2003, 2004’e ne devretti?

2003, Irak’ın işgali merkezli olarak, Amerika’nın dünyayı kendi çıkarları etrafında birleşme zorlamalarının had safhaya çıktığı bir yıl olarak başladı. Irak’a yönelik askeri işgal, diplomatik, sosyo-ekonomik, ideolojik her alanda dünya ölçüsünde yankılandı ve savaşa, Irak’ın işgaline karşı mücadelenin yaygınlaşıp derinleşmesine de yol açtı.
Bu yüzden yıl; Amerika’nın yeni ataklarına, daha önce hiç ulaşamadığı bölgelerde bile yeni mevziler kazanmasına sahne olduğu gibi, aynı zamanda, Amerikan karşıtlığının, Amerika’dan nefretin tarihte eşi görülmemiş boyutlara vardığı bir yıl oldu. Amerikan karşıtı tepkiler, İslam dünyasına yayıldı; Latin Amerika türü geleneksel Amerikan düşmanlığı sınırlarını aşarak Avrupa’ya da yansıdı. Avrupa ülkelerinde savaş karşıtlığı hızla yükselirken, Almanya, Fransa gibi ülkelerin hükümetleri de Amerikan “hınk deyiciliği”ni bırakarak, ona karşı duran bir hattı geliştirmek zorunda kaldılar. Amerikan halkı bile, savaş karşıtı eylemlere yüz binlere varan kitlelesellikle katılarak Bush yönetimine ve onun saldırganlığına karşı açıkça tavır almaya girişti. Amerika’da savaş karşıtlığı, ancak Vietnam Savaşı dönemindekiyle kıyaslanabilecek, etki bakımından değilse de, kitlesellik bakımından o dönemi bile çok aşan bir boyuta vardı.
İşgal sonrasında ortaya çıkan Irak direnişi, Irak halkının ülkesini savunma kararlılığı, Amerika’nın “20 günde işgal ettik. Bize karşı çıkanlar kaybetti” üstünden yapacağı “zafer kutlamaları”na izin vermediği gibi; Irak’ta “Vietnam’dan bile derin bir batağa sürüklendiği” fikrini güçlendirdi.
Yılın sonunda Saddam’ın yakalanması vesilesiyle bir propaganda fırtınası yürütülse de, Irak’lı direnişçilerin Amerika’ya karşı tutumları, günde birkaç Amerikan konvoyuna saldırı ve Amerika’nın ve ortaklarının giderek çaresizleşmesi, hem Amerika’da hem de dünyada işgale ve savaşa karşı güçlere önemli dayanaklar sundu.
Afganistan’dan sonra Irak’ın işgal edilmesi, 2003’ü, Amerika’nın dünyayı bir savaşa sürüklemede daha ileri mevziler kazandığı bir yıl yapmış olmasına karşın, Amerika’ya karşı yeni güç odaklarının ortaya çıktığı ve halkların barış mücadelesinin de zirveye çıktığı yıl yaptı.
Bu gelişmeler ışığında, yıla bütün olarak bakıldığında şu tespitler yapılabilir:
1-) ABD-İngiliz orduları Irak’ı işgal etmiş, Saddam rejimin devirmişlerdir ama, aslında ABD-İngiltere Saddam’la hesaplaşmak, Irak’ı ele geçirmek için değil, Avrupa, Rusya, Çin, Japonya ile mücadele ve onlarla girişeceği bir hesaplaşma için kendisini askeri, diplomatik, siyasi hatta ideolojik bakımdan mevzilendirmektedir. Bu mevzilenme, 2. Dünya Savaşı sonrasında, zaten savaş gücünü bütünüyle yitirmiş ve teslim olmaya hazırlanan Japonya’ya atom bombası atmasına benzetilebilir. Çünkü o zaman da ABD, Japonya’ya atom bombası atmıştır, ama aslında savaştaki müttefiklerini, en başta Sovyetler Birliği’ni tehdit etme, sonra da Avrupalı müttefiklerine göz dağı vermeyi amaçlamıştı. Sonraki gelişmeler bu tespiti doğrulamıştır.
2-) ABD yıl içinde bir yandan 150 binden fazla askerini Irak’a taşırken, dünyanın stratejik bölgelerinde de üsler edinerek, yürümek isteği saldırganlık yolunda yeni adımlar attı. İran ve Suriye’yi daha ciddi bir biçimde tehdit eder duruma geldi. Ortadoğu, Kafkasya ve Ön Asya’ya müdahale edebilme bakımından askeri adımlar attı. 50 yıllık kadim ve sadık müttefiki Türkiye’nin egemenleri de ABD’nin bölgeye yerleşmesinin yarattığı sarsıntıdan nasiplerini aldılar ve Amerikancılıkta yeterince performans göstermeyince, Amerika’nın Irak’ın işgali operasyonunun hedefi” haline geldiler ve ABD yıl boyunca Türkiye’deki işbirlikçi ve uşaklarını adeta yeniden yapılandırdı.
3-) Irak’ın işgali ve Saddam’ın devrilmesinin gündeme gelmesiyle, AB’nin önemli ülkeleri Almanya ve Fransa ile ABD’nin, Ortadoğu üstünde bir çıkar çatışması içinde oldukları ortaya çıktı. BM’yi de arkasına alan Almanya-Fransa bloğu, Amerikan-İngiliz bloğunu uluslararası hukuk dışına iterek, kendilerine, Amerika’nın Irak’a müdahalesini gayri meşru ilen eden bir pozisyon edindiler. Rusya ile ittifaklarını da geliştiren ikili, yakın gelecekte Amerikan karşıtı bir kamplaşmanın son derece önemli olabilecek adımlarını attı. Çin ve Japonya’nın bu bloğa eklenmesi de yakın bir dönemde mümkündür. Ancak Amerika’nın karşı hamlesiyle de İtalya, İspanya gibi ülkelerin de içinde olduğu bir grup AB ülkesi, ABD’nin yanında saf tutarak, AB’nin patronlarına karşı çıktılar. Bu da, ABD’nin Avrupa’da sanıldığından daha etkin bir güce sahip olduğunu gösterdi.
4-) Amerikan saldırganlığı; hem Avrupa ve Amerika’da hem de İslam ülkelerinden Hindistan’a, Güney Afrika’dan Rusya’ya, Japonya’ya kadar tüm dünyada savaş ve Amerikan karşıtlarını sokaklara döktü. Aynı gün içinde dünyanın belli başlı kentlerinde 11-12 milyon kişi sokaklara dökülüp savaşı ve Amerika’yı lanetledi. Londra, Paris, Berlin, Washington, New York, Tokyo milyonların katıldığı “savaşa hayır” gösterilerine sahne oldu.
5-) 2003’te; en büyük ve en önemli ülkesinde, Brezilya’da halk, Brezilya İşçi Partisi’nin adayı Lula da Silva’yı, Amerika’nın tehditlerine rağmen başkan seçerek, Latin Amerika’nın “makus talihi”ni yenme yolundaki gelişmelere önemli bir katkı yaptı. Bu gelişme, Latin Amerika’da Amerikan karşıtlığının giderek yayıldığını gösterirken; Venezüella’da Amerikancı darbe girişimi yenilgiye uğratıldı, Bolivya halkı halkçı bir yönetim kazandı, Peru ve  Kolombiya’da halk güçlerinin Amerikancılar karşısındaki mücadelesinde yeni ilerlemeler gerçekleşti.
6-) Avrupa ve öteki ülkelerde işçiler yıl içinde savaş karşıtı mücadelede oldukça etkin bir biçimde yer aldılar. Özellikle İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde gösterilere kalabalık işçi yığınları katıldı. Zaman zaman genel greve varan eylemler gündeme geldi. İşçi haklarının gaspına yönelik neoliberal saldırıya karşı da işçiler hemen bütün ülkelerde irili ufaklı eylemlerle tepkilerini göstermeye devam ettiler. Özelleştirme karşıtı mücadele, hizmetlerin piyasaya açılması gibi alanlarda işçiler ve kamu emekçileri direnmeye devam ettiler. Sendikal bürokrasinin rolü, sendikaların yeniden inşası gibi sorunlar da, hemen bütün dünya işçilerinin gündemi olarak 2004’e devroldu.
7-) Dünya ticaretinin “serbestleştirilmesi”nde önemli adım atılacağı iddialarıyla toplanan Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Cancun Zirvesi’nin başarısızlığa uğramasından sonra, Cenevre Zirvesi’nin de toplanamadan dağıtılması; DTÖ üstünden dünyaya dayatmada bulunan ABD ve öteki birkaç gelişmiş ülkeye ve asıl olarak da neoliberal politikalara karşı mücadelelerin, ülkeler düzeyinde de tepki toplamaya başladığının ve bu alandaki mücadelenin önümüzdeki yıllarda, “küreselleşme balonu”nu patlatabileceğinin göstergesi oldu.

TÜRKİYE HEDEF ÜLKE OLDU
Türkiye 2003’e, son 50 yılın gelenekselleşmiş düzen partilerinden kurtulmuş, fakat onların yeni ama eklektik bir bileşeni olduğunu da hemen belli eden AKP’nin Meclis’teki milletvekilliklerinin üçte ikisini almasının tartışmaları eşliğinde girmişti.
Sermayenin güç odakları uzunca bir zamandan beri kendi siyasal sitemlerini yeniden düzenlemek için uğraşıyordu ve 3 Kasım 2002  seçimi onlara bu imkânı, umduklarından daha çabuk ve istediklerinden daha elverişli bir biçimde sundu.
AKP iktidarı büyük sermaye güçlerine; Amerika’yla ilişkilerden Kıbrıs sorununa, AB ile yapılan pazarlıklardan işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarının ortadan kaldırılmasına, “demokratikleşme”den Türkiye’nin ekonomik ve siyasal bakımdan yeniden yapılandırılmasına kadar başlıca sorunların çözümünde bir hamle yapma olanağı verdi. Onun içindir ki, sermayenin en rafine sözcüleri, AKP’nin Meclis çoğunluğunu ele geçirmesini, CHP’nin Meclis’teki tek muhalefet olmasını, “demokrasi bayramı” olarak ilan ettiler. Çünkü; 2002’nin sonlarında kurulan hükümetin programıyla büyük patronların sıkıntılarını çözme planı olan “Acil Eylem Planı” aynı şeydi.
Ama Türkiye’nin dış ve iç politikasını 2003’te asıl belirleyen, Irak’ın Amerikan-İngiliz kuvvetleri tarafından işgali oldu. 
AKP Hükümeti’nin Amerikancılıkta önceki hükümetlere rahmet okutan bir hükümet olacağının görülmesiyle, yılın başından itibaren Amerika ve savaş karşıtı eylemler de genişledi. ABD’nin Türkiye’yi bir saldırı üssü olarak donatmayı, 60 bin dolayında Amerikan askerini ve bunların teçhizatlarını İskenderun-Mardin hattı boyunca üslendirmeyi, pek çok liman ve hava alanının Amerikan savaş uçakları ve gemilerine açılmasını istemesi, savaş karşıtı mücadelenin zeminini genişletti. Halkın böyle bir savaşa hayır denmesi ve Irak’ın işgaline karşı çıkılması yönündeki tutumu, egemen sınıfın güç odaklarını da baskı altına aldı. AKP Hükümeti ile Genelkurmay, Meclis’ten tezkere çıkarılması sorumluluğunu birbirlerinin üstüne yıkarak işin içinden sıyrılmayı amaçlayınca, savaş karşıtı mücadelenin; her gün alanlara çıkan “savaşa hayır” güçlerinin Meclis’i baskılamasının etkisi arttı. Bu ve öteki koşullar birleşince, AKP Hükümeti’nin “Amerika’nın isteklerine evet” demek için hazırladığı “tezkere”, Meclis’ten geçemedi.
Böylece Türkiye, ABD tarafından “Amerika’ya karşı olan ülkeler” kategorisine sokularak, bir operasyon başlatıldı.
Pentagon’un “Kurt Sürüsü” olarak bilinen Wolfowitz, Perle, Grossman, Rumsfeld, neredeyse sıraya girerek; Türk Genelkurmayı’nı “önderlik yeteneklerinden yoksun” olmakla, hükümeti de “Meclis’e sözünü geçiremeyen”, “at pazarlığı” yapan, “sözüne güvenilmez” mihraklar olarak suçladılar.
1 Mart “tezkeresi”nin reddedilmesiyle Türkiye ABD tarafından, operasyonların hedefi yapıldı.
Sözü edilen kişilerin saldırgan açıklamaları karşısında ne Genelkurmay ne de AKP Hükümeti cenahından kayda değer bir tepki geldi. Tersine; “Ne istiyorsanız onu yapalım, Ama Meclis’ten bu karar çıktı” gibi “özürler”le Amerika önünde “hazırol”a geçildi. Ve bu süreç, Kuzey Irak’ta Türk timinin başına “çuval geçirme vakası”na kadar vardı. Sonuçta Ekim’de Meclis’ten Amerika’nın istediği “tezkere” çıkarılarak Amerika’ya teslim olunduğu belgelere geçirildi. Bu Amerika’yı yatıştırdı. Türkiye yeniden “müttefikler” arasına alındı. Hatta, “Irak’taki ihalelere katılabilme” ödülüyle sırtı okşanıp, “işgalci ülkeler” arasında sayılmakla taltif edildi. Ancak bu sefer de, Türkiye, Amerika’nın açtığı Pandora Kutusu’ndan çıkan terörist saldırıların hedefi haline geldi. İstanbul’da “İsrail ve İngiliz hedefleri” denilen hedeflere yönelik saldırılar, aslında Türkiye’nin, Amerika ve onun dünya egemenliği mücadelesinin kıskacına düştüğünün göstergesiydi.
Bu saldırıların hedefi İngiltere ve İsrail gibi görünse de, asıl hedefin Türkiye’nin izlediği politikalar olduğunu herkes biliyordu. Ve beklendiği gibi saldırılar, hükümeti ve öteki sermaye güç odaklarını Amerikan-İngiliz-İsrail Bloğu’nun Ortadoğu politikalarına daha açıkça yaklaştırdı.

BAŞKA GERÇEKLER

Ama Türkiye’deki savaş karşıtı mücadele, geleceğe dair umutlu olmamızı sağlayan son derece önemli gerçeklere işaret etti:
1-) Türkiye’nin egemenleri ve AKP Hükümeti’nin, Türkiye’yi Amerikan-İngiliz ordusunun bütün bölgeye yönelik bir saldırı üssü haline getirme gayreti karşısında, Türkiye halkı; Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla… ezici çoğunlukla “savaşa hayır” demiş, Amerikan işgaline karşı çıkmış; bölge halklarının kendi kaderini tayin hakkına saygılı olduğunu göstermiştir.
2-) Halk bu tutumunu; “Aman Amerika para vermez, dolar 3 milyona tırmanır, ekonomi çöker”, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulur, Türkiye bölünür” propagandasına rağmen sürdürmüş; Amerikan uşakları ve işbirlikçilerini bir kaosa sürüklemiştir. Halkın bu ısrarı, Meclis’i baskı altına almış; Tayyip Erdoğan’ın çabaları bile AKP grubunun bölünmesini ve “teskere”nin 1 Mart’ta reddedilmesini önleyememiştir.
3-) AKP Hükümeti ve askerlerin, Amerikan çıkarları için değil Türkiye’nin çıkarı için Irak’ın işgaline katılmak istedikleri doğrultusundaki propaganda; Kasım ayında, ABD, “Türk askeri Irak’a gelmesin” deyince çökmüş;Tayyip Erdoğan’ın “Zaten biz Irak’a girmek istemiyorduk, Amerika istedi diye asker gönderme kararı aldık” demesiyle, Türkiye’nin Irak macerasına bulaştırılmasının sadece Amerika’nın isteği ile gündeme geldiği ortaya çıkmıştır. Dahası Türkiye’nin egemenleri, uzun zamandan beri “Türkiye’nin güvenlik kuşağı Kuzey Irak’tan başlıyor”, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti savaş nedenidir”, “Musul ve Kerkük’te bizim de hakkımız var” gibi “kırmızı çizgiler”den vazgeçmek zorunda kalmıştır. Çünkü ABD ile komşuluğun Saddam’la komşuluk gibi atıp tutmalara çok imkân tanımadığı görülmüştür. Böylece Türkiye; komşularıyla ilişkilerde düşmanlığı esas alan, halkların kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermeyen bir tutumun başına belalar açacağını, hiç olmazsa Irak için görmüştür. Böylece aslında Türkiye; Kürt sorununu, Kuzey Irak’ta askeri harekâtlarla; içerde baskıcı ve antidemokratik uygulamalarla çözme girişimlerinde başarısızlığa uğramış; resmen olmasa bile fiilen bu yolla Kürt sorununu çözme politikasının iflas ettiği açığa çıkmıştır.
4-) Türkiye ABD’ye komşu olarak; Amerika’nın hem Türkiye üstündeki oyunlarının daha doğrudan hedefi hem de Amerika’nın bölgede hedefi olan güçlerin hedefi haline gelmiştir. Yıl içindeki gelişmelerle ve AKP Hükümeti’nin de gayretiyle, halkın muhalefetine karşın, Türkiye, Amerika-İngiltere-İsrail bloğunun stratejisine daha çok yaklaşmıştır. Tayyip Erdoğan’ın, 2002 sonlarında Bush’la girdiği yakınlaşma girişimini bu ayın sonunda Erdoğan’ın Amerika’ya yapacağı “seyahat”le ete kemiğe büründürmesi beklenmektedir.
5-) 2003’te olup bitenler, Amerikan-İngiliz-İsrail bloğunun bölge için bir istikrarsızlık, bölge ülkeleri ve halkları için tehdit oluşturduğunu göstermiştir. Kürt, Türk, Arap… her milliyetten Türkiye halkının kurtuluşunun; Amerika’nın bölgeye müdahalelerine karşı mücadele edilmesinden, Türkiye’nin Amerika’nın bölgedeki bir gücü değil antiemperyalist güçlerin merkezi olmasından geçtiği açıkça görülmüştür.

EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN ÖNEMLİ DERSLER ÇIKARDIĞI BİR YIL
Türkiye’nin sınırlarının dibindeki savaş, savaş alanıyla Türkiye’nin coğrafi, tarihsel, siyasi, dinsel ilişkileri; emek hareketi, Kürt sorunu, demokratikleşme, AB’ye girme, Kıbrıs’taki çözümsüzlük, ekonominin IMF denetimine girmiş olması; açlık ve yoksulluğun yayılması ve piyasalaşma gibi Türkiye’nin başlıca ve kronikleşmiş sorunlarının üstünü örttüyse de, yakından bakıldığında, 2003’ün bütün bu alanlarda, sonraki yılları etkileyecek gelişmelere sahne olduğunu görürüz.
2003’te de temel sorun, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunuydu. Bu açıdan Kürt sorunu, en önemli sorun olmaya devam etmiştir.
Ne var ki; Türkiye’yi egemenlerinin çıkardıkları 7 “uyum paketi”ne karşın, Kürt yığınları tatmin edecek bir ilerleme sağlanamamıştır. Tersine Kopenhag Kriterleri’ne uyum çerçevesinde atılıyor görünen adımlar, sadece AB’ye giriş için biçimlendirilmiş; Kürt sorununun çözümü doğrultusunda adımlardan hiçbirisi atılmadığı gibi, “atıldı” denilen açısından da, bir adım ileri atılıyor gibi görünürken iki adım geriye sıçranmıştır. Kürtçe eğitim, Kürtçe kurslar, Kürtçe adlar, “pişmanlık yasası” konusunda olduğu gibi, DEHAP’a karşı alınan tutum ve bölgedeki polisiye önlemlerdeki artış, OHAL’i çağrıştıran uygulamaları getirmiştir. Bizzat Başbakan Erdoğan, geçmiş yıllarda Ecevit’in şahsında temsil edilen en gerici-şoven çizgiye dönerek; “Kürt sorunu değil bölgenin geri kalmışlık sorunu vardır. Kürt sorunu yoktur diye düşünürseniz yok olur” diyerek, inkârcılıktan bir adım bile geri atılmadığını kanıtlamıştır.
Türkiye’nin egemenleri, “demokratikleşme” sorununu, AB’ye giriş için yapılan bir “makyaj”a indirgemiştir. 2003, bu gerçeğin daha geniş çevreler içinde görüldüğü bir yıl olmuş; yıl içinde oluşan “Demokratik Türkiye için Aydınlar Girişimi”, çeşitli toplantılarla, Anayasa’dan Siyasi Partiler Yasası’na, Polis Selahiyeti ve Toplu Gösteriler Yasası’ndan çalışma yasalarına kadar pek çok yasadaki antidemokratik maddelerin ayıklanması için harekete geçmiştir. Dahası, bu tartışmanın halk yığınlarına taşınmasını da önüne görev olarak koyarak, demokratikleşmeyi; “Hükümet-Cumhurbaşkanı-Genelkurmay-AB” arasında bir pazarlığa dönüştüren zihniyete karşı mücadele açmış; demokrasi mücadelesine halk yığınlarını çekmek için bir dayanak olabilecek girişimler başlatmıştır. Bu doğrultuda atılan adımların emekçiler tarafından son derece olumu karşılandığı gelişmelerle ortaya çıkmıştır.
AB ile girişilen Kıbrıs tartışmaları ve yılın sonunda Annan Planı çerçevesinde bir anlaşma için masaya oturulacağının AKP Hükümeti tarafından ilan edilmesiyle, Kıbrıs sorunu yeni bir safhaya girmiştir. Ama, gerek seçim sonuçları üstünden yapılan tartışmalar gerekse Kıbrıs’ın Türkiye’nin egemen güç odaklarının kendi aralarındaki hesaplaşmanın odağı olması, Kıbrıs’ın en azından önümüzdeki yılın ilk yarısı boyunca Türkiye gündeminin en önüne çıkacağını söylemeyi kolaylaştırıyor.
Bütün bu gelişmelere birlikte bakıldığında;
1-) 2004’te, bir yandan Türkiye’nin demokrasi ve emek güçlerinin öte yandan Irak’ta olup bitenlerin baskısıyla Kürt sorununda demokratik ve halkçı çözümün önem kazanması, AB merkezli bir çözümün giderek etkinlik kaybedeceği bir zemine çekilmesi sürpriz olmayacaktır. Özellikle yerel seçimler; AKP’nin geriletilmesi ve halk güçlerinin birleşmesinin vesilesi olarak değerlendirilebilirse, Kürt sorununun halkçı, demokratik çözümü için geniş yığınların bir taraf olarak tutum almasının yolu açılacaktır.
2-) Kıbrıs sorunu üstünden girişilen hesaplaşma, egemen güç odakları arasında egemenlerin dış politikasının ana unsurlarını tartışma gündemine getirecektir. Bu da; bu dış politikanın emperyalizme bağımlı, şoven bir temele dayandığının gösterilmesi, barışçı, anti-emperyalist bir dış politika ihtiyacının yaygınlaşması bakımından son derece önemli fırsatlar sunacaktır. Bu, Kuzey Irak’taki hak iddiaları ve Amerikan-İngiliz-İsrail çizgisine bağlanma ile birlikte tartışıldığında, aslında emekçilerin kendi dünyalarını kurma mücadelesi için son derece önemli dayanaklar hazırlayacak gelişmelere yol açabilecektir.
3-) 2003’teki birikmeler, Türkiye egemenlerinin en azından elli yıllık politikalarının iflas ettiğini ortay koymuştur. 2004, bu gerçeğin herkesçe görülmesi bakımından başka gelişmelere de gebedir. Bu yüzden 2004’ün; Bağımsız Demokratik Türkiye için mücadele programının yaygınlaştırılması; bu doğrultuda halkın, işçi sınıfının örgütlenmesi, geniş kesimlerin demokrasi ve bağımsızlık mücadelesine çekilmesi ve açlık, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelenin de bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesiyle birleştirilmesi için adımlar atıldığı bir yıl olmaması için bir neden yoktur.
4-) Türkiye’nin, 14 milyon kişinin açlık sınırının altında yaşadığı, ortalama işçi ve memur maaşlarının yoksulluk sınırının çok altında olduğu bir ülke olduğu gerçeği; 2003’te daha da kesin bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. AKP Hükümeti, IMF ve Dünya Bankası programına bağlanarak; zengini daha zengin yoksulu daha yoksul yapmaya devam edeceğini göstermiştir. Çünkü, ianecilik, “cami önü yardım” tarzı, belki başlangıçta bazı tepkileri önleyebilir ama, Türkiye’nin sorunlarının “cemaat önlemleri”yle çözülemez; sosyal güvenliğin yaygınlaştırılması, parasız eğitim ve sağlığın her vatandaşın hakkı olduğu, açlık sınırının altında yaşayanlara insanca bir yaşam için sosyal yardım yapılması gibi, yoksulluğa karşı mücadelede de başarı sağlayacak adımlar atılmadıkça, açlık ve yoksullukla mücadele başarılamaz. Bu yüzden, 2004, aynı zamanda, yoksulluğa, açlığa karşı mücadelenin de önem kazandığı bir yıl olacaktır.
5-) Hükümet, IMF programını tavizsiz uygulamakta ve 2004 için pembe tablolar çizmektedir. Ancak rakamlar düzeyinde enflasyon düşmekle birlikte, ciddi ekonomi çevreleri, pek çok bakımdan bu programın yeni krizlere işaret ettiğini ifade etmektedir. Dahası hükümetin, “Bize bir yıl süre verin sonra bizden bir şey isteyin” dedikleri süre de bitmiştir. Bu da, emek ve demokrasi güçleri bakımından mücadelede mevziler kazanmak için yeni imkânlar demektir.  

EMEK MÜCADELESİ 2004’E NE DEVRETTİ
Sermaye güçlerinin uzun zamandır özlemini çektiği 1475 sayılı İş Yasası’nı bir esnek çalışma yasasına dönüştürme hayali, 2003 yılında gerçekleşti.
Sermaye güçleri 2003’te İş Yasası’nı değiştirdiler, sendikal bürokrasiyi teslim aldılar, ama, örneğin özelleştirmeye karşı mücadeleyi durduramadılar. Daha da önemlisi, bu mücadele TEKEL, TÜPRAŞ ve PETKİM gibi en önemli tesislerin işçilerini de kapsayarak genişledi.
Kamu emekçileri “rutin”, “takvime bağlı” eylem yöntemleriyle yıl boyunca mücadelelerini sürdürdüler. Özellikle sağlık işkolunda hekimlerin de katılımıyla yapılan ilk grev, bir genel greve dönüşecek ölçüde başarılı oldu. Ve bu gelişme, hem yılın sonuna “emek mücadelesi” damgasını vurdu; hem de mücadelenin devamı bakımından önemli dersler sundu.
Öte yandan Türk-İş, DİSK ve KESK’e üye sendikaların İstanbul şubelerinin 50’den fazlası bir araya gelerek, 2003 başlarında İstanbul Sendikalar Birliği’ni (İSB) kurdular. Mücadeleci bir sendikacılık çizgisinin geliştirilmesi, sınıf mücadeleci bir tutumunun tüm sendikalarda yayılması, İstanbul çapında pratik mücadelenin koordine edilmesi.. gibi amaçlarla kurulan bu birlik, İş Yasası’nın Meclis’e gönderilmesi sürecinde sendikasız işçileri de katarak yaptığı toplantılar ve yılın son ayında Kadırga’da 500’den fazla işçinin katılımıyla düzenlenen “Sendikal özgürlükler ve demokrasi” konulu toplantıyla, mevcut sendikaların hem tabandan kopmuşluğunun aşılmasının yolunu hem de “siyaset dışılık” tutumunun aşılabileceğini gösterdi.
Yıl içinde, sendikal harekette irili ufaklı gelişmeler oldu. Esnek çalışma uygulamalarına, işten çıkarmalara ya da patronların baskılarına karşı mücadele verildi; gösteriler yapıldı. Ama bütün bunların ötesinde, 2003’e asıl damgasını vuran, genç işçilerin sendikalaşma çabaları oldu.
İstanbul’dan Uşak’a, Lüleburgaz’dan Gaziantep’e, Bursa’dan İzmir’e başlıca sanayi merkezlerinde yüzlerce işyerinden on binlerce işçi, sendikalaşmak için mücadeleye girdiler.
Yurt sathında girişilen bu mücadelelerin büyük çoğunluğu sendikalaşan işçilerin işten atılmasıyla bastırıldıysa da, bu, hareketin yayılmasını önlemeye yetmedi. Tersine; süreç ilerledikçe, işçilerin daha kararlı ve daha mücadeleci bir hatta girerek mücadeleyi başaracakları fikri yaygınlaşmaya başladı.
2003’te, sendikal hareketin sendikalar boyutunda da önemli sayılacak gelişmeler yaşandı.
2003’te yapılan sendika genel kurullarında, işçi sınıfı hareketi ve onun örgütü olan sendikaların bugünkü durumu eleştirildi, mevcut sendikaların hareketin ihtiyacına yanıt vermediği, hatta bugünkü durumdan çıkışın tek yolunun sınıf mücadeleci bir mücadele hattına geçişte olduğu, sağcı solcu, “siyaset-dışı”… tüm sendikacılar tarafından açıkça “itiraf” edildi. Türk-İş Genel Kurulu, bir “dibe vuruş”u gösterdiği kadar, aynı zamanda, çıkışın tek yolunun mücadeleci sendikacılıkta olduğunun itiraf edildiği bir genel kurul oldu.
Son yıllarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında, 2003’te;
1-) İşçi sınıfının en büyük bölümünü oluşturan genç, örgütsüz, çok ağır koşullar altında çalışan işçilerin; sendikalaşmak, çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için inatçı bir mücadeleye girişmeye yöneldiği bütün belirtileriyle ortaya çıktı.
2-) Sendikaların mevcut yapılarıyla ve aynı anlayışın yönetimlerde kaldığı koşullarda ayakta kalamayacağının sendika yöneticilerinin en üst kastı tarafından itiraf edilmesiyle, “Böyle gitmez, daha mücadeleci bir sendikal mücadele hattı” fikrinin sendikalaşmış kesimlerde ve işçi sendikalarının içinde de tartışılmasının önünün açıldığını, Türk-İş’in içinde de tartışmanın bu yönde merkezileşebileceğini söyleyebiliriz.
3-) 2003, bütün şikâyetlere karşın, aslında her gün Türkiye’nin birkaç yerinde eylemlerin olduğu bir yıl oldu. Ve yıl boyunca her eylemde; emek mücadelesinin sorununun, eylemlerin azlığından çok mücadelenin birleştirilmesi ve mücadeleci bir hatta çekilmesi sorunu olduğu, sendikal mücadelenin ancak bu hatta yenilenebileceği, her gün biraz daha derinden duyumsandı. Bu yüzden de, emek mücadelesinin 2004’teki asıl sorununun, sendikal mücadelenin mücadeleci bir hatta çekilmesi ve bu hatta birleştirilmesi sorunu olduğunu söylemek, gerçeği ifade etmek olacaktır.
*        *        *
Kuşkusuz ki; emek mücadelesi ya da öteki mücadele alanları için sorun, bu alanlardaki durumlar ve sorunların belirlenmesi değildir. Bunlar artık dost düşman herkes tarafından bilinmektedir. Bu yüzden, bütün alanlarda sorun; sınıf partisinin demokrat ve ilerici siyasi odakların, emek güçlerinin ne yapacağı, güçlerini nasıl birleştireceği ve nasıl bir mücadele hattı izleneceğidir. Bunu içindir ki, her alanda asıl rol, partiye, emekçilerin ileri kesimlerine, demokrasi güçlerine düşmektedir. 2004’te bu doğrultuda adım atıldığı ölçüde, mücadelenin kendi ayakları üstüne kalkması kolaylaşacaktır. Yerel seçimler, Kıbrıs üstünden egemenlerin hesaplaşması, Kürt sorununun bir çözümü dayatması, Irak sorunu, egemenlerin bu konularda da kendi aralarında çatıştıkları gerçeği, sendikal mücadele alanında ortaya çıkan gerçekler ile, sınıf partisi ve öteki ilerici güçlerin mevzi doğru değerlendirilirse, 2004, pek çok konuda mücadelenin seyrinin değiştiği, emek ve demokrasi güçlerinin saldırıları püskürtmek için stratejik öneme haiz bir pozisyon edindikleri yıl olabilir. Yeter ki, bu alanda herkes üstüne düşeni yerine getirebilsin.

