliğidir. Yukarıda saydıklarımızın her biri Kıbrıs halkını soymak ve Kıbrıs ülkesini çıkarları için kullanmak istemiştir ve burjuvazinin doymak bilmez aç gözlülüğü Kıbrıs’ı yıllarca Kıbrıslı emekçilere zindan etmiştir.
Kıbrıs, Osmanlı’ların kontrolünden çıkmasından 1950’lere kadar Türkiye için bir sorun teşkil etmemiştir. Osmanlı Devleti ve Türkiye Kıbrıs’ı kaybedilmiş kabul etmiştir. 1950’lerde, Kıbrıs’taki gelişmelere Türkiye’nin müdahale etmesi taleplerini, Menderes Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı, “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu yoktur” biçiminde yanıtlamıştır. Türkiye’nin yeniden Kıbrıs’a müdahale etmesi, esas olarak, ABD’nin, 2. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, İngiliz sömürgelerini ele geçirme stratejisinin bir parçası olarak gündeme gelmiştir. 1900’lerin başına kadar Kıbrıslı Rumlar (onlar kendilerini Helen olarak tanımlıyor) ve Türkler iç içe ve bir arada yaşarken, burjuvazinin adaya egemen olmasından sonra, Kıbrıslı Türk burjuvazisi Rum burjuvazisine pazarlarını kaptıracağı kaygısı ile, Ada dışındaki güçlerden medet umar hale gelmiştir. “Kasım 1914’de İngiltere’nin Kıbrıs’ı kendi topraklarına ilhak etmesini olumlu bir gelişme olarak nitelendiren Kıbrıs Türk liderliği, Ekim 1915’de İngiltere’nin Ada’yı Yunanistan’a vermeyi önermesini büyük bir endişeyle karşılamıştır.” 
Birinci emperyalist savaş sırasında Yunanistan’ı kendi yanında savaşa sokmak ve Anadolu’nun işgalinde kullanmak isteyen İngiltere, Kıbrıs’ı Yunanistan’a vaat etmişti. Fakat, savaş sırasında bu vaat sadece vaat olarak kaldı.
Birinci paylaşım savaşından sonra dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Kıbrıs’ta da, halk emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı bilinçlenmeye ve karşı mücadeleler örgütlemeye başladı.
İkinci paylaşım savaşına kadar, Rum ve Türk emekçiler, burjuvaziye ve emperyalizme karşı birlikte mücadele ediyordu. Rum ve Türk emekçiler parti ve sendikalarda birlikte örgütleniyordu.
Kıbrıs Komünist Partisi’nin 17 Aralık 1931 tarihli manifestosunda “Komünist Partisi işçilerin ve köylülerin acil ekonomik taleplerini tatmin etmek için ‘milli-birlikçi’ önderlerin ihanetlerinin ve onların karşı devrimci (Yunanistan’la Birlik) sloganının teşhiri için; (milliyetçi önderlere rağmen) emekçi Türk ve Rumların emperyalizme karşı birleşik cephesi için, Kıbrıs’ta özgür bir işçi ve köylü Sovyetleri Cumhuriyeti için mücadele edecektir.”  deniliyordu.
Kıbrıs’ta gericiliğin Enosis (Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama) politikaları güç kazandıkça ve gericiliğin politikalarına karşı Kıbrıs Komünist Partisi (daha sonra AKEL) gerektiği gibi tavizsiz bir tutum takınmayınca, Kıbrıslı Rumlarla birlikte örgütlenen Türk emekçiler ayrı örgütlenmeye başladılar. Türklerin kurduğu dernekler, sendikalar çoğalmaya başladı.
Ellili yıllara gelindiğinde, bağımsızlık savaşından kısa süre sonra emperyalizmle uzlaşma yoluna giden ve anti-emperyalist politikalarını terk eden genç Türkiye Cumhuriyeti, komşu ülke toprakları üzerinde Osmanlı devletinin mirasından dem vurarak hak iddia etmeğe ve yayılmacı politikalar izlemeye başlamıştı.
Kıbrıs’ta işgalci İngilizlere karşı tepkinin ve mücadelenin büyümesi, Kıbrıslı Rum gericiliğinin Enosis emelleri ve Yunanistan’ın Kıbrıslı Rum gericiliği desteklemesi, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlara karşı güveninin giderek azalması koşullarında, Türkiye egemen güçleri, ABD’nin de desteği ve alttan alta teşviki ile, kontrgerilla örgütünü Kıbrıs’ta faaliyete geçirdi.
Bu yıllarda Kıbrıs’ta halk İngiliz emperyalistlerine karşı silahlı mücadeleyi de içeren bağımsızlıkçı bir siyasi mücadele yürütürken, Türkiye egemenlerinin desteklediği Kıbrıslı güçler, İngiltere Kıbrıs’ı terk ederse Ada Yunanistan’a bağlanır gerekçesi ile İngiltere ile işbirliği yapıyordu. Bu yıllarda Kıbrıslı Türk gericiliğinin İngiltere ile işbirliği yapması, Rum ve Türk emekçileri arasındaki güvensizliği daha da artırdı.
1960’ta İngiltere, Kıbrıs’tan çekilmek zorunda kaldı. Kıbrıslı Türk gericiliğinin hamisi İngiltere olmaktan çıktı, İngiltere’nin yerini Türk egemen güçleri ve arkasındaki ABD aldı. Londra’da yapılan Antlaşma ile Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Buna göre, Kıbrıs topraklarının yüzde üçü İngiliz toprağı olarak kalıyor ve İngiltere burada askeri varlığını sürdürüyordu. Kıbrıslı Rumlar ve Türkler, Kıbrıs devletinin bütün kurumlarını sayısal oranlara uygun olarak paylaşıyorlardı. Devlet başkanı Rum, yardımcısı Türk; Başsavcı Rum yardımcısı Türk, Meclis’in ve bürokrasinin üçte biri Türk, üçte ikisi Rumlardan oluşuyordu. Kurulan burjuva devletine de İngiltere, Türkiye ve Yunanistan garantör oluyordu. Fakat, daha cumhuriyet kurulduğu günden itibaren, başta garantörler olmak üzere, taraflar birbiri aleyhine çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’ la birleşmeyi, Kıbrıslı Türkler ise Türkiye ile birleşmeyi, olmazsa, Ada’nın ikiye bölünmesi, o da olmazsa, yine İngiltere’nin Ada’yı yönetmesini savunuyordu. Kıbrıslı Rum veTürk gericiliği emekçileri etkiliyor ve peşinde sürüklüyordu.
Bu süreçte, Türkiye ve Yunanistan gerici güçlerinin örgütlediği gizli silahlı güçler birbirlerine karşı eylemlere girişti, ve emekçiler arasında düşmanlığı daha da pekiştirdi.
1967’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası darbe yaptı. Darbecilerden cesaret alan Kıbrıslı EOKA’cı Samson da Kıbrıs’ta darbe yaparak Makarios’u devirdi, ve bu gelişmeleri gerekçe yapan ve uluslararası durumu uygun gören Türkiye egemenleri, 1974 yılında Kıbrıs’ın üçte birini işgal etti. 
Türkiye egemen güçleri, uluslararası durumdan yararlanarak, iki süper gücün ABD ve SSCB’nin Akdeniz ve Ortadoğu’daki rekabetinden yararlanarak, uzun yıllar Kıbrıs’taki işgalini sürdürdü.
Önceleri yapılan görüşmelerde, Kıbrıs Rum kesimi 1960 Anlaşması ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savunurken, Türk kesimi federe bir devleti savunuyordu. İki bölgeli federe devlette, Türkiye’nin garantörlüğünde belirli bir hükümranlık hakkı karşılığında, Türkiye’nin işgal ettiği toprakların bir kısmını –yüzde 29’a kadar– vermenin pazarlığı yapılıyordu. Kıbrıslı Rumlar bu çözümü reddettikçe, fiili durum ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki varlığı devam etti. Kıbrıslı Türkler, önce federe devlet ilan ettiler. Kendi meclislerini, mahkemelerini, askeri güçlerini kurdular ve otuz yıl boyunca Türkiye’nin silahlı güçleri Ada’da kalmaya devam etti.
Türkiye’de Kenan Evren Cuntası’nın darbe yapması ve darbeci generallerin Yunanistan’ın NATO’ya alınmasında ABD’nin telkinleri üzerine Yunanistan’ı veto etmemesi, ’80’den sonra Kıbrıs konusunda, Yunanistan’ın elini güçlendirmeye başladı. Çünkü, 1974’de Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal etmesi sırasında Yunanistan’da Cuntacılar devrilmiş ve cuntanın ABD ve NATO  tarafından desteklendiğini savunan yeni hükümet NATO’dan çıkmıştı. Yunanistan’da gelişen kuvvetli ABD karşıtlığı ve Yunanistan’ın NATO’dan ayrılması, ABD-Yunanistan ilişkilerini soğutmuştu. 12 Eylül darbecilerinin iktidarda olduğu dönem, ABD Yunanistan ile ilişkilerini geliştirdi. Askeri cunta, hükümeti sivillere devretmeden önce, 16 Kasım 1983’te, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) kurdurdu. Bu gelişmeyi Enver Hoca, “Ortadoğu Üzerine Düşünceler” isimli kitabında şöyle değerlendirdi:
“Kıbrıs’taki Türk Toplumu Yasama Meclisi, bu adanın Kuzey’inde ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan etti.
Bu olayın uluslararası arenada belirli yansıma ve sonuçları olacaktır, zaten kötü olan Türk-Rum ilişkilerini daha da kötüleştirecek, süper devletlerin müdahalesi tehlikesini güçlendirecek ve Akdeniz’deki durumu daha da karmaşık hale getirecektir.
Bu olayın süper devletlerden bağımsız olduğu düşünülemez ve uygun bir zamanda tutumumuzu açıklayacağız. Biz, hem Rum ve hem de Türk halklarının ulusal bağımsızlık ve özgürlük için haklı mücadelelerini destekliyoruz; eskiden olduğu gibi şimdi de, Kıbrıs sorununun doğru ve sürekli bir çözümünün, ancak herhangi bir müdahale olmadan iki toplumun kendi aralarındaki görüşmelerle olabileceği düşüncesindeyiz.”
KKTC’yi dünyada hiçbir devlet tanımadı. Türkiye ve KKTC bu tarihten sonra federe devlet tezinden vazgeçtiler ve konfederasyonu savunmaya başladılar. Yani, Kıbrıs’ta Türk ve Rum devletleri ve bu iki devlet arasında gevşek bir bağ olacak, bu devletler, gerekirse ayrılıp başka devletlerle (Kıbrıslı Türkler Türkiye ile birleşmekten söz ediyor) birleşebilecekti. Türkiye’nin silahlı güçlerinin KKTC topraklarında bulunup bulunmaması, KKTC’nin bileceği işti.
Türkiye’nin ve KKTC’nin bu tezinin, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak, olmazsa Kıbrıslı Türkleri Batı Trakya’daki gibi Kıbrıs içinde bir azınlık olarak kabul etmek eğilimdeki Rumlar için kabul edilmesi olanaksızdı. Kıbrıs ve Yunanistanlı “sol” partiler ve revizyonistlerin-reformistlerin etkisindeki sendikalar da, Yunan gerici politikalarının peşine takılmıştı. Kıbrıs Sorunu bu politikalar neticesinde otuz senedir kangren haline gelmiş bir sorun olarak sürerken, yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, SSCB yıkıldı, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistler dünyayı yeniden düzenlemek, paylaşmak, yapılandırmak üzere harekete geçtiler. Yunanistan, bu sıralarda AB’ye girdi. Kıbrıs’ın AB’ye alınmasına önayak oldu. Yunanistan, böylece Kıbrıs sorununu, Yunanistan ile Türkiye arasındaki bir sorun olmaktan çıkarıp AB ile Türkiye arasındaki bir sorun haline getirmeyi az-çok başardı.
Yunanistan’ın AB taktiği ve ABD’nin Ortadoğu planları, Kıbrıs sorununu, bu kez bir daha çözülmek üzere gündeme getirdi.
Türkiye egemen güçleri, önceleri yeni konjonktürü kabul etmek istemediler. ABD’nin SSCB’yi kuşatma politikalarının yürürlükte olduğu ve Türkiye’nin ABD açısından Ortadoğu ve Asya için, SSCB’nin güneyindeki rolünden dolayı önemi nedeniyle Kıbrıs politikalarına müdahale etmemesi, hatta desteklemesine alışan Türkiye egemen güçleri, eskisi gibi devam etmek istediler.
ABD’nin yeni Ortadoğu Planı çerçevesinde Kıbrıs’ı çözmek istemesi, Kuzey Irak’taki Kürtlerle ilişkilerini geliştirmesi ve küreselleşme politikaları ile uyumlu İslamcı partiyi Türkiye’de desteklemesi, Türkiye egemen güçlerini hayal kırıklığına uğrattı. Türkiye gericileri, kendilerini, ABD’nin ihanetine uğramış gibi hissetmeye başladılar. Önceleri, Türkiye gericiliği içindeki bir kanat, ABD’ye göstermelik kafa tutma tavrı göstermeye çalıştı. ABD’ye ve diğer emperyalistlere göbeğinden bağlı işbirlikçilerin, “donumuzu dahi ABD’den alıyoruz” diyenlerin, emperyalist kapitalizmle işbirliğini ülkede egemen olmanın tek yolu olarak görenlerin; emperyalizme, ABD’ye kafa tutması mümkünmüş gibi, bağımsızlıkçı söylevler çektiler, “kırmızı çizgiler” ilan ettiler. Fakat, sonunda süngüler düştü. ABD, Kuzey Irak’ta çuval gösterisiyle “içtima”ya çağırınca, hizaya geçmeyen kalmadı.
Şimdi, Türkiye egemen güçleri topyekun, Kıbrıs, Irak ve Ortadoğu’da ABD politikaları peşinde sürükleniyor. Hâlâ birkaç “ver kurtulcular haindir” edebiyatı yapan varsa, bunlar hamamın namusunu kurtarmak içindir.
Günümüzde, emperyalizmden bağımsız politikalar, anti-emperyalist politikalar, ancak emperyalizm zincirinden koparak, ona karşı çıkarak, mümkündür. Emperyalist zincirden kopmak isteyenlerse, emekçi halkla birleşmek zorundadır. Hem içerde emekçi halka karşı, hem dışarıda emperyalizme karşı olunamaz. Emperyalizm zincirinden kopmak için hiçbir çaba göstermeyenlerin bağımsızlıkçı söylemleri, kitleleri aldatmaya yönelik propaganda ve efendilerle pazarlıkta el güçlendirmek için yaygaralardır.
Türkiye’yi emperyalizmden kurtaracak olan güç devrimci işçi partisi etrafında birleşmiş işçilerin emekçilerin gücüyken,
Kıbrıs’ta da tüm emperyalist ve gerici güçleri karşısına alma cesareti gösterecek Kıbrıslı Türk ve Rum emekçiler, bağımsız ve birleşik Kıbrıs demokratik devletini kurabilecek tek güçtür.
Annan Planı ile sağlanacak anlaşmanın bir faydası olacak ise, bu, ancak, Kıbrıs’lı Türk ve Rum emekçilerin ilişkilerinin gelişmesi ve birlikte mücadeleleri için doğacak yeni olanaklarla sınırlı olabilir. Bağımsız ve Birleşik Kıbrıs mücadelesini ilerletecek olanlar dileriz bu olanaktan yararlanmasını bilirler.

ABD, TSK’yı yeniden yapılandırıyor

12 Eylül askeri darbesini dönemin ABD Başkanı J. Carter’a duyuran Paul Henze’ın “Bizim çocuklar işi becerdi” anlamına gelen “Our boys have done it” biçimindeki sözleri, TSK ile ABD arasındaki ilişkinin niteliğini özetleyen en çarpıcı ifadelerden biriydi. Amerika’nın, kendisine sadakatinden şüphe etmediği Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin devrilmesini bile onaylarken, Türkiye’de orduyu kendi stratejik çıkarları bakımından temel düzenleyici aygıt olarak gördüğü biliniyor.
Amerikan çıkarlarına bağlanan 24 Ocak türünden ekonomik programların yeniden hayata sokulacağı “istikrar” ortamı, ABD destekli cuntanın yönettiği baskı ortamında gerçekleşti.
Dahası, TSK-ABD ilişkileri, Türkiye’de orduya dayanarak politika yapan çevrelerin bütün iddialarını boşa düşürecek örneklerle de doludur. Örneğin, İP tarafından Anti-Amerikancı Kemalist bir darbe olarak desteklenen 28 Şubat müdahalesinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 1998 Temmuzu’nda “üstün hizmetleri” dolayısıyla ABD Genelkurmay Başkanı Hendry Shelton’dan üstün liyakat nişanı almıştı.
Karadayı’ya verilen “U.S. Legion of Merit” nişanının “Degree of Commander” “Kumandan Derecesi” adını taşıdığı belirtiliyordu. Bu nişanın ABD Genelkurmay Başkanlığı’nca ancak “müstesna-takdire şayan” davranışları tespit edilen kişilere verilebilen en yüksek paye olduğu açıklandı.
Karadayı ABD’den ilk defa madalya alıyor değildi. 1995 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Sullivan’ın elinden daha düşük dereceli bir liyakat nişanı almıştı. Ve ABD’den liyakat madalyası alan ilk genelkurmay başkanı da değildi.
1987 yılında da, dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’a, ABD’nin o dönemki Genelkurmay Başkanı William Crowe tarafından nişan takıldı.
Ve bu madalya, son olarak geçen yıl, dönemin Genelkurmay Başkanı John M. Shalikashvili tarafından İsrail eski Genelkurmay Başkanı Amnon Şahak’a verildi.
Şimdiye kadar dünyada çok sayıda yabancı askeri lidere sunulan bu nişanı İngiltere ve Avustralya gibi bazı ülkeler kabul etmiyor.

ABD’NİN KAFAKOL PROGRAMI
Bu nişanların Amerikalılar açısından ne anlama geldiği konusunda bir fikir vermesi ve ABD’nin TSK’nın üst düzey subaylarına karşı yaklaşımını göstermesi bakımından, 2000 yılında Bilderberg toplantısına katılmış “derin” bir gazeteci olan Hürriyet’in Ankara temsilcisi Sedat Ergin’in imzası ile 21 Nisan 1989 günü Hürriyet gazetesinde 8 sütuna yayınlanmış bir manşet haberi hatırlamakta yarar var: “ABD’nin kafakol programı”
Haberin üst başlığı ise şöyleydi: “ABD subay eğitme bahanesiyle, dost ülkelerin gelecekteki yöneticilerini kendi saflarına çekiyor”. Haberin spotunda ise şu ifadeler yer almıştı: “ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, Kongre’de yaptığı açıklamada, müttefik ülke subaylarına, Amerika’da eğitim görmeleri için verilen bursların amacını, ‘Bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadrolarının üzerinde etki sağlama’ olarak açıkladı. ABD’nin askeri burs verdiği ülkeler arasında Türkiye liste başında. Burslardan yararlanan Türk subaylarının sayısı ise 4 bin 461”. Haberin içinde ise, 1950 yılından 1987 yılı sonuna kadar geçen 37 yıl içinde, ABD’nin Türk subaylarının Amerika’da eğitim ve talimleri için toplam 133 milyon dolar harcadığı belirtiliyordu. Manşet haberin devam eden bölümlerinde Senatör Nunn’un şu sözlerine yer veriliyordu: “Pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır.”
Pentagon’un raporundaki şu ifadeler de dikkat çekiciydi: “IMET (Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim) programı diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkânlar sağlamaktadır. ABD’de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda ABD’de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir. Örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişi vardır. IMET, uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik yardımı aracıdır ve ABD’ye sayısız yararlar sağlamaktadır.”

1800’LERDE BAŞLAYAN İLİŞKİLER 2.DÜNYA SAVAŞI’NIN ARDINDAN BİR BAĞIMLILIK İLİŞKİSİNE DÖNÜŞTÜ
Türkiye’nin Marshall yardımından yararlanmaya başladığı 1947’den başlayarak, NATO’ya girdiği 1952’den bu yana süregiden ilişkilerde, ABD açısından yukarıda belirtilen yöntemler önemli olmuştu.
Ancak ABD ile Türkiye ilişkileri bundan da ötelere dayanıyordu. Amerika’nın Türkiye’yi kendisine bağımlı kılmasına giden tarihsel kökler, daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce alınan imtiyazlarla başlamıştı. İlk Amerikan Ticaret Odası 1811’de İzmir’de açılmış, 1827’de bunların sayısı dördü bulmuştu. Bu açıdan önemli bir belgesel çalışmada şöyle deniliyor: “İki ülke arasındaki ticaret ilişkilerinin yoğunlaşmasına bağlı olarak Amerikan hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu’nda resmi bir konsolos bulundurma ve bir ticaret sözleşmesi imzalama yönündeki baskılarının da artığını görüyoruz. Böyle bir sözleşmenin imzalanmasına Osmanlı hükümetinin uzun süre yanaşmadığını, 1830 yılında Amerikan hükümetinin isteklerini kabul ettirmeyi başardığını biliyoruz. İşte, 1830 yılında imzalanan bu ilk ticaret sözleşmesi, iki ülke arasındaki ticaret ilişkilerini tam yüzyıl süreyle yönlendiren temel belge niteliğindedir: ” (Doç. Dr. Oral Sander-Doç. Dr. Kurthan Fişek, “ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı 1829-1929”, Çağdaş Yay, 1977, sayfa 19)
Amerika’ya kapitülasyon niteliğinde haklar tanıyan bu sözleşme, ticarette Amerika’yı “en çok gözetilen ulus” olarak nitelendirmektedir. Sözleşmenin en önemli maddesi ise, dördüncü maddedir. Buna göre, Osmanlı yargı organları, Amerikan temsilciliğinin resmi tercümanı hazır bulunmadıkça, Amerikan ve Osmanlı uyrukları arasındaki davalara bakamayacak, Amerikan yurttaşlarını tutuklayamayacaktır; tutuklama yetkisi, ancak Amerikan diplomatik yetkililerince kullanılabilir.
Yine aynı çalışmadaki verilere göre, 1869 yılında Birleşik Amerika’nın Osmanlı İmparatorluğu’na toplam ihracatının yüzde 79.56’sı silah ve cephaneydi. ll. Abdülhamit’in tahta çıkmasının ilk ve ikinci yılında bu oran yüzde 90’ı aşıyordu.
Bu ağırlık, sonraki yıllarda, yerini belirli bir süre Almanya’ya bırakıyor. Ancak ll. Dünya Savaşı’ndan Almanya’nın yenik çıkması ve bu dönemin ardından ABD’nin de kapitalist bloğun patronu olmasıyla aynı dengeye geri dönülüyor.
Bu ilişkinin, Türkiye’nin NATO’ya dahil olmasından sonraki yönü bakımından fikir vermesi açısında da, başka bir kaynaktaki şu tespitler önemli: “Türk-Amerikan ilişkilerinin özellikle askeri alanda gelişmesine paralel olarak iki ülke arasında çok sayıda askeri, ekonomik ve teknik ikili anlaşma imzalandı. 1950’lerin ortalarından itibaren TBMM’de ve kamuoyunda ikili anlaşmaların niteliği konusunda başlayan tartışmalar, Türkiye’de NATO ve ABD karşıtı görüşlerin yükselme süreci içerisinde 1970’lerin başlarına kadar devam etti. ABD’yle yapılan ikili anlaşmaların sayısı ve alanları konusunda bugün bile kesin rakamlar yoktur. Bu konuda çelişkili bilgiler ileri sürülmüştür. Süleyman Demirel’in 1966’da başbakanken açıkladığı kadarıyla, Türkiye ile ABD arasında 1952-1960 döneminde 54 ikili anlaşma yapılmıştır. 1970’te Türk yöneticilerin yaptıkları açıklamalara göre, bu sayı 91’dir. Sayıların çelişkili olmasının nedeni, anlaşmaların büyük bir çoğunluğunun TBMM’ye getirilmemesi ve gizli nitelikte olmasıdır.” (Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Editör: Baskın Oran, sayfa 556)
Tüm bu veriler, ABD-Türkiye ilişkilerinde, askeri yönün ABD tarafından ne kadar kritik bir yere oturduğunu göstermenin yanında, giderek ABD’ye olan bağımlılığın derinleşen bir seyir izlediğini de gösteriyor. Ancak, ait olduğu tarihsel koşullardan bağımsız olarak belgelerin komplo teorisi fanatiklerinin vazgeçilmez aracı olduğunu gözden ırak tutmadan yapılacak her değerlendirme, ele aldığı belgenin ne anlama geldiğinin doğru bir analizini de içermelidir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, ABD ile Türkiye arasındaki ilk ilişkilerin yaşandığı 1980’lerin başları, “hasta adam” konumundaki Osmanlı’dan imtiyazlar kopararak nüfus elde etme arayışının bir ifadesi olarak ele alınabilir. Kurtuluş Savaşı yılları ise, bu savaşa kumanda eden Mustafa Kemal ve çevresinin, 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi ile kapitalist işgalci güçlere karşı Sovyetler Birliği’nin ulusal kurtuluş hareketini destekleme politikasının bir ürünü olan desteği arkasında bulduğu yıllardır. ABD’nin Türkiye üzerindeki nüfusunu yeniden tesis etme ve derinleştirme süreci ise, 2. Dünya Savaşı’ndan kapitalist bloğun patronu olarak çıkması ile başlıyor. Türkiye’nin temel bir tercih olarak ortaya koyduğu batı kapitalizmi zincirinin bir halkası olarak davranma politikasının doğal bir sonucu olarak girilen bu ilişkinin ilk diyeti, Amerikan çıkarları için Kore’de Türk gençlerinin can vermesi olmuştu. 26 Temmuz 1950 tarihinde Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşet olarak”Kore’ye silahlı kuvvetler gönderiyoruz” başlığıyla haberini verdiği bu gelişme, ABD’nin TSK’yı kendi çıkarları için başka coğrafyalara sürmesinin, Türkiye ile hiçbir husumeti bulunmayan halkların üzerine göndermesinin ilk örneğiydi. Türkiye Kore’ye ilk aşamada 4500 asker gönderdi. 15 ülke içinde ABD’den sonra en çok asker yollayan ikinci devlet olan Türkiye’nin Kore’ye gönderdiği askerlerin sayısı, savaşın ilerleyen safhalarında 6000’in üzerine çıktı. 27 Temmuz 1953’te imzalanan ateşkese kadar, bu savaşta yaşamını yitiren Türk askeri sayısı 721 olurken, 672’si yaralanarak geri döndü. 234 asker esir düşerken, 175 asker kayboldu.
Türkiye askeri kurmaylarının bu dönem ve sonrasındaki temel politikaları, Amerikan işbirlikçisi iktidarlarla aynı minvalde, Türkiye’nin çıkarlarını ABD’nin çıkarları içinde gören, onun içinde eriten bir nitelik taşıdı.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE
TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN KARAKTERİ

Ancak Sovyetler Birliği’nin varlığı ile biçimlenen güç dengeleri tarafından belirlenen iki kutuplu dünyada, Amerika’nın sürdürdüğü “Soğuk Savaş” politikası, Türk askeri birliklerinin kafasına çuval geçirmeyi değil, onları yazının girişindeki verilerde de ifadesini bulan biçimlerde “kazanmayı” gerektiriyordu. Kıbrıs’taki Amerikan dayatması karşısında İsmet İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır” sözleri de bu dengelerin sağladığı avantajlı koşullara dayanıyordu.
Sonuçta her bağımlılık ilişkisi, bağlı bulunduğu koşullar içinde gerçekleşir ve bağımlılığının niteliği ve düzeyi, o koşulların da etkisiyle belirlenir. Bu açıdan bakıldığında, Soğuk Savaş koşulları içinde TSK’nın ABD ile ilişkilerini belirleyen dışsal ve içsel yapıyı şöyle özetlemek mümkün:
Modernleşme çabalarında öndeki güç olan ve Kurtuluş Savaşı’nın da sağladığı pozisyonla, devlet politikalarının belirlenmesinde hükümetlerin de üzerinde vesayetçi bir konumda bulunan TSK, “ulus devletin” bekasından sorumlu temel güç olarak kendisini görmüştür. Bugün de, henüz köklü bir değişikliğe uğramamış olan TSK, NATO’ya dahil olduğu süreçle birlikte, eğitim müfredatında “Kemalizm”le Amerikan “müttefikliği”nin esaslarını yan yana ele almış, bunun sonucunda da, hem birlikleri Kore’ye gönderilebilen hem de “Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünden” kendisini sorumlu hisseden bir yapı çıkmıştır ortaya. Anti-emperyalist gençlik hareketinin ortaya çıkışı ve ardından da Amerikan karşıtı devrimci muhalefetin güç kazanması sonucunda, bu etkinin belirlediği yıllarda, tarihsel gelenekleri ya da ABD etkisinin yanında devrimci muhalefetin yarattığı rüzgarın etkisini de saflarında hissetmiş olan TSK’da, Kemalizmle sosyalizmin harmanlanmasından oluşan görüşlerin taban bulmuş olması dönemin özelliklerine son derece uygundu. Ancak, 12 Eylül askeri darbesi bu etkinin sınırlı düzeyde potansiyel örgütlülüğünü de tasfiye etti.

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN 1989’U: SÜLEYMANİYE OLAYI

TSK-ABD ilişkileri açısından bir milat olarak kaydedilmesi gereken Süleymaniye olayının kaynaklarını ve sonuçlarını değerlendirir ve “Amerika’nın Türk askerlerine bu muameleyi yapması TSK-ABD ilişkilerinde nereye oturuyor?” sorusuna yanıt verirken, altı çizilebilecek temel nokta şudur: TSK, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve duvarların yıkılması açısından bir milat olarak gösterilen 1989’un etkilerini yeni yeni yaşamaya başladı. “Kızıl tehdit”le mücadele adına ABD saflarında Kore’de can veren Türk birliklerinin başına bugün Amerikan birliklerince çuval geçirilmesine gelinen süreçte, Soğuk Savaş dengelerinin artık yerini başka bir sürece bırakmış olmasının payı belirleyicidir. Sovyetler Birliği’nin biçimsel olarak da varlığını sürdürdüğü koşullarda, ABD’nin bugünkü gibi, Sovyetler’in sınır komşularına doğrudan müdahale edememesi, Türkiye’yi de komşularıyla savaşa girecek bir pozisyona gelmekten koruyordu. Ve aynı dengeler, TSK’nın, görece de olsa, kendi “kırmızı çizgileri” olan bir “ulusal ordu” gibi davranabilmesine olanaklar sunabiliyordu.
Soğuk Savaş döneminin son bulması ve ABD’nin Irak’ı işgaliyle tetiklediği süreç, artık bundan önceki 50 yılın politikalarının ABD tarafından köklü bir değişime uğratılmak istendiği bir süreçtir. Amerika’nın kırmızı çizgileri karşısında, ABD ve en yakın müttefiki İngiltere’nin ağırlıklı etkisini taşıyan BM’nin bile ayak bağı olarak görüldüğü bir dönemde, Beyaz Saray’ın ve Pentagon’un şahinlerinin, TSK’nın “kırmızı çizgileri”ne prim vermesi beklenemez. Kaldı ki, TSK, kendi “güvenlik” ve “egemenlik” politikası bakımından ya da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Kıbrıs konusunda ifade ettiği “vizyon” bakımından, görece de olsa Amerika’dan bağımsız bir adım atabilme koşullarını, Kore’ye asker gönderilmesinden başlayarak, kaybetmiş konumdadır.
Ve “Kemalist” müfredatla Amerikancı askeri külliyatın harmanlanmasından oluşan bir eğitimle yetişmiş olan Türk subaylarının bugün karşı karşıya bulundukları nokta, “Amerikancılık”la “Kemalizmin” eskisi kadar “barış içinde bir arada” duramayacağı bir noktadır. Çünkü Amerika’nın Bush kabinesi ile birlikte devreye soktuğu yeni dönem politikalarında, Türkiye’ye ve TSK’ya, kendi çıkarlarını Amerikan çıkarları içinde eritme olanağı bile tanınmamakta, ondan, taşıdığı “ulusal” endişeleri buharlaştırması, bir tarafa bırakması istenmektedir. Bulunduğu bölge ile birlikte Türkiye’yi de yeniden yapılandırmak isteyen ABD yönetimi, ekonomiden siyasi alana kadar, bütün “ulusal” nitelikleri bir “tortu” olarak görüp tasfiye etmeyi dayatırken, bu yapıya kumanda eden askeri alanda “ulusal” politikalara hiç tahammül etmeyeceğini göstermek istemiştir. Bu yanıyla değerlendirildiğinde, Süleymaniye olayına temel gerekçe olarak yorumlanan, Amerika’nın, Irak’ı işgali sırasında asker gönderme tezkeresi konusunda Türk Genelkurmayı’ndan beklediği düzeyde bir desteği görememiş olması, aslında bir vesile olmuştur.
Amerika açısından bundan sonraki süreç, TSK’da soğuk savaş döneminin tutum ve davranışları ile belirlenen bütün yapısal özellikleri düzleyerek, Kore’leri Türkiye’nin sınırına taşıma dönemidir.
Bu yönüyle bakıldığında, “stratejik bir psikolojik operasyon” olarak adlandırılan Süleymaniye baskınının hedeflerinden belli başlılarını, şu biçimde sıralamak mümkündür:
a) Türkiye’nin bölgesel, bağımsız politika üretmesinin önlenmesi,
b) TSK’yı Kuzey Irak’ta Amerika’nın mutlak denetimini kabule zorlamak,
c) Pentagon’daki yeni-muhafazakâr ekibin TSK’dan intikam alması,
d) TSK’da bulunduğuna inanılan ve yer yer Amerikan basınına yansıyan haber ve yorumların da konusu olan “Amerika’ya direnen” ekibe gözdağı vermek.

