MGK’nın kıbrıs politikasının bir izdüşümü: Türk-iş’in kıbrıs raporu

Kıbrıs, bugüne kadar Türkiye için sadece bir dış politika değil, aynı zamanda önemli bir iç politika meselesi olagelmiştir. Kıbrıs konusunda yaşanan siyasal saflaşmaların, diğer temel konularda da benzerlikler göstermesi tesadüfi değildir. Kıbrıs sorununa yaklaşım konusunda şoven politikalar benimseyenler, Kürt sorunundan, temel demokratik haklara ve oradan MGK’nın varlığına kadar uzanan yelpazede de demokrasiye kapalı bir yaklaşımın savunucusu olmuşlardır.
Kıbrıs’la ilgili olarak, demokratik açılıma kapalı bir yaklaşıma sahip resmi politikanın, aynı zamanda bir MGK politikası olması, en temel meselelerde MGK’ya dayanan bir politika yapmayı alışkanlık haline getirenlerin Kıbrıs politikasını da aynılaştırmıştır. Ancak konu Kıbrıs olunca, bunun MGK’ya endeksli düşünmeyi de aşacak düzeyde bir “milliyetçi” şemsiye tarafından, birbirine zıt gibi görünen bir dizi siyasi çevreyi konu etrafında birbirine bağladığı vurgulanmalı.
Örneğin, bugün MGK ile birlikte, ona sağdan ve soldan bağlanan MHP ile İP gibi partilerin yanı sıra, kısa sayılabilecek bir süre önce iktidardan uzaklaştırılan Erbakan ve partisi de, Denktaşçı bir konumdadır. Ve diğer bir dizi meselede birbirine karşıt bir konumda bulunan Cumhuriyet gazetesi ile Milli Gazete de Kıbrıs konusunda aynı hatta birleşen bir konumdadırlar.

GELENEKSEL KIBRIS TEZİNİN TEMEL YAKLAŞIMI: TÜRKİYE’NİN ADADAKİ ÇIKARLARI, KIBRISLI TÜRKLERDEN DAHA DEĞERLİDİR
Bu siyasi yapı veya gazetelerin yöneticilerine, “Kıbrıs, Türkiye açısından neyi ifade eder?” diye sorsanız, herhalde alacağınız yanıt aşağıdaki gibi olacaktır:
“Kıbrıs, Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısından stratejik öneme sahiptir. Dışişleri Eski Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel’in ifadesiyle, ‘Kıbrıs Adası, bizim için üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşadığı için son derece önemli bir yerdir; ama üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşamıyor olsa da, Kıbrıs’ın Türkiye açısından yaşamsal bir önemi vardı ve yine vardır.
Kıbrıs’ta Türkiye’nin savunması ve güvenliği için tehdit içeren unsurların hâkim olması, Türkiye’nin geleceği açısından çok büyük tehlikeler yaratacaktır. Bakü-Ceyhan Boru Hattı ve Güneydoğu Anadolu Projesi sonrasında Kıbrıs’ın önemi daha da artmaktadır. Bu nedenle, Kıbrıs’ta dökülen şehit kanı ve Kıbrıs için yapılan harcamalar, Türkiye’nin geleceğinin savunulması demektir.”*
Yukarıda sayılan sağ ve sol şoven bütün güçlerin üzerinde birleşeceği bu tez, geleneksel Kıbrıs tezidir ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ın, çözüm konusunda ayak sürürken sırtını dayadığı güç de bundan başkası değildir. Ancak yukarıdaki alıntı, ne yukarıdaki partilerden birine ait, ne de yukarıda sözü edilen gazetelerin herhangi birinden alındı. Bu görüşler, Türkiye’nin en çok üyeli işçi konfederasyonu olan Türk-İş’e ait.
Bu alıntı, “TÜRK-İŞ VE KIBRIS DAVAMIZ” başlığını taşıyan ve Türk-İş Yönetim Kurulu tarafından Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun 9 Ocak 2003 tarihli toplantısında da sunulmuş olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’ndan yapıldı.
Bu rapor, bir işçi konfederasyonunun, bir emek örgütünün, bir ulusal soruna ya da herhangi bir demokrasi gündemine nasıl yaklaşmaması gerektiğinin ibretlik bir örneğini sunuyor. Bir işçi örgütü bir ulusal soruna nasıl yaklaşır diye sorulduğunda, verilecek yanıt, hiç tartışmasız olarak açıktır: “Bir işçi örgütü, her şeyden önce söz konusu ulusal sorunun yaşandığı ülkede, o ülke emekçilerinin, halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını tanır ve ona saygı gösterir.”