Bağımsız kıbrıs’ın yolu Ankara’dan geçiyor

Kuzey Kıbrıs’taki tarihi parlamento seçimlerini geride bıraktık ve şimdi Kıbrıs sorunu Ankara’daki iktidar odaklarının kucağında yalnızca bir dış politika iflası olarak değil, aynı zamanda bir iç politika hesaplaşmasının konusu olarak duruyor.
Güney Kıbrıs’ın, “Kıbrıs Cumhuriyeti” sıfatıyla ve adanın tümünün temsilcisi olarak Avrupa Birliği’ne (AB) üye olacağı 2 yılı aşkın zamandır belliydi. Aslında o zamandan beri, Türkiye’nin 1974’ten bugüne kadar izlediği Kıbrıs politikasının iflas ettiği herkes tarafından kabul edilegeldi. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki çatışmaları ve Rum faşistlerin darbe girişimini bahane ederek, ABD’nin desteğiyle adaya müdahalede bulunan Türkiye yönetenleri, 1974’ten beri “Kıbrıs sorununun çözüme kavuştuğunu” savunarak, adanın Türkler ve Rumlar arasında taksim edilmesini dayattılar. KKTC’nin devam ettirilmesi veya Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye tarafından ilhak edilmesi, bu görüşün farklı versiyonlarıydı. KKTC’nin hiçbir devlet tarafından tanınmamasına, uluslararası hukuka göre Kuzey Kıbrıs topraklarının “işgal altında” sayılmasına rağmen, hatta Kıbrıslı Türkler içinde yer yer baş gösteren muhalefet hareketleri de görmezden gelinerek, bu “milli dava” ısrarla sürdürüldü. Fakat, Güney Kıbrıs’ın Mayıs 2004’te, “Kıbrıs sorunu çözülse de çözülmese de” AB üyesi olacağının kesinleşmesinin ardından, bu politika resmen çöktü. Ankara’daki iktidar odaklarının “stratejik hedef” olarak belirledikleri AB’nin, Güney Kıbrıs’ı içine alması, Türkiye’yi uluslararası alanda “korsan” bir devlet durumuna düşürecekti. Türkiye, AB üyesi olacak ülkelerden birinin topraklarını, 40 bin askeriyle ikiye ayırıyordu ve AB ülkeleri, kapılarında beklettikleri Türkiye’ye Kıbrıs sorununun çözümünü başlıca şartlardan biri olarak dayatmaktaydı!
İflas gerçeğini itiraf edenlerden, KKTC Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Ergün Olgun, 8 Mayıs günü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen bir panelde, şu sözleri sarf etti: “Hedeflerimiz değişmese de, stratejimiz iflas etti. Daha esnek politika izleyen, özellikle 1992 sonrası AB’yi bir politika unsuru haline getiren Güney Kıbrıs, bizim sabit hedeflerde, sabit politikada ısrarımız karşısında başarıya ulaştı. Bizim yeni bir oyun düzme zorunluluğumuz var. Bir fay hattından geçiyor Kıbrıs.” (Murat Yetkin, Radikal, 9 Mayıs 2003)
Buna rağmen Ankara, Kıbrıs politikasını yenilemeye girişmedi. Adanın iki kesimi arasındaki geçişlerin şartlı olarak serbestleşmesi vb. düzenlemeler de, Ankara’nın elini güçlendirmek yerine, Kıbrıslı Türkler ve Rumların birlikte yaşayabileceklerinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Ancak seçim sonuçlarının belli olmasının, üstelik KKTC parlamentosunu kilitleyecek bir sonuç çıkmasının ardından, Ankara, artık ciddi bir yol ayrımında. Üstelik bugün sorun yalnızca Kıbrıs politikasını yenileme sorunu değil; iktidar odaklarının iki kanadı arasındaki sert bir mücadelenin konusu artık Kıbrıs: bir yanda AKP Hükümeti’nin siyasi sözcülüğünü üstlendiği ve TÜSİAD’dan Ankara’daki AB lobilerine kadar uzanan iktidar odakları; diğer yanda, Genelkurmay’ın başını çektiği ve Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere “sivil” devlet bürokrasisinden CHP’ye, MHP’den Bülent Ecevit ve Mümtaz Soysal gibi siyasetçilere kadar uzanan geleneksel çizgideki iktidar kanadı.

KUTUPLAŞMA VE DIŞ MÜDAHALELER
14 Aralık seçimlerinin en belirgin iki özelliği, Kıbrıs Türk toplumu içindeki keskin kutuplaşma ile Türkiye’nin, AB’nin ve ABD’nin pervasızca müdahaleleri oldu. İktidar ortakları “Ulusal Birlik Partisi” (UBP) ve “Demokrat Parti” (DP) ile üç muhalefet partisi “Cumhuriyetçi Türk Partisi-Birleşik Güçler” (CTP-BG), “Barış ve Demokrasi Hareketi” (BDH) ve “Çözüm ve AB Partisi” (ÇABP) seçimlerin iki cephesini oluşturdular. Muhalefet partileri söylemlerinde “statüko” aleyhine sert demeçler verip, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adıyla anılan çözüm planının uygulanması ve Güney Kıbrıs ile birlikte AB’ye girilmesi yönünde propaganda yaptılar. İktidar partileri ve “Cumhurbaşkanı” sıfatı taşımasına rağmen tarafsızlığı tamamen bir yana atan Rauf Denktaş ise, Annan Planı’nı temelden reddederek, muhalefeti “hainlikle” suçladılar.
Terazinin iki kefesinin birbirine bu kadar denk oluşu, dış müdahale olanaklarını ve bu müdahalelerin etkilerini iyice artırdı. Zaten, Ankara’dan hiçbir adım atılmasa dahi, Türkiye devletinin “doğal olarak” iktidar partilerinin arkasında olduğu herkesçe bilinmekteydi. Çünkü, muhalefet daha baştan bu seçimlerde yalnızca milletvekillerinin belirlenmeyeceğini, Annan Planı aracılığıyla yeni bir rejimin kurulup kurulmamasının oylanacağını ilan etti. Bu, adanın kuzeyinde 1974’teki askeri müdahale sonrası Türkiye tarafından kurulan rejimin sonu demekti.
Tamamen Ankara’nın kontrolündeki bu rejimde memur maaşları, her ay Türkiye’den gönderilen ortalama 60 milyon dolar sayesinde ödenebiliyor. Uluslararası hukuka göre “40 bin Türkiye Cumhuriyeti askerinin işgali altında” olan Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye dışında hiçbir ülkeyle ticaret, ulaşım, haberleşme vb. ilişkisi bulunmuyor. Merkez Bankası Başkanı, albay rütbesinin üzerindeki subaylar gibi kilit kademedeki bürokratlar, Ankara tarafından, Kuzey Kıbrıslı olmayan kişiler arasından tayin ediliyor.
Üstelik, seçmenlerin yaklaşık yarısına tekabül eden bir kitle Türkiye göçmeni ve bu kitle geleneksel olarak UBP ve DP’yi desteklemekte. 14 Aralık seçim sürecinde de, daha önceki seçimlerde olduğu gibi, çok sayıda Türkiye göçmeni yeni seçmen yazıldı. BDH’nin mahkemeye yaptığı başvuru sonucunda, sadece 24 Eylül günü 1500’ü aşkın Türkiye göçmeninin KKTC vatandaşlığına geçirilerek seçmen yapıldığı ortaya çıktı. Bu kişilerin, Bakanlar Kurulu’nun, “Resmi Gazete’de yayınlanmaması şartıyla” aldığı dört satırlık bir kararla seçmen yapılabilmesi, ancak Kuzey Kıbrıs’taki Denktaş rejiminde mümkün olabilir. Muhalefetin yüzde 50’nin biraz üzerinde oy aldığı ve iki cephenin 25’er milletvekili çıkardıkları göz önüne alındığında, 141 bin seçmen içinden 1500 kişinin dengeleri ne kadar değiştirebileceği daha iyi anlaşılır.

AKP’NİN ZİK-ZAKLARI
14 Aralık seçimleri sürecinde, Ankara’nın Rauf Denktaş ve iktidar bloğuna desteği, bu “geleneksellik” sınırlarını da aştı. “KKTC’nin kuruluş yıldönümü” etkinliklerinin yapıldığı 15 Kasım günü adaya giden Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Rauf Denktaş’a tam destek sundu. “Kıbrıs politikasında açılım” bekleyen Ankara ve İstanbul’daki AB lobicileri büyük hüsrana uğrarken, Erdoğan onların gönlünü almak için muhalefet partileri liderleriyle de yarım saat kadar görüştü.
Aslında, 15 Kasım kutlamalarından 6 gün önce Kıbrıs konusunda zehir zemberek bir açıklama yapan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Erdoğan’ın hareket alanını oldukça daraltmıştı. Özkök, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye kontrolünde olmasının “stratejik önemine” işaret ederek, hem Kuzey Kıbrıs’taki muhalefetin umudunu kırmış, hem de AKP’ye mesaj vermişti: “Hiçbir Avrupalının ‘Haydi burası AB toprağı, birkaç gün içinde çıkın’ deyip, buraya gelip, Kıbrıs’ta savaşıp öleceğini sanmıyorum.”
15 Kasım günü adaya gidenler arasında yer alan Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç ise, Özkök’ten çok daha açık biçimde, geleneksel Kıbrıs politikasını dillendirdiler.
Ankara’nın seçimlere müdahalelerine bir örnek de, 14 Aralık’a bir hafta kala, “Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı” Abdüllatif Şener’in adaya yaptığı ziyaret oldu. Seçim yasaklarına rağmen, iktidar bloğu temsilcileriyle birlikte “temel atma” törenlerine katılan Şener, nihayet AKP’nin Kıbrıs politikasını açığa vurdu. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bir yandan “Kıbrıs’ta çözüm istiyoruz” açıklamaları yapıp Denktaş’a imalı eleştiriler gönderirken, diğer yandan da dönüp Denktaş’ın arkasında olduklarını ilan ediyorlardı. Şener ise, seçimlere bir hafta kala, Başbakan Derviş Eroğlu ile birlikte verdiği pozlarla, AKP Hükümeti’nin ağırlığını iktidar bloğundan yana koyduğunu dosta düşmana göstermiş oldu. Aynı günlerde, 3 Kasım seçimlerinde AKP’nin propaganda kampanyasını yöneten “reklamcının”, UBP için de çalışmaya başladığı kamuoyuna yansıdı.
AKP’nin son ana dek tavrını belli etmemesinin sebepleri arasında, “ordunun vereceği tepkiden çekinilmesi” veya “kararsızlık” gibi gerekçeler sayılabilir. Fakat, sebep ne olursa olsun, şu bir gerçek ki; eğer AKP Hükümeti haftalar öncesinden iktidar bloğunu desteklediğini ilan etmiş olsa, hatta açıkça muhalefet liderlerini eleştirse, bu kadar etkili olamazdı. Fakat, Kuzey Kıbrıs kamuoyunda, “AKP’nin de Kıbrıs sorununda çözüm istediği” kanaati yayılmışken ve seçimlere yalnızca bir hafta kalmışken iktidar bloğundan yana tavır konulması, muhalefete önemli bir darbe vurdu.
Kuzey Kıbrıs’taki muhalefet partileri, “rejimin güven oylamasına” dönüşen bu seçimlerden yüzde 51 oyu, Ankara’nın böylesi müdahalelerine rağmen aldılar. Rejimin simgesi olan Rauf Denktaş’ın oğlunun başında olduğu DP, yüzde 12 civarında oyla ancak üçüncü parti olabildi.
Öte yandan; seçimlere müdahale girişimleri, yalnızca Ankara’dan gelmedi. ABD Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs Koordinatörü Thomas Weston, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen başta olmak üzere, yabancı yetkililer de, Denktaş karşıtı açıklamaları ve Türikye-AB ilişkileri konusundaki tehditvari demeçleriyle, seçim sürecinde dikkatleri üzerlerine çektiler. Ancak, Denktaş-UBP-DP bloğunun her fırsatta bu demeçleri işaret ederek, “muhalefetin kökünün dışarıda olduğu” yönünde propaganda yapmış olmaları dikkate alındığında, böylesi müdahalelerin de muhalefetin işini zorlaştırdığı sonucuna ulaşılabilir.

BÖYLE SEÇİME BÖYLE SONUÇ
Kuzey Kıbrıs’taki seçmenler, bu karmaşık ortamda sandık başına gittiler. En trajik yan ise, iki bloktan hangisi kazanırsa kazansın, yeni hükümetin Türkiye’den, AB’den, ABD’den ve BM’den bağımsız olarak hareket edemeyeceğinin bilinmesiydi. Bu konuda, AB yetkilisi Verheugen ile Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül benzer sözler sarf ederek, Kuzey Kıbrıs halkının iradesinin fazla umurlarında olmadığını dile getirdiler. Verheugen, Kuzey Kıbrıs’taki rejim uluslararası zeminde tanınmadığından, seçimlerin AB açısından “ancak muhalefet kazanırsa bir anlam ifade edeceğini” söyledi. Gül de, “sonuçlar ne olursa olsun, Kıbrıs’ta Ankara’nın rızası olmadan adım atılamayacağını” belirtti.
Yarısı Türkiye göçmeni olan 141 bin seçmen, “Rumlar gelip toprağımızı alır” veya “Böyle giderse Kıbrıs Türk toplumu yok olur” gibi korkulara sürüklendi. Seçimlerin iki cephesi de söylemlerinde, kendileri iktidara geldiklerinde ne yapacaklarından ziyade, öbür taraf gelirse ne kadar kötü günlerin geleceğine ağırlık verdiler. İki bloğu oluşturan partiler ne sahip oldukları dünya görüşüne, ne de ileri sürdükleri siyasi ve ekonomik programa göre yapılanmıştı. Tarihi, emperyalist sömürgecilik ve müdahalelerin tarihi olan Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaset kültürü, sağlam köklere sahip partilerin oluşmasına izin vermediğinden; tek tek siyasetçiler ve partiler, her şeyden bağımsız olarak, Annan Planı’na “evet” ve “hayır” diyenler olarak kutuplaştılar. Bu, öyle kaygan bir zemindi ki, daha dün muhalif partilerden birine yakın olan birinin, UBP veya DP’nin listelerinde görülmesi kimseyi şaşırtmadı. Veya, koyu muhafazakâr olarak bilinen bir emekli subay, CTP veya BDH saflarına katılabildi.
Seçim sonuçları, böylesi bir sürecin ürünüydü. İki bloğun oy oranlarının yüzde 51’e yüzde 49 kalması fazla bir şaşkınlık yaratmasa da, parlamentodaki 50 koltuğun yarı yarıya paylaşılması kafaları karıştırdı. Seçimlerin en belirgin sonucu, muhalefetin, Rauf Denktaş’ı “Güney Kıbrıs ile müzakereleri yürütme yetkisinin” elinden alabilecek güce ulaşamaması. İkinci sonuç ise, bileşimi ne olursa olsun, zayıf kalacağı belli olan yeni hükümete Ankara’nın “siyaset dikte etmesinin” kolaylaşması oldu.

ANKARA VE ANNAN PLANI
Seçim sonuçlarının ardından, Ankara ve KKTC 8 ay öncesine; Güney Kıbrıs’ın 1 yıl sonra AB üyesi olacağının resmiyet kazandığı, Ergun Olgun’un “yeni bir oyun düzme zorunluluğundan” bahsetmek zorunda kaldığı günlere döndü. Zaten, 8 aylık seçim sürecinin sonunda hangi sonuç çıkarsa çıksın, Türkiye uluslararası kamuoyunun “çözüm” baskısını daha fazla hissedeceği bir döneme girecekti. Seçimlerin sonucu ise, bu yeni süreçte Denktaş’ın daha az veya daha çok yetkilere sahip olup olmamasını belirleyecekti.
Seçimlerin ardından Başbakan Erdoğan, aynı 1 yıl önce olduğu gibi, Denktaş’ı hedef almaya başladı ve yeniden “Annan Planı’nın görüşme zemini olarak kabul edilmesi gerektiği”nden söz etti. Denktaş da, Annan Planı’nın kabul edilemeyeceğini tekrar ederken, ordunun Erdoğan’ı dizginlemesi umuduyla beklemeye koyuldu.
Bu arada, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı bir takım “çözüm önerilerinin”, daha önce Denktaş’ın söylediği gibi “Annan Planı’na karşıt” olarak değil, “bu planda yapılması istenen düzeltme önerileri” olarak sunulacağı yönünde haberler gelmeye başlaması anlamlı. Türkiye ve KKTC’nin en yetkili kişilerinin hakkında “Rum oyunu”, “gizli Enosis planı”, “Kıbrıs Türkü’nü yok etme tasarısı” dedikleri bir çözüm planı, bugün kabul edilebilir bulunuyor!

AB’NİN KIBRIS OYUNUNA DAHİL OLMASI
Annan Planı; onyıllardır Doğu Akdeniz ve Ortadoğu politikaları çerçevesinde Kıbrıs’a emperyalist müdahalelerde bulunan ve bu nedenle yer yer birbirleriyle de karşı karşıya gelen ABD, İngiltere ve AB’nin üzerinde uzlaştıkları, daha sonra da Yunanistan’ı ikna ettikleri bir plan. Kıbrıs’taki “bir buçuk devlet”in birleştirilip yeni bir devletin inşa edilmesini, yeni devletin işleyişini, Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin birbirleriyle ve diğer ülkelerle münasebetlerini, AB ile Kıbrıs’ın ilişkisini vb. düzenliyor.
Adayı İngiltere sömürgesi olmaktan çıkaran 1959-60 anlaşmaları, nasıl Kıbrıs’ı, 2. Paylaşım Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzenine uygun olarak yeniden örgütlediyse, Annan Planı da bugünkü güç dengelerine uygun bir düzenleme öneriyor.
Adaya uygulanan çok yönlü emperyalist baskılar, 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temellerinden sarsılmasına sebep olmuş ve Türkiye’nin 1974 müdahalesiyle, Kıbrıslı Türk ve Rumların ortak devleti fiilen ortadan kalkmıştı. Aradan geçen zaman içinde Kıbrıs sorununun “askıda kalması”, ABD başta olmak üzere emperyalist müdahalecilerin, adanın kuzeyini kontrol altında tutarak burayı kumarhane cenneti, kara para aklama merkezi haline getiren Türkiye’nin ve adeta saltanat kuran Denktaş’ın çıkarınaydı.
Fakat bu denge, AB’nin genişleme stratejisinin temellerinin atıldığı ’90’lı yılların başından itibaren bozulmaya başladı. Giderek ekonomik ortaklıktan siyasi ve askeri birliğe doğru yönelen AB’nin genişleme stratejisinde başlıca hedeflerden birinin Kıbrıs olması kaçınılmazdı. Zira, ada Akdeniz’in kontrolü için önemliydi ve Kıbrıs’la tarihsel bağları olan Yunanistan, AB’nin etkin üyelerinden biriydi.
AB-Kıbrıs ilişkilerinin hızla geliştiği ’90’lı yıllar, aynı zamanda Türkiye-AB ilişkilerinin de canlılık kazandığı yıllar oldu. Yani, uluslararası zeminde Kıbrıs’taki çözümsüzlüğün sona erdirilmesi baskılarını tetikleyen AB, öte yandan da Türkiye’deki iktidar odakları üzerinde etkin hale geldi. Bugün ise, bu etkinlikten güç alan AB’ci kanatla, gelenekselci kanadın Kıbrıs üzerine çetin ve yoğun bir mücadeleye girişecekleri anlaşılıyor.
Öte yandan; Annan Planı için Türkiye’ye baskı uygulayan bu emperyalist güçlerin, birbirlerinden farklı amaçları olduğu da bir gerçek. Mayıs ayında Güney Kıbrıs’ı içine alacak olan ve Kıbrıs sorununun içine taşınmasından çekinen AB için, Annan Planı temelinde bir “çözüme” ulaşılması ve Kıbrıs’ta az çok istikrar sağlanması farklı bir anlam ifade ediyor. Dünyada ve bölgede çok daha geniş emperyalist emeller peşinde koşan ABD ve sadık müttefiki İngiltere içinse, “istikrarsızlık” da tercih konusu olabilir.
Örneğin; ABD’nin eski Savunma Bakan Yardımcısı ve şu sırada Pentagon’un danışmanı olan Richard Perle, geçen yıl yaptığı bir açıklamada, “Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olamayacağını” belirterek, “bu nedenle Türk-Amerikan ilişkilerinin, serbest ticaret anlaşması benzeri anlaşmalarla güçlendirilmesi gerektiğini” söyleyiverdi. Oysa, Amerikan yönetimi “resmen”, Türkiye’nin AB üyeliğinin en kısa zamanda gerçekleşmesini destekliyor. Bugünlerde, ABD’nin “yeni küresel askeri stratejisi” kapsamında, Kıbrıs’ta da askeri üs edinmeyi planladığına dair haberler hatırlanırsa; ABD’nin hem Türkiye ve Yunanistan üzerindeki kontrolünü devam ettirmek, hem AB karşısında elinde koz tutmak ve hem de bölgede yeni planlar devreye sokmak için Kıbrıs’ta yeni oyunlar oynayabileceği daha iyi anlaşılır.
Ankara’daki “Annan Planı karşıtı” kesimin, kimi zaman “AB baskıları karşısında ABD’den destek almayı” önerirken, sadece kendi fikirlerini dile getiriyor olmadıklarını, Washington’dan aldıkları bir takım mesajlarla hareket ettiklerini düşünmek de daha gerçekçidir. 

BAĞIMSIZ, BİRLEŞİK KIBRIS SEÇENEĞİ
Ankara’daki AB’ci ve gelenekselci iktidar odaklarının yeni bir çatışma konusu olan Annan Planı, yıllardır devam eden çözümsüzlükten bıktırılmış Kıbrıslı Türklerin ve Rumların geniş kesimleri tarafından, Kıbrıs sorununa çözüm olanağı olarak görülüyor. Birleşik bir Kıbrıs’ın oluşturulması için gerekli bazı asgari düzenlemeleri içermesi yanında, adaya yönelik emperyalist müdahaleleri de “hukuka bağlayan” bu belgenin, Kuzey Kıbrıs halkının elinde bayrağa dönüşmesinin başlıca iki sebebinden söz edilebilir. Bu sebeplerin ilki; Türkiye’nin adanın iki kesimini birbirinden ayırdığı 30 yıl boyunca oluşan tahribatın giderilmesi, dünyadan izole edilmiş bir kara para aklama merkezine dönüştürülen Kuzey Kıbrıs’ın rehabilitasyonu ve adanın iki toplumu arasındaki sosyal ve ekonomik uçurumun giderilmesi için gerekli düzenlemelerin Annan Planı içinde az veya çok yer alması. İkinci önemli sebep ise; ancak Annan Planı’nın arkasında duran AB, İngiltere ve ABD aracılığıyla Türkiye Genelkurmayı’na ve Denktaş’a geri adım attırılabileceğine inanılması.
Yaşadıkları toprak parçasının giderek “ıssız bir adaya” dönüşmesinden, işsizlik ve yoksulluğun katlanarak artmasından dolayı bunalmış olan Kuzey Kıbrıs’ın emekçilerinin, böyle bir eğilim göstermelerini anlamak güç olmasa gerek. Güney Kıbrıs’ın birliğe üyeliğinin ardından, “otomatikman” AB pasaportlarına sahip olacak Kıbrıs Türk gençliğinin yeni bir göç dalgasıyla adayı terk edeceğine; kısa zamanda Kuzey Kıbrıs Türk toplumunun yok olacağına ve Kuzey Kıbrıs’ın, Türkiye’nin bir vilayetine dönüşeceğine inanılıyor.
Bu arada, Kuzey Kıbrıslıların mücadelelerinin, “Annan Planı’nı savunmakla” sınırlı kalmadığı da gözden kaçırılmamalı. Her gün çalışmak için Güney Kıbrıs’a geçen ve sayıları 10 bine yaklaşan işçilerin bir kısmı, Ağustos ve Eylül aylarında “esnek çalışma” kurallarına karşı ve örgütlenme amacıyla grevler yaptı. Güney Kıbrıs’taki Tüm Kıbrıs İşçi Federasyonu (PEO) da, bir kampanyayla işçilere destek oldu. Sonuçta, 1500 civarında Kıbrıslı Türk işçi, PEO’da örgütlendi. Böylece, Rum ve Türk işçilerin ortak örgütlenmesi 40 yılı aşkın süreden sonra tekrar gündeme geldi. 70 bin üyeli PEO, faaliyetlerini “iki toplumlu” bir ülkeye göre yeniden düzenlemeyi, öncelikle de Türk işçilere kendi dillerinde hitap edebilmeyi hedefleri arasına aldı. “Birleşik Kıbrıs’a bir an önce varılması adına” Annan Planı ve AB üyeliğini destekleyen PEO içinde, AB müktesebatının Kıbrıs’a uygulanması nedeniyle meydana gelecek hak gasplarına karşı nasıl mücadele edileceğinin şimdiden tartışılmakta olması da dikkat çekici. Keza, Yunanistan’daki işçi ve köylü hareketlerinin AB yasalarına karşı mücadele deneyimlerinin, Kıbrıslı emekçiler için ilham oluşturduğu da.
Kuzey Kıbrıs Türk toplumundaki siyasi hareketlilik ve Rum kesimindeki böylesi gelişmeler, 1974 düzeni sarsılmaya başladığında bile, adanın emperyalist müdahalelerden arındırılması talebini yükseltecek, emek eksenli bir mücadele cephesinin olanaklarının ne kadar genişleyebildiğini gösteriyor. Adanın iki kesiminde de asgari demokratik koşulların doğması durumunda; emperyalistler ile Türkiye ve Yunanistan’ın müdahale imkanlarının daralacağı, Kıbrıslı Türk ve Rumların “bağımsız ve birleşik Kıbrıs” talebi etrafındaki örgütlenme ve mücadelelerinin güç kazanacağı açıktır.
Kıbrıs’ta, emperyalizme karşı halkların kardeşliğinin kazanması, elbette Türkiyeli emekçilerin bağımsız, demokratik Türkiye mücadelesinin de yararınadır.

ABD İŞGALİ, SADDAM’IN ELE GEÇİRİLMESİ VE DİRENİŞİN YÖNÜ

Saddam işgal güçleri tarafından ele geçirildi. Ülkesinde “kaçak” duruma düşürülen ve “Maça As” koduyla aranan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, ABD işgal güçleri tarafından esir edildi. Bu, 2003 yılının en önemli olayı olarak tarihe geçti. Saddam’ın ele geçirilmesine dair birçok spekülasyon bulunması bir tarafa bırakılarak söylenecek olursa, ABD’den on binlerce kilometre uzaklıkta bulunan, petrol rezervleri bakımından zengin ve stratejik önemdeki Irak’a savaş açılmış, bu ülkenin binlerce vatandaşı katledilmiş ve ülke işgal edilmiştir. Ülke yıkılmış, yağmalanmış, açlığın ve sefaletin içine itilmiştir. Petrol ve bölge üzerinde hakimiyet sağlanması uğruna insan nesline dair her şey ayak altında ezilmiştir.
ABD Saddam’ı ele geçirmiş olmayı büyük bir zafer olarak sundu. Irak’ı işgal etmiş olmayı birinci, Saddamı ele geçirmeyi de ikinci zafer olarak ilan eden ve bu durumdan tüm dünyaya “dünyanın tek hakimi benim” mesaj vermek üzere faydalanmayı hesaplayan ABD, olup biteni tüm dünyaya ABD’nin irtica ve terörizm karşısında kazandığı büyük başarı olarak sundu. Afganistan’dan sonra Irak.. Hâlâ süren bombalamalarla yıkıntı ve acı içinde bırakılan Irak’ın işgali ve Saddam’ın ele geçirilmesi, 11 Eylül’ün rövanşı gibi yansıtılmaktadır.

KARANLIK VE ACI DOLU DÖNEM KAPANDI: “KIZIL ŞAFAK” DOĞDU!
Operasyonun adı “Kızıl Şafak”tı. Füzeleriyle, stok edilmiş kimyasal gazlarıyla, her köşe başı muhafızlarla tutulmuş, tüm yolları tuzak döşeli, mayın tarlalarıyla çevrilmiş Bağdat başta olmak üzere altı sığınak dolu şehirleriyle, gündeme getirilerek beyinlere kazınan Irak’ın kudretli devlet başkanı, işte, ABD’nin elindeydi. Doktorlar nasıl da onun sağlığıyla ilgileniyorlardı! İşgalciler ne kadar insancıldı! Başında bit, ağzında diş kontrolü yapılan zavallı derekesine düşürülen bir Saddam sunumuyla karşı karşıyaydık.
Girilmedik köy, tecavüz edilmedik ev bırakılmamış Irak’ta Bush’un gelip “Noel hindisi” sunması ve her karış toprağın asker postalları altında çiğnenmesi, elbette halkların zihninde bir şeye karşılık gelmektedir ve emperyalistler bunu ısrarla yapmaktadır. ABD insana dair olan her şeyi kirleterek, tüm dünyaya bir ders vermektedir
Kuşkusuz ABD’nin bu yönlü propagandası etkili olmakta; tüm dünyaya egemen olan burjuva kapitalist yönetme tarzı, bunu en ücra köşelere kadar taşımakta önemli rol oynamaktadır. Güçlü bir karşı propagandanın gerçekleştirilemediği günümüz koşullarında, emperyalist propagandanın kırılması ve yalanın perdesinin yırtılması daha çok ve daha güçlü çabayı gerektiriyor. Gerçeğin güçlü bir sesle dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına anlatılamadığı koşullarda, ABD ile birlikte diğer emperyalistler ve tüm işbirlikçi yönetimler halkları aldatmakta, onları politik amaçlarına alet etmekte ve bu yolla iktidarlarının ömrünü uzatmaktadırlar.
Irak ve Saddam, emperyalist hegemonyanın şaha kalkması ve tüm dünya halklarının tehdit edilerek boyun eğmeye zorlanması bakımından seçilmiş bir savaş cephesi durumundadır.
İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali, Kürtlerin kimyasal gazlarla kitlesel katli gibi olayların müsebbibi olarak, Saddam, tüm dünyanın gündemine sokulmuş bir devlet başkanıydı. Birinci Körfez Savaşı’nın ardından devam eden ABD-Irak çelişkisi ve hemen her gün televizyonlarda süren “kimyasal silah avı”, giderek ilaç ve çocuk mamasına varan ambargolarla gündemde olan Irak ve ismi Irak’la eşleşmiş olan Saddam’ın tüm dünya kamuoyunca yakınen tanındığı bilinmektedir.
Saddam’ın ele geçirilme tarzı ve yakalanırken içerisinde bulunduğu görüntülerin evire çevire dünya kamuoyuna sunulması, işte bu, geçmişte beyinlere kazınan “güçlü Saddam” sunumunun tersten gösterilmiş görüntüsüydü. En çarpıcı görüntüler bir mizansen içinde verilmekteydi. Saddam bir devlet başkanı gibi değil, adli bir vakadan aranan, çaresiz kalmış bir düşkün olarak yansıtıldı ekranlara. Böylece emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin karşı konulmaz ve yenilmez olduğu dünyaya ilan edilmiş oluyordu. Hiçbir “ikinci sınıf” ülkenin ve onun liderinin ABD hegemonyasına baş kaldıramayacağı, bu “yakalanmış zavallı” görüntüleriyle kanıtlanmaktaydı.
Sadece Irak Arap halkına değil, Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Lübnan, Suriye, Filistin, Ürdün, S. Arabistan, Kuveyt ve İran Körfezi Emirlikleri’ne kadar olan koca bir coğrafyaya yayılmış Arap halkına ve tüm Müslüman dünyaya ele geçirilmiş Saddam’la gösterilen ve önerilen “tövbekarlık”ken, Batı’ya ise, “iftihar” edilecek bir tablo sunulmaktaydı!
Özellikle Arap halklarına, bölge halklarına ve tüm Müslüman dünyaya gözdağı verilmekte, hedef kitle, bir sığınakta düşkün halde ele geçirilen Saddam’la “terbiye” edilmek ve hizaya getirilmek istenmektedir.
Elbette burada, son birkaç yılda ABD’ye kafa tutmasından dolayı topladığı sempati ve oluşan “karizmanın” yerle bir edilmesi çabası görülmektedir. “Meydan okuyan adam” tutumlarıyla, Filistin direnişine dair övücü sözleri ve İsrail’e fırlattığı füzeleriyle, ABD ve İsrail karşıtı insanların gönlünde yer bulmuş olan Saddam’ın örselenmesi ve rencide edilmesi, sadece Irak halkı için değil, aynı zamanda Filistin direnişi, Arafat ve diğer bazı “söz anlamaz” liderler için de, ibret alınacak bir durum olmalıydı. Zira, Arafat’ın kuşatma altında olması, Filistin halkına yönelik görülmedik saldırılar, uygulanan pervasızlık, süren kitlesel katliamlar ve yükselen “sınır duvarı” ABD’nin Irak’ta gerçekleştirdikleriyle uyum içindedir.
Diğer yanda, Saddam’ın gadrine uğramışların yedeklenmesi için de hesaplar yapılmaktadır. ABD, Irak’ı işgal etme ve Saddam’ı ele geçirme operasyonlarında, Saddam’ın Kürtler, Şiiler, Asuriler, Türkmenler ve diğer bölge halkları nezdinde kötü olan sicilini de bir olanak olarak görmekte ve bu durumu olabildiğince değerlendirmektedir. İşgalci ve sömürgeci ABD, tüm kötü ününe rağmen, Saddam’ın yıllarca kan kusturduğu bu bölge halklarıyla “ilişki ve diyalog” içinde olmayı önemsemektedir.
ABD, Irak, İran ve Türkiye üzerindeki hesapları bakımından, Kürtlerin özgürlük taleplerini suiistimal etmek, sömürmek, Kürtlerin politik temsilcileri olarak öne çıkmış olanları yedeklemek ve Kürtlerin hamisi olarak yer tutmak için birçok entrikaya başvurmaktadır. Bölgedeki yayılmacılığını güçlendirmek için işgali uzun tutması gereğini hesaplayarak, tepkileri etkisizleştirmenin birçok yolunu hesaplamaktadır. Meşruiyetini Saddam’ın Kürtlere ve diğer halklara yönelik baskıcı ve öldürücü politikalarına ve onların durumunun hala “güvence” altına alınmamış olmasına dayandırmaktadır. 
Ancak, aynı zamanda, ABD tüm bölgeyi kan gölüne çevirecek ölçüde yığınak yapmayı sürdürmektedir. İran, Suriye, Libya, Yemen gibi ülkeler başta olmak üzere, bir bir Irak’a dönüştürülecek ülkelerin kuşatması sürmektedir. ABD, hizaya getirip koşulsuz olarak egemenliği altına alamadığı her ülke için tehdit durumundadır. Ve artık tüm bölge açık bir işgal tehdidi altında bulunmaktadır.
Bu modern haydut çetesinin saldırgan ve sömürgeci eylemi görülmeden ve onun açık işgalci tutumuna karşı mücadele araçları geliştirilmeden beklemek hiçbir bölge halkının hayrına olmayacaktır. Bölgedeki herhangi bir halkın özgün durumundan ve çözümlenmemiş –Kürt sorunu gibi– sorunların çarpıcı olarak gündeme gelmiş olmasından kalkarak, diğer bölge halkaları için tehdit olan bir güce müsamaha göstermek, büyük bir yanılgı ve tehlike ile birlikte yaşamak olacaktır. Böylesi koşullarda geleceği garanti altına almak mümkün değildir. Bölgede, ABD’ye ve diğer emperyalist güçlere yönelik olarak gösterilecek her iyiniyet tutumu, kurtlar sofrasında yem olmayı beklemekle eş anlamlıdır. Bu yaklaşımla hiçbir taşı doğru oturtmak ve bölge halklarının geleceği hakkında doğru öngörülerde bulunmak mümkün olmayacaktır.

