‘Demokratikleşme’ derken kim ne yapıyor?

“Demokratikleşme”, son yılların en popüler kavramı oldu.
Bir zamanlar “demokrasi” diyenin dilini kesen burjuva-gerici siyaset erbabı, “Kuran’da demokrasi yoktur. Hâkimiyet Allah’ındır” diye fetvalar ışığında açıkça demokrasi düşmanlığı yapan gerici-şeriatçı takımı, bir zamanların cunta organizasyonları ustası ABD gibi emperyalist ülkelerin sözcüleri bile; “demokrasi”den, “demokratikleşme”den,  başka ülkelere “demokrasi” götürmekten dem vurur oldular. Ve öyle ileri gittiler ki; demokrasi mücadelesine katıldığı için yıllarca cezaevlerinde yatanları, uzun demokrasi mücadelesi içinde emek vermiş kişileri, partileri beğenmez oldular.
Ortamda at izi it izine böylesine karışınca; sermayenin propaganda ve ideoloji merkezleri; “Demek ki burjuvazi artık demokratikleşti”, “TÜSİAD artık demokrasinin savunucusu”, “Amerikan emperyalizmi artık egemenlik değil demokrasi götürüyor”; “demokrasiyi korumanın ve geliştirmenin tek yolu AB’ye girmek” gibi amiyane formülasyonları, hiçbir zaman kanıtlanmayan ama kanıtlanmasına da ihtiyaç duyulmayan doğrular olarak dayatma fırsatını kaçırmadı, kaçırmıyorlar da.
Bu genel gidişat içinde Türkiye elbette ki, pek çok ülkeden farklı bir pozisyonda bulunuyor. Çünkü; Türkiye, ne Batı Avrupa ülkeleri gibi demokrasi sorununu “zamanında” çözmüştür ne de Suudi Arabistan gibi bir despotik krallıktır. Tersine Türkiye; bir yandan Kurtuluş Savaşı ve 150 yılı aşkındır süren bir demokratikleşme mücadelesinin kazanımlarının yanı sıra, geleneksel Osmanlı despotizminin kalıntılarını ve Amerika ve Batı emperyalizminin “komünizme karşı mücadele” programının uzantısı olan cuntalar ve darbelerle karışmış bir sözde çok partililiğin çatışmalarını yaşayan bir ülkedir. Bütün bunların da ötesinde Türkiye; Kürt sorunu ve Şeriat sorunu gibi demokratikleşmenin iki başlıca sorununu çözememiş bir ülke olarak, “demokrasi sorununu acilen çözümlenmesi gereken bir sorun” olarak yaşayan bir ülkedir.
2. Dünya Savaşı sonrası dünyasında, Batı emperyalizmi kampında yer alıp bu kampın içinde biçimlenen Türkiye’nin iktisadi ve siyasi yapısı; son çeyrek yüzyıldan, özellikle de son 10 yıldan beri, başlıca ABD tarafından, kimi zaman “Yeni Dünya Düzeni politikaları”, kimi zaman “küreselleşme politikaları” denilen politikalar doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi içinde sadece ekonomik değil, siyasal yapısı bakımından da bir kaosa sürüklenmiştir.
Bu yüzden de; Sovyetler Birliği’nin çöküşünden başlayarak gelişen olaylar, Kürt sorununun çözüm ihtiyacını dayatmış olması, Türkiye’yi yöneten egemen güç odaklarının eski siyasi sistemle gitmelerinin mümkün olmadığını görmüş olmaları eklenince; egemenler için; ekonomide IMF-Dünya Bankası çizgisine, siyasette AB’ye ve onun “normlarına” teslim olmaktan başka seçenek kalmamıştır. AB de Türkiye’ye kendi koşullarını dayatmıştır. Bu dayatmalardan birisi de; serbest piyasacılık üstüne oturtulmuş bir siyasi liberalizmi içeren Kopenhag Kriterleri olmuştur.
Bu konudaki gelişmelerin boyutlarını, AB’nin isteklerinin neler olduğunu her gün, şimdi 7. si “tartışılmaya” başlanan “uyum paketi tartışmaları” içinde izliyoruz.
Görünüşte, ortada bir tartışma; pek çok fikrin birbiriyle çatıştığı bir demokrasi tartışması yaşanıyor gibi dursa da; gerçekte tartışmanın kendisi, demokrasi fikrini dumura uğratan bir dayatmacılık ve kısırlığa sürüklenmiş; demokrasi denilen şeyin, ezeli ve ebedi normları olan, dolayısıyla da taşlaşmış ve bir takım “ilkeler” toplamından ibaret, AB’nin ise bu kutsanmış ilkelerin cenneti olduğu ve Türkiye’nin bu cennete girerek, çektiği cehennem azabından kurtulacağı propagandası sürdürülmektedir.