ABD KARA KUVVETLERİ
YAYIN ORGANINDAN YANSIYANLAR

Süleymaniye olayına gelinen süreçte, ABD’deki Türkiye uzmanları arasında ortaya çıkan bir yaklaşım, Türkiye’nin askerî anlamda gittikçe güçlendiği, güçlendikçe ve iddiaları artıkça tek başına Orta Doğu’ya yönelik politikalar geliştirmeye başladığı ve daha güçlü Türkiye’nin daha zor ve hatta daha da güvenilmez bir müttefik hâline geldiği görüşünü savunmaktaydı.
Michael Robert Hickok tarafından ABD Kara Kuvvetleri’nin resmî yayın organı olan Parameters dergisinde, 2000 yılında yayımlanan”Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi İle Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum” adlı makale bu görüşün savunulduğu metinlerden birini oluşturuyor.
Dr. Hickok’a göre, Soğuk Savaş boyunca NATO stratejileri çerçevesinde silahlanan, eğitilen ve NATO konseptine bağlı olan Türkiye, NATO dışında “inandırıcı şekilde gücünü yansıtamadığını” gördü. Bundan dolayı Türkiye, “1990’ların başında Kafkaslar ve Balkanlar’da etkisiz kaldı”. Öte yandan, Soğuk Savaş sonrasında, “Türk karar alıcılar, Batı ve NATO ile olan ilişkilerinde bir değişiklik olmaksızın, Atatürk’ün, Türkiye’nin geleceğinin sadece Batı’da olduğu” yolundaki sözlerini yumuşatmaktadır (…)
Resmî askerî belgeler günümüzde, Türkiye’yi bir Avrasya ülkesi olarak nitelemekte ve hem Batı hem de Doğu’yla ilişkilerini korumak ve geliştirmek zorunda olduğunu belirtmektedirler. 70 yıllık alışılmış politikadaki bu sapma, Türk stratejik düşüncesinde önemli bir dönüm noktası” olarak nitelendirilmektedir.
Dr. Hickok’a göre, “daha aktif politika izleme girişimi, her tür siyasî görüşten sivil ve askerî lideri yeni politikalar denemeye teşvik etmiş olmakla birlikte, büyük ölçüde orduya aittir ve eski Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşmaktadır”. Yazar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de, bu iddialı politikanın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.
1990’lı yıllar boyunca gerçekleştirilen “ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlarken”, “Türk ordusu, sadece sınırları dışında faaliyet gösterme gücüne sahip değil, aynı zamanda bu konuda isteklidir de” denilmektedir.
Ancak, “Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi, komşuların dikkatinden kaçmaz iken, Türkiye’nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma olasılığı, Batı için müspet ve menfî tarafları olan karmaşık bir durumdur. Washington, uzun zamandan beri Türkiye’nin uluslararası alandaki en güvenilir müttefikidir; ancak, Amerikalı karar alıcılar, Türkiye’nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır… Türkiye’nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara, daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur” yargısı gündeme getirilmektedir.
Dr. Hickok’un çalışması kadar önemli bir diğer çalışma ise, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin malî desteği ile çalışan ve ona bağlı olan, RAND Ulusal Güvenlik Araştırmaları Bölümü’nün, 2002 sonunda, tanınmış iki Türkiye uzmanına yaptırmış oldukları “Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty” adlı kitaptır.
Bu çalışmada da Türkiye’nin uluslararası planda gittikçe daha iddialı ve bağımsız hale geldiği, bunun en çok Orta Doğu bölgesinde kendisini gösterdiği ileri sürülmektedir. Yazarlar, eskiden sadece Batı’ya bakan Türkiye’nin, şimdi Doğu ve Güney’e de çekildiğinden söz etmektedirler. Yazarlar, Türkiye’nin, 1990’lı yıllarda Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’da ABD ile işbirliğine girerek “anahtar bir stratejik müttefik” olduğunu; ama Irak ve İran konusundaki farklı algılamalarının, iki ülkenin “gerçek bir stratejik ortaklık” kurmalarını engellediğini belirtmektedirler. Yazarlara göre, Türkiye, artık Ortadoğu’ya uzanmak için ne bir köprü, ne de Ortadoğu yolunu kapatan bir bariyerdir. Gittikçe güçlenen ve bağımsızlaşan önemli ve muhtemelen çok daha zor bir müttefiktir.
Bu iki çalışmadan çıkan sonuç, ABD’nin ama özellikle de Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin içinde bir grubun, Orta Doğu politikalarında bağımsız ve kendi amaçlarını gerçekleştirmek amacı ile hareket eden bir Türkiye’den rahatsız olduğudur. Bu anlamda Süleymaniye’deki saldırı eylemi, sadece Irak Savaşı ve sonrasının dinamikleri içinde değil, onu çok aşan ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Bu çerçeveyi şöyle özetlemek mümkündür: “TSK’yı, ABD’nin yeni dönem hedeflerine uygun bir biçimde yeniden yapılandırmak.”
Amerika’nın açık desteğini almış olan ve gerek asker gönderme tezkeresi konusunda, gerekse uyguladığı ekonomiden dış ilişkilere kadar bütün alanlarda savunduğu politikalar açısından katıksız Amerikancı bir hükümetin iktidarda olması da, Amerika’nın bu konudaki avantajlarını çoğaltmaktadır.  Asker gönderme kararının Meclis’ten geçmesi, ardından da İncirlik’in Amerika’nın yeni taleplerine açılması, ABD’nin TSK’yı Süleymaniye öncesine göre yeniden yapılandırmada attığı adımların somut birer işaretidir. Ayrıca Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Türkiye açısından yayılmacı bir vizyon meselesi olarak değerlendirdiği Kıbrıs konusunda da MGK’dan Amerika’nın istediği yönde bir kararın çıkmış olması, bu açıdan bir başka göstergedir.
ABD’nin Irak’a saldırısı öncesinde Türkiye’nin en çok tirajlı gazetelerinin sürmanşetlerine taşınan haberler arasında yer alan, Kuzey Irak’ta MGK’da belirlenen “kırmızı çizgileri” değiştirmeye yönelik herhangi bir gelişmenin savaş nedeni sayılacağı yönündeki haberler dönemi artık geride kalmış görünüyor. Türkiye-ABD ilişkilerinde, Kuzey Irak’ın, bugün Kıbrıs’ta verilecek tavizler karşılığında garantiye alınmak istenen bir bölge olması gerçeği, bunu değiştirmez. Burada kastedilen şey, artık ABD’nin nüfuz kurmaya yöneldiği bölgeler söz konusu olduğunda, TSK içinden basın aracılığıyla bile olsa “kafa tutan” haberler döneminin büyük ölçüde geride kaldığıdır.
Ancak, TSK’yı ABD’nin yeni dönem politikalarına uygun olarak yeniden yapılandıran bu sürecin, ordu içinde yansımaları olmaması da düşünülemez. Basına yansıyan kimi haberler, bu sürecin sancılarının yer yer Genelkurmay’ın komuta kademesi ile daha alt kesimler arasında gerilimlere neden olduğunu göstermektedir. Bu gerilimin, “anti-Amerikancı” bir darbeye yol açabileceği yolunda kimi çevrelerce yapılan yorum ve değerlendirmeler ise, hem nesnel dayanaktan yoksun, hem de TSK’nın iç yapısı göz önüne alındığında gerçek dışı değerlendirmelerdir.

Tuzlayı Emekçiler Yönetsin!

28 Mart Yerel Yönetim Seçimleri kapsamında, Emeğin Partisi Tuzla İlçe Örgütü tarafından hazırlanıp yaygın dağıtımı yapılan Yerel Seçim Bildirgesi’ni, bu seçimler için bir platform çalışması örneği olarak hizmet görmesi açısından belge olarak yayınlıyoruz.

Güzel bir kent ve
insanca bir hayat için

TUZLA’YI
EMEKÇİLER
YÖNETSİN!

Tuzlanın işçileri,
memurları, esnafları,
kadınları,  gençleri;
Tüm yurttaşlar;

Yerel seçimler yaklaşıyor. İktidarda ve yerel yönetimde tanıdığımız partiler vaatlerle halkın karşısına çıkmaya hazırlanıyorlar. Büyük paralar döküp büyük bir rekabete hazırlanıyorlar. Ama bilelim ki, Belediye seçiminde yaşanan rekabet farklı siyasi partiler içinde örgütlenmiş rant gruplarının bir paylaşım savaşıdır. Filler tepişecek, olan yine halka olacaktır.
Ama bu defa işleri kolay olmayacak. Başka kent ve beldelerde olduğu gibi Tuzla’nın örgütlü emek ve demokrasi güçleri onların karşısına halkçı belediyecilik anlayışı ile çıkıyor. Bu bakımdan bu seçim, Tuzla’da rantçı partilerle emek ve demokrasi güçleri arasında bir mücadeleye sahne olacak.

Olanağı ve kaynağı bol ama mahrum bir kent
Tuzla; 10 mahallesi, 2 beldesi ve 130 bini aşan nüfusu ile İstanbul’un önde gelen ilçelerindendir. 13 kilometrelik uzun bir kıyıya sahip coğrafi konumuyla güzel bir kenttir. Başta Tuzla Deri, Tersane, Mermercilik olmak üzere pek çok işkolunda çok sayıda işletmeyi barındıran ilçemiz daha pek çok zengin kaynağa sahiptir.
Ancak maalesef, Tuzlamız uygar, modern bir kent görüntüsünden uzaktır. İnsanca koşullarda bir ekmek kapısı ve belediye hizmetleri için bir kaynak oluşturması gereken sanayi işletmeleri havayı ve toprağı zehirleyen kirlilik kaynağı halindedir. Yetersiz ve sağlıksız yollarda bir yerden bir yere gitmek, işe ulaşmak bir eziyettir. Tuzla Türkiye’nin en modern metropolü sayılan İstanbul’un bir ilçesi olmasına rağmen gerekli sağlık ve eğitim kurumlarından yoksun, park ve bahçeleri yetersiz, kültür ve sanatın uğramadığı bir uzak diyar gibidir. Belediye, halkın vergi ödemek için uğradığı, ne yaptığını ise bilmediği halka yabancı kurumdur.
Sözün özü, konumu ve zenginlikleriyle Tuzla’da yaşamak bir ayrıcalık olabilecekken, Tuzla bir mahrumiyet bölgesidir, Tuzla’da yaşamak çileli hayata razı olmak demektir.

Un var şeker var, ama helva yok!
Peki neden? Kaynakları zengin bir ilçe neden böylesi olanaksızlıklar içinde kıvanmaktadır. Yani helva yapmaya yetecek unumuz ve şekerimiz var. Ama bunları maharetle işleyip helva yapacak bir aşçımız yok. Aşçı dediğimiz kişiler, helva yapmak şöyle dursun unu ve şekeri çarçur edip duruyorlar. Evet, neden? Bu kent bu olanaksızlığa, yoksunluğa, perişanlığa müstahak mıdır? Değilse neden bu haldedir?
Bunun başta gelen nedeni mevcut belediye yönetiminin de içinde olduğu burjuva siyasi partilerin belediyecilik anlayışıdır. Bu partiler, ülke yönetiminde olduğu gibi, yerel yönetimlerde de sırtlarını sermaye gruplarına, rantçılara, ihale beklentisi içindeki müteahitlere dayıyorlar. Böyle olunca da kaynakların kullanımında bu çıkar gruplarının tercihleri belirleyici oluyor. On liralık iş, yüz liraya mal oluyor; yol güzergâhı, sahil şeridinin kullanımı onlara göre belirleniyor. Bu çıkar grupları seçimlerde yaptıkları yardımın karşılığını belediye kaynaklarını lehlerine kullandırarak alıyorlar. Böyle olunca paralar yanlış yere gidiyor, açıkçası çarçur ediliyor, hizmet ise sözde kalıyor.
Tuzla’nın bir mahrumiyet bölgesi olmasının bir diğer nedeni de şudur: Sermaye sınıfının temsilcisi olan ama halkın karşısına sağcı, solcu, liberal, dinci, laik gibi sıfatlarla çıkan bu partiler ve onların yerel temsilcileri belediyeyi de bir şirket gibi görüyor, öyle yönetiyorlar. Kaynakları yandaşlarına, içli dışlı oldukları müteahitlere sunarken pek cömert olan bu yönetimler, halka karşı hizmet ve yükümlülükler söz konusu olunca, kılı kırk yararak kâr-zarar hesabına giriyorlar. Çalışanlarını işten atıyor, sendikalaşmayı engelliyor, özelleştirmeye başvuruyorlar. Halkın hayatını kolaylaştıran ama kendilerine göre getirisi olmayan işlerden uzak duruyorlar. Halkın sırtından rant sağlama ve bu rantın paylaşımını yönetme mevcut  belediyecilik anlayışının temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle seçimlerde belediye başkanı ve meclis üyeleri değişse bile belediyecilik anlayışı değişmeden kalıyor.
İşte on yıldır kendi bağımsız belediyesine sahip ilçemiz Tuzla da bu kötü belediyecilikten çekiyor. Belediye Başkanından yıllardır “Tuzla gülistan olacak” tekerlemesini duyuyoruz. Ne olduğunu ise bizzat yaşıyoruz.

O halde ne yapmalıyız?
Öncelikle, sermayeden, çıkar gruplarından, müteahitlerden bağımsız bir belediyeciliğe ihtiyaç vardır. Tuzla’dan ve Türkiye’nin her tarafındaki örneklerden biliyoruz ki, mevcut düzen partilerinin sermayeden bağımsız bir belediyecilik yapması mümkün değildir. Bunu yapacak olan yegâne, zinde ve temiz güç emekçilerdir, demokrasi güçleridir; onların örgütlü temsilcileridir.
Rüşvete bulaşmamış, ihale takipleriyle kirlenmemiş, mafyacı spekülatörlerden uzak emekçi, emeğin temsilcisi bir belediye başkanı ve ekibi ilk şarttır.
Tuzla, bir emekçi kentidir. Fabrikalarında üretimi gerçekleştiren, çöpümüzü toplayıp yolumuzu yapan, soframıza gelen ekmeği pişiren emekçilerdir. Ama bu emekçi çoğunluk emeğe düşman güçler tarafından yönetilmektedir. Biz diyoruz ki, Tuzla’yı emekçiler yönetebilir, yönetmelidir.
HALKÇI BELEDİYENİN
ÖNCELİKLİ PROJELERİ

1) Öncelikli hizmet bölgeleri
Tuzla sahili ya da E-5’in altı diye ifade edilen yerleşim şeridinde, özellikle de patronların villaları çevresinde belediyenin altyapı hizmetleri gözle görünür şekilde iyi iken; Şifa, Yayla, İçmeler, Aydıntepe, Aydınlı, Konaşlı gibi mahallelerde açık bir ihmal vardır. Bu mahalleler çamur  ve toz içindedir, sokak lambaları bile yanmamaktadır. Bu semtlerde ulaşım sorunu da ciddi bir problemdir. İnsanlar yetersiz araçlarda adeta balık istifi gibi işe gidip geliyorlar.  Üstelik karda kışta, yağmurda, sıcakta saatlerce beklemek zorunda kalıyorlar. Söz konusu semt ve mahallelerde, halkın dinlenebileceği, eşiyle, çocuğuyla ya da arkadaşıyla bir çay içip sohbet edebileceği park ve dinlenme yerleri yoktur. Bu tablo bile Tuzla belediyesinin belediyecilik anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. Anlaşılacağı üzere belediyemiz, başta patronlar olmak üzere, “eş-dost, yandaşçılık” anlayışıyla hizmet vermektedir.
Halkçı belediye ise, her yurttaşı eşit gören ayrımsız hizmet anlayışını yaşama geçirecektir. Ama halihazırdaki altyapı oransızlığını göz önüne alarak bugüne kadar hizmetten çok az yararlanabilmiş yoksul mahalleleri ‘Öncelikli Hizmet Bölgeleri’ ilan edecek, buralarda hızla bir altyapı ve çevre düzenlemesine başlayacaktır.
2) Sağlıkevleri
Büyük bir kent nüfusuna sahip ilçemizde tam teşeküllü bir devlet veya SSK hastanesi yoktur. Var olan sağlık kuruluşları çok sınırlı bir hizmet verebilmektedir. Örneğin Aydınlı mahallesinde planda 4 sağlık ocağı görünmesine rağmen, fiiliyatta sadece iki doktor ve dört hemşirenin bulunduğu bir sağlık ocağı binası mevcuttur. O da tıbbi malzemeden yoksun, reçete yazan ve sevk eden bir kurum görünümündedir. Konaşlı mahallesi dahil olmak üzere diğer sağlık ocakları sadece planda kalmıştır. Şifa, Mimarsinan, Yayla, İstasyon Mahallesi, Aydıntepe ve diğer mahallelerdeki sağlık ocaklarının da gelen hastaları sevk etme dışında bir işlevi yoktur. Aşı, pansuman gibi işler de ücret karşılığı yapılmaktadır.
Belediye ‘benim işim değil’ demeden sağlık yatırımlarını öncelikli bir hizmet haline getirecektir. Sağlık hizmetleri, eşit, ayrımsız ve ücretsiz olacaktır. İlkemiz, yaygın ve koruyucu bir sağlık hizmetidir. İlçe bir uçtan bir uca Sağlıkevi zinciriyle kuşatılacak, çocuk ve kadın sağlığını öncelikli hedef olarak gören, hasta tedavisi kadar hastalıktan korunmayı da önemseyen bir mantıkla hizmet verilecektir.

3) Sanayi işletmelerine denetim
Tuzla bir sanayi bölgesidir. Sanayi işletmelerinin ilçemizde bulunması bir istihdam ve kaynak olanağı olmakla birlikte, bu işletmelerin her türlü denetimden uzak, insanca ve yasal tüm çalışma kurallarını ihlal etmeleri sessizlikle karşılanamaz.
15 bin işçinin çalıştığı Tuzla Tersaneleri işçiler için adeta bir cehennemdir, Tuzla Organize Deri Sanayi’nde de 5 bin civarında işçi çalışmaktadır ve önemli bir kısmı asgari ücretli ve örgütsüzdür. Mermer atölyeleri, Kimyacılar Sanayi, Oto Sanayi, Deri Organize Yan Sanayi ve yüzlerce irili ufaklı tekstil vb. fabrika ve atölyede çalışan binlerce işçinin durumu da farksızdır.
İşçilerin insanca bir hayat mücadelesine destek olunacakdır. İşçilerin sigorta ve sendika sorununu çözmek, çalışma koşullarını iyileştirmek, işletmelerin çevreye zarar vermesini önlemek için gerekli tedbirler alınacaktır.

4) Toplu yerleşim bölgeleri
Tuzlamızın önemli bir bölümünde gecekondu adı verilen imarsız yapılaşma söz konusudur. Bu türden bir yapılaşma, her şeyden önce, bu konutlarda barınan yoksulları, arsa spekülatörleri ve Belediye yönetimlerinin istismarına açık hale getiriyor. Seçim zamanında tapu ve altyapı vaatlerinde bulunulup sonradan unutuluyor. İnsanlarımız, kümes gibi, son derece sağlıksız, altyapı hizmetlerinden yeterince yararlanamayan gecekonduları bile çoğu durumda bir ayrıcalık gibi görüyorlar. Çoğu emekçi aldığı ücretin yarıdan çoğunu kiraya veriyor.
Halkçı belediye, bugüne kadar tüm eksikliklerine karşın olumlu örnekler oluşturan toplu konut sistemini daha da geliştirip hayata geçirecektir. İnsanların kooperatif adı altında müteahitlerce sömürülmesine son verilecek, arsası belediye tarafından sağlanan alanlarda kurulacak modern konutların öteki maliyet bedeli ise uzun yıllara yayılan taksitlendirmelerle tahsil edilecektir. Böylece insanların en temel ihtiyacı olan konut sorunu çözülürken; modern, doğaya uyumlu, yeşili bol bir kentleşme hayata geçirilecektir. 

5) Sahil şeridine özel koruma
İlçemiz 13 kilometrelik sahil şeridiyle pek çok ilçeyi imrendirecek bir doğal zenginliğe sahiptir. Ama maalesef bu sahil başta tersane olmak üzere işyerleri tarafından kirletilmektedir. Bir zamanlar denize girilebilen bu sahiller şimdi alarm vermektedir. Deniz, işletme ve evsel atıkların zararlı etkisinden kurtarılacak, sahil dokusuna zarar veren yapılaşma engellenecektir. Sahil şeridinde belediye çay bahçeleri kurulacak ve insanların aileleriyle birlikte küçük paralarla dinlenip vakit geçirmeleri sağlanacaktır.

6) Yoksullara yardım ve toplumsal dayanışma
Tuzla’nın sahilindeki villalar, saraylarla yarışacak bir lükse sahipken, kimi bölgelerde insanlar kuru ekmek bulamamaktadır. Halkçı Belediye mutlaka yoksullara yardım fonu oluşturacak, insanların bu fona katkısı teşvik edilecek ve oluşan miktar, Halk Meclislerince belirlenen ihtiyaç sahiplerine dağıtılacaktır.

7) Kültür ve sanat halka götürülecek
Tuzla, kültürel kurumların yoğunlaştığı kent merkezlerine uzak olduğu için Tuzlalıların kültür ve sanat etkinliklerine ulaşması neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bu boşluğu da göz önünde tutarak tüm mahallelerde sinema salonları kurulacak, gezici tiyatrolar, halk konserleri, bilgilendirici konferanslar vb. etkinlikler sürekli kılınacaktır. Ayrıca yılın belli zamanlarında sanat festivalleri düzenlenecektir. Tüm mahallelerde Halk Kütüphaneleri kurulacaktır.
Tuzla, son yıllarda en çok göç alan ilçelerden biridir ve ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen çok farklı geleneksel, etnik, dinsel yapıya sahip insanlardan oluşmaktadır. Bu farklılıklar kardeşçe bir birlikteliğin önünde bir engel değildir. Ama birliğin sağlam temellere oturabilmesi için herkesin kendi dilinde konuşabilmesi, kendi geleneksel hayat tarzını sürdürebilmesi, kendi kültürünü ve vicdani özgürlüğünü kullanabilmesi gereklidir. Belediye, yaşayışları, milliyetleri, dilleri, geleneksel yapıları farklı tüm yurttaşlara eşit davranacak, bu toplulukların kültürel çalışmalarına destek olacaktır.

8) Gençliğe özel bir önem verilecek
Tuzla yoğun bir genç nüfusa sahip. Liseyi bitiren gençlerin çoğu, tersanelerde, Deri ya da tekstil vb. atölyelerde iş aramaya başlıyor, büyük bir kısmı işsiz kalıyor, iş bulanlar da geçici işlerde çalışıyor. Birçoğu kahve, bilardo veya internet kafelerde zaman öldürürken, birkısmı da hayal kırıklığı ve umutsuzluk içinde çetecilerin, kötü alışkanlıkların kucağına düşüyor. Genç kızlar, ya tekstil atölyelerinde kölelik koşullarında asgari ücretle 10-12 saat çalışıyor, ya da evlerine kapanmak zorunda kalıyorlar.
Gençlerin gidebileceği bir tiyatro, sinema, okuma salonu, spor salonu gibi kültürel ve sportif mekânlar yok. Halı sahada top oynamak isteyen bir genç, 5 milyon vermek zorunda. Anakent Belediyesi tarafından inşa edilen spor kompleksleri Tuzla gençlerine kapalı, tamamıyla ticari bir mantıkla işletiliyor, çoğu genç bu komplekslerin nerede olduğunu dahi bilmiyor.
Halkçı belediye, gençliğin en temel ihtiyacının eğitim olduğu görüşünden hareketle, Eğitime Destek Fonu oluşturacak. Bu fondan öğrenim ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan öğrencilere burs verilecek. Yine gençlerin üniversiteye giriş şansını yükseltmek üzere ücretsiz veya çok düşük bir ücret karşılığında Belediye Dersanesi hizmeti sunulacak. Üniversiteye gidemeyen gençler için ise Meslek Edindirme Kursları açılacak.
Kötü alışkanlıkları olan gençler için rehabilitasyon merkezleri kurulacak.
Gençliğin dinlenme, eğlenme, gezi, spor, kültür ve sanat ihtiyaçlarına yönelik olarak Gençlik Meclisi ile işbirliği halinde organizasyonlar gerçekleştirilecek. Ücretsiz spor kompleksleri, satranç ve zeka oyunları salonları, turnuvalar, kent içi ve dışı geziler, Belediye Gençlik Kampı gibi bir dizi etkinlik ve organizasyon gerçekleştirilecek.

9) Engelli ve düşkünlere yardım eli
Her toplum sakatlık, kaza, hastalık ve yaşlılık gibi nedenlerle üretime katılamayan üyelerine yardımla yükümlüdür. Halkçı belediye de yukarıda belirtilen nedenlerle kendi geçimlerini sağlayamayacak olan insanlara onların onurunu rencide etmeden yardım edecektir. Hem bu türden engellilere yönelik özel eğitim ve rehabilitasyon merkezleri kurulacak, hem de engellilerin toplu taşıma araçlarında, dinlenme ve eğlence yerlerinde, tüm toplumsal alanında rahatça hareket edebileceği ve hizmetten yararlanacağı düzenlemeler yapılacaktır. Geçim olanaklarından yoksun olanlar bizzat belediye olanaklarıyla desteklenecektir. Bu insanlar için özel barınma ve beslenme merkezleri kurulacaktır.

Bunlar hayal değil!
Tüm bunlar yapılabilir. Yukarıda sayılanların pek çoğu sanıldığından daha küçük bir maliyetle kotarılabilecek işlerdir. Bugünkü çarpık yatırım anlayışı terk edildiğinde, yandaş müteahitlere aktarılan kaynağın musluğu kısıldığında, belediye gelirleri bürokratik sürüncemelere son verilerek eksiksiz toplanabildiğinde bu ve daha başka pek çok büyük projeye kaynak olduğu görülecektir. Böylesi projelerden heyecan duyup ücretsiz olarak hizmet sunabilecek sayısız uzman gönüllü bulunacaktır.
Gözünüzün önüne getirin bir: Güzel görünümlü, temel altyapı sorunları çözülmüş bir kent. İş yorgunluğunuzu atabileceğiniz, evinize birkaç dakikalık mesafede bir park, hafta sonunda el yakmayan küçük bir ücretle sahilde bir gezinti ve çay-meşrubat. Kötü alışkanlıklardan kurtulmuş, kültür ve sanatta, sporda yarışan gençler. 40’ında, 50’sinde okuma yazma öğrenen, beceri ve meslek kazanan kadınlar…
Olabilir. Biz çalışırsak olacaktır. Bu emek kenti, emekçiler tarafından yönetilebilir. Bu kenti yönetirken edindiğimiz deneyim ve kazandığımız özgüvenle sömürüsüz, demokratik ve adil bir Türkiye yaratmak üzere ülke yönetimine de talip olacağız

Halkçı
Belediyecilik
Belediyenin iyi yönetilmesinin teminatı her şeyden önce belediyecilik anlayışıdır. Bizim alternatifimiz Halkçı Belediyeciliktir. Halkçı belediyeciliğin ilk ilkesi halkın yararını gözetmektir; ikincisi attığı her adımda halkı bilgilendiren, halkın denetim ve katılım mekanizmalarını yaratan demokratik yönetimdir; üçüncüsü, uzman bilgisi ile emekçi yaratıcılığını birleştirmeye dayanan ortak çalışma ilkesidir.

Bu ilkeler doğrultusunda;
• Halkçı belediyecilik anlayışının yönetime geldiği Belediyede şirket mantığına son verilerek halk yararını esas alan bir belediyeciliğe geçilecektir.
• Halk, vergi kaynağı görülmeyecek, hizmeti halkın ihtiyaçları belirleyecektir.
• Merkezi ve yerel iktidarın yük gördüğü kamusal-toplumsal hizmetler halkçı belediyeciliğin öncelikli hizmet alanları olacaktır.
•  Belediye, kendini yol ve kanalizasyon işleriyle sınırlamayacaktır; imar ve altyapı, eğitim ve sağlık, kültür ve spor, bilgi-beceri kazandırma ve meslek edindirme başta olmak üzere geniş bir alanda faaliyet yürüterek gerçek anlamda bir yerel iktidar olacaktır.
• Kamu yararına aykırı olan özelleştirme, taşerona iş verme uygulamalarına son verilecek, genişlemiş hizmet alanlarına yönelik belediye kuruluşları inşa edilecek; böylece hem ayrımsız bir kamu hizmeti verilecek hem de daha çok insana belediyede istihdam imkanı sağlanacaktır.
• Halkçı belediyecilik uygulamalarında daima halkın görüşünü alacak, tüm projelerini halka açıklayacak, onların desteğini alacaktır.
• Bunun için tüm yerleşim birimlerinde Halk Meclisleri kurulacak, muhtarlıklar belediye ve mahalle halkı arasında ilişki sağlayan kurumlar olarak işlevli kılınacaktır.
• Halk Meclisleri yörede yaşayan herkese açık ve tüm kararların tartışıldığı, önerilerin geliştirildiği bir yapıda olacaktır.
• Belediye, uygulama ve projelerini yılda iki kezden az olmamak üzere düzenlediği Halk Forumları’nda halka anlatacak, onların görüş ve önerilerini alacak ve verimli bir tartışma ortamı yaratacaktır.
• İsteyen herkes istediği her konuda belediyeye sorup cevap alabilecektir. Halkın onaylamadığı hiçbir karar uygulanmayacaktır.
• Halk katılımını daha güçlendirebilmek üzere gençliğe ve kadınlara özel bir önem verilecek, yine her mahallede Gençlik ve Kadın Meclisleri kurulacaktır.

Devlette yeniden yapılanma kimin için?

Devlet sorunu, Platon’nun MÖ 4. yüzyılda “devlet üzerine” tezler öne sürmesinden beri felsefenin ve siyasetin en önemli tartışma konularından birisi olmuştur. Ve o zamandan bu yana, Platon’un öğrencisi Aristoteles’ten başlayarak, Marks’ın hemen öncesinde idealist felsefenin zirveleştiği Hegel’e kadar, “sistematik” görüşler öne süren her filozof, felsefi okul, siyasi mihrak “kendi görüşleri” açısından “devlet”i tarif ederek “kuramlarını tamamlamış”lardır.
Elbette devlet tartışması, Marx ve Engels’in sorunu diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığında çözümlemesinden sonra da bitmemiş; tersine, burjuvazinin çeşitli renkten filozofları, siyasetçileri, ideologları, Marksizmden sapma akımlar; Hegel’e, Kant’a, Hume’e dönerek ya da liberalizme sarılarak devlet üstünden kendi politikalarını hayata geçirmeye çalışmışlardır. Bu yüzden “devlet sorunu”, Marksistlerle tüm öteki görüş sahipleri arasında, Marksizmin tarih sahnesine çıkmasından beri en temel tartışma konularından birisi olmuş; çoğu zaman da mücadelenin saflaşmasında pratik ve belirleyici bir önem kazanmıştır.
Günümüzde de, neoliberalizmin savunucuları ve onlara eklemlenen sözde Marksist çevreler (gerçekte ‘liberal sosyalizm’ yanlıları), Marksistleri, ülkelerinin emperyalizmden bağımsızlığını savunanları; emperyalist sermaye ihracı ve emperyalist hegemonya karşısında ulusal sanayi ve tarımın gelişmesini savunanları, özelleştirmelere karşı çıkanları, devletin yükümlenmek zorunda kaldığı parasız eğitim ve sağlık başta olmak üzere öteki kamu hizmetlerinin tasfiye edilmesine karşı çıkanları; eski, hantal, müsrif devleti savunmakla, devletçi olmakla, devleti kutsamakla, muhafazakarlıkla suçlarken, kendilerini, devlete, dolayısıyla baskıya karşı, ilerici, yenilikçi olarak göstermektedirler.
Özellikle burjuva devletin hantal, bürokratik, müsrif, rüşvetçi, adam kayırmacı özellikleri öne çıkarılarak, bizzat sermayenin çeşitli çıkar odaklarının marifeti olarak ortaya çıkan devlet kurumlarının siyasi partilerin rant alanı, arpalığı haline gelmesini öne sürerek, devletin bu zaaflardan kurtulması için bütün diğer önlemleri aldıkları intibaını vermek istemektedirler.
Özgürlük Dünyası, çıktığı günden beri bu tartışmanın Marksist tarafında yer aldı; burjuva devletin karakteri, rolü, devlet karşısında Marksistlerin tutumu, işçi sınıfı ve emekçilerin bugünkü mücadelesi bakımından devlet ve devletçiliğin nasıl bir rol oynadığı vb. gibi konularda sayısız eleştiri, makale yayınladı; Marx, Engels, Lenin ve öteki Marksist düşünür ve siyasetçilerin makalelerini aktardı.
Ama Kamu Yönetimi Temel Yasası ve ona bağlı olarak Kamu Personel Rejimi Yasası ve Yerel Yönetim Yasası gibi başlıca alanlarda hükümet ve sermayenin çeşitli güç odaklarının devletin yeniden yapılanmasını güncel bir sorun olarak ele almalarıyla, “devlet” konusu yalnızca teorik bir tartışma, devrimin stratejik bir sorununun ele alınışı olmaktan çıkıp, aynı zamanda, güncel siyasal ve sendikal mücadelenin de bir sorunu olarak gündemin üst sıralarına oturdu. Öyle olunca da; yığınların mücadeleye katılmasını engellemek ve onları bölmek için sermayenin propaganda odakları, “devlet düşmanlığı” denilecek bir çizgiden “kutsal devlet”e kadar varan yelpazede yayılan bir propaganda ile emekçiler arasında bölünme yaratmaya yöneldi. Asıl yapılmak istenenin, egemen sınıfların devletinin gediklerinin kapatılması, çürüyen yönlerinin restore edilerek, emekçilere, halka karşı daha etkin, kendisini her tür hizmet ve sosyal görevden arındırmış; etkin biçimde vergi toplayan, polis ve asker gücü bakımından daha zapturaptçı bir yapıya kavuşturulması olduğunun ise, üstünün örtülmesi tercih edildi.
Bu yüzden, bu yazı, hem yakın tarihteki devlet tartışmalarına bir göz atmayı hem de günümüz tartışmalarıyla dünkü tartışmalar arasındaki bağlantıyı kurarak ve bir dergi yazısını sınırlılığı içinde de olsa, güncel mücadelenin ihtiyaçların gözeterek, devletin niteliğinden öte, üstlendiği roller ve onun asli görevi arasındaki bağlantılar üzerine bir tartışmayı amaçlamaktadır.