EMPERYALİZMİN ELİNİ GÜÇLENDİREN SADDAM VE HALK DİNAMİĞİ

Saddam’ın geçmişi ve bugün içine düştüğü durum bir bütünlük içinde ve doğru irdelenmeden, onun tüm icraatlarının emperyalist politikalardan bağımsız olmadığı görülmeden, bölgedeki savaş ve çatışmaların kaynağı olan paylaşım kavgası ve aşırı kâr hırsı anlaşılmadan ve emperyalizmin karakteri unutularak, girilen her ilişki ve yapılan her değerlendirme, serap görmekle eşdeğer olacaktır. 
Zira, yakın geçmiş, mevcut durum ve hızla değişen çok yönlü gelişmeler, bir bütünlük içinde ve bilimsel sosyalizmin süzgecinden geçirilerek değerlendirildiğinde görülecek olan; Irak işgaliyle birlikte sunulan emperyalizmin yeni dönemdeki azgın görüntüleridir. Emperyalizmin değişmeyen karakteriyle birlikte, YDD’nden anlaşılması gerekenin ne olduğu ve emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatışmaların boyutu ile bölgenin stratejik önemi bakımından çarpıcı veriler sunmakta olan Irak işgali, özellikle bölge halkları bakımından, süratle bir ortak tutum geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Tüm karmaşıklığına, her ulus, azınlık ve mezhep bakımından özgünlüklerine rağmen, süreç, emperyalist yeni bir paylaşım savaşı hesaplarına denk düşmektedir. 
Saddam’ın eski bir ABD işbirlikçisi olması bir yana bırakılarak söylenecek olursa; onun, Irak’ın sınırları içine hapsedilmiş değişik ulus ve mezheplerden halklara kan kusturmuş olması, ABD’nin bölge halklarını etki alanına almasında önemli etken olmuştur. Şiilerin, Asurilerin, Türkmenlerin, Kürtlerin ve –iktidar nimetlerinden faydalanan bir avuç Arap dışta tutulacak olursa– Arap halkının yıllardır baskı ve sefalet koşullarında yaşaması, işkencenin, zulmün ve sefaletin egemenliği, dahası kullanılan kimyasal gazlarla binlerce Kürdün katledilmesi, on binlercesinin yerinden ve yurdundan sürülmesi, ve hâlâ devam eden esaret koşullarının sorumlusu olarak Saddam büyük tepki toplamıştır. Yaygın ve sistematik propagandanın da etkisiyle tüm dünyanın nefretini kazanmış olan Saddam, ABD’nin bölgeye ilişkin planlarını uygulamasında “ilk vuruş” için bulunmaz bir av özelliği taşıyordu. ABD, Saddam’ı, ‘seveni’ ve ‘sevmeyeni’ için de ders çıkarılacak bir malzeme olarak evirip-çevirip kullandı ve bölgeye hiçbir dönem olmadığı kadar girdi.
İran’la savaşa girerek 1 milyon insanın ölümüne neden olan, Kuveyt’e saldıran, Amerikan uşağı diğer Arap yönetimlerine hakaretler yağdıran ve tehditler savuran, Birinci Körfez Savaşı’nda ABD’ye bayrak açan Saddam’ın ele geçirilmesi, ABD için bulunmaz bir nimet olmuştur.
Ancak, bu durum, aynı zamanda, bugüne kadar olmadığı ölçüde bir tehlike anlamına gelmektedir: Siyonizm ve Amerikan karşıtlığı üzerinde temellenen Arap milliyetçiliği ve bölge halklarının emperyalizme ve özellikle ABD emperyalizmine duyduğu nefret çok uzun olmayan bir süre içinde daha kapsamlı bir direniş hareketine dönüşebilir. Kim ne derse desin, ABD bir bataklığın içindedir, ve burada nispeten kalıcı bir zafer kazanması o kadar kolay olmayacaktır. Bunun içindir ki,  o eline geçirdiği her imkanı propaganda malzemesine dönüştürmekte ve bombalar eşliğinde kullanmaktadır; Saddam’ı ele geçirmeyi bir şova, bir güç gösterisine dönüştürmekte “ince” yöntemler kullanmaktan geri durmayan, bu, özgürlük ve demokrasi düşmanı güç merkezi, Irak ve tüm bölge halklarına, onları bir suçludan kurtardığı ve özgürlük getirdiğini anlatmak için özel çaba harcamaktadır. Ancak, ABD, Saddam üzerinden sağladığı güçlü manipülasyona rağmen, bölge halkının ABD işgalini sindiremediğini/sindiremeyeceğini bilmektedir. “Sükuneti sağlayıp, yönetimi emin ellere bırakıp dönme” açıklamaları ve “demokrasiye geçiş programları” bu kaygıdan ayrı düşünülemez.
Yaygınlaşan direnişi ve durdurulamayan halk tepkisini görmemek mümkün değil. Arap halklarının ve bölgenin tüm Müslüman halklarının, ABD’nin müdahalesi ve işgalini kabullenmediğini, dahası bölge halklarının Amerikan emperyalizminden ve işbirlikçilerinden nefret ettiğini bilmek için kahin olmak gerekmiyor. Bölge işbirlikçi yönetimleri, Kral ve Emirlerin ABD müdahalesi dolayısıyla çektikleri “karın ağrısı” ve halk tepkisinin ne düzeye varacağına dair kaygıları da bilinmektedir.
Bölgeyi istila etmiş ve halkın onurunu çiğnemiş ABD karşısında sessiz kalan yönetimlerin karşılaşacağı halk tepkisinin ezilen ve sömürülen halkın diğer talepleriyle birleşmesi kaygısını da taşıyan işbirlikçi yönetimler, ABD’nin yönetimi halka bırakması için telkinde bulunuyorlar. Petrol deryasına, dolar bolluğuna, lüks ve şatafatın egemen olduğu yaldızlı görüntülere rağmen, Arap ülkelerindeki halkın açlık, sefalet ve ilkel koşullarda yaşamaya mecbur edilmiş olduğu, ve bu on milyonlarca insanın işbirlikçi Arap yönetimlerine ve ABD’ye sempati ile bakmadığı gerçeği, çelişkinin esasını oluşturmaktadır.
İsrail Siyonizmine karşı kin ve nefret dolu olan, bununla birlikte, ABD emperyalizmini İsrail destekçisi, özgürlük ve bağımsızlığın azılı düşmanı ve her gün öldürülen onlarca Filistinlinin katili olarak değerlendiren Arap halkının esir alınması mümkün olmayacaktır. Saddam görüntüleriyle bu halkı susturmak ve teslim almak düşünülemez bile.
Saddam’ın başında bit ayıklama ve ağzını açtırarak diş sayma “sunumu”nun halkın üzerinde etki yapması beklenir bir durumdur; ama bu, aynı zamanda, karşı tepkileri yaratmak ve geliştirmeye de neden olmaktadır. Nitekim, GHK’nin (Geçici Hükümet Konseyi) Saddam’ın yargılanmasını halka açık yapmaktan vazgeçmesi, hem Saddam’ın tutumu, hem de halkın alacağı tutum bakımından gündeme gelmiştir. Özellikle Ortadoğu halkları bakımından “onur”la ilişkilendirilerek seçilmiş “ince” yöntemlerle ekranlara yansıtılmakta olan görüntülerin ters teptiği, şimdiden görülebilir. ABD, yıllardır tüm dünya kamuoyuna bir cani, kitle imha silahlarının ve Saddam Füzeleri’nin başına oturmuş bir katil ve ABD’ye yıllarca kafa tutmuş bir adamı, “tünemiş bir tavşan gibi”  yakaladığını allandıra ballandıra anlatsa da; halkların gözüne kara çalmak, gerçekleri tersyüz etmek olanaklı değil.

ABD-SADDAM İLİŞKİSİNİN ÖZET TARİHİ
ABD İran-Irak savaşı boyunca Saddamı destekledi. Şah’ın yıkılışıyla kaybedilen İran kalesinin yeniden kazanılması ve bununla birlikte Irak’ın denetim altına alınması için ne gerekiyorsa yaptı. Kuşkusuz o, savaşta Saddam’a bu desteği sunarken, bu vesileyle tüm Arap dünyasında sempati rüzgarları estireceğini ve takdir toplayacağını hesaplamaktaydı. 1967 Arap-İsrail savaşı ile kesilmiş olan Irak-ABD ilişkilerini onarmak ve Perslere yenilen Arapların imdadına yetişmek, tüm Arap dünyasında olumlu etki yapacaktı. Bu bulunmaz fırsat iyi değerlendirilmeliydi. ABD’nin gözünde ünlü bir BAAS milliyetçisi olan Saddam, Arap halklarının İsrail ile yeniden ilişki kurmalarında “uzlaşmacı kişilik” olarak da önemsenmekteydi.
Diğer yandan, İran ile Irak arasındaki savaşın Mollalar lehine döndüğünü hisseden ABD iyice telaşa kapıldı. Şah’ı yerle bir eden İran’ın Irak’ı da yenilgiye uğratarak zafer kazanması olasılığı, ABD’yi kaygılandırmakta ve ürkütmekteydi. Mollaların zafer kazanması demek ABD’nin tüm bölgedeki çıkarlarının tehdit altına girmesi demekti. Şah’ın devrilmesiyle ABD ve İngiliz emperyalizmine ve onların tekellerine kapanan İran petrollerinin kapıları tamamen kilitlenecek, ve üstüne üstlük, bölgede bir daha düzelmesi zor bir ‘dengesizlik’ ortaya çıkacaktı.
Bu yeni gelişme, Körfezdeki Amerikan çıkarlarına, en başta da bölge petrollerine erişim olanağına yönelik büyük bir tehdit olarak değerlendirildi ve hızla harekete geçildi. İran’da kadim işbirlikçisi Şah’ı kaybetmeyi hazmedemeyen ve bu ülkenin zengin petrol yataklarına hükmetmekten vazgeçmemiş olan ABD, yeniden müdahale olanakları bulmuştu ve bunu genişletmek için Irak’a destek sunmak gerekiyordu.
Reagan’ın başkanlığı döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi olan ve aynı zamanda Irak’la yakından ilgilenen Howard Teicher, o dönem  Washington Post’a yaptığı bir açıklamada, “Realpolitik bize durumun daha kötüye gidişini durduracak şekilde davranmamızı emrediyor.” diyecekti. Akabinde Rumsfeld’in, Aralık 1983’te, Saddam Hüseyin’i, ABD temsilcisi olarak ziyaret ettiği biliniyor.
Bu tarihten sonraki yıllar boyunca ABD,  Saddam’ı desteklemekten geri durmadı. İran savaşında kullanılmak üzere kimyasal silahlar Saddam’a ABD tarafından verildi. Yine tüm askeri teçhizat ABD desteğinde sağlandı. Ancak ABD, şimdi olduğu gibi, o zaman da birçok “ata oynamakta”ydı. Irak-İran savaşında petrol yataklarına yeniden sahip olmak isteyen ABD ile birlikte Fransa ve İngiltere, Irak’a kimyasal silahlar, füzeler, süpersonik uçaklar satan ülkelerdi. Arap ülkelerini parçalamak amacındaki İsrail de, savaşta Irak’a destek sundu. Sovyetler Birliği ise, Irak’ın hemen tüm modern silah ihtiyacını gideren ülke durumundaydı.

ABD-SADDAM İLİŞKİLERİ VE CIA PLANLARI
United Press International (UPI) ajansından Richard Sale’in yayınlanan araştırmasında, Saddam’ın CIA ile tanışıklığı, 1958 yılına dayandırılmaktadır. Monarşiye karşı az çok devrimci ve ilerici bir ayaklanma olarak gelişen ve Kral Faysal’ın devrilmesiyle son bulan gelişmelerin ardından, General Abdülkerim Kasım’ın iktidara gelişini hazmedemeyen ABD, darbe hazırlıklarına, bu tarihten itibaren girişti. “Komünistler”in de desteklediği, liberal subayların temsilcisi General Kasım’ın iktidara gelişinin hemen ardında, Kasım’a karşı 1959’da gerçekleştirilen suikast girişiminde, CIA desteğinin varlığı biliniyor. Bu, aynı zamanda, Saddam-CIA tanışıklığına denk gelen dönem.
O yıllarda da, Irak, önemli bir stratejik merkez olarak değerlendirilerek, hedefte bulunmaktaydı. Tıpkı İran-Irak savaşında olduğu gibi, öneminin arttığı bir dönem. General Kasım’ın Kral Faysal’ı devirmesiyle ABD karşıtı bir tutum sergilemesi ve Bağdat Paktı’ndan çekilerek Sovyetler Birliği’yle ilişkilerini güçlendirmesi, ABD’yi “yeni arayış”lara yöneltmişti. Yayılan Sovyet etkisini engellemenin yollarından birisi de, bu ülkelerdeki iktidar kavgaları ve klikler arası çatışmayı değerlendirmek oldu. Ve iktidara gelişinden beş yıl sonra, 1963’te, Abdülkerim Kasım Baas gericiliğinin gerçekleştirdiği bir darbeyle devrildi ve idam edildi. Bu darbedeki CIA’nin rolü, o yılların Baas parti sekreteri tarafından şöyle açıklanmıştı: “İktidara, CIA trenine binerek geldik.”  Bu darbeyle iktidara gelen Albay Arif, Saddam’ı Baas’ın Gizli İstihbarat Bölümü’nün sorumlusu olarak atayacaktı. Komünist sayılanların ve ilericilerin tutuklandığı ve kıyıma uğradığı bu dönemde, komünist avı başlatan Ulusal Muhafız Birlikleri Saddam tarafından yönetilirken, CIA önemli bir yol göstericiydi.
1968 yılında General El-Bekr devlet başkanı oldu. Böylece, gerici, feodal ve komprador burjuvazinin temsilcisi olan Baas Partisi iktidarını daha da sağlamlaştırdı. Artık Saddam için iktidar yolu da açılmış oluyordu.
1970’lerin başlarında Basra Körfezindeki ABD karakolu, Şah’ın İran’ıydı. Başkan Richard Nixon, ABD’nin  Basra Körfezindeki çıkarlarının koruyucusu olarak İran Şahı’na özel ilgi ve ihtimam gösteriyordu. Ancak 1979’da Şah’ın devrilmesi ve aynı yıl Saddam’ın Irak’ın başına geçmesi, ABD’nin planlarında değişikliği zorunlu kıldı.
ABD, Reagan döneminde, yani 1981 sonlarında İran-Irak savaşındaki gelişmeleri gerekçe ederek, İran’ın olası zaferini engellemek üzere harekete geçti. Daha önce “terör destekçisi” sayılan Irak, 1982’de, alelacele, ABD’nin “terörizm destekçileri” listesinden silindi. Irak için uygulamada olan ithalat sınırlaması kaldırıldı ve yeni kredi olanakları için düzenlemeler yapıldı. Hem sivil hem askeri amaçlarla kullanılabilen kimyasallar, gelişmiş iletişim donanımları ve sair teknolojik malzemenin alımına kapı açıldı. Kasım 1983’te, Irak’ın İran güçlerini engellemek amacıyla kimyasal gazlar kullandığı açığa çıkmasına rağmen, ABD bunu örtbas etti. Reagan’ın 114 No.lu Milli Güvenlik Karar Yönergesi’ni bu amaçla imzaladığı bugün açığa çıkmış bulunmaktadır. Bu gelişmenin ardından Rumsfeld Bağdat’a giderek görüşmelerde bulundu. Bu görüşmenin akabinde, 1985’te, ABD, 1,5 milyar dolara karşılık gelen şarbon türevleri ve zehirli gazlar vererek, Saddam’ın nükleer ve biyolojik silah programına büyük olanaklar sundu. ABD, Saddam’ı, BM ve başka birçok uluslararası kurumun korumasına ve desteğine aldı. ABD Kongresi’ne yardımların kısılması ve kesilmesi amaçlı olarak gelen öneriler ve yine BM’de yasaklanmış silahların kullanıma karşı gelişen tepki ve alınmak istenen kararlar, Reagan tarafından engellendi.
Krediler, örtülü ödenekler ve askeri teçhizatlarla güçlendirilen Saddam, uluslararası birçok silah tekelinin desteğine kavuşturuldu. CIA koordinatörlüğünde birçok silah tekeli Saddam’a silah vermeye başladı. Dönemin CIA Müdürü William Casey Irak’a yönelik planların başında bulunuyordu. İran’ın, adına “İnsan Dalgaları” dediği taarruz taktiğinin diskalifiye edilmesi için sağlanan Misket Bombaları, Şili’li bir şirket olan Cardoen tarafından sağlandı.
Mart 1988’de Halepçe’de Kürtlere yönelik zehirli gaz kullanıldığında, CIA, Saddam’a tam destek veriyordu. 5 binden fazla Kürdün ölümüne desteği ABD’nin sağladığı, belgeleriyle açıklandı. ABD’nin Irak’a yardımı, Kuveyt’in işgaline kadar devam etti.   

SADDAM’IN ELE GEÇİRİLMESİ VE UŞAKLARIN SEVİNÇ ÇIĞLIKLARI
Saddam’ın yakalanması, ABD için olduğu kadar, emperyalizmin uşakları için de sevinç gösterilerine neden oldu. Türkiye’deki işbirlikçiler, ABD karşısında yıllardır sürdürdükleri onursuzluğu unutarak, büyük bir arsızlık örneği sergilediler. Tam bir Amerikan uşaklığı gösterisi yaşandı. Savaş karşıtı milyonların ve işgale hayır diyen tüm Türkiye halkının karşısına Amerika’nın sesi olarak çıktılar, ve adeta, tüm Amerikan ve savaş karşıtlarına “ders” verdiler. Saddam’ın düştüğü durumla dalga geçtiler. AKP Hükümeti daha birkaç ay önce gidip kol kola girdiği, ticari anlaşmalar yaptığı, geleceğe dair projeler konuştuğu Irak’ın devlet başkanı Saddam’ın ele geçirilmesiyle gönendi. ABD’yi alkışladı, kendisine de pay çıkarmak için çırpınıp durdu. Bu, damat Ferit’in muadilleri, Padişah eteğinin kırıntıları durumundaki mandacı zevat, Amerika’da bile görülmeyen sevinç çığlıkları attılar!
Medya, aylardır karaladıklarının direnişçiler olduğunu unutarak, Saddam’ın direnmeden teslim olduğunu yazarak dalga geçti, Saddam’ın içinde bulunduğu koşulları, aşağılama unsuru olarak kullandı. Bilumum işbirlikçiler, ABD’ye dizilen övgülerle, iğrenç bir yağcılık örneği sergilediler. Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olmasından yana tüm güçlere karşı ABD saflarında hizaya geçtiler. İşbirlikçiler ve ruhunun tüm derinliklerine uşaklık sinmiş olanlar, böylece, ABD’ye direnmenin olanaksızlığını da kanıtlamaya çalıştılar.
Bu güruhun Saddam’ın yakalanışı ile çığlık atması, tüm Türkiye halkının içinde bulunduğu tehlikeyi göstermeye yetmektedir. İşgal edilmiş bir ülke halkının işgalciye karşı koyuşunu, küçümsenecek, aşağılanacak ve iğrenilecek bir durum olarak anlayan ve böyle sunanların yönetimde bulunduğu bir ülkenin, güven içinde olmadığı açıktır. Ve onlar, işbirlikçi ve halk düşmanı mihraklar olarak, Türkiye’nin başına böylesi bir hal geldiğinde ne yapacaklarını bu vesileyle de ilan etmiş oldular. Başka bir güç ya da emperyalist bir mihrak tarafından ülkemize yönelecek bir saldırı karşısında, tıpkı “Kurtuluş Savaşı”ndaki Damat Feritler ve Ali Kemaller gibi davranacaklarını göstermiş oldular.

ÜLKESİNİ SAVUNACAK TEK GÜÇ İŞÇİLER VE EMEKÇİLERDİR, ÜLKENİN TÜM HALKIDIR
Saddam, Kürtlerin, Arap halkının, Şiilerin, Türkmenlerin, Asurilerin ve tüm halkın düşmanıydı. Burjuva kapitalist dünyanın bir unsuru olarak Irak’ın yönetimini elinde bulunduran bir gericiydi. Tıpkı bölgedeki diğerleri gibi, Türkiye’nin başındaki güç odakları gibi bir zihniyetin sahibiydi. Sömürü ve baskı düzeninin savunucusuydu. Kurulu düzeni sürdürmek için elindeki tüm olanakları kullandı. Darbeler tezgahladı, katliamlar gerçekleştirdi, ülkenin maddi ve manevi tüm değerlerini yağmaladı. Özgürlük ve bağımsızlık yanlısı tüm güçleri, en hunhar yöntemler kullanarak ezdi. Sosyalistleri, işçi ve emekçi iktidarını savunan ve bunun için mücadele edenleri yaşatmadı. Gerçek yurtseverler ölüm, işkence ve sürgün dolu yıllar yaşadılar. Ulusal özgürlük için mücadele eden Kürtler, Saddam döneminde en büyük acıyı çektiler. Bir uluslar ve mezhepler hapishanesi olan Irak’ta, tüm bu uygulamalarından dolayı Saddam, hiçbir emperyalist gücün ve gerici bölge yönetiminin tepkisiyle karşılaşmadı.
Ancak tüm bunlar, bizim de hiç yabancısı olmadığımız uygulamalar. Türkiye’nin yönetici güç odakları, yıllardır darbeler, sıkıyönetimler, katliamlar, tutuklamalar, onlarca yıl zindanlarda mahkumiyet ve insanlık dışı tüm uygulamalarla ülkeyi yönetmektedirler. Kürtlere yönelik uygulamalar taptaze ve kabuk bağlamasına imkan verilmeyen kanayan yara durumunda.
Özcesi, Saddam, gericiliğin, işbirlikçiliğin, despotizmin ve halk düşmanı politikaların savunucusu ve uygulayıcısı olarak, Türkiye’yi yönetenlerle benzeşmektedir. O, hemen tüm bölge ülkelerindeki iktidarlardan farklı olmayan bir iktidarın sahibiydi. Emek ve demokrasi mücadelesini, ulusal kurtuluş ve demokrasi mücadelelerini kanla bastıran bir mutlak egemen, uzun bir dönem Amerikan işbirlikçiliği yapmış olan bir devlet başkanıydı. Ancak buna rağmen, tüm dünya halklarının düşmanı, tüm kanlı katillerin destekçisi, tüm diktatörlüklerin ve kanlı iktidarların mimarı olan ABD’nin Saddam’ı ele geçirmesinde dünya halklarının sevineceği bir yan yoktur. Onun yerine kimi ikame edeceğinin hesapları içinde bulunan emperyalist mihrakların, Arap, Kürt halkının ve de bölgedeki diğer halkların ve Türkiye’nin dostu olmadığı açıktır. İşbirlikçiler, tam bir eşgüdüm içinde sevinç çığlıkları atsalar da, ezilen ve sömürülen halkların, ulusal kurtuluş ve demokrasi mücadelesi içindeki ulusların ve mazlumların Saddam gösterilerek hizaya getirilmeleri ise, hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.

Küreselleşmenin kalesi sallanıyor

Küreselleşme; mal ve sermayenin dünya ölçeğinde hareketinin önündeki tüm ulusal engellerin kaldırılması, sosyal güvenlikten fikri haklara, belediye hizmetlerinden tarıma tüm yaşam alanlarının sermayenin kâr ve egemenlik alanına çevrilmesi süreci. Yani dünyanın, sermaye açısından, küresel bir serbest bölge haline getirilmek istemesinin adı. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) de sermayenin, bu hedefinin önünü açmak için, yapılandırdığı, en önemli kurumlarından biri, hatta en önemli kurumudur. DTÖ yaşamın her alanının ticarileştirilmesi sürecinde bütünlüklü bir sermaye örgütü biçiminde yapılandırılmıştır. Söz konusu örgüt, dünya genelinde mal ticaretini GATT Anlaşması eliyle; fikri mülkiyet hakları ticaretini TRIP Anlaşması aracılığıyla; hizmet sektörünü de GATS Anlaşması üzerinden küreselleştirme işini üstlenmiş durumdadır. DTÖ, bu anlaşmalar aracılığıyla yaşamın her alanını “boşluksuz” sarmalamıştır.
Dünya Bankası ve IMF’yi tamamlayıcı unsurlar olarak yörüngesine almış olan DTÖ, sıradan bir uluslararası kuruluş olmanın çok ötesinde, devletlerin, üzerinde mutabık kalınan kuralları uygulayıp uygulamadığını izleme ve yaptırımlar getirme yetkileriyle donatılmış bir kurumdur. Her üye devlet, bu kurumun yönettiği anlaşmaları yürüten “şubeler” konumuna yerleştirilmiştir.
DTÖ’nün, Katar’da gerçekleştirilen zirve öncesi, Katar’a gitmek isteyenlerin ülke giriş vizesini kendisinden alacaklarını duyurması, hatta vize onayı vermediği kişilerin zirve sürecinde ülkeye alınmamaları örneği bile, tek başına DTÖ hakkında önemli bir göstergedir. DTÖ Katar zirvesi öncesi bir “dünya hükümeti” gibi davranmış, bir ülkenin egemenlik hakkını kullanma yetkisini hiçe sayarak, kendisi kullanmıştır.
Kapitalizmin bu bütünlüklü ve etkili kurumunun, varlığı henüz on yılı bile bulmamış olmamasına (DTÖ 1 Ocak 1995’te kuruldu) rağmen, temeli sallanmaya başladı. Tıpkı küreselleşme üzerine öne sürülen tezler gibi (1990’ların başında küreselleşme savaşların, sınırların, ekonomik krizlerin ortadan kalktığı bir süreç olarak tanımlanıyordu. Dünya ölçeğinde yaşanan savaşlar, ekonomik krizler vb. gelişmelerin bir  sonucu olarak, artık kimse küreselleşmeyi bu olgularla tartışmıyor), DTÖ üzerine sürülen tezler de tartışılmaya başladı.
DTÖ’nün kuruluş amacına ilişkin genel olarak şu tezler öne sürülmüştü: Üye ülkelerin ticaret ve ekonomi alanındaki ilişkilerini geliştirmek. Hayat standartlarını yükseltmek. Tam istihdamı gerçekleştirmek, reel gelir ile gerçek talep hacmindeki istikrarlı artışı sağlamak, mal ve hizmet üretimi ve ticaretini geliştirmek. Dünya kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma hedefine uygun bir şekilde kullanımına imkan vermek. Farklı ekonomik düzeydeki ülkelerin ihtiyaç ve endişelerine cevap verecek şekilde mevcut kaynakları geliştirmek. Çevreyi korumak…
Gelinen noktada, DTÖ, daha çok kuruluş amacındaki iddiaların karşısındaki tezlerle tartışılıyor. Tartışmalarda –DTÖ zirveleri de dahil olmak üzere– şu eleştiriler öne çıkıyor: “DTÖ ‘azgelişmiş’ ülkelerin kalkınma sorununa karşı duyarsız; az gelişmiş ülkeler açısından maliyetine aldırış etmeksizin bir ticaret liberalizasyonu peşinde koşuyor; çevre ve sağlık sorunlarına ilgisiz; zengin ve yoksul arasındaki farklılığı artırıyor; küçük ve yoksul ülkelere yaşam hakkı tanımıyor, küresel şirketler lobisince yönlendiriliyor…”
Meksika’nın Cancun kentinde 10 Eylül’de sonuç bildirgesi yayınlayamadan çöken Dünya Ticaret Örgütü zirvesi, İsviçre’nin Cenevre kentinde yapılmak üzere 15 Aralık’a ertelenmişti. Cenevre zirvesi ise, –DTÖ’ye üye 146 ülke temsilcisi bir araya gelemeden–toplanamadan çöktü. Zirvenin  toplanamadan çökmesi, DTÖ içerisindeki karşıtlıkların ve çelişkilerin iyice açığa çıktığının göstergesi. Yaşanan gelişmeler, zirvelere yön veren sermaye grupları kadar, emek cephesini de ilgilendiriyor. Bu süreç, işçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik örgütlerine ve siyasi partisine, başta DTÖ’nün işleyiş süreci olmak üzere, küreselleşmenin tüm anti-demokratik, eşitsiz yapısını teşhir etme olanağı sağlamaktadır. Çöken zirvelere dair “niçin” ve ”nasıl” sorularının dayanağı olan olgularının araştırılması, değişim ve gelişmelerin dinamiklerinin anlaşılması için gereklidir. Emek hareketinin küreselleşmenin en “bütünlüklü” kurumu DTÖ’nun oluşum nedenlerini ve sonuçlarını sorgulaması, karşısında ne yapılabileceğini belirlemesi açısından son derece önemlidir.

BLOKLAR ARASI ÇATIŞMA VE GEÇİCİ UZLAŞMA ZİRVELERİ
Yapılan zirvelerin, zirvelerde yaşanan çatışmaların, rüşvetlerle satın almaların, oluşan kamplaşmaların kısaca hatırlanması, bütünlüklü bir sorgulamaya hizmet edecektir. Küresel bir liberalizasyonun (bundan dünyanın, uluslararası sermayenin kâr ve egemenlik alanına dönüştürülmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılması anlaşılmalıdır) sağlanması amacıyla kurulan DTÖ, şu ana kadar 5 zirve gerçekleştirdi. Zirvenin ilki 1996 yılında Singapur’da, ikincisi 1998 yılında Cenevre’de, üçüncüsü 1999’da ABD’nin Seattle kentinde, dördüncüsü 2001’de Katar’ın başkenti Doha’da ve sonuncusu Meksika’nın Cancun kentinde yapıldı. Zirvelerdeki ilk sorun “milenyum turu” olarak adlandırılan Seattle’da patlak verdi. Seattle’a son derece kapsamlı bir ticaret raundunu başlatmak amacıyla gidilmişti, fakat iki büyük ekonomik blok AB-ABD arasında yaşanan tartışmalı hükümler yüzünden, raund, kapanış deklarasyonu bile yayınlayamadan kapanmıştı.
Seattle’da sokakları dolduran küreselleşme karşıtları, zirvenin sermaye açısından başarısızlıkla sonuçlanmasını bir zafer olarak adlandırıp algıladılar. Fakat uluslararası sermaye açısından iş burada bitmemiş, aksine yeniden başlamıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan zirvedeki tıkanıklıkların aşılması açısından Doha’da yeni bir konferans yapılması kararlaştırılmıştı. Bu sefer işi sağlama almak isteyen, Seattle sonrası gizli müzakerelerini arttıran emperyalist sermaye temsilcileri, Doha öncesi kimi gayrı resmi toplantılar gerçekleştirdi. 25 Haziran 2001’de yapılan DTÖ Gayrı Resmi Genel Konsey toplantısında, ABD, AB ve Japonya’nın temsilcileri, Doha gündemini ortak bir kararla belirleyerek, bu kararların Doha gündemine taşınmasına karar verdiler. Emperyalist güçler ulus devletlerin önlerine çıkardıkları sorunları aşabilmek için, kendi aralarındaki çıkar çatışmalarına zirve öncesi son verme, baltaları bir süreliğine gömme kararı almışlardı. Az gelişmiş ülkelerin de ikna edilmesi için, kapitalist sistem içinde –tüm, açıklık, şeffaflık ve dürüstlük söylemlerine rağmen– çok sık başvurulan “rüşvet verme” yöntemi dahil, her yol denenecekti. Nitekim, Avrupa Birliği ile tek tek Afrika’lı hükümetler arasında yapılan bir dizi toplantıda, bu ülkelerin her birine, AB Komisyonu tarafından 50 milyon Euro tutarında rüşvet sözü verildiği basına yansıdı. Hiçbir yetkili de bu iddiayı yalanlamadı. Sonuç olarak Doha’da başlatılan raundta, MAI anlaşmasının kapsamı da dahil olmak üzere, küreselleşme karşıtlarının son 3,5-4 yıllık dönemde “hayır” dediği tüm neo-liberal girişimler görüşüldü, üzerinde mutabakata varıldı.
Doha’da, “merkez” ülkeler de, bir takım tavizler verecekleri yönünde vaatlerde bulunmuştu:
– Kalkınmış ülkelerin kendi tarım ürünlerinde sağladıkları, günde 1 milyar dolara yaklaşan sübvansiyonun büyük ölçüde azaltılması,
– Gelişmekte olan ülkelerin tekstil gibi ihracat potansiyeline sahip bulunduğu ürünlerde korumanın ve anti-damping uygulamalarının hafifletilmesi,
– Patent uygulamalarına; yoksul ülkelere ucuz ilaç sağlanmasını mümkün kılacak şekilde istisnalar getirilmesi vb.
Doha’da yapılan vaatler, yazılı metin haline getirilecekti. Ne var ki, zengin ülkeler, hazırlanmakta olan yazılı metni kelime oyunlarıyla kendilerine yonttular. Sonra da “Bir metin üzerinde anlaşma sağlanamadı” diyen Avrupa Birliği, ABD ve Kanada, Cancun’da yapılacak olan zirvede görüşülmek üzere, yeni bir metin hazırladılar. Bu yeni metin, az gelişmiş ülkelerin avantajlı olduğu mallarda ihracatın önünü açmak şöyle dursun, zengin Batı’dan yoksul ülkelere ihracatı daha da kolaylaştırmak üzere dizayn edilmişti. Yeni metin, Bolivya ve Kenya gibi en yoksul ülkelerin gelişmiş ülkelerden yapacakları ithalatta gümrüklerini % 80 indirmelerini öngörürken, Avrupa Birliği ülkeleri için gümrük indirim oranını % 28, ABD için % 24 ile sınırlıyordu. Yeni rapora göre, bir ülke ne kadar yoksulsa, ürünlerini ihraç etmek için ödeyeceği vergi de o kadar yüksek oluyordu. Bu düzenlemeler, DTÖ’nun ruhuna uygun olduğu kadar, yeni bir çatışmanın da habercisi niteliğindeydi.