“Demokrasi paketleri”nin oluşturulmasında tümüyle, “kâğıt üstündeki normlarla benzeşme” esas alınmakta, kapalı kapılar arkasında oluşturulan bu metinler, sadece Genelkurmay’la, MGK gibi platformlarda konuşulduktan sonra, hükümet-asker-Cumhurbaşkanı arasındaki bir konsesus etrafında yasalaştırılmaktadır. Eğer bir “demokrasi tartışması”ndan söz edilecekse, bu, bunlar arasında bir tartışma olmaktadır.
Geniş yığınların acil demokrasi talepleri (Kürt sorununun halkların kardeşliği, hak ve dillerin eşitliği temelinde çözülmesi, halkın siyasete müdahalesinin önündeki engellerin kaldırılması, işçilerin örgütlenme ve özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması, bütün siyasi tutukluların serbest bırakılması ve siyasal kısıtlılığın kaldırılmasını da kapsayan bir genel siyasi af, Kürtlerin kültürel ve siyasal haklarının tanınması, herkesin eşit koşullarda yarıştığı bir siyasi partiler ve seçim sistemi… gibi) ise; “bölücülük” olarak, demokrasi sorununun dışında bir asayiş ve “güvenlik sorunu” olarak görülmeye devam etmektedir. Kısacası, “demokrasi paketleri” ve bunlar üstündeki tartışma, tümüyle “kâğıt üstü kriterler” ve sermayenin güç odakları arasındaki iktidar ve rol paylaşımının tartışılıp “sonuçlandırılması” zemininde hazırlanıp piyasaya sürülmektedir. Asıl demokrasi isteyen halk kesimleri ise, bu tartışmanın da, paketlerin de, yasalar üstündeki düzenlemelerin de dışında tutulmaya çalışılmakta; tartışmaya, dilekçe vererek ya da kitlesel bir biçimde sesini duyurarak katılmaya kalkanlar ise, TCK’ın 169. maddesinden (terör örgütüne yardım ve yataklık etmekten) tutuklanmakta, mahkemelere sevk edilmektedir.

‘DEMOKRATİKLEŞME’ KAĞIT ÜSTÜNDE YAZI MI YOKSA MÜCADELE Mİ?
Burada, bu görünüşün arkasındaki gerçeğe biraz daha yakından bakarsak; demokratikleşme ve demokrasi mücadelesinin bundan sonra çizgisinin ne olması gerektiği konusuna ışık tutacak bazı sonuçlar çıkarabiliriz.
Burjuvazinin propaganda merkezleri, “demokrasi”yi, insanlığın tattığı en nadide, en leziz, en kusursuz meyve olarak sunmaktadır. Dolayısıyla da, burjuvaziye, insanlığı kurtarmak için demokrasiyi insanlığa sunmuş tek sınıf misyonu yükleyerek, hamlesini işçi sınıfına, halka karşı ideolojik bir silaha dönüştürmektedir.
İş, böyle mistik bir havaya sokulunca da; tartışma, gerçeğin aranması, demokrasinin hangi sınıfların hangi amaçlarıyla birleşen bir yönetim biçimi olduğu, bunun bugünkü anlamının ne olduğu sorunundan çıkıp, “kâğıtta yazılmış olan kriterlere evet mi hayır mı”ya dönüşerek, paketlerle, ya da AB’ye girerek, Türkiye’nin demokrasi konusunda zafer kazanacağı iddiası tartışılmaz bir gerçek olarak dayatılmaktadır.
Burada hemen belirtelim ki; kendi tarihi içinde, tıpkı köle sahipleri ve derebeyleri gibi, burjuvazi de, hiçbir zaman ezilenlerin söz ve ifade özgürlüğü hakkı gibi bugün demokrasi denilence anlaşılan şeylerle ilgili bir amaç beslememiş, bu tür hakların derdine düşmemiştir. Tersine burjuvazi, kendisini ortaçağın egemeni soylular karşısında eşitleyecek haklar talep ederek işe başlamıştır. İstediği, ticaret özgürlüğü olmaktan ileri gitmemiş, tüm cilalı özgürlük laflarının gerçek temelini bu oluşturmuştur. Bunu isterken; “tüm yurttaşların yasalar önünde eşitliği”ni öne sürerek, feodallerin ezdiği köylü yığınlarını ve soylulara çeşitli vergiler ödemekten bıkan kent halkını yedekleyerek kendi düzenini kurmuştur. Dolayısıyla, burjuva toplumunu önceki toplumlardan ayıran özellik olan “yurttaşların yasalar karşısındaki eşitliği”, toplumun demokratikleşmesinin temelini oluşturmuş, burjuva demokrasisi diye bilinen ilkelerin hayat bulmasının zeminini yaratmıştır.