Ayrıca, konu bir de Kıbrıs gibi, Kıbrıslılara bırakılmayan (yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi, Türk-İş de, adada Türkler yaşamasa bile Türkiye’nin bu adayı bırakmaması gerektiği konusunda kararlı!) bir konu olunca, bu konuda gösterilecek tavır ayrı bir önem kazanıyor. Türkiye’de bir işçi örgütü, böyle bir soruna yaklaşırken elbette, sermaye politikacılarından ve şoven çevrelerden farklı davranarak, bu sorunun emekçileri şovenist politikalara yedeklemenin malzemesi olarak kullanılmasına karşı çıkmalıdır. Aksi taktirde, o da emekçilerin gözlerini bağlayarak onların gerçeği görmelerini engelleyen bir tutuma ortak olmuş olur ki, bir emekçi örgütü için herhalde bundan daha ciddi bir zaaf da olamaz. Ve Türk-İş’in Kıbrıs Raporu ile yapılan tam da budur. Raporu kaleme alanlar, bir metni okurken satır aralarını atlamayan dikkatli her okurun fark edeceği gibi, tarihi, mantık sınırlarını zorlayacak, dahası komik duruma düşecek kadar şovenist bir yorumla ele almışlardır.

ŞOVEN TARİH YAZIMININ GARABETİ
Rapordan yapılacak bazı alıntılarla birlikte bunu göstermeye çalışalım. Söz konusu raporun “KIBRIS ADASI’NDAKİ GELİŞMELER” başlığını taşıyan bölümü şöyle başlıyor:
“Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi. Osmanlı yönetimi, ilk aşamada birbirini tamamlayacak meslek gruplarından seçilen, 30 bin Anadolu Türkü’nü Kıbrıs Adası’na yerleştirdi. Kıbrıs, 1878 yılına kadar Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’ya karşı İngiltere’nin desteğini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’ye devretti. 1878 yılında adanın yönetiminin İngilizlere devri sırasında Türkler, ada nüfusunun yüzde 44’ünü oluşturuyorlardı ve arazilerin yüzde 50’sine sahiptiler.”
Böylelikle anlıyoruz ki, Kıbrıs üzerinde Türklerin hakkı (!) daha 16. yüzyılda başlıyor. Peki, antropologlara göre, 9000-10000 yıllık tarihe sahip bir ada olan Kıbrıs’ın ondan önceki tarihi ne olacak? Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda “Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi” denilirken, tıpkı konuya şoven perspektifle bakan bütün kaynaklarda olduğu gibi, işin bu yanı hiç önemsenmiyor. Eğer, o tarihte Osmanlı hâkimiyeti altına girdi ise, demek ki, ondan önce de orada başkaları yaşıyormuş ve Osmanlı gelip o tarihte orayı işgal etmiş. Ama, şoven tarih yazımı kendi işgallerini “hâkimiyet” olarak bir zafer edasıyla anlatmaya koşullandığı için, işgal ettiği her yere de babasının malı muamelesi yapıyor.
Bu cümleden birkaç satır sonra da başka bir garabet başlıyor. Osmanlı’nın, Rusya’ya karşı İngiltere’nin desteğini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’ın yönetimini 1878 yılında İngiltere’ye devrettiğini öğreniyoruz. Demek ki Kıbrıslı Türkler, daha Osmanlı’dan başlayarak bugüne kadar, aslında öyle iddia edildiği gibi, uğruna can verilecek “yavru vatan evlatları” olarak görülmemişlerdir. Osmanlı, İngiltere’nin desteğini sağlayabilmek için onların vatanını çok rahat bir biçimde İngilizlerin yönetimine devredebilmiştir. Bugün de süren bu anlayışın Türk-İş tarafından da onaylandığını, Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda yer alan şu ifadeler açıkça kanıtlıyor: “Dışişleri eski Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel’in ifadesiyle, ‘Kıbrıs Adası, bizim için üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşadığı için son derece önemli bir yerdir; ama üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşamıyor olsa da, Kıbrıs’ın Türkiye açısından yaşamsal bir önemi vardı ve yine vardır.”