YENİ İTTİFAKLAR VE ÇÖKÜŞ
Cancun Konferansı’nda da ”yeşil oda” taktikleri, azgelişmiş diye tanımlanan ülkelerin ikna edilmesi, satın alınması çabaları sürdü. Afrikalı parlamenterlerin verdiği örnek bunun kanıtı: ”Gece yarısından az sonra bakanlarımızı bir yeşil oda toplantısına sürüklenirken gördük. Uzmanlarına izin verilmedi. Sabahın 4’üne kadar ABD ve AB çıkarları doğrultusunda ve önceden kararlaştırılmış bir kararı kabul etmeleri için bakanlarımız aşırı baskı altında tutuldu.” ABD ve AB’nin tüm bu baskı çabalarına rağmen, zirvede yeni bir ittifak doğdu; Brezilya, Çin ve Hindistan’ın başını çektiği G-21 ittifakı. Bu ittifak, zirve boyunca ortak hareket etti. (Yeri gelmişken belirtelim, Türkiye çoğu orta gelir grubundan ülkelerin oluşturduğu bu ittifak içerisinde Gümrük Birliği’ni bahane ederek yer almadı).
Zengin ülkeler, özellikle tarıma yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz isteyince, yeni bir ittifakı doğuran Cancun zirvesi hiçbir ilerleme sağlanamadan çöktü. Çöken bu zirve, sadece merkez kapitalist güç odaklarının (AB, ABD) kendi aralarındaki çelişki ve çıkar çatışmalarının değil, aynı zamanda, “azgelişmiş” ya da “gelişmekte olan” diye tanımlanan ülkeler ile bu merkez güç odakları arasında çelişki ve çatışmaların da DTÖ’ye taşındığının göstergesiydi.
Cancun’da yaşanan hezimetin ardından, 15 Aralık 2003 tarihinde müzakerelere devam etmek üzere, yeniden, fakat bu kez, DTÖ’nün başkenti Cenevre’de toplantı yapılacağını duyuran DTÖ Sekretaryası, bir önceki toplantıyı tıkayan maddeleri gündem yapacağını açıkladı:
– Tarım konusunda bir anlaşmaya varılması,
– Tarım dışı ürünlerde (sanayi ve hizmet) piyasalara erişimi kolaylaştırıcı önlemlerin alınması için yapılacak müzakerelerin başlatılması,
– Pamukla ilgili görüşmelerin geliştirilmesi*…
Cenevre zirvesi öncesi bu sefer bir ilk gerçekleşti. Gelişmiş ülkeler, Cenevre görüşmelerinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapınca, Cancun’da çözümlenemeyen konuların tartışılması ve dünya ticaretinin serbestleşmesi önündeki engellerin kaldırılması için yapılacak olan zirve, başlamadan çöktü. Nitekim AB Tarım Komiseri Franz Fischler’in, Cenevre görüşmelerinden hemen önce konuyla ilgili olarak Roma’da yaptığı açıklamalar, gelişmiş ülkelerin niyetini ve konuya bakışını çok net ortaya koyar nitelikteydi. Fischler açıklamasında, Avrupa Birliği’nin elinden geleni yaptığını, yapabileceğinin bundan daha fazla olamayacağını belirterek, Cenevre görüşmelerinin de tıkanacağının sinyalini çok önceden vermişti.

YENİ KARTLAR: İKİLİ VE BÖLGESEL ANLAŞMALAR
Dünya Ticaret Örgütü’nün 2001 yılında Doha’da başlayan son tur toplantıları, 2004 sonuna kadar dünya ticaretinin serbestleştirilmesi yönündeki müzakerelerin tamamlanmasını hedefliyordu.
Cenevre’de yapılması planlanan zirvenin yapılmadan çökmesi, aynı zamanda, bu hedefin de tutturulmasını engelledi. Bu, küreselleşme ideolojisinin en önemli sacayağı olan, adeta doğal düzen gibi sunulan “dış ticaretin serbestleştirilmesi” hamlesinde bir kriz demekti.
Özellikle 1980’li yılların başında ekonominin dışa açılması, ödemeler dengesi sorunlarının çözümü, büyümenin hızlanması, gelişmişlik farklarının azaltılması için temel yönelim kabul edildi. Serbest ticaret, herkesin kazanabileceği bir oyun olarak sunuldu. Azgelişmişlerin gelişebileceği, gelişmiş ülkelerin refahlarını artırabileceği süreci başlatacak uluslararası bir “uzlaşı” olarak lanse edildi, serbest ticaret. DTÖ’nun söylemlerinde de “uzlaşı” iddiaları ön plana çıktı. Bu söyleme göre, devletler, serbest pazarlık masasına oturacaktır. Serbestleşmenin kapsamı ile yoğunluğu, tamamen devletlerin özgür iradeleriyle gerçekleşecektir. “Özgür irade” temel vurgudur. Oysa pratikte “en güçlü”nün özgür iradesine yenik düşülmekte, her şey yenilginin belirlediği özgür anlaşmalarla yapılmaktadır. Böylesi bir ortam, hem “en güçlü”lerin (ABD, AB) kendi, hem de yenik düşürmek istedikleriyle aralarında gerilimi artırıyor. ABD ve AB, aralarında var olan tarifeler, kota ve çelik savaşında olduğu gibi, tarım sübvansiyonları alanında da bir türlü uzlaşmaya yanaşmak istemiyorlar. Taraflar, sürekli olarak birbirlerini daha serbest bir dış ticaret uygulamaya davet ediyor, ama, kendileri somut bir adım atmaya yanaşmıyorlar. Uygulanan korumacı yaklaşımlarla bağlantılı tarife dışı engeller, kotalar, hele hele sübvansiyonlar, gelişmekte olan ülkelerin ticaretini, üretimini ve dolayısıyla yaşam standardını doğrudan tehdit ediyor.
Gelinen noktada, DTÖ, işlevini yerine getiremeyen bir kurum durumuna düştü. Bu, serbest ticaret anlaşmalarının ve bloklaşmaların artacağının bir göstergesi. Yapılacak olan anlaşma ve oluşturulacak olan bloklar, tarafların DTÖ’de yaşadıkları çatışmalarda ellerini güçlendirmeye hizmet edecek. Örneğin ABD, koz olarak kullanabileceği çift taraflı ticaret anlaşmalarını hızlandırdı. Şu ana kadar Şili ve Singapur ile ikili ticaret anlaşmaları imzalandı. Fas ve Avustralya’nın yanında tüm Orta Amerika ve 5 Güney Afrika ülkesi ile de karşılıklı pazarlıklar sürüyor. Birçok ülke de sırada bekliyor. Emperyalist bölgesel pazar ve strateji hamleleri hızlanıyor.
Serbest ticaret savunucuları tarafından yapılan ikili ve bölgesel “koalisyonlar” eleştirilerek, “bencilce” bulunuyor. Serbest ticaret savunucuları, Irak’a savaş açarken Birleşmiş Milletler’i açıkça hiçe sayan ABD’nin, şu anda da Dünya Ticaret Örgütü’nü dışlayarak, Latin Amerika ve Güney Afrika ülkeleriyle serbest ticaret anlaşmaları imzalamasını, dünya ticaret sisteminin tahrip edilmesi olarak yorumluyor. Yaşanan sürecin DTÖ’yü tamamen çökertmesinden endişe ediyorlar. DTÖ zirvelerinde sokaklara çıkıp alanları dolduranlar arasında da, DTÖ’nün çökmesinden endişe edenler var. Örneğin Küresel Adalet Hareketi liderleri, DTÖ’nün çökertilmesi değil, dönüştürülmesi gerektiğini savunuyorlar. DTÖ’ye adil bir ticaret sisteminin kurulması işlevini yüklüyorlar.
Azgelişmiş ya da gelişmekte olan diye tanımlanan ülkelerin önündeki engellerin kaldırılarak dünya ticaretindeki paylarının artırılması, ticarette göreceli bir adaletin sağlanması, ülkelerin, özellikle ülkelerin ekmekçilerinin yoksulluğunu ortadan kaldırır mı? Gelişmiş ülkelerin dünya ihracatındaki payları gerilese de, el koydukları katma değer sürekli artış gösteriyor. Gelişmekte olan diye adlandırılan ülkelerde sanayi ürünlerinin toplam üretim içindeki payı artarken, katma değer içindeki payları değişmiyor. Çünkü bu ülkeler, genellikle uluslararası şirketlerin uluslararası üretim zincirlerinin düşük vasıf gerektiren, düşük katma değer yaratan son halkasında yer bulabiliyor.

SADECE KAPİTALISTLERİ İLGİLENDİRMEYEN SORUNLAR
Küresel ticari serbestleşmenin kimin tarafından istendiği doğru saptanmalıdır. Küreselleşme, küresel kapitalist işbölümünün kendine biçtiği role, kıyısından köşesinden çeşitli biçimde tutunan, bunu yaparken de bir bütün olarak ulusunun “fedakarlığını”, ucuz emeğini pazarlık gücü olarak kullanan, azgelişmiş ülke kapitalistlerinin bir sorunu değildir. Bizzat, ucuz emeği pazarlanarak, iyice yoksullaşmasının önü açılan, emekçilerin sorunudur.
Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da “modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” tespitinde bulunmuşlardı. Bu tespit, DTÖ’da yaşananlar tarafından açık biçimde doğrulanıyor. Devlet, kendi egemenlik alanında bulunan kapitalistleri, bu alanın dışında kalan diğer kapitalistlere karşı bir bütün olarak temsil etmekte, onlar için pazarlık yapmaktadır. Devlet yönetiminin tüm burjuvazinin işlerini yöneten bir komite olma niteliği, DTÖ pazarlıkçı sisteminde, zirvelerde oluşturulan bloklarda iyice belirginleşmektedir.
Türkiye’nin zirvelere götürdüğü delegasyonun, TÜSİAD, TOBB, İhracatçı Birlikleri ve KOBİ temsilcilerinden oluşması, zirvedeki hükümet yetkilisinin kimin çıkarlarını savunduğunu ortaya koymaktadır. 1980’li yıllardan itibaren uluslararası kapitalist sisteme, dışa açılarak, eşitsiz eklemlenme sürecini hızlandıran Türkiye sermaye çevreleri, merkez ülkelerin politikalarıyla uyum içerisinde olduğu için, Türkiye, ticaret örgütü zirvelerinde, gelişmekte olan ülkelerin oluşturduğu bloklarda yer almamaktadır. Türkiye sermaye çevreleri, dünya ölçeğinde mal ve hizmet ticareti devlerinin yarattığı işbölümüne razı olarak kazanma yolunu tercih etmişlerdir.
Uluslararası sermaye çevrelerinin istediği ve Türkiye kapitalistlerinin de uyum gösterdiği düzenlemelerin hedeflerini, Yatırımlar, Rekabet, Ticaretin Kolaylaştırılması ve Hükümet Satın Almaları başlıklarından oluşan 4 ayrı çok taraflı anlaşmadan öngörebiliriz:  
Yatırımlar Anlaşması: Hedefi, yatırımcı (kapitalistler) haklarının, bedeli ne kadar ağır olursa olsun geliştirilip, güçlendirilmesi. Bu hedefi, “işverenlerin, işçiler ve sendikalar karşısındaki haklarının geliştirilip, güçlendirilmesi” biçiminde okumak, daha doğru olacaktır. Yeni İş Yasası bu amaca hizmet etmektedir.
Rekabet Anlaşması: Hedefi, rekabete engel olduğu ileri sürülen kamusal düzenlemelerin ortadan kaldırılması. Örneğin, bir ülke gelir dağılımındaki bozukluğu az da olsa düzeltme amaçlı politikalar uyguluyorsa ya da uygulamaya başlarsa, ve bu durum, herhangi bir sektördeki uluslararası yatırımcıların kârını olumsuz etkiliyorsa, bu anlaşmadan sonra, tüm bu tip uygulamalar, rekabet önünde birer engel olarak tanımlanabilecektir.
Ticaretin Kolaylaştırılması Anlaşması: Hedefi, tüm dünyanın bir serbest bölge haline getirilmesi ve böylece uluslararası şirketlerin özlemini duydukları kuralsız, örgütsüz, vergisiz, ticaret için her şeyin mübah sayıldığı, emeğin ise gerçek anlamıyla köleleştirildiği bir sistemin oluşturulması.
Hükümet Satın Almaları Anlaşması: Türkiye’deki adıyla İhale Yasası. Ulusal ölçekte, devletlerin, çeşitli ihale yöntemleriyle yaptıkları satın almaların, sadece ulusal şirketlerden yapılmasını ayrımcılık kapsamına alıyor, yabancı şirketlerin bu ihalelere yerli şirketlerle eşit haklarla girmesini öngörüyor. Gelişmiş teknoloji kullanımı dolayısıyla yığınsal üretim yapan güçlü şirketlerin, bu ihaleleri daha düşük fiyat vererek kolayca alabileceği ve burada bir eşitlikten söz etmenin mümkün olamayacağı apaçık ortada. Fakat daha önemlisi, mevcut ihale yasalarındaki ülke içinde üretim, istihdam yaratma, gibi koşulların kaldırılmak istenmesidir. Böylece, devlet satın almalarına talip yabancı şirketlerin, satış yapacakları ülkelerde fabrika kurması gerekmeyecek ve üretimi istediği yerde yapıp, farklı devletlere ihale yoluyla satış yapabilecekler. Dolayısıyla, İhale Yasası değişiklikleri, aslında yereldeki istihdamı birebir ve doğrudan etkileyecek değişikliklerdir.
Türkiye işbirlikçi sermaye çevrelerinin hararetle savunduğu bu düzenlemeler, ülke emekçileri açısından yoksulluk ve açlıktan başka bir anlam taşımayacağı açıktır. Bu nedenle, DTÖ’da yaşananlar, sadece kapitalistlerin bir sorunuymuş gibi algılanmamalı, işçi ve emekçi hareketi, bu sürece, kendi talepleri ve mücadele yöntemleriyle müdahale etmelidir.

GELİŞMELERİN ÇÜRÜTTÜĞÜ TEZLER
DTÖ zirvelerinin, ya da DTÖ’nün çökmesi, küreselleşmenin çökmesi anlamına gelmiyor. Küresel müzakereler sekteye uğrasa bile, ikili anlaşmalar üzerinden de olsa, bu sürecin uluslararası sermaye tarafından sürdürülmeye çalışılacağı açıktır. Çözüm, DTÖ ya da bu örgütün işleyiş mekanizmasında değil, üretim, bölüşüm ve mülkiyet ilişkileri ile bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisinde aranmak zorundadır. Sorun, gelişmiş, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler veya zengin kuzey–yoksul güney sorunu değil, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki çıkarların uzlaşmaz niteliğindedir. Bu yüzden, zengin kuzey ve yoksul güneyin taleplerinin, emekçi halk katmanlarını daha da yoksullaştıran ve ağır sömürü şartlarına sürükleyen kapitalist sistem içi çözüm önerileri olduğunu unutmadan, politika üretilmelidir.
Buradaki “sistemi içi” vurgusu, “milliyetçi”, “devletçi”, “üçüncü dünyacı” gibi tanımlamalarla özelleştirmelere, gümrük duvarlarının kaldırılarak ülke pazarının yağmaya açılmasına ve benzeri  gelişmelere karşı mücadeleyi reddetme tutumunu içermemektedir. Sermayenin giderek uluslararasılaşıp kozmopolitleştiği bir ortamda, fedakarlık çağrılarıyla “millileştirilen” emeğin, kendisine dayatılanı reddeden, küresel politikalara çomak sokan tutumu önemlidir. Emekçilerin özelleştirmelere, tarımsal düzenlemeler vb. politikalara karşı mücadelesi, salt istihdam ya da ücret mücadelesi değildir. Bu mücadele, merkez kapitalizme karşı duruşu içermek durumundadır.
Cancun’da G-21’in oluşturduğu ittifak, devletlerarası çıkar çatışmalarının belirleyiciliğini koruduğunu, bu çatışmaların her zaman uzlaşmayla çözümlenemeyeceğini gösterdi. Bu gelişme, aynı zamanda, küreselleşme sürecinde ortadan kalkan kavramın ulus devletler değil, bir zamanların devlet modeli olarak sermaye birikim sürecini beslemiş olan “sosyal refah devleti” olduğunu bir kez daha açığa çıkardı. Küreselleşmenin ulus devleti yok etmediği, sadece kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırdığı açığa çıktıkça da, “Ulus devletler öldü. Bu nedenle küresel politikalara karşı çıkmak yerine emeğin küreselleşmesini savunalım” tezleri çürüyor. Gelişmeler, sınıf hareketinin önünü berraklaştırıp, sis bulutunu dağıtıyor.

Cancun’daki G-21 Üyleri

Arjantin         Hindistan     Mısır
Kolombiya         Paraguay     Peru    
Brezilya         Kostarika    Çin   
Venezuella         Tayland     Küba   
Pakistan        Meksika     Şili
Güney Afrika     Filipinler     Bolivya
Guatemala         Nijerya     Ekvador

Bir tepki hareketi olarak sosyal forumlar

Kasım ayında Fransa’da gerçekleştirilen 2. Avrupa Sosyal Forumu’nda tartışılan ağırlıklı konulardan birini sosyal forumun üzerinde bulunduğu platform, forumun işlevi-işleyişi, geleceği ve perspektifleri oluşturdu. Bu tartışma yeni değil ve görüldüğü kadarıyla önümüzdeki dönemde de şiddetlenerek sürecek.
Son birkaç yıldan beri toplanagelen sosyal forumların, sosyal açıdan olduğu kadar, ideolojik ve politik açıdan da homojen bir yapıya sahip olmadıkları biliniyor. Yanı sıra, sosyal forumların resmen ilan edilmiş platformları da bulunmuyor. Buna karşın, sosyal forumların platformlarına ve işlevlerine, buralardaki tartışmalara damgasını vuran anlayış ve politikalar var. Tartışma, oldukça geniş bir yelpazede; hem forumlarda etkili olanların kendi arasında ve hem de bunlarla diğer kanatlar arasında yürüyor.
Mevcut sosyal forumlar hangi sınıf, tabaka ya da kesimlere yaslanıyor ve nasıl bir siyasal platform üzerinde bulunuyorlar? Günümüzün sınıflar mücadelesinde; emperyalist tekellerin ve hükümetlerinin saldırılarına karşı mücadelenin örgütlenmesinde nasıl bir yere ve role sahipler? Sosyal forumlarla ilgili yürütülen tartışma, bu çerçevede hangi anlama sahip?

ATTAC’TAN SOSYAL FORUMLARA SÜRECİ
Sosyal forumun platformunun, nasıl bir işleve sahip olduğunun ve forumun geleceğiyle ilgili tartışmaların daha iyi anlaşılması açısından, önce forumun geçmişine; kuruluşundan bugüne kadarki sürecine kısaca göz atmakta yarar var. Attac, hem DSF’nin (Dünya Sosyal Forumu) ve hem de Avrupa’daki sosyal forumların ilk oluşumlarında olduğu gibi, bugün de bu platformlarda özel bir ağırlığa sahip. Bu nedenle önce kısaca Attac üzerinde duracağız.
Atac (Halka Yardım Olarak Tobin Vergisi İçin Eylem), l998 yılı içerisinde Fransa’da, burjuva liberal  bir çizgiye sahip olan Le Monde Diplomatik Gazetesi çevresinin girişimiyle kuruluyor. ‘90’lı yılların ortasında Fransa’da patlak veren güçlü grev ve gösteri dalgasının ve yine ‘97’de “Asya Kaplanları”ndan başlayarak yayılan ekonomik kriz ve sonuçlarının, Attac’ın kuruluşunda etkili olduğu vurgulanıyor, ki bu doğrudur. Ancak bu “etki”, Attac’ın taleplerine ve platformuna olumlu anlamda bir etkiye karşılık düşmüyor. Bir “sivil toplum örgütü” ya da “yurttaş girişimi” olduğu belirtilen Attac’ın, başlıca talebi, aynı zamanda onun kuruluş gerekçesini de oluşturan, spekülatif sermayenin vergilendirilmesidir.
Başlangıçta, Fransa ile sınırlı kalan Attac, sonraki yıllarda yaygınlaşmaya ve özellikle değişik Avrupa ülkelerinde oluşmaya başladı. Bir tepki hareketi olarak ortaya çıkan Attac, sosyal ve siyasal açıdan homojen bir karakter taşımıyor. Fransa’da ve oluştuğu diğer yerlerde, eski solcu, çevreci, sosyal demokrat, hümanist kesimlerden burjuva liberal aydın çevrelerin yanı sıra, ağırlığını öğrenci gençliğin oluşturduğu; mevcut gidişata ve saldırılara tepkili küçük burjuva tabakalar içerisinde sınırlı bir etkiye yolaçtı. Kısa bir dönem, yeni oluştuğu bazı ülkelerde, bir biçimde bir arayış içinde olan, örgütsüz ve dağınık duyarlı öğrenci gençlik çevreleri arasında, etrafında toparlanılan bir çekim merkezi olur gibi gözüktüyse de, bu fazla sürmedi. Ve, son bir-iki yıldır söz konusu bu kesimler açısından da, olduğu kadarıyla “çekiciliğini” yitirmiş gözüküyor.
Kendini “hareketin hareketi” ya da bir “çatı” olarak da lanse eden Attac’a, bireylerin yanı sıra, siyasal partiler dışındaki örgütler de üye olabiliyor. Ve bazı ülkelerde Attac’a üye örgütler listesine bakıldığında, yüz binlerce üyeye sahip sendikaların adına da rastlamak mümkün. Ancak bunun, Attac’ın sendikalar ve diğer yığın örgütleri üzerinde güçlü bir “otorite” ya da “harekete geçirici gücü büyük” olan bir örgüt  olmasıyla uzaktan-yakından bir alakası yok. Bu, sadece, işbirlikçi sendika merkezlerinin Attac’a egemen olan liberal anlayışı ve lobici çizgiyi paylaşıyor olduklarına işaret ediyor. Ayrıca, sendikal hareketin taleplerini olabildiğince daraltma ve içini boşaltmada ve yine saldırılar karşısında sessiz kalmada Attac üyeliği, işbirlikçi sendika merkezleri açısından bir “saçak altı” olma işlevi de görüyor.
Spekülatif sermayenin vergilendirilmesinin yanı sıra, “finans piyasalarının denetimi ve IMF, DB vb. gibi finans kurumlarının demokratik düzenlenmesi” talepleri, Attac’ın faaliyetlerinin merkezi konularını oluşturuyor. Ancak, bu ağırlık konularının yanı sıra, olduğu her ülkede, kendi içindeki güç ilişkilerine de bağlı olarak, bağımlı ülkelerin borçlarının silinmesi, kamu hizmetlerinin ve sosyal sigortaların özelleştirilmesine karşı çıkılması gibi konular da Attac’ın talepleri arasına girmiş bulunuyor. Birçok ülkede Attac’a egemen olan liberal kanat, buna, “Attac’ı ortaya çıkaran gerekçelerden uzaklaşıldığı takdirde etkisizleşileceği” gerekçesiyle, itirazda bulunuyor!

Sosyal Forumlar: 2001 yılı’nda, Brezilya-Porto Alegre’de, “Dünya Ekonomik Forumu’na alternatif” olma iddiasıyla toplanan 1. Dünya Sosyal Forumu (DSF), esas olarak, Brezilya İşçi Partisi  ve yanı sıra da Fransız Attac’çıları ve Le Monde Diplomatik Dergisi çevresi tarafından organize edildi. Ve, o tarihten bu yana, iki “Dünya” ve iki de “Avrupa” sosyal forumu gerçekleşti.  Görünürde, siyasi partiler, sosyal forumlara ve örgütlenmesine katılamıyor. Ancak bu, sadece görünürde böyle. Brezilya’da da, İtalya ve Fransa’da da Attac’ın yanı sıra, belli siyasal parti ve örgütler, forumlara katılan değişik inisiyatif ve kitle örgütlerindeki ağırlıklarına dayanarak, esas belirleyen durumunda oldular.
Hiçbir açıdan homojen olmayan sosyal forumlara, çok farklı alanlardan, sosyal ve siyasal çevrelerden katılım oluyor. Ancak, örgütlerin temsilcileri ve değişik siyasal örgüt çevreleri bir yana bırakıldığında, buralara katılanların ağırlığını, ana kitlesini –en azından İtalya ve Fransa açısından böyleydi– bir ölçüde aydın kesim ve ama esas olarak da gençlik (öğrenci gençlik) oluşturuyordu. İşçilerin “ilgisi”, büyük ölçüde, sendikalarda aktif olan dar bir kesimin katılımı ile sınırlı oldu.
Katılımda, politik yelpaze oldukça geniş. Çok değişik konularda iki yüzü aşkın toplantının yapıldığı Fransa’da olduğu gibi, farklı ideolojik-politik görüşlere sahip konuşmacıları dinlemek mümkün. Ancak, organizatörlerin forumların “gücü” ve “zenginliği” olarak propaganda ettikleri “çoğulcu yapı”, bu forumlara belirli anlayış ve politikaların damgasını vurmadığı anlamına gelmiyor. Yapılan sosyal forumların tümünde ağırlıklar aynı olmasa, bileşime ve koşullara bağlı olarak, ağırlık konuları ya da vurgularda farklılıklar olsa da, forumlara esas olarak, “sağı” ve “solu” ile, burjuva liberal ve sosyal demokrat-reformcu anlayış ve politikalar damgasını vuruyor.
Düzenleyicileri ya da savunucuları sosyal forumların yapısını ve işlevini nasıl açıklıyorlar? Kendisine daha sonra da başvuracağımız, Fransa Attac’ın ve DSF’nun tanınan kişilerinden Bernard Cassen , DSF’nun, “ilk temel prensipler belgesinde,  kendini, kesinlikle bir birlik olarak değil, aynı zamanda, hem bir alan ve hem de bir süreç olarak tanımladığını” belirtiyor.
Bu şu anlama geliyor: DSF ya da kıta-ülke sosyal forumlarının bir bağlayıcılığı bulunmuyor; bir başka deyişle, sosyal forumların karar alma, dokümanlar ya da açıklamalar yayınlama durumu yok. Sosyal forumlar, savunucularına göre, “neoliberal kürselleşmeyi reddeden tüm toplumsal güçlerin bir araya geldiği, karşılıklı tecrübelerin aktarıldığı, görüş ve öneriler üzerinde tartışıldığı, diyalogların geliştirildiği …bir alan”dır.
Almanya Attac’çılarından İmmanuel Wallerstein’a göre, sosyal forumlarda bir araya gelenlerin ortak hareket noktası, “çoğulculuğu savunmak ve hiyerarşik olmayan bir sistem karşıtı hareket olmak”tır. Buradaki, “sistem karşıtı hareket olmak”la anlatılanın, kapitalist sistem karşıtlığı değil, “neoliberal küreselleşme” karşıtlığı olduğu açıktır.
Küçük bir azınlık bir yana bırakıldığında, sosyal forumlara egemen olan anlayış ve akımların, kapitalist sisteme itirazlarının olması bir yana, bunların önemli bir bölümünün “neoliberal” olarak adlandırılan, emperyalist burjuvazinin güncel saldırı politikalarına itirazları da, hem güdük ve hem de ikiyüzlücedir.

“KÜRESELLEŞME KARŞITLIĞI” NEREYE KADAR?
Porto Alegre’deki l. DSF’nda, organize edenlerin ve konuşmacıların büyük bölümünün üzerinde hemfikir olduğu konu, dünyanın “Washington modeli”ne göre şekillendirilmesine karşı çıkılmasıydı.. “Washington modeli”ne karşı çıkılırken, yerine “alternatif” olarak ne öneriliyordu? Sözü edilen dönemde, aynı zamanda DSF Konsey Üyesi olan Bernard Cassen, “dünya ekonomisinin politik olarak yönlendirilmesinin hem olanaklı ve hem de zorunlu olduğunu” ve bunun için de “gelişmekte olan ülkelerin AB ile birlikte …  güç haline gelmeleri gerektiğini” söylüyor. Yani adres gösterilmiş olunuyor: “Washington modeli”ne karşı “AB modeli”!
Devam edelim: Yine Porto Alegre’de yapılan 2. DSF Toplantısı’nda, üzerinde ağırlıkla tartışılan konulardan birini, “Ticaretin ve sermaye akışının bütün toplumlara eşit yarar sağlayacak şekilde nasıl düzenlenebileceği?” sorusu oluşturuyor. Attac, buna ilişkin olarak, BM’in denetiminde 2 fon kurulmasının talep edilmesini öneriyor…
Almanya, Attac ya da sosyal forum örgütlenmelerinde, Fransa ve İtalya gibi ülkelere göre geriden seyrederken, liberal-solcu Alman yazarları ise, bu hareketlerin ideologluğuna-teorisyenliğine soyunmuş gözüküyorlar! Almanya Attac’ından ve ‘Attac’ kitabının yazarlarından Harald Schumann: “Pazarların, şirketlerin ve bilgi akımının sınırsızca birbirlerinin içinde erimesi, gerçekten de insanlığın yoksul ve zengin ayrımını aşarak savaşların nedenlerini ortadan kaldırma potansiyelini barındırır… Güney ülkelerine bir sermaye ve teknoloji transferinin, azgelişmişliğin aşılabilmesi için her türlü devlet yardımından daha çok katkı sağlayabileceğini gösterdi” diyor. Ve  devam ediyor: “Ödeme bilançosu krizlerinin ve kalkınma  kredilerinin yönetimi gibi temel görevler için İMF ve Dünya Bankası vazgeçilmezdir. Küresel bütünleşme, ortak kuralların belirlendiği küresel siyasi kurumlar olmadan gerçekleşemez.” 

SPEKÜLASYON KARŞITLIĞIYLA SINIRLANMAK
Devamlı, sorunlara “dar sınıfsal açıdan bakılmaması gerektiğini” vaaz eden “sivil toplumcu” papazlar, özellikle bağımlı ülkelerin sanayilerinin, tarımlarının, doğal kaynaklarının, kısacası tüm zenginliklerinin uluslararası tekeller ve emperyalist ülkelerce sınırsızca yağmalanmasını, “Pazarların, şirketlerin ve bilgi akımının sınırsızca birbirinin içinde erimesi”  olarak gösteriyorlar. “Birbiri içinde erime”nin yutulma ya da bağımlı ülkelerin emperyalist ülkelerce bir anlamda sömürgeleştirilmesi anlamına geldiği ortadayken, bu, aynı zamanda “yoksulluğun ve savaşların son bulmasının yolu” olarak da gösteriliyor.
Kapitalist-emperyalist sistem koşullarında, sömürünün, yağma ve talanın daha fazla derinleşmesinden öte bir anlama gelmeyen “küresel bütünleşme” savunucularının, IMF ve DB gibi kurumları “vazgeçilmez” görmeleri de kaçınılmazdır. Bu, kendi mantığı içinde, tümüyle tutarlıdır. Ancak, görüşün kendi içinde tutarlı olması, “küresel bütünleşme”nin, neden yukarıda sözü edildiği gibi değil de, tam tersi sonuçlara yol açtığını açıklamıyor?
Kapitalist-emperyalist sisteme ve IMF, DB, DTÖ gibi kurumlarına karşı yükselen tepkilere göğüslerini siper eden bu liberal çevre, varolan durumun ve ortadaki sonuçların nedeni olarak, yanlış politikalar izlenmesini gösteriyorlar. “Yanlış politikalar” terk edilir; sermaye hareketleri ve esas olarak da spekülatif sermaye hareketleri  ve “vergi vahaları” denetim altına alınır ve de, IMF, DB, DTÖ gibi kurumlardaki “demokratik olmayan” işleyiş düzeltilirse, sorun büyük ölçüde çözülmüş olacaktır. Yani, esas olarak “spekülatif sermaye” ve söz konusu kurumların “anti-demokratik” yapısı-işleyişi, görünürde “sanık” sandalyesine oturtulmuştur!
Burada bir parantez açmak istiyoruz: Spekülatif sermayeyi, “bağımsız” ve “kendi başına” bir sermaye türü imiş gibi gösterme çabası, hemen tüm burjuva, küçük-burjuva liberal çevrelerin ortak özelliklerinden biridir. Bu, tekelci kapitalizmin ve onun rantiyeci-tefeci karakterinin aklanması amacıyla, gerçeklerin ters-yüz edilmesi, baş aşağı dikilmesidir. Spekülatif sermaye, azami kâr peşinde koşan sermayenin, faaliyeti esnasında aldığı biçimlerden sadece biridir. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç-içe geçerek mali sermayeyi oluşturduğu tekelci kapitalizm koşullarında, kendi başına bir sanayi sermayesi, banka sermayesi ya da spekülatif sermaye yoktur. Bir dönem sanayi üretiminde faaliyet gösteren aynı sermayenin, tümü veya bir bölümüyle, bir diğer süreçte spekülasyon yapmak üzere döviz veya değerli kağıtlar borsasında  faaliyet göstermeye başlaması, –aynı şey tersinden de söylenebilir– işin doğası gereğidir. Tekelci sermayenin, hangi alana ne hızda akacağını; bir biçimden diğerine hangi hızda ve ne ölçüde dönüşeceğini belirleyen, tekelci kapitalizmin hareket yasası olan azami kârı gerçekleştirme hedefidir.
Tekrar konumuza dönersek; spekülatif sermayeyi, tek başına tüm olup-bitenlerden sorumlu gibi göstermek, küçük burjuva alıklığı olmadığı ölçüde, yoğunlaşan saldırı politikaları ile birlikte kapitalist-emperyalist sistemi aklama ve hakkında boş ve zararlı hayaller yayma çabasından öte bir anlam ifade etmiyor.

“GÜNEY-KUZEY” TARTIŞMASI VE AB MODELİ
IMF, DB gibi kurumların Washington’un etkisinden kurtarılarak, “demokratik bir işleyişe” kavuşturulabilmesi için, sandalye ve oy dağılımının gelişmekte olan ülkeler lehine yeniden düzenlenmesi savunuluyor. Böylece, söz konusu kurumlar, “Güney’in kalkınması”, “Güney ile Kuzey arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin daha adil bir duruma gelmesi” ve “finans krizlerin önüne geçilmesi” yönünde bir politika izler hale geleceklerdir! Bu görüşün, sadece hayal yaymak maksatlı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.
Yukarıda aktarıldığı üzere, bu görüşleri savunanlar, aynı zamanda bunun için “Güney”in, Washington’a karşı AB’ni desteklemeleri ve onunla birlikte hareket etmeleri gerektiğini de öneriyorlar! ABD’ye karşı “Avrupa modeli”ni savunanlar, Fransa’daki ASF toplantılarında olduğu gibi, “Avrupa’nın ABD’nin gölgesinden çıkarak daha aktif politik bir rol oynaması gerektiğini” söyleyebiliyorlar. Bu, niyetin de ötesinde objektif olarak, ABD ile mücadelede “AB’ne yedekleme” politikasıdır.   
“Güney”in önüne AB’ni destekleme görevini koyan(!), sosyal forumlar içindeki bu çevre, sosyal hareketin önüne de, ileri sürülen talepleri elde etmenin yolu olarak,   hükümetleri verdikleri sözleri tutmaya zorlamayı koyuyorlar. Bunun için, yaptıkları ve yapılmasını önerdikleri  başlıca şey, hükümetler ve kurumlarla “diyalog” ve “lobi çalışmaları”dır! 
B. Cassen, 2. ASF’daki bir konuşmasında  şunları söylüyordu: “Biz ebedi olarak muhalefette kalamayız. Düşüncelerimizi hükümette olanlara götürmeliyiz. Belki bir gün bu düşünceler mevcut yapıların bir parçası haline gelecektir.” Bir başkası, “artık Attac sözcülerinin çağrılmadığı hiçbir G.8’ler, Kalkınma Siyaseti, Finans Piyasaları ve özelleştirme tartışması olmuyor” diye böbürleniyor ve bunu “artık büyük bir moral otorite haline gelindiği”nin örneği olarak sunuyor.
“Büyük moral otorite olarak değer verilen” ve “muhatap” kabul edilenlerin, aynı zamanda, AB Komisyonu da dahil olmak üzere, değişik resmi ve mali çevrelerce parasal yönden desteklendiklerini de belirtelim.

AB’Cİ OLMAYANLARIN SINIRLILIKLARI
Kendini, yine “neoliberal küreselleşme karşıtlığı” ile tarif eden, ancak bu kesime göre nispeten daha “solda” duranlar, savundukları talepler ve politik tutum itibari ile, bazı konularda bu kesimden ayrılıyorlar. Daha çok, –üzerlerinde taşıdıkları isimlerden bağımsız olarak– sol sosyal demokrat ve küçük-burjuva sosyalizmi eğilimlerine sahip olan bu kesimler, “Washington modeli”ne alternatif gibi gösterilen “Avrupa modeli”ni benimsemiyorlar. Mevcut saldırılara karşı çıkarken, daha geniş sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel hakların olduğu bir “Sosyal Avrupa” talebini ileri sürüyorlar. Lobici bir politika yerine, talepler için yığınların harekete geçirilmesini savunuyorlar.
Haliyle bu çevrelerin de, “küreselleşme” olarak nitelediği kapitalizme bir itirazı yok. Bilinç bulandırmak ve yanılsama yaratmak maksadıyla ortaya atılmış uyduruk bir kavram olan “Neoliberal küreselleşme” diye niteledikleri, üstündeki örtüsü alınmış çıplak kapitalizme belirli itirazlar var. Aslında, bu kesimlerin itirazlarına ve ileri sürdükleri taleplere bakıldığında, bunların büyük ölçüde, tekellerin ve hükümetlerinin, önceden olduğundan çok daha fazla küçük ve orta burjuva tabakaları da etkileyen saldırılarıyla bağlantılı olduğunu görmek mümkün.
Soruna sınıflar ve sınıflar arası mücadele perspektifinden bakmaktan uzak olan bu kesimler, önemli ölçüde “sivil toplumcu” görüşlerin etkisi altında. Homojen olmamakla birlikte, küçük burjuvazinin ikili karakteri; bir yandan tekellerin yoğunlaşan saldırılarından duyulan rahatsızlık, diğer yandan da sistemle olan bağlar, bu çevrelerin politikalarında ve taleplerinde yansıyor. Bunların birçok konudaki görüş ve önerilerini karakterize edenin eklektizm ve belirsizlik olması da buradan geliyor.

“BİR BAŞKA DÜNYA” VE “YENİ” PERSPEKTİFLER
Attac’ın ve sosyal forumların eylemlerinde yaygın olarak atılan sloganlardan birini, “Bir Başka Dünya Mümkündür!” sloganı oluşturuyor. Bu “bir başka dünya”, nasıl bir dünya olacak? Slogan bunun yanıtını vermiyor ve bununla sadece, bugün mevcut olandan “farklı bir dünya”nın mümkün olduğu söylenmiş olunuyor. Aslına bakılırsa bir şey de söylenmiyor. Ve slogandaki bu “belirsizlik”, tümüyle bilinçli olarak tercih edilmiş görünüyor. Bu slogan ya da sloganın üzerinde yazılı olduğu bayrak, hem değişim isteyen kesimleri –özellikle de gençlik kesimlerini– etrafında toparlayabilecek ve hem de onlara bir ufuk sunmayacak; ‘nasıl bir değişim’ sorusuna yanıt vermeyecek bir özellik taşıyor.
Sosyal forumların ve sosyal hareketlerin alternatifleri ve gelecek perspektifleri tartışılırken, aslında bu “Bir başka dünya”nın nasıl olacağına yanıt aranıyor. Açıktır ki, yığın hareketi geliştikçe ve “yeni bir dünya özlemi” güçlendikçe, “alternatif strateji” arayışları daha da yoğunlaşacaktır.
Başta bu nedenle, Sosyal Forum’a ya da ‘sosyal hareketlere’ perspektif ve alternatif strateji arayışı içine giren burjuva reformcuları, işe, işçi sınıfına ve sosyalizm davasına saldırı ile başlıyorlar:
“1848-1968 arası dönem, iktidarı ele geçirip, ‘dünyayı değiştirme’ stratejileri iflas etti… Hemen tüm ülkelerde iktidara gelindi.. Ancak, bu strateji tam da zaferi noktasında iflas etti.” (İmmanuel Wallerstein)
“19-20. Yüzyılda iflas etmiş stratejiler yeniden canlandırılamaz” (Joachim Bischof-Richard Detje)
Almanya’nın, “Sosyalizm” isimli bir dergide de yazan bu sol sosyal demokratları, işçi sınıfının, sömürücü kapitalist sınıfı alaşağı ederek, iktidarı alma stratejisinin “yeniden canlandırılamayacak” biçimde “iflas etmiş olduğu”na hükmettikten sonra, kendi “yeni toplum stratejilerini” açıklıyorlar:”Dayanışmacı bir uygarlık”!
Peki, nedir-nasıldır bu “Dayanışmacı uygarlık” ve bunun “kapitalist uygarlık” tan farkı nedir?
“Geleneksel olarak, sosyalist-komünist stratejinin anahtar sorunu, özel mülkiyet sorunuydu. Wallerstein, haklı olarak bunun önemini görelileştiriyor ve belirleyici olanın; kuruluşların kârsız karakterleri ve bu anlamda yaratılan toplumsal değerle bunların bölüşümü arasındaki ilişkinin açıklanması olduğunu; anahtar sorunun bu olduğunu söylüyor.” (J.B-R.D)
Belirleyici olanın, “kapitalist özel mülkiyet sorunu” değil de, “bölüşüm sorunu” olduğu, sosyal demokrasinin ve burjuva reformizminin bilinen geleneksel görüşüdür. Ve, kapitalist özel mülkiyete dokunmadan, bu ilişki üzerinde yükselen “bölüşüm sorunu”nun esaslı olarak çözülebileceği iddiası, kapitalist sistemi koruma altına alma çabasından öte bir değer taşımıyor: “Dayanışma uygarlığı” olarak sunulan “toplum modeli”, kapitalizmin “biraz dayanışmacı olanı” ya da “dayanışmacı kapitalizm”den başka bir şey değil. Kısacası, sosyal foruma ya da toplumsal harekete, “alternatif strateji” olarak “uygar-dayanışmacı bir kapitalizm modeli” sunuluyor!

SOSYAL FORUMLARIN GELECEĞİ VE TUTUM

Attac ve sosyal forum türü örgütlenmeler, hem bileşenleri ve hem de perspektifleri ve politik platformları itibariyle, ağırlıklı olarak, küçük burjuva tabakalara ve onların eğilimlerine tekabül eden politik platformlardır. Liberali ve “radikali” ile, küçük-burjuva ve burjuva  reformcu akımların, kendi politik platformlarını, “bütün muhalefetin alternatif platformu” gibi sunma çabasını, toplumsal hareketin ve gerçek muhalefetin omurgasını oluşturan işçi ve emekçi yığınların yedeklenmesine dönük bir politika ve çaba olarak da değerlendirmek gerekiyor.
Bir yandan saldırıların yoğunlaştığı, diğer yandan da işçi hareketinin ideolojik ve politik olarak zayıf olduğu özgün koşullarda ortaya çıkan ve henüz birçok açıdan “belirsizlik”le malul olan ve olabildiğince de böyle kalmayı tercih eden sosyal forum türü tepki hareketlerinin geleceği, bir yönüyle, önümüzdeki dönemde ne yönde ve nasıl bir gelişim göstereceklerine de bağlı olacaktır. 
Bu platformların, tekellerin ve hükümetlerinin saldırılarına karşı mücadeleyi ilerleten bir işlev kazanmaları, yerelleşmelerine; ortak talepler etrafında geniş toplumsal kesimlerin mücadelesinin örgütlenmesine hizmet edecek bir platforma kavuşmalarına bağlı olacaktır. Ki, bir anlamda gelecekleri de buna bağlı olarak şekillenecektir!
Buraya kadar söylenenlerden, değişik kıta ve ülkelerde ortaya çıkan bu türden platformlara ilgisiz kalınması gerektiği ya da kalındığı gibi bir sonuç çıkmıyor, çıkartılmaması gerekiyor. “İlgi”nin, izleme ve eleştiri ile sınırlı kalamayacağı da açıktır.
Sosyal forumlar, üzerinde durulan ideolojik, politik, örgütsel vb. açılardan sahip oldukları bütün zayıflıklara ve yetmezliklere karşın, sonuçta tekellerin ve emperyalistlerin yoğunlaştırdıkları saldırı politikalarına karşı, sınırlı ve birçok açıdan güdük de olsa, politik bir tepkiyi ve karşı çıkışı ifade ediyorlar. Ve böyle olduğu içindir ki, ağırlığını gençliğin oluşturduğu belirli bir kitleyi de harekete geçirebiliyorlar. Ayrıca şuna da işaret etmek gerekiyor: Tekellerin ve hükümetlerinin saldırılarının giderek şiddetlendiği ve şiddetleneceği dikkate alındığında, hükümetlerle diyalog yanlısı lobici güçlerin ve politikaların bu hareket üzerindeki etkilerinin giderek zayıflayacağını söylemek  yanlış olmayacaktır ki, bu günden bile, bunu gözlemek mümkündür.
Devrimci işçi hareketi ve partisi bu konudaki tutumunu şekillendirirken, şu iki şey üzerinden hareket etmektedir: Birincisi ve en önemlisi, ideolojik, politik, örgütsel, her açıdan işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığının korunması ve geliştirilmesidir. Bu, somut sorun açısından şu anlama geliyor: sosyal forum türü sınıf dışı hareketlerin, hem perspektif ve hem de politik platform olarak işçi sınıfını ve hareketini etkilemesine; hareket üzerinde etki kurmasına ya da var olan etkilerine karşı mücadele etmek. İkincisi: Kendi bağımsız politikaları ve faaliyeti üzerinden, bu türden hareketlerde, zayıf da olsa var olan olumlu yanı, saldırılara karşı mücadelenin güçlendirilmesi perspektifi ile desteklemek ve olabildiğince ilerletmeye çalışmaktır ki, bir yaklaşım olmanın ötesinde, devrimci işçi partisinin pratik tutumu da buna uygundur.

DiPNOTLAR

1 Bu verginin ‘Tobin Vergisi’ olarak adlandırılması, 70’li yıllarda spekülatif sermayenin %0,1 oranında vergilendirilmesini öneren ABD’li bir ekonomistin isminin James Tobin olmasından ileri geliyor.)
2 Reformcu bir parti olan Brezilya İşçi Partisi, hükümette bulunuyor ve cumhurbaşkanı da bu partiden
3 Katılımcılarını, ağırlıklı olarak Brezilyalıların yanı sıra Fransızların oluşturduğu bu ilk DSF’nun davetlileri arasında Fransa’dan sekiz bakan ve çok sayıda milletvekili, Chirac’ın özel bir temsilcisi ve yine DB’nın bir temsilcisi de bulunuyordu.
4 Bernard Cassen, Le Mond Diplomatik Genel Yayın Yönetmenliği görevinin yanı sıra, uzun dönem, kurucularından olduğu Fransa Attac Başkanlığı ve yine DSF Konseyi üyeliği görevinde bulunmuş. “Neo-liberal küreselleşme” karşıtı hareketin ideologlarından.
5 Kararlar alma, dünya ya da bölgesel konseylerin yetkisindedir. Politik partilerin sosyal forumlara resmen katılamayacakları da, DSF Konseyi’nin kararları arasında bulunuyor. Peki Konseyi kim belirliyor? DSF Konseyi, seçimle değil, atama usulü belirlenmiş ve Brezilyalılar ile Fransızlar burada etkili durumdalar.

Gençlik içinde çalışma ve parti*

Toplumlar nasıl art arda gelen genç, yetişkin ve yaşlı kuşaklardan oluşuyorlarsa; her biri farklı bir sınıfı temsil eden siyasal partiler de, ilgili sınıflara ait veya onlara katılmış genç, yetişkin ve yaşlı kuşaklara mensup kişilerden oluşurlar.
Karşı karşıya bulunan toplumsal sınıflar ve bunları temsil eden partilerin, geleceğin güvencesi olması ve enerjisinden dolayı; başta kendi (sınıf) gençliği olmak üzere, toplumun genç kuşağını kazanmaya ve onun desteğini almaya özel bir önem verdikleri, modern tarih tarafından yadsınamaz bir şekilde kanıtlanmıştır.
İşçi sınıfı ve partisinin, genç kuşaklara; öteki sınıf ve partilerden daha büyük bir önem vermesi, bunun gereklerini içtenlikle üstlenmesi, elbette zorunludur. Taşıdığı devrimci ruh ve dopdolu olduğu enerji; işçi sınıfı ve partisinin gençliği kazanması ve örgütlemesini gereklilikten de öte, zorunlu kılar. Öte yandan, aradığı aydınlık gelecek, gençliğe ancak; bugünkü toplumun eskiyi yıkma ve yenisini kurma yeteneğine sahip tek sınıfı olan işçi sınıfı ve onun partisi tarafından verilebilir. 
Partimiz yaşamı boyunca, bu tarihsel gerçeğe; Marksist-Leninist teori ve uluslararası deneyime uygun düşen bir gençlik çizgisine hep sahip oldu. İşçisi, işsizi, köylüsü, üniversitelisi, liselisi ile genç kuşaklar içindeki çalışmaya; gençliğin mesleki-ekonomik ve diğer örgütlerinin gelişmesine verdiği önem ve ilk olanaklarla birlikte örgütlemeye yöneldiği parti gençliği örgütü, bu açıdan birer göstergedir.
Geriye doğru bakan herkes görür; partimiz gençliğin istekleri ve gelecek için mücadelesine sadece teori ve genel çizgi düzeyinde değil, her alandaki girişim ve çalışmasıyla pratik olarak da büyük bir önem vermiştir. Ama bu, partimizin gençliğin mücadelesi, örgütlerinin çalışması ve parti örgütünün yeniden inşasındaki yeri gibi sorunlarda hiçbir eksiğinin olmadığı anlamına da gelmez. “Görünen köy kılavuz istemez”: gençlik ve sorunları karşısındaki hata ve eksikliklerimiz; örgütlerimizin pratikteki önemli hata ve eksiklikleri içinde, hep ön sıralarda oldular.
Hemen belirtelim ki, gençlik sorunları ve hata ve eksiklikler üzerine geniş çaplı tartışma, bu yazının sınırları dışında. Yani yazı, gençlik içindeki çalışmanın sorunları ve genç kuşağın; parti inşası, örgütünün çalışması ve yaşamındaki yeri ile ilgili hata ve eksikliklerin genel düzeydeki ele alınışı ile yetinecek. Ama buradaki genellik ve ilgi alanının nispi sınırlılığı; ele aldığımız sorunun önemsizliğinden değil, gençlik ve devrim konusunun en merkezi sorunlarından biri olmasından ileri geliyor.
Yani; sorunun ciddiyetle ele alınması; yazının bir düzeltme ve plan materyali olarak incelenmesi, hele de yürüyen kampanya nedeniyle özel bir zorunluluktur.

-I-
DENEYİMLER VE GENÇLİK İÇİNDE YENİLENME
Marksist Leninist hareketin, bütün kesimleri ile genç kuşağa verdiği önemi; işçi partisinin aslında, “işçi sınıfının gençliğinin partisi” olmasına bağlılığını; bu önem ve bağlılığa uygun düşen çizgisini ve uzun dönemli bir pratik tarafından sınanmış kararlı tutumunu bir yana bırakıyoruz. Emek partisinin daha baştan; genç işçi ve emekçilere dayanmayı ve gençlik kitle örgütleri ve emek gençliği örgütleri kurmayı öngören bir çizgi ve tutumla ortaya çıktığı herkesçe bilinir. Emek partisi, gençliğe verdiği önem ve gençlik içindeki ısrarlı çalışması ile de tanınmıştır.
Yazının sınırlarına sadık kalarak ve lafı dolandırmadan söylersek; şunlar, bu noktada akla gelen ilk sorular olur: İyi, güzel; çıkış ve çizgi böyle de, bu çıkış ve çizgiye uygun adımlar atılabilmiş midir; parti ve örgütü, geride kalan dönemde gençlik cephesinde elde edilebilir sonuçları gerçekten elde edebilmiş midir? Daha açık söylersek; gençlik örgütümüz, gençlik hareketini ilerleten ve onu kucaklayacak derecede büyüyen bir örgüt haline gelebilmiş midir; parti örgütleri gerçekten de, “işçi sınıfı gençliğinin örgütleri olarak yenilenme”de az çok ileri adımlar atabilmişler midir?
Bu soruların yanıtlarının hepten olumsuz olmayacağı  tahmin edilebilir. Buna karşın, dönemin gençleri ve geriye dönüp bakan herkes görebilir ki, gençlik hareketine ileriden katılma, emek gençliğinin bu ileriden katılışın ürünü, gereğince gelişmiş bir örgüt olarak örgütlenmesi ve parti örgütlerinin “işçi sınıfı gençliğinin (ve ona katılan genç aydınların) örgütü” olarak inşası açısından, geride kalan sekiz yıllık deneyimin, çok da başarılı bir deneyim olduğu, sanıyoruz ki, söylenemez.
Bu başarılı olamamanın nedenleri açısından tabii ki bir çok “açıklama” yapılabilir. Örneğin, işçi hareketinin uluslararası yenilgisi ve gençliğin işçi hareketinin bu yenilgisi nedeniyle sosyalizmden uzaklaşması bir neden olarak gösterilebilir. Veya, 12 Eylül darbesinin özellikle üniversite gençliğini ezdiği, bu nedene de dayanan gerilemenin, komünizmin gençlik içinde gelişmesini sınırladığı ileri sürülebilir. Dahası, sermayenin saldırı kampanyasının; bireyci “değerler”in gençlik içindeki yükselişini, “önü alınamaz” bir cereyan haline getirdiğinden dahi söz edilebilir.
Doğrudur: Bu ve benzer nedenler; gençliğin mücadelesini, gençlik içindeki çalışmayı ve örgütlerimizin genç militanlarla tazelenmesini önemli oranda baltaladı. Gene bunlar, kuşkusuz, gençlik hareketinde iradi çabayla değiştirilemeyecek nedenler olarak etkili oldular, ve nispeten kırılsa da, etkileri, hâlâ devam da ediyor. Bütün bunlar doğru; ama ne var ki, bu ve benzeri nedenler, gençlik sorunlarını ve gençliğin örgütümüzün yeniden inşasındaki yeri ile ilgili çalışmamızı asla açıklayamaz. Böyle bir açıklama, sanırız; sorumlulukları örtbas etmek ve zaaf ve zayıflıkları görmezden gelmek için sığınılan uyduruk bir saçak altı ve pespaye bir oportünizm olurdu.
İşçi hareketinin -uluslararası ölçekteki- yenilgisi ve geriye düşmesi; üniversite hareketinin işçi hareketinin durumu ile de bağlantılı yavanlaşması; 12 Eylül darbesinin henüz ortadan kaldırılamayan ve bir bütün olarak işçi ve öğrenci gençlik (ve bütün genç kuşak) üzerinde yarattığı tahribatın sonuçları vb.; bunların, çalışma ve seyri üzerinde, hesap dışı tutulamayacak etkileri olan nesnel birer neden olduğu kesin. Ama eğer doğru ve düzeltici sonuçlar çıkaracaksak; asıl bakılması ve irdelenmesi gerekenin, kendi çalışmamız olduğunu görme ve anlamamız da gerekir.
İşçilerin partisinin çizgi, istek, girişim ve çaba olarak gençlik içindeki çalışmanın sorunlarına özel bir önem verdiğini daha önce belirtmiştik. Bunu görmek için olgulara bakmak yeterli: parti gençliği ve yerel parti örgütlerine bu amaçlarla verilen yönergeler, gene bu amaçlarla yapılan konferanslar, çıkarılan yayın organları ve yapılan öteki girişimler, açık birer kazanım olarak ortada duruyor.
Kazanımların altını niçin özellikle çiziyor ve kısmen “kağıt üstünde” olsa da, bunları neden vurguluyoruz? Neden ve niçinler anlaşılamaz değil: Kazanımlar biriktirilmeden, onlara sıkıca sarılarak öğrenilmeden ilerlenemeyeceği bir olgudur. Ama, bir başka olgu daha var ki, onun da altı özellikle çizilmeli ve o da asla kararmamalı: Bu, kazanımların altını çizme ve vurgulamayla yetinildiğinde, avunmanın eğlenceli hayaliyle uykuya dalmanın mutlak olarak kaçınılmaz hale geleceği olgusudur. Yani, örgütümüzün genç kuşaklar karşısındaki tutumu ve gençlik içindeki çalışması salt kazanımlarla sınırlı olarak ele alınamaz; onun bütün yönleriyle ele alınması, her yönden ve ilerletici sonuçlar çıkarılmak üzere irdelenmesi, bir zorunluluktur.
Bu noktada gündeme girenin, başka herhangi bir şey değil; gençlik sorunları karşısındaki zayıflıklar, çalışmadaki hatalar ve eksiklikler olacağı kendiliğinden anlaşılır. Tutumlarına, çalışmalarına ve gelişme çizgilerine eleştirici yaklaşımın; çalışma yürüten kişi ve örgütlerin işlerini ve kendilerini ilerletmede beceri ve yetenek kazanmalarının en temel yöntemlerinden biri olduğundan kuşku duyulamaz.
Partimizin gençlikle ilgili merkezi çalışma ve müdahalelerini (tabii bu alandaki zaaf ve eksikliklerini de) bir yana bırakıyoruz. Bu durumda, gençlikle ilgili sorunlara ve gençlik içindeki çalışmaya iki ayrı cepheden bakmak zorunlu: Önce parti örgütleri ve sonra da gençlik örgütleri cephesinden. Soruna, niçin böyle; parti ve gençlik cephelerinden bakmamız gerektiğini izah etmek, belli ki gerekmiyor.
Başka materyaller yanında, Özgürlük Dünyası’nın iki önceki sayısında, emek partisi örgütlerinin piyasacı sınıf dışı ögelerin kışkırtmaları nedeniyle, uzunca bir süre önü alınamayan bir çözülme, bozulma ve savrulma dönemi yaşadığından söz edilmişti. Burada şunu söyleyebiliriz: Bu çözülme ve savrulma; her şeyden daha çok, –fabrikalar yanında– gençlik içindeki çalışmayı ve gençlik örgütünü etkilemiştir. Öyle ki, gençlik içindeki çalışma ve gençlik örgütleri; ideolojik ve örgütsel dejenerasyonun yanı sıra, peş peşe gelen tasfiyelere de maruz kalmışlardır.
Gerek dışarıdan, gerekse içerden yapılan kışkırtmalar üzerinden oluşturulan suni gündemler nedeniyle; her düzeyde gençlik örgütü ve her kademeden gençlik organı, sanki partinin bir çizgisi, bir anlayış ve birikimi yokmuş gibi; parti gençlik örgütünün “nasıl bir örgüt” olduğunu, ne kadar “bağımsız” ne kadar “bağımlı” olması gerektiğini sözde tartışan tasfiyeci bir platform içine daha baştan itildi. Parti yerel örgütleri ise, gençliğin dejenerasyonuna yol açan bu platformu değiştirme bir yana; önemli bir çok yerde, onu kabullenen; gençlik örgütleri ve gençlik içindeki çalışma ile ilişkilerini bu platform üzerinden kuran bir tutumla hareket ettiler. Zira, yapılarında daha ilk andan itibaren, tasfiyecilik anlamına gelen eğilimleri ve bu eğilimleri temsil eden lafazan, oportünist ögeleri çokça barındırıyorlardı.
Kabullenilen bu platform aslında, parti anlayış ve çizgisinin tahrip edilmesi, yok  sayılması; gençlikle ilişki ve gençlik içindeki çalışmanın, ilkesiz şekilde “çalışan” herhangi bir kişinin keyfi istek ve girişimlerine bağlı hale gelmesi demekti. Parti ve anlayış sahibi partili ögelerce önü alınmaya çalışılsa da; belli başlı çoğu yerde, gençlik içindeki çalışmayı ve gençlik örgütünün oradaki gidişatını, görevli-görevsiz kişilerin (bunlar çoğunlukla iş kaçkını, kariyerist, oportünist kişilerdi) keyfi istekleri, anlayışları, çizgileri ve eylemleri büyük ölçüde tayin etti. Ama, bunlar, kendilerini, en küçük bir sorumluluk veya disiplinden “azade” gördükleri ve genel olarak iş kaçkını lafazanlar oldukları içindir ki; yanlış da olsa, gençlik hareketine müdahale edecek ve az çok istikrarlı çalışacak bir gençlik örgütü çıkarılamadı.
“Nasıl bir gençlik örgütü” yollu tartışma; başta bir tasfiye olayına yol açsa, alınması gereken ilk hızı önemli oranda kırsa ve kötü bir çok girişime zemin olsa da, kuşkusuz “ila nihaye” devam etmedi. Buna karşın, gelenekçi ve piyasacı üst tabaka solculuğu nitelikleri taşıyan ve önceleri kararlılıkla mücadele edilen anlayış ve eğilimler, bu “tartışma platformu” nedeniyle, daha sonraki dönemleri de etkileyecek bir şekilde, meşrulaşma, legalleşme ve yayılma olanakları buldular. Bu nedenledir ki; emek partisinin gençlik çalışmasına, gençlik örgütüne yönelik müdahaleleri ve başlattığı olumlu girişimler, genelde “kabullenilmesi”ne rağmen, çoğu yerde kadük oldu veya kadük edildi; şurada burada az çok iyi kimi örnekler görüldüğü halde, çalışma, parti çalışması denilecek bir düzeye gerçek anlamda çıkarılamadı.
Parti ve gençlik örgütleri, esasta büyük bir çoğunluğu ile, iyi niyetle ve devrim isteği ile hareket eden yetişkin ve genç kişilerden oluşuyordu. Ama estirilen hava ve yaratılan atmosfer, öylesine aşırı bir durum yaratmıştı ki; bu, öncelikle, gençlik içinde çalışan partili görevlileri, genç kuşak militanları etkisi altına almış; sanki görev, sorunları salt tartışmak, daha bir iş yapmadan, karşılıklı suçlamalar içinde çözülmek veya küskünleşerek bir kenara çekilmekti. Öyle ki; o dönem ve sonraki birkaç yıl boyunca gençlik içindeki görevliler ve bizzat gençlerin yaptığı olumlu ve başarılı işler dahi; kişilerin birbirlerini ezmesi, sonuç olarak da, gençlik görevli ve militanlarının moral sarsıntısı, yorgunluğu; örgütlerin durgunlaşması veya gerçek anlamda dağılmasının bir vesilesi haline gelir olmuştu. Mantık dışı kuşkusuz; ama sanki amaç, iyi işler de yapıp, kötü, yıkıcı sonuçlara varmaktı!
Kolayca anlaşılacağı gibi, böyle bir durumda yeni güç ve deneyim kazanma bir yana, birikmiş güçlerin erimesi ve iyi deneyimlerin kararması dahi önlenemezdi. Ama güç ve deneyim, kaybedilebileceği gibi, elde de edilebilir şeylerdi. Olup biten, daha ciddi bir şeydi: gençlik örgütü ve gençlik içinde çalışan partili genç; 12 Eylül darbesi ve dünyada olup bitenler tarafından zaten yaralanmış bulunan kendine güven duygusu, kazanma azmi, devrim iddiası ve moral değerlerin bütünü açısından, söz konusu yıllar boyunca gördüğü tahribatla, daha da hırpalanmıştı. Bu hırpalanma, aslında işçi sınıfına, partiye, sosyalizme güven ve bağlılığın kırılması anlamına geliyordu; dönem, gençlik içindeki yıkıcılığını bu noktalarda göstermişti.
Nitekim, pek çok olay gösterdi ki; çokça laf eden birçok “genç” kişinin işçi sınıfı, parti ve devrimle bağı sanki pamuk ipliğinden (dönemin uluslararası ölçekteki özelliği, sınıfa ve sosyalizme inancın görülmemiş sarsıntısı ve genel bir kaçıştı) bir bağdı; pek çoğu, fazlaca veya herhangi bir iş yapmadan, küçücük zorluklar nedeniyle gerilemiş, dökülmüş; kişilik, karakter ezikliği, çalışmada ise ilgi zayıflığı ve kesintililik, genel bir olgu olarak kendini örgütte açıktan kabul ettirmişti.
Kendine, sınıfa güven, devrim iddiası ve bir bütün olarak moral değerlerde aşırı tahribat; öncelikle sözünün adamı olmada yansıyan kişilik, karakter zafiyeti; çalışmada ilgisizlik, giderek artan kesintililik ve araç ve olanakların değerlendirilmesinde “adam sende”cilik ve gevşekliğe  dayanan duyarsızlık— oportünist lafazanlığın ve piyasacı liberalizmin kendini dayattığı dönemin parti gençliği içindeki etkisi; öncelikle söz konusu bu ve benzer olguların önünün alınamaması, aksine artması ve bunların “meşrulaşma” güdüsünün tahrik görmesi oldu, diyebiliriz.
Buradan çıkarılacak ilk sonuç ve tabir yerindeyse edinilecek ilk ders kuşkusuz şudur: Lafazanlığa ve iş kaçkını oportünizme karşı bilinçli bir mücadele olmadığında; kendine, işçi sınıfına, partiye ve geleceğe adanmış, iddialı, disiplinli, militan bir gençlik (çalışması yapmak) yetiştirmek; aynı şekilde dikkatler, işçi hareketi, Marksizm ve parti yerine piyasa, geleneksel çevreler ve oportünizm cephesine yöneldiğinde, işini yetenekle yapan, sınıfına coşkuyla katılarak partinin geleceği olan bir gençlik haline gelmek olanaksızdır. Kuşku yok; koşullar yerine getirilmediğinde, işçi-öğrenci genç kişilerin; Türkü-Kürdü ile, gençlik ve emek gençliğinin örgütleyicisi ve öncüsü, genç birer militan olarak yetişmeleri sadece bir hayal olur.

DENEYLERDEN ÖĞRENMEK
Gençlik söz konusu olduğunda, gerideki dönemin çalışmasından çıkarılması gereken ilk ders, sanırız böyle. Ama kuşkusuz, alınacak genel ders; burada söz edilen güven, iddia ve moral değerlerle ilgili zaaflar ve bunların gençlik içindeki çalışma için getirdiği sonuçlardan çıkan bu ilk dersle; dökülmelerle, çalışmadaki kesinti ve istikrarsızlıkla sınırlı olamaz. Zira, lafazanlık ve oportünizmin kendini dayatması ve yükselişi; aynı zamanda, oraya kapılan kişinin düşünce sistematiğinin bozulması, düşünce ve eylem arasındaki ayrılışın sonucu olarak sığlaşma; çalışmadaki ilkellik, yüzeysellik ve kısırlığın geniş çaplı artması da demektir.
Nitekim, sözü edilen öteki zaafların yanında; geride kalan dönemde düşünce sığlığı, ilkellik, yüzeysellik ve verimsizlik, gençlik içindeki çalışmaya damga vuran en önemli etkenlerden biri oldu. Genç işçiler arasında, sendika-işgünü-sigorta gibi eylem içinden çıkan somut bir istemin soyutlaşıp, anlaşılmaz şekilde hayatın dışına düşmesi; üniversitede, okulcu gençlerle konuşma ve onlar arasına katılmada cesaretsizlik de olan “kantin devrimciliği” geleneğinin uzun süre çalışmaya yön vermesi gibi olguların, esinini “sol” piyasa ve örgütteki oportünizmden alan yüzeyselleşme, ilkelleşme ve verimsizleşmenin de ürünü olduğunu görmemek olanaksızdır. Kaldı ki; semtlerdeki atölyelere, gençlik kültür kurumlarına ve gençlik kahveleri vb.’ne girerek, işçi-işsiz gençliği örgütlemede kendini gösteren direnç, tutukluk, ürküntü ve verimsizliğin; kendine, sınıfa ve partiye güven ve inançtaki sarsıntının yanında, sosyal hayat, devrim ve değişim çizgisi tahribatının beslediği zihni-fiziki tembellik, ilkellik ve yüzeysellikle bağlı olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Öyle sanıyoruz ki, geride kalan dönemden çıkarılması gereken ikinci ders; lafazan oportünizmle, gençliğe yaklaşım ve gençlik içinde çalışmadaki tutukluk, ilkellik, yüzeysellik ve verimsizlik arasındaki bağın anlaşılmasında yatmaktadır. Kabul edilmelidir ki; bu ikinci ders de iyi ve doğru öğrenilmediğinde; gençlik içindeki çalışmanın ilerlemesi, genç militanların geniş ölçüde yetişmesi ve ileri gençlerle birlikte genç bir parti örgütü inşası hedeflerinin “kadük olması” kaçınılamazdır.
Öte yandan, gençlik içindeki çalışma ve gençlik örgütünün durumuyla ilgili başka hata ve zaaflar ve çıkarılacak başka dersler de tabii ki olacak. Ne var ki, bölüm çok uzadı ve aşağıdaki ikisi dışındakilere burada değinmeyeceğiz. Aslında zaten, “parti çalışması, örgütsel sorunlar” ve “gençlik ve parti” ile ilgili olarak yayınlanmış pek çok materyal, bu sorunları az çok da olsa ele alıyor ve ayrıca, zaaf ve hatalardan hâlâ etkili olanlarına, yazının ileriki bölümlerinde de değinilecek.
Dolayısıyla; burada değinmemiz gereken iki soruna işaret edip, bölüme, bunların da altlarını özellikle çizerek son vermemiz doğru olacak.
Özellikle parti organ ve görevlileri ve yanı sıra gençliğin partili yöneticilerinin, eğer başarılı olacaklarsa öncelikle bir özel zaaftan kurtulmaları zorunlu: Gençlikteki hata ve zaaflar deyince, çoğu zaman ve genelde anlaşılan şey, gençlik örgütü ve gençlerin hata ve zaafları olmaktadır. Bu, bir bakıma ve bir yönüyle doğrudur; ama ne var ki, hata, zaaf ve eksikliklerini gençlik kendi başına aşmak zorundadır diye bir kural yoktur ve hiçbir şekilde olmayacaktır. Dolayısıyla; parti organları ve gençlik içindeki çalışmanın partili görevlilerinin; gençlik örgütleri ve genç militanların eksikliklerini giderme ve zaaflarını aşmalarında onlara yardım etmenin tüm sorumluluklarını, tereddütsüz bir şekilde üstlenmeleri gerekmektedir.
Zira gençliğin öncüsü, örgütleyicisi; gençlik örgütü ve onun organları değil, partidir; partinin her düzeydeki örgüt ve organıdır. Gençlik örgütü ise, gençlik hareketine olabilir en ileriden müdahale; olabilir en ileriden çekim merkezi haline gelme; parti gençliğinin olabilir en iyi (girişken, güvenli vb.) koşullarda ve gençlik kitleleri içinde en fazla benimsenecek şekilde yetişmesi için bir olanaktır. Kısacası; çalışmadaki zaaflar ve gençlik örgütünün eksikliklerinin; (gençlik örgütü ve gençlerin sorumlulukları dışlanmadan) partimizin, parti örgüt ve görevlilerinin aşması  gereken zaaf ve eksiklikler olarak görülmesi, asla atlanamaz bir yükümlülüktür.
Öte yandan, geçmişte bu belirtilene paralel yaşanmış ve bugün zerresine dahi hoşgörü gösterilmemesi gereken bir zaaftan daha söz edilmeden geçilemez. Yerel örgütlerin yönetici organ ve görevlileri; gençlik organının başında bulunan veya tek olarak sorumluluk üstlenen bir genci, partiye ve partinin il, ilçe veya ilgili birim organına katmalarının, gençlik çalışmasındaki sorunları çözeceğini sandılar. Oysa; gerekli olmakla birlikte, bu yapılanlar; parti gençliğini örgütlemek ve gençlik içindeki çalışmanın sorunlarını çözmek için asla etmezdi. Bunun için, gençliğin yaşamına, sorunlarına ve eylemine her kademede en ileri derecede ilgi, gene her kademede ve iş içinde en olgun, en gelişkin gündelik yardım ve bunları bütün örgütlerde güvenceye alacak devrimci önlemler kesin şekilde zorunluydu. Bu önlemlerin neler olması gerektiği ise, elbette sır değildi; işçilerin partisi, bunları genel çizgisiyle ortaya koymuştu ve sorun, bunları çalışmada uygulama sorunu durumundaydı.
Özet olarak söylersek; gerek parti örgütleri ve gençlikle ilgili görevliler, gerekse gençlik örgütlerinin yönetici ve militanları açısından şunun anlaşılması hayati önem taşımaktadır: Deneylerden öğrenmeden, gelişmek; mücadele ve örgütlenme yeteneğini geliştirmek olanaksızdır. Deneyler ise, gençlik içindeki parti görevlileri ve genç militanların, kendilerini; iş kaçkını, kitleler içine gitmekten ürken lafazan solculuğun; kendine, sınıfa, partiye güven duygusunu, devrim iddiasını, yetenekleri kemiren, insanı ilkelleştiren, yüzeyselleştiren piyasa oportünizminin anlayış ve alışkanlıklarının (kalıntı halindeki) etkisinden kurtulmak zorunda olduklarını, herkesin görebileceği şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. Esini partiden, işçi hareketinden ve Marksizm Leninizmden almak; işçi, emekçi ve öğrenci gençliğin safları arasına katılarak, mücadele ve örgütlenmelerinde onlara içtenlikle yardım etmek ve ileri ögeleri ile birlikte orada, onlar arasında örgütlenmek— her türden sınıf dışı etkiden kurtulmanın olduğu gibi; deneylerden öğrenerek, iddia ile ilgili zaaflardan, ilkellik ve yüzeyselliğin çıkmazlarından kurtularak ilerlemenin yolu da buradan geçmektedir. Gençlikteki görevliler ve genç militanlar için; gençliği örgütleme ve sınıfa bağlama olanağının burada bulunduğu yeterince anlaşılırdır.  
Parti gençliği, kuşkusuz bugün burada ortaya konulandan çok farklı bir pozisyonda bulunuyor. Buna karşın, bulunduğu pozisyon; onun her zamankinden çok daha iddialı, çok daha militan, çok daha geniş görüşlü, gelişkin ve verimli bir çalışma içinde olmasını adeta dayatıyor. Bu nedenledir ki, bugünkü genç kuşağımızın; işçi hareketinin, partinin; kendi tarihinin ve bizzat kendi güncel çalışmasının deneylerinden öğrenmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde, geçmişte bolca yaşanmış ve kaçınılabilir hataları kabullenmek; dolayısıyla enerji israfına düşmek, verimsizliğe ve gereksiz zahmetlere katlanmak kaçınılamaz olacaktır.
Oysa, Emek gençliği; işçi, emekçi ve öğrenci gençlik hareketine her cephede daha ileriden katılmak ve hareketi ilerletici rolünü en ileriden oynamakla yükümlü bir gençliktir. Onun bu rolü üstlenmesi ve görevlerini gündelik olarak yerine getirmesi, aynı zamanda, gençlik kitleleri tarafından geniş ölçüde benimsenmesi, desteklenmesi ve örgütlerinin gereğince büyümesinin güvenceye alınması da demektir. Kısacası; gençliğimiz ve görevlileri, deneyimle, öğrenerek ilerlemeye mahkumdur.
Tekrarlayalım, hiç unutmamak gerekir ki; nesnel etkenler, çalışmamızın genel zeminini oluştururlar ve farklı dönemlerde farklı olmak üzere, onu koşullandırırlar; ancak, hiçbir zaman elde edilebilir olan sonuçları elde edemememizin neden ve açıklayıcıları olamazlar. Buna neden olan ve açıklayan etkenler, her zaman yürüttüğümüz çalışmada; onun taşıdığı zaaf, hata ve eksikliklerdedir; eğer durumu düzeltmek ve elde edilebilir olanı gençlik cephesinde de elde etmek istiyorsak, soruna, çalışmamızın eleştirisi mevzisinden yaklaşmak kesin olarak zorunludur. Bu bakış açısı ve mevzi, ilerleme ve amaca ulaşmanın her zaman temel güvencesi olmuştur.

Dipnotlar:
1- Bütün olumsuzluklara karşın, gençlik örgütünün geçmişte kuşkusuz şu veya bu olayda iyi çalışmalarının olduğu ve iyi eylemlerin yapıldığı yerler ve durumlar da olmuştur. Basınımızı irdeleyenler bunları görebilir.
2- Bunu açıktan savunan kişilere geniş ölçüde rastlandığı tabii ki söylenemez; aşırlıkta olanlar savunmadan yapanlardı ve bu, kuşkusuz daha da kötü idi.
3- Gazete karşısında ortaya çıkmış tutumlara dair yaşanmış olaylar bu bakımdan öğretici ve durumu anlamak için ibretlik bir veridir.
4- Gençlerin hata ve zaaflarını, parti görevlilerinin kendi zaaf ve hataları olarak görmeleri, idealistçe mutlaklıklara kuşkusuz götürülemez. Gençlerdeki zaafların nedeni, parti ve partililer değildir; buradaki, siyasi bir sorumluluk olayıdır.

Üniversite konferansı ve mücadelemiz*

İnsanlık tarihinde yerini aldığı ilkçağdan bugüne “üniversite”, sayısız kez anlam, biçim ve konum değiştirmiştir. Her kavramda olduğu gibi üniversite kavramının bu değişikliğinde de, sınıflar arasındaki mücadele ve bu mücadelenin egemen tarafı genellikle yön verici, belirleyici olmuştur. ‘Doğadan ve insandan edinilen bilginin yine doğa ve insan için kullanılması amacını taşıyan sistemli bir etkinlik’ diye tanımlayabileceğimiz bilim kavramı da, üniversite kavramından önce tarih sahnesine çıkmıştır ve üniversite ile beraberlikleri dönemsel kesişmeler, zıtlıklar, ayrılıklarla doludur. Dolayısıyla üniversitenin toplumlar içindeki yerini, sadece ‘bilimsel bilginin üretildiği, toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin öncüsü kurumlar olmak’ olarak tanımlarsak eksik bırakmış oluruz.
Üniversite, içinde bulunduğu sistemin ihtiyaçlarına göre şekillenen akademik ve sosyal bir yaşam alanı, ideolojinin teorik ve pratik olarak yeniden üretildiği bir üretim sahasıdır. “Yeniden üretildiği” diyoruz, çünkü üniversiteye biçimini veren bir ideoloji zaten vardır ve o egemen ideolojinin, sahiplerinin dönemsel ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmesi gerekir.
Bir örnekle açıklayalım: Dünya ekonomisini büyük ölçüde sarsan 1929 bunalımının ardından, bu dönemde ayakta kalmayı başarabilmiş genç Sovyetler Birliği, dünya işçileri ve emekçileri içinde iyiden iyiye itibar kazanmıştı. Bunalımın etkilerini ağır bir biçimde hisseden Avrupa ülkelerinde sosyalizme yönelimin artması, burjuvaziyi işçi ve emekçilere sosyal haklar tanıma zorunluluğuyla yüz yüze getirmişti. Ancak ’70’lerin ikinci yarısından itibaren, hele ’90’lara gelindiğinde bu zorunluluğundan tamamen kurtulan burjuvazi, bu kez sosyal güvenliği çökertmenin, sağlığı, eğitimi özelleştirmenin hesabını yapmaya başladı. Bu hesapların teorik düzeyde savunulmasında ise, en önemli araç üniversiteler oldu. Üniversitelerin kamu yönetimi, işletme, iktisat gibi bölümlerinde bireysel emeklilik, toplam kalite yönetimi, esnek çalışma üzerine tezler hazırlanarak, bu saldırılar, modernliğin, kentliliğin, çağdaşlığın gerekleri gibi gösterildi. Böylelikle, burjuva ideolojisi kendisini yenilerken, üniversitelerden, bilimden yararlanmış, ideolojisini sağlamlaştırmış ve gerekli gördüğü yönleriyle yenilemiş oldu.
Bu yanıyla üniversite, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkinin yansımalarını görebileceğimiz bir alan, ama aynı zamanda, bu çelişkinin yok edilmesi sürecinin de önemli bir parçasıdır. Çünkü “modern” üniversiteler, toplumun genç ve dinamik bir kesiminin eğitildiği, “yüksek” derecede öğrenimden geçirildiği ve üniversitedeki akademik, sosyal, kültürel etkinliğin bir parçası haline getirildiği yerlerdir. Hukukçunun, teknisyenin, doktorun, maliyecinin, öğretmenin, mühendisin mesleki eğitiminin esas kısmını edindiği basamaktır. Topluma ve doğaya ait hemen hemen tüm alanlara dair tartışmaların ve öyle ya da böyle üretimin olduğu, bilim, teknoloji, kültür, sanat gibi birçok alandaki faaliyetin en çok yoğunlaştığı alanlardan biridir. Sınıflar arası çelişkinin bu alanlarda da elbette bir yansıyışı vardır ve bu alanlara dair söylenecek her söz, ortaya çıkacak her eylem bu çelişkinin bir parçası olacaktır. Tarih üzerine yürütülecek herhangi bir akademik çalışma, burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişkileri (doğru ya da yanlış biçimlerde de olsa) yansıtacak ve aynı zamanda içerdiği sınıfsal tutum ile bu çelişkinin bir yanında yer alacaktır. Atomun parçalanması ve atom bombasının bir işgal ve katliam aracı olarak kullanılması ya da dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen Galileo’yu yargılayan engizisyon mahkemeleri ve kiliseye güvenin azalmasıyla reform hareketinin Avrupa’yı sarması arasındaki bağlantı gibi örnekler, üniversite-bilim-iktidar arasındaki ilişkiyi ve üniversitenin, bilimin toplumsal değişim ve dönüşüm sürecindeki yerini ortaya koyuyor.
Üniversiteler, bugünün dünyasının iki ana sınıfı olan burjuvazi için de proletarya için de önem taşır. İki ayrı sınıfın da üniversiteye yaklaşımı, üniversiteden beklentisi, üniversiteye dair fikri ve eylemi vardır, olmalıdır. Nasıl ki burjuvazinin ve iktidarının bugün üniversitelerde fikri ya da maddi etkileri, yansımaları, sonuçları, dayanakları, beklentileri vb. varsa, işçi sınıfının da vardır. Bu yüzden işçi sınıfının partisinin de üniversitelere dair fikri ve eylemi var olmak zorundadır. İşçi sınıfının partisi tarafından üniversiteler, hem geleceğin aydınlarının büyük bir bölümünü oluşturan gençlerin, bilim ve eğitim emekçilerinin mücadeleye kazanılacağı hem de sınıflar mücadelesinde önemli olan her konuda (ekonomi, tarih, fen ve mühendislik bilimleri gibi) bir fikrin (diyalektik materyalist, bilimsel sosyalist düşüncenin) örgütleneceği alanlar olarak görülür. Üniversiteler, sahip oldukları akademik ve sosyal konum gereği, dünyayı, ülkeyi görme, tanıma ve bunlar üzerine yorum yapma şansının en fazla olduğu alanlardan biridir. Bilim, kültür, sanat, teknoloji, politika gibi birçok konuda merkez konumundadır ve bu yanıyla entelektüel hayatın da merkezindedir. Dolayısıyla bilime, kültüre, sanata yön vermenin yolu üniversiteden geçmek zorundadır. Üniversitenin bu “üretici” faaliyetinin önemli bir öznesi olan öğrenciler, aynı zamanda, ülkenin entelektüel geleceğinin de dayanaklarıdır. Burjuvazi için üniversite öğrencileri, kendi egemenliğinin gelecekteki sürdürücüleridir, ancak proletarya için de, burjuvaziye karşı mücadelesinin fikri ve pratik düzeyde bir parçası, önemli bir unsurudur. Burjuvazinin üniversitelerde kendi ihtiyaçlarına ters düşen, fikrî egemenliğini tehlikeye düşüren, yaymakta olduğu ideolojinin karşısında duran her fikri/hareketi/varlığı geleceğine dair bir tehlike olarak algılaması gibi, işçi sınıfı da, üniversite mücadelesini sadece bugüne değil aynı zamanda geleceğe dair, geleceğin entelektüel hayatına kendi dünya görüşünün egemen olması mücadelesi olarak önemli görür.
Burjuvazi, üniversitelere dair uzun soluklu ve geleceğinin garantisi saydığı hedeflerine ulaşmak için saldırılarını aralıksız sürdürüyor. Özellikle ekonomik ve siyasi açıdan tam anlamıyla  bağımlılık koşullarının oluşturulmaya çalışıldığı günümüz koşullarında, bu politikaların yeniden üretilmesi ihtiyacı, burjuvazi için daha fazla aciliyet taşımaktadır. Üstelik uygulanan neoliberal politikalar, üniversiteleri hem fikrî hem de idari, ekonomik, bilimsel anlamda çembere almaktadır. Burjuvazi uzunca bir süredir bireyciliği, kapitalist ekonominin ‘yüce’ ilkelerini, burjuva ahlakını yaymaya çalıştığı üniversitelerde, bir yandan da baskıyı, özgürlükten yoksun bir üniversite ortamını örgütlemektedir. Yaratılmaya çalışılan, halktan yana olmayan, sermayenin çıkar ve istekleri doğrultusunda çalışan, gerektiğinde ses veren, gerektiğinde susmasını bilen üniversitelerdir.
Bugüne kadar YÖK merkezli bir yüksek öğrenim sistemiyle yapmak istediklerinin bir bölümünü başaran sermaye, bundan sonraki hedefleri için YÖK’ü yeterli saymamaya başlamış ve üniversite “reform”unu hazırlamakta gecikmemiştir. 23 yıllık geçmişi boyunca yığınları karşısına alan bir kurumu “özerklik, özgürlük” yalanlarıyla kaldırma fikri, bir reform olarak nitelendiriliyor. YEK adıyla tartışılan tasarının üniversitelerde sermaye egemenliğinin tam anlamıyla hayata geçmesini hedeflediğini, bununla birlikte, yoğun bir kadrolaşma ve eğitimin gericileştirilmesi çabalarından ibaret olduğunu görmekteyiz. Üniversite kürsülerinden savaş çığırtkanlığı yapılmakta, özerklik “kendi paranı kendin bul” anlamına gelmekte, bilimsel araştırmaların önü onlarca bürokratik ve ekonomik engelle tıkanmakta, merkezi bir yönetim anlayışıyla öğrenciler, öğretim görevlileri, emekçiler üniversite hayatının dışına itilmekte, üniversiteler adım adım pazarlara dönüştürülmekte, bilim ve teknoloji paraya eş koşulmakta ve daha birçok örnek üniversitelerin tablosunu ortaya çıkarmaktadır.
Bu tabloya rağmen, 21 Mart ders boykotu ya da YÖK-YEK tartışmalarına dair sempozyumların, öğrenci kulüplerinin, toplulukların katılımıyla örgütlenmesi, üniversitelerin sermayeye tümüyle teslim olmadığının göstergelerindendir. Üniversite gençliği –az ya da çok– bilimsel bilgiyle yüz yüzedir. Bilimsel bilginin her türlü gericilikle çeliştiği bir gerçekse, üniversite gençliğinin burjuvazinin dünya görüşüyle çatışmasının kimi zaman durgunlaşarak kimi zaman yükselerek var olacağı da bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle, işçi sınıfının devrimci partisinin üniversite gençliği içindeki konumu, yönelimi, dönemsel ihtiyaçları vb., partinin bu alandaki çalışmasının taşıdığı önem görülerek tartışılmalıdır. Emeğin Partisi’nin üniversitelerde çalışma yürüten genç militanları da, 21 Mart boykotları ile hatırladığımız bir dönemin ardından, yeni öğretim yılına YÖK-YEK tartışmalarının yoğunluğu içinde başlayan, 6 Kasım’da YÖK protestoları ile birlikte yeniden yoğun bir tartışma sürecine giren üniversiteleri tartışmak üzere, 28-29 Kasım tarihleri arasında düzenlenen Üniversiteler Konferansı’nda bir araya geldiler.

SONUÇLARIYLA ÜNİVERSİTE KONFERANSI
Üniversitelerde yürütülen çalışmanın tarzına, araçlarına, örgütlenişine, ihtiyaçlarına dair bugüne kadar çok defa yazılmış, çizilmiş, tartışılmıştır elbette. Ancak her tartışma, elde olan ve güncel somut veriler, döneme ilişkin geçerli tespitler ve bunlar üzerinden belirlenecek ihtiyaçlar doğrultusunda yapılır, yapılmalıdır. Bu nedenle, her tartışmadan çıkacak sonuçlar daha öncekilere belli yanlarıyla benzeyecektir elbette, ancak bunlar, işaret ettikleri güncel gerçekler ve durum nedeniyle birbirinden farklıdır. Üniversiteler Konferansı’nın da belirttiğimiz bu özellikleri taşıdığını görmek, tartışmalara ve sonuçlara dair kimi belirlemeleri yapmakla mümkündür.
Üniversiteler Konferansı’nda tartışılan üniversite çalışması, tüm yönleriyle, 3 Mayıs’ta yapılan Gençlik Konferansımızın gündemlerinden birini oluşturmuş ve bu alandaki çalışmamıza dair pek çok somut karar alınmıştı. 21 Mart boykotundan edindiğimiz deney ve çıkardığımız sonuçların da yol gösterdiği bu konferansımızda tespit etmiş ve kararlarımızda somutlaştırmış olduğumuz birçok konuyu, Üniversite Konferansı’nda bugünkü somut durum temelinde yeniden ele aldık. 21 Mart boykotu sonrasında pek çok kez tespit ettiğimiz çalışma tarzının, kol, kulüp, topluluk ve Öğrenci Temsilcileri Konseyi’ne yaklaşımımızın, “fikri akım olma”nın ve çalışmamızın daha pek çok yönünün somut verilerle tartışıldığı konferans, Emeğin Partisi’nin genç militanlarının üniversitelerde önümüzdeki dönem üstleneceği görev ve sorumlulukları yeniden belirledi.

“FİKRİ AKIM OLMAK”
Her şeyden önce üniversite gençliğinin sosyalizme kazanılması sorununun işçi sınıfı açısından bir gelecek sorunu olarak kavranması gerektiğini vurgulamış, bu alanda yürütülecek çalışmanın bu öneme uygun bir tarzda ele alınması gerektiğini söylemiştik. Bir dönemdir kimi vesilelerle bahsi geçen “fikri akım olma” hedefini bu doğrultuda yeniden tartışmak gerekir. Nedir bu “fikri akım olma” meselesi, nasıl olacaktır ve aslında neden olamamaktadır? Üniversitelerde, (nasıl olursa olsun) ülke ve dünya sorunlarının şu veya bu biçimde tartışıldığı, bunlarla beraber bilimsel alandaki herhangi bir gelişmenin/polemiğin/iddianın da tartışma konusu olduğu doğal ve canlı bir fikir hayatının varlığı kuşkusuzdur. Üniversiteli hemen hemen her genç de, en az iki yılını geçirdiği bu ortamda, herhangi bir akımdan etkilenecektir ve bu etki, sıklıkla anlaşıldığı gibi, herhangi bir akımı ya da örgütü temsil etme biçiminde değil (elbette bu ileri biçimde de olabilir, ama, genel tezahüründen söz ediyoruz), somut bir olaya ya da olguya karşı verilen tepkide alınan tutumda kendisini gösterir. “Fikri akım olmak”tan bahsederken, olmayan bir şeyi yaratmanın kastedilmediği, buradan anlaşılmalıdır. Üstelik üniversitelerdeki “fikri akımlar”ı yalnızca politik grup ve örgütlerden ibaret göremeyiz, zira üniversitenin tümü fikri akımlar ve onların etkileri kapsamında düşünülmelidir. Nasıl ki, burjuva gazeteler, kitaplar, dergiler, bunların yazarlarının herhangi bir sözü, eylemi bir akımın parçası iseler ve buna uygun olarak yazılıyor, çiziliyor ya da yapılıyorsa; bizim yazdıklarımız, söylediklerimiz, yaptıklarımız da, yaymak istediğimiz fikre uygun olmalıdır. “Fikri akım olmak” demek, var olan ve etrafında kitlelerin birleştiği egemen fikir karşısında yeni bir fikri ortaya atmak, bu fikir etrafında yeniden birleştirmek üzere kitleleri bölmek, eski, karşısına yenisini koyduğumuz egemen fikirde birleşenlerin bir bölümünü yeni fikre kazanmak demektir.
Çeşitli konular üzerinden örnekleyecek olursak; YÖK ve YEK sorununda oluşan iki cephenin varlığına rağmen, üçüncü bir cepheyi açmak derken, nasıl bir üniversite istediğimizi; bu soruya verilecek yanıt kapsamında demokrasiyi, bilimi, özerkliği tartışmaya açmak, bu cepheyi, ortaya koyduğumuz üniversite fikrini ve bu üniversite için nasıl bir mücadele gerektiği fikrini –kuşkusuz sosyalist– bir akım olarak örgütlemekten söz etmekteyiz. Demokrasi tartışmasını yürütmenin her alana uygulanabilir bir reçetesi elbette yoktur, ama öğrenci temsilcisinin seçilmemesi durumunda, demokrasiyi ve demokrasi için mücadeleyi tartışmak mümkün ve gereklidir. İnsan hakları haftasını resmi açıklamalarla geçiştirmeye çalışan hükümetin hak ve özgürlükler karşısındaki tutumunu tartışmaya açmak, hukuk fakültesinde zor olmayacaktır. “Işık hızı aşıldı, olaylar arasında neden sonuç bağlantısı yok, Einstein’in izafiyet kuramı iflas etti” safsatalarına bir cevap vermek gerekecekse, bunu yapmanın en olanaklı olduğu bölümler, fizik ve fen bilimleri bölümleridir. Yaşanan örneklerden biri olan, ABD’nin Irak saldırısından önce savaş karşıtı mücadelenin üniversitelerde yükseldiği dönemde, “savaşın durdurulamayacağı, zaten safımızın ‘müttefik’ ABD’nin yanı olduğu, küresel teröre karşı mücadele etmenin zorunluluğu” gibi burjuva fikirlerle mücadele içinde örgütlenen eylemler, tam da bu fikirlerin karşıtı olan savaşın durdurulabileceği fikri etrafında kitleleri birleştirerek gerçekleştirilmişti. Fransa’da iktisat öğrencilerinin verilen iktisat eğitimi karşısında giriştikleri post-otistik iktisat hareketi, yalnızca Fransa’da değil dünyanın birçok ülkesinde tartışılmış, öğrencileri ve azımsanamayacak sayıda akademisyeni birleştirilmişti. Türkiye’de de iktisat ve ekonomi toplulukları tarafından takip edilmiş, yaygınlaştırılmaya çalışılmıştı.
Üniversitelerde derslerde işlenen konular ya da yürütülen tartışmalar da, değiştiremeyeceğimiz, ülke ve dünya gündemiyle birleştiremeyeceğimiz bir içeriğe sahip değildir. Hedeflenen, “fikri akım olmak” ise, yapılacak şey; var olan tartışmaların, gündemin içinde doğru bir fikri, uygun biçimde ortaya koymak ve üniversite gençliğini bu fikir etrafında birleştirmektir. Bunu yapmak için, illa ki birimlerin, organların “fikri akım olma”yı karar altına alması gerekmez ya da bu kararı alarak bunun başarılabileceğini düşünmek yanlış olur. Bugün fikir akımı olalım diyemeyeceğimiz gibi, ortada herhangi bir şeye dair bir fikir ve bu fikir etrafında kitleleri örgütlemek için bir adım ya da eylem yoksa, üniversite gençliğini fikir hareketi yaratmaya çağırmanın da anlamı yoktur. Burada önemli olan, söylediklerimizin ve yaptıklarımızın kitleler tarafından anlaşılması, bunlar aracılığıyla belirttiğimiz fikirlerin, yine kitleler içinde tartışılarak onlar tarafından sahiplenilmesini sağlamaktır. Neyi, nasıl ve nerede tartıştıracağımızı ve yapacağımızı bilmek içinse, kitleler içine nüfuz edebilmek, aynı havayı solumak, görmek, duymak, yani yaşamın üniversitedeki pratik bilgisine sahip olmak gerekir. Bu, olmazsa olmaz, sınıflar temelinde yürütülecek birim çalışmasını zorunlu kılar.

SINIFLAR TEMELİNDE BİR ÇALIŞMA
Her gün onlarca öğrencinin bir araya geldiği “doğal” birimlerdir sınıflar. Çalışmamızda temel alacağımız “birim” sınıflar ve o sınıfların doğal üyeleri olmalıdır. Her gün yüz yüze geldiğimiz öğrencilerden oluşan sınıflar, günlük politikayı taşıyacağımız ve tartışacağımız, tartışmaları birbirine bağlayacağımız alanlardır. Bununla beraber, sınıflar, sadece parti politikalarını taşımakla da yetinemeyeceğimiz, başka ortak yaşam alanlarında da bir araya geleceğimiz, evde, yurtta, toplulukta, sinemada, tiyatroda dünyayı birlikte anlamaya ve yorumlamaya çalışacağımız alanlardır. Binlerce öğrencinin okuduğu kampuslarda ya da fakültelerde genel bir çalışma yürüterek “fikri akım olma”ya çalışmak, olsa olsa okyanusta çubukla dalga yaratmaya benzer. Harcanılan emek ve enerjinin çok azını verim olarak geri alabiliriz. Herhangi bir kantinde 2 gazete satmak (bunu küçümsediğimiz ya da yapılmaması gerektiği için söylemiyoruz), sınıfta iki kişiye gazete okutmakla eşdeğer görülemez. Birim örgütlenmesi biçimsel bir şey değildir; örgütümüzü ikişerli ya da üçerli gruplara ayırmaktan ibaret olduğu düşünülmemelidir. Her sınıftaki her Emek Genci, orada mücadeleyi, mücadele fikrini temsil eder ve örgütler. Bir Emek Genci’nin olduğu sınıfta 1 Mayıs’ı tartışıp hazırlık komitesi oluşturmak, 1 Mayıs çalışmasını birlikte yürütmek ve alana bu sınıfın büyük bir kısmıyla gitmek; yaşanmış örnekler arasındadır ve olanaksız da değildir. Boykot tartışmasını sınıfta sürdürüp o gün yapılacak sınavın sınıfın tümünün bir araya gelmesiyle iptal ettirilmesi ve sınıfın boykota katılması da, buna benzer bir örnektir.
Yine bazı üniversitelerdeki arkadaşlarımızın sınıflarında düzenli toplantılar örgütlemeleri, bu toplantıları üniversitenin günlük yaşamının, dünya ve ülkedeki gelişmelerin tartışıldığı platformlara dönüştürme çabaları, bunu yapmak için ortaya koydukları atak, doğal, açık ve ısrarcı tutumlar öğretici ve yaygınlaştırılması gereken tutumlardır.
Burada önemli olan, sınıfın tamamının tartışmaya katılımını sağlamak ve ortaya kolektif bir fikir ve eylem çıkarmak, tartışılan fikrin, ortaklaşa düşünülen ve gerçekleştirilen bir eyleme dönüşmesini sağlamaktır.
Genellikle düştüğümüz bir yanılgıda olduğu gibi, birim çalışmasının yürümediği durumlarda, bunun nedeni, birim örgütünün bir kişiden oluşması değildir; çalışmanın, birimin özgün koşullarına uygun bir çalışma olarak doğru örgütlenemeyişidir. Karşımıza çıkan her zorlukta sınıf temelli çalışmadan vazgeçmek, bizi darlaşan bir “ortalık çalışması”na götürecektir ki, böyle olduğunda karşılaşacağımız zorluklar daha büyüktür. Bu yüzden, sınıflar temelinde çalışmakta ısrar etmeli ve bunun için doğru yol ve yöntemler, araçlar geliştirmeliyiz.
“Fikri akım olmak” için kullanılabilecek sayısız araç, hem üniversitenin ve yaşamın içinde hem de partimizin deneyim, birikim ve politikalarındadır. Öğrenci topluluk ve kulüpleri tarafından çıkarılan yayınlar, kültür, bilim ve teori dergilerimiz bu araçlar içinde sayılabilir. Üniversitelerin sosyal, kültürel ve fikri hayatında önemli bir yeri olan kol, kulüp ve topluluklar, çalışmamız içinde bu önemle ele alınmalıdır. Kol, kulüp ve topluluk gibi öğrenci örgütleriyle beraber, sınıf temelli bir çalışmadan söz ederken bir kenarda bırakamayacağımız Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK)’ne yaklaşımımız ve bunun pratik yansımalarından çıkarılan sonuçları da değerlendirmeliyiz.

KULÜP, TOPLULUK VE ÖTK: NASIL BİR ÇALIŞMA?

Kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi örgütlerin her birinin ayrı amaçlar için kurulduğunu ve her birinin birer öğrenci örgütü olduğunu biliyoruz. Emek Gençliği, her dönem bu öğrenci örgütlerini ve onlar içinde mücadeleyi önemsemiştir. Bu örgütlerin içerisinde yer alarak, onları anti-emperyalist, bağımsızlıktan, demokrasiden, halktan yana, üniversitenin, bilimin özgürlüğü için mücadele eden örgütler haline dönüştürmek, Emek Gençliği’nin üniversitelerdeki mücadelesi bakımından her zaman önemli bir gündem olmuştur. Konferansımız; kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ları, bu önemine uygun biçimde ele alarak, 3. Genel Konferansımızdan bu yana bu örgütleri ele alışımızı değerlendirerek, önümüzdeki süreçte bu örgütlere yönelimimizi ve tarzımızı belirleyecek önemli değerlendirmeler ve zengin örneklerle tartıştı. Üniversitelerdeki mücadele tarihimiz, bu örgütlerin mücadeleye dahil edilmesi bakımından önemli deneyimleri bağrında taşımaktadır. Geçmiş yıllarda formasyon, yemekhane zamları, ulaşım ücretleri vb. için yürütülen mücadelede edinilen kazanımlarda, bu örgütlerin sayılan talepler etrafında birleşerek mücadele etmiş olmaları belirleyici olmuştur. ÖTK, kol ve kulüplerin anlamına uygun biçimde ele alınıp doğru değerlendirildiğinde nasıl birer mücadele örgütüne dönüştüğünün ve üniversitenin tamamına seslenen ve onu harekete geçiren bir rol oynadığının en çarpıcı örneği ise, ABD’nin Irak’ı işgali döneminde ve özellikle 21 Mart’ta ortaya çıkmıştır. Gençlik örgütümüz bakımından bu alanlardaki çalışmanın, buralara girerek birkaç kişinin “örgütlenmesi”, bir kulüp kurma ya da işimiz düştüğünde gidip kapısını çalma vb. yaklaşımlarını büyük oranda aştığını söylemek mümkündür; ancak bu, bu alanları ele alışımızda hiçbir sıkıntı olmadığı anlamına gelmemektedir. Tüm mücadele birikimlerimize rağmen, hâlâ kol, kulüp ve ÖTK’ları üniversitelerdeki önemine uygun biçimde değerlendirmediğimiz/değerlendiremediğimiz bir gerçek. Buraları dar bir bakış açısıyla ele almak, bu dar ele alışın doğal sonucu olarak onları mücadelenin bir bileşeni haline getiremediğimizde de, “buradan bir şey çıkmaz” diyerek buralara sırtımızı dönmek, hâlâ karşılaştığımız bir tutum.
Şu açıktır ki, buralara sırt çevirmek, üniversiteleri talepleri etrafında örgütlü bir mücadeleye sevk etme iddiasından vazgeçmek değilse, bunu bilinmeyen bir zamana ertelemektir. ÖTK’ların tüm üniversite öğrencilerinin doğal olarak üyesi bulunduğu öz örgütlülüklere dönüştürülmesi mücadelesinin sürmesi bir yana, bugün işlevsizleştirilmesine, çoğu zaman seçilmemesine ya da baskın seçimlerle belirlenmesine, engellenmesine göz yumulamayacak ÖTK’ların pek çok üniversitede bir öz örgütlülük halini alamadığı, oynaması gereken rolü oynayamadığı bir gerçek. Ancak unutmamak gerekir ki, ÖTK’ya anlamını veren, bugünkü konumu, durumu ve hareketi değil, içinde barındırdığı olanaklardır. Dolayısıyla ÖTK’ların üniversiteli gençlik mücadelesinde oynayacağı rolü bir üst seviyeye çıkarmak, ancak ve ancak bu olanakları doğru değerlendirmekle başarılabilir. Seçimlerinde aday göstermekle, yaklaşık bir aylık süreçte ÖTK’yı öğrencilere anlatmakla ve baskın seçimleri, atamaları vb.yi teşhir etmekle yetinilen bir çalışmanın ise, ÖTK’yı işlevine uygun bir mevziye dönüştürmesi sağlanamaz/beklenemez. Nasıl ki, fabrikaların tümü, sendikalaşma mücadelesinin bugün değilse yarın mutlaka tartışılacağı alanlar olacaksa, sınıflar da, ÖTK’nın günbegün tartışıldığı alanlar olmak durumundadır. Üstelik sadece tartışılacağı değil, bizzat örgütlenmesi sağlanarak, ÖTK’nın sadece sınıf partisinin genç militanları ve taraftarları için değil, tüm bir üniversite gençliği için “anlamlı” bir örgüt olmasının önü açılacaktır. ÖTK’ların, bahsedildiği biçimde mücadele merkezlerine dönüştürülerek, özerk, parasız, bilimsel, demokratik bir üniversite uğraşına –doğal üyesi olan– tüm üniversite gençliğinin dahil edilmesini ve olması gereken biçimiyle gericiliğin ve emperyalizmin tüm saldırılarına karşı gerçek yeri olan emekçi halk yığınlarından ve proletaryadan yana saf tutmasını sağlamanın nasıl mümkün olacağı ise, mücadele tarihimizdeki birçok örnekle cevaplanmış durumdadır.
Öğrenci temsilcilerini bir tartışmanın sınıfındaki/bölümündeki/fakültesindeki yürütücüsü ve örgütleyicisine dönüştürmek, ÖTK’nın bugün içinde bulunduğu duruma rağmen, imkansız değildir. Kaldı ki, ÖTK’ya asıl anlamını verecek, onu olması gereken mevziye taşıyacak olan da budur. ÖTK seçimleri öncesinde sınırlı bir propaganda çalışması yürütüp, temsilci seçilmek, tek başına ÖTK’yı kazanmak değildir. Asıl kazanım, edinilen mevzide doğru işler yapmaktan geçer. Bu konuda dar, sınırlı bir yaklaşımdan çok, olabildiğince geniş düşünmek, temsil edilen öğrencilerin bütününe yönelik (bu, bir sınıf da olabilir, bir fakülte de) bir çalışma örgütlemek gerekir. Örneğin biyoloji  bölümünde bir sınıfta kazanılan öğrenci temsilciliğinin, sadece politik konulara dair kendinden menkul işler planlanacak bir mevzi olarak değerlendirilmesi eksik olacaktır. İnsan Genomu Projesi, insanın gen haritasının çıkarılması, organik tarım gibi konulara dair de pek çok tartışma yürütülebilir ya da felsefe bölümünde Matrix’i ve “felsefesini” tartışmak da mümkündür. ÖTK’yı sadece belirli gün ve dönemlerde hatırlayıp, birleştirmeye çalışacağımız temsilcilerden ibaret görmeyip, bugünkü konumunu da değiştirecek bir tutum içine girmek gerekir. Her öğrenci temsilcisini, bir sınıfa/bölüme/fakülteye ulaşma aracı ve buraları harekete geçirmesini sağlayacağımız, bu nedenle de, beraber hareket etme, iş yapma çabası içinde bulunmamız gereken öğrenciler olarak görmek gerekir. Zaten öğrenci temsilcileri de, ancak, yapılacak bir iş etrafında, bu işi yaparak birleştirilebilir. Sorun böyle ele alındığında, ÖTK, üniversite hareketinin sadece bir katılımcısı değil, örgütleyen bir parçası haline gelecektir.
ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde, partimizin girişimiyle düzenlenen Uluslararası Barış Konferansı’nın ardından, bu konferansları yerellerde özellikle üniversitelerde yaygınlaştırma çabaları içinde önemli örnekler gerçekleşmişti. Ankara Meslek Yüksekokulu’nda düzenlenen Barış Konferansı, 20’den fazla öğrenci temsilcisiyle yürütülen tartışmalar sonucu, ÖTK’nın bir etkinliği olarak örgütlenmiş, okuldan yer talebinden duyurulara (okulda afiş, bildiri gibi ‘politika’ araçlarının yönetim tarafından engellerle karşılanmasına rağmen, savaşa karşı ‘politik’ içerikteki afişler asılabilmişti), sınıflarda çağrılarının yapılmasından öğrencilerin taşınmasına kadar tüm işler temsilcilerle beraber planlanmış ve 500 öğrencinin (öğrencilerin hemen hemen tamamının) katılımıyla gerçekleştirilmişti. Boykot çağrılarının yapıldığı bu konferansın ardından okulun boykota tam katılımı ve konferans gibi boykotun da geniş bir çevreyle örgütlenmesi sağlanmıştı. Bu örneğin önemli yönlerinden biri, savaşın sadece tartıştırılmadığı, ama aynı zamanda, savaşa karşı durmak için ÖTK’ya düşen sorumluluğun da ortaya çıktığı biçimde örgütlendiği gerçeğidir. Yalnızca bu örnekten bile hareketle, ÖTK’nın politik bir yaklaşım içinde olmasının sağlanamayacağı, ‘politik’ meselelerin sadece dar çevrelerle tartışılıp örgütleneceği fikrinin de gerçeği yansıtmadığını görmek gerekir.

KOL, KULÜP VE TOPLULUKLAR
Üniversitelerin sosyal, kültürel ve fikri hayatında önemli bir yeri olan kol, kulüp ve topluluk gibi örgütlerin tek tek bireylerde ya da gruplarda uyandırdığı anlam neyse, bu örgütlere yaklaşımı ve onlar içindeki varlığı da buna göre şekillenecektir. Sadece fotoğraf çekmeyi öğrenmek için fotoğraf topluluğuna giden bir öğrenci, toplulukta bu beklentilerine karşılık gelecek bir varlık gösterecektir. Bir topluluğa, içinde var olmak, olursa birkaç kişiyi “kazanmak” için giden bir öğrenci de, burada değiştirici, etkin bir pozisyonda olmayacaktır. Sıkça düşülen bir yanlış tutum da, bu alanları “yeri geldikçe kullanılacak” ya da “kendi gelişimi için gidilen”, dışarısında durulan, kendisini dahil etmediği örgütler olarak görmektir. Oysa kol, kulüp ve topluluklara yaklaşımımız ne kadar doğruysa, onlar içindeki pratik ve fikri etkimiz de o kadar güçlü ve yerinde olacaktır. ODTÜ’de örgütlenen 21 Mart boykotunda toplulukları bir tartışma, değişme ve değiştirme alanı olarak gören, buralara politikasını götürmekten sakınmayan, boykot fikri etrafında bir birliktelik örgütlenmesini sağlayan anlayışın sonucu, toplulukların çağrısıyla 2500 kişilik öğrenci eyleminin gerçekleşmesi mümkün olmuştu. Ankara Emek Gençliği’nin düzenlediği “Nasıl bir Üniversite İstiyoruz?” sempozyumuna topluluk yönetici ve başkanlarının katılarak sunumlar yapması da, topluluk çalışmamızın doğru biçimde yürüdüğünde etkisinin ve sağladığı olanakların dönemsel olmayacağını, süreklilik kazanan bir niteliğe bürüneceğini gösteriyordu. Dicle Üniversitesi’nin Batı illerindeki üniversiteler tarafından ziyaret edilmesi için, kimi toplulukların (ODTÜ’den Uluslararası Gençlik topluluğu ve Amatör Fotoğrafçılık Topluluğu) bu ziyaretin örgütleyicisi olmak istemesi de, aslında pek çok fikrin kol, kulüp ve topluluklarda tartışılabileceğini, ve bu örgütlerin, kendimizi dönem dönem içine hapsettiğimiz sınırlı çevreden daha ileri tutumlar alabileceğini açıkça ortaya koyuyor. Kol, kulüp ve topluluklar, yaşamla bağı olmayan, üniversitenin, ülkenin ve dünyanın sorunlarından bihaber örgütler değildir. Kendi içinde darlaşmış, bir grup ‘müdavim’in bir araya geldiği soyut tartışma ortamları haline gelmiş topluluklar yerine hareketin canlı bir unsuru olan topluluklar, ancak onlar içinde düzenli ve sürekli bir varlık, topluluğun ileri bir parçası olmak, daha fazla öğrencinin topluluk ve kulüplerde olması için çaba göstermek; Emek Gençliği’nin örgütlenmesini önemsediğimiz kadar toplulukların örgütlenmesini önemsemek ve birincisinin var olabilmesi için ikincisinin de gerektiğini bilmekle olabilecektir. Buradan çıkarılacak sonuç, Emek Gençliği’nin, kulüpleri, toplulukları örgütlemek üzere var olan bir örgüt olduğu değildir elbette; üniversitenin ve ülkenin sosyal, kültürel ve entelektüel yaşamında toplulukların yerinin güçlendirilmesi, işçi sınıfının bilimsel ideolojisiyle, sosyalizmle birleştirilmesi çabasının buna uygun bir içerik ve devamlılık taşıması gerektiğidir. Toplulukların etkinliklerinin olmaması, okul yönetimlerince engellenmesi, topluluğa çok az öğrencinin gelmesi ya da “soyut” tartışmalar yürütülmesi, bu çalışmanın gerekliliğini ortadan kaldıracak bahaneler değildir.

ÜNİVERSİTELERDE DEMOKRASİ MÜCADELESİ,
DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE ÜNİVERSİTELER

Üniversitelerde tartışılacak ve üniversitelerin üzerinden fikren bölünüp yeniden birleştirilmesi gereken sorunların –hemen hemen tüm ülkede olduğu gibi– çoğunun gelip düğümlendiği nokta, demokrasi sorunudur. Partimizin demokrasi mücadelesinde önemli bir rol biçtiği üniversiteler, demokrasi sorununu bizzat yaşamakta ve demokrasi mücadelesinde birleşecek kesimlerin çoğunu barındırmaktadır. YÖK-YEK tartışmalarının –bir süredir durulmuş gibi görünse de– sürdüğü, üniversitelerin özerkliğinin sermayenin hizmetinde piyasa kurallarının işlemesi gibi sunulduğu, baskıcı ve özgürlükten uzak üniversite modelinde bir değişikliğin olmadığı aksine soruşturmaların arttığı bir dönemde, demokrasiye en çok ihtiyaç duyanların, öğrenciler, bilim ve eğitim emekçileri olduğu açıktır. Bir grup aydın ve sanatçının halka ve kuşkusuz ülkedeki aydın, sanatçı ve bilim insanlarına yapmış olduğu Demokratik Türkiye İçin Çağrı, bu nedenle en fazla üniversitelerden cevap almalıdır. Bu çağrı, YÖK’ün kaldırılması ve üniversitelerin demokratikleşmesi talebini de içermektedir. Demokrasi mücadelesine akademisyenlerin, öğrencilerin  ve üniversite emekçilerinin katılımını sağlamak üzere, bu çağrı yaygınlaştırılmalıdır. Akademisyenlerin demokrasi tartışmalarının bir parçası olmaları, Türkiye’de demokrasi sorununa dair çalışmalar yapmaları, üniversite öğrencileriyle demokrasi sorunlarının tartışılması ve üniversitenin “demokratik üniversite, demokratik Türkiye” talebi etrafında birleştirilmesi gerekir. Buraya kadar belirttiğimiz birçok sorun ve çalışma da, Demokratik Türkiye çağrısının desteklenmesini ve yaygınlaştırılmasını, ileri adımlarının atılmasını zorunlu kılıyor. Yürüteceğimiz tüm çalışmaların, atacağımız her adımın önemli bir dayanağı olarak görmemiz gereken demokrasi mücadelesinin yükseltilmesi sorunu, bu anlamda, kısa dönemlik ve dışında olduğumuzu sanacağımız bir sorun değildir. Bugün önümüzdeki görev ve sorumlulukların tümünü de bu sorun içinde değerlendirmek, üniversitelerin toplumsal sorunlar karşısında sorumlu ve halktan yana üniversiteler olmasının önemli bir dayanağı olacaktır. Aydın ve sanatçıların bu girişimi, baskıların, demokrasisizlik ortamının dağıtılmasının ve üniversite hayatını çevreleyen kabuğun kırılmasının önemli bir olanağı olacaktır.

KÜRT AYDIN GENÇLİĞİ VE BÖLGE ÜNİVERSİTELERİ
Demokrasi sorununun en yoğun yaşandığı, baskının alabildiğine derinleştiği bölge üniversitelerinde bu girişim etrafında yürütülecek çalışma özel bir önemle ele alınmalıdır. Kürt sorunu karşısında partimizin aldığı mücadele tutumunun bölge üniversitelerinde okuyan binlerce Kürt genci tarafından sahiplenilmesi hâlâ bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Bölgedeki üniversite örgütlerimiz “Kürtleşme”yi bir yönelim olarak kavrarken, Kürt dilinin, kültürünün, edebiyatının geliştirilmesi konusunda da üzerine düşen görevlere uygun, bu zenginliği barındıran bir çalışma sürdürmelidir. Emek Gençliği çalışması bölge üniversitelerinde Kürt özgünlüğünü taşımalı, çalışmanın ihtiyacı ve araçları buna göre şekillenmelidir. Bölge üniversitelerinde demokrasi Batı illerinden farklı tartışılmalı, Kürtçe yayın konusu, insan hakları sorunu ve daha birçok konuda bölge üniversiteleri, öğrencilerinin tavrını ortaya koyacak çalışmalar örgütlenmelidir. Ancak bölge üniversiteleri ve Kürt sorunu, sadece Doğu illeri ile tarif edilemez ve bu sorunlara dair çalışma sadece bölge illerinden beklenemez. Yaşadığı pek çok olanaksızlığa rağmen, kendi koşulları ile kıyasladığında pek çok ‘Batı’lı öğrenci, bölge üniversitelerini ‘dayanılmaz’ bulacaktır. Bu koşulları bilmekse, Kürt sorununu, çifte standardı, iki YÖK üniversitesi arasındaki farkların nedenlerini düşünmeye zorlayacaktır. Bu nedenle, hem Kürt sorununun ‘Batı’da da kavratılması hem de bu soruna karşı bölge üniversiteleri ile birlikte yapılabilecekler tartışılmalıdır. Bu anlamda Dicle Üniversitesi’nin Batı üniversiteleri öğrencileri, topluluk, kulüp ve ÖTK’ları, akademisyenleri tarafından ziyaret edilmesi için başlatılan çabalar ilerletilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Bu çaba, Batı üniversiteleri öğrencilerinin sorunu yerinde görme ve kavramalarını, bölge illerindeki üniversitelerin acil sorun ve taleplerini kendi sorun ve talepleri olarak ele almalarını ve önümüzdeki süreçte doğu ve batı arasındaki, Kürt ve Türk gençleri arasındaki bu bağın geliştirilmesini sağlamak amacını taşımaktadır.
Bununla beraber hem Bölge üniversiteleri hem de Batı üniversiteleri için önemli bir araç olan Tiroj dergisi yeniden ele alınmalıdır. Bölge üniversiteleri bakımından sadece dağıtılacak ya da okunması sağlanacak bir dergi değil ama aynı zamanda yazılacak ve yazılması sağlanacak bir ifade aracı olarak görüldüğünde, Tiroj’un Kürt gençleri için taşıdığı anlam birkaç kat daha artacaktır. Batı illerinde ise, Kürt dilinin, edebiyatının, kültür ve sanatının tanıtılmasında, Kürt sorununun tartışılmasında Tiroj’un önemli bir işlevi olduğu ve olacağı açıktır. Üniversitelerin tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji, halkbilimi gibi bölümlerinde özel olarak ele alınması, bu bölümlerde Kürt kimliği, dili ve kültürüne dair yayılmaya çalışılan gerici fikirlere karşı mücadelede bir silah olarak değerlendirilmesi, Tiroj’un sadece Kürtlerin değil tüm üniversitenin tartışacağı bir dergi olmasını sağlayacaktır.

YAYINLAR VE GAZETE ÜZERİNE
“Fikri akım olmak” için kullanacağımız ve bu anlamda çalışmadaki yeri vazgeçilmez olan yayınları ele alışımızı çoğu zaman örgütümüzün okuması ile sınırlamak, yayınlarımızın önemini görmemek, çalışmayı zenginleştirecek bu olanakları kullanmamakta ısrar etmek anlamına gelir. Evrensel Kültür, Özgürlük Dünyası, Bilim Eki ve Tiroj dergileri üniversitelerde örgütleyeceğimiz fikirlerin kitleler içinde yayılması ve tartışılmasının birer aracıdırlar. Yayınlarımızı, kendilerinin ve alanın özgün ihtiyaçları göz önünde bulundurarak, çalışmanın bir dayanağı yapmak, üniversitelerdeki tüm kısır, geleceksiz, kof fikir ve hurafelerin karşısına bilim ve sosyalist kültürün, teorinin zengin birikimiyle çıkmanın yoludur.
Yayınlarımız, üniversite çalışmamızı zenginleştirecek sayısız olanağı barındırmaktadır. Örneğin; Tiroj’un 5. sayısında yayımlanan “80. yılında Cumhuriyet ve Kürtler” dosyası, demokratikleşme tartışmaları ve bu kapsamda Kürt tarihinin ve sorununun kavranması için eşi bulunmaz bir kaynaktır. Yine Evrensel Kültür’ün 144. sayısında yayımlanan “Sosyal Bilimlerin Bugünü” başlıklı dosya, 200’ün üstünde akademisyenin bildiri sunduğu bir kongrenin yapıldığı bir ayda tarih, felsefe, sosyoloji hatta iktisat, uluslararası ilişkiler, maliye bölümlerinde, sosyal bilimleri ve üstlendiği görevleri, üniversitelerin “sosyal” ve “bilimsel” sorumluluklarını tartışmak için son derece geniş olanaklar sunmuştu. Bilim dergisinin 8. sayısı, özellikle biyoloji bölümlerinde sosyobiyoloji safsatasına karşı bir araç olarak kullanılabildiğinde hedefine ulaşacaktır. Daha birçok örnek verilebilir belki, ama önemli olan husus, yayınları, egemen burjuva ideolojisine karşı verilecek ideolojik mücadeledeki donanımımız, cephanemiz olarak görmektir.
Buraya kadar değindiğimiz her mesele (fikri akım olma, topluluk, kulüp ve ÖTK çalışması, demokrasi sorunu, sınıf çalışması, yayınlar, Kürt sorunu…), esasta günlük, düzenli bir çalışmaya dayanmaktadır ve bunun aracı günlük gazetedir. Sınıflara politika taşımanın da, demokrasi sorununu tartıştırmanın da, üniversiteleri işçi sınıfı mücadelesiyle birleştirmenin de yolu, gazetenin çalışmada temel olarak ele alınmasıdır. Günlük gazete, kolektif bir örgütçü olmakla beraber, bir aydınlatma aracıdır ve bu nedenle, bir örgütleyici olarak, ama aynı zamanda, işçi sınıfının dünya görüşünün geniş kitlelere ulaştırılmasının aracı olarak çalışmada yerini almalıdır. Burjuva ideologları her gün gazetelerdeki köşelerinden safsatalarını yayarken, işçi sınıfının dünya görüşünün üniversitelerde karşıt cephe örgütlemesini sağlamak, bu görüşün günlük yaşamdaki yansımasının üniversitelerde varlık göstermesini gerektirir. Üniversite yaşamının günlük gazeteye yansıması, sadece haber, röportaj biçiminde değil, bunlarla beraber üniversitede yürütülen tartışmaların, araştırmaların, fikirlerin de yer alacağı bir biçimde düşünülmelidir. Bugüne kadar ortaya çıkan tablo, gençlik ekimizin varlık nedenlerine uygun tarzda değerlendirilemediğini göstermektedir. Bunun nedenlerinden birisi, gençlik ekimizin içeriğinin çalışmanın hedeflerine tam bir paralellik arz etmemesi ise, bir diğeri de, örgütümüzün gençlik ekini çalışmanın bir aracı olarak görüp, içerik ve biçimini değiştirecek, besleyecek, zenginleştirecek bir çaba içine girmeyişidir. Gençlik eki karşısında aldığımız tutum, eksiklik ve ihtiyaçlara göre yenilenmelidir. Gençliğin nabzını tutacak bir gençlik eki için, haber, mektup, röportaj vb. hazırlamanın yanı sıra inceleme, araştırmalar yapmak, gündeme dair söyleyeceklerimizin bir kürsüsü haline getirmek için kalemi elimize almadan, gençlik ekinde de bir yenilenmenin olmayacağı açıktır.
Partimizin 3. Genel Kongresi gazete temelinde bir çalışma sorununu, tartışmak üzere değil çözmek üzere ele almıştı. Üniversiteler Konferansı, sorunun ele alınışı ve öneminin kavranması bakımından ileri bir noktada olduğumuzu göstermiştir. Çalışmamızda ilerlemenin olduğu alanlarda gazeteye dair adımların atılmış olması ve çalışmadaki ilerlemenin önemli yanlarıyla gazetenin çalışmanın merkezine alınmasına bağlı olduğu, bunun göstergelerindendir. Bulunduğumuz yerden bir sonraki noktaya sıçramak için adımlarımızı genişletmek ve hızlandırmak durumundayız. Günlük gazete konusunda aldığımız tutum ve gösterdiğimiz çaba ilerlemeden, örgüt çalışmamızın ilerleyen hedeflerine ulaşmamız mümkün değildir. Çalışmadaki her ileri hedef, kendisiyle beraber günlük gazetenin çalışmadaki yerini (nasıl ve ne düzeyde kullanıldığı, aydınlatma aracı ve bir örgütçü olarak ele alınıp alınmadığı) ilerletecek hedeflere de sahip olmalıdır.   

SONUÇ OLARAK
Üniversiteler Konferansımızda çalışmamızın içeriği, biçimi ve önümüzdeki döneme dair yönelimleri, ihtiyaçları ele alınmış, çalışmamıza dair daha önce de yazılan, söylenen kimi noktalar (ÖTK, topluluk, yayınlar gibi) somut durum ve somut durumun ihtiyaçları üzerinden yeniden değerlendirilmiş, kimi noktaların ise bir kez daha altı çizilmiştir. Bu Konferansı, üniversitelerde bulunduğumuz yerden ilerlemek üzere ve bir an önce adımlarını atacağımız  bir örgütsel hamle olarak değerlendirmeliyiz. Var olan durumu değiştirerek daha ileri bir noktaya götürmeden, konferansımızın önümüze koyduğu görev ve sorumlulukları atılganlık ve heyecanla omuzlamadan, Konferansın bir örgütsel hamle olamayacağını görmeliyiz. Genç aydın kuşağının sosyalizm fikrine kazanılması mücadelesinde atacağımız her ileri adım, bir sonrakine yükseleceğimiz bir basamak olmalı, çalışmamızın deneyim ve birikimleri, bu anlamda eşsiz bir kaynak olarak görülmelidir. Attığımız adımların ilerletilmesi ve sürdürülmesi için bu kaynak her zaman bir dayanak olacaktır.
İşçi sınıfının iktidar mücadelesi çok yönlü bir mücadeledir; bu mücadelenin üniversitelerde can bulması ve zengin ve iddialı bir anlayışla yürütülmesi zorunludur.
Üniversitelerde çalışmamızın her gün yeniden örgütlenmesi demek, yarın ülkenin birçok yerinde, birçok iş koluna dağılmış meslek hayatına ve ülkenin entelektüel geleceğine her gün bir birikim aktarmak demektir. Üstlendiğimiz görev ve sorumluluklar bu yanıyla daha acil ve daha vazgeçilmezdir.
Bu dikkat ve bilinçle atacağımız adımlar boşlukta kalmayacak, devrim ve sosyalizm yolunda hedefini bilen adımlar olacaktır. Konferansımız, hepimizi bu yolda adımları ilerletmeye ve genişletmeye çağırıyor. Bu görevi başarmak için hep birlikte seferber olalım!

Lenin’de “devlet ve ihtilal”

Devlet sorunu, emekçi yığınların, sınıf karşıtlığına dayalı toplumların bugünkü –ve son– biçimi olan kapitalizmden, burjuvazinin, özel olarak da emperyalist burjuvazinin baskısından kurtulma mücadelesinin temel bir unsuru olarak yaşamsal bir önem taşır.
İşsizlik, sefalet, açlık ve adam yerine konmama türünden tüm olumsuz sonuçlarıyla birlikte kapitalizm ve ücretli kölelikten kurtuluş; kapitalist karşıtlığın olgunlaşması üzerinden, her şeyden önce, insan düşüncesinin gelişmesinin doruğu olan Marksizmin, kendisinin de tanımlayıcısı olan iki başlıca buluşuna ihtiyaç göstermiştir: Düşünceden hareket etmeyen, kurgusal olmayan materyalist tarih anlayışı, toplumsal gelişmeyi, bütün bir düşünsel/siyasal üst yapıyı da belirleyen maddi üretimin nasıl yapıldığıyla, öyleyse, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki karşıtlıkla açıklayan tarihin materyalist yorumu ve ikincisi kapitalizmin “gizi”ni açıklayan artı-değer teorisi. Marksizmin devlet üzerine öğretisi, bu başlıca iki buluşa ve toplumsal mücadelenin pratik deneylerine bağlı olarak geliştirilmiştir. Ancak bu, devlet öğretisinin Marksizm kapsamında küçük ve önemsiz bir yer tuttuğu anlamına gelmemektedir. Lenin’in de aktardığı, 1852’de Weydemeyer’e mektubunda değindiği gibi, Marx, kendi buluşlarından söz ederken, insanlığa ve insan düşüncesinin gelişmesine katkısını devlet sorunuyla bağlantısı içinde ortaya koymaktadır: “Benim yeni olarak yaptığım şey, 1) sınıfların varlığının, üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını; 2) sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatorasına götürdüğünü; 3) bu diktatoranın kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey oluşturmadığını tanıtlamak oldu…”
Marx’ın burada yaptığı, kuşkusuz ne artı-değer teorisini ne de diyalektik materyalizmi önemsizleştirmektir; ama kendi öğretisini burjuvazinin en değerli düşünürlerin öğretilerinden özünde ayıran şeyi ve üstelik kendi devlet öğretisinin özünü vurgulamaktır.
Lenin işte bu öğretiyi, hayranlık verici bir biçimde, sınıf mücadelesi pratiğinin deneyleri içinde geliştirilme aşamalarıyla birlikte, “Devlet ve İhtilal” adlı eserinde tüm yönleriyle özetlemiştir.

UZLAŞMAZ SINIF ÇELİŞKİLERİNİN ÜRÜNÜ OLARAK DEVLET
Devletin tanrısal ya da sonradan insan düşüncesinin ürünü, geçmişten geleceğe tüm insan toplumlarına özgü varsayılması kadar, sınıflarüstü, sınıfların uzlaşma organı olarak tanımlanması; idealizmin egemenliğinin işareti ve kapitalizmde ara sınıf olan küçük burjuvazinin konumuna denk düşen yaygın bir yanılsamadır. Marksizmin iki temel buluşuyla bu yanılsamanın üstesinden gelinmesi mümkün olmuştur. Lenin, devletin, toplumun “önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğü” “gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ürünü” olduğunu, toplumdan doğduğunu ve ona gitgide yabancılaştığını gösteren Engels’in “Ailenin, Özel mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı çalışmasından aktarma yaparak şöyle der: “Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine; devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu tanıtlar.”
Bu ne demektir: Bu, devletin, bir “hakem” ya da “uzlaşma organı” değil ama, sınıflararası uzlaşma olanaklı olsaydı ortaya bile çıkamayacak, hele ayakta hiç kalamayacak olan devletin “bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf (karşıtı) üzerindeki baskı organı”  olması demektir.

ÖZEL SİLAHLI GÜÇ ÖRGÜTLENMESİ OLARAK DEVLET AYGITI
Peki, egemen sınıf karşıtını egemenliğini kabul etmeye nasıl ikna edecek ya da egemen sınıfın egemenliği altındaki sınıfa (sınıflara) devlet aracılığıyla uyguladığı baskı başlıca neye dayanacaktır? Baskının araçlarına ihtiyaç olacağı ortadadır. Lenin, yine Engels’e başvurur. Aralarında uzlaşmaz toplumsal karşıtlıklar oluşmadan aşiretler ya da klanlar biçiminde örgütlü olan halk silahlıydı ve silahlar belirli özel ellerde (egemenlerin hizmetindeki silahlı adamların ellerinde) toplanmamıştı. Ama uzlaşmaz karşıtlıkların görünmesiyle birlikte, “bizzat silahlı güç olarak örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü, sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir… Bu kamu gücü her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerinden de, gentlice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir.”  Lenin somutlaştırır: “Sürekli ordu ve polis, devlet iktidarının başlıca güç aletleridir.” Ve halk üzerindeki baskının aletleri olarak özel silahlı örgütlenmenin gücü sürekli artar: “Devlet içindeki sınıf çelişkileri belirginleştiği ve sınırdaş devletler daha büyük ve daha kalabalık bir duruma geldiği ölçüde, onun da gücü artar – daha çok, sınıf savaşımları ve fetih rekabetinin, kamu gücünü, tüm toplumu, hatta devleti yutmakla tehdit edecek derecede artmış bulundukları bugünkü Avrupamızı düşünelim…”

EZİLEN SINIFIN SÖMÜRÜLMESİ ALETİ OLARAK DEVLET
Bu özel “kamu gücünü beslemek için vergiler ve devlet borçları gerekli hale gelir. Engels şöyle yazar: ‘Kamu gücünü ve vergileri ödetme hakkını kullanan memurlar, toplumun organları olarak, toplumun üstünde yer alırlar… onların yetkesini, onlara bir kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran olağanüstü yasalarla sağlama bağlamak gerekir.” Burada vurgu, devlet iktidarının organları olarak ayrıcalıklı memurlara, bürokrasiye vurgu vardır. Militarizmin yanında bürokrasi, ezilenler karşısında bir şiddet aleti olan devletin ikinci temel dayanağıdır.
Özellikle kapitalist egemenliğe en uygun biçimin modern temsili devlet oluşu ve demokrasinin sınıflar arası uzlaşma anlamı yüklenerek bayağılaştırılması karşısında, Lenin, yine Engels’ten aktarma yaparak, devletin sınıf niteliği ve sınıf egemenliğinin bürokrasi ile ilişkisi sorununu açıklar. Devlet, “.. sınıfların çatışması ortamında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir”.  Lenin devam eder: “Engels, ‘zenginlik, iktidarını demokratik cumhuriyette, dolaylı ama bir o kadar güvenli bir biçimde gösteriyor’ diye sürdürür; şöyle ki: ilk olarak, ‘memurların düpedüz rüşvet yemesi’ (Amerika), ikinci olarak da, ‘hükümetle borsa arasındaki bağlaşma’ (Fransa ve Amerika) aracıyla.”  Ve yine Engels’e atıfta bulunarak, genel oy hakkı ve seçimlere, baskı organı olarak devleti ve sınıf niteliğini dikkate almayan roller biçilmesine karşı uyarır: “Genel oy hakkını burjuvazinin egemenlik aleti olarak nitelendirdiği zaman, Engels’in büsbütün kesin ve açık olduğunu da belirtmek gerekir.”
Devletin uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ürünü olması ve sınıf niteliğine dair söylenenlerden şu iki belli başlı sonuç çıkar: 1) Kendisini ve kendisiyle birlikte bütün insanlığı kurtarma davasını, işçi sınıfı, genel oy hakkına dayalı olarak ya da başka araçlarla “ele geçireceği” burjuva devleti kullanarak yürütemez; sömürülenler üzerinde bir şiddet aleti olarak şekillenmiş aygıtıyla (militarizm ve polis örgütü) ve rüşvete batmış, borsa ve mali sermaye ile içiçe girmiş bürokrasisiyle burjuva devlet, sosyalist kuruluşun aracı olamaz. 2) Sınıf çelişki ve çatışmalarının ortaya çıkışına bağlı olarak tarih sahnesine çıkan devlet, sömürücü sınıfların devleti olmaktan çıkarıldığı andan itibaren artık kendisi olmaktan çıkmaya başlamış bir yarı-devlettir. Kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan sınıflar, sosyalizmin ilerleyişine bağlı olarak kaçınılmaz biçimde ortadan kalktıkça/kaldırıldıkça, devlet de yok olacak, sönecektir.

DEVLETİN SÖNMESİ VE ZORA DAYANAN DEVRİM
Alman Partisi’nin birleşme döneminde ortaya atılan “özgür halk devleti”nin hedef edinilmesinden başlayıp, II. Enternasyonal barışçıllığı döneminde burjuva devlet koşullarında işçi hareketinin kitleselleşmesinden güç alarak, devlet üzerine Marksist öğreti bulanıklaştırılmıştır. Bir yandan görece barışçıl koşullarda işçi hareketinin sağladığı ilerlemeye dayandırılan, “üretici güçler teorisi” üzerinden toplumsal ilerlemenin kendiliğinden gerçekleşeceği ve kapitalizmin sosyalizme evrileceği görüşü ve ardında yatan sınıf karşıtlıkları ve mücadelesinin yerine sınıf uzlaşmasına dayanan burjuva yasallıktan beslenen inanç, diğer yandan “devletin sönmesi” üzerine Marks ve özellikle Engels’in söylediklerinin çarpıtılması, Marks’ın kendi öğretisini tanımlarken atıfta bulunduğu “proletarya diktatörlüğü” düşüncesinden uzaklaşmaya götürmüş; anarşistlerin “devletin ortadan kaldırılması” görüşü karşısında ileri sürülmüş “sönmesi” görüşü, bu “sönme”nin ön koşulu olan proletarya diktatörlüğü zorunluluğundan koparılması ve “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğü” fikrinin unutulmaya terk edilmesiyle bayağılaştırılmıştır. Saldırının doğrudan proleter devrim fikrine yöneltildiğini gösteren Lenin, burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliğinin organı olan ve bir şiddet aletinden başka şey olmayan burjuva devletin zora dayanan devrimle parçalanması zorunluluğunu vurgulamış ve devletin, proletarya diktatörlüğünün kurulmasına bağlı olarak sönmesi sürecinden söz edilebileceğini bir kez daha açıklığa kavuşturmuştur. Engels’in Anti-Dühring’deki ünlü pasajını aktaran Lenin, devam eder:
“Engels’e göre, burjuva devlet ‘sönmez’; devrim sırasında proletarya tarafından ‘ortadan kaldırılır’. Bu devrimden sonra sönen şey, proleter devlet, başka bir deyişle, bir yarı-devlettir… Proletaryaya karşı burjuvazi tarafından.. kullanılan bu ‘özel baskı gücü’ yerine, burjuvaziye karşı proletarya tarafından uygulanan bir ‘özel baskı gücü’nün (proletarya diktatorası) geçmesi gerekir.. bir ‘özel gücün’ (burjuvazinin devleti) bir başka ‘özel güçle’ (proletaryanın devleti) böylesine bir yer değiştirmesi hiçbir zaman ‘sönme’ biçiminde olamaz… Burjuva devleti ancak devrim ‘ortadan kaldırabilir’. Genel olarak devlet, yani en tam demokrasi ise, ancak ‘sönebilir’.”
“Zora dayanan devrimin oynadığı tarihsel role verdiği değer, Engels’te zora dayanan devrimin gerçek bir övgüsüne dönüşür” diyen Lenin, devletin sönmesi sorununun gündeme girmesine de yol açmak üzere, “Burjuva devlet, proleter devlete (proletarya diktatorasına) yerini sönme yoluyla değil, genel kural olarak, ancak ve ancak zora dayanan bir devrimle bırakabilir.”  diye tamamlar.

KOMÜNİST MANİFESTO VE “PROLETARYANIN EGEMEN SINIF OLARAK ÖRGÜTLENMESİ”

Marx ve Engels, henüz 1848 Devrimlerinden önce, Manifesto’da, kapitalist toplum içinde yürütülen az-çok üstü örtülü iç savaşın “açıkça devrime döküldüğü ve burjuvazinin zora başvurularak devrilmesinin proletaryanın egemenliğinin temelini hazırladığı noktaya” ilerlediğini ve “işçi sınıfı devriminde ilk aşama(nın) proletaryayı egemen sınıf durumuna getirmek” olduğunu belirtir ve “devlet, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”  kavramını geliştirirler. Lenin, bununla “proletarya diktatörlüğü” fikrinin formüle edilmiş olduğunu söyler. Ve anarşizm eleştirisi ardına gizlenen oportünist iğdiş edicilik karşısında, bu tanımın anlamını vurgular: “Proletaryanın devlete gereksinimi vardır”, ama “ilkin proletaryaya, ancak ‘sönme’ yolunda, yani hemen sönmeye başlamış ve sönmeden edemeyecek biçimde kurulmuş bir devlet gerekir. İkinci olarak, emekçilerin, ‘egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya’ olan bir ‘devlet’e gereksinimleri vardır.”
Ve açıklar: “Devlet özel bir iktidar örgütüdür: belirli bir sınıfın sırtını yere getirmeye yönelik bir zor örgütü. Peki, proletaryanın yenmek zorunda olduğu sınıf hangisidir? Elbette yalnızca sömürücüler sınıfı, yani burjuvazi. Emekçilerin yalnızca sömürücülerin direnişini bastırmak için devlete gereksinimleri vardır: oysa bu baskıyı yönetme, onu pratik olarak gerçekleştirme işini… yalnızca proletarya yapabilir.”
Lenin bir adım daha ilerleyerek, proletaryanın “kimseyle paylaşamayacağı iktidarı” sorununa gelir: “Burjuva egemenliği ancak proletarya tarafından alaşağı edilebilir; proletarya, ekonomik varlık koşulları bu alaşağı etme işini hazırlayan ve ona bu işi başarma olanağını ve gücünü veren tek sınıftır… Marx tarafından devlete ve sosyalist devrime uygulanmış bulunan sınıflar savaşımı öğretisi, zorunlu bir biçimde proletaryanın siyasal egemenliğinin, diktatorasının, yani onun kimseyle paylaşmadığı ve doğrudan doğruya yığınların silahlı gücüne dayanan bir iktidarın kabul edilmesine götürür. Burjuvazi ancak, eğer proletarya burjuvazinin kaçınılmaz ve umutsuz direnişini bastırmaya ve bütün emekçi ve sömürülen yığınları yeni bir ekonomik rejim için örgütlemeye yetenekli egemen sınıf durumuna dönüşürse, alaşağı edebilir.”
Burada burjuva devlet makinesinin ne olacağı sorununa gelinir: “..eğer proletaryanın, burjuvaziye karşı devlete özel bir zor örgütü olarak gereksinimi varsa, o zaman ortaya bir sorun çıkar: böyle bir örgüt, daha önce burjuvazinin kendisi için oluşturduğu devlet makinesi kırılmış, parçalanmış olmadan düşünülebilir mi? Komünist Manifesto bizi işte bu soruna götürür, ve Marx 1848-1851 devrim deneyini özetlerken, işte bu sorundan sözeder.”

1848 DENEYİ, DEVLET AYGITININ YETKİNLEŞTİRİLMESİ VE PARÇALANMASI ZORUNLULUĞU
Lenin, 18 Brumairei’e başvurarak, Marx’tan özetler:
“Devrim, parlamenter iktidarı sonradan devirebilmek üzere, ilkin yetkinleştiriyor. Bir kez bu ereğe varıldıktan sonra, yürütme gücünü yetkinleştiriyor. Onu en yalın biçimine indirgiyor, bütün yıkım güçlerini onun üzerinde toplayabilmek için bütün sitemleri ona yöneltiyor.”
Lenin, Fransız Devrimi sürecinde, devlet aygıtının yetkinleştirilmesini ise, yine Marx’tan özetler:
“‘Engin askeri ve bürokratik örgütü ile, karmaşık ve yapay devlet makinesi, yarım milyon kişilik memur ordusu ve beş yüz bin kişilik öbür ordusu ile Fransız toplumunun bedenini bir zar gibi saran ve onun bütün gözeneklerini tıkayan korkunç bir asalak gövde olan bu yürütme gücü, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde kuruldu.’ Büyük Fransız Devrimi hükümet iktidarının merkezileşmesini, ‘ama aynı zamanda, genişliğini, niteliklerini ve aygıtını da’ geliştirdi. ‘Napoleon, bu delet makinesini yetkinleştirme işini tamamladı.’ Meşru monarşi ve Temmuz monarşisi, ‘bu mekanizmaya daha büyük bir işbölümü eklemekten başka bir şey yapmadılar.’ ‘Sonunda, parlemanter cumhuriyet kendini, devrime karşı savaşımında, hükümet iktidarının eylem araçlarını ve merkezileşmesini, kendi bastırma önlemleriyle, pekiştirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracak yerde, daha da yetkinleştirmekten başka şey yapmadılar.’ ‘İktidar için ardarda savaşan partiler, bu engin devlet yapısının fethini, kazananın başta gelen ganimeti saydılar.’”
“Emperyalizm krallıkla yönetilen ülkelerde olduğu kadar, en özgür cumhuriyetlerde de, daha özel biçimde, ‘devlet makinesinin olağanüstü güçlendiğini, onun bürokratik ve askeri aygıtının proletaryanın artan bir ezilmesiyle bağlılık içinde, görülmemiş biçimde genişlediğini gösterir”  diye tamamlayan Lenin, burada Marx’ın devlete ilişkin öğretisinin manifestoya göre geliştirildiğini söyler: artık hem iktidar için mücadele eden burjuva fraksiyonlar ve her siyasal devrim (burjuva devrim) aracılığıyla devlet aygıtının yetkinleştirilmesi sorunu ve hem de proletaryanın aynı aygıtı ele geçirme (ve yetkinleştirilmesini sürdürmek) değil ama onu, bürokratik-militarist makineyi kırma zorunluluğu ortaya konmuştur. Weydemeyer’e 1852 tarihli mektubunda öğretisinin “yeniliği” olarak “proletarya diktatörlüğü”nden söz eden Marx, buna rağmen, hâlâ kırılan devlet cihazının ne ile değiştirileceği sorununu henüz koymamıştır, bu konuda hiçbir fikri olmadığı düşünmek haksızlık olur, ancak tamamen bilimsel bir öğreti olan Marksizmin kurgusal ilerletilmesine yönelmez deneyin sağlayacağı gereci bekler. Bunu, 1871 sağlayacaktır.

KOMÜN DENEYİ VE DEVLET
Manifesto’nun 1872 tarihli Almanca baskısına son önsözde “bazı ayrıntıların artık eskimiş” olduğunu açıklar ve eklerler: “Paris Komünü, özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini’ tanıtlamıştır.”
Komün sırasındaysa, Marx, Kugelmann’a şöyle yazmıştır: “..18. Brumaire’in son bölümünde,.. Fransa’da gelecek devrim girişiminin, şimdiye dek olduğu gibi artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirmeye değil onu yıkmaya dayanması gerektiğini belirtiyorum. Kıta üzerinde gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu. Kahraman Parisli arkadaşlarımızın giriştikleri şey de, işte budur.”
Ve Marx kırılıp yıkılacak bürokratik-askeri makinenin neyle değiştirileceği sorununa, Komünün yanıtıyla yaklaşır: “Komünün ilk kararnamesi… sürekli ordunun ortadan kaldırılması ve onun yerine silahlanmış halkın konması oldu.”  “Komün, iki büyük masraf kaynağını, sürekli ordu ve memurculuğu ortadan kaldırarak, bütün burjuva devrimlerin belgisi olan ucuz hükümeti gerçekleştirdi.”
Marx, Komünün, burjuva devletin yerine koymaya giriştiği devlet aygıtının özelliklerini sıralar: “Komün, kentin çeşitli ilçelerinden genel oyla seçilmiş belediye meclisi üyelerinden oluşmuştu. Bu üyeler sorumlu ve her an geri alınabilirdiler…Merkezi hükümetin aleti olmaya devam edecek yerde, polis, politik niteliklerinden hemen yoksun bırakıldı ve Komün’ün ‘sorumlu ve her an görevden geri alınabilir’ bir aleti durumuna dönüştürüldü… Yönetimin bütün öteki kollarındaki memurlar için de aynı şey oldu. Komün üyelerinden en alt basamağa dek kamu görevi, işçi ücretleri karşılığında görülecekti. Devlet kodamanlarının geleneksel temsil ve rüşvet ödenekleri, bu kodamanların kendisiyle birlikte yokoldu… Eski hükümet iktidarının maddi aletleri olan sürekli ordu ve polis ortadan kaldırıldıktan sonra Komün, manevi baskı aracını, papazların iktidarını yıkma işine girişti.. Adalet görevlileri yalancı bağımsızlıklarından yoksunlaştırıldılar.. seçilir, sorumlu ve geri alınabilir olacaklardı.”
Böylece Komün, yalnızca daha tam bir demokrasi, çoğunluğun demokrasisini kurarak yıkılmış devlet makinesini değiştirmiş oluyordu. Demokrasi, proleter demokrasi durumuna yükseliyor, ve devlet de, bu adımın atılmasıyla bir yarı-devlete, sönme yoluna giren bir devlete dönüşüyordu. Bu süreç, kuşkusuz burjuvaziyi yenme, direncini kırma ve giderek sınıf olarak ortadan kaldırma yanında sosyalizmi kurma işlevini de üstlenecek proletarya diktatörlüğü altında işleyecekti.

PARLAMENTARİZMİN ORTADAN KALDIRILMASI
“Komün, parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı,hareketli bir gövde olmak zorundaydı” diyen Marx sürdürür: “Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir parlamento halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını kararlaştırmak yerine, komünler halinde örgütlenmiş halka –herhangi bir işverenin kişisel seçimi gibi–, bu işletmeler (Komünler) için işçiler, gözlemciler, muhasebeciler bulmaya yaramalıydı.”
Lenin’e göre, “Marx, özellikle, koşulların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ‘ahır’ından yararlanmadaki yetersizliği yüzünden anarşizmle arayı iyice açmış; ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir eleştirisini yapmayı da bilmişti.”
Kuşkusuz, genel oy, temsili organlar ve seçim ilkesi değil, ama, halkın bir kez oyunu aldıktan sonra, dönüp ona bakmayan, rüşvete batmış, sonsuz tartışmalarla zaman geçirirken asıl devlet işlerini “yürütme”ye, askeri-bürokratik makineye ve sözde bağımsız yargıya terketmiş parlamentarizm ortadan kaldırılıyordu. Komünün parlamentarizmin yerine koyduğu “örgenliklerde, düşünce özgürlüğü ve tartışma, yutturmaca halinde yozlaşmaz: çünkü parlamenterler kendileri çalışmak, yasalarını kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar. Temsili örgenlikler kalır; ama, özel sistem olarak, yasama ve yürütme arasındaki işbölümü olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı durum olarak parlamentarizm artık yoktur.”

ANARŞİSTLERLE POLEMİK
Marx, her türlü otoriteye karşı çıkan, devletin de proletaryanın çıkarları uğruna bürokratik-askeri aygıtı kırılıp parçalanarak, sönmeye gitmek üzere geçici olarak kullanılmasını yadsıyan ve devletin hemen “ortadan kaldırılması”nı savunan anarşistleri, proletaryayı silahtan yoksun bırakmaya çalıştıkları için suçlar. Ancak “Marx, anarşizme karşı savaşımının gerçek anlamının çarpıtılmaması için, proletarya için zorunlu olan devletin ‘devrimci ve geçici biçimi’ni kesin olarak belirtir. Proletaryanın, yalnızca bir zaman için devlete gereksinimi vardır. Erek olarak devletin ortadan kalkması konusunda anarşistlerle en küçük bir uzlaşmazlık içinde değiliz. Biz bu ereğe erişmek için, sömürücülere karşı, devlet iktidarı aletlerinin, devlet gücü araçlarının, devlet iktidarı yöntemlerinin geçici olarak kullanılmasının zorunlu olduğunu söylüyoruz; tıpkı, sınıfları ortadan kaldırmak için, ezilen sınıfın geçici diktatorasını kurmanın kaçınılmaz bir şey olduğunu söylediğimiz gibi.”
Ancak II. Enternasyonal oportünizmi, Marksizmin anarşistlerle polemiğinden, devletin ortadan kaldırılmasına karşı ve proletaryanın hizmetinde kullanılması üzerine öğretisinden, devrimci içeriğini kaldırıp atarak, burjuva devletin sınır olarak kabullenilmesi sonucunu çıkarmış, anarşistlerle ayrılığı şu noktaya vardırmışlardır: “Biz devleti kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor!”
Oysa örneğin Engels’in anti-otoriterlere yönelik eleştirisi açıktır:
“…anti-otoriterler, siyasal devletin, hatta kendisini yaratmış olan toplumsal koşullar ortadan kalkmadan önce, hemen ortadan kalkmasını isterler. Toplumsal devrimin ilk işinin, otoritenin ortadan kaldırılması olmasını isterler… Bu baylar hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında?Devrim her halde, olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir kısmının, tüfek, süngü ve top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü, burjuvaziye karşı, silahlanmış bir halkın otoritesini kullanmasaydı, bir günden fazla tutunabilir miydi?”

“ÖZGÜR HALK DEVLETİ” VE BEBEL’E MEKTUP
Bebel’in 36 yıl açıklamaktan kaçındığı Engels’in 1875 tarihli mektubu devlet sorununa ilişkindi. “Özgür halk devleti”ni söz konusu eden Engels, “Devlet üzerindeki bütün bu gevezelikleri, özellikle, gerçek anlamda artık bir devlet olmayan Komün’den sonra, bırakmak yerinde olurdu… anarşistler halk devleti’ni yeterince kafamıza kaktılar. Devlet, proletaryanın, düşmanlarına karşı kuvvete dayanarak baskıyı örgütlemek için, savaşımda, devrimde kullanmak zorunda bulunduğu geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür bir halk devletinden sözetmek adamakıllı saçma bir şeydir: proletarya devrimden sonra devlete gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır. Ve özgürlükten söz etmenin olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar.”
Proletaryanın eski aygıtıyla yetinmeyeceği, ama burjuvazi üzerindeki baskısının örgütü olarak, aygıtını da çoğunluğun örgütü olmaya uygun biçimde yenileyeceği, özgürlükle bağdaşmayan, özgürlüğe ulaşıldığında sönmüş olacak devlet öğretisi– oportünizmin burjuvaziyle sınıf işbirliği adına gözden çıkardığı budur.

ÖZGÜRLÜK DEMOKRASİ DEMEK DEĞİL
YA DA DEMOKRASİNİN AŞILMASI

Özellikle II. Enternasyonal oportünizmi özgürlüğü demokrasi ile eşitlemiş, demokrasiyi de, geçmişi ve geleceğinden kopararak, donmuşluğu için de, burjuva demokrasisine indirgemiştir.
Oysa Marx ve Engels, hep belirtirler ki, “..yalnız monarşi rejiminde değil, demokratik cumhuriyette de devlet, devlet olarak kalır: yani memurları ‘toplumun hizmetkarları’ durumundan toplumun efendileri durumuna dönüştürmek olan başlıca ayırdedici niteliğini korur.”  Yani demokrasi de bir devlet biçimidir ve demokratikliğiyle hiçbir devlet, devlet olmaktan, “bir sınıfın ötekisi üzerinde baskı aracı” olmaktan çıkmaz. O halde, devletten kurtulmak, aynı zamanda, demokrasiden de kurtulmaktır. Ya da baskı altında tutulacak kimse kalmadığı ve zora ihtiyaç duyulmadığı koşulların oluşmasına bağlı olarak devletin sönmesi, aynı nedenle demokrasinin de, anlamsızlaşması ve yok olması demektir. Ama bu, özgürlükler dünyasına ulaşılması ve her türden siyasal baskının son bulmasıyla insanın özgürleşmesi anlamına gelir. Özgürlüklerin genelleşmesi için, demokrasinin de tarih sahnesinden silinmesi zorunludur.
Ancak bu, Lenin’in gösterdiği gibi, demokrasi için mücadele ve demokrasiyi sonuna kadar geliştirme görevinin önemini küçültmez: “Demokrasiyi sonuna kadar geliştirmek, bu gelişmenin biçimlerini araştırmak, bu biçimleri pratiğin deneylerinden geçirmek vb.: toplumsal devrim savaşımının en önemli görevlerinden biri de budur.”
Ama oportünizm hep demokrasi için mücadeleye ve onun geliştirilmesi ihtiyacına vurgu yapmakla yetinerek, hem demokrasinin proletarya diktatörlüğü altında en tam demokrasi (çoğunluğun demokrasisi) olarak gelişmesini, hem de anarşizme mal ederek, devletin ortadan kalkmasının demokrasinin de ortadan kalkması olduğunu görmezden gelmiştir.

DEVLETİN SÖNMESİNİN EKONOMİK TEMELLERİ
Lenin, bu sorunun en derinleştirilmiş irdelemesinin Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde yapıldığını belirtir. Bilinemeyecek şeyler üzerine boş şeyler tasarlamaktan uzak olan ve komünizmin kapitalizmden doğduğunu veri alan Marx, “halk devleti” yanılsamasının bir yana bırakılması gereğinden başlar: “Komünist bir toplumda devlet nasıl bir dönüşüme uğrayacak? Başka bir deyişle: bu toplumda, devletin güncek görevlerine benzer hangi görevler kalacak? Bu sorunu yalnızca bilim yanıtlayabilir; ve sorun, halk sözcüğünü devlet sözcüğüyle bin türlü birleştirerek, bir parmak bile ilerletilemeyecektir.”  Ve Marx, sorunu, kapitalizmden komünizme geçiş ve bu geçişin devleti olan proletarya diktatörlüğünden hareketle inceler.

Kapitalizmden komünizme geçiş
Burada, Marx’ın en net tanımlarından biriyle karşılaşırız: “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, kapitalist toplumdan komünist topluma devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Bu döneme, devletin proletarya diktatorasından başka bir şey olamayacağı bir siyasal geçiş dönemi karşılık düşer.”  Öyleyse, “kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş, ‘siyasal bir geçiş dönemi’ olmaksızın olanaksızdır” der, Lenin.
Bu saptama, demokrasinin kapitalizmden komünizme geçiş sırasında uğradığı değişikliklerin tam açıklamasını sağlar:
“Çok küçük bir azınlık için demokrasi; zenginler için demokrasi: kapitalist toplumun demokratizmi işte budur.”  Ve bu, proletaryanın işe başladığı noktadır. “Ama, bu –kaçınılmaz biçimde dar, yoksulları sinsice ezen, ve sonuç olarak ikiyüzlü ve yalancı– kapitalist demokrasiden başlayarak ilerlemek, burjuva profesörlerle küçük burjuva oportünistlerin ileri sürdükleri gibi, dolambaçsız, dosdoğru ve çatışmasız bir biçimde ‘gitgide daha yetkin bir demokrasi’ye götürmez. İleriye, yani komünizme doğru gidiş, proletarya diktatorası aracıyla yapılır; başka türlü yapılamaz, çünkü sömürücü kapitalistlerin direncini kırabilecek başka hiçbir sınıf ve araç yoktur.
“Oysa proletarya diktatorası, yani ezilen sınıfların öncüsünün, ezenlerin sırtını yere getirmek için egemen sınıf olarak örgütlenmesi, demokrasinin yalın bir genişlemesi ile yetinmez. İlk kez olarak zenginler için değil, yoksullar için, halk için demokrasi durumuna gelmiş bulunan demokrasideki önemli bir genişleme ile birlikte, proletarya diktatorası, ezenler, sömürenler, yani kapitalistler için bir dizi sınırlamalar da getirir. İnsanlığı ücretli kölelikten kurtarmak için bunların sırtını yere getirmek zorundayız; bu adamların direncini zorla kırmak gerekir; ve baskının olduğu yerde, özgürlüğün olmadığı, demokrasinin olmadığı apaçık bir şeydir.”  Geçiş döneminde demokrasi değişikliğe uğramıştır: “Halkın engin çoğunluğu için demokrasi ve sömürücüler için zora dayanan bastırma, yani demokrasiden dıştalama; kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin uğradığı değişiklik, işte böyle bir değişikliktir.”  Özgürlük ise, devletle birlikte demokrasi de yok olduğunda gelecektir. Ancak sınıfsız toplum olan komünizmde “devlet ortadan kalkar ve özgürlükten söz etmek olanaklı hale gelir.” Proletarya diktatörlüğü bu yolda atılacak temel adımdır; çünkü geçiş döneminde sömürücülerin bastırılması, “demokrasinin o kadar büyük bir halk çoğunluğuna yayılmasıyla bağdaşan bir şeydir ki, özel bir bastırma makinesi zorunluluğu ortadan kalkmaya başlar. Sömürücüler, çok karmaşık ve bu işe ayrılmış bir makine olmaksızın, elbette halkın sırtını yere getirecek durumda değillerdir; oysa halk, çok yalın bir ‘makine’ ile bile hemen hemen makinesiz, özel aygıtsız, yalnızca silahlanmış yığınların örgütlenmesi ile sömürücülerin sırtını yere getirebilir.”

Komünist toplumun birinci evresi
Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marx, “birinci evre”yi tanımlar: “Burada uğraştığımız şey, kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş bulunduğu biçimiyle değil, tersine, kapitalist toplumdan çıkmış bulunduğu biçimiyle bir komünist toplumdur; o halde, ekonomik, törel, entelektüel bütün bakımlardan henüz bağrından çıktığı eski toplumun izlerini taşıyan bir toplum.”  Bu toplumda, mülksüzleştirenler mülksüzleştirilmiştir; üretim araçları, artık bireylerin özel mülkiyetinde değildir. Ancak üretim henüz herkesin ihtiyacını karşılayacak ölçüde bir gelişme göstermemiştir ve herkes toplumsal üretimden çalışması ölçüsünde, “emeğine göre” bir pay alır. Lenin, “‘eşitlik’in egemenliği denebilir buna” der. Marx, “eşit hak” der. Gerçekten, burada eşit hak vardır, herkes “emeği ölçüsünde” eşittir, ama bu henüz hâlâ biçimsel burjuva hukukunun dar sınırlarının aşılamamış olduğunu belirtir. Çünkü gerçekte eşit değil farklı olan (kimi evli, çocuklu, kimi bekar, kimi güçlü ya da şişman diğeri güçsüz ve zayıf vb.) insanlara tek bir kural uygulanmaktadır. Bu ise, “eşit hak”kın, aslında bir eşitsizlik konusu olduğunu, hatta eşitliğe bir saldırı anlamına geldiğini gösterir. Ve bunda adalet yoktur.
Lenin, “öyleyse komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştiremez; zenginlik bakımından insanlar arasındaki farklılıklar, hem de haksız farklılıklar sürecektir; ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır..”  der. Eşitliğe, “hak eşitliği”ne ancak kısmen ulaşılmıştır, üretim araçları karşısında eşitlik, üretim araçlarının özel mülkiyeti kaldırıldığı ölçüde sağlanmış, bu alanda burjuva hukuku aşılmıştır. Ancak tüketim araç ve nesneleri mülkiyetinde farklılıkları koşullamasından kaçınılamayacak bölüşümdeki eşitsizlik, bölüşümün, farklı insanlara “eşit” uygulamayı dayatan kapitalizmden miras emek-değer ilkesi uyarınca düzenlenmesi henüz sürmektedir, bu alanda burjuva hukuku geçerli kalmaktadır. Marx, “bu kusurlar, uzun ve sancılı bir doğum döneminden sonra, kapitalist toplumdan henüz çıkmış biçimiyle, komünist toplumun birinci evresinde kaçınılmaz şeylerdir. Hukuk, ekonomik durum ve ona karşılık düşen uygarlık derecesinden hiçbir zaman daha yüksek olamaz.”
Kapitalizmin yıkılışından sonra, “insanların hiçbir hukuk kuralı olmaksızın toplum için çalışmayı hemen öğrenecekleri ütopyaya düşmeden düşünülemez; kaldı ki, kapitalizmin ortadan kalkışı, böylesine bir değişikliğin ekonomik öncüllerini hemencecik vermez.”  Ve uygulanmak üzere, elde, burjuva hukuk kurallarından başka hukuk kuralı yoktur.
O halde, burjuva hukuk kurallarının aşılmasını (üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyet) olduğu kadar, henüz aşılamadığı (ürünlerin emeğe göre bölüşümü) alanda da–aşılmasının koşullarını yaratma mücadelesi sürdürülürken– görece eşitliği korumak üzere devletin zorunluluğu sürecek demektir. Devletin sönmesi, –bölüşümdeki– fiili eşitsizliği onaylayan burjuva hukukun korunmasının gereksiz hale geleceği komünizmin bir üst aşamasına kalır. Gerçek eşitlik sağlandıkça, eşitsizliğin ürünü ve aleti olan devlet yok olur. Bu nedenle proletarya diktatörlüğü, bir yarı-devlet ya da burjuvazisiz burjuva devlet olarak da tanımlanabilir.

Komünist Toplumun Üst Evresi
Marx’ın hukukla bağlantılı olarak ekonomik temeliyle birlikte bu evreye dair düşüncelerini de, yine Gotha Programı’nın Eleştirisinde buluruz: “Komünist toplumun yüksek bir evresinde, bireylerin işbölümüne köleleştirici bağımlılığı, ve onunla birlikte, kol ve kafa emeği arasındaki karşıtlık yokolacağı zaman, çalışmanın yalnızca bir yaşama aracı olmaktan çıkıp,bir ilk dirimsel gereksinim durumuna geleceği zaman; bireylerin çok yönlü gelişmesi ile birlikte, üretim güçlerinin de artacağı ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının bollukla fışkıracağı zaman; ancak o zaman burjuva hukukunun sınırlı ufku kesin olarak aşılabilecek ve toplum, bayrakları üstüne ‘herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!’ diye yazabilecektir.”
Tüm diğer eşitsizlik kaynaklarının da kurutulmasına elverecek, artık “çalışanlar”ın “emeğine göre” değil “ihtiyacı kadar” alabileceği bir gelişme düzeyine ulaşmış toplumsal emek ve üretime dayalı bu üst evre, kuşkusuz insanlığın sınıflardan bütünüyle kurtulmuş olduğu evredir. İlk evrede, özsel olan, kapitalizm ve bürokrasinin egemenliğine son verildikten sonra, silahlı işçiler ve halk tarafından gerçekleştirilecek üretim ve bölüşümün denetimi ve emekle ürünlerin kayıt altına alınması ve buna dayalı “atölye disiplininin tüm topluma yayılması”yken; bu üst evrede, artık ne çalışma ne de ürün bölüşümü için artık bir denetim ve kayıt gerekli olur. Komünizmin üst evresine ve “devletin tamamen sönmesine geçişi sağlayacak kapı”, “toplumun bütün üyeleri ya da hiç olmazsa bunların büyük bir çoğunluğu, devleti kendileri yönetmeyi öğrendiği, işi kendi ellerine aldığı”, herkesin katıldığı kayıt ve denetim ile üretim ve bölüşüm alanı başta olmak üzere insan toplumunun özsel kurallarına uyma zorunluluğu alışkanlık ve çalışmanın kendisi sadece bir yaşamsal etkinlik haline geldikçe, ardına kadar açılacaktır.

Sonuç
Öyleyse başladığımız nokta tayin edicidir: “Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının, üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını; 2) sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatorasına götürdüğünü; 3) bu diktatoranın kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak oldu.”
Lenin, Marx’ın özsel olarak böyle tanımladığı öğretisine bağlı kalarak, 40 yıl ayakta kalan, komünizmin üst evresine doğru adımlar da atan geçiş dönemi devleti olarak proletarya diktatörlüğünün pratiğe geçirilmesinin ışığını yaktı. Şimdi 2000’li yıllarda, hem öğreti hem de proletarya ve partilerinin önündeki görevler, özsel olarak, değişmemiştir. Hâlâ kapitalist karşıtlık, aynı yere götürmektedir. Farklı ülkelerde farklı yollardan: Ama bir demokratik cumhuriyet üzerinden ama doğrudan. Dünya, bugün, kapitalizme son verilmesi ve kapitalizmden komünizme geçiş için, nesnel bakımdan, Marx ve Lenin zamanından çok daha elverişli haldedir. Bilinç ve örgüte dair eksikliklerin üstesinden gelmek ve Komün’den sonra Lenin’in Rusya’da giriştiği işi sürdürmek, yarının değil bugünün görevidir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