EGEMEN SINIFIN BASKI ARACI OLARAK DEVLET
Devleti, bürokratik, askeri bir mekanizma olarak; egemen sınıfın, öteki sınıf ve tabakaları baskı altında tutmak için örgütlediği gerçeği, devletin şiddetin örgütlenmiş ifadesi olması, onun, şiddeti rasgele kullandığı ve terör dışında bir işlevinin olmadığı anlamına gelmez. Tersine devlet, en “yalın” haldeyken bile, kendini tüm sınıfların üstünde göstermesine yarayan fonksiyonlara sahip olduğu gibi, toplumun “babası”, “kutsal yükümlülükleri” olan, toplumdaki çıkarları karşıt sınıflar arasındaki çatışmayı belirli sınırlar içinde tutan, “arabuluculuk yapan”, “sınıf çıkarlarının üstünde” bir kurum olduğunu göstermesine inandırıcılık kazandıran çeşitli “donatılara” da sahip olmuştur. Örneğin, Ortaçağ’da dinle içli dışlı hale gelerek, çoğunluğun ve dinin koruyucusu, ulusun ve halkın dış düşmanlara karşı kollayıcısı, asayişin sağlayıcısı, salgın hastalıklara karşı önlem alıcı, açlık ve kıtlık yıllarında sıkıntıları hafifletici bir rol oynayan, toplumun birlik bütünlüğünü sağlayan bir kurum olarak gösterilmiştir.
Devlet hakkında yayılan, onun sınıflar üstü bir toplumsal organizasyon olduğu hayallerine karşı Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı yapıtında şunları söylüyor:
“…devlet, asla topluma dışarıdan zorla kabul ettirilmiş bir güç değildir. Hele Hegel’in ileri sürdüğü gibi ‘ahlaki düşüncenin gerçekliği’ hiç değildir. Devlet, daha çok toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişmeye düşmesinin, üstesinden gelemeyeceği uzlaşmaz karşıtlıklara bölünmesinin kabullenilmesidir. Ne var ki bu karşıtlıkların, ekonomik çıkarları çelişen sınıfların gerek kendilerini gerekse toplumu kısır bir mücadele içinde tüketmemeleri için görünüşte toplumun üzerinde duran bir güç, çatışmayı yumuşatmak ve düzenin sınırları içinde tutmak amacıyla zorunlu duruma gelmiştir. İşte toplumun bağrında doğan, ama kendini toplumun üzerine koyan ve ona gittikçe yabancılaşan bu güç devlettir.”
Engels’in tanımı, hem devletin bir keyfiyetten değil, zorulu olarak, toplumun çıkarları karşıt sınıflara bölünmüş olmasının zorunlu sonucu olarak ortaya çıktığını, hem egemen sınıfının baskı aracı olduğunu, hem de onun, toplumun üstünde, karşıt sınıfları uzlaştırma görünümü veren bir rol oynadığını ifade etmektedir. Ama bu “uzlaştırma”, iki tarafa eşit uzaklıkta durarak değil, egemen sınıfın çıkarlarına uygun bir uzlaşmayı gerçekleştirmek üzere devletin rol oynadığın ifade etmektedir.   
Devlet, yalın haliyle; egemen sınıfın öteki sınıf ve tabakaları kontrol altına almak, boyun eğdirmek için oluşmuş, örgütlenmiş bir şiddet aracıdır. Ama her dönemde de, toplumsal gelişmeye bağlı olarak daha karmaşık görevlerle yükümlenerek, bu yalın halinin üstünün örtüldüğü çeşitli yükümlülükler ve roller de üslenmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, çıplak haliyle kapitalist devlet, burjuvazinin işçi sınıfı ve öteki halk kesimlerini baskı altında tutması için örgütlenmiş bir şiddet aracıdır. (Sorun, çeşitli yanlarıyla, Özgürlük Dünyası’nın 141. sayısında Lenin’in Devlet ve Devrim adlı yapıtının tanıtımı çerçevesinde, kapsamlı bir biçimde Kadir Yalçın tarafından aktarılmıştır. Okuyucularımızın, sorunun Marksizm tarafından ele alınışı için hem Yalçın’ın yazısına hem de Devlet ve Devrim’e başvurmaları önemlidir.) Şiddet, bazen polis önlemleri, mahkemeler, cezaevleriyle yasalar aracılığı ile sürdürülürken, bazen de devlet ve düzenin korunması adına hak ve özgürlük talebi ile hareket eden yığınların asker ve polis şiddetiyle sindirilmesi, toplumsal muhalefetin açık şiddet aracılığı ile bastırılması biçiminde görünür. Ama asıl olarak, burjuva devletin asli yapısı; asker, polis gibi iç ve dış güvenlik gücü ile vergi toplayan bir “sivil bürokrasi”den ibarettir. Bunun ötesinde, bu yapıya eklenen yükümlülükler, döneme, ülkeden ülkeye, toplumdaki sınıfların mücadelesinin durumuna ve güç ilişkilerine göre değişebilir.

‘SOSYAL DEVLET’* YALANI NASIL ORTAYA ÇIKTI?
18. ve 19. yüzyıldaki işçi mücadeleleri, burjuva devlet açısından kimi hakların kabul edilmesine götürmüş, işgününün belirli saatle sınırlandırılması, çalışma koşullarının yasalarla düzenlenmeye başlanması, sosyal güvenlik sisteminin kurulması, toplu sözleşme hakkının tanınması, genel oy hakkının kabulü, genel eğitim ve sağlığın yaygınlaşması gibi hakların kabulüne bağlı olarak, devlet, bu hakların kullanılmasını hem garantiye alan hem de “denetleyen”, “gözetim altında tutan” kurumlar oluşturmak, bu kurumlarda azımsanmayacak sayıda sağlıkçı, eğitimci, müfettiş, teknisyen istihdam etmek zorunda kalmıştır. Yine yaygın eğitim ve sağlık, araştırma geliştirme, sivil ve savaş sanayiinin ihtiyaçlarından kaynaklanan büyük işletmeler kurulması, haberleşme, kara ve demir yolu yapımı, bakımı ve işletilmesi gibi çeşitli alanlarda devletin faaliyetleri genişlemiştir. Ama, devletin bir takım sosyal görevler üstlenmesi, bu görevlerin, devletin faaliyetleri içinde hem çalışan personel sayısı hem de faaliyetlerin alanı olarak ciddi bir yer tutmaya başlaması; 20. yüzyılda, Ekim Devrimi sonrasının dünyasında görülmüş; bir sosyalist devletin de ortaya çıkması (işçi sınıfının dünya ölçüsünde yükselen iktidar mücadelesini de buna eklemek gerekir), burjuva devletin sosyal görevlerine genellik ve süreklilik kazandırmıştır.
Başka bir söyleyişle, burjuva devletlerin, eğitimden sağlığa, ulaşımdan belediye hizmetlerine, işçilerin ve öteki emekçi kesimlerin emeklilik, işsizlik, sağlık sigortaları, sosyal güvenlik, bilim ve teknolojinin geliştirilmesi, sağlık ve eğitimin parasız ve herkese açık hale getirilmesi gibi “sosyal görevler”le yükümlendirilmesi, tümüyle; işçi sınıfının 200 yıllık mücadelesi, ve asıl olarak da, Ekim Devrimi’nin dünyayı sosyalist ve kapitalist dünya olarak ikiye bölmesi ve dünyanın bir bölümünde sosyalist bir devletin ortaya çıkmasıyla olabilmiştir.
Kısacası, Rusya’daki Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin kapitalist ülkelerde kıyıya vuran dalgası, burjuva devletin, kendi yapısını da “sosyalleştirmeye” zorlamıştır.
Ekim Devrimi’nin kapitalist dünyada reformlara yol açan etkisi 1917’den itibaren görülmeye başlar. Ama, sosyalizmin hızla inşasına başlandığı 1920’li yıllarda daha açık hissedilmeye başlar. 1929 Ekonomik Buhranı’nın kapitalist dünyada yol açtığı panik, sosyalizmin yükselen baskısıyla birleşince, kapitalist ülkeler; Keynesyen politikalar eşliğinde bir “sosyal reformculuğu” (günümüzde neoliberalizmi benimsedikleri gibi) genel bir tutum haline getirirler. Ama özellikle de 2. Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa ülkelerinde devletler yeniden kurulurken; bir yandan SB Anayasası’ndaki bireysel hakları, öte yandan SB’deki sağlık, eğitim, sanayileşme, ulaşım, işsizlik, emekçilerin sosyal statülerine ilişkin öteki gelişmeleri görmezden gelememiş; kapitalist ülkelerde, savaş boyunca sosyalizmi de kapitalizmin faşist yüzünü gören işçi sınıfı ve öteki halk kesimlerinin sosyalizme yakınlık duymaları, faşizmle kapitalizm arasındaki dolaysız bağı farketmiş olmaları ve komünist partilerin İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde iktidarın eşiğine kadar gelen güçleri, burjuva devletin, kendisini, daha önce görülmemiş ölçüde sosyal görevlerle yükümlendirmesini zorlamıştır.
Aslında 1917’de Rusya’da patlak veren devrimden sonra, 2. Dünya Savaşı arkasından, Doğu Avrupa’da , Avrupa’nın ortasına kadar olan bölgede “halk cumhuriyetleri”nin kuruluşu, Asya’da ise Çin, Kore ve Vietnam devrimlerinin halkçı ve anti emperyalist karakteri ve sosyalizmle kurdukları ilişki; dünya nüfusunun ve topraklarının çok önemli bir bölümünü kapitalist dünyanın hakimiyetinden çıkarmıştı. Daha geniş bir tarih aralığından bakarsak, bu gelişmeler, Ekim Devrimi’nin yayılması, bir anlamda 2. Dünya Savaşı’nın üstünden bir yandan Avrupa’da öte yandan Asya’da ulusal kurtuluş mücadeleleri ve faşizme karşı savaşların bir sosyal devrim olarak da ilerlemesiydi. Bu ülkelerde savaş ve devrimler sonrası kurulan devletler, kapitalist burjuva-bürokratik devletten farklı olarak, halkçı, sosyal karakterleri gelişkin devletler olarak şekillenmişlerdir.
Kapitalist Avrupa’da bir yandan iktidardan dönen öte yandan da “halk cumhuriyetleri”yle Batı Avupa’nın sınırlarına dayanan sosyalizm güçleri, aslında kapitalist dünyayı pek çok yandan kuşatmıştı ve kapitalist Avrupa savaş sonrasında devlet yapısını yeniden kurarken; bu kuşatmanın baskısı altında biçimlendi ve anayasa ve yasalarını yeniden oluştururken, her maddesini yazarken, deyim yerindeyse, “Acaba bu maddeyi böyle yazarsak işçiler ne der; halk kabul eder mi; acaba sosyalizm bu konuda ne diyor, ne yapıyor?” diye yeniden yeniden düşünmek zorunda kaldılar.
Sosyalizmin, halk cumhuriyetlerinin ve kendi işçi sınıflarının tehdidi altında şekillenen burjuva devletlerinde, işçi ve emekçi haklarının gözetilme zorunluluğunun ortaya çıkması, milyonlarca halkın eğitim, sağlık,ulaşım, iş, ev, belirli bir standartta yaşama hakkını garanti altına alan kurumlar ve kuruluşlar, burjuva devletin bürokratik yapısını yumuşatmıştır. Daha doğrusu, burjuva devlet, bürokratik yapının arkasında saklanacağı bir “sosyal örtü” oluşturacak kadar “kalın” sosyal görevler üstlenmek zorunda kalmıştır.
Nitekim, 2. Dünya Savaşı sonrasının ABD’nin başında bulunduğu kapıtalist strateji, SB’nin Batıdan ve Güneyden kuşatılmasıdır. Bu, NATO, CENTO, CEATO ve öteki kapitalist paktlar içinde yeralan ülkeler, Avrupa’da “sosyal” ve “demokratik normlar” bakımından teçhiz edilirken, geri ülkelerde de sosyal önlemler öne çıkarılmış, Türkiye gibi ülkelerde de “çok partililik”, sendikaların serbestçe kurulması, sosyal güvenlik sistemlerinin geliştirilmesi, genel eğitim ve sağlığın yaygınlaştırılması, devletin sanayii ve tarımı geliştirmek için çeşitli organizasyonlar ve denetim kurumları oluşturması gibi pek çok ekonomik ve sosyal kurumla burjuva devlet aygıtı donatılmıştır.

‘SOSYAL DEVLET’İN İŞÇİ SINIFI VE HALKLAR İÇİN BİR TUZAĞA DÖNÜŞMESİ
Bu gelişmelerden, burjuva ideologları; burjuvazinin, artık eskiden olduğu gibi, sadece kendi kârını düşünmediği, uygar, sömüren, ama bu sömürüden emekçilerin de yararlanmasını sağlayan bir sınıf olduğu, dolayısıyla kapitalizmin, yeni bir aşaması olarak “sosyal devletçi” aşamasına geçtiği sonucunu çıkardılar. Yani; emek mücadelesinin, sosyalizmin başarıları karşısında burjuva dünyasında, bu arada burjuva devletin yapısında yapılmak zorunda kalınan reformlardan, burjuva ideologları, bu gelişmelerin, kapitalizmin yapısında, onun “özü”nde bir değişimin sonucu olduğu, burjuvazinin karakterin değiştiği sonucunu çıkarmışlardır. Daha doğrusu, böyle bir iddiayı propagandalarının merkezine koymayı, kapitalizmin sosyalizme karşı yürüttüğü savaş stratejisinin gereği saymışlardır. Çünkü böylece işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri arasında fikri bir kargaşa çıkarma ve mücadelelerini yatıştırmayı umdukları gibi, aydınlar arasında da bir bölünme yaratmayı amaçlamışlardır.
Kruşçevizm ve onunla aynı ideolojik dayanaklar üstünde şekillenen Eurokomünizm de, kapitalizmin ideologlarıyla aynı sonucu çıkarmakta yarışmışlardır.
Kruşçevciler, “kapitalizmle sosyalizmin barış içinde bir arada yaşadığı, birbiriyle savaşmasına gerek olmadığı bir dünyanın artık mümkün olduğunu” ileri sürerken sınıf uzlaşmacılığını savunmuş; bundan önceki dönemde sosyalizm ile kapitalizm zıtlaşmasını Stalin’in uygulamalarına bağlayarak, daha 2. Dünya Savaşının hemen sonunda “soğuk savaş” stratejisiyle SB’yi kuşatmaya başlayan ABD ve öteki gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan Mc Cartycilikle birleşmiştir.
Kruşçevizmin Marksist-Leninist partiler içinde yarattığı bölünme ve ideolojik kargaşa ile birleştiğinde “burjuvazinin karakterinin değiştiği” yönündeki iddialar, aynı zamanda, işçi sınıfının devrimci rolünü de tartışmaya açmış, “işçilerin de artık proleter olmaktan çıkıp beyaz yakalı orta sınıf fertlerine dönüştüğü” öne sürülmüş, “öncü savaşçılık”, “Maoculuk”, Marquezcilik gibi akımlar itibar kazanmıştır. Bu akımlardan kimisi, bir devrimin artık gereksizliğini (aynı zamanda olanaksızlığını) öne sürerken, kimisi devrimin silahlanmış küçük birimlerin, kadroların işi olduğu üstünden stratejiler savunmaya koyulmuş, kimisi köylülüğü asıl devrimci güç ilan edip şehirlerin kırlardan kuşatılarak kurtarılacağı fikrine sarılmıştır. Başkaları, başta CİA görevlisi Herbert Marcuse gibiler ise, “artık işçi sınıfı değil, öğrenciler devrimin öncü gücüdür” gibi saçma görüşleri bu kaos ortamına atmıştır. İşin kötüsü, ortaya çıkan kaos ortamı, yakın geçmişte devrimci bir çizgide olan işçi sınıfı partileri ve sendikalarının “sosyal uzlaşmacı” bir çizgiye çekilmesiyle birleşince, bu görüşler, sahiplerinin umduğundan çok daha fazla itibar kazanmışlardır.
Toplam açısından bakıldığında, gerek sosyal güvenlik, işsizlik sigortasının sınıfın çok önemli bölümünü sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınması; eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim… gibi hizmetlerin parasız olmasının yasalar ve anayasalara geçirilmesi, gerekse kişisel özgürlükler alanında burjuva demokrasisini zenginleştiren gelişmeler, daha önceki dönemlerde görülmemiş biçimde gelişmiştir.
Bu gelişmeden iki sonuç çıkabilirdi. Bunlardan birincisi; kapitalizmin artık uygarlaştığı, dolayısıyla işçi sınıfı ile çelişmesinin uzlaşmaz olmadığı, dolayısıyla bu hakları verdiği, en azından kabul ettiği biçimindedir.
Bu gelişmelerden çıkarılabilecek ikinci sonuç ise, işçi sınıfının kazandığı bu hakları  mücadeleyi daha da ilerletmek, burjuvazinin iktidarına son vermek için kullanmaktır.
Burjuvazi ve onun stratejistleri, bu gelişmeyi, işçi sınıfı ve onun çeşitli örgütlerine karşı bir tuzağa dönüştürmek üzere harekete geçtiler.
Onlara göre; “Kapitalizm eskiden sömürücü, ‘insanın insanın kurdu olduğu’ vahşi bir sistemdi. Marksizmin bu doğrultudaki tespitleri ve sınıf mücadelesi anlayışı doğruydu. Ama bugün durum değişmiştir. Kapitalizm de olgunlaşmış, artık sisteminin eskisi gibi sürmeyeceğini görmüştür, bunun sonucu olarak da işçilerin sosyal haklarını, demokratik isteklerini kabul ederken ekonomik bakımdan refahın paylaşılmasını, yani ekonomi geliştiği ölçüde işçilerin reel gelirlerinin de artmasını kabul etmektedir. Bu yüzden artık sınıf mücadeleci değil, sosyal uzlaşmacı bir ilişkiyi esas almalı; işçilerle patronları arasındaki sorunları masa başında çözen bir yaklaşım esas olmalı”dır.
Burjuvazinin bu tutumu karşısında, Kruşçevciler; “barış içinde bir arada yaşama” teziyle zaten, sınıf mücadelesine gerek olmadığını ilan etmişler, kapitalist ülkelerdeki işçi partilerine, “kendi burjuvazileriyle barış içinde bir arada yaşama” çağrısı yapmışlardı. Çünkü onlara göre de; “kapitalizm artık eski vahşi karakterini değiştirmiş, şimdi uygar ve uzlaşmacı bir kapitalizm olarak sosyalizmle her alanda barış içinde yarışabilir; insanlar da sistemlerin başarısına bakarak, kendi taraflarını seçebilirler”di.
Eurokomünistler ise, aslında Kautskistlerin bıraktığı yerden hareketle, sosyalizmin demokrasi ve sosyal haklar bakımından hayli adımlar atmış kapitalizm içinde gelişeceği ve barış içinde sosyalizme geçilebileceği fikrindeydi.
Sosyal demokrasi, zaten ortaya çıktığından beri böyle bir uzlaşmacılık ve sınıf işbirliğinin teorisini yapıyordu.
Kısacası gelişmiş ülkelerde burjuvazinin uzattığı “sosyal uzlaşma” elini tutmak isteyen geniş bir “Kruşçevci-eurokomünist-sosyalist-sosyal demokrat” tortu oluşmuş bulunuyordu ve bu tortunun ideologları ve propagandacıları, burjuvazinin “uzlaşma teklifini” allayıp pullayarak yaygınlaştırma, bir propagandaya dönüştürme işini de fazlasıyla başardılar. Elbette bunlar bir ideoloji ve propaganda olarak da kalmadı; işçi sınıfının partilerinin mücadele hattında belirsizliklere, yalpalamalara, sonra da onların hızla uzlaşmacı bir çizgiye kaymalarına yol açarken, sendikaların da Komintern döneminin sınıf mücadeleci çizgisinden ayrılarak sınıf işbirlikçi bir çizgiye yönelmesine yol açtı.
Böylece burjuvazi ile uyumlanan işçi örgütlerinin önemli bir bölümü ve dünün Marksist-Leninist partileri, bir takım sosyal haklar ve ekonomik bakımdan işçilerin durumlarını iyileştirmesi karşılığı, kapitalizme karşı mücadeleden, sömürüsüz ve baskısız bir dünya kurma mücadelesinden vazgeçiyorlardı.
1950’lerin sonundan başlayarak, gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, kapitalist dünyada sınıf mücadelesinin mevzilenmesi böyle bir “sosyal anlaşma” çizgisine hapsedildi.
Burada, kuşkusuz ki, asıl sorun, sendikaların işçilerle bazı hakları konusunda anlaşmaları değil; burjuvazinin karakterinin değiştiği fikridir. Çünkü; “Burjuvazinin artık uygarlaştığı” varsayımı, burjuvazinin artık sömürücü niteliğini kaybettiği, en azından burjuvazi ve işçi sınıfının çıkarlarının uzlaşmaz karşıtlığını yitirdiği, dolayısıyla kapitalizmin süreç içinde tümüyle sosyalizme evrilebileceği fikirine yol açmıştır. Bu var sayım, işçi partilerinin sermayeye karşı mücadelesinin karakterini de devrimci olmaktan çıkarıp reformcu bir çizgiye çekilmesini getirmiştir. Aslında bu, kapitalizmi karakterize eden emek-sermaye çelişmesiyle dünyayı tanımlayan başlıca çelişmelerin karakterinin değiştiği anlamına da geliyordu.

‘YENİ DÜNYA DÜZENİ’NİN YOLU ‘SOSYAL DEVLET’LE DÖŞENDİ
Burjuvazi, tek tek ülkelerde; sosyal hakların, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi alanlarda tavizler verip “sosyal uzlaşma” çağrısı yaparken, Amerika ve İngiltere başta olmak üzere, kapitalist ülkelerde Mc Cartycilik üstünden yürütülen anti-Stalinizm, anti-komünizm kışkırtılıyordu. Öte yandan, NATO’nun yanı sıra CENTO, SEATO gibi bölgesel paktlarla SB batıdan ve güneyden kuşatılarak bir “yeşil kuşak” da oluşturuluyordu. Kore’den sonra Küba, sonra da Vietnam’a karşı savaş, asılında komünizme karşı bir savaş olarak yürütülüyordu. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ilerici ve anti-emperyalist gelişmeler, emperyalizme karşı mücadeleler ve sosyalizmle birleşebilecek güçler, istihbarat örgütlerin faaliyetleri ve gerici güçlerin, cuntaların iş başına getirilmesiyle tasfiye ediliyordu.  Ama ne Kruşçevciler ne de euro-komünistler ve kendisine sosyalist diyen uzlaşmacı çevreler, bu olup biteni; kamplar arasında bir rekabetin sonucu olarak ele alıyorlardı. SB’nde iktidarı elinde tutan Kruşçevciler de SB’nin prestiji ve dünyada kazandığı sempatiyi, ABD ve Avrupalı emperyalistlerle aynı platformda rekabet ederek harcıyor; emperyalistlere, karşı darbelerle, geri ülkelerdeki gerici, militarist fraksiyonlarla işbirliği ile karşılık vererek, emperyalizme karşı mücadeleyi onlarla rekabete indirgiyordu. Bu yöndeki tutumları; bu ülkelerdeki gerçek Marksist örgüt ve çevrelerin gelişmesine müdahale ve işçi hareketinin bastırılmasıyla birleşiyordu.
Böylece Kruşçevizmin emperyalist politikalara yönlendirdiği SB, dünya ölçüsünde anti-emperyalist demokratik gelişme ve mücadelelerle değil, darbeler ve cuntacı  burjuva fraksiyonlarla birleşerek, komünist partilerden sonra anti-emperyalist mücadelede de bölünmeleri kışkırtarak Amerika ile aynı silahları kullanarak aynı platformda bir mücadeleye yönelmiş bulunuyordu.
Aslında 70’li yılların başından itibaren kapitalist ülkeler; SB’nin sosyalizmden, Ekim Devrimi’nin amaçlarından uzaklaştığını, uzaklaştıkça da, işçi sınıfı ve anti-emperyalist hareketler karşısında itibar yitimine uğradığını fark ettiler. Dolayısıyla onları bağlayan ve işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı dizginsiz bir saldırıya girişmekten caydırıp alıkoyan bu en önemli bağ; dünyadaki sosyalizme yöneliş ve emperyalizme karşı mücadelelerin desteğini alan SB’nin oluşturduğu tehdit ortadan kalkıyordu. Onun için de, ’70’lerin ikinci yarısında itibaren; neoliberal politikalar, önce İngiltere, sonra Amerika’da Teacher ve Reagan’la gündeme girmeye başladı. Burada petrol krizi ve onun ortaya çıkardığı etkenlerin rolü de vardır, ama neoliberalizme yönelişi asıl kışkırtan, kapitalist ülkelerin kendilerini artık sosyalizm ve anti-emperyalist, demokratik muhtevalı halk hareketlerinin tehdidi altında görmemeleridir. Ve sürecin sonraki yıllarda nasıl geliştiği biliniyor.
Gorbaçov, aslında Kruşçevin sözünü ettiği, burjuvazinin artık vahşiliğini kaybettiği, burjuvazi ile proletarya, sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişmenin uzlaşmaz olmadığı fikrine dayanan “barış içinde bir arada yaşama” düşüncesini sonuçlarına götürerek SB’ne son verdi ve Baba Bush’la el ele tutuşarak Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etti.
Yeni dünya Düzeni, “sosyalizme ihtiyaç duyulmayacak bir kapitalist düzen” olarak tarif edildi: Evrensel barış, uluslar arasında eşitlik ve adalet, demokrasinin dünyanın her yerinde egemen olduğu ve refahın emek ve sermaye arasında paylaşıldığı bir dünya!
Ama propagandası yapılan bu “dünya”nın yerine, aslında, söylenenin tam tersine, dünyanın her köşesinin savaş alanına dönüştürüldüğü, ABD’nin hiçbir uluslararası anlaşmayı ve uluslararası hukuku dinlemediği, BM kararlarının bile açıkça çiğnediği, açlık ve yoksulluğun devasa büyüdüğü bir dünya düzeni kuruluyordu. Küreselleşme ütopyası etrafında neoliberal politikalarla emeğin tüm kazanımları ve sosyalizmin insanlığa kazandırdığı tüm kurum ve değerlerin ortadan kaldırılması amaçlanıyordu.
Yeni dünya Düzencileri “küreselleşmiş bir dünya” tarifi yaparken, bu; aslında 1950’li, ’60’lı yıllarda, “sosyal uzlaşma”yla varılan ve işçi sınıfıyla (sendikalar ve kendisini işçi sınıfı partisi sayan parti ve çevrelerle demek daha doğru) burjuvazi arasında, bir takım sosyal haklar ve ücretlerin yükseltilmesi karşılığında kapitalizmi yıkmaktan vazgeçme anlaşmasının kapitalistler tarafından yok sayılmasının da ilan edilmesiydi. Böylece kapitalistler kendilerini artık o uzlaşmanın koşullarıyla bağımlı saymıyordu. Buna karşılık, sendikalar, artık tamamen sosyal demokratlaşmış eski işçi partileri, eski Marksist çevrelerse, sanki bu “uzlaşma anlaşması” hâlâ devam ediyor gibi davranmayı sürdürdüler.
Sürece bir bütün olarak bakıldığında şunlar apaçık görülecektir:
1-) İşçi sınıfının ve sosyalizmin kazanımları olan sosyal ve ekonomik haklar bütünü üstünde gerçekleştirilen “sosyal uzlaşma”, işçi sınıfı için bir tuzağa dönüşmüş, bu vesileyle sermaye işçi hareketini denetim altına alarak, kendi mevzilerini işçi sınıfına ve sosyalizme karşı rahatça tahkim etmiş, dahası işçi sınıfını kuşatarak, “vermek” zorunda kaldıklarını geri almak için 1990’larda gerçekleştirdiği operasyonu mümkün kılacak hazırlıkları yapmıştır.
2-) Burjuvazinin düne göre daha uygar, daha uzlaşmacı bir karakter kazandığı, baskıcı ve sömürücü karakterinin değiştiği iddiasının sadece bir propaganda olduğu ortaya çıkmıştır. Neoliberal politikalar dönemi göstermiştir ki, burjuvazinin sömürücü, baskısı karakteri eskisi gibi sürerken, o, 1960’larda işçi sınıfının mücadelesi ve sosyalizmin kazandığı mevziler karşısında benimsediği uzlaşmacı tutumu 1980’lerden itibaren terk ederek, daha da aç gözlü bir biçimde işçi haklarını ortadan kaldırmak için saldırıya geçmekten, çalışma ve yaşama koşullarını daha da ağırlaştırmaktan çekinmediğini göstermiştir. 6 Ocak 2004 tarihli Evrensel’de Serdar Derbentli’nin köşesinden Almanya için yazdıkları bu durum çarpıcı bir göstergesidir:
“Eylül 1998’de sendikaların büyük desteğiyle hükümete gelen sosyal demokratlar emekçilerin kazanılmış bütün haklarını gasp ediyorlar. Bununla da yetinmeyip on yıllardır müttefikleri olan sendikaların örgütlenme haklarına saldırıyorlar. Son olarak hükümet, sermayenin direktifi doğrultusunda TİS’lerin özerkliğine saldırıya geçti. Hükümet sendikalara daha fazla uzlaşmacı davranmalarını dayatıyor: ‘Ya uzlaşır ve TİS’lerin delinmesine müsaade edersiniz ya da biz yasalar çıkartarak TİS’lerin genel geçerliliğini engelleriz.’ Yıllardır ‘sınıfların kalktığından’, ‘sınıf mücadelesinin’ bittiğinden dem vuran DGB ve ona bağlı sendikaların bürokratları bastılar feryadı: ‘Bu tepeden sınıf mücadelesi dayatmasıdır.’”
3-) Burjuvazinin karakterini değiştirdiği saptaması ve bundan çıkarılan devrimin gereksizliği kuramı; eğer bilerek geliştirilmiş hainane bir kuram değilse, aşırı aptalca, burjuvaziye duyulan derin imanın yön verdiği sınıfa yabancı bir tutumun ifadesidir.
4-) Yeni Dünya Düzeni, 1990’ların başında dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerinin çıkarları doğrultusunda ve onlar etrafında bir küreselleşme zorlamasıydı. 11 Eylül’den beri ise, küreselleşme, Amerika’nın çıkarları etrafında tüm dünyanın küreselleşme zorlamasına dönüşmüştür. “Ya bizden yanasınız ya da teröristlerden” formülasyonu bu zorlamanın en yalın hali oldu. Olup bitenler, bugün de, dünyanın 20. yüzyılın başındaki gibi; emperyalist, büyük devletlerin birbirinin gözünü oymak için mevzilenmeye yöneldiği, emperyalist ülkelerin, özellikle ABD’nin yeni bir dünya savaşı için mevzilenmeye giriştiği bir dünyadır. Üstelik, bu sefer savaşı dayatan “gelişen genç emperyalist” değil, zaten sistemin patronu olan emperyalisttir. Ve bu yüzden de dünya ve insanlık, bu emperyalistin dünya egemenliğini sınırsızca sürdürme stratejisine bağlanmaya zorlanma gibi büyük bir tehdit altındadır.

BURJUVA DEVLETİN ‘YENİDEN YAPILANMA’SI**
Uluslararası burjuvazi, 1990’ların başından beri, açıkça, kendi devletini “hantallık”, “rüşvet”, “çürümüşlük”, “israf” gibi pek çok şeyle eleştirmektedir. Ve sürekli olarak “yeniden yapılanma” derken; ekonomik, siyasi, idari, sosyal yapıyı yeniden yapılandırmak”tan söz etmektedir.
Mevcut devlet yapısındaki bürokrasiden; çürümüşlükten, adam kayırmacılıktan vb. bunalan insanlar da, “evet eleştiriler doğrudur, yeniden yapılandırılsın” demektedirler. Ama, sermaye güçlerinin “yeniden yapılandırma” dedikleri ile, emekçilerin, halkın devlet ve idare karşısındaki şikayetleri aynı nedenlerle değildir. Halk, devletle yüz yüze gelenler, idarenin labirentlerine düşenler; bürokrasiden, rüşvetten, halkın değil varlıklıların işlerinin yürümesinden şikayet ederken, egemenler ve onların propagandacıları “hantallık”, “bürokrasi” dediklerinde; devlete yüklenmiş olan sosyal görevlerden; eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamu hizmetlerinin devlet tarafından üstlenilmiş olmasından, devletin ekonomiyi denetlemesinden ve karaborsayı, fahiş fiyatı vb. kontrol etmesi gibi faaliyetlerden ve yanı sıra geri ülkelerin sanayi ve tarım gibi alanlarda koruyucu önlemler almasından yakınmaktadırlar.
Çözümler de buna göre olmakta; neoliberaller devletin; devletin bir alanını oluşturan idarenin, merkezi ve yerel yönetimlerin vergi toplamak, güvenlik gibi başlıca işlerle uğraşması, ama geri kalan her şeyi piyasa koşullarında yapılması için özel kişilere, özel firmalara devretmesini istemektedirler.
Dolayısıyla kapitalizmin kendisini yeniden yapılandırmasından, bu “yenilenme”nin temeline konulan her tür mal ve hizmetin piyasa koşullarında üretilmesi ve devletin, kamunun piyasanın ürettiği hizmet ve mal alanlarından tümüyle çekilmesi isteğine uygun olarak, devletin bütün faaliyet alanlarında da buna uygun düzenlemeler kastedilmektedir.
Demek ki, burjuvazi, kendi devleti açısından; 20. yüzyıl boyunca işçi sınıfı ve sosyalizmin kazanımları olarak kendisine dayatılmış görevleri terk ederek; o klasik tanımında ifade edilen “egemen sınıfın örgütlenmiş şiddet aracı olama” görevi dışında kendisine yükümlendirilen görevlerden kurtulmak istemektedir. Eğitim reformu, “sağlık reformu”, “sosyal güvenlik reformu”, “personel reformu”, “çalışma yaşamı reformu” gibi her şeyin başına reform lafını getirerek yapılan işler, aslında bir reformdan çok, bir restorasyon, çürüyen, tahrip olan burjuva devlet yapısının yenilenmesi, tamir edilmesidir.
En gelişmiş kapitalist ülkelerden en gerilerine kadar, bütün ülkelerde, burjuvazinin bu uluslararası programı hayata geçirilmeye çalışılmaktadır.
Elini kolunu emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine kaptırmış Türkiye ise, pek çok bakımdan olduğu gibi, sermayenin uluslararası “yeniden yapılanma” operasyonundan en çok etkilenen ülkelerden birisidir. Aynı zamanda, pek çok bakımdan pratikte olanlar, teorinin söylediklerine neredeyse bire bir karşılık gelmektedir.
Şu günlerde gündemde olan ve “yerel seçimler” nedeniyle de ayrıntıları ile tartışılacak olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu (KYTK) ve ona bağlı olarak çıkarılması planlanan Kamu Personel Rejimi Kanunu ile Yerel Yönetimler Kanunu, devletin yeniden yapılanmasının (İş Yasası’nın değiştirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi girişimleri, özelleştirme, esnek çalışma vb. ile birlikte) çok tipik bir ifadesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Türkiye’nin egemenleri; bürokrasiden, Kürtler üstündeki baskıdan, eğitim ve sağlık hizmetlerinin çöküşünden, sosyal güvenlik hizmetlerinin aksaması ve yetersizliğinden, akla gelen her sorun dolayısıyla yükselen şikayetler karşısında; “İşte Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile bunları çözeceğiz. Özelleştirme tamamlanırsa bütün bu sorunlar ortadan kalkacak”, “Yerel Yönetimler Yasası ile bürokrasi, hantal devlet aşılacak; hatta Kürt sorunu çözülecek, Türkiye’nin demokratikleşmesinde ileri hamleler yapılacak!” propagandasını geliştirmekte; ve, bu yasalar ve devletin yeniden yapılanması doğrultusundaki girişimler, halkın şikayet ettiği sorunları çözme amaçlı girişimler olarak sunulmaktadır.
Gerçekte ise, egemenler; bütün bu şikayetleri, yığınları, kendi sistemlerini yenilemenin ve halkın asırlık kazanımlarını ortadan kaldırma stratejilerinin arkasına çekmek için kullanmaktadırlar. Onun içindir ki, Kamu Yönetimi Temel Kanunu üstünde yürütülen tartışma; ancak şu iki temel soruya yanıt vererek anlaşılabilir olmaktadır.
1-) Çıkarılmak istenen yasa gerçekte nasıl bir “yeniden yapılanma” amaçlamaktadır? Kimin, hangi sınıfın, hangi güç odaklarının ihtiyacıdır?
2-) Bu yasa (taslağı) hangi sınıfın, hangi güçlerin ihtiyacından doğmuştur; hangi sınıf ve güçlerin egemenlik stratejisinin bir unsurudur?
Önce birinci sorunun yanıtına bakalım:
Her şeyden önce, iskeleti Cumhuriyet’le kurulan ve geçen 80 yıl içinde çeşitli payandalarla, restorasyonlarla güçlendirilen egemen sınıfların devleti ve onun “idari yapısı”, seksen yaşında bir gemi gibi, hurdaya çıkarılacak kadar eskimiş, çürümüş, perçinleri paslanmış, pek çok yerinden su alır hale gelmiştir. Hantallık, rüşvet, iltimas, israf, bürokrasi, birçok alanda sistemi tıkamakta; devlet gemisinin ağır ağır suya gömülmesi manzarasını yaratmaktadır.
Egemen sınıflar arkalarına IMF, Dünya Bankası ve sermayenin öteki uluslararası güç odaklarını alarak, bu çürümüş, ağırlaşmış, her yandan su alan “idari yapı”yı restore ederek yeniden yüzdürmek, kullanılır hale getirmek istemektedir. Ama, bunu yaparken de, asıl olarak, artık devletin sırtında bir ağırlık olarak gördükleri emekçi sınıfların hakları, parasız eğitim, parasız sağlık hizmeti gibi son yüzyıl içinde devlete yüklenen çeşitli sosyal hizmetleri, sosyal görevleri devletin sırtından atarak “gemiyi hafifletme”yi ve “yüzdürmeyi” hesaplamaktadırlar. Başka bir söyleyişle, egemen güç odakları, kendi sistemlerini ve kendilerinin bu hale getirdiği idareyi değiştirmek istemekte, ama bütün bu değişiklikleri halkın ve ülkenin çıkarları için yaptıklarını propaganda etmekte, buna inandırıcılık kazandırmak için de; “hantallık”, “rüşvet”, adam kayırma”, “çürüme”, “bürokrasi”, “israf” gibi kendi sisteminin hastalıklarını öne sürüp, onları kaldıracaklarını iddia etmektedirler.
Bu yasanın arkasında IMF ve dünya Bankası da olduğuna göre, şu çok açıktır ki; bu yasa, Türkiye’nin egemenlerinin ihtiyaçlarından da öte, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan, Türkiye ile uluslararası sermaye güçlerinin entegrasyonuna hizmet eden bir yasa olarak hazırlanmıştır.
Demek ki, Kamu Yönetimi Temel Kanunu’na egemen sınıflar ve arkasındaki uluslararası sermaye güçleri acilen ihtiyaç duymaktadır.
İkinci sorunun yanıtı da burada saklıdır. Çünkü egemen sınıflar kendi sistemlerini değiştirmek için ekonomide, siyasette, hizmetler alanında (özelleştirme, taşeronlaştırma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmetlerin piyasalaştırılması, düzen partilerinin aynı ekonomik ve sosyal programa bağlanarak gerçekte tekleştirilmesi, eski siyasi partilerin tasfiyesi vb..) önemli değişiklikler yaparken, bunu, idari yapıyla tamamlamak, bu yapılan işlerin idari yapıdaki (merkezi ve yerel yönetimlerin görevlerinin, üstlendikleri hizmetlerin ve buralarda çalışan personelin çalışma koşullarının piyasa kurallarına göre yeniden düzenlenmesi..) karşılığını da oluşturmak durumundadır. Çünkü egemenlerin iktidarı ve Cumhuriyet tarihi boyunca geliştirdiği başlıca politikalar tıkanmıştır.
Kısacası, Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve ona bağlı olarak çıkarılması planlanan kanunlar; sermayenin kendi devlet örgütünün etkinliğini artırmak için (bunu devlet tanımında kullanılan sözcüklerle; “egemenlerin emekçi sınıflar üstündeki baskısını daha etkin bir biçimde sürdürmesi için” biçiminde ifade edebiliriz), devlet örgütünün idari yapısını yenilemek, emekçilerin mücadelesinin devlete (merkezi ve yerel yönetimlere) yüklediği görevlerden kurtulmak istemektedirler. “Yeniden yapılanma” adı altında sürdürülen gayretlerin tümü, elbette söz konusu kanunlar da, egemenlerin, bu, devleti yeniden organize etme stratejisinin bir dayanağıdır. Bu yüzden de emekçilerin, ilerici ve demokrat güçlerin bu yasalarda iyilikler keşfetmeleri; “şu maddesi iyi bu maddesi kötü” yaklaşımıyla tartışmaya katılıp bu yasalara genel kabul vermeleri, kanunların amaç ve gerekçelerinin emekçiler içinde meşruiyet kazanmasına olarak tanımaları, sermayenin stratejisine bağlanmak anlamına gelir.
Amerikancılıktan AB ile bütünleşmeye, Kıbrıs’tan Kürt sorununa, demokratikleşmeden, “çok partili hürriyetçi siyasi düzen”e, idari ve adli sistemden şeriatla mücadeleye, ekonomik düzenden çeşitli sosyal politikalara kadar bütün alanlarda egemenlerin politikaları çökmüştür.
AKP, işte bütün bu alanlarda sistemi yenilemenin partisi olarak görev üstlenmiştir. Statükoyu ise, CHP savunmaktadır.
Dolayısıyla bu durum, AKP’yi sistemi değiştirmek isteyen, bu nedenle reformcu, değişim yanlısı, eski yapıdan ve onun sorunlarından sorumlu olmayan bir parti gibi göstermektedir. CHP ise, statükonun koruyucusu olarak, halkın şikayet ettiği her şeyden sorumlu olarak, eskinin savunucusu olarak görünmektedir. CHP de, aldığı tutumla bunu hak etmektedir ve asılında AKP’ye ve egemenlere bu yolla hizmet sunmaktadır.

İSRAF, RÜŞVET, BÜROKRASİ BURJUVA DEVLETİN HASTALIĞIDIR
Egemen sınıfların propagandacıları, en çok devletin israfçılığından, bütçe açıklarının getirdiği yükten söz etmekte, yapacakları reformların amacının da, devleti israftan, ekonomiyi yükten kurtarmak olduğunu iddia etmektedirler. Ama, kapitalist devlet bir israf devletidir ve bugüne kadar kapitalistlerin israfı önledikleri de görülmemiştir. Tam tersine, israfı ortadan kaldırmaktan söz ederken, öteki iddiaları gibi bununla da başka amaçlar gütmekte; bütçeden sosyal güvenliğe, eğitime, sağlığa ve öteki kamu hizmetlerine ayrılan payları “masraf kapısı” sayıp ortadan kaldırarak israfı önleyeceklerini söylemektedirler. Oysa asıl masrafları sağlayan bürokrasiye, askeriyeye, polise yapılan masraflar bütçenin en büyük bölümünü oluşturmaktadır. Bu da zorunludur. Çünkü burjuva devlet; kendisinden olmayan, çıkarı bu sistemle çelişen, üstelik de burjuva bir bilinçle, kendi çıkarını düşünmeyi her şeyin önüne koymayı öğütlediği “insanı” devlet hizmetine koşarken, ona bir maaş bağlamakta, ister istemez, kayıtlar, denetçiler, denetçinin denetçisi gibi bir bürokrasi oluşturmakta, bu düzenlemelerin boşluklarında, işlemez hale geldiği noktalarda ise, rüşvet, adam kayırma, devletin olanakların “etkili” ve yetkili kişiler tarafından yağmalanması devreye girmektedir. Toplam Kalite Yönetimi, sadece, bu bürokratik mekanizmayı daha da güçlendirmekten, kayıt-kuyut ve denetimi etkinleştirme adına bürokrasiyi artırmaktan, çalışanları birbirinin gardiyanı olarak görevlendirip baskıyı genelleştirme ve süreklileştirmekten başka bir yenilik de getirememiştir. Ve yine, bir zamane harikası olarak sunulan Toplam Kalite Yönetimi; devletin sivil hizmetlerinin, tıpkı askeriyedeki gibi, en basit işler de dahil, her işin bir prosedüre bağlanmasıyla, bürokrasi ve israfı sınırsız artıran, insana güvenmemeyi bir erdem düzeyine yükselten bir yönetim olmuştur.
Aslına bakılırsa, “israf” eleştirisi sosyalizmin kapitalizme karşı yönelttiği en temel suçlamalardan birisidir. Sosyalizm, kapitalizmi, hem profesyonel bir memurlar ordusu, hem de dev bir asker ve polis ordusu besleyerek toplumsal üretimin büyük bir bölümünü heder ederken, aynı zamanda, krizlerle üretim araçlarını da tahrip etmekle suçlar. Nitekim, Paris Komünü, israfı önlemek üzere, profesyonel devlet memurluğunu ortadan kaldırarak, devlet işlerini herkesin yapacağı kadar basitleştirip, üretimin örgütlenmesi içinde bu tür denetim ve yönetim işlerinin de herkes tarafından yapılan bir işe dönüştürülmesini amaçlayarak çözmeye yönelmiştir. SB’nde de bu tür “bürokratik” görevler, kolhozlar ve sovhozların örgütlenmesi içinde ve yönetim ve denetim ayrı bir memur işi olmaktan çıkarılarak çözülmüş; sosyalizmin kuruluşundaki ilerleme ve dünya ölçüsünde egemenliğine bağlı olarak, askerlik ve polislik gibi güvenlik işlerinin de profesyonel hizmetler olmaktan çıkarılmasının mümkün olacağı, SB deneyi içinde görülmüştür.
Bilgisayar teknolojisindeki gelişme ve bilgisayar kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte; daha Marx ve Engels’ten başlayarak, sosyalizmin kuramcılarının bürokrasiyi kaldırarak, sosyalizmin, israfın temeli olan masrafları ortadan kaldıracağı tezi az çok düşünen herkes için görülebilir bir şey haline gelmiştir. Çünkü bilgisayar, sosyalizmin temel bir sorunu olan sayısız daldaki üretimin kaydı ve toplumun ihtiyacına göre bölüşümün sağlanması sorununu basit işlemler sorununa dönüştürmektedir.
Ancak, kapitalizmde bilgisayarın bürokrasiyi kaldırmak için kullanılmasının hayal olduğunu, yaşananlar göstermiştir. Mevcut kapitalist sistemde bilgisayar ve elektronikteki gelişmeler, kamu hizmetlerinin ortadan kaldırılması ve devlet hizmetlerinde çalışan emekçilerin işsizliğe terk edilmesinde işe yaramış; ama, hizmet ve üretimde çalışan işçilerin yerine daha çok güvenlikçi, daha çok polis, daha çok denetçi alınmak zorunda kalınarak, aslında bürokrasi büyümüştür. Gelişmiş ülkelerde her bin vatandaşa düşen polis ve memur sayısının giderek artma eğilimi göstermesi, kapitalizmin bürokrasi ve israf gibi konularda bir labirentte olduğunu, bürokrasinin, bir taraftan azaltılmaya çalışılırken, öte yandan kaçınılmazlıkla büyümekte olduğunu kanıtlamaktadır.
Bürokrasi büyüdükçe rüşvet de büyümektedir. Çoğu zaman göz yumulan, kimi zaman da mücadele ediliyor görünülen rüşvet, kapitalist devletin asla iyi olmayan ve olamayacak olan bir hastalığıdır. En gelişmiş ülkelerin en önemli firmaları ve en üst yöneticilerinin de adlarının karıştığı rüşvet skandallarının hiç eksik olmaması, rüşvetin bir Türk icadı ya da geri kalmış ülkelere özgü bir şey olmadığının, tersine mülk sahibi sınıfların devletinin onmaz bir hastalığı olarak ortaya çıkıp günümüzde de sürdüğünün göstergesidir. Hiçbir “reform” ve “yeniden yapılanma” da burjuva devleti bürokrasiden, rüşvetten ve israftan kurtaramaz. Eğer bu belalardan kurtulmak isteniyorsa, bunu tek yolu, burjuva devletten kurtulmaktır. Bürokrasiden, rüşvetten, israftan şikayet edenler, bunda samimi iseler, gereğini, burjuva devletin güçlendirilmesi, etkinliğinin artırılması demek olan “yeniden yapılandırma” girişimlerinde değil, burjuva devletin ortadan kaldırılması mücadelesinde, sosyalizmin saflarına geçmekte aramak durumundadırlar. Aksi halde burjuvaziye hizmet etmiş, bürokrasinin, rüşvetin ve rüşvetçilerin, israfın ömrünün uzatılmasına, hatta yayılmasına hizmet etmiş olurlar.

* Sosyal devlet: Bu kavram, burjuva devleti uzlaşmacı göstererek şirinleştirmek, devletin bir şiddet aracı olmaktan çıktığını ifade etmek için burjuvazinin propagandacıları tarafından piyasaya sürülmüş, ama onlardan çok, sendika bürokrasisi, eski Marksistlerin, Kruşçevcilerin, euro-komünistlerin, sosyal demokratların kullandıkları bir kavramdır. Kullanımı bu kadar yaygınlaşınca, kavram ister istemez, gündelik dile de geçmekte; işçiler, emekçiler, ilerici ve demokrat çevreler tarafından devlet hakkında hayaller yayma “art niyeti” olmadan da kavram kullanılmaktadır. Özgürlük Dünyası’nda bugüne kadar ve elbette bu yazı boyunca da “sosyal devlet” kavramı “tırnak içinde” ve devlet hakkında hayaller yayma işlev ve amacı bilenerek, bu nedenle de olumsuz anlamda kullanılmıştır.
** “Burjuva devletin yeniden yapılanması” ifadesi, eski yapının istenmeyen yanlarının dışlanması ve emek mücadelesi tarafından tahrip edilen burjuva devlet mekanizmasının çeşitli bölümleri tamir edilip, bugünün imkanlarından da yararlanılarak, burjuva devletin “orijinal yapısına” mümkün olan en uygun biçimde yeniden kurulmasıdır; bir tür restorasyondur. Bu yüzden de “yeniden yapılanma”, aslında, “eski yapının daha eski bir biçimle yenilenmesi”dir. Bu yüzden, “yeniden yapılanma” için girişilen çabalar bir reform değil, bir karşı reform, bir restorasyondur.

Yükseköğretim yasa tasarısı kimin?

Dünyada ve ülkemizde “Yükseköğretim Sistemi” yıllar boyunca hem egemen sınıfların hem de ona karşı mücadele veren sınıfların önemle üzerinde durduğu bir konu olagelmiştir. Eğitimi, eğitim sisteminin son halkası olan yükseköğretimi ve yükseköğretimin temel yapı taşı olan üniversiteleri toplumsal yapıdan bağımsız değil de bu yapı içerisinde ve bu yapıyla birlikte değişen-dönüşen birer kurum olarak gördüğümüzde, bu durum gayet doğaldır. Ülkemizde de bu tartışma, son yıllarda hazırlanan yasa taslaklarıyla birlikte, yoğun bir şekilde yürümektedir. Yükseköğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Erdoğan Teziç’in başkanlığında, sözde eğitim emekçilerinin ve öğrencilerin görüşleri alınarak hazırlanan “2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun” Tasarısı Taslağı ile tartışmalar yeniden alevlenmiştir.
Basından da takip edilebileceği üzere, hem Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) hem Teziç hem eğitim emekçileri hem de öğrenciler  taslağın kendi görüşlerini yansıtmadığını iddia etmekteler.  Dolayısıyla tartışma çok ilginç bir noktada düğümlenmiş gibi gözükmektedir. Yazımızın amacı  tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Üniversitelerin toplumsal yapı ile birlikte tarihsel süreç içerisinde değişimini, bu değişimin bugün içerisinde olduğu durumu ve bu değişimin itici gücünün kimler olduğunu, hem TÜSİAD raporları hem MEB hem de Teziç başkanlığında ÜAK tarafından  hazırlanan taslaklar üzerinden değerlendirmek, bu yazının başlıca hedefidir.
Üniversiteyi ve tarihsel geliţimini incelerken konunun toplumsal yapıdan bağımsız olarak ele alınamayacağı açıktır. Toplum sınıflara bölündüğü andan itibaren egemen sınıfın ideolojisi, devlet aygıtının aracılığıyla, toplumsal yapıların egemen ideolojisini oluşturmuştur. Bu egemen ideolojinin temellerinin atılmasında ve yeniden üretiminde eğitim başat rol oynamıştır. Bu anlamda ele alındığında, yükseköğretim, Platon’un Akademi’sinden günümüze uzanan süreçte, içinde bulunduğu toplumsal yapıya göre şekil almış, egemen sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmış ve değiştirilmiştir. Bütün bu süreç içerisinde, egemen sınıfa karşı mücadele, elbette yükseköğretim kurumlarına da yansımış ve üniversitelerin tarihi, müdahalelerin tarihi olduğu kadar, egemen ideolojiye karşı mücadelenin de tarihi olmuştur. Toplumsal bilginin biriktirildiği yerler olarak üniversiteler, egemen sınıfların baskılarına rağmen, içlerinden ilerici, devrimci fikirleri çıkartabilmiştir.
Kabaca değinmek gerekirse, ortaçağda kiliselerin kontrolünde bir “ehlileştirme” aracı olarak kullanılan üniversiteler, burjuvazinin önderliğinde yeni bir biçim ve içerik kazanmıştır. Burjuvazinin ilericiliğini yitirmesiyle birlikte, üniversiteler, yeniden egemen sınıfın tekelinde ve gerici ihtiyaçları doğrultusunda kullanılan ve en nihayetinde egemen ideolojinin yeniden üretimi noktasında üzerine düşeni yapan bir konum almıştır. Artık eğitimin son halkasını oluşturan yüksek okul ve üniversitelerden çıkanlar, ya okumuş işsiz olmak ya da devrimci sınıfın aydınlarının yanı sıra kapitalist sınıfın yöneticilerini, idarecilerini, asker, polis veya siyasetçilerini ve profesyonel ideolog ve propagandacılarını oluşturmak durumunda olmuşlardır.
Dolayısıyla bugün hazırlanan yasa taslaklarını anlamak için, toplumsal yapıdaki değişiklikleri gözden geçirmek ve bu konuyu bir bütün olarak ele almak gerekir. Emperyalist-kapitalist sistem ve onun ideologları, günümüzde küreselleşme ve neo-liberalizm kavramlarıyla karşımıza dikilmektedir. Bu kavramların çıkışının, aslında, varlık nedeni sosyalizm tehlikesinde olan sosyal devletin, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte, tasfiyesi sürecine denk geldiği açıktır. Bu bağlamda dergimizde yayınlanan diğer yazılarda bu konu derinlemesine ortaya konulduğundan sürecin genel anlamda nasıl işlediğine değinmeyeceğiz. Bunun yerine, eğitimin bir parçası olan yükseköğretim sistemine yansıyışı ve sonuçları üzerinde duracağız.

EĞİTİMİ YENİDEN YAPILANDIRMA ÇABALARI
Sosyal devletin tasfiyesi, özelleştirmeler, yeni iş yasaları, kamu yönetimi temel yasası gibi alanlarda olduğu gibi, eğitim alanında da kendisini göstermektedir. Her alanda gerçekleştirilmeye çalışılan yeniden yapılandırma çabaları üniversitelerde de çarpıcı bir biçimde su yüzüne çıkmaktadır. Bilim, bilgi, teknoloji gibi kavramlar, baştan aşağı yeniden tarif edilip, basit bir meta olmanın ötesinde, doğrudan sermaye kontrolü altında sermayenin yeniden üretiminde kullanılmak istenmektedir. Daha açık ifade etmek gerekirse; son yirmi yılda, “Bilgi Toplumu”, “İletişim Çağı”, “Bilişim Teknolojisi” gibi kavramlara her yerde rastlıyoruz. ‘İletişim Çağı’nda yaşıyoruz, bilişim teknolojisinin ürünleri (cep telefonları, Internet vb.) yaşamımızda önemli bir yer tutuyor ve bu teknoloji sayesinde de toplum ‘bilgi’ye ulaşıyor. Yani bilgi, bir ürün olarak ortaya konarak, insanlığın (daha doğrusu bir grup insanın) ‘hizmet’ine sunuluyor.
Bu propagandanın asıl amacı ise; yönetilenlerin, üretilmesi giderek daha karmaşık süreçler gerektiren bilgi yığını içinden kendilerine sunulanlarla yetinecek; küçük, ayrıntısal ve temelde çok da önemli olmayan bazı değişikliklerle piyasaya her gün bir üst modeli sürülen bilişim-iletişim teknolojisi ürünlerinin kör tüketicisi konumuna indirgenecek; medya imparatorluğunun sahnelediği gölge oyunlarını seyrederek ülkelerindeki ve dünyadaki gelişmelerden haberdar olduklarını sanacak insanlar konumuna getirilmesidir.
Kapitalizmin kendini yeniden üretmeye çalıştığı bu dönemde, ‘bilgi’ ve ‘hizmet’ gibi kavramların yeniden üretilmesi ihtiyacına paralel bir şekilde, “kuşaklar arası bilgi aktarımını sağlayan bir hizmet alanı” olarak nitelendirilebilecek eğitim kavramı da yeniden tanımlanmaktadır. Yönetilenler ne kadar çok bilgiyi ezberlemek ve arşivlemek zorunda kalırsa, düşünmek ve bu bilgileri eleştirel bir yorumla kullanabilmek için o kadar az zamana sahip olacaklardır. Mekanik, statik, bağlantısız, soyut ve ezberci olan bu eğitim tanımında ,öğrenci, hizmetine sunulan bilgiye talip olan bir alıcı ya da tam da gerçek anlamıyla bir ‘müşteri’dir.
Eğitimin sermaye için bir yatırım alanı olması, içeriğinde de bazı değişikliklere yol açmıştır. Piyasada pazarlanabilen bilgiler ön plana çıkartılırken, tarihsel ve eleştirel bilgi biçimleri eğitim müfredatından uzaklaştırılmıştır.
Eğitimde değişimin sağlanmasında kullanılan araçlardan en önemlileri arasında, IMF ve DB’nin azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerle girdikleri ilişkiler sürecinde öne sürdükleri şartların içinde, ‘eğitimin ticarileştirilmesi’ önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle yüksek öğretimin bireysel getirisinin sosyal getirisinden fazla olduğu yönündeki propagandayı (bireysel rekabetin toplumsal üretimin yerini aldığı kapitalist sistemde tersini beklemek saflık olur ! ) izleyen öneri; kamu harcamalarında yüksek öğretime ayrılan payın aşağıya çekilmesi yönünde olmuştur. Akademik özgürlüğün, üniversitelerin piyasa koşullarında kendi olanak ya da kaynaklarını yaratması olarak tanımlanması ve kamusal kaynakların hızla kısılması, üniversiteleri piyasa koşullarına uymaya zorlamaktadır. Yapısal Uyum Programları ve Uyum Kredileri için önemli değişkenlerden biri olan ‘yüksek öğretimin ticarileşmesi’ yönündeki vurgu, gelişmekte olan ülkeler için bir yandan IMF ve DB tarafından belirlenirken, diğer yandan bu belirlemeler, ülkelerin kendi içindeki ve/veya uluslararası sermaye kesimleri için özel bir dizi mekanizmanın da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bütün bu ticarileş(tir)me eğilimleri için, eğitim tarihçisi David Labaree’nin de ifade ettiği gibi; “kamu okullarının müdahalelere maruz kalmasının nedeni onların etkin olmamaları değil kamusal olmalarıdır”.
Bütün bu propagandalar eşliğinde bir çok ülkede eğitim sermayenin kucağına itilmiş ve özel eğitim kurumları mantar gibi çoğalmaya başlamıştır. Bununla birlikte, devletin eğitime daha az kaynak ayırması gerektiği yönündeki vurgulara rağmen, özel kesim yoğun bir biçimde devlet desteği almıştır. Özel okulların gelişmesi için en büyük destek devlet tarafından (teşvik kredileri, yatırım indirimleri, vergi muafiyetleri vb.) verilmiştir. Fakat kitlelerin yoksullaşmasına paralel olarak, özel eğitimden yararlanabilen kesim, ABD’de bile, beklenen düzeyin çok altında kalmıştır. Bu sorun karşısında ortaya atılan en çarpıcı çözüm önerisi; devletin eğitim hizmetini üreterek satması yerine, sermayeye devredilen eğitim hizmetini satın almasıdır. Bu çözümün öncülüğünü M. Friedman yapmıştır. Friedman’ın özellikle yoksul siyah kesimin çocuklarının da eğitim olanaklarından yararlanması gibi bir amacı da yerine getireceğini söylediği ve literatürde “voucher sistemi” olarak adlandırılan bu yönteme göre, devletin ailelere, çocuklarının okul seçimi ve eğitim hizmetinin maliyetini karşılaması için bir kupon vermesi önerilmektedir. Böylece, devlet, özel sektörün ürettiği eğitim hizmetini finanse ettiği gibi, ailelerin de çocuklarının eğitimi için farklı seçenekler arasından seçim yapabilecekleri ve bunun da, okullar arası rekabeti arttırarak, eğitimin kalitesini yükselteceği, öne sürülmüştür.
Voucher sistemi, ilk defa Şili’de uygulanmıştır. 1980 Şili’sinde kamu okulları önce yerel yönetimlere bırakılmış ve bir süre sonra da eğitimin %80’e yakını özelleştirilmiştir. Ancak, kriz yıllarında, ailelerin, kendilerine verilen kuponları çocuklarının eğitim harcamalarına ayırmak yerine, bozdurarak başka masraflarını karşılamaya yönelmeleri, bu sistemi çıkmaza sokmuştur.
AKP iktidarı tarafından devlet okullarının yerel yönetimlere devredilmek istenmesi ve MEB’in özel okullarda 10.000 öğrenciyi burslu olarak okutmak için girişimde bulunması, voucher sisteminin Türkiye’deki yansıması olarak değerlendirilebilir. Fakat bu uygulamaların sonunun pek de hayırlı olmadığı Şili örneğinde açık bir şekilde görülmektedir.

YÜKSEKÖĞRETİMİN FİNANSMANI
Sosyal devletin tasfiyesi, hayatın her alanında olduğu gibi, yükseköğretimde de yaşanan bir süreç. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu sürecin sadece öğrencilerden alınan har(a)çların belirlenmesi şeklinde olmadığıdır. Sermaye, üniversiteleri sadece kendisine hizmet eden bir pozisyonda tutmak değil, üniversitelerin, dolayısıyla da bilimin, bizzat sahibi olmak istemektedir. 20. yy başlarında Alman sosyolog M. Weber’in Amerikan üniversitelerini incelerken belirttiği “Amerikan üniversitelerinde öğrenci, profesörü hakkında basit bir fikre sahiptir: Nasıl sebze satıcısı annesine lahana satan birisiyse, profesörü de babasının parasına karşılık kendisine bilgi ve yöntem satan birisidir” gerçeği, küreselleşme ve neo-liberalizmin eliyle değişime tabi tutulmaktadır. Artık üniversiteler, bilimin lahana gibi satıldığı yerler olmanın ötesinde, lahananın, ya da sermayenin, yeniden üretiminde temel faktörlerden birisi olarak rol almaktadır.
ABD’de kâr amaçlı üniversitelerin kampus satın almak suretiyle her geçen gün artmaya devam etmesi; Dell, Microsoft, Coca Cola, General Motors Üniversiteleri gibi isimlerin bugün sadece insanların düşüncelerinden ibaret olmayıp bizzat varolmaları bunun en açık kanıtıdır.
ABD’de bu gelişmeler yaşanırken, AB ülkelerinde de, ABD ile her alanda yürütülen rekabetin bir parçası olarak, yükseköğretim sistemi, yine ABD modeli örnek alınarak, yeniden yapılandırılmaya çalışılmaktadır.
Ülkemizde de bu süreç, mevcut alt yapı da gözetilerek, uygun bir şekilde yürütülmektedir. 2001’de bizzat Kemal Gürüz, sonrasında AKP Hükümeti ve son olarak da ÜAK tarafından hazırlanan taslaklar, bu doğrultuda atılan somut adımlardır. Farklı dönemlerde ve farklı kurumlar tarafından hazırlanan bu taslakların temelini ise, TÜSİAD’ın  hazırlattığı raporların oluşturduğu görülmektedir. TÜSİAD raporlarının ilki, 1994’de Kemal Gürüz tarafından hazırlanmıştır. Bu rapordan bir yıl sonra Kemal Gürüz’ün YÖK başkanlığıma getirilmesi , hazırlanan taslakların arka planında kimin olduğunun da göstergesidir. 2000 yılında yine TÜSİAD’ın hazırlattığı “Yükseköğretimin Finansmanı” başlıklı raporun ardından, 2001 yılında Kemal Gürüz’ün bu sefer YÖK Başkanı sıfatıyla hazırladığı taslak, üniversitelerin sermayenin kucağına itilmesi fikrini açık bir şekilde dile getirmiştir. 2003’te AKP Hükümetinin, yükseköğretimde egemen duruma gelen neo-liberal politikaların amaç ve hedeflerinde bir değişiklik yapmadan, bu politikaların yürütüleceği noktalara kendi kadrolarını yerleştirmek istemesi, kamuoyuna ilericilik-gericilik çekişmesi öne çıkarılarak yansıtılmıştır. MEB’in bu doğrultuda hazırladığı taslağın ardından, TÜSİAD, bu sefer “arabulucu” rolü ile ortaya çıkmış, ve 2003 Ekim’inde “Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler” başlıklı raporu yayınlamıştır. ÜAK taslağı ise, bu raporun ardından gündeme gelmiştir.
Bütün bu raporlar ve taslaklar incelendiğinde, yükseköğretimin finans kaynaklarının neler olacağı ve bu kaynaklar kullanılarak elde edilen “ürünün” kimin hizmetine sunulacağı soruları, işin can alıcı kısmını oluşturmaktadır.
ÜAK’ın hazırladığı taslağa hakim olan esasların belirtildiği bölümde, “…maddi olanaklardan yoksun olanların sorunlarına çözüm bulabilmek için, ‘herkese parasız eğitim’ gibi mutlak eşitliğin aynı zamanda adaletsizlik doğurabilecek popülist yaklaşımlardan uzak durularak, göstermelik çok sınırlı olanaklar yerine, bir yükseköğretim gencine yaraşır daha elverişli koşulların sunulması amaçlanmıştır. Bu konuda cari hizmet maliyetine öğrenci katkı payı en çok dörtte bir ile sınırlanırken, ödeme güçlüğü içinde bulunan öğrenciler için öğrenci katkı payının tamamen Kredi Yurtlar Kurumu’nca karşılanması öngörülmüştür.” ifadesi yer almaktadır. Bu madde ile anlatılmak istenen düşünce, son TÜSİAD raporunda daha açık bir şekilde belirtilmekte ve raporun “ Alınması Gereken Tedbirler” bölümünün 8. maddesinde şunlar ifade edilmektedir: “…ancak devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin öğrenci başına maliyete katkıları bugünkü sembolik düzeylerden yukarı çekilmeli, böylelikle bu konuda devletin sübvansiyonu kaldırılmalıdır. Bugünkü sistemde her öğrencinin ödediği eşit ve sembolik düzeydeki katkı payları ancak popülist anlamda sosyal adalete uygun gibi gözükür. Gerçekte ise bu uygulama ‘öğrenci maliyeti’ni fazlasıyla kaynak transferidir. Vergi adaletinin oturtulamadığı, dolaysız vergilerin ancak kaynakta el konularak toplanabildiği, dolaylı vergi ve enflasyonun çok yüksek olduğu bir ortamda, vergi yükünün daha az gelirlinin üzerinde olduğu iktisada giriş derslerinde öğretilir. Bu, şu anlama gelmektedir: Basit bir eşit katkıyı öngören bugünkü sistem çerçevesinde, yükseköğretimin maliyeti, alt gelir grubundaki öğrencilerin aileleri ve –katma bütçeden ayrılan kaynağı da düşünürsek– çocukları yükseköğretim imkanlarından faydalanamayan aileler tarafından karşılanmaktadır.” Bu ifadeleri okuduğumuzda, yükseköğretimin maliyetinin düşük gelirli aileler tarafından karşılanıyor olması düşüncesi, yükseköğretimin paralı hale gelmesi fikrine sıcak bakmamıza neden olabilir. Akademik çevre, öğrenciler ve veliler arasında bu fikri sahiplenenlerin varolduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Oysa oynanan oyun gayet basittir. Burada yapılan, sorunun gerçek muhatabı olan kapitalist sistemin ve onun bugün uygulamaya çalıştığı neo-liberal iktisat politikalarının üzerinin örtülmesi ve paralı eğitimin bir çözüm yolu olarak gösterilmesidir. Toplumsal fayda ön planda olduğundan dolayı ilk ve orta öğretimin ücretsiz olması gereği kabul görürken, bireysel faydanın ön plana çıktığı iddiası ile yükseköğretimin paralı olması fikrinin meşrulaştırılma çabasıdır. Dolayısıyla genel anlamda eğitimin son halkası olan yükseköğretim, bir hak olmaktan çıkartılıp, bireysel faydanın ötesinde toplumsal işlevini yitirmiş gibi sunulmaktadır.  Her nedense vergi sisteminin ve gelir dağılımının dengesizliğine işaret ederek paralı eğitimi bir çözüm olarak ortaya atanların, sermaye kesiminin vergilendirilmesi, bankaların içlerinin boşaltılmasının engellenmesi, kamu kuruluşlarının özelleştirilme yoluyla sermaye gruplarına peşkeş çekilmesinin önüne geçilmesi ve yarıdan fazlası faiz ödemelerine ayrılmış bütçenin yeniden düzenlenmesi gibi konularda ağzını bıçak açmamaktadır.
Bunun yanında, yükseköğretim kurumunun özel bütçesinin gelir ve giderlerinin tarif edildiği maddelerde kullanılan “şirket kurma”, “şirketlere ortak olma”, “üretilen her türlü hizmet ve mallardan elde edilecek gelirler” gibi kavramlar, yükseköğretimin finansmanının, neo-liberal eğitim politikaları doğrultusunda ve birer işletme mantığıyla belirlenmek istendiğinin göstergesidir. Sırf bu noktadan bakıldığında bile, yükseköğretim konusunun bağımsız ele alınamayacağı; köklü bir sistem eleştirisinin ve değişikliğinin gerekli olduğu görülebilir.
Bu tartışmalardan daha vahim olan bir husus ise, üniversitelerin genel anlamda sermayenin kucağına itilmesi ve rekabet koşulları içinde değerlendirilmesidir. Yani yukarıda belirttiğimiz soruların ikincisi olan ‘varolan kaynaklar kullanılarak elde edilen “ürün”ün kimin hizmetine sunulacağı’ sorusunun cevabıdır. Daha önce ABD’de ve AB üyesi ülkelerde bu durumun nasıl bir hal ve gidişat içerisinde olduğuna değinmiştik. Ülkemizde yaşanan gelişmeleri ise, hazırlanan taslağın akademik personelin başarı ve terfi kriterlerinde, ana ilkeler bölümünde görmek mümkündür. Vurgu sürekli “rekabet”, “şirket”, “işletme”, “iş dünyası” gibi kelimelerde dolandırılmaktadır. Bu koşullar altında öğretim görevlilerinden beklenilenler ise, araştırma konularını sermayenin taleplerine göre belirleyen, meslek hayatını sanayi ve üniversite işbirliği içerisinde düzenleyen ve bu işbirliğinin yan ürünlerini de, akademik terfi noktasında bir basamak olan uluslararası dergilerde yayınlanacak makaleler şeklinde değerlendiren araştırmacılar olmalarıdır. Ancak tam da bu noktada üniversite sanayi işbirliğine topyekün bir karşı çıkış yanılgısı içerisine düşülmesi muhtemeldir. Üniversite, ürettiği bilgiyi elbette toplumla ve o toplumun üretim süreciyle paylaşacaktır. Meselenin özü, üniversite –toplumsal üretim olarak– sanayi işbirliği değil, sermayenin üniversitelerde üretilecek olan proje ve araştırmaları hem finansal açıdan desteklemesi hem de bu araştırmaların –kâr güdüsüne bağlanmasından başka bir anlamı olmayarak– yine sermaye tarafından sahiplenilmesi ve kullanılmasıdır. Yani bilimin, özü olan toplum için olma, halk için varolma gibi nitelikleri ortadan kaldırılarak, yeniden tarifi ile sermayenin tekeline sunulmasıdır.
Daha net anlaşılması için, Bergama’da yaşananları anımsamakta fayda var. Bilindiği üzere, Normandy Şirketi’nin siyanürle altın çıkarması olayı Bergama köylülerinin mücadelesiyle birlikte ülke gündemine taşınmış, ve bu konu akademik çevre içerisinde de çeşitli tartışmalara yansımıştır. Siyanürle altın çıkarmanın zararlı olduğunu bilimsel açıdan araştırmalarıyla ispat eden akademisyenlerimiz YÖK tarafından soruşturmalarla karşılanmıştır. Bu durum, kapitalist sistemin bilimi nasıl algıladığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermaye yeter. Şimdi ise, hazırlanan yasa taslakları ile, bu uygulamaların meşru zemini yaratılmaktadır. Akademisyenler şirketlerle, iş dünyasıyla uyumlu ve işbirliği içerisinde çalıştığı sürece hiçbir sıkıntı yoktur. İşte bütün zihniyet bundan ibarettir.

Yüksek öğretimin “denetimi”
Buraya kadar belirtilenlerin ışığında, yükseköğretim kurumlarının sadece birer “eğitim” kurumu olmadıklarını görüyoruz. Yükseköğretim kurumları, verdikleri eğitim hizmetinin yanında egemen sınıfın ideolojisinin yeni nesillere aktarılması ve buralarda üretilen bilimin ve bilgi birikiminin sermayenin kullanımına sunulması bağlamında da özel bir yer tutuyorlar. Bu nedenle, bu kurumların denetimleri ve yönetim birimleri de onlara egemen olmak isteyen kesimler için önem arz etmektedir.
12 Eylül faşizmi ile neoliberalizmin birleşmesi sonucunda bir “hilkat garibesi” olarak dünyaya gelen ve üniversitelere çekidüzen vermekle görevlendirilen YÖK, üniversitelerin burjuvazi ve devletin egemenliğine alınmasında başrolü üstlenmiştir. Gerek soruşturmalar (hem öğretim üyeleri hem de öğrencilere yönelik), sürgünler ve atama ya da yükselme kriterlerinde belirleyici olan disiplin yönetmeliklerinin ağırlığı gerekse bizzat YÖK Başkanı tarafından rektörlere gönderilen genelgeler , egemenlerin üniversitelerden yükselebilecek muhalefeti bastırma niyetini açıkça ortaya koyuyordu. YÖK’ün ilk başkanı olan İhsan Doğramacı’nın bir konuşmasında “Sabah sekiz buçukta zil çaldığı zaman bütün Türkiye’deki İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinde Pazartesi günü İktisat’a Giriş dersi okutulacak ve bu derste hangi kitabın hangi içerikte okunacağına da biz karar vereceğiz” şeklindeki ifadesi de, YÖK’ün hem öğrenciler hem de öğretim üyelerini kontrol altında tutmak ve dilediği şekilde yönlendirmek istediğini göstermektedir.
“Bir yükseköğretim kurumunun, üniversite olabilmesi için; bütüncül bir bilim anlayışıyla hakikatin aranmasına, bilgi üretimine ve üretilen bilgilerin insanlık yararına kullanılmasına katkıda bulunmalıdır. Katılımcı ve üretken bir yönetim anlayışı kaçınılmazdır” diyen Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bilge Kula’nın rektörlük seçimlerinde öğretim üyelerinden en çok oyu almasına rağmen, YÖK tarafından Cumhurbaşkanı’na sunulan üç kişilik rektör adayları listesinde yer al(a)maması, “Parasız, Bilimsel, Demokratik Üniversite” talebini haykırmaktan başka bir “suç”ları olmayan üniversite öğrencilerine açılan soruşturmalardan ayrı düşünülemez.
49. Demirel-İnönü Hükümeti’ninkinde yer alan “YÖK sistemi kaldırılarak yükseköğretim kurumlarının kendi içlerinde seçtikleri organ eliyle yönetilmesi sağlanacaktır. Özgür, özerk üniversite Türkiye’ye kazandırılacaktır” ibaresinden bu yana, neredeyse bütün hükümet programlarında, YÖK’ün kaldırılacağından, üniversiteler arası bir eşgüdüm kurumu haline getirileceğinden, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin de üniversite yönetimine katılacağından vs. dem vurulmakta, fakat bu konuda hazırlanan bütün taslaklar, söylenenlerin aksine, üniversitelerin yönetimini ve denetimini yine bilinen “el”lerde toplamaya devam etmektedir. Son hazırlanan taslaklarda da Yükseköğretim Denetleme Kurulu’nun;
1.     Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek 5 profesör üyeden,
2.     Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay tarafından seçilecek birer üyeden,
3.     Genel Kurmay Başkanlığı ve MEB tarafından seçilecek birer üyeden oluşacağı belirtilmektedir.
Fakat bu noktada TÜSİAD “muhalif”bir tutum takınmakta ve böyle bir yönetim anlayışının üniversitelerin hızlı karar alma yeteneklerini körelteceğini iddia etmektedir. Ancak burada TÜSİAD’ın amacı ne üniversiteler üzerindeki baskıcı zihniyetin ortadan kaldırılması ne de üniversitelerin akademik özgürlüklerinin sağlanmasıdır. Tıpkı Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’yla “hantal devlet yapısından kurtulmak” bahanesi arkasına saklanarak yerel yönetimlerin sunduğu hizmetlerin sermayeye açılmaya çalışılmasında olduğu gibi, burada da asıl hedef, üniversitelerde egemenliği rektörlere bırakarak, bu kurumların sermayeyle bağlantılarının arasındaki bürokratik engelleri yok etmek ve süreci hızlandırmaktır.
Bu arada dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu da, Öğrenci Temsilciler Konseyi (ÖTK), kollar, kulüpler ve toplulukların yapılmak istenen değişikliklerden ne şekilde etkileneceğidir. Öğrenci odaklı, öğrencilerin yönetime katılımlarının sağlandığı, onların da görüşlerinin alındığı bir taslak olarak ortaya atılan son taslakta da, öğrenci temsilcilerinin, sadece kendilerini ilgilendiren konularda senato ve üniversite yönetim kurulu toplantılarına katılabileceği ve oy kullanabileceği belirtilmektedir. Öğrenci temsilcilerinin seçimlerinin çoğu zaman oldu bittiye getirildiği, hatta seçim bile yapılmadan doğrudan fakülte yönetimleri tarafından temsilcilerin “seçildiği”düşünüldüğünde, bu katılımın boyutları da tahmin edilebilmektedir.
Mevcut durumda idari baskılar, engellemeler ve keyfi uygulamalar sonucunda “anlamsızlaştırılan ve göstermelik kurumlar haline getirilen” kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ları önümüzdeki süreçte yeni tehditler beklemektedir. Ana ilkeleri arasında “eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetlerinde mevcut kaynakları, rekabetçi bir anlayış içinde, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda etkin ve verimli bir biçimde kullanmak” şeklinde bir maddenin bulunduğu üniversitelerde yer alacak kol, kulüp ve topluluklar da, bu rekabetçi ortamda üzerlerine düşen paydan nasiplerini alacaklardır. Artık bu toplulukların faaliyetleri rekabet koşulları altında değerlendirilebilecek, ve bu durumda da, kâr amacı taşıyan etkinlikler, kâr amacı gütmeyenlere tercih edilecektir. Sponsor bulabilen ya da değişik yollarla etkinliklerinin sonucunu paraya çevirebilen topluluklar, bu rekabette üstünlük sağlayabilecek, diğerleri ise kaderlerine terk edilecektir.   

Sonuç
Toparlamak gerekirse, yükseköğretimin finansmanı ve ortaya çıkan “ürünün” kime hizmet edeceği sorusu kapitalist sistemden bağımsız düşünülemeyeceği gibi, ülkemizde bu işin başını çeken TÜSİAD, MEB, YÖK, MGK gibi kurumların uluslararası sermaye “bağlantısı” da gözden kaçırılmamalıdır. Gerek bu kurumlar, gerekse bu kurumlarla hükümetler arasında zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler, öze ilişkin gerginlikler değildir. Şu ana kadar görevini başarı ile yürüten YÖK, sistem açısından artık yeterli görülmemektedir. Sermayenin yeniden üretimi noktasında üniversitelerin üzerine düşeni yapabilmesi açısından yeni bir yapıya ihtiyaç duyulmaktadır, ve bu, ilk olarak MEB’in hazırladığı YEK (Yükseköğretim Eşgüdüm Kurumu) adıyla ortaya çıkmıştır. Teziç başkanlığında son olarak ÜAK tarafından hazırlanan taslak da, öze ilişkin dikkate değer bir değişiklik içermemektedir. Dolayısıyla meselenin özünün sermaye ihtiyaçları doğrultusunda neo-liberal derinleşmenin sağlanması amacına yönelik yeni yapının oluşturulması zorunluluğu olduğu açıktır. Bahsi geçen kurumlar arasındaki gerginlikler ise, bu yapının inşası sürecinde iplerin kimin elinde olacağı ve bu sürecin işletilme süresinin, toplumsal muhalefetin önünü kesmek amacıyla, hızının ayarlanmasında ortaya çıkan değişik görüşler olarak görülmelidir. Bir başka ifadeyle, gerek YÖK’ün, gerekse YEK’in yönetim anlayışları incelendiğinde gericilik-ilericilik gibi bir tartışmanın abesliği rahatlıkla görülebilir. Her ikisinde de rektörler sultası devam ettirilmekte, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin yönetime katılımı ya hiç olmamakta  ya da göstermelik düzeyde kalmakta ve disiplin anlayışı akademik özgürlük ve özerklik gibi kavramlarla bağdaşmayacak bir katılıkta sürmektedir. Laiklik temeli üzerinden yürütülen ve kamuoyunun dikkatini bu yöne çekmeye çalışan tartışmalar ise, meselenin yukarıda belirtilen özünü gizleme çabasından ibarettir. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde; uygulanmaya çalışılan yasanın gerçek sahibinin GATS’ı, DB’si, IMF’si ve genel anlamda neo-liberal politikalarıyla burjuvazi olduğu aşikardır.

Gençlik içinde çalışma ve parti -2

-II-
GENÇLIK ÖRGÜTÜNÜN INŞASI VE BAZI SORUNLARI

Partimizin, tüm diğer alanlarda olduğu gibi, gençlik içindeki çalışmayı da yenileyen bir mücadele içinde olduğu biliniyor. Bunun hangi temel ve çizgi üzerinde yürüdüğü, parti materyal ve organlarına az çok dikkatle bakan herkes tarafından görülebilir. Fakat bir dizi olgunun; bu çizginin hiç olmazsa belli başlı yönlerinin topluca bir konuluşunu zorunlu kıldığı da, görmezden gelinemez bir gerçektir.
Parti niçin bağımsız bir parti gençliği örgütü kurar; bu örgüt, hangi alanda ne kadar partiye bağlı, hangi alanda ne kadar bağımsız olur; gençliğin partiye bağlılığı veya bağımsızlığı ne şekilde yürür, bunların teorik gerekçe ve açıklamaları üzerinde durmayacağız. Değinip, altını çizeceğimiz sorunlar; teorik yönleri bulunsa da, esas olarak çalışma ve örgüte dair güncel ve pratik sorunlar olacaktır.
Parti gençliği örgütü, parti gençliğinin; bilgi ile donandığı, işçi sınıfına, partiye ve kendine güven ve adanmışlık ruhu ile yetiştiği; cesaret, vakar, girişkenlik, yaratıcılık gibi özelliklerini geliştirdiği ve olgunlaştırdığı bir okuldur. Buna karşın, parti gençliği örgütünün “bir okul” olarak tanımlanması yetersiz bir tanımlamadır. Zira, o sadece bir okul değil, aynı zamanda vaz geçilemez bir mücadele örgütüdür.
Dahası, o, bir mücadele örgütü olduğu için, bir okuldur. Görevi; işçi, öğrenci ve emekçi gençliğin mücadele ve örgütlenmesini devrimci şekilde desteklemek; sermaye ve emperyalizme karşı bu mücadele ve örgütlenmenin, işçi sınıfı ve halkın mücadelesinin bir parçası olarak gelişmesini temin etmektir. Komünist bir gençlik örgütü; bu görevleri yerine getirdiği ölçüde, toplumun genç kitlesinin bir parçası ve bu kitlenin ileri kesiminin örgütü olarak bir rol oynayabilir. O‘nun, genç militanların eğitim gördüğü bir okul olması, bu rolü kararlılıkla üstlenmesinde yatar.
Şu açıkça söylenebilir ki; komünist gençlik örgütü, her şeyden önce, işçi sınıfı ve halkın genç kuşağının uyanan ve sosyalizme yönelen kitlesini kucaklayan ve toplumun genç kesiminin ön cephesini meydana getiren bir mücadele örgütüdür. Böyle bir hedefe kuşkusuz, bir çırpıda ya da rasgele ve keyfi “mücadeleler”le ulaşılamaz; bu, öncelikle, partinin belirlediği çizgi üzerinde hareketi, gençliğin kendi özgün (genç) algı ve üslubunu, gençlik enerjisi ve girişkenlikle mücadeleyi öngörür. Ve komünist veya emek gençliği örgütünün; gençlerin deneyim kazandığı ve eğitim gördüğü bir okul olması, bu mücadeleden bağımsız olarak asla düşünülemez.
İşçi partisinin gençlik örgütünün dayanacağı kitle, kuşkusuz işçi sınıfının genç kitlesidir, ve onun temel çalışma alanı, doğal olarak, genç işçi emeğinin yoğunlaştığı organize sanayi bölgeleri ve sanayi siteleri olacaktır. Ama, genelde sanılanın aksine, bu, üniversitelerin ikincil, tali alanlar olarak ele alınması anlamına da gelmez.
İşçi hareketi ile sosyalizmin birliği için mücadele (ki bu, her yeni dönemde; hareketin her büyük dönemecinde yeniden gerçekleşir) eden herkes bilir ki; sanayi siteleri ile üniversiteler, işçi gençlik içindeki çalışma ile yüksek öğrenim gençliği içindeki çalışma, temel ve tali olarak ayrılamazlar; bu iki alan, bir madalyonun iki yüzü gibi, birbirleri ile kopmazcasına bağlı temel alanlardır. Kaldı ki, işçisi işsizi ile semt gençliği ve liseli ve köylü gençlik bile bugün özel bir önem kazanmıştır. Ve gerek gerici akımların önünü kesmek, gerekse genç kuşakları işçi sınıfı ve halk saflarında birleştirmek açısından, bu alanların da kucaklanması ihmal edilemez.
Emek gençliği örgütünün örgütlenme ve çalışma alanları ve örgüt planı ile ilgili anlayışının bu görüş açısı tarafından şekillendirilmesi zorunludur. Buna karşın, bir parti gençliği örgütü olabilmek ve gerçek bir çalışma yürütebilmek için, böyle bir örgütlenme ve çalışma alanları anlayışına sahip olmak yetmez. Gençlik örgütümüzün gerçek bir mücadele örgütü ve bir okul olarak çalışmasının başka zorunlulukları da vardır ve aşağıdakiler bu bakımdan özel önem taşımaktadırlar.

GENÇLİK ÖRGÜTÜ VE PARTİ YAYINLARININ ROLÜ 
Partinin, işçi ve emekçi kesimlerin ve tabii ki genç kuşağın mücadele ve örgütlenmesine birinci planda verdiği destek, kendini; merkezi karar ve çağrıların ilan edildiği ve işlendiği merkez organlarının yayınlanışında ortaya koymaktadır.
Parti çizgisi, karar ve çağrılarının yayınlandığı, işlendiği yayın organlarının gençlik içindeki çalışmadaki rolü hemen herkesçe bilinir. Olgular göstermektedir ki, parti yayınlarının bu rolü, gençliğimiz tarafından da görülmeye başlanmıştır.
Nitekim, hâlâ yetersizlikler taşısa da, gençliğin saflarında, yayınların dağıtımı ile ilgili bir hareketlenmenin olduğu gözlenen bir olgudur. Ama yayınlarla ilgili sorunlarımız; dağıtımdaki bu hareketlenmeden ve/veya bu yetersizliğin (bunun hayati önemine karşın) aşılmasından ibaret değil. Bu alanda, atlamamamız ve aşmamız gereken başka zaaflarımız da var: Yayınların okunması, görevler çıkarmak ve eğitim yapmak üzere irdelenmesiyle ilgili zaaflar; apolitiklik, atalet, ilkellik ve körlüğün en temel kaynakları olmalarına karşın, varlıklarını hâlâ sürdürüyor.
Bu nedenledir ki, az çok okunsa da, istisna yer ve durumlar dışında, parti merkezi yayınlarından, gençler ve örgütleri gerektiği şekilde yararlanamıyorlar. Oysa parti karar, çağrı ve yayınlarını; alanları için üstlenip, yerine getireceği görevler çıkarmak üzere incelemediği takdirde, görevli bir genç veya bir gençlik organının zaaf ve eksikliklerini aşabilmesi ve çalışmasına bir yön verebilmesi olanaksızdır.
Şu doğru: Bir genç komünist veya emek gençliği organı için, gazete ve öteki parti organlarını alanında düzenli olarak dağıtmak; dağıtım çevresini sistematik olarak genişletmek ve okurları bir araya getirerek örgütlemek hayati bir iştir. Ama, bunun, işin başlangıcı olduğu ve çalışmamız için yetmeyeceği bir sır değildir.
Yani, alanın sorunlarına geniş bir ufukla bakmak; değişen her durumda halkayı doğru yakalamayı bilmek; gündeme doğru sorunları sürmeyi, görevleri doğru belirlemeyi becermek; belirlenen görevleri yetenekle ve her olanaktan yararlanma tutumuyla yerine getirmeyi öğrenmek için, yayın organlarını; alanı ve  kendisi için görev çıkarmak üzere incelemeyi, onları düzenli dağıtma ve okur haline gelen genç ögeleri gruplama, örgütleme işi kadar hayati bir iş haline getirmek zorunludur.
Peki, bu iş atlanır veya savsaklanırsa ne olur? Olacak olanlar, tabii ki bir sır değil; bunlar kolayca tahmin edilebilir: gençliğin, parti gençliği olarak çalışmasının olanaksızlaşması; gençlik kitlelerinin dikkatinin işçi sınıfı ve halka yöneltilmesi ve hareketinin işçi ve halk hareketiyle birleşmesinin baltalanması! 
Özet olarak söylemek gerekirse, şu iki sorunun her zaman olduğu gibi, bugün de özel bir önem taşıdığını belirtmemiz gerekiyor: Bunlardan ilki, partinin karar ve çağrılarının, Emek gençliği örgütünün merkezi ve yerel bütün çalışma ve eylemine esin vermesinin temel bir parti kuralı olarak anlaşılması; ikincisi ise, kitle gazetesi ve öteki organların, gençlik içindeki çalışmaya, gençlik kitlesinin  örgütlenmesi ve eğitimine parti çizgisinin yön vermesinin araçları olarak kullanılmasıdır. Partinin gençliğe yardımının bu sorunlarda düğümlendiği ve gençliğin, partiden yardımı ancak, bu alanlarda ilerlediği oranda alabileceği unutulmamalıdır.
Öte yandan, partinin emek gençliği örgütüne yardım ve desteği; merkezi karar ve çağrıları, kitlesel ve teorik yayın organları ile sınırlı değildir. Merkezi ve yerel parti örgütleri; emek gençliği ve örgütlerine yakın parti destek ve yardımı veren ve onların günlük olarak yararlanabilecekleri merkezler olarak da görülmelidir.
Her kademeden parti örgüt ve görevlisi; paralel ve alt gençlik örgüt ve organlarının, işlerini parti çizgisine uygun ve enerjiyle yürütmelerinde onlara yardımla yükümlüdür. Ve birçok yerde görüldüğü ve yaşandığı gibi; parti örgütleri ve gençlik alanında görev almış partili görevliler, gençlik örgütlerinin çalışma ve eylemine daha ileriden, daha istikrarlı ve yararlı bir şekilde katılmaktadırlar.
Parti gençliği örgütleri, tabii ki, işlerini; herhangi bir yardım beklemeden ve bir yardım, destek gereği duymadan girişenlikle yapma anlayışıyla çalışırlar. Ancak, parti görevlileri yardım verdiği koşullarda; bunun, kendilerine; geniş görüşlülük ve deneyimle çalışma imkanı sunacağını unutmayacak ve parti örgütlerinin aralarına katılmasından istekle yararlanma tutumuyla hareket etmeyi de bileceklerdir.
Keyfi “çalışma” eğilimindeki lafazan bir kişiden, bu anlayış ve tutumu anlaması kuşkusuz beklenemez. Gerek yukarıda yayın organlarının dağıtım ve incelenmesi ile ilgili değinilen, gerekse parti görevlilerinin çalışmalarına katılmasını “inisiyatif kırma” ve “işlerine karışma” olarak gören türden zaaflar, genelde geride kalsa da, bunların kalıntıları birçok yerde hâlâ yaşıyor ve birçok durumda da etkili oluyor. Ama, bunlar artık bütünüyle aşılmak zorunda; zira bu tür zaaflar  aşılmadan, gençlik örgütünün bir mücadele merkezi ve bir okul haline gelmesi olanaksızdır.
Şu açık ki, burada tartışma konusu olan, gençlik örgütünün örgütsel bağımsızlığı alanı değil. Yukarıda değinilen zaaflar ve altı çizilen sorunlar, gençlik örgütünün partiye bağımlılığı ile ilgili alanlardaki zaaf ve sorunlar. Gençlik örgütlerinin; işlerini kendi girişim ve özgün üslupları ile bağımsızca yürütmeleri, bu zaaf ve sorunların, temel birer zaaf ve sorun olmaktan çıkmasıyla doğrudan bağlıdır.

GENÇLİĞİN ÖRGÜTLENMESİ VE ÖRGÜTLEME ÇALIŞMASI
Bilinir ki; parti gençliği de, patisi gibi, işyeri (tabii okullar da işyerleri olarak ele alınmalı) ve bölge esasına göre örgütlenir. Yani gençlik örgütümüzün temel örgütleri fabrikalarda, atölyelerde, okullarda, sınıflarda ve sokak ve mahallelerde kurulur, çalışırlar; semt, ilçe ve il çapındaki yönetici yerel organlar, bu fabrika, atölye, okul, sınıf, sokak, mahalle gibi temel örgüt birimlerindeki grup ve komiteleri, semt, ilçe ve il düzeyinde merkezileştirirler. Merkez aygıtı ise, yerel örgütlere derinlemesine nüfuz ederek oluşur ve bütün örgütleri ülke ölçeğinde birleştirir.
İster gençlik, isterse yetişkinler için olsun, bir işçi örgütünün işyerleri ve okullardaki (ve mahallelerdeki) temel örgütler üzerinde kurulması “keyfi” değildir. İşçi, emekçi ve genç kitleleri, sosyal hayata –yeniden üreterek– buralardan katılırlar. İlk mücadeleler (grev, boykot vb.), ilk bilinç belirtileri ve örgütler buralarda oluşur ve kitleler toplumsal (tabii ki politik) bir güç haline ancak buralarda gelebilirler.
Dolayısıyla, bu alanlara dayanılmadığında gerçek bir örgüt olmak olanaksızdır.
Buna karşın, hep beraber yaşadık ve biliyoruz ki; gençlik örgütümüzün temel örgütleri; yani atölye, fabrika, sınıf, okul, sokak ve mahalle vb. grup ve komiteleri geçmişte ya kısa sürelerle ve kısmen oldu veya bir kısım yerde bunca yıldır hemen hiç olmadı. Şu sitede şu kadar, bu üniversite veya ilçede bu kadar gençten oluşan gençlik örgütü “grupları”ndan sıkça söz edildiğine; buna karşın, şu üniversite veya fakültenin şu sınıfları veya bölümlerinde ve bu site veya mahallenin bu atölyeleri ya da sokaklarında şu kadar gençten oluşan şu kadar grubun varlığından ya çok az söz edildiğine, ya da hemen hiç söz edilmediğine, neredeyse hepimiz tanıklık edebiliriz. Bu durumda, gençlik örgütümüzün; kitleler arasında etkili bir şekilde çalışan, bir güç olan ve iyi sonuçlar elde eden istikrarlı bir örgüt olması tabii ki beklenemezdi.
Bu alanda yaşanan şey, kuşkusuz bir sapma idi ve nedenlerini daha önce üzerinde durduğumuz ve hep dikkat çektiğimiz nedenler oluşturuyordu. İyiniyetle yaklaşıldığında ne denmek istendiği anlaşılacak olan “birim”  kavramı baş aşağı çevrilmiş ve sorumluluktan kaçma ve piyasacılığın örtüsü olarak kullanılmıştı. Öyle ya; birkaç genç bir araya gelip bir grup oluştururlarsa, bu bir “birim” olabilirdi – bu durumda, ilçe gençlik grubu da bir “birim”di; site veya üniversite grubu da! Oysa bunun bir örgüt değil, aslında bir tarikat çevresi anlayışı olduğu son derece açıktır. 
Şunları zihnimize iyice kazımak gerekiyor: Emek gençliği örgütü, eğer kitlelerle birleşme ve sermaye ile mücadele yeteneği gösteren bir örgüt olacaksa; işyerleri, okullar ve mahallelerin en küçük birimlerinde mevzilenmiş ve buralardaki gençlik kitlesi içinde kesintisiz olarak çalışan temel örgütlere dayanmak zorundadır. Üniversitelerde, sınıf grupları, bölüm, fakülte ve kampüs komiteleri; sitelerde, atölye, ünite grupları, fabrika ve işyeri komiteleri ve site komitesi; semtlerde, mahalle, sokak grupları, mahalle, lise (sınıf grupları) komiteleri ve semt komiteleri.. Bütün bu örgütlerin, ilçeler ve iller ölçeğinde ilçe ve il komitelerinde merkezileşmesi. Güçlerin durumu başta bizi sınırlasa da; örgütü belirtilen anlayış ve temele oturtmanın bir ihtiyaç ve zorunluluk olduğunu asla unutmamamız gereklidir.
Öte yandan, görülmesi gereken bir şey daha var ki, bugün emek gençliğini, olduğu kadarıyla çalışmasını ciddi şekilde tehdit etmektedir: kitleler “içinde” bir tür “kutu”, bir “koloni” olarak “örgütlenme” ve “koloni”ye adam bulma “çalışması” eğilim ve olgusu. Bu, sınıf dışı “sol” bir gelenekti ve daha önce partinin çalışma ve örgütlenmesini ele alan materyal ve yazılarda eleştirilmişti. Çalışmanın az çok işyeri veya okul birimlerine dayandığı yerlerde, bu geleneğe yaslanan anlayış ve alışkanlıkların etkili bir şekilde ortaya çıktığı olgularla sabittir. Bunları eleştirmemek, kitleler arasına katılmayı bizzat kendimizin baltalaması da demektir.
Demek ki, örgütlenme ve çalışma tarzı alanındaki mücadelemiz iki cephede birden sürecektir: çevreciliğe, büro ve kantin ”devrimciliği”ne, genel “ortalık çalışması”na dayanan piyasa liberalizmi ve temel birimler “içinde” görünse de, kitlelere kapalı bir “koloni” ve bir “tarikat” anlayışı olarak oluşturulan üst sınıf “devrimciliği” çizgisinin temsil ettiği bürokratizm cephelerinde. Bu örgüt ve çalışma tarzı geleneklerinden ayrılma ve bunların etkilerine karşı mücadelenin; başarılı bir şekilde ancak, kitleler içinde mevzilenmiş bir örgüt ve halkçı bir çalışma tarzı anlayışı ile yürütülebileceği ise, bizim için herhalde anlaşılamaz bir şey değildir.
Sınıf dışı liberal ve bürokratik anlayış ve alışkanlıklar, kitleler arasında örgütlenme ve halkçı bir çalışma tarzı denildiğinde; doğrudan geldiğimiz alan, kuşkusuz kitleler arasında çalışma, onları hareket geçirme ve örgütleme alanıdır ki, bu alanda da, örgütlenme ve çalışma tarzı anlayış ve pratiğimizle bağlantılı ciddi ve artık mutlaka aşmamız gereken zaaf ve hatalarımızın bulunduğu yadsınamaz.
Örneğin, kısmen ortalık çalışması, kısmen kampanyacılık anlayışı ve kısmen de doğru bir anlayışla kitleler arasında bir çalışma sürdürüyoruz. Ancak çalışmamız, belli bir aydınlanmaya yol açsa da; istisna haller dışında, gençlik kitlelerinin hareketlenmesi ve örgütlenmesi yönünde bir etki uyandırmıyor. Gençliğimizin mevzilenmesi ve çalışma tarzındaki zaafların bu olguda önemli bir yerinin bulunduğundan kuşku duyulamaz. Buna karşın, sorunu bunlarla sınırlı görmemek de gerekir. Zira olgular, yaptığımız kitle çalışmasının, geniş çaplı olmasa da belli bir aydınlatma özelliği taşıdığını; ama bazı çağrıları içerse de, harekete geçme ve örgütlenmede kitlelere güven verecek özellikleri her zaman taşımadığını göstermektedir. Çalışmamıza bu yönden de bakan herkes bunu açıkça görebilir.
Son derece açık ki; ÖTK‘ların sürekli tartışmaya açılması, ne yapılacağında sık sık kararsızlığa düşülmesi , bazen desteklenmesi bazen ilgisiz kalınması; binlerce genç işçiyi harekete geçirmiş ve örgütlemiş olan derneğin anlamsız gerekçelerle kapanmaya terk edilmesi; birçok yerde yüzlerle toplanan genç işçinin örgütlenme (kurultaylar dönemi) sorumluluğunun alınamaması; gene aynı şekilde, semt gençleri kümeler halinde parti bürolarına geldikleri halde, onların mesleki-kültürel talepler temelinde (dernekler) örgütlenmesi görevlerini bir türlü anlamama gibi olgular, siyasal perspektif ve iddia zaafları hesaba katılmadan açıklanamazlar.
ÖTK‘ların, sitelerde sendika gibi de çalışacak genç işçi derneklerinin, semt emekçi gençlik evleri ya da dernekleri  ve liseliler örgütlerinin olanaklılığı ve gerekliliğinin tartışılacak bir yönü yok ve ayrıca bunlar konumuzun dışında. Ancak şunun altını çizmemiz zorunlu: Kitleler içindeki çalışma, salt aydınlatma çalışması değil, aynı zamanda örgütleme çalışmasıdır. Kitlelerin örgütlenmesine yardım; kitleleri hareket geçirme ve örgütleme görev ve sorumluluğunu sağlam şekilde içermeyen bir çalışma, gerçekten devrimci bir çalışma olamaz. Dolayısıyla, genel olarak örgütlerimiz ve emek gençliği örgütleri, çalışmalarını bu bakımdan da irdelemelidirler.
Bir yandan, örgütlerimizin kitleler içinde (onlar arasında yaşayan ve çalışan örgütler olarak) yeniden mevzilenmesi ve halkçı bir çalışma tarzı inşa ederek çalışması; öte yandan sadece aydınlatmayı değil, aynı zamanda kitlelerin harekete geçirilmesi ve örgütlenmesini öngören, sorumluluğunu kararlıca üstlenen bir kitle çalışması içinde olması.. Emek gençliğinin bugünkü en önemli sorunu budur.
Unutulmamalı ki; bu sorunlar üzerine yürüyerek atılan her adım, gençlik hareketinin olanaklarını kullanarak gelişmesi; emek gençliğinin hızla büyümesi ve gençliğin bütün kesimlerinde, gençlik hareketinin merkezini tutması demek de olacaktır.

EMEK GENÇLİĞİ ÜYELİĞİ VE ÖRGÜTÜN SINIRI
Bir örgütün üyelik kriterlerini; o örgütün karakteri, dayandığı kesimlerin hareketinin durumu ve içinden geçilen siyasal ortam belirler, koşullandırır. Burada, parti gençliği örgütünün karakterini, hareketin durumunu ve açık bir örgüt olarak şekillenmesine izin veren koşulları tartışmamızın bir gereği elbette yoktur.
Burada üstüne eğilmemiz gereken şudur: Emek gençliği örgütleri, öteki şeylerin yanında, üye kabulü ve üyelik kriterlerinin uygulanmasında baştan beri sekter  bir pozisyondadır. Öyle ki, birçok yerdeki gençlik örgütü, neredeyse partili ve militan sayılan gençlerden oluşan örgütler halinde kuruldu ve öyle çalıyorlar. Oysa bu durumun; örgütün gelişmesi, iç yaşamı, çalışma tarzı ve kitlelerle ilişkilerini tahrip etmesi, parti ve partili bilincini çarpıtması, giderek bozması kaçınılamazdı. Öyle de oldu; gençlik örgütlerimizin birçoğu, giderek bir tür sınıf dışı “gençlik partisi”  gibi, “seçkinler” örgütü halinde güdükleşme süreci de yaşadılar.
Partinin gençlik örgütüne, sadece parti ve örgütün her çağrısına katılan ve düzenli olarak iş yapan gençler değil; örgütü desteklediğine inanan ve küçük de olsa bir destek sunan her genç katılabilmeli ve üye  kabul edilebilmelidir. Yani, komünist bir gençlik örgütüne üye olmanın bilinen kriterleri; hareketin ve örgütün bugünkü koşullarında, olabilir en geniş esneklikle uygulanmak zorundadır. Bunun, asla vazgeçilmeyecek bir zorunluluk olduğunu görmemek anlaşılamazdır.
Bu söylenenlere sanırız pek çok kişi; sekterlik yapılmadığını, örgütün kapılarının herkese açık olduğu halde durumun böyle olduğunu söyleyerek itiraz edecektir. Bu itiraz, kendi sınırları içinde haklı da görülebilir; ama savunduğumuz görüş, zaten gençliğimizin sözü edilen türden üyelere karşı olduğu görüşü değildir.
Emek gençliğinin ilan edildiği dönem ve sonraki yıllarda, sorumluluk üstlenen gençler arasında; kimin neyi yapıp neyi yapmadığı, benim “çok çalıştığım” ötekinin “az çalıştığı” kavgasının, yani “kötü huylu” rekabetin  yükselen bir cereyan olduğu bir olguydu. Bu cereyan, kendi dönemini etkilemekle kalmadı; yarattığı anlayış bozukluğunun sonraki dönemlere sarkmasına da yol açtı. Bunun sonuçlarından biri; doğal olarak, daha geriden gelen genç ögelerin örgütten uzaklaşması olmuştu.
Öte yandan, gençlik örgütlerimizin çoğunlukla kitlelerin dışında olmaları; geriden gelen, (potansiyel) destekçi olan ve kitle içinde dağılmış bulunan ögelerden uzak bir pozisyonda kalmaları anlamına da geliyordu. Yani, örgütlerimizin pozisyonu, bu “geri” ögelerin, yanlarına yaklaşmasına izin vermeyen bir pozisyondu.
Bu iki olgu, istekten de bağımsız olarak; genç militan kitlesi arasında sekterlik anlamına gelen refleks ve davranış biçimlerinin legalleşmesine yol açtığı gibi; gençliğin söz ettiğimiz ögeleri arasında örgüt olmaya karşı duygular da yarattı. Diyebiliriz ki, eğer gençlik örgütümüz bugün hak ettiğinden daha dar ve küçükse; bunun en önemli nedenlerinden biri, gerekçesini bu tür olgularda da bulmaktadır.
Gençlik örgütümüz, mevzilenme ve çalışmasını ortaya koymaya çalıştığımız temelde yenilerken, üyelikle ilgili bu çarpık durumu da değiştirmelidir. Zira bu, komünist olmanın yanında, kitle örgütü de olmanın bir zorunluluğudur. Örgütün militan örgütleyici aygıt ve ögelerini, geniş gençlik kitlesi ve hareketine, çalışmasının yanında ve tabii ki bu çalışmanın da bir sonucu olarak, burada üyeliğini tartıştığımız türden üye kitlesinin bağlayacağı; bilinmeyen, bulunamayan pek çok önemli olanağı, en gerekli zamanlarda değerlendirilecek pek çok ilişkiyi doğal olarak gene bu üye kitlesinden ögelerin sunacağı asla görmezden gelinemez. Kaldı ki, gençlik örgütünün bu türden üyelerinden bir kesimin; çalışma ve mücadele içinde dönüşerek kararlı, gerçek militanlar haline gelmeyeceğini de kimse iddia edemez.
Uzun sözün kısası; gençlik örgütümüzde varsayılan üyelik kıstaslarının uygulanmasındaki gelenekselleşmiş sekter refleks ve davranışlar değişmeli ve üye alım koşulları veya üye sayılan ögelerde aranan özellikler olabildiğince esnekleştirilmelidir. Örgütün sınırı ortadan kalkmamalı, ama olabildiğince genişlemelidir.
Böyle bir değişimin, örgütün iç yaşamında; demokrasi ve disiplin uygulamalarında, eğitim çalışmasında; üslubu, gündelik ilişkileri vb.‘de değişikliklere yol açacağı tahmin edilebilir. Bu anormal olmadığı gibi gereklidir de. Böyle bir değişimin; militan ve örgütlerimizin, gençlerin doğal kümelenmeleri arasına katılmalarını kolaylaştıracağı açıktır ve olanakları kullanmak gerekmektedir.
Gençlerimiz ve örgütlerinin, mevzilerini yenilemelerinin; çalışmalarını düzelterek üyelik kriterlerini, bu yenileme ve düzeltmeye uygun şekilde genişletmelerinin durumu hemen değiştirmeyeceği ve gençlerin örgütlerimize doluşmasına yol açmayacağının tartışılacak yanı yoktur. Bunun için, başka değişikliklerin yanında, bütün cephelerde mücadele etmek ve anlayış ve kararlılıkla çalışmak da gerekir.
Burada gözden asla kaçmaması gereken şudur: Örgüte katılma koşullarındaki esneklik; kendiliğindenliğe yakın gibi görünen gençlere gösterilen anlayış, örgütlerimizin sorumlu, görevli ve örgütleyici ögelerinde aranması gereken militan özelliklerin, iş disiplini, özveri ve kararlılığın “esnemesi” anlamına gelmemektedir. İleri ögeler ve militanlarımızın; kendilerini, çalışmaya daha geriden katılan üyelerle kıyaslamaya yönelmeleri (ki bu, bugün de vardır) gerici bir şey olur. Böyle bir eğilim ve yönelime asla izin verilemez. Herkes, kendini ve çalışmasını, hareketin talep ettiği kişilik özellikleri ve çalışmanın gerekleri ile değerlendirmek zorunda olduğu gibi; düz üyeleri ileri düzeylere çıkarma anlayışı ile çalışmak da zorundadır.
Bu, parti için de, gençlik örgütü için de temel ilkelerinden biridir.

SİYASAL EĞİTİM SORUNU
Son on beş yirmi yıldır “sol” piyasada, yukarıda belirtilen iki mücadele, örgütlenme ve çalışma tarzı anlayışına uygun “iki” jargonun “prim” yaptığı biliniyor: Liberal, piyasacı “sosyalist” ve “devrimci”, bürokratik “komünist” olanı ile bu iki “dil” türü, iki burjuva (sınıf dışı) “sosyalist” eğilime denk düşen bir “dil” türüdür.
Sözü edilen üst tabakacı iki “farklı” örgütlenme ve çalışma tarzı anlayışı ve bunlara esin veren bu iki burjuva “sosyalist” eğilimin, “farklı” gibi görünse de, farklılıkları birbirini tamamlayan “iki” (esasta tek bir) eğitim anlayışının olduğu; söz konusu iki jargonun, bu siyasal-teorik “eğitim” anlayışının “karşıt”, ama aynı zamanda ortak “dili” olarak şekillendiği, kanıt istemeyen bir açıklıkla görülebilir.
Bu “sosyalist” akımlar ve yarattıkları örgüt ve çalışma tarzı gelenekleri, eğitim sorununu esasta, pedagojik-akademik bir sorun olarak görürler; bunların “eğitim”le ilgili anlayış ve pratikleri idealist bir görüş açısıyla şekillenmiştir.
Buna karşın, proleter (Marksist) sosyalist akımın (siyasal-teorik) eğitim anlayış ve çizgisi, materyalist bir görüş açısıyla ele alınır; sınıf mücadelesine bağlı ve aynı zamanda onun (siyasal mücadelenin) bir sorunu olarak şekillenir. Ve partimizde eğitim sorunu, esasta “görevlendirme” sorunundan başka bir şey değildir.
Bir yanda, burjuva “bilimi”ne tapınma, bu “bilime” dayanan soyut, geleceği sisli “proje”ler yapma, “değişimi” bu “projeler”in “eğitimle kavranması”na bağlama; öte yanda, tıpkı “tarikat şeyhleri”nin dervişçe ezberlenen soyut formüllerinin “sihri” ve “şevklendirmesi”nin kazandıracağı “inanç”la avunma anlayışı! Söz konusu sınıf dışı akımların teorik ve siyasal eğitimine yön veren anlayışın esası budur ve bu anlayışın temel özelliği, ifadesini; bilginin asıl kaynağı ve eğitimin temel alanı olan sınıf mücadelesini, mücadele içindeki kitleleri ve görevlerini dıştalamasında bulur. Dahası; bu anlayış ve çizgi, “eğitim” denilen şeyi; sınıf mücadelesi, görev ve sorumluluklar ve eylemden koparmakla kalmamakta, bunların yerine de geçirmektedir.
Bunları burada tartışmamızın anlamı nedir, bunların altını çizme gereğini niçin duyuyoruz? Bu neden ve niçinler anlaşılamaz değildir. Partimiz böyle bir anlayışı hiçbir zaman savunmadı ve hatta her zaman bu çizginin karşısında yer aldı. Buna karşın, örgütlerimizde bu sorun çoğunlukla doğru bir anlayış ve yöntemle çözülemedi. Ya eğitim adına kitlelerin mücadelesi ve onun görevlerinden çekilme; ya da görevlerden uzak kalmamak adına eğitim sorunlarını bir yana bırakma gibi eğilim ve sapmalar, çalışmamızı ve gençlerimizin enerjisini hep tahrip etti.
Doğru temele oturmuş bir teorik eğitimin hayati önemi tartışılamaz. Teorik çalışma ve eğitim olmadan; siyasal (ve örgütsel) deneyim kazanılamayacağını ve gerçek bir siyasal çalışma yapılamayacağını, az çok düşünen herkes anlayabilir.
Nasıl ki, devrimci bir teoriden yoksun bir parti yolunu şaşırmaya mahkumsa; teorik eğitimden yoksun bir “devrimci” kişi de, tıpkı teoriden yoksun bir parti gibi, “dar deneye” ve “karaya oturma”ya mahkumdur. Kulaktan dolma ile idare etmenin kimseye bir faydasının olmadığı, yakın dönem olaylarıyla bile görülmüştür.
Öte yandan, teorik eğitim; hareketin talep ettiği görevleri –tarihsel uluslararası tecrübeyi özümseyip kullanarak– yetenekle yerine getirmenin, siyasal ve örgütsel deneyimi geliştirmenin zorunluluklarına bağlanmadığı koşullarda; soyut formüllerle oynama, olguları formüllere uydurarak “açıklama” ve hayattan kopuk “laf ebeleri” olarak yozlaşma pozisyonuna düşmekten kaçınmak olanaksız olur. Burjuva “sosyalizmi” akımlarının eğitim anlayışı, yöntem ve “dil”lerinin etkisini kırmayı öğrenmeden, öğrenebileceğimiz fazla bir şeyin olmadığı anlaşılamaz değildir.
Özet olarak; sınıf mücadelesinin sorun ve görevlerine bağlanan, ileri genç kitlesinin teorik ve siyasal seviyesini yükseltecek ve çalışmasını daha bilinçli ve verimli hale getirecek bir teorik-siyasal eğitim çalışması ertelenemez bir görevdir. Öte yandan, partimizin gösterdiği çaba ve girişimleri, bugün bu görevi kesintisiz şekilde ve verimlilikle yerine getirmenin koşullarını daha da olgunlaştırmıştır. Ve eğer gençlik örgütümüz, gerçek bir mücadele örgütü ve gerçek bir okul olacaksa; örgütünü yeniden mevzilendirdiği, çalışma tarzını yenilediği ve yeni bir inşa sürecine girdiği bu dönemde, partimizin çaba ve girişimlerinden yararlanmayı bilmek zorundadır.
Partimizde ve gençlik örgütümüzdeki teorik ve siyasal eğitim çalışmasına yeni bir yön vermenin koşullarının bugün daha olgun olduğunu söyledik. Bu doğru; zira, partinin siyasal, teorik ve kültürel organları, olayların içinde her zamankinden daha doğru bir şekilde yer alıyor ve sorunları daha ileriden gündeme getiriyorlar. Öte yandan, başlatılan eğitim dizisi, Bilim Eki ve basım yayında benzer konularla ilgili olarak yayınlanan materyallerin hayati önemde bir olanak olduğu da bir olgudur.
Bir yanda, Marksizmin klasiklerinin yanında, uluslararası sosyalist kültürün hiçbir kuşağın yüz yüze gelmediği birikimini temsil eden eserler; öte yanda, sınıf mücadelesi içinde daha ileri mevzilere yürüyen örgütler ve gündemlerini gündelik mücadeleye dayanarak hazırlayan siyasal, teorik, kültürel organların varlığı! Önceki kuşaklar, hiçbir zaman  böylesi olanaklara topluca sahip olmamıştı.
Dikkat edilmesi gereken şey, yukarıda söz edilen sapmalardan kaçınmayı bilmektir. Bunun için ilk koşul, kuşkusuz, teorik eğitimin konularını, işçi sınıfı ve halkın mücadelesi ve yapılan çalışmanın aktüel sorunlarına dayandırmaktır. Bu durumda, bu eğitimin temel malzemesi, öncelikle parti karar ve genelgeleri, siyasal, teorik organlar ve ilgili broşürler; bunlara eklenecekler ise, Marksist klasiklerin ilgili eser ve bölümleri ve sosyalist kültürün ulusal-uluslararası materyallerinden ilgili olanlardır. Teorik-siyasal eğitim, gençlik örgütü için; parti örgütleriyle birlikte özel olarak planlanıp, dikkatle yürütülecek bir çalışma olarak düşünülmelidir. Aksi takdirde, örgütsel değişime hizmet eden bir teorik eğitim yapılamayacağı gibi, işçi ve emekçi kitlelerin uyanması, eğitimi ve örgütlenmesine de asla yardım edilemez.
İkinci olarak; ulusal ve uluslararası sorunlar, siyasal-örgütsel kampanyalarla ilgili seminerler ve çalışmanın çeşitli yönleriyle ilgili geniş toplantılar kuşkusuz reddedilemez. Ancak, teorik ve siyasal eğitimin asıl ve temel alanı organlardır. Teorik ve siyasal eğitimi, sınıf mücadelesi ve çalışmanın sorunlarına dayandırma; “görevlendirme”yi, öğrenme ve eğitimin temel dinamiği  olarak görme demektir, ve bu, aynı zamanda, eğitimi, organ çalışması olarak görme anlamına da gelir. Kuşkusuz bu, birey olarak çalışmayı dıştalama değil; onu teşvik etme, sonuçlarını organlara taşıma, yoldaşlarla paylaşma ve varılan sonuçların uygulanmasını denetlemeyi de içerir. İşini planlamayı öğrenmenin; yapılanı, deneyim ve ileri tecrübeyle (teoriyle) eleştirmenin, devrim yapmayı öğrenmenin temeli olduğu görmezden gelinemez.
Yazının ilk bölümünde, deneyimlerden öğrenme ve eleştiriyi, öğrenmenin yöntemi haline getirme üzerinde durmuştuk. Bu, eleştirinin; teorik-siyasal eğitim ve teorik-siyasal gelişmenin temel yöntemi olduğuna dikkat çekmekten başka bir şey değildi. Şimdi de şunu belirtelim ki; gençliğimiz, teorik ve siyasal seviyesini yükseltmek zorundadır ve o, bunu ancak, burada konulan temel üzerinde başarabilir.

SONUÇ OLARAK
Gençlik örgütümüzün içinde bulunduğu zaafları; bu zaafların nasıl bir platform üzerinden ve ne gibi bir çalışma ile aşabileceğini, bazı yönleriyle de olsa (yazının bir önceki sayıdaki bölümü ile birlikte) tartışmış bulunuyoruz. Gelecek sayıda ise, sorun parti örgütleri açısından ele alınacak ve yazı tamamlanacaktır.
Bölümü, şunlara işaret ederek sonuçlandıralım: Zaaflarımız kuşkusuz önemli. Buna karşın, bunlar aşılamayacak, altında kalınacak zaaflar da değil. Önemli olan şu ki, olanakları kullanmayı ve fırsatları değerlendirmeyi bilelim.
Sorunların yanı sıra, olanaklardan ve dayanacağımız dinamiklerden yazı boyunca söz edildi. Kuşkusuz, önümüzde önemli fırsatlar da var; partinin açtığı ve gençlik örgütümüzün de içinde olduğu, örgütün ve çalışmanın gazeteyi kullanma temelinde dönüşümü kampanyası; başlamakta olan ve önümüzdeki iki ay boyunca yoğunlaşarak sürecek olan Yerel Seçimler kampanyası, bunlardan ikisidir. Bu iki kampanya ve bunların üst üste gelmesi, genel anlayışın aksine son derece önemli bir fırsattır.
Bunların niçin fırsat oluşturduğunu burada sayıp dökmemiz gerekmiyor. Gerek, gazete ve örgütsel değişim kampanyasının yarattığı ve herkesçe görülebilir durumda olan hareketlenme; gerekse, seçim dönemleri ile ilgili önceki deneylerimiz burada söylenenleri tartışılamaz hale getiren verilerdir. Dolayısıyla, gençliğimizin daha ileriden hareketlenmesi; bunu, çalışma ve örgütünü yenilemenin vesilesi haline getirecek bir çalışmayı örgütlemek üzere değerlendirmesi zorunludur.
Kendi dinamiklerine, hareketin olanaklarına dayandığında, gençlik hareketi içindeki pozisyonunu ve gençlik kitleleri için önemini anladığında, emek gençliğinin aşamayacağı hiçbir zaaf ve üstesinden gelemeyeceği hiçbir zorluk yoktur. O, işçi sınıfının ve partisinin gençliğidir ve üstüne düşeni yapmaktan asla kaçınmayacaktır.

Dipnotlar:
1- Bunlar, gençlik yönetim organlarının kendi işlerini kendi girişimleriyle yapmaları, yayın organlarını daha geniş dağıtmaları ve kullanmalarının önemsizliği anlamına gelmez; aksine, gençliğin örgüt organları ve yayın organının bir çizgi sahibi olması, geniş bir görüş açısıyla hareket etmesi, çalışma ve çağrılarının bir amaca bağlanması, devrimci bir yön alması ve daha da önem kazanmaları anlamına gelir.
2- Unutulmamalıdır ki; gençlik örgütü “gençlik partisi” değil, işçi sınıfı partisinin, ona siyasal ve ideolojik olarak bağlı olan gençlik örgütüdür.
3- Birim kavramı birçok anlamda kullanılabilir. Bir kent örgütüne de, bir sendika organına da birim denebilir, bir fabrika (temel örgüt) örgütüne de. Bu nedenle, bu kavram kendi tanımlayanları ile birlikte kullanıldığında somut bir anlam kazanabilir.
4- Çalışma içinde yolunu kaybeden, yorgun düşen ve niyet bozan rasgele kimi kişilerin “ÖTK‘lar kötüdür.., tartışılmalıdır” yollu girişimlerini tartışmaya açabilen, bu kişilerin çabası sonucunda iyi işler yapılırken bile ÖTK‘ları terketme (ki bu, birkaç kez olmuştur) tutumunu kabul eden bir çalışma anlayış ve çizgisinin, burada söylenenlerden başka bir şeyle açıklanamayacağı ortadadır. Şu kesindir ki, bugün üniversite gençliğinin kitle örgütü olabilecek tek örgüt ÖTK’lardır. Bazı yerlerde kitlesel dernekler çıksa bile, bunlar, ÖTK‘ları canlandırma ve kitle örgütü olarak işler hale getirmek için mücadele etmek zorundadır. “Okulcu” denilen kitlelerin örgütlenmesi bugün başka bir yoldan başarılamaz. Öte yandan, yararlanılması gereken olanaklar olmakla ve küçümsenmemeleri gerekmekle birlikte, topluluklar, kulüpler vb. ilgi ve faaliyet grupları ve hobi çevreleridir ve ÖTK gibi örgütlerin ve genel olarak kitle örgütlerinin yerini tutamazlar, böyle bir yeteneğe sahip değillerdir.
5- Büyük kent semtleri milyonlarca işsiz, yarı işçi umutsuz genç kitleleriyle dolmuş durumdadır. Bu kesimler kültür, meslek istekleri, sigorta ve iş istekleri ve daha başka kısmi taleplerle örgütlenmeye ve örgütlü kitlesini hızla büyütmeye son derece yatkın bir pozisyonda bulunmaktadır. Küçük girişimler buralarda sonuç alacak durumdadır ve bu girişimler son derece önemlidir. Sorun giderek, bu kitlelerin, gericilik, faşizm tarafından mı kullanılacağı, yoksa sermayeye karşı mücadelenin kitle gücü mü olacağı sorunu haline gelmektedir; gençliğimiz bunu bilerek çalışmalıdır.
6- Sekterlik esasta geleneksel çalışma tarzının ve sınıf dışı akımların baskısının örgütlerimiz üzerindeki etkisinin ifadesinden başka bir şey değildir.
7- Tabii ki bunun, çalışma tarzına ve örgüt işlerinin yürütülmesine parti taklitçiliği olarak yansıması kaçınılamazdır.
8- Üyelik sorununda, parti örgütleri bile, işçiler arasında sözünü ettiğimiz esnekliği göstermek (ilgili yazıya bakınız) zorundadır. Özel sınırlar çekme bir yana, “düz” gençleri örgüte katılmaya teşvik eden çalışma yapmak ve gençlik kitleleri arasında örgüte katılma duyguları uyandırmak için gayret etmek özel olarak zorunludur. Sorumlu ve yönetici organlar görevlerini yaptıklarında, sempati duyduğu veya desteklediğini söylediği örgüt için az çok bir iş yapmayacak bir gencin olamayacağı mutlaka görülmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken, sadece provokatif sızmalara karşı uyanık olmaktır.
9- Bu yıkıcı rekabet, toplumda var olan küçük burjuva bireyciliğinin ve tahrik edilen sınıf dışı sosyalizmin kariyerist, rekabetçi ilişkilerinin bir yansıması idi de.
10- Tarihte ihtiyaçlar tarafından gündeme getirilmeyen (aslında böyle bir şey de yoktur) ve onların giderilmesi anlamına gelmeyen, onlara dayanmayan hiçbir “öğrenme”, gerçek bir öğrenme olmamıştır ve bugün de böyle bakmak gerekir.
______________

İşçi hareketi, sendikal örgütlenme ve eğilimler

Son yıllarda, özellikle genç işçilerin çalıştığı birçok fabrikada işçilerin sendikalaşma çabalarına tanık olmaktayız. İstanbul, İzmir, Kocaeli, Bursa gibi sanayi merkezlerinde birbirinden bağımsız gelişen bu sendikalaşma eğilimleri, birçok bakımdan öğretici unsurları da içinde barındırmaktadır. İşçilerin sendikalaşma ve örgütlenme girişimlerinin en çarpıcı olanını Uşak’ta yaşadık. Uşak dokuma ve tekstil işçileri, Teksif Sendikasının sendikalaşma çağrısı yaptığı bir bildiri üzerine sendikaya akın ettiler. Yaklaşık 6000 işçi, sendikanın çağrısına yanıt vererek sendikaya üye oldu. 
Baştan belirtelim ki, Uşak işçilerinin tutumunu; ” sendika çok etkili bir bildiri hazırlamıştı ve sendikalaşma çağrısı yapan bildiriyi okuyan işçiler bir anda gerçekleri kavradılar ve sendikalaşmaya karar verdiler”  biçiminde bir değerlendireme çok hafif kalacaktır. Uşak, Ünifil ve diğer pek çok yerde yaşananlar, işçi hareketinin ilerlemesine dayanak olmaları yönüyle zengin deneyler sunmaktadır. Bize düşen, bu deneyleri biriktirmek ve işçi hareketinin hizmetine sunmaktır. Bu yazıda, genç işçi kuşakları içindeki sendikalaşma eğilimlerini bu yönlü değerlendirmeye çalışacağız.

KURALSIZLIKTA EŞİTLİK
’80 sonrası neoliberal politikaların uygulanmasıyla birlikte, bir yandan özelleştirmeler, bir yandan da esnek çalışma, kalite çemberleri gibi üretimi kuralsızca arttırmayı ve işçi örgütlerini dağıtmayı hedefleyen adımlar hayata geçirildi.
Çıkan her yasa, işçilerin iş güvenliğini ortadan kaldırmakta ve sermayeye işçileri kuralsız sömürmenin olanaklarını sağlamaktadır. 1475 sayılı iş yasasının değiştirilmesiyle birlikte iş güvenliği de fiilen ortadan kaldırılarak, işçilerin birçok hakkı gasp edildi. Şimdilerde sermaye cephesi kuralsız çalıştırmanın önündeki son engelleri de kaldıracak girişimler içersindedir.
Bunların başında kıdem tazminatlarının kaldırılması gelmektedir. 1475 Sayılı Yasa’nın yerine getirilen 4875 Sayılı İş Yasası’nın sunduğu olanaklardan yararlanan işverenler, 7’li sistem, 4’lü sistem, itelemeli sistem gibi çeşitli üretim yöntemlerini uygulayarak, işçileri en düşük ücretle, en çok nasıl çalıştırabileceklerinin arayışları içerisine girmişlerdir.
Ülkemiz giderek emeğin kuralsızca sömürüldüğü bir cennet haline getirilmektedir.
İşverenler henüz sendikalarda örgütlü oldukları için bazı yasal haklara sahip olan işçileri “ücret” ve  “sosyal haklar”da olmasa da, çalışma koşulları bakımından örgütsüz işçilerle eşitleme yoluna gitmektedir.
Örneğin; Tuzla Tersane işçileri örgütsüz, her gün ölümle burun buruna çalıştırılmakta, düzenli bir işe sahip olamamakta, çoğu durumda çağrı üzerine işe gitmektedirler. Tuzla Tersane işçilerine oranla daha fazla ücret alan ve bir dizi sosyal hakka sahip olan Türk- Metal Sendikasında örgütlü Siemens işçileri de, evlerinde oturup işverenin çağrısını beklemektedir. Amaç, kuralsız çalıştırma ve kuralsız çalıştırmanın önündeki iş güvencesi, sendika ve grev hakkı gibi tüm engelleri kaldırmaktır.

DENEYİM İHTİYACI
İş güvenliği olmayan ve düşük ücretle kötü çalışma koşullarına mahkum edilen işçiler, işyerlerindeki çalışma koşullarına isyan etmektedirler. Her öfke patlaması, kendini giderek direniş biçiminde dışa vurmakta; sendikal örgütlülükten yoksun işyerlerinde ise, çoğunlukla sendikalaşma girişimi olarak ortaya çıkmaktadır. Sendikalaşma eğilimi en çok da genç işçi kuşakları arasında yüksektir. Bu kesim, sınıf mücadelesinin (sendikal ve siyasal) bütün deneyiminden ve bilgisinden yoksun durumdadır.
Bu yüzden de, bugün açısından, sendikalaşma girişimlerinde yer alan işçilerin ana gövdesinin, “İşçiler kazanılmış haklarını nasıl elde ettiler? Bugün bir plan dahilinde gerçekleştirilen saldırılar neyi amaçlamaktadır? Nasıl tutum alınmalıdır?” gibi sorulara bir bütünlük içinde yanıt vererek, örgütlendiği söylenemez. Çoğunlukla örgütlenme, “kötü işveren/kötü işyeri” fikrinden hareketle gerçekleşmektedir. 
Özellikle genç işçiler, çalıştıkları işyerlerinin kötü çalışma koşullarına karşı öfkelerini “yeter artık sendikaya giderek bu sorunu çözelim” biçiminde ele almaktadır. Ve genelde işçiler sendikaya üyeliklerini gerçekleştirdikten sonra, kendi görevlerini yerine getirdiklerini ve artık sorumluluğun sendikal mekanizmalarda olduğunu düşünerek hareket etmektedirler. Bu süreç, sayısız örnekte de olduğu gibi, sendikalaşma girişimlerinin çoğunlukla işverenler tarafından boşa çıkartılmasını kolaylaştırmaktadır. Patronlar kendi çıkarları için işçilerin örgütlenme olanaklarını yok etmek ve işçiler arasında bölünme yaratma amacını bir plan dahilinde ve aynı zamanda bir dayanışma içerisinde gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla işçilerin hak elde etme mücadelesinde birliklerinin zayıf olması, kazanım elde etmenin olanaklarının karşıt sınıf tarafından kolaylıkla engellenmesine neden olmaktadır.
Mücadele ve örgütlenme konusunda işçiler içerisinde iki eğilim bulunmaktadır. Birincisi; Türkiye’de örgütlenme ve sendikalaşma girişimlerinin en ileri düzeyde yaşandığı ve işçi hareketinin mevziler kazandığı döneme tanıklık etmiş yaşlı işçi kuşağının eğilimidir. Hak almaya yönelik bir girişim ve/veya sendikalaşma eğilimi karşısında, yaşlı kuşak işçiler, “bilen adam” rolüne soyunmakta; geçmiş yıllardaki mücadelelerin kazanımlarını, olumlu ve olumsuz deneylerini paylaşmak yerine “biz çok gördük yaşadık bu işleri, bu fabrikada sendikal örgütlenme başarılamaz” gibi moral bozucu bir noktada durarak, örgütlenme eğilimlerini baltalayan bir tutum izlemektedirler. Bu durum, başlı başına ülkemizdeki sendikal mücadele deneyimlerinin kuşaktan kuşağa aktarılması ve bu birikimle bir mücadelenin sürdürülmesinin önünde engel teşkil etmekte ve sendikal mücadele içerisinde yer alan işçiler birçok deneyi tekrar tekrar yaşamak zorunda kalmaktadır.
Bir diğer eğilimi ise, genellikle, bugün bütün eksikliklerine rağmen, örgütlendiğinde, işçi hareketinin gidişatını değiştirecek genç işçilerinki oluşturmaktadır. Genç işçi kuşağı, sendikalaşma mücadelesine rengini vermekle birlikte, bir deney yoksunluğuyla hareket etmektedir. Sendikal hareketin dayanağını da bugün genç işçi kuşağı oluşturmaktadır.   
İşçiler arasında sendikalara ciddi bir güvensizliğin de olduğu gerçeğiyle hareket ettiğimizde, karışımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Genç işçiler, sendikalaşma girişimlerinin başarısızlığa uğramasıyla birlikte, kendi örgütlenmelerini sorgulayan ve buradan çeşitli sonuçlar çıkartarak yeniden hamle yapan bir tutum almak yerine, ilk tepki olarak, genelde, “sendika da bize sahip çıkmadı, zaten biz sendikaya güvenerek hata yaptık” gibi sonuçlara gitmektedir. Buradan, böyle bir deney yaşamış işçilerin bir daha sendikalaşma mücadelesinde yer almadıkları anlamı çıkartılmamalıdır.
Sendikalaşma çalışması yürütmüş ve sonuç alamamış bir işçinin moral bozukluğu yaşaması ve ilk tepki olarak geriye çekilmesi oldukça doğaldır. Ancak, aynı işçi, tokat yediği yere bir daha gitmeyen küçük burjuvalar gibi hareket etmemekte, bir dönem sonra, önceki deneyiminin birikimini de işin içine katarak, yeniden yeniden denemektedir. 

SENDİKALAŞMAYA BİR ÖRNEK
Sendikalaşma mücadelesinin nasıl verildiğini bir örnekle açmaya çalışalım: Bursa’da  700 işçinin çalıştığı, oto kılıfı üreten BFTC adlı fabrikada işçiler, işyerinde yaşanan sorunlara karşı iş durdurma eylemi yapar ve taleplerini işverene kabul ettirirler. Bir süre sonra benzer sorunların tekrar yaşanması üzerine, yeniden iş durdurma eylemi yapılır ve işveren, işçilerin taleplerini kabul ettiğini bir kere daha söyler. Ancak işveren, kabul ettiklerini fiilen uygulamaz ve işçileri sürekli biçimde oyalamayı sürdürür.
Eylemin ardından taleplerinin uygulanmadığını gören işçiler, ancak sendikanın taleplerini patrona uygulatabileceğini düşünerek, sendikaya üye olurlar. İşverenin sendikalaşmayı kabul etmemesi üzerine birkaç gün kapı önünde direniş yaşanır, ardından 44 işçinin dışındaki işçiler işbaşı yaparlar, ancak işyerine de sendika girer.
Sonrasında işçilerde yaşanan duygu, “biz sendikaya gidip üyeliğimizi gerçekleştirdik, bundan sonra iş sendikanın alacağı tutuma bağlıdır” şeklinde tarif edilebilir. Bugün bahsi geçen işyerinde işçiler, çeşitli sorunlar yaşamaya devam etmektedir. Sendikalaşarak sorumluluklarını tamamladıklarını düşündükleri için, işçiler, işyeri komitelerini de dağıtmış durumdadır. İşe alınmayan işçilerin iş mahkemesine açtıkları davada, mahkemeye tanık işçi dahi bulunamamaktadır.
BTFC’de yaşanan birçok yerdeki sendikalaşma çalışmalarının benzeridir. Bazen işçiler kendi aralarında komiteler kurmakta, bazen hakları için her hangi bir tepkinin ardından sendikalaşmayı önlerine ilk hedef olarak koymakta; sendikalaşma süreci gerçekleştikten sonra ise, sorunları sendika yönetimlerine havale eden bir tutum takınmaktadırlar.
Bugün bahsi geçen işyerinde işveren işçilerin örgütlülüğünü dağıtmayı amaçlamaktadır. İşçiler süratle kendi işyeri örgütlerini oluşturma ve sağlamlaştırma bakımından bir atmaz iseler, sendikal örgütlülüklerini kaybedeceklerini söylemek kehanet olmasa gerek. Bilindiği gibi, İstanbul Ümraniye Organize Sanayii’nde kurulu Ünifil işçileri de işyerlerinde sendikalaşmayı başarmış ve sendikaları yetki almıştır. Ardından, işveren işçiler arasında bir bölünme yaratmış ve işçilerin sendikadan üyeliklerini geri almalarını sağlamıştır.
Verdiğimiz bu örnek, sendikalaşma mücadelesinin çarpıcı örneklerinden sadece birisidir. Hafızalarımızı biraz zorladığımızda, yakın tarihimizde benzer onlarca örneğin olduğunu görebiliriz.

KISA BİR ÖZET
Bugün işçiler, yaşadıkları sorunlar karşısında ciddi bir örgütlenme eğilimi içerisindedir. Örgütlenme çalışmalarında, genç işçilerin işçi hareketinin geçmiş mücadele birikiminden yoksun, kendiliğinden bilinci egemen durumdadır. Dünya ve ülkedeki gelişmeleri (olumsuz anlamda değişimleri) ve bu gelişmelerin beraberinde getirdiği zorlukları (sanayiinin organize bölgelerde toplanması ve patronların birlikler kurarak dayanışmaya gitmeleri vb.) dikkate almayan, daha çok, bir önceki dönemin (sosyal devletçi, uzlaşmacı) sendikal çizgisinde şekillenen bir sendikal bilinçtir karşımızdaki. Bu nedenle, örgütlenme ve sendikalaşma çalışmalarında işçi hareketi mevzi kazanarak ilerleyen durumda değildir.
Tek tek fabrikalardaki sendikalaşma çabaları bir resmin ayrı ayrı parçaları olarak ortada durmaktadır. Bugün açısından yapılması gereken tek şey, bu parçaların bir araya getirilmesidir. 
Patlama noktasına gelen işçiler, öfkesini dışa vurmanın bir yolu olarak sendikalaşmaktadır. Bu olumlu bir yönelimdir. Sendikal çalışmalar çoğu kez  kendiliğinden işçi bilincinin ortaya çıkardığı tepkiler üzerinden olmaktadır ki, bunun da doğal sayılmayıp eleştirilecek bir yanı yoktur. Kuşkusuz işçi kitlesi, daha henüz sendikalaşırken, mücadeleye kendiliğinden bilinçle katılacak, siyasal sınıf bilincine ve mücadeleci sınıf sendikacılığı çizgisine mücadelesi içinde partisinin yardımıyla varacaktır.
Kendiliğinden bilincin sonuçlarından biri de, sendikalara güvensizlik noktasında karşımıza çıkmaktadır. Sendika bürokrasisinin çaba ve fedakarlık içermeyen konformist yaklaşımları, işçilerin sendikalara olan güvenlerini zedelemekte ve geçici de olsa onları umutsuzluğa sürüklemektedir.
İşçilerin sendikal örgütlenmeleri için sendikal bilinç yeterlidir düşüncesi hayli yaygındır. Ne var ki, ilk anda makul gibi görünen bu tarz düşünce doğru değildir. Çünkü, kendiliğinden bilinç ekonomik bir bilinçtir ve son kertede burjuva bilince tekabül etmektedir. Bu sınırda kalındığı müddetçe işçi yüz yüze kaldıkları saldırıların kaynaklarını görememekte ve adeta karanlığa kılıç sallayan kör bir dövüşçü durumuna düşmektedir. Sendikalaşma çabalarının işverenler tarafından kolayca püskürtülmesinin kaynağını da burada aramak gerekir. İşçilerin örgütsüz durumlarından ve yaşanan deneylerden yararlanmaya çalışan emek düşmanı kesimler de boş durmamaktadır. İşçi hareketindeki her gelişme işçilerin bilincinin çarpıtılması için kullanılmaya çalışılmaktadır. Özellikle sendikaların kötü olduğu, işçilerin kendi doğal örgütleri olmadığı fikri egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Bu fikrin geliştirilmesinin malzemeleri de bugünkü sendikacıların tutumu üzerinden şekillenmekte ve kullanılmaktadır.

SONUÇ OLARAK
İşçi hareketinin seyri ve genç işçi kuşaklarının sendikal örgütlenme girişimleri üzerine buraya kadar söylenenlerin dışında daha pek çok şey söylemek mümkündür; ancak olguyu anlamak bakımından aktarılanlar yeterince açıklayıcıdır. Sorun şudur ki, genç işçi kuşaklarının bu çabaları karşısında ne tutum takınılacaktır? Geçmiş mücadele deneylerine sahip “yaşlı kuşak” işçilerin tutumlarından yukarıda söz edildi. Sınıf bilinçli işçilerin, sınıftan yana sendikacıların ve en başta da devrimci işçi partisinin üyelerinin soruna böyle yaklaşamayacağı/yaklaşmaması gerektiği ortadadır. Ne işveren saldırıları karşısındaki deneyim eksikliğinin yol açtığı istikrarsızlıklar, ne de sendika bürokrasisinin örgütlenmenin ön barikatını işverenlerle el ele tasfiye girişimleri, genç işçi kuşaklarının sendikalaşma çabalarına tereddütle yaklaşılmasının gerekçeleri olabilir. Kesin olan, bu çabalara azami destek olunabildiği ölçüde sayılan handikaplar giderilebilecek ve işçi sınıfı sendikal mevzilerini geliştirip genişletebilecektir. Kayıplar göze alınmalıdır. Adı üstünde verilen sınıf mücadelesidir ve hiçbir mücadele yoktur ki, sıfır kayıpla başarıya ulaşabilsin. Belli sayıda işçi işini kaybedecektir, ama sonuçta kazanan işçi sınıfı olacaktır. Elde edilen mevzi sınıfın sermaye cephesine karşı bir mevzisidir.
Sendikal örgütlenme faaliyetinin başarısı yalnızca örgütsüz kesimin girişimleriyle olabilir bir şey değildir. Bu bakımdan sınıftan yana olduklarını söyleyen sendikacılara büyük iş düşmektedir. Özellikle İstanbul Sendikalar birliği (İSB) gibi oluşumlar, mücadele gündemlerinin başına genç işçi kuşaklarının sendikal örgütlenme talebini koyduğu oranda, kendilerinden beklenenlere karşılık verebilecektir.
Devrimci işçi partisinin militanları sınıfın günlük mücadele ve eyleminin ağırlıklı yanını oluşturan sendikalaşma faaliyetlerine boydan boya katılarak, sendikal örgütlenme çabası veren genç işçi kümelerinin aynı zamanda politik bir hareket olarak da örgütlemelerine yardım etmelidir. Bu yapıldığı ölçüde, genç işçilerin sendikalaşma faaliyetlerindeki istikrarsızlıklar giderilebilecek, işçiler ilk adımı attıktan sonra inisiyatifi sendikacılara bırakarak geri çekilmeyecek, hareketin geleceğini kendi inisiyatifi ve girişkenliği belirleyecektir.
Sermaye, özellikle organize sanayi bölgelerini oluşturarak, buralarda, kendi içlerindeki dayanışmanın her türlü olanağını yaratarak işçilerin örgütlenmesine ket vurmaya çalışmaktadır. İşçiler içerisinde dayanışma fikri yok edilmeye çalışılmaktadır. Yardımlaşma-dayanışma fikri, küçümsenerek, feodal bir yaklaşım olarak sunulmaktadır. Bugün işyerlerinde sendikalaşma çalışmalarının sonucu yaşanan direnişlerin başarıyla sonuçlanması durumunda, OSB’ deki diğer fabrikaları da etkileyeceği bilindiğinden, engellemek için patronlar bir dayanışma içerisinde hareket etmektedir.
İşçiler ise, bir OSB’de yaşanan direnişin başarılı olmasının tek yolunun diğer işletmelerin de kendi sorunlarına sahip çıkmasından geçtiğini bilmelidir. Bir işletmede yaşanan direniş, oradaki işçilerin sorunu olarak görülmekte ve işçiler arasındaki dayanışma da en fazla direniş yerinin ziyaret edilmesinin ve maddi destek sunulmasının ötesine geçmemektedir. Oysa ki, bir işletmedeki mücadele OSB’ deki bütün işletmelerin mücadelesidir ve klasik dayanışma fikri aşılarak, bir işletmedeki mücadelenin diğer bütün işletmeler ve diğer emekçi kesimleri tarafından sahiplenilen bir örgütlülüğün yaratılması bir zorunluluk olarak ortada durmaktadır.
İşçi hareketi bugün bu saldırıların amaçlarına ve kapsamına uygun örgütlenmeli ve yönlendirilmelidir. Saldırıların amaçları ve nasıl engelleneceği konusunda işçiler içerisinde bir bilincin geliştirilmesi sınıfın sınıfa karşı mücadelesinin kavratılmasıyla hayat bulabilir. Sendikal çalışma, siyasal sınıf bilinciyle yürütüldüğü oranda işçi hareketi kazanımlarını koruyabilir ve yeni mevziler kazanabilir.

Bir kitap: “hayatin kökleri”

Son 20-25 yılda, doğa bilimlerinin özellikle biyolojik bilimler alanında önemli gelişmeler ortaya çıkıp bilinenlere sürekli yeni şeyler eklenince, bir anda büyük bir kitap furyası başladı. Moleküler biyoloji, genetik ve sinir bilim gibi yeni dallar hızla popülerleşip moda haline geldiler. Bunun sonucunda, bu alandaki kitaplar daha da çoğalıp çok daha fazla ilgi çeker oldular. İki durum birbirini etkiledi ve yeni kitap sayısı daha da arttı.
Burada, sadece, üniversitelerde konuyla ilgili kişiler için yazılmış akademik başvuru ya da ders kitaplarından söz etmiyoruz. Onların yanı sıra, belirttiğimiz bu kitap furyası içinde, popüler bilim kitapları da denilen, okuyucu kitlesinin bu alanların yabancısı olduğu, az çok kolay anlaşılır bir dille yazılmış pek çok kitap da yayınlandı, yayınlanıyor. Ama aynı durum, ne yazık ki, ülkemiz için geçerli değil. Bizde popüler bilim kitapları bir yana, akademik başvuru ve ders kitaplarının sayısı da çok az.
Ülkemizde, bu türden, sokaktaki insanın hedeflendiği; az çok herkesin anlayacağı bir dille yazılmış popüler bilim kitapları esas olarak iki kesim tarafından yayınlıyor. Bunlardan birinci grubu, daha çok Vural Yayıncılığın Harun Yahya imzasıyla yayınladığı kitapları oluşturuyor. Yaratılışçıların, hepsi de kuşe kağıtlara basılmış, rengarenk çok sayıda şekil ve fotoğrafla süslenmiş ve çoğu kere bedava dağıtılan; “DNA’daki Yaratılış Mucizesi”,  “İnsanın Yaratılış Mucizesi”, “Hücredeki Mucize”, “Molekül Mucizesi”, “Protein Mucizesi”, “Hormon Mucizesi”, Savunma Sistemi Mucizesi”, “Atom Mucizesi”, “Evrenin Yaratılışı”, “Evrim Aldatmacası” gibi onlarca, hatta diğerleriyle birlikte sayılırsa, yüzlerce kitabı var. Bu grup konumuzu oluşturmuyor.
İkinci grupta ise, TUBİTAK’ın (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu) “Popüler Bilim Kitapları Dizisi” adı altında yayınladığı kitaplar yer alıyor. TUBİTAK, bugüne dek bu dizi içinde 177 kitap çıkardı. Çoğu cebe sığacak boyutlardaki kitapların fiyatları da oldukça düşük. Kitaplar, hem kolay anlaşılır, hem ucuz, hem de cepte taşınabildiklerinden, bilime biraz olsun ilgi duyanlar arasında kısa zamanda aranır duruma geldiler.
TUBİTAK’ın bu çabasını, yani kolay anlaşılır kitapları Türkçeye çevirip ucuz fiyatlarla satarak bilimi sokaktaki insana sevdirme uğraşını her şeyden önce takdirle karşılamak gerekiyor. Tek başına bu çaba övgüye değer bir çaba. Ancak aynı övgüyü seçtiği kitaplar için yapamıyoruz. TUBİTAK’ın kitapları içinde iyileri olmakla birlikte, oldukça şaibeli, yanlış ve kafa karıştırıcı olanları da bulunuyor. Dizide, böyle, her şeyin ters yüz edilip insanı yalnızca “gen makinesi”nden ibaret gösterip sadece DNA’ya indirgeyen; insanın toplumsal, davranışsal ve hatta entelektüel bütün etkinliklerini biyolojinin dar kalıplarına sokup onun kavramlarıyla açıklamaya çalışan, Richard Dawkins ve ötekiler gibi bir çok genetik determinist ve sosyobiyolog – evrimci psikolog yazarın kitabı da yer alıyor. Sözünü ettiğimiz kitaplardan biri de, dizinin birinci kitabı olan Mahlon B. Hoagland’ın “Hayatın Kökleri” adlı kitabı.
Popüler bilim kitapları alanında, yaratılışçıların bilimsel olguları ters yüz eden çok sayıda kitabının karşısında neredeyse hiç kitabın bulunmadığı Türkiye’de, zamanında konusunun uzmanı sayılabilecek biri tarafından yazılmış böylesine bir kitap doğal olarak kısa zamanda ilgi topladı; baskı üzerine baskı yaptı. Öyle ki, 1993’te yayınlanan kitap –kötü çevirisine rağmen– 2000 yılında 16. baskısını yapmıştı. Kitap, hücre, DNA, RNA, aminoasitler, protein yapımı, enerjinin kullanımı, virüs ve bakteriler, ilk canlının ortaya çıkışı ve gelişimi, evrim, döllenmeden başlayarak çocuğun oluşumu, kanser … gibi hep merak edilen, ama çoğunlukla da bilinmeyen biyoloji ve genetiğin pek çok konusu anlaşılır bir dille anlatıldığı için, kısa zamanda, materyalist felsefeyi savunduğunu söyleyen bir çok kişi dahil hemen herkesin başvuru kitabı haline geldi. Bununla da kalınmadı, ilgi öylesine abartıldı ki, bilimsel araştırmaların daha fazla yapıldığı ve bilim kitaplarına olan ilginin daha yoğun olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde adı dahi bilinmez, kitapçıların raflarından yıllar öncesinden kalkmışken; yüzlerce benzeri bulunan sıradan bir kitaptan öteye gitmeyen “Hayatın Kökleri”, Türkiye’de bazı üniversitelerin moleküler biyoloji ve genetik bölümlerinde öğrencilere önerilen kitaplar listesine bile konuldu. Hiç de hak etmediği halde, bu kadar ilgi uyandırıp herkesin başucu kitabı haline gelince de, zorunlu olarak burada ele alınma durumu doğdu.

BAYAT BİLGİLER – GEÇERSİZ TEZLER
Kitabın yazarı Amerikalı Mahlon B. Hoagland, zamanında konusunun yabancısı biri değildi, bir zamanlar konusu biyokimya olan bir araştırmacıydı. 10 yıl kadar laboratuvarda araştırma yapıp, aminoasit aktivasyonu ve RNA üzerinde çalıştıktan sonra araştırmayı bırakıp babasının kurduğu biyoloji şirketinin başına geçti. Neredeyse 50 yıl önce araştırmadan uzaklaşan Hoagland, bugün de biyolojik bilimlerle ilgili pek ilgi görmeyen kitaplar yazmaya devam ediyor.
Hakkını vermek lazım. Hoagland kitabında, özellikle, tRNA’nın aminoasitleri bir araya getirerek proteinleri yapış süreci ve enerji kullanımı mekanizması gibi kendi konusuyla ilgili bölümlerini iyi anlatmış. Hücredeki temel mekanizmaların açıklandığı bu bölümler için karşı çıktığımız fazla yan yok. Bilinen genel konular. Kim yazsa aynı şeyleri anlatacaktı. Böyle olmasına rağmen, yine de hemen belirtmek gerekiyor: “Hayatın Kökleri” eski bir kitap. Türkçede her ne kadar 1993’te yayınlanmışsa da, ABD’deki ilk basımı 25 yıl önce, 1979’da yapılmış. Yani 1970’lerdeki bilgileri içeriyor. Oysa moleküler biyoloji ve genetikteki bilgiler esas olarak son yıllarda elde edildi. 70’li yıllarda bilinenler henüz çok sınırlıydı. Bu yüzden, genel mekanizmalar az çok aynı kalmasına rağmen, “Hayatın Kökleri”nde yer alan bilgilerin bir kısmı eskidi, geçerliliklerini yitirdi. Örneğin, kitapta, insanda 1 milyon gen olduğu (bazı yerlerde de 200 bin olarak açıklanıyor) iddia ediliyor. Oysa insanın gen sayısının sadece 35 bin civarında olduğu ortaya çıktı.
Kitaptaki bilgilerin eskiliğine rağmen, asıl karşı çıktığımız yan başka: Kitabın tümüne sinen genel bakış açısı. Bu kitapta da her şey DNA olarak görülüyor, her şey DNA’yla açıklanıyor. Bütün biyolojik ve genetik deterministlerde gördüğümüz şey burada da karşımıza çıkıyor. Herşeyin DNA olduğu ve bugün hiçbir geçerliliği kalmayıp yanlışlığı tümüyle kanıtlanan, 70 yıl öncesinin, “klasik”, “bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi. Hoagland’a gore her şey protein, proteinleri belirleyen her şey de DNA’daki genler.
Aynen şöyle diyor Hoagland: “Kısacası bizi oluşturan ve yaptığımız her şey proteinlere dayanır. Örneğin, kedimi gözlüyorum: bütün kütlesi proteindir: Ne görüyorsam … proteindir. İçindeki her şey de proteindir. Ayrıca kedime çok özel bir kişilik veren her şey de özel proteinlerle belirlenmiştir. DNA’nın yönlendirmesiyle yapılan proteinler birey olmanın, tek olmanın, bütün türlerin … temelidir”.
Hoagland kötü ünlü “bir gen bir protein” tezini başka bir yerde daha açıktan dillendiriyor: “Bir gen, bir protein. … DNA, bir hücrede bulunan değişik proteinler kadar gen içerir (bakteride 2000; insanda 200.000.” Hoagland insandaki gen sayısını burada 200 bin olarak belirtirken, başka bir yerde 1 milyon diyor. “Bir bakteri, canlı yaratıkların en basitlerindendir, 2000 civarında geni vardır. …İnsanın, bakteriden 500 kat fazla geni vardır”. Bilineceği gibi, 2 binin 500 katı 1 milyon eder.
“Bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi 1930’larda ortaya atıldı; yakın zamana kadar da varlığını sürdürdü. Bu teze göre, her bir proteine karşılık gelen bir tek gen vardı ve bu protein tarafından ortaya çıkarılan fonksiyon da, yine bu aynı gen tarafından belirleniyordu. Böyle olunca da protein sayısı kadar gen olması gerekiyordu. Zaten iddialar da bu yöndeydi. Yukarıda gördüğümüz gibi Hoagland da aynı şeyi söylüyor. “DNA, bir hücrede bulunan değişik proteinler kadar gen içerir (bakteride 2 000; insanda 200.000)”.
30-40 yıl önce insandaki protein sayısının 200 bin civarında olduğu öne sürüldü. O gün bu gün sayı değişmedi. Bugüne dek gerçek protein sayısını belirleyecek kapsamlı bir çalışma yapılmadığından, sayı, günümüzde de 200 bin olarak kabul ediliyor. “Bir gen bir protein” tezi ve belirtilen protein sayısından çıkılarak insandaki gen sayısı önce, Hoagland’ın da kitabında öne sürdüğü gibi, 200 bin olarak tahmin edildi. Sayı sonra giderek indirildi; önce 120 bin, daha sonra da 100 bin yapıldı. Yakın zamana kadar da böyle devam etti. Ancak yakın zamanda elde edilen bulgular 70 yıllık tezi bir günde yerle bir ettiler.
15 yıldır devam eden insan genomunu (insan DNA’sının topyekun sıralanmasını) çıkarma çalışması önceki yıl tamamlandı. İki ayrı araştırma grubu, İnsan Genomu Konsersiyomu ve ABD’deki özel Celera Genomik Şirketi, buldukları sonuçları aynı gün açıkladılar. Nature ve Science dergilerinde yayınlanan uzun makalelere göre, insan genlerinin toplam sayısı 30-36 bin arası. Celera Genomik Şirketi sayıyı birkaç bin daha fazla gösterirken, İnsan Genomu Projesi ekibi sadece 31 bin olarak belirledi.
Herkes şaşırdı tabi. En aşağı 100 bin bekleniyorken, insanın gen sayısı 31 bin ya da daha genel söylersek 35 bin civarında çıktı. Üstelik insanla kıyaslandığında oldukça basit kalan öteki organizma türlerinin kromozom sayıları ve DNA’larının uzunlukları birbirlerinden ve insandan çok çok farklıyken, genlerinin toplam sayıları birbirlerine çok yakın. Özellikle de fareyle insanın gen sayısı neredeyse aynı. İnsanın 31 (ya da 35) bin genine karşılık, farenin gen sayısı 30 bin. Bildiğimiz sineğin 14 bin, solucanın 20 bin, tere otununsa 25 bin. Organizmalar çok farklı olmasına rağmen, gen sayıları arasında büyük farklar yok. Öyleyse –çok açık bir biçimde görüldüğü gibi– her şeyi belirleyen genler değil.
“Bir gen bir protein” ve “bir gen bir fonksiyon” tezi doğru olmuş olsaydı, hem toplam gen, hem de toplam protein sayısı tıpa tıp aynı çıkardı. Oysa ikisinin sayıları birbirlerinden çok farklı. 35 bin gene karşılık –şimdilik bilindiği kadarıyla– en azından 200 binin üzerinde protein bulunuyor. Böyle olunca, sonuçta bir gene karşılık ortalama olarak 6 protein düşüyor. Öyleyse “bir gen bir protein” ve buna bağlı olarak “bir gen bir fonksiyon” tezi doğru değil. Bu olgu, bir genin, farklı durumlarda, farklı proteinler yapmakta olduğu tezini kendiliğinden gündeme getiriyor. Böyle olduğu da günümüzde yapılan çalışmalarla gösteriliyor. Sadece bu tez, insandaki böylesine karmaşıklık, kompleksite, değişkenlik ve değişikliğin; insanla ona göre çok daha basit öteki organizmalar arasındaki –gen sayılarının yakınlığına rağmen– aşikar biçimde görülen bunca farklılığın nereden geldiğini açıklayabiliyor.

FARKLI KOŞULLARDA FARKLILAŞAN GENLER, FARKLILAŞAN SONUÇLAR
İnsan DNA’sı, her biri kısaca A, G, C ve T harflerinden biriyle gösterilen ve ucuca eklenerek giden boydan boya 3.2 milyar nükleotid ya da bazdan oluşan çok uzun ikili bir zincirdir. DNA’daki bu 3.2 milyar harften oluşan diziliminin belli bölümlerindeki belli dizilimlerine gen adı verilir. DNA’daki harf dizilimin hepsi organizmalarda fonksiyonların yapılmasında rol oynayan değişik proteinlerin yapılması sürecine katılmazlar. Bu sürece şimdilik bildiğimiz kadarıyla, sadece, DNA’nın belli bölümleri olan genler katılıyorlar. Genlerin uzunlukları aynı değil; birkaç yüzden bir kaç milyon nükleotid ya da kısaca harfe kadar değişebiliyor.
Canlı organizmalardaki en önemli yapılardan biri de proteinler. Fonksiyonlar çoğu kere proteinler aracılığıyla düzenlenir. Bir protein yapılacağı zaman, DNA’daki ilgili genin ya da o genin bir kısmının benzer bir kalıbı çıkarılır. Bu kalıba taşıyıcı RNA (tRNA) denilir. tRNA, kalıbı hücre çekirdiği dışına, ribozomlara taşır. Orada, o gen ya da genin bir kısmından kopyaladığı şifreye göre, 20 aminoasitten ilgili olanlarını ucuca ekleyerek, peptid zincirlerini yapar. Bu zincirler de, giderek söz konusu proteini oluşturur.
Nasıl proteinlerin yapılma sürecine boydan boya DNA diziliminin tümü katılmaz, belli bölgelerdeki belli dizilimler olan genler katılırsa, aynı biçimde, DNA’daki bir genin RNA kalıbı yapılırken, o genin harf diziliminin tümü baştan sona sırasıyla okunmaz. Burada da, gen diziliminin bazı bölgeleri sürece katılıp kalıbı çıkarılır, bazı bölgeleri katılmadığı için çıkarılmaz. Atlana atlana gidilir. Kalıbı çıkarılan bölgelere “exon”, çıkarılmadan atlanan bölgelere ise “intron” denilir. Bir kısım dizilim, yani bir exon okunup kalıbı çıkarıldıktan sonra, aradaki bölüm atlanarak, çok daha ilerideki bir başka bölüme, yani bir sonraki bir exona geçilip oradan devam edilir; aradaki bölüm, yani intronlar yine okunmaz, kalıbı çıkarılmaz. Bu böylece devam eder, sadece exonlar okunur, intronlar atlanır. Açıklamaya çalıştığımız gen diziliminin exondan exona atlanarak okunmasına splincing, (sıçrama ya da atlama) denilir.  İnsandaki genlerin hemen tümünün böyle exon ve intronları vardır. Küçük genlerin az, büyük genlerinse çok exonu bulunur. Örneğin IGF-I geninin 6 exonu varken BRCA1 geninin 24, Titin genininse 178 exonu vardır.
Exon ve intronların bulunmasından sonra, genlerin bir başka özelliği daha ortaya konuldu. Genler, farklı durumlarda, farklı biçimlerde okunuyorlardı. Farklı koşullarda, yalnızca intronlar değil, exonların da bir kısmı okunmuyor atlanıyordu. Yani RNA ve oradan da protein yapılacağı zaman gen okunurken, bazı durumlarda bir genin bütün exonları sırasıyla okunup kalıbı çıkarılmıyordu. Exon’un bir kısmı okunduktan sonra, kalan kısmı okunmadan, bir başka yerine atlanıyor; oradan da, bir başka exonun bir başka yerine geçiliyordu. Böyle olunca da, ortaya, gendeki asıl sıralamadan tamamen farklı, bambaşka bir sıralama ve kalıp çıkıyor; sonuçta da, bambaşka bir protein yapılıp bambaşka bir fonksiyona yol açıyordu. Nihayetinde, bir tek genin farklı farklı varyasyonları olmuş oluyordu. Buna Alternatif Atlama (alternative splicing) denildi. 1978’de bulunan bu özelliğin, o zamanlar, genlerde çok nadir görüldüğü sanıldı. 1994’te, ABD Arizona Üniversitesi’nden Nobel ödüllü Philip Sharp, insan genlerinin yaklaşık yüzde 5’inin böyle alternatif atlamalar yaptıklarını iddia etti. Araştırmalar arttıkça oran da arttı. Avustralya Queensland Üniversitesi’nden Croft ve arkadaşları, 2000 yılında, insan genlerinin en azından yüzde 22’sinin alternatif atlamaları, farklı koşullarda ortaya çıkan farklı varyasyonları olduğunu belirtti. Yeni araştırmalar yapıldıkça, sayı hızla yükselmeye başladı. Sırasıyla, Almanya Max Delbruck Merkezi’nden Brett ve arkadaşları en az yüzde 38, ABD California Los Angeles Üniversitesi’nden (UCLA) Modrek ve arkadaşları yüzde 42, ABD Washington Üniversitesi’nden Kan ve arkadaşları önce yüzde 49 sonra yüzde 55, İnsan Genomu Konsorsiyomu da genlerin en azından yüzde 59’unun böyle farklı varyasyonlar yaptıklarını gösterdiler. Almanya’daki Avrupa Moleküler Biyoloji Laboratuvarı’nın (EMBL) Berlin’deki Max Delbruck Merkezi’nden grup başkanı Juan Valcarcel, bugün, bu oranın yüzde 70’den de fazla olduğunu söylüyor. Görülüyor ki, yıllar geçip araştırmalar çoğaldıkça, genlerin farklı varyasyonlar yapma oranı da çoğalıyor. Buradan yola çıkarak, genlerin tümünün ya da yüzde yüzüne yakınının, farklı koşullarda farklı davranan, farklı varyasyonlar (izoformlar) yaptığını söylemek rahatlıkla mümkün.
Bu farklı koşullar, açıkça çevre koşulları; çoğunlukla da dışsal etkenlerden kaynaklanan koşullar. Örneğin büyüme ve gelişmeyle ilgili genlerden IGF-I geni, bir yaralanma durumunda, yani dokularda bir hasar olduğunda farklı; elektrik akımı verildiğinde farklı; spor yapılıp kaslar çekilip uzatıldığında farklı; soğukta ya da sıcakta çok daha farklı varyasyon ya da izoformlar yapıyor. Yine aynı gen, farklı hücre ve doku tiplerinde farklı atlamalar ve varyasyonlar gerçekleştiriyor.
Bir genin farklı durumlarda ortaya çıkan farklı varyasyonlarının, yani farklı fonksiyonlara yol açan farklı izoformlarının sayısı öyle bir ya da ikiyle sınırlı değil. Bu sayılar birkaç taneden yüzlerce ya da binlerceye, hatta –şimdilik bilindiği kadarıyla– bazı genlerde on binlerceye kadar çıkabiliyor.
Dünyada alternatif sıçramalar üzerine araştırma yapan ekip sayısı fazla olmamasına rağmen, yine de, hızla yeni şeyler bulunuyor. İki yıl önce yapılan bir çalışmada, sineğin (Drosophila) DNA’sındaki sadece bir tek genin, sineğin sinir sisteminde axon denilen hücrelerin düzenlenmesini yapan Dscam geninin böyle 38 bin varyasyon yapıp, farklı durumlarda 38 bin ayrı form ortaya çıkardığı tesbit edildi.
O basit sineğin bir tek geninin bile farklı koşullarda ortaya çıkan 38 bin ayrı çeşiti varsa, sinekten kat kat gelişkin, çok daha karmaşık olan insanın genlerinin ne devesa sayıda biçimlere gireceğinin tahminini okuyucuya bırakıyoruz. Özellikle sinir sistemi ve beyin fonksiyonlarında rol alan genlerde bu sayı, neredeyse tahmin edilemez boyutlara ulaşıyor. Zaten şimdi vereceğimiz örnekte görüleceği gibi, insan hücreleri üzerinde yapılan çalışmalar, bunun, aynen böyle olduğunu gösteriyor.
Memelilerde, beyin ve sinir sisteminde önemli görevler üstlenen neurexin adlı bir protein ailesi vardır. Bu protein NRXN1, NRXN2 ve NRXN3 genleri tarafından kodlanır; yani bu genlere göre kalıbı çıkarılan RNA’lar tarafından yapılırlar. İki yıl önce, ABD Connecticut Üniversitesi’nde, insan NRXN genleri üzerinde yapılan çalışmalarda, NRXN genlerinden sadece birinin 40 bin ayrı formunun olduğu tespit edildi.
Şimdi burada açıkça görülüyor. Sadece bir tek genin, –iç ya da dış– farklı koşullarda 40 bin ayrı biçimde davrandığı, 40 bin ayrı fonksiyona yol açan 40 bin ayrı protein ya da proteinlerin alt birimleri olan polipeptid zincirlerini ürettiği durumda, falan davranış, falan duygu, insanın falan etkinliği. genlere, genetiğe bağlıdır; her şeyi belirleyen DNA ve genlerdir; “ne kadar değişik protein varsa o kadar gen vardır” lafları sadece safsatadır. Bir tek genin 40 bin ayrı izoform ve buna bağlı olarak da 40 bin ayrı protein ya da peptid zinciri yaptığı göz önüne alındığında. yine görülüyor ki, insandaki toplam protein sayısı. öyle bugün söylendiği gibi 200 bin falan da değil. Bu sayının yakın zamanda değiştirilip milyonlarla ifade edileceğini söylemek bir kehanet olmaz. Gayet açık ki, her farklı koşul. genlerle oynayıp onlardan elde edilen kalıpları değiştirerek; o koşula uygun fonksiyonları yerine getirecek proteinleri yapması için bir anlamda kendi genini kendisi “yaratıp”, biçimlendiriyor. Koşullar değiştikçe. genlerin farklı davranmaları da değişiyor.
Rahatlıkla söylenebilir: Mahlon B. Hoagland’ın bütün kitabı boyunca dayandığı, her şeyini onların üzerine kurduğu ana tezlerinin hiç birinin bugün için geçerlilikleri kalmamıştır.

YİNE AYNI McCARTHYCİLİK
Mahlon B. Hoagland, kitabında yalnızca bunları söylemekle kalmıyor. Boyunu aşan, bilmediği gibi, doğrusunu öğrenme zahmetine de katlanmadığı, tarihsel gerçeklerin ters yüz edildiği şeyler de söylüyor. Başkalarından duyup okuduğu yıllar öncesinin McCarthyci yalanlarını kitabında bir kez daha tekrarlıyor. Üstelik bunları doğru bir biçimde, ayrı bir bölüm açarak da söylemiyor. Başka şeyleri anlatırken satır ve paragraflarda birden araya girip birkaç cümle ya da paragraf söyleyip bırakıyor.  
Hoagland’ın dedikleri, 50-60 yıldır söylene söylene bitirilemeyen şeylerden öte şeyler değil. Yeni bir şey yok. Kitabının bir yerinde şöyle diyor: “…Sovyetler Birliği’nde genetik ve evrim araştırma ve uygulaması bir şarlatan tarafından denetleniyordu, işe yaramaz bir bilim adamı ama ateşli bir polemikçi olan T. D. Lysenko, önce Stalin’i sonra Kruşçev’i canlılarda kazanılan karakteristiklerin kalıtımla sonraki kuşaklara geçirilebileceğine inandırdı. Bunun aksini savunan bilim adamları, 1930’ların ortalarından 1960’ların ortalarına kadar susturuldular. Bu dönem boyunca hükümet, Lysenko’nun teorilerini izleyerek tropik bitkileri Arktik bölgelere uydurmaya, kış buğdayını bahar buğdayı bölgelerine zorlamaya çalıştı, bu da Rusya’nın tarım verimini altüst etti. Lysenko’nun kavramları, daha başından DNA’nın kalıtımın temel maddesi olma rolünü tümüyle reddediyordu”. Başka bir yerde yine başka şeyleri anlatırken devreye giriyor ve “T. D. Lysenko, Stalin ve Kruşçev, bütün Sovyetler Birliği’ni neredeyse otuz yıl süren bir komik operaya sürüklediler.” diyor.
Uzun yıllardır neredeyse değişmez bir “kural” vardır: Sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne saldıracak olan, saldırısına önce Stalin’e; Sovyet bilimi ve bu bilimin temsil ettiği bilimdeki yeni sosyalist yaklaşıma saldıracak olan da, Lisenko’ya saldırmakla işe başlar. Hangi kitap açılırsa açılsın, sosyalizme ve sosyalist Sovyetler Birliğine bir saldırı varsa ve bu saldırı bilim alanında da sürdürülüyorsa, orada mutlaka, Lisenko’ya da saldırıldığı görülür. 55-60 yıldan bu yana, bu, hep böyledir. O zaman kimdir bu Lisenko, ne yapmıştır, neden bu kadar saldırılmaktadır?
Trofım Deniseviç Lisenko,1948’den 1962’ye dek Sovyetler Birliği’ndeki Tüm Birlikler Lenin Tarım Bilimleri Akademisi başkanlığını yürüten bitki yetiştiricisi, botanikçi ve tarım bilimcisi biridir. Bir dönem genetik araştırmaların sorumluğunu da üstlenmiştir.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıyla bilimdeki yaklaşım da değişmeye başladı. Araştırma konuları, toplumun ihtiyaçlarına göre belirlenir oldu. Sosyalist Sovyetler Birliği, biyolojide bilime yeni bir yaklaşım getiriyordu ve bu alandaki yaklaşım, gıderek bilimin öteki alanlarını da etkileyip, o alanlarda da uygulanmaya başlanmıştı. Biyoloji, genetik ve tarım biyolojisindeki genç, sosyalist bilim adamı kuşağı, sosyalizmin yeni bilimci kuşağını temsil ediyordu ve bilim ve araştırmada yeni sosyalist yaklaşımın simgesiydi.
Bilimdeki bu yeni yaklaşım, yalnız Sovyetler Birliği’nde değil, özellikle Batı’da olmak üzere, dünya çapında bilim çevrelerinde hızla etkili olmaya ve sempati yaratmaya başlamıştı. İşte o büyük kapışma da, aslında buradan çıktı. Bilimin ve özelde biyolojinin görevi ne olacaktı? Sadece görmek ve açıklamak mı; yoksa değiştirmek, doğaya egemen olmak, doğayı insanın hizmetine sunmak mı? Araştırma konuları nasıl belirlenecekti; bilim, bilim yapmış olmak için mi yoksa bir sorunu çözmek, bir ihtiyacı gidermek için mi yapılacaktı? Lisenko ve arkadaşlarının temsil ettikleri yeni sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağı, bu sorunun cevabını, araştırma konularının insanın ihtiyacına göre belirlenmesi olarak verdiler. Bunu da sözle değil, pratik uygulamaları ile gösterdiler. Bilimin bilim yapmış olmak, araştırmacının araştırmasını sadece kendini tatmin etmek, merakını gidermek ya da kafasına takılan ve kendisine sorun gelen sorunları çözmek için –veyahut da günümüzde olduğu gibi tekellerin isteklerine yanıt vermek için– değil insanın bir gereksinimin giderilmesi, ortaya çıkmış pratik bir sorunun çözülmesi için yapılması gerektiğinde ısrar ettiler. Saflaşma bu anlamda da sürdü. Bilim ve akademi kurumlarının yetkili organlarında mevzilenmiş eski düşünce ve yaklaşımın temsilcileri, yeni yaklaşıma uygun araştırmaları engelleyince ve bu engellemede de ısrar edince, zorunlu olarak, sosyalist yönetim tarafından değiştirildiler. Araştırmanın yönü yeni anlayışa uygun olarak değiştirilmekte olduğundan, buna uygun düşen yeni kadrolaşma de gerekiyordu ve öyle de yapıldı. O kadar yaygarası koparılan ve Hoagland’ın da kitabında sözünü ettiği, “Bunun aksini savunan bilim adamları, 1930’ların ortalarından 1960’ların ortalarına kadar susturuldular” iddiası, işte bilimdeki bu yeni yaklaşıma uygun yeni kadrolaşmanın başlatılması yüzündendir. Bilimde farklı ve yeni bir anlayışı simgeleyen Sovyetlerin yeni ve genç bilimci kuşağının bilim kurumlarının yetkili organlarının yönetimlerine getirilmesi, yıllardır bu kurumlarda mevzilenmiş eski düşüncenin temsilcilerini ve yandaşlarını rahatsız etti ve bu yüzden konu alabildiğine abartıldı, çarpıtıldı ve dünya çapında akıl almaz bir saldırıya dönüştürüldü. Hoagland da kitabında bunu yapıyor; 55-60 yıl önce başlatılan saldırıyı günümüzde de sürdürüyor. Hepsi bu.
Öte yandan, sözünü ettiğimiz dönemde, ortada kıran kırana bir mücadele vardı. Dünya iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme ve mücadele, sanıldığının aksine, Doğu ve Batı olarak şekillenmemişti. Başka alanların yanı sıra, bilimde de mücadele, hem Batı’da ama hem de Doğu’da ilericilerle gericiler; iki düşüncenin temsilcileri, ileri düşüncenin temsilcileri ile geri düşüncenin temsilcileri arasında sürüyordu. Daha açık söylersek, Sosyalist Sovyetler’in kendi içinde de iki sınıf ve bu iki sınıfın dünya görüşleri arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Bilimdeki işte bu mücadelenin –ki bu da, değişik sahalarda süren mücadelenin alanlarından sadece birisidir– gidişi emperyalist kapitalizmi kaygılandırdığı, mevzi ve prestij kaybettiği için, bizzat Batılı emperyalistler tarafından McCarthycilik ve soğuk savaş gündeme getirildi. Yalan ve demagoji makineleri bu yüzden işletilmeye başlandı; bu yüzden emperyalist kapitalizm tarafından araya demir perde çekildi. İddiaların aksine, bilim adamlarının birbirleri ile yakınlaşmasını, karşılıklı bilgi aktarımı ve işbirliğini engelleyen; bilim adamları arasına demir perde çeken, sosyalist Sovyetler Birliği değil, Batılı emperyalizm oldu.
O dönemdeki tartışmanın özü neydi; Hoagland’ın “işe yaramaz bir bilim adamı” ve “şarlatan” dediği Lisenko ve arkadaşları neyi savunuyorlardı; klasik genetikçiler bunun karşısında ne diyorlardı? Tartışmanın özü aslında oldukça açık ve anlaşılması kolay.
Tartışılan şey, genetiğin –bir anlamda da biyolojinin– temel konusu ve en eski tartışması olan kalıtım ve evrimin oluşma yoluydu. Doğadaki değişikliğin, zengin çeşitlilik ve farklılığın nasıl ortaya çıkıp şekillendiği; canlı organizmanın kalıtsal yapısına dışarıdan müdahale edilip edilemeyeceği, doğanın değiştirilip değiştirilemeyeceğiydi.
Lisenko ve yandaşları, kalıtsal, genetik yapıyı değiştirebilir, evrime müdahale edebiliriz derken; klasik genetikçiler, kalıtsal, genetik yapı sabittir, değiştirilemez tezinde ısrar ediyorlardı. Lisenko ve Sovyetler’in genç yeni genetikçi ve tarım bilimcisi kuşağı içinde yer alan arkadaşları, doğanın sınırlılıklarına boyun eğmeyip, onu değiştirmeye koyulurken; klasik genetikçiler kromozom ve genlere mistik, tanrısal bir rol atfedip, doğaya teslim olmayı öneriyorlardı.
Klasik genetikçiler, organizmayı içinde bulunduğu ortamdan, çevresinden kopuk, tek tek bireyler olarak ele alıp incelerken; Miçurin okulunun izleyicileri olan Lisenko ve arkadaşları, organizmayı çevresiyle birlikte bir bütün olarak ele aldılar. Onlara göre, organizmayı çevresinden, yetiştiği ortamdan ayrı ele almak mümkün değildi. Çünkü, organizma sürekli olarak hem çevresi tarafından etkilenip değiştirilmekte, hem de bizzat çevresini etkileyip değişime uğratmaktaydı. Burada hemen araya girelim. Yukarıda gördüğümüz gibi, bunun böyle olduğu açık; genlerdeki farklı koşulların yarattığı alternatif sıçrama ya da atlamalar ve bunun sonucunda ortaya çıkan farklı izoformlar bu tezi doğruluyor. Böyle olunca, organizmanın kalıtımı ve evrimi, yalnızca kromozomlar ve genlerde olabilecek tesadüfi, rasgele mutasyonlarla değil, –ki Hoagland’ın kitabında savunulan tam da budur; “Hayatın Kökleri”nde organizmalardaki bütün değişiklikler sadece tesadüfi ve rasgele mutasyonlara bağlanıyor– içsel ve dışsal çok sayıda etkenin toplamı tarafından belirlenmektedir. Ek olarak, evrimi, organizmayı etkileyip değiştirebildiği gibi, organizma da, kendi evrimini etkileyip yönlendirebilmektedir. Böyle olunca, organizmanın evrimi ve genetik yapısına dışarıdan müdahale edip değiştirmek mümkündür. Farklı yöntemler kullanılarak, canlı organizmaların kalıtsal, genetik yapıları değiştirilebilir, farklı koşullara uygun yeni yeni türler geliştirilebilir. Lisenko ve arkadaşları, bu görüşe uygun olarak, bitki yetiştiricisi Miçurin’in “Lütufları için doğayı bekleyemeyiz. Onları doğadan çekip almak zorundayız.” sözünden yola çıkarak, doğayı ve yasalarını değiştirmeye; rekombinant DNA teknolojisi, gen tedavisi ve gen mühendisliğinin bugün yaptıklarını, o günden, –bugünkü tekniklerle kıyaslandığında oldukça geri ve ilkel görünen yöntemlerle de olsa– gerçekleştirmeye çalıştılar. Burada önemli olan, zaten teknik değildir. Teknik, kısa zamanda geliştirilip mükemmelleştirilebilir. Önemli olan, yapılmaya çalışılan şeydir.
Hoagland’ın kitabında sözünü ettiği “Lysenko’nun, kavramları, daha başından DNA’nın kalıtımın temel maddesi olma rolünü tümüyle reddediyordu” iddiası, genetik yapının değiştirilip değiştirilemeyeceği tartışması sonucunda Lisenko’ya atfedilen bir yakıştırma. Lisenko’nun kendi söyledikleri değil. Lisenko’nun hiçbir kitabı ve konuşmasında DNA’yı ve DNA’nın kalıtımdaki rolünü reddeden bir satır ya da cümle yer almıyor. Bugüne dek hep aksi söylenmesine rağmen, iddiaları kanıtlayacak tek bir alıntı gösterilemedi. Hoagland da gösteremiyor. Kaldı ki, o dönemlerde DNA hakkında bilinenler henüz çok sınırlıydı. Klasik genetikçiler, “bütün kalıtım maddesi hücre çekirdeği içindedir”, bugünkü anlamıyla söylersek, “hücre çekirdeğindeki DNA’dadır, çekirdeğe müdahale edilemez, bu yüzden de değiştirilemez, kalıtım maddesi sabittir, ancak mutasyonlarla değişebilir” derken, Lisenko ve arkadaşları, kalıtım maddesinin (yani DNA’nın) tümü yalnızca çekirdeğin içinde değildir; bu maddeden hücrenin başka yerlerinde de vardır; kalıtımdan hücre stoplazmasının tümü sorumludur, diyorlardı. Moleküler biyoloji ve genetikte bugün bilinenler, klasik genetikçileri değil, Lisenkoyu doğruluyor. Çünkü çekirdeğin dışında da, hücre stoplazması içindeki mitokondrilerde bir miktar DNA bulunuyor. Bu bir sır değil. Günümüzde mitokondri DNA’ları üzerinde yapılmış çok sayıda araştırma ve yayın var.
Görülüyor ki, ortada bir “şarlatanlık” yok; aksine bilimin temel işlevlerinden birisi olması gereken doğaya, doğanın yasalarına üstün gelme istek ve çabası; bilimin, yaşamını kolaylaştırması için insanın hizmetine sokulması; geleceğe ilişkin derin bir öngörü, rekombinant DNA teknolojisinin günümüzde uyguladıklarının daha o günden öngörülerek gerçekleştirilme çabası ve çalışması var.

SOVYET TARIMI GERÇEKTEN ALTÜST MÜ OLDU?
Gelelim Lisenko ve arkadaşlarının kullandığı yöntemlerin Sovyet tarımının mahfına neden olduğu iddiasına. Bu iddia da çok uzun yıllardır söylenegeliyor. Hoagland, yukarıda da aktardığımız gibi, bu konuda şunları söylüyor: “T.D. Lysenko, önce Stalin’i sonra Kruşçev’i canlılarda kazanılan karakteristiklerin kalıtımla sonraki kuşaklara geçirilebileceğine inandırdı. …Bu dönem boyunca hükümet, Lysenko’nun teorilerini izleyerek tropik bitkileri Arktik bölgelere uydurmaya, kış buğdayını bahar buğdayı bölgelerine zorlamaya çalıştı, bu da Rusya’nın tarım verimini altüst etti.” Şimdi bunu yanıtlayalım. Ama önce Sovyetler Birliği’nin o günkü koşullarına kısaca göz atalım.
Sovyetler Birliği’nin iklimi ve topraklarının geniş bir kesiminin koşulları verimli tarım yapılamaya elverişli değildi. Birçok yerde tarım yapılabilecek gün sayısının sınırlılığı bir yana, Sibirya’nın uçsuz bucaksız toprakları hep kar altındaydı ve bu devasa alanlar boş duruyor, ekim yapılamıyordu. Bir yandan iklim koşulları, bir yandan da toplumsal ve politik koşullar, Sovyet tarımına darbeler vurdu. Devrim öncesi Çarlık politikaları ve Birinci Dünya Savaşı, Rus tarımını yıkıma uğratmıştı. Devrimden hemen sonra, 1920-21 yıllarında hem büyük kuraklık yaşandı hem de iç savaş sürüyordu. Kuraklık ve iç savaş, ve bunların sonucunda ortaya çıkan kıtlık, tarımı ve tarımla geçinen geniş köylü yığınlarını çökertti. 2-3 yıl geçmişti ki, 1924 senesinde çok sert bir yıl oldu. Tahıl üretiminin yüzde 20’si bu sert kışta kayboldu. Yine, 1927-1928 ve 1928-1929 yıllarında üst üste çok ama çok sert iki kış görüldü. Lisenko ve arkadaşlarının uyguladıkları vernalizasyon yöntemine göre ekilmiş 32 milyon akrelik kış buğdayı, bu iki yıllık olağanüstü soğuklarda yok oldu.
Derken 1930’larda, tarımdaki kolektifleştirme kapsamında zengin ve yoksul köylüler arasındaki mücadeleye bağlı olarak oluşan ortamda çok geniş tarım alanları tahrip edildi. Sorunun çözülüp yaraların sarılması zaman aldı. Genç Sovyetler Birliği tam belini doğrultmaya başlamışken, bu kez de devreye Hitler Faşizmi, yani savaş girdi. Alman orduları Sovyetler Birliği’nin en verimli topraklarının bulunduğu bölgelerinde taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadı. Bütün sanayi tesisleri, tarım alanları, büyük çiftlikler yakıldı, yıkıldı. Sağlam bir şey kalmadı. Tahıl üretimi, savaş öncesi seviyenin kat kat altına indi. Bu seviyeye yeniden ancak savaştan 5-6 yıl sonra, 1950-51 yıllarında ulaşılabildi. Yıkım böylesine büyük olmuştu.
İşte bütün bu koşullar altında genç Sovyetler Birliği’nin gıda gereksiniminin acilen giderilmesi, tarımsal üretimin hızla artırılması gerekmekteydi. Oysa yukarıda gördüğümüz gibi ne iklim ne de politik koşullar buna uygun değildi. Doğanın koyduğu sınırlılıkları aşmak, onu yenmek, doğanın yasalarına üstün gelip egemen olmak; olumsuz koşullarda; iç savaş ya da savaşın olmadığı bölgelerde, Sibirya’da, soğukta, kar altında yetişebilecek yeni tahıl türleri geliştirilmek zorundaydı. Başka yol kalmamıştı, tek yol buydu. Bilim, bu ihtiyacı gidermek, sorunu çözmek göreviyle karşı karşıya kaldı. Ülke ihtiyacı bilimden bunu bekliyordu.
Kendilerine diyalektik materyalizmi rehber edinmiş genç Sovyetler’in yeni sosyalist bilim adamı ve tarım uygulamacısı kuşağı “göreve hazırız” dedi; laboratuvarların dört duvarı arasına kapanmak yerine, o güne dek hiç yapılmamış bir yola başvurdu; gereksinimi görüp, pratik ve ihtiyaçtan yola çıkarak kolları sıvadı. Genç akademisyen, araştırmacı ve tarım uygulamacıları, zorlu görevin üstesinden gelmek için, doğrudan canlı pratiğin içine doğru yola koyuldular. Önce, doğayı, Rus köylüsünün yüzlerce yıldır yaptıklarını ve başta Miçurin olmak üzere önde gelen tarım bilimcisi ve ziraat uygulamacısının çalışmalarını izlediler. Sahaya, tarlalara, kolhoz ve üretme çiftliklerine yayılıp deneylere başladılar. Sorunu yerinde gidermeyi yeğlediler. Bu nedenle, Sovyet köylüsü, yanı başında gördüğü yeni, sosyalist genetik ve tarım bilimcisi kuşağına “insan sevenler” adını takarken, laboratuvara kapanmış meyve sineği üzerinde uzun araştırmalar yapan eski klasik genetikçilere “sinek sevenler” dedi.
Yoksa sanıldığı gibi, tahıl bitkilerinin genetik yapısıyla oynayarak sıcak bölgelerde yetişen buğday türlerinin soğuk bölgelerde yetiştirilmesinin o günkü yöntemi olan varnalizasyon yöntemi, Lisenko’nun kafasından çıkmadı. Bunu, Sovyetler Birliği’nin acil ihtiyaçları dayattı. Kaldı ki, bu yöntem, Rus köylüsü tarafından 300 yıldır uygulanıyordu. Lisenko, sadece bunun daha da geliştirilip yaygınlaşmasına önayak oldu.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hoagland ve ötekiler, bu yöntemin Sovyet tarımını altüst ettiğini söylüyorlar. Onlar gibi sadece iddia etmek yerine, biz burada, rakamlara başvuralım. Aşağıdaki tabloda 1926-28 yıllarındaki tahıl üretimi verimi 100 kabul edilerek o tarihten 1970’e kadar ABD ve Sovyetler Birliği’nin üç yıllık periyotlar içindeki tahıl verimi kıyaslanıyor. Rakamlar ne Sovyetler Birliğinin, ne de her hangi bir sosyalist kurumun rakamları. Vereceğimiz rakamlar, doğrudan ABD’nin resmi rakamları. ABD İstatistik Enstitüsü (U.S. Bureau of Census) tarafından, 1975 yılında, Tarihi İstatistikler (Historical Statistics) adı altında yayınlanmış veriler. İstenirse, ABD İstatistik Enstitüsü’ndeki kayıtlarından, büyük kütüphanelerin arşivlerinden ve internetten bulunabilir. Rakamlar, belirttiğimiz gibi, 1975 yılının rakamları. Bilindiği gibi, 1975 yılı, soğuk savaşın doruklarında olduğu; ABD’nin, resmi-özel, gizli-açık bütün kurumlarıyla Sovyetler Birliği’ni karalamaya ve kötü göstermeye çalıştığı bir dönemdi. Biz bunu göze alarak, yine de, bu rakamları sıralayacağız.

1926-1928 Yılları Temel Alınarak Hazırlanmış Tahıl Üretimi Verimi Tablosu:

Yıllar:                ABD:                Sovyetler Birliği:

1926-1929            100 (14.83 bushel/acre)    100 (6.69 bushel/acre)
1929-1931              98                104
1932-1934              82                  93
1935-1937              87                  97
1938-1940              97                113
1941-1944            118                    –
1945-1947            118                  72
1948-1950            116                106
1951-1953            116                135
1954-1956            128                130
1957-1959            159                172
1960-1963            169                184
1963-1965            175                162
1966-1968            181                213
1969-1970            207                236

Kaynak: ABD İstatistik Bürosu Rakamları, 1975; Tarihi İstatistikler. (Historical Statistics – U.S. Bureau of the Census, 1975)

Tablodan görüldüğü gibi, Sovyetler Birliği’nin tahıl üretimi 1926’dan sonra artmaya başlıyor, ama 6 yıl sonra 1932’lerde yeniden düşüyor. Bu düşüş, yukarıda sözünü ettiğimiz toprakların kolektifleştirilmesi dönemine denk geliyor. 1938’lerde yeniden yükselişe geçerek, savaşın başlamasından hemen önce 113’e çıkıyor. ABD’de ise, tarımdaki düşüş 1929’da başlıyor. ABD’de tam da bu sırada büyük bunalım yılları başladı. ABD tarımı, eski seviyesine, ancak 1940’ların başında erişebiliyor. O yıllarda, Sovyetler Birliği’nde ise savaş başlamıştı. Oysa, aynı dönemde ABD topraklarında savaş yoktu. Bütün bu 45 yıllık süre içinde, ABD tarımını etkileyecek tek olay, 1929-33 bunalımı oldu. Oysa yukarıda anlatıldı, Sovyet tarımı elinde olmayan nedenlerden sürekli kesintiye uğrayıp, yıkıma gitti.
Sovyetler Birliği’nin Savaş sırasındaki tarım üretiminin kayıtları yok. Zaten o yıllarda çok aşağılara inmişti. Ancak savaştan sonra yeniden ayakları üzerine doğrulmaya başladı. Tablodan görüldüğüne göre, 1947 yılında 72’ye erişmiş. Bu sıralar, Lisenko’nun pozisyonunu güçlendirdiği yıllar olmuştu. 1948 yılında bütün genetik araştırmaları ve tarım uygulamalarının başına geçti. Bu yüzden, Lisenko’nun Sovyet tarımını tahrip edip etmediği, bu tarihten görevinden alındığı 1962 yılına kadarki süre içinde değerlendirilmeli. Tablodan görüldüğü gibi, Sovyetlerin tarım üretimi verimi 1947’de 72 iken, 1962’de 184’e çıkmış. Artış yüzde 155 olmuş. Aynı dönemde, ABD’nin tarım ürünlerindeki verimi ise, 118’den 169’a yükselmiş. Buradaki artışsa, yüzde 43.
Rakamlar ortada. Belirttiğimiz gibi, bu rakamlar, üstelik ABD’nin resmi rakamları. Lisenko’nun uygulamalarının tarımı alt üst ettiği söylenen Sovyetler Birliği’nde bu dönemdeki verim artışı yüzde 155 iken, verimliğinin göklere çıkarıldığı ABD’de, aynı dönemdeki artış, sadece yüzde 43. Verimliliği alt üst edildiği söylenen Sovyetler’in tahıl verimi, verimliği övülen ABD’nin veriminin 4 katı. Verimliliği alt üst olan sakın ABD olmasın? Acaba Hoagland, ABD diyecek yerde yanlışlıkla Rusya mı dedi?
Her şey ortada. Hoagland’ın kitabında söyledikleri de, günümüzün gerçekleri de. Görülüyor ki, herkesin kaynak gösterdiği, baskı üzerine baskı yapan “Hayatın Kökleri” kitabı, kendisine verilen bu değeri hiç de hak etmiyor. Kitap, hem dayandığı bilgiler geçerliliklerini yitirdikleri için eski; hem savunulanların tam tersi kanıtlandığı için yanlış, hem de bizzat kendi ülkesinin kayıtları söylediklerinin aksini söylediği için kasıtlı, art niyetli ve yalan dolu bir kitaptır. Bilim; bilginin, gerçeğin peşinde koşmaktır. Hogland gerçeği söylemiyor. Bu kitaptan, bilime yönelen genç kuşakların öğrenecekleri bir şey yoktur.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