Burjuva devletin demokratik ya da despotik bir karekterde olmasının elbette ki, burjuva devletin sınıfsal yapısıyla bir ilgisi yoktur. Burjuva devleti ister demokratik, ister despotik ya da faşist olsun; sınıf karakteri burjuvadır. Demokratiklik ya da demokratik olmama durumu onun “biçimi”yle ilgilidir. Ve elbette devletin biçiminin “demokratik olması”, onun bir şiddet aracı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tersine onun, şiddeti daha sistemli kullanan bir mevzide olmasına yardımcı olur. Onun için V.İ. Lenin’in demokrasiye dair şu tanımı bugün de olup biteni çok çarpıcı bir biçimde açıklamaya devam etmektedir: “Demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden birisidir. Öyleyse her devlet gibi demokrasi de şiddetin, örgütlenmiş olarak sistemli bir biçimde insanlara uygulanmasıdır. İşin bir yanı bu. Ama öte yandan demokrasi, vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek hakkının resmen tanınması anlamına da gelir. O halde bundan şu sonuç çıkar ki demokrasi, gelişmesinin belli bir aşamasında, ilkin devrimci anti kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da sürekli şiddet bürokrasi demek olan devleti yıkarak yerine daha demokratik bir devlet mekanizmasının konmasına imkân tanır. Ama nihayet bu da bir devlet makinesidir. Ne var ki burada nicelik niteliğe dönüşür, başka bir söyleyişle bu aşamaya erişildikten sonra demokratizm burjuva toplum olmaktan çıkar ve sosyalizme doğru evrimleşir. Eğer herkes gerçekten devlet yönetimine katılırsa kapitalizm artık tutunamaz.” (V.İ. Lenin, Devlet broşürü)

SERMAYE İLE İŞÇİ SINIFI ARASINDAKİ MÜCADELE OLARAK DEMOKRASİ MÜCADELESİ
17. ve 18. yüzyılda gelişen kapitalizm, burjuva demokrasisinin gelişmesinin zeminini oluşturmuştur. Ama, burjuvazi ve onun kapitalizminin demokrasi mücadelesine katkısı, bundan daha ileri olmamıştır. Ancak, burjuva demokrasisinin nimeti olarak sunulan genel oy hakkının yaygınlaşması, düşünce ve ifade özgürlüğü, genel oy ve iktidarların genel seçimlerle belirlenmesinin halk yığınları için anlamlı olmasını sağlayan demokratik kurumların şekillenmesi, halkın iktidarın oluşumunda rol oynayan bir pozisyona geçmesi gibi şeyler, çoğu zaman burjuvaziye rağmen işçi sınıfının ve öteki halk kesimlerinin mücadelelerinin ürünü olarak burjuva demokrasisini eteğe kemiğe büründürmüştür.
1789 Büyük Fransız Devrimi, 1848 Devrimleri ve 1871 Paris Komünü’nün talepleri ve bu talepler karşısında burjuvazinin Fransız Devrimi’nde bile aristokrasi ve toprak beyleriyle uzlaşmak için olmadık entrikalar çevirmesi; 1848’de işçi sınıfına silah çevirmesi ve kralcılarla ve soylularla işçilere karşı birleşmesi; Paris Komünü’nde ise komüncüleri katletmesi bile, kendi başına; demokrasiye burjuvazinin katkısının ne olduğunu göstermeye yeterlidir. Çünkü; burjuva demokrasisinin normlarının ve kurumlarının az çok şekillendiği, 1789 ve sonraki yüzyıl boyunca; demokrasi mücadelesi, soyluluk, krallık gibi gerici güçlere karşı olduğu kadar egemen burjuvaziye karşı bir mücadele olarak da şekillenmiştir. Çünkü; karşıtlarını yenilgiye uğratıp az çok egemen konuma geldiği her yerde burjuvazi, hemen, işçi ve köylü yığınlarına karşı en gerici güçlerle birleşerek saldırıya geçmeyi nerdeyse bir ilke düzeyine yükseltmiştir. Bu nedenledir ki; burjuva demokrasisi ve ona atfedilen “erdemleri”, burjuvazinin eseri, onun tarafından geliştirilip, kendiliklerinden topluma verdikleri imkânlar olarak görmemek gerekir.
Dahası 1917 Ekim Devrimi sonrasında burjuvazinin demokrasi karşısındaki tutumu daha da düşmancadır. Çünkü artık burjuva demokrasisi, onun için, sadece yönetim biçimlerinden birisi değil, aynı zamanda sosyalizme karşı mücadelesinde ideolojik bir silahtır da.