İşin bu noktaya varması elbette sadece basit bir “milliyetçilik” değil, pervasız bir yayılmacılık anlayışının da ürünü. O kadar pervasız ve kör bir yayılmacılık ki, yeri geldiğinde “Onlar benim soydaşım” diyor, işine öyle geldiğinde onları yaşadıkları toprak parçası ile birlikte bir başka emperyaliste kiralayabiliyor ve bunun adı da “devretmek” oluyor!
Kıbrıs’ın tarihini böyle bir anlayışla yazan bir raporda, adadaki işçilerin tarihi de, elbette bundan nasibini alacaktır ve alıyor da:
“Lozan Antlaşması sonrasında Kıbrıs Rumları Yunanistan’la birleşmeyi (enosis) yeniden gündeme getirdiler. Kıbrıs Türkleri de özellikle 1942 yılından itibaren, hem İngiliz sömürgeciliğine hem de Rumların Yunanistan’la birleşme isteklerine karşı mücadele etmeye başladılar. Kıbrıs Türk işçileri de bu mücadeleye katıldı. Amele Birliği adıyla bir örgütlenmeye gidildi. Bu örgüt 1943 yılında adını Yapıcı ve Amele Birliği olarak değiştirdi. 1945 yılında ise Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Teşkilatı kuruldu.”
Ancak, Kıbrıs’ın tarihine, o tarih içinde emek hareketinin şekillenişine ilişkin bugüne kadar yazılanlar, iyi ki Türk-İş’in bu raporundan ibaret değil. Bugüne kadar bu konuda resmi şablonlardan uzak durarak, tarih yazımının bilimsel kriterlerine özen gösteren kaynaklar da var. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Melek Fırat’ın aynı döneme ilişkin şu değerlendirmesi, adanın her iki tarafındaki şoven unsurlara eleştirel bir mesafede duran tutarlı bir özellik taşıyor:
“Kilisenin desteğiyle milliyetçi Rumlar, Kıbrıs İşçi Konfederasyonu’nu (SEK) kurarak işçiler arasındaki ilk bölünmeyi meydana getirdiler. Türkler arasında da çeşitli sendika kurma girişimleri yaşanmakla birlikte, en etkili hareket 1945’te kurulan Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Kurumu’ydu. Siyasal amaçlarını sıralarken enosise karşı mücadele etmeyi ve AKEL’in Türk işçiler arasındaki gizli faaliyetlerini etkisizleştirmeyi ön plana çıkaran bu örgüt, PTUK (Kıbrıs Sendikal Komitesi) ve AKEL’in genel grev gibi eylemlerine katılan Kıbrıslı Türkler üzerinde baskı kurarak, onların cemaatten dışlanmalarına neden olurken, Kıbrıslı Türkler arasında sol hareketin güçlenmesini de engelliyordu. Gerek AKEL’in zaman zaman taktik amaçlı programında enosise yer vermiş olması, gerekse Türk liderliğince örgütlenen Türk sendikaların AKEL ve PTUK üyesi Türkler üzerindeki baskıları ortak bir Kıbrıs sol hareketinin kurulmasını önledi. İngiliz yönetimine karşı mücadelede iki toplumu ortak bir paydada toplayabilecek tek hareket de böylece olanaksızlaştı.” (Türk Dış Politikası cilt 1, sayfa 595-596)
Böylesi bir perspektifin değil uzağında tamamen karşısında yer alan bir anlayışla yazılmış olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda, Kıbrıs’ta sendikal hareketin devamına ilişkin olarak da şunlar söyleniyor:
“Kıbrıs Türk işçileri 14 Aralık 1954 tarihinde TÜRK-SEN’i (Kıbrıs Türk İşçi Sendikaları Federasyonu) kurdular. TÜRK-SEN’in kuruluşunda Türk-İş’ten gelen ve köy köy dolaşarak işçilerin örgütlenmesine yardımcı olan bir heyetin büyük katkısı oldu.”

SINIFIN BÖLÜNMESİNE VERİLEN ONAY
İdeolojik bir tarih yazımının vazgeçemediği temel alışkanlıklardan birinin, olguları tamamen keyfi bir biçimde kullanmak olduğu bilinir. Kendisini “milli” bir davanın neferi sayan bir tarih yazıcısı, tarih yazımının gerektirdiği özeni daha baştan terk eder. Aktardığı tarihsel dönemi belirleyen faktörler ve olgular arasında ideolojik bir seçiş yapar. İşine gelmeyen olguları hiç olmamış gibi görmezden gelmeyi tercih eder. Ancak her ülkenin tarihi gibi, Kıbrıs’ın tarihi de kimseye ipotekli olmadığı için, belirli olguları görmeyerek tarihi çarpıtan yazarın bu çarpıtmaları, tarihin hafızasında onun peşinden gelir ve “Sen bir tarih çarpıtıcısından başka bir şey değilsin” diyerek yakasını bırakmaz.
Bu gerçek, Türk-İş’in Kıbrıs Raporu için de geçerli elbette.
Raporda, özellikle görülmeyen gerçek özetle şudur: Yukarıdaki alıntıdan da görüleceği üzere, Melek Fırat’ın da aktardığı gibi, aslında Türk ve Rum işçiler, dışarıdan yapılan müdahalelerle aralarına nifak sokulmadan önce, aynı sınıfın birer üyesi olarak birlikte davranıyorlar, sınıf çıkarlarını birlikte savunuyorlardı. Türk ve Rum işçiler, aynı sendikal çatı altında birlikte örgütlenmekteydiler. Ve işçiler arasında sosyalizm bile telaffuz edilmeye başlanmıştı. Hatta 1 Mayıs 1958’de yaptıkları bir yürüyüşle 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı birlikte kutlamışlardı.
Ancak gerek, 1945’te kurulan Kıbrıs Türk İşçileri Birlikleri, gerekse de Türk-İş’in raporunda “Benim desteğimle kuruldu” diyerek övündüğü TÜRK-SEN, bu açıdan sınıfın birliğini bölücü bir rol oynamışlardır. Rum faşistlerinin kontrgerilla faaliyetlerinin merkezi durumundaki EOKA’yla, ona karşı benzer bir amaçla kurulan ve kontra faaliyetleri açısından benzer bir eylem pratiği içinde olan TMT, bu bölünmeyi karşı cephelerden ama ortak katkılarla gerçekleştirmişlerdir. TÜRK-SEN de TMT’nin denetiminde kuruldu ve TMT yayınladığı bir bildiri ile Türklerin Rum işçilerle birlikte örgütlendikleri PTUK’tan istifa etmelerini, etmeyenlerin öldürüleceğini duyurdu. 22 Mayıs 1958’de de istifa etmeyen işçilerin vurulmasına başlandı. Arka arkaya üç işçi öldürüldü. Tüm bunlar, Ankara-Kıbrıs hattında, Özel Harp Dairesi kanalıyla ve bugünkü KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın liderlerinden biri olduğu TMT’nin icraatlarıdır. Ve Türk-İş’in raporunda bu bilgilerden hiçbirine yer verilmiyor ve sadece EOKA’nın katliamlarına değiniliyor. Çünkü, Türk-İş’in raporuna esas oluşturan anlayışa göre, “milli mesele” olan Kıbrıs, asıl olarak Türkiye’nin çıkarları açısından bir değer taşımaktadır ve eğer adadaki bir Türk işçi bu çıkarlarla tezat oluşturacak bir örgütlenme içindeyse, bunu hak etmiştir. Çok açık ki, iki tarafın faşist güçlerinin dışarıdan müdahalelerinden önce, Rum ve Türk işçilerin ortak bir örgütlenme etrafında hareket etmeleri ve birlikte sosyalizm mücadelesi vermeleri, İngiliz emperyalizmine karşı da ortak hareket etmeleri devrimci bir nitelik taşımaktadır ve eğer soruna “ulusal sorun” anlayışı üzerinden bakılacaksa, bundan daha onurlu bir vatan savunması da düşünülemez. Türk-İş’in raporundaki anlayış ise, “anavatan” merkezli kontra faaliyetlerin kurbanı olan, dolayısıyla sermayenin katlettiği Türk işçileri “kendi kayıbı” saymayacak kadar kör bir şovenizmden beslenmektedir.
Türk-İş raporundaki bu kör şovenizm adanın tarihinin sonraki dönemlerine dair tespitlerde de kendini göstermektedir. Kuzey Kıbrıs’ta, Türk işçi ve emekçileri, uzun bir aradan sonra ortak bir çatı altında bir araya getirmeyi başaran “Bu Memleket Bizim” platformu da, Türk-İş’in raporunun hedefi olmaktan kurtulamıyor. Raporda bu platform için şu değerlendirmeler yapılıyor:
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Türkiye ile ilişkiler konusunda iki ayrı kesim oluşmuştur.
Bunlardan biri, son aylarda Kıbrıs’ta meydana gelen Denktaş karşıtı gösterileri düzenleyen Bu Memleket Bizim Platformu’dur.
Bu Platform, 1995 yılında başlayan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Güney Kıbrıs’taki bazı sendikaları bir araya getiren ilişkilerden etkilenerek ve bu ilişkilerde yer alan bazı sendikaların önderliğinde 2000 yılında oluşturulmuştur.
Son yıllarda oluşturulan ve faaliyet gösteren ‘Bu Memleket Bizim’ Platformu, yayınladığı bildiride, temel görüşlerini aşağıdaki biçimde özetlemektedir:
‘Kıbrıs’ın kuzeyinde dağ gibi yığılan sorunların temeli siyasidir. Kıbrıs Türkü’nün kendi ülkesini yönetmesi engellenmektedir. Polisi ve askeri biz yönetmiyoruz. Merkez Bankası, Kıbrıs Türk Hava Yolları, Kıbrıs Türk Petrolleri gibi kurumlar bizim kontrolümüzde değildir. Bütün yatırımlar T.C. Lefkoşa Büyükelçiliği tarafından yürütülmektedir. Siyasi kararlar, Koordinasyon Kurulu’nda alınmaktadır.”
Türk-İş’in raporunda, bu platformun AB’yi destekleyen bir yaklaşım içinde olması da eleştiriliyor ve bu Türkiye’ye karşı bir tutum olarak değerlendiriliyor. AB’nin ada üzerindeki amaçları konusunda uzun tahlillere yer verilen raporda, Türk-İş’in yaklaşımını göstermek açısından da şu bilgiye yer veriliyor: “Türk-İş tarafından 25 Aralık 2002 günü Ekonomik ve Sosyal Konsey Toplantısı’nda, Başbakan Abdullah Gül’e verilen öncelikli talepler bildirgesinde Kıbrıs konusunda aşağıdaki değerlendirmeler yer almaktadır:
Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’ı üyeliğe alma kararına karşı çıkılırken, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın önerisi temelinde sürdürülecek görüşmelerde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Kıbrıs Türklerinin ekonomik, toplumsal ve siyasal hakları güvence altına alınmalı, Türkiye’nin garantörlük haklarını kısıtlayacak ve Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atacak düzenlemelerden kaçınılmalıdır.”
Bu görüşün Genelkurmay’ın Kıbrıs politikasından zerre kadar bir farkı olmadığı, “kırmızı kitabın” Kıbrıs sayfalarındaki anlayışın da bundan daha farklı olmadığı bilinmektedir.
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyeceksiniz ama, Kıbrıs Türklerinin sizden önce AB’ye girmesine karşı çıkacaksınız. Buradaki çifte standardın temel kaynağının Kıbrıs’ın Rumların ağırlıkta olduğu bir çatı altında AB’ye üyeliğinin Yunanistan’ın elini güçlendirirken, Türkiye’nin AB üyeliğine taş koyabilecek olması olduğu da biliniyor. Yani aslında, Türk-İş’in raporunda açıkça ifade edildiği gibi, “Kıbrıs konusunda Türkiye’nin stratejik çıkarları adada yaşayan Kıbrıslı Türklerin çıkarlarından önce gelir” anlayışı burada da kendisini gösteriyor.
Ayrıca Türk-İş, gerçekten Türkiye açısından da Kıbrıs açısından da AB’ye üyeliğe karşı çıkan, onun emperyalist bir birlik olduğunun altını çizen bir anlayışa sahip olsa ve Kıbrıs’taki “Bu Memleket Bizim” Platformu’nu da bu noktadan eleştirip yol gösterme misyonu yüklense, bu elbette, bir sınıf örgütüne, bir işçi konfederasyonuna yakışabilecek bir tutum olurdu. Ama, Türk-İş’in tutumunun bununla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Böyle bir anlayışa tamamen karşı bir rapor var ortada. Ve bu anlayışın doğal uzantısı da, Denktaş’ı protesto eden ve Türkiye’nin adaya müdahalelerine karşı çıkan “Bu Memleket Bizim” Platformu’nun etkisini kırmak için 19 Mayıs 2001 tarihinde kurulan “Ulusal Halk Hareketi”ni desteklemek oluyor. Raporda bu oluşuma övgü niteliği taşıyan genişçe bir bölüm bulunuyor.
MGK’nın Kıbrıs politikasının bir izdüşümü olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda üstü örtülen bir gerçek de, çoğu sendika olmak üzere toplam 42 örgütü bir araya getirmeyi başaran “Bu Memleket Bizim” Platformu içinde AB’ye karşı olanların da bulunuyor olması. Örneğin, Devlet Çalışanları Sendikası (Çağ-Sen) ile Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP) AB’ye karşılar, ancak Kuzey Kıbrıs’taki en geniş emekçi birliğini bir iktidar alternatifi haline getirebilmek için, bu eleştirilerini koruyarak, bu ortak çatı altında çaba gösterdiler. Bununla birlikte, Türk-İş’in söz konusu raporu yayınlandıktan sonra kurulan Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) içinde, onun çatısı altında yine bu iki örgüt bulunuyor. Amaçlarını açıklarken, Aralık 2003 seçimlerinde başarılı olarak, seçim sonrası barış yanlısı yeni bir görüşmeci heyet oluşturma hedefinden söz eden BDH de, AB’ci bir çözümü desteklediğini deklare etmiştir. Ancak tüm bunlar, ada gerçeğine dışarıdan ve sadece Ankara’nın stratejik çıkarları açısından bakanlar tarafından görülemeyecek kadar farklı nedenlere dayanmaktadır.
Adada şu anda çözüme yakın bir başka alternatifin olmayışı, adadaki AB karşıtı güçleri, bu sorunu yaşamın diğer önemli sorunlarıyla birlikte ele alma ve diğer tüm sorunların üzerine çıkararak çözümsüz bir noktada kilitlenmeme tercihine götürmüştür. Çünkü, onlarca yıldır dış müdahaleler girdabında yaşayan ve yerli nüfusun önemli bir çoğunluğu tarafından bu nedenle terk edilmiş olan Kuzey Kıbrıs’ta, emek, demokrasi ve barıştan yana olan örgütlerde, bu çözümsüzlüğün getirdiği noktada AB’ye bakışta bir sınıf kayması oluşmuştur. Ancak bu kayma, dışarıda durup üstten konuşarak doğrultulabilecek bir kayma da değildir. Yoksa KSP’nin sadece Ankara’nın müdahalelerine değil, Yunanistan’ın adaya yönelik tutumuna da, emperyalist İngiltere’nin adadaki varlığına karşı da, AB’ye karşı da net bir karşı duruşu olduğu bilinmektedir. Bu örgütlerin, Kuzey Kıbrıs nüfusunun dörtte birlik bir bölümünü harekete geçirebilen “Bu Memleket Bizim” Platformu içinde yer almaları da bu açıdan ilerici ve ilerletici bir nitelik taşımaktadır. Hayatın karmaşık ilişkilerinin dayattığı gerçeklerle yüzleşemediği için kendi kavanozundan çıkamayan “dezenfekte sınıf teorileri”nin devrimci bir nitelik taşıyamayacağı, devrimci bir politik platformun ancak hayatın canlı ilişkileri içinde ve onun zorluklarına çözüm arama cesareti göstererek inşa edilebileceği de bir gerçektir.
Ancak Türk-İş’in raporunu kaleme alanların zaten böyle dertleri olmadığı için, onlar işin bu kısımlarıyla hiç ilgilenmemişler.

BİR İŞÇİ KONFEDERASYONUNA YAKIŞAN
Oysa, Türkiye’deki bir işçi konfederasyonuna yakışan -ki Türk-İş, Türkiye’nin en çok üyeli işçi konfederasyonu olarak, bu açıdan daha fazla sorumluluk altındadır- hem adadaki işçi ve emekçilerin iradelerine saygı gösteren, hem de Türkiyeli işçi ve emekçilerin demokrasi ve barış mücadelelerine güç veren bir rapora imza atmasıdır. Bu da, öncelikle, Türkiye de dahil olmak üzere, adadaki tüm dış varlığa karşı, adadaki emekçilerin kendi kaderlerini özgürce tayin edebilme haklarına sahip çıkmaktan geçer. Türkiyeli işçileri çatısında toplayan bir işçi konfederasyonunun böyle bir bakışa sahip olması, sadece Kıbrıs’ta yaşayan işçi ve emekçiler açısından değil, Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçiler açısından da ön açıcı bir nitelik taşıyacaktır. Çünkü Kıbrıs, Türkiye açısından sadece bir dış politika meselesi değil, Türkiye iktidarları ve siyasi odakları tarafından sık sık, işçi ve emekçilerin gözlerini bağlamak, onları kendi sınıf çıkarlarından uzaklaştırarak sisteme yedeklemek için kullanılan bir meseledir. Böylesi bir meselede, Türkiye iktidarını demokratik tavır almaya zorlayan bir Türk-İş, sadece Kıbrıs’taki işçi ve emekçilere büyük bir katkı yapmış olmakla kalmaz, Türkiye’nin demokratikleşme sorunları açısından da iktidara hükmeden güçleri, demokratik bir tutum almaya zorlamış olur. Keza, bu yazının giriş bölümünde de dile getirildiği gibi, Kıbrıs, Türkiye açısından, Kürt sorunu başta olmak üzere diğer temel demokratikleşme sorunlarıyla zincirleme olarak bağlıdır. İktidara hükmeden sınıf ve güçler, bugün ya bu sorunların tümüne demokratik bir açılım gösterme ya da hepsini birden kilitleme seçenekleri ile yüzyüzedirler. Ve şu ana kadar görünen odur ki, bugün iktidara hükmeden güçler, bu sorunların tümünde açılıma kapalı bir noktada direnmekte, hepsi karşısında ortak bir karşı tavır göstermektedir.
Bir işçi konfederasyonuna yakışan da, bu kilidi açmak yönünde irade ortaya koyma, üyelerini bu yönde doğru bilinçlendirme ve çözümün önünde engel oluşturan gerici egemen güçleri geriletecek bir tutumu benimsemektir.

kutu

KSP’NİN PROGRAMI’NDAN

Yazımızda atıf yaptığımız ve 26 Eylül 2002 tarihinde kurulmuş olan Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP)’nin programı hakkında fikir vermesi bakımından, KSP Programı’nda yer alan bazı bölümleri aktarmayı gerekli gördük.

ASGARİ PROGRAMIMIZ
Çözüm: Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti
Bir yandan büyük emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının, diğer yandan bölgesel ve yerel burjuvaların çıkar çatışmalarının küçücük bir adada iç içe geçmesi şartlarında, burjuvazinin hâkimiyeti ve bu hâkimiyet üzerinden büyük ve bölgesel güçlerin çıkarlarının adamızda korunması siyaseti sürdüğü müddetçe Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkinin barışçıl ve dayanışmacı bir örgütlenişi imkânsızdır. Kıbrıs sorununun çözümü imkânsızdır.
Dolayısı ile KIBRIS SOSYALİST PARTİSİ Programı, tüm Kıbrıs’ta yerel burjuvazinin yenilgiye uğratılması, emperyalizmin zincirinin Kıbrıs’ta kırılmasını Kıbrıs sorununun çözümü için şart görür ve buna uygun olarak aşağıdaki programı tüm Kıbrıs’ta hayata geçirecek bir hükümet kurulmadan Kıbrıs sorununun çözülmeyeceğinden hareket eder.

Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti Programı (Asgari Program)
A. Siyasi Alanda
1. Kıbrıs’ta tüm yabancı güçlerin, Kıbrıs üzerinde mevcut tüm hak ve iddialarının reddi.
2. Kıbrıs üzerinde hak iddia eden emperyalist güçlerle işbirliği yapıp Kıbrıs’ın Rum ve Türk işçi ve halkına ihanet eden tüm büyük burjuvaların mallarının karşılıksız olarak devletleştirilmesi.
3. Kilise ve vakıf dahil, büyük toprak sahiplerinin topraklarının ve bu topraklar üzerindeki ev vb. taşınmazların karşılıksız olarak devletleştirilmesi. Boşaltılacak olan İngiliz, Türk ve Yunan askeri üs alanlarının ve bunlar üzerindeki taşınmazların devletleştirilmesi. Tüm bu toprak ve taşınmazların zorunlu göçler ve katliamlar nedeniyle mülksüzleştirilmiş Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk, Kıbrıs halkının tüm kesimlerine ve topraksız köylülere ve evsiz işçi ve memurlara dağıtılması.
4. Her iki milliyetten Kıbrıs halkının ulusal haklarının güvence altına alınması. Kıbrıslı Rumlar ve Türkler ve diğer azınlıklar arasındaki milli ve dini düşmanlığı körükleyen tüm örgüt faaliyetlerinin yasaklanması.
5. Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti’ni iktidara getiren ve bu iktidarı koruyan esas güç olarak işçi ve emekçi kesimlerin yaşam şartlarının iyileştirilmesi için gerekli tüm tedbirlerin alınması.
6. Kıbrıs işçi sınıfı saflarında milli-dini ayrılıklara dayalı örgütler kurulmasının, işçi sınıfının örgütlerinin milli-dini temellerde bölünmesinin yasaklanması.
7. Bu programın zaferi için çalışan tüm yabancı ve kaçak işçilerin zaferden sonra oluşturulacak yeni Kıbrıs’ta vatandaş olma hakkının verilmesi.
8. Bu programa uygun olarak yerleşim, dolaşım ve mülkiyet özgürlüğünün sağlanması.

İŞÇİ SINIFININ BİRLİĞİ
Kıbrıs işçi sınıfının bugünkü mevcut şartlardaki çıkarları, Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve bütünlüğünü savunmaktan ve sağlamaktan geçer. Kıbrıs işçi sınıfının çıkarlarının savunulması Kıbrıs’ın ve Kıbrıs işçi sınıfının milli ve dini temellerde bölünmesine son vermekten geçer.
Kıbrıs’ın bütünlüğünün ve bağımsızlığının sağlanması, ancak ve ancak Kıbrıs’ın işçi sınıfı örgütlerinin milli temeldeki bölünmüşlüğüne son vermekten, bir tek Kıbrıs, bir tek işçi sınıfı ilkesi temelinde, milli temellerde örgütlenmeyi reddeden, Kıbrıs çapında birleşik örgütler yaratmaktan geçer.
Kıbrıs’taki tüm işçi sınıfı parti ve sendikalarını birleşik parti ve sendikalar kurmaya çağırıyoruz.
Bu çağrıya uygun hareket etmeyenlerin işçi sınıfı saflarında burjuva milliyetçiliği yaydıkları ve dolayısıyla da Kıbrıs’ın milli temelde bölünmüşlüğüne karşı savaşı reddettikleri açıktır. Bu çağrıyı reddedenlerin sosyalizm adına konuştukları oranda bunların sosyal şovenler oldukları da açıktır.
Bu çerçevede, Kıbrıs’taki tüm işçi sendikalarını, işçilerin işkollarının, iş kanunlarının ve ücretlerin tüm Kıbrıs çapında eşitlenmesi için işbaşı yapmaya çağırıyoruz. Bu kampanya, Kıbrıslı Türk işçilere kıyasla daha iyi konumlarda duran Kıbrıslı Rum işçilerin konumlarını zayıflatmak sonucuna yol açmamalıdır. Kıbrıslı Türk işçilerin konumu hiç de sanıldığı kadar iyi, hele hele mükemmel değildir. Yukarıda bahsi edilen kampanya, Kıbrıslı Rum işçilerin durumlarını iyileştirme kampanyasını durdurarak değil, onların konumlarını iyileştirmek kampanyası ile birlikte yürütülmek zorundadır.
Tüm Kıbrıs’ta eşit işe, eşit ücret!
Tüm Kıbrıs’ta aynı iş yasaları!
Tüm Kıbrıs’ta aynı iş koşulları!
Ayrıca, işçi sendikaları ve partileri dışındaki tüm sendikaları, gençlik örgütlerini ve tüm demokratik, yurtsever örgütleri yukarıdaki tek Kıbrıs, tek örgüt prensibine uygun olarak hareket etmeye ve böylece şovenizme ve Kıbrıs’ın milli temellerde bölünmüşlüğüne darbe üstüne darbe vurmaya çağırıyoruz.
Bu meyanda yurtdışında bulunan tüm Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk demokrat ve yurtsever örgütleri de, bulundukları ülkelerde her alanda işbirliği yaparak ve birlikte çalışarak bu milli bölünmüşlüğe son vermeye çağırıyoruz.

DERHAL SINIRSIZ DOLAŞIM ÖZGÜRLÜĞÜ VE KARŞILIKLI ZİYARET HAKKI!
Partimiz, Kıbrıs işçi sınıfının yakınlaşmasını sağlamak için barış anlaşması gerçekleşene kadar beklemek gerektiğine inanmamaktadır. Her ne kadar, Güney’in ve Kuzey’in savaş kışkırtıcısı burjuva yöneticileri, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bencil çıkarlarını bir türlü uzlaştırıp anlaşamamakta ve savaş hazırlıkları yapmakta iseler de, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmadan da, halkımızın dolaşım özgürlüğü ve karşılıklı ziyaret hakkını yerine getirebilirler.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