Küreselleşme; mal ve sermayenin dünya ölçeğinde hareketinin önündeki tüm ulusal engellerin kaldırılması, sosyal güvenlikten fikri haklara, belediye hizmetlerinden tarıma tüm yaşam alanlarının sermayenin kâr ve egemenlik alanına çevrilmesi süreci. Yani dünyanın, sermaye açısından, küresel bir serbest bölge haline getirilmek istemesinin adı. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) de sermayenin, bu hedefinin önünü açmak için, yapılandırdığı, en önemli kurumlarından biri, hatta en önemli kurumudur. DTÖ yaşamın her alanının ticarileştirilmesi sürecinde bütünlüklü bir sermaye örgütü biçiminde yapılandırılmıştır. Söz konusu örgüt, dünya genelinde mal ticaretini GATT Anlaşması eliyle; fikri mülkiyet hakları ticaretini TRIP Anlaşması aracılığıyla; hizmet sektörünü de GATS Anlaşması üzerinden küreselleştirme işini üstlenmiş durumdadır. DTÖ, bu anlaşmalar aracılığıyla yaşamın her alanını “boşluksuz” sarmalamıştır.
Dünya Bankası ve IMF’yi tamamlayıcı unsurlar olarak yörüngesine almış olan DTÖ, sıradan bir uluslararası kuruluş olmanın çok ötesinde, devletlerin, üzerinde mutabık kalınan kuralları uygulayıp uygulamadığını izleme ve yaptırımlar getirme yetkileriyle donatılmış bir kurumdur. Her üye devlet, bu kurumun yönettiği anlaşmaları yürüten “şubeler” konumuna yerleştirilmiştir.
DTÖ’nün, Katar’da gerçekleştirilen zirve öncesi, Katar’a gitmek isteyenlerin ülke giriş vizesini kendisinden alacaklarını duyurması, hatta vize onayı vermediği kişilerin zirve sürecinde ülkeye alınmamaları örneği bile, tek başına DTÖ hakkında önemli bir göstergedir. DTÖ Katar zirvesi öncesi bir “dünya hükümeti” gibi davranmış, bir ülkenin egemenlik hakkını kullanma yetkisini hiçe sayarak, kendisi kullanmıştır.
Kapitalizmin bu bütünlüklü ve etkili kurumunun, varlığı henüz on yılı bile bulmamış olmamasına (DTÖ 1 Ocak 1995’te kuruldu) rağmen, temeli sallanmaya başladı. Tıpkı küreselleşme üzerine öne sürülen tezler gibi (1990’ların başında küreselleşme savaşların, sınırların, ekonomik krizlerin ortadan kalktığı bir süreç olarak tanımlanıyordu. Dünya ölçeğinde yaşanan savaşlar, ekonomik krizler vb. gelişmelerin bir sonucu olarak, artık kimse küreselleşmeyi bu olgularla tartışmıyor), DTÖ üzerine sürülen tezler de tartışılmaya başladı.
DTÖ’nün kuruluş amacına ilişkin genel olarak şu tezler öne sürülmüştü: Üye ülkelerin ticaret ve ekonomi alanındaki ilişkilerini geliştirmek. Hayat standartlarını yükseltmek. Tam istihdamı gerçekleştirmek, reel gelir ile gerçek talep hacmindeki istikrarlı artışı sağlamak, mal ve hizmet üretimi ve ticaretini geliştirmek. Dünya kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma hedefine uygun bir şekilde kullanımına imkan vermek. Farklı ekonomik düzeydeki ülkelerin ihtiyaç ve endişelerine cevap verecek şekilde mevcut kaynakları geliştirmek. Çevreyi korumak…
Gelinen noktada, DTÖ, daha çok kuruluş amacındaki iddiaların karşısındaki tezlerle tartışılıyor. Tartışmalarda –DTÖ zirveleri de dahil olmak üzere– şu eleştiriler öne çıkıyor: “DTÖ ‘azgelişmiş’ ülkelerin kalkınma sorununa karşı duyarsız; az gelişmiş ülkeler açısından maliyetine aldırış etmeksizin bir ticaret liberalizasyonu peşinde koşuyor; çevre ve sağlık sorunlarına ilgisiz; zengin ve yoksul arasındaki farklılığı artırıyor; küçük ve yoksul ülkelere yaşam hakkı tanımıyor, küresel şirketler lobisince yönlendiriliyor…”
Meksika’nın Cancun kentinde 10 Eylül’de sonuç bildirgesi yayınlayamadan çöken Dünya Ticaret Örgütü zirvesi, İsviçre’nin Cenevre kentinde yapılmak üzere 15 Aralık’a ertelenmişti. Cenevre zirvesi ise, –DTÖ’ye üye 146 ülke temsilcisi bir araya gelemeden–toplanamadan çöktü. Zirvenin toplanamadan çökmesi, DTÖ içerisindeki karşıtlıkların ve çelişkilerin iyice açığa çıktığının göstergesi. Yaşanan gelişmeler, zirvelere yön veren sermaye grupları kadar, emek cephesini de ilgilendiriyor. Bu süreç, işçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik örgütlerine ve siyasi partisine, başta DTÖ’nün işleyiş süreci olmak üzere, küreselleşmenin tüm anti-demokratik, eşitsiz yapısını teşhir etme olanağı sağlamaktadır. Çöken zirvelere dair “niçin” ve ”nasıl” sorularının dayanağı olan olgularının araştırılması, değişim ve gelişmelerin dinamiklerinin anlaşılması için gereklidir. Emek hareketinin küreselleşmenin en “bütünlüklü” kurumu DTÖ’nun oluşum nedenlerini ve sonuçlarını sorgulaması, karşısında ne yapılabileceğini belirlemesi açısından son derece önemlidir.
BLOKLAR ARASI ÇATIŞMA VE GEÇİCİ UZLAŞMA ZİRVELERİ
Yapılan zirvelerin, zirvelerde yaşanan çatışmaların, rüşvetlerle satın almaların, oluşan kamplaşmaların kısaca hatırlanması, bütünlüklü bir sorgulamaya hizmet edecektir. Küresel bir liberalizasyonun (bundan dünyanın, uluslararası sermayenin kâr ve egemenlik alanına dönüştürülmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlaşılmalıdır) sağlanması amacıyla kurulan DTÖ, şu ana kadar 5 zirve gerçekleştirdi. Zirvenin ilki 1996 yılında Singapur’da, ikincisi 1998 yılında Cenevre’de, üçüncüsü 1999’da ABD’nin Seattle kentinde, dördüncüsü 2001’de Katar’ın başkenti Doha’da ve sonuncusu Meksika’nın Cancun kentinde yapıldı. Zirvelerdeki ilk sorun “milenyum turu” olarak adlandırılan Seattle’da patlak verdi. Seattle’a son derece kapsamlı bir ticaret raundunu başlatmak amacıyla gidilmişti, fakat iki büyük ekonomik blok AB-ABD arasında yaşanan tartışmalı hükümler yüzünden, raund, kapanış deklarasyonu bile yayınlayamadan kapanmıştı.
Seattle’da sokakları dolduran küreselleşme karşıtları, zirvenin sermaye açısından başarısızlıkla sonuçlanmasını bir zafer olarak adlandırıp algıladılar. Fakat uluslararası sermaye açısından iş burada bitmemiş, aksine yeniden başlamıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan zirvedeki tıkanıklıkların aşılması açısından Doha’da yeni bir konferans yapılması kararlaştırılmıştı. Bu sefer işi sağlama almak isteyen, Seattle sonrası gizli müzakerelerini arttıran emperyalist sermaye temsilcileri, Doha öncesi kimi gayrı resmi toplantılar gerçekleştirdi. 25 Haziran 2001’de yapılan DTÖ Gayrı Resmi Genel Konsey toplantısında, ABD, AB ve Japonya’nın temsilcileri, Doha gündemini ortak bir kararla belirleyerek, bu kararların Doha gündemine taşınmasına karar verdiler. Emperyalist güçler ulus devletlerin önlerine çıkardıkları sorunları aşabilmek için, kendi aralarındaki çıkar çatışmalarına zirve öncesi son verme, baltaları bir süreliğine gömme kararı almışlardı. Az gelişmiş ülkelerin de ikna edilmesi için, kapitalist sistem içinde –tüm, açıklık, şeffaflık ve dürüstlük söylemlerine rağmen– çok sık başvurulan “rüşvet verme” yöntemi dahil, her yol denenecekti. Nitekim, Avrupa Birliği ile tek tek Afrika’lı hükümetler arasında yapılan bir dizi toplantıda, bu ülkelerin her birine, AB Komisyonu tarafından 50 milyon Euro tutarında rüşvet sözü verildiği basına yansıdı. Hiçbir yetkili de bu iddiayı yalanlamadı. Sonuç olarak Doha’da başlatılan raundta, MAI anlaşmasının kapsamı da dahil olmak üzere, küreselleşme karşıtlarının son 3,5-4 yıllık dönemde “hayır” dediği tüm neo-liberal girişimler görüşüldü, üzerinde mutabakata varıldı.
Doha’da, “merkez” ülkeler de, bir takım tavizler verecekleri yönünde vaatlerde bulunmuştu:
– Kalkınmış ülkelerin kendi tarım ürünlerinde sağladıkları, günde 1 milyar dolara yaklaşan sübvansiyonun büyük ölçüde azaltılması,
– Gelişmekte olan ülkelerin tekstil gibi ihracat potansiyeline sahip bulunduğu ürünlerde korumanın ve anti-damping uygulamalarının hafifletilmesi,
– Patent uygulamalarına; yoksul ülkelere ucuz ilaç sağlanmasını mümkün kılacak şekilde istisnalar getirilmesi vb.
Doha’da yapılan vaatler, yazılı metin haline getirilecekti. Ne var ki, zengin ülkeler, hazırlanmakta olan yazılı metni kelime oyunlarıyla kendilerine yonttular. Sonra da “Bir metin üzerinde anlaşma sağlanamadı” diyen Avrupa Birliği, ABD ve Kanada, Cancun’da yapılacak olan zirvede görüşülmek üzere, yeni bir metin hazırladılar. Bu yeni metin, az gelişmiş ülkelerin avantajlı olduğu mallarda ihracatın önünü açmak şöyle dursun, zengin Batı’dan yoksul ülkelere ihracatı daha da kolaylaştırmak üzere dizayn edilmişti. Yeni metin, Bolivya ve Kenya gibi en yoksul ülkelerin gelişmiş ülkelerden yapacakları ithalatta gümrüklerini % 80 indirmelerini öngörürken, Avrupa Birliği ülkeleri için gümrük indirim oranını % 28, ABD için % 24 ile sınırlıyordu. Yeni rapora göre, bir ülke ne kadar yoksulsa, ürünlerini ihraç etmek için ödeyeceği vergi de o kadar yüksek oluyordu. Bu düzenlemeler, DTÖ’nun ruhuna uygun olduğu kadar, yeni bir çatışmanın da habercisi niteliğindeydi.
YENİ İTTİFAKLAR VE ÇÖKÜŞ
Cancun Konferansı’nda da ”yeşil oda” taktikleri, azgelişmiş diye tanımlanan ülkelerin ikna edilmesi, satın alınması çabaları sürdü. Afrikalı parlamenterlerin verdiği örnek bunun kanıtı: ”Gece yarısından az sonra bakanlarımızı bir yeşil oda toplantısına sürüklenirken gördük. Uzmanlarına izin verilmedi. Sabahın 4’üne kadar ABD ve AB çıkarları doğrultusunda ve önceden kararlaştırılmış bir kararı kabul etmeleri için bakanlarımız aşırı baskı altında tutuldu.” ABD ve AB’nin tüm bu baskı çabalarına rağmen, zirvede yeni bir ittifak doğdu; Brezilya, Çin ve Hindistan’ın başını çektiği G-21 ittifakı. Bu ittifak, zirve boyunca ortak hareket etti. (Yeri gelmişken belirtelim, Türkiye çoğu orta gelir grubundan ülkelerin oluşturduğu bu ittifak içerisinde Gümrük Birliği’ni bahane ederek yer almadı).
Zengin ülkeler, özellikle tarıma yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz isteyince, yeni bir ittifakı doğuran Cancun zirvesi hiçbir ilerleme sağlanamadan çöktü. Çöken bu zirve, sadece merkez kapitalist güç odaklarının (AB, ABD) kendi aralarındaki çelişki ve çıkar çatışmalarının değil, aynı zamanda, “azgelişmiş” ya da “gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkeler ile bu merkez güç odakları arasında çelişki ve çatışmaların da DTÖ’ye taşındığının göstergesiydi.
Cancun’da yaşanan hezimetin ardından, 15 Aralık 2003 tarihinde müzakerelere devam etmek üzere, yeniden, fakat bu kez, DTÖ’nün başkenti Cenevre’de toplantı yapılacağını duyuran DTÖ Sekretaryası, bir önceki toplantıyı tıkayan maddeleri gündem yapacağını açıkladı:
– Tarım konusunda bir anlaşmaya varılması,
– Tarım dışı ürünlerde (sanayi ve hizmet) piyasalara erişimi kolaylaştırıcı önlemlerin alınması için yapılacak müzakerelerin başlatılması,
– Pamukla ilgili görüşmelerin geliştirilmesi*…
Cenevre zirvesi öncesi bu sefer bir ilk gerçekleşti. Gelişmiş ülkeler, Cenevre görüşmelerinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapınca, Cancun’da çözümlenemeyen konuların tartışılması ve dünya ticaretinin serbestleşmesi önündeki engellerin kaldırılması için yapılacak olan zirve, başlamadan çöktü. Nitekim AB Tarım Komiseri Franz Fischler’in, Cenevre görüşmelerinden hemen önce konuyla ilgili olarak Roma’da yaptığı açıklamalar, gelişmiş ülkelerin niyetini ve konuya bakışını çok net ortaya koyar nitelikteydi. Fischler açıklamasında, Avrupa Birliği’nin elinden geleni yaptığını, yapabileceğinin bundan daha fazla olamayacağını belirterek, Cenevre görüşmelerinin de tıkanacağının sinyalini çok önceden vermişti.
YENİ KARTLAR: İKİLİ VE BÖLGESEL ANLAŞMALAR
Dünya Ticaret Örgütü’nün 2001 yılında Doha’da başlayan son tur toplantıları, 2004 sonuna kadar dünya ticaretinin serbestleştirilmesi yönündeki müzakerelerin tamamlanmasını hedefliyordu.
Cenevre’de yapılması planlanan zirvenin yapılmadan çökmesi, aynı zamanda, bu hedefin de tutturulmasını engelledi. Bu, küreselleşme ideolojisinin en önemli sacayağı olan, adeta doğal düzen gibi sunulan “dış ticaretin serbestleştirilmesi” hamlesinde bir kriz demekti.
Özellikle 1980’li yılların başında ekonominin dışa açılması, ödemeler dengesi sorunlarının çözümü, büyümenin hızlanması, gelişmişlik farklarının azaltılması için temel yönelim kabul edildi. Serbest ticaret, herkesin kazanabileceği bir oyun olarak sunuldu. Azgelişmişlerin gelişebileceği, gelişmiş ülkelerin refahlarını artırabileceği süreci başlatacak uluslararası bir “uzlaşı” olarak lanse edildi, serbest ticaret. DTÖ’nun söylemlerinde de “uzlaşı” iddiaları ön plana çıktı. Bu söyleme göre, devletler, serbest pazarlık masasına oturacaktır. Serbestleşmenin kapsamı ile yoğunluğu, tamamen devletlerin özgür iradeleriyle gerçekleşecektir. “Özgür irade” temel vurgudur. Oysa pratikte “en güçlü”nün özgür iradesine yenik düşülmekte, her şey yenilginin belirlediği özgür anlaşmalarla yapılmaktadır. Böylesi bir ortam, hem “en güçlü”lerin (ABD, AB) kendi, hem de yenik düşürmek istedikleriyle aralarında gerilimi artırıyor. ABD ve AB, aralarında var olan tarifeler, kota ve çelik savaşında olduğu gibi, tarım sübvansiyonları alanında da bir türlü uzlaşmaya yanaşmak istemiyorlar. Taraflar, sürekli olarak birbirlerini daha serbest bir dış ticaret uygulamaya davet ediyor, ama, kendileri somut bir adım atmaya yanaşmıyorlar. Uygulanan korumacı yaklaşımlarla bağlantılı tarife dışı engeller, kotalar, hele hele sübvansiyonlar, gelişmekte olan ülkelerin ticaretini, üretimini ve dolayısıyla yaşam standardını doğrudan tehdit ediyor.
Gelinen noktada, DTÖ, işlevini yerine getiremeyen bir kurum durumuna düştü. Bu, serbest ticaret anlaşmalarının ve bloklaşmaların artacağının bir göstergesi. Yapılacak olan anlaşma ve oluşturulacak olan bloklar, tarafların DTÖ’de yaşadıkları çatışmalarda ellerini güçlendirmeye hizmet edecek. Örneğin ABD, koz olarak kullanabileceği çift taraflı ticaret anlaşmalarını hızlandırdı. Şu ana kadar Şili ve Singapur ile ikili ticaret anlaşmaları imzalandı. Fas ve Avustralya’nın yanında tüm Orta Amerika ve 5 Güney Afrika ülkesi ile de karşılıklı pazarlıklar sürüyor. Birçok ülke de sırada bekliyor. Emperyalist bölgesel pazar ve strateji hamleleri hızlanıyor.
Serbest ticaret savunucuları tarafından yapılan ikili ve bölgesel “koalisyonlar” eleştirilerek, “bencilce” bulunuyor. Serbest ticaret savunucuları, Irak’a savaş açarken Birleşmiş Milletler’i açıkça hiçe sayan ABD’nin, şu anda da Dünya Ticaret Örgütü’nü dışlayarak, Latin Amerika ve Güney Afrika ülkeleriyle serbest ticaret anlaşmaları imzalamasını, dünya ticaret sisteminin tahrip edilmesi olarak yorumluyor. Yaşanan sürecin DTÖ’yü tamamen çökertmesinden endişe ediyorlar. DTÖ zirvelerinde sokaklara çıkıp alanları dolduranlar arasında da, DTÖ’nün çökmesinden endişe edenler var. Örneğin Küresel Adalet Hareketi liderleri, DTÖ’nün çökertilmesi değil, dönüştürülmesi gerektiğini savunuyorlar. DTÖ’ye adil bir ticaret sisteminin kurulması işlevini yüklüyorlar.
Azgelişmiş ya da gelişmekte olan diye tanımlanan ülkelerin önündeki engellerin kaldırılarak dünya ticaretindeki paylarının artırılması, ticarette göreceli bir adaletin sağlanması, ülkelerin, özellikle ülkelerin ekmekçilerinin yoksulluğunu ortadan kaldırır mı? Gelişmiş ülkelerin dünya ihracatındaki payları gerilese de, el koydukları katma değer sürekli artış gösteriyor. Gelişmekte olan diye adlandırılan ülkelerde sanayi ürünlerinin toplam üretim içindeki payı artarken, katma değer içindeki payları değişmiyor. Çünkü bu ülkeler, genellikle uluslararası şirketlerin uluslararası üretim zincirlerinin düşük vasıf gerektiren, düşük katma değer yaratan son halkasında yer bulabiliyor.
SADECE KAPİTALISTLERİ İLGİLENDİRMEYEN SORUNLAR
Küresel ticari serbestleşmenin kimin tarafından istendiği doğru saptanmalıdır. Küreselleşme, küresel kapitalist işbölümünün kendine biçtiği role, kıyısından köşesinden çeşitli biçimde tutunan, bunu yaparken de bir bütün olarak ulusunun “fedakarlığını”, ucuz emeğini pazarlık gücü olarak kullanan, azgelişmiş ülke kapitalistlerinin bir sorunu değildir. Bizzat, ucuz emeği pazarlanarak, iyice yoksullaşmasının önü açılan, emekçilerin sorunudur.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da “modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” tespitinde bulunmuşlardı. Bu tespit, DTÖ’da yaşananlar tarafından açık biçimde doğrulanıyor. Devlet, kendi egemenlik alanında bulunan kapitalistleri, bu alanın dışında kalan diğer kapitalistlere karşı bir bütün olarak temsil etmekte, onlar için pazarlık yapmaktadır. Devlet yönetiminin tüm burjuvazinin işlerini yöneten bir komite olma niteliği, DTÖ pazarlıkçı sisteminde, zirvelerde oluşturulan bloklarda iyice belirginleşmektedir.
Türkiye’nin zirvelere götürdüğü delegasyonun, TÜSİAD, TOBB, İhracatçı Birlikleri ve KOBİ temsilcilerinden oluşması, zirvedeki hükümet yetkilisinin kimin çıkarlarını savunduğunu ortaya koymaktadır. 1980’li yıllardan itibaren uluslararası kapitalist sisteme, dışa açılarak, eşitsiz eklemlenme sürecini hızlandıran Türkiye sermaye çevreleri, merkez ülkelerin politikalarıyla uyum içerisinde olduğu için, Türkiye, ticaret örgütü zirvelerinde, gelişmekte olan ülkelerin oluşturduğu bloklarda yer almamaktadır. Türkiye sermaye çevreleri, dünya ölçeğinde mal ve hizmet ticareti devlerinin yarattığı işbölümüne razı olarak kazanma yolunu tercih etmişlerdir.
Uluslararası sermaye çevrelerinin istediği ve Türkiye kapitalistlerinin de uyum gösterdiği düzenlemelerin hedeflerini, Yatırımlar, Rekabet, Ticaretin Kolaylaştırılması ve Hükümet Satın Almaları başlıklarından oluşan 4 ayrı çok taraflı anlaşmadan öngörebiliriz:
Yatırımlar Anlaşması: Hedefi, yatırımcı (kapitalistler) haklarının, bedeli ne kadar ağır olursa olsun geliştirilip, güçlendirilmesi. Bu hedefi, “işverenlerin, işçiler ve sendikalar karşısındaki haklarının geliştirilip, güçlendirilmesi” biçiminde okumak, daha doğru olacaktır. Yeni İş Yasası bu amaca hizmet etmektedir.
Rekabet Anlaşması: Hedefi, rekabete engel olduğu ileri sürülen kamusal düzenlemelerin ortadan kaldırılması. Örneğin, bir ülke gelir dağılımındaki bozukluğu az da olsa düzeltme amaçlı politikalar uyguluyorsa ya da uygulamaya başlarsa, ve bu durum, herhangi bir sektördeki uluslararası yatırımcıların kârını olumsuz etkiliyorsa, bu anlaşmadan sonra, tüm bu tip uygulamalar, rekabet önünde birer engel olarak tanımlanabilecektir.
Ticaretin Kolaylaştırılması Anlaşması: Hedefi, tüm dünyanın bir serbest bölge haline getirilmesi ve böylece uluslararası şirketlerin özlemini duydukları kuralsız, örgütsüz, vergisiz, ticaret için her şeyin mübah sayıldığı, emeğin ise gerçek anlamıyla köleleştirildiği bir sistemin oluşturulması.
Hükümet Satın Almaları Anlaşması: Türkiye’deki adıyla İhale Yasası. Ulusal ölçekte, devletlerin, çeşitli ihale yöntemleriyle yaptıkları satın almaların, sadece ulusal şirketlerden yapılmasını ayrımcılık kapsamına alıyor, yabancı şirketlerin bu ihalelere yerli şirketlerle eşit haklarla girmesini öngörüyor. Gelişmiş teknoloji kullanımı dolayısıyla yığınsal üretim yapan güçlü şirketlerin, bu ihaleleri daha düşük fiyat vererek kolayca alabileceği ve burada bir eşitlikten söz etmenin mümkün olamayacağı apaçık ortada. Fakat daha önemlisi, mevcut ihale yasalarındaki ülke içinde üretim, istihdam yaratma, gibi koşulların kaldırılmak istenmesidir. Böylece, devlet satın almalarına talip yabancı şirketlerin, satış yapacakları ülkelerde fabrika kurması gerekmeyecek ve üretimi istediği yerde yapıp, farklı devletlere ihale yoluyla satış yapabilecekler. Dolayısıyla, İhale Yasası değişiklikleri, aslında yereldeki istihdamı birebir ve doğrudan etkileyecek değişikliklerdir.
Türkiye işbirlikçi sermaye çevrelerinin hararetle savunduğu bu düzenlemeler, ülke emekçileri açısından yoksulluk ve açlıktan başka bir anlam taşımayacağı açıktır. Bu nedenle, DTÖ’da yaşananlar, sadece kapitalistlerin bir sorunuymuş gibi algılanmamalı, işçi ve emekçi hareketi, bu sürece, kendi talepleri ve mücadele yöntemleriyle müdahale etmelidir.
GELİŞMELERİN ÇÜRÜTTÜĞÜ TEZLER
DTÖ zirvelerinin, ya da DTÖ’nün çökmesi, küreselleşmenin çökmesi anlamına gelmiyor. Küresel müzakereler sekteye uğrasa bile, ikili anlaşmalar üzerinden de olsa, bu sürecin uluslararası sermaye tarafından sürdürülmeye çalışılacağı açıktır. Çözüm, DTÖ ya da bu örgütün işleyiş mekanizmasında değil, üretim, bölüşüm ve mülkiyet ilişkileri ile bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisinde aranmak zorundadır. Sorun, gelişmiş, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler veya zengin kuzey–yoksul güney sorunu değil, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki çıkarların uzlaşmaz niteliğindedir. Bu yüzden, zengin kuzey ve yoksul güneyin taleplerinin, emekçi halk katmanlarını daha da yoksullaştıran ve ağır sömürü şartlarına sürükleyen kapitalist sistem içi çözüm önerileri olduğunu unutmadan, politika üretilmelidir.
Buradaki “sistemi içi” vurgusu, “milliyetçi”, “devletçi”, “üçüncü dünyacı” gibi tanımlamalarla özelleştirmelere, gümrük duvarlarının kaldırılarak ülke pazarının yağmaya açılmasına ve benzeri gelişmelere karşı mücadeleyi reddetme tutumunu içermemektedir. Sermayenin giderek uluslararasılaşıp kozmopolitleştiği bir ortamda, fedakarlık çağrılarıyla “millileştirilen” emeğin, kendisine dayatılanı reddeden, küresel politikalara çomak sokan tutumu önemlidir. Emekçilerin özelleştirmelere, tarımsal düzenlemeler vb. politikalara karşı mücadelesi, salt istihdam ya da ücret mücadelesi değildir. Bu mücadele, merkez kapitalizme karşı duruşu içermek durumundadır.
Cancun’da G-21’in oluşturduğu ittifak, devletlerarası çıkar çatışmalarının belirleyiciliğini koruduğunu, bu çatışmaların her zaman uzlaşmayla çözümlenemeyeceğini gösterdi. Bu gelişme, aynı zamanda, küreselleşme sürecinde ortadan kalkan kavramın ulus devletler değil, bir zamanların devlet modeli olarak sermaye birikim sürecini beslemiş olan “sosyal refah devleti” olduğunu bir kez daha açığa çıkardı. Küreselleşmenin ulus devleti yok etmediği, sadece kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırdığı açığa çıktıkça da, “Ulus devletler öldü. Bu nedenle küresel politikalara karşı çıkmak yerine emeğin küreselleşmesini savunalım” tezleri çürüyor. Gelişmeler, sınıf hareketinin önünü berraklaştırıp, sis bulutunu dağıtıyor.
Cancun’daki G-21 Üyleri
Arjantin Hindistan Mısır
Kolombiya Paraguay Peru
Brezilya Kostarika Çin
Venezuella Tayland Küba
Pakistan Meksika Şili
Güney Afrika Filipinler Bolivya
Guatemala Nijerya Ekvador