Burjuva demokrasisinin bir ideolojik silah olarak kullanılması; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonrasında klasik sömürgeciliğin tasfiye edilmek zorunda kalınması ve sömürgeciliğe karşı girişilen anti-emperyalist mücadelelerin bir demokrasi mücadelesi olarak da gelişmesi sürecinde açıkça görüldü. Bu süreç, aynı zamanda, gelişmiş ülkelerde demokrasinin sadece bir olanak ve genel olarak haklar olmaktan çıkarak, halkın ve işçi sınıfının kullanabileceği bir takım kurumlara kavuşması (genel oy hakkının hemen bütün halkı kapsayacak biçimde yaygınlaşması, halkın devlet yönetimine müdahale imkânlarının artması, gelişen işçi sınıfı mücadelesinin yerel ve merkezi yönetimler üzerinde etkili olması…), sosyalizm ve kapitalizm arasındaki mücadelenin ve Ekim Devrimi’nin kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı ve halkın demokratik kazanımlarını artırma olarak yansımasının süreci oldu.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, sömürgeciliğin tasfiyesi için ortaya atılan ve “Wilson İlkeleri” olarak bilinen “ilkeler”de ifadesini bulan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması (burjuva demokratizminin uluslararası alanda vardığı en ileri noktadır) bile; sömürgeciliğe başkaldıran ülkelerin örtülü biçimde Amerika’nın ve öteki gelişmiş ülkelerin hegemonyasına girmesine dayanak edinilmiştir.
Sovyetler Birliği’nin 1936 Anayasası ise, kapitalist gelişmiş ülkelerde adeta bir paniğe yol açtı. Çünkü; demokrasileri ve bireysel haklara verdikleri önem ile övünen gelişmiş kapitalist ülkelerde bireysel hakların aslında bir aldatmaca olduğu 1936 Sovyet Anayasası ile açıkça ortaya çıktı. Bu anayasada ortaya konan bireysel haklar, kapsamı ve kullanılırlığının yanı sıra hakların sosyal yaşam imkânlarının genişletilmesi ve sosyalist devletin imkânlarıyla desteklenmesi (sağlık, eğitim, iş imkânları, söz ve düşünme özgürlüğünün kamu tarafından kâğıt ve matbaa imkânına varan bir biçimde desteklenmesi, mahkeme heyetlerinin bile seçimle işbaşına getirilmesi, bireyin ve haklarının gelişmesi için toplumun imkânlarının seferber edilmesi…) en gelişmiş ülkelerde dahi görülmüş şey değildi.  Bu durum, kaçınılmaz olarak kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ve halklarını etkiledi ve onların sosyalizme daha büyük bir sempati duymalarına neden oldu. Bu, aynı zamanda, gelişmiş ülke burjuvazilerinin sosyalizm karşısında duydukları endişenin büyümesine neden oldu ve faşizmi, sosyalizme karşı bir seçenek olarak kullanmalarını da kışkırttı.
2. Dünya Savaşı’nın ardından, faşizmin yenilgiye uğratılması sonrasında yeniden kurulan Avrupa’da, anayasalar yapılırken, burjuvazi, 1936 Sovyet Anayasası’nın baskısı altında ve kendi anayasasını ona benzetme gayreti içinde olmak zorunda kaldı.  Ve  kişisel haklar, onları destekleyen sosyal haklar, halkın istekleri, önceki dönemlerde görülmedik biçimde burjuva anayasalara girdi. Ve bir yanıyla “sosyal devlet” diye ifade edilen devlet görevleri, 1936 Sovyet Anayasası’nın baskısıyla, bu anayasal temel üstünde biçimlendi.
Kuşkusuz ki; burjuvazinin devrimci çağına dair “demokrasi” fikri, onun bütün umursamazlığına karşın yine de devrimcidir. Çünkü, emperyalizm çağında burjuvazinin, burjuva demokrasisi karşısındaki tutumu, onu; kendisinin bir yönetim biçimi, bir siyasi olgu olmaktan çıkararak, ideolojik bir fenomene, işçi sınıfı ve halklara karşı bir silaha dönüştürmüştür.
Bu durum, 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist blok ve sosyalist blok olarak açıkça bölünen dünyada; kapitalizmin sosyalizme karşı açtığı savaş olarak, yarım yüzyılı kapsayan “Soğuk Savaş” döneminde çok açıkça görülmüştür.
Kendisini “demokrasi bloğu” olarak tanımlayan, başını ABD’nin çektiği kapitalist-emperyalist blok; komünizmi önlemek için baskı kampanyaları düzenlemek, aydınları, demokratları, ilericileri baskı altına almakla kalmamış, geri ülkelerde darbeler düzenleyerek despotik krallıklara sınırsız destek vermeyi “demokrasinin korunması” olarak sunarken; ileri güçlere, halkın istekleri doğrultusunda gelişen halk demokrasilerine (Kore, Vietnam gibi) silahlı müdahaleler yapmayı da kendi demokrasisinin bir gereği olarak ortaya koymuştur.
“Soğuk Savaş” dönemi boyunca; emek hareketi kontrol altına alındığı ölçüde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi ikili bir karakter göstermiş, bir yandan bu haklar işçi sınıfının, halkın kazanımı olarak şekillenirken, öte yandan, işçi sınıfını ve halkı sisteme bağlamanın, onları anti-sosyalist, anti-komünist kampanyaya katmanın bir dayanağı olarak kullanılmıştır.
Ancak emek hareketi, kontrol altına alındığı ölçüde; yasalar ve anayasalarda haklar konusunda ne denirse densin, demokratik hakların kullanımında gerilenmiş; en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, halk yığınlarının siyasete, ülke yönetimine katılımı/müdahaleleri giderek imkânsızlaştırılmıştır.
Bir bakıma, burjuva demokrasisinin “nimetleri” hakkında övgü ne kadar artmışsa, gerçek yaşamdaki yerleri daralmıştır.
SB’nin çökmesi ve Yeni Dünya Düzeni’nin ilanına paralel olarak gelişen olaylarla, bu durum, daha da gözle görülür hale gelmiştir.
Yeni Dünya Düzeni, burjuva demokrasisinin “yeni altın çağı” olarak ilan edilirken, aynı sürece paralel olarak gelişen neo-liberal politikaların sonuçları da alınmaya başlanmış; bütün burjuva partileri (muhafazakârlardan euro-komünistlere, sosyalistlerden “üçüncü yolcu”lara kadar) liberal politikalarda ortaklaşıp; aralarındaki ekonomik ve siyasi program farklarını ortadan kaldırmışlardır. Böylece, halkın seçimler yoluyla siyasal iktidara müdahale imkânı” olarak demokrasi işlevsizleşirken; bireysel haklar üstüne, bireyin özgürlüğü üstüne yapılan spekülatif tanımlamalarla; özgürlük, “bireysel başı boşluğa”, demokrasi ise, siyaset-dışılığa, “sivil toplumcu” laf ebeliğine dönüşmüştür.
Başta sendikalar olmak üzere emek örgütlerinin etkinliği azaltılarak siyasetin dışına sürüklenmesi, burjuva politikacıların madrabazlıkları üstünden politikanın kötülenerek aşağılanması, emekçilerin, sınıf siyasetinin dışlanıp bireyselliğin öne çıkarılması; yasalarda, haklar ve özgürlüklere ilişkin olarak ne söylendiğini önemsiz hale getirmiştir.
Burjuva demokrasisinin bu “altın çağında” demokrasinin beşiği olan Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde faşist ve ırkçı partilerin yükselişi; geniş yığınların politikanın dışına itilmesi bütün bunlardan da öte; merkez bankalarından başlayarak, ekonomik ve sosyal yaşamın başlıca kurumların siyaset alanının dışına çıkarılarak tekellerin temsilcilerinin yönetimine verilmesi; aslında halk yığınlarının siyasete katılmaması, katılsa bile, bu katılımın, ülkenin gidişatına müdahale olmaktan çıkarılması demektir.  

TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ İLE İLGİSİ OLMAYAN ‘DEMOKRATİKLEŞME’ ÇABALARI
Türkiye’nin egemenlerinin demokrasi karşısındaki tutumu da; tümüyle Batılı emperyalistlere paralel olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk 25 yılı, Kürt sorunu ve Şeriat sorunu bahanesiyle; Kurutuluş Savaşı’nın kazanımlarının ortadan kaldırıldığı, özgürlüklerin sınırlandığı yıllar olarak gelişmiştir.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in demokrasi yönündeki vaatlerine karşın, süreç, her tür işçi ve halk örgütlenmesini, hak mücadelesini yasaklayan bir “Takriri Sükun Yasası” (Yasa, Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek 1925’te çıkarılmış, her tür dernek, sendika vb. örgütlenmeler bireysel ve sınıfsal haklarla, CHP ve ona bağlı bazı resmi örgütler dışında tüm örgütler yasaklanmış ve bu 1946’ya kadar sürmüştür) dönemi olmuştur.
2. Dünya Savaşı sonrasında “çok partili” düzene geçiş; genellikle CHP’nin ve İnönü’nün bahşettiği bir şey olarak sunulursa da; aslında uluslararası alanda yenilgiye uğrayan faşizmin ve onunla işbirliği içindeki ülkelerin “yeniden yapılandırılması”nın sonucudur. Ve “Soğuk Savaş”a paralel olarak da “çok partili demokratik düzen” diye övülen bu sistem, komünizme karşı mücadele adı altında, özgürlüklerin yasal yoldan ya da fiilen kısıtlandığı, yasakların kol gezdiği, ilericilerin, devrimcilerin, sosyalistlerin katledildiği, sisteme karşı çıkanların cezaevlerine doldurulup işkencelerden geçirildiği, ırkçıların, şovenistlerin, Şeriatçı güç odaklarının el altından ve çoğu zaman da açıkça teşvik edildiği, militer ve sivil faşist odakların örgütlenip kontra güçler olarak ortalığa salındığı bir “demokratikleşme” dönemi olmuştur. Bunun için kimi zaman doğrudan askeri cuntalar, polis güçleri, sıkıyönetim gibi yöntemler kullanılırken kimi zaman da ırkçı-milliyetçi ve Şeriatçı güç odakları desteklenip yönlendirilerek, demokrasi mücadelesi boğulmaya çalışılmıştır.
Özellikle 1980 sonrasında Kürt sorunu üstünden gelişen olaylar bir iç savaşa dönüşmüş; kontra güçler, özel kuvvetler, her tür hak ve özgürlüğün ayaklar altına alınması, binlerce kayıp ve faili meçhul, on binlerce siyasi mahkûm, birer işkence evine dönen cezaevleri ile tarihin en karanlık sayfaları yazılmıştır. 
Bu yanıyla bakıldığında, son yarım yüzyıl, Türkiye’de; Türkiye egemenlerinin, “şekli bakımdan demokrasiye önem verir” görünürken, halkın hak ve özgürlüklerinin kullanılması anlamında bir demokrasi ve demokrasi mücadelesini engellemek için her yola başvurdukları bir süreçtir.
Nitekim Lenin, demokrasinin sınıf mücadelesi ve halkın talepleri bakımından önemine değinirken, “Ama öte yandan demokrasi, vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek hakkının resmen tanınması anlamına da gelir.” diyerek, demokrasi mücadelesi ile işçi sınıfının, halkın iktidar mücadelesinin bağlantısına dikkat çekiyordu. Ne var ki; son yıllarda burjuvazi, demokrasisini halkın bu “müdahalesi”nin dışında tutmak için elindeki her imkânı kullanmış, halkın oyunun, isteklerinin sistemin işleyişiyle bağlantısını keserek, “demokrasi”yi, boş laf yığınına dönüştürmeyi başlıca iş edinmiştir.
1990’ların sonları ise; Türkiye’de “demokratikleşme”, AB’ye girme ve “Kopenhag Kriterleri”ne indirgendi.
Aslında sorunun bu yanı, bu yazıya “3 No’lu belge” olarak eklenen, EMEP’in 3. Genel Kongre Raporu’ndan aktarılan bölümde tartışılmaktadır. Ancak burada şunu belirtelim ki; hükümetlerin, “Biz demokratikleşmeyi AB istediği için değil, halkın ihtiyaçları gerektirdiği için yapıyoruz” demeleri tam bir aldatmacadır. Tersine onlar bunu; uluslararası sermayenin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin sermaye güçlerinin yeniden yapılandırılmasına bağlanmış olarak ve onların istekleri doğrultusunda yapıyorlar. AB de, kendi yayılmasını “Kopenhag Kriterleri” üstünden yaparak, bu kriterleri, diğer ülkeleri kendi bünyesine dahil etmenin, onları etkinlik alanına çekmenin bir dayanağı olarak kullanmaktadır.
Nasıl ki, gelişmiş kapitalist ülkeler, “demokrasilerini” dünyanın paylaşılmasının bir aleti olarak kullanıyorlarsa; 11 Eylül sonrasında ABD ile AB arasındaki mücadelenin bir boyutu da demokrasi alanında kendisini göstermiş; ABD insan hakları, bireysel özgürlükler, kişi hakları alanında büyük bir geri adımla her şeyi “güvenliğe” tabi kılarken, AB ülkeleri, ABD ile burada bir “sınır” koymaya yönelmiştir. Önümüzdeki süreçte de, ABD ile AB arasındaki paylaşım mücadelesinde “demokrasi”-“güvenlik” çatışmasının daha da önem kazanacağını söyleyebiliriz. (İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalist kampın faşist ve “demokratik” kamp olarak bölünmesi gibi.) 

SINIF PARTİSİ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ
Peki Marksistler, sosyalistler, işçi sınıfı hareketi ve sınıf partisi bakımından demokrasi ve demokrasi talepleri etrafında bir mücadele nasıl bir şeydir?
Elbette ki; demokrasi mücadelesi; laf olsun diye ya da çoğu solcu grubun sandığı gibi, geniş yığınları aldatıp “demokrasi” diye toparladıktan sonra çaktırmadan sosyalizme gidilen bir “hileli yol” değildir. Tersine, demokrasi mücadelesi, sosyalizme giden yolda bir uğrak, mücadelenin geçmesi gereken ve daha da önemlisi, bu mücadele içinde işçi sınıfının dostlarını, düşmanlarını tanıdığı, taleplerin ne kadarının demokrasi mücadelesine sığıp ne kadarının sığmadığını gördüğü, müttefiklerini kazanıp eğittiği, kendisini iktidar olmaya, sosyalizme hazırladığı bir siyasi devrim aşamasıdır. Bu nedenledir ki; demokrasi mücadelesi, hem toplumsal gelişmenin bir aşaması hem de işçi sınıfının ve onun müttefiklerinin iktidara hazırlandığı bir süreçtir.
Nitekim uluslararası planda da; hemen kurulması sonrasından başlayarak SB, bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tavizsiz bir biçimde savunarak, sömürge sisteminin çözülüşünü kışkırtan bir tutum takınırken, öte yandan, bu sömürgelerdeki anti-emperyalist ve demokratik kurtuluş mücadelelerini (maddi, ideolojik, siyasi) her yolla desteklemiş; onların, emperyalist ülkelerin karşısında bağımsız ve demokratik ülkeler olarak ayağa kalkmaları için çalışmıştır. Doğu Avrupa ve Uzak Asya’daki halk cumhuriyetleri, Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki pek çok demokratik hükümetlere sahip olan ülkeler, bu, kapitalist dünya ile sosyalist dünya arasındaki mücadelenin çatlağında doğup gelişmişlerdir. Soğuk Savaş döneminde “demokrasi üstünden” süren mücadelenin bir boyutu da; bu ülkelerin hangi doğrultuda gelişecekleri mücadelesi olmuş; SB’ndeki “geriye dönüş”e bağlı olarak, bu ülkelerdeki anti-emperyalist demokratik devrimler de gerileyerek, SB ya da ABD’ye yaklaşan bir “sıradan kamplaşma”nın unsurları haline sürüklenmişlerdir.
Yukarıdan beri söylenenleri göz önüne aldığımızda şunları söyleyebiliriz: İşçi sınıfı hareketi bakımından demokrasi mücadelesi ve talepleri konusunda liberallerle, çeşitli türden burjuva demokratlarıyla emek hareketi ve sınıf partisinin asıl çatışma noktası, onların daha uzlaşmacı demokratlar, Marksistlerin, sosyalistlerin, sınıf partisinin daha radikal demokrasi talepleriyle ortaya çıkması değildir. Belki çoğu zaman böyle bir şey de vardır. Ama, onlarla bizleri ayıran asıl farklılık, sınıf partisinin demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının, halkın sermaye güçleri karşısında iktidar mücadelesine, sosyalizme bağlamış olmasıdır.
Burada, bu yazının giriş bölümünde Lenin’den yapılan aktarmanın ikinci bölümünü yeniden hatırlatmak yeterlidir. Lenin bu bölümde şunları söylüyordu: “…demokrasi, gelişmesinin belli bir aşamasında, ilkin devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da sürekli şiddet bürokrasi demek olan devleti yıkarak yerine daha demokratik bir devlet mekanizmasının konmasına imkân tanır…”  Dolayısıyla; Lenin’in sözünü ettiği “imkân”ın “gerçek” olabilmesi ise, sınıf partisinin; demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının, halkın sermayeye karşı iktidar mücadelesine bağlamada göstereceği yaratıcılık ve başarıya bağlıdır.
Bu durum, sadece genel olarak demokrasi mücadelesi bakımından değil, birer birer talepler açısından da böyledir. Örneğin bir “genel af” talebini, emekçilerin iktidar mücadelesinin bir parçası olarak alıp, bu mücadele etrafında birleştirdiği güçleri, bir yandan bağımsızlık ve demokrasi mücadelesine, öte yandan işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar mücadelesine bağlamayan bir sınıf partisi, kendini, burjuvazinin, liberallerin yedeklemesinden kurtaramaz. Bu, aynı zamanda; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından anti-emperyalist mücadele taleplerine kadar, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi alanının bütün talepleri için de geçerlidir.
Türkiye’nin egemen sınıfları; “demokratikleşme paketleri”yle, Türkiye toplumunun özgürlüksüzlükten, ayrımcılıktan, asimilasyondan bıkmış olan geniş emekçi kesimlerini kendi arkalarına alarak, sistemlerini yenilemek istemektedir. Onun için de; sistemin, statükonun eskimiş olan yanlarını; sanki bunlar başkaları tarafından konulmuş ve bugüne kadar getirilmiş gibi suçlamakta; kendilerinin de ezelden beri demokratik bir Türkiye savunduğu izlenimi vermeye çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla, Türkiye’nin egemen güç odaklarının en önde gelenleri, eski bürokrasilerini, eski yasalarını, eski anayasalarını, eski yönetim tarzlarını eleştirerek, “yeniden yapılandırmayla” sistemi kusurlarından arındıracaklarını, herkesin isteklerini karşılayacak bir biçime dönüştüreceklerini iddia etmektedirler. Kürtlerin, İslamcı kesimlerin, ilericilerin, demokratların, devrimcilerin sisteme yönelik tüm eleştirilerinin giderileceği imajını veren egemen güç odakları; böylece, bütün bu kesimleri, sömürücü, baskıcı sistemlerinin restorasyonu, Amerikan uşaklığı ve uluslararası sermayeye bağımlılığın artmasının yedek gücü olarak kullanmayı amaçlamaktadırlar. Böylece; sistemin arkasında olup da son yıllarda dağılmış olan kitle gücünü yenilemek istemektedirler. Ve bütün politikalarının bağlandığı şey ise; piyasa sisteminin önündeki engelleri kaldırarak, sermayenin sınırsız dolaşımı için ortamı idealleştirmektir. Yasa değişiklikleri de, Kopenhag Kriterleri üstüne yanık nutuklar da, paketler de, egemenler tarafından, son tahlilde bu amaca hizmet için, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi olarak kapitalist dünyaya entegrasyonunun sağlanması için kullanılmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı ve sınıf partisinin politikaları da; demokrasi talepleri etrafında işçi sınıfı ve halkın mücadelesini birleştirme; bu mücadele içinde işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların dostlarını düşmanlarını öğrenmesini sağlayarak, bir siyasi bilinçlenmeyi gerçekleştirme, işçi sınıfı ve halk yığınlarının; sermaye güçlerinin iktidarının yerine kendi iktidarlarını kurma amacına hizmet eden politikalardır; öyle olmak durumundadırlar. Sınıf partisi, demokrasi mücadelesini bu amacına bağlar; bu amacı gözeterek politikalarını geliştirir. “Paketler”, “af yasası”, “bireysel özgürlükler” ve tüm öteki demokratik hakların elde edilmesinde asıl gözetilmesi gereken de budur. Bu mücadelede başarının kriteri, halkın bu mücadeleye ne ölçüde katıldığı, işçi sınıfı ve müttefiklerinin bilinçlerinin nereden nereye geldiğidir.
Demokrasi mücadelesinde yeni mevziler kazanıldığının, başarılı bir mücadele hattında ilerlenip ilerlenmediğinin kıstası da budur.
Bu kriter, elbette sınıf partisinin, yığınlar içindeki çalışmasının ve ajitasyonunun kapsamını da belirler. “Af yasası”nın sadece genel olarak kitle iletişim araçları tarafından dillendirilmesinden de öte, iş ve hizmet birimlerinde, semtlerde, mahallelerde, halkın ve işçilerin bulunduğu her alanda tartışmaya açılmasının, bütün öteki demokrasi taleplerinin aynı biçimde halk arasında tartışmaya açılmasının zorunluluğunun arkasındaki neden; sınıf partisinin, bu mücadeleyi en başta işçi sınıfını birleştirmek ve onunla müttefikleri arasında bilinç bağlantısını kurmak istemesindendir.
Kuşkusuz ki, demokrasi mücadelesi; kendi başına bir mücadele değildir. Tersine, Türkiye gibi bir ülkede demokrasi mücadelesi, bir yandan anti-emperyalist mücadele, ülkenin bağımsızlık mücadelesiyle, öte yandan işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıfların mücadelesi ile sıkı bir bağlantı içindedir, öyle olmak zorundadır.
Nitekim bugün; sınıf partisi ve Blok güçlerinin, bir yandan demokratik hakların ilerletilmesi olarak ortaya çıkan; genel af, anadilde yayın ve eğitim, mevcut yasalardaki antidemokratik maddelerin ayıklanması, emek mücadelesinin ve işçi ve emekçi örgütlenmelerinin önündeki engellerin kaldırılması mücadelesi ile Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalesi ve emperyalizme karşı mücadele, pek çok alanda iç içe geçmektedir. Süreç ilerledikçe de; demokrasi mücadelesi ile anti-emperyalist mücadele, anti-emperyalist mücadele ile emeğin haklarının savunulması daha çok yakınlaşmaktadır.
Bütün bu alanlardaki gelişmelerin birleştirilmesinin kriteri de; bu mücadelelerin her birinin kendi başına değil, emekçilerin iktidar mücadelesinin bileşenleri olarak alınıp bağlanmasıdır. Bunu da sınıf partisi, çalışmayı bu perspektifle, bu zenginlikle ve yaratıcılıkla örgütleyerek yapar.
Dolayısıyla; sınıf partisinin perspektifi açısından, bütün gündelik mücadele ve demokrasinin acil taleplerinin bağlanma noktası; emekçi sınıfların, sermaye iktidarı yerine kendi iktidarlarını kurma mücadelesidir. En basitinden en karmaşığına bütün başlıca talepler uğruna mücadelenin odağı; işçi sınıfının, halkın iktidar mücadelesine hizmet etmesidir.

BELGE-1

SOVYETLER BİRLİĞİ 1936 ANAYASI’NIN BAZI MADDELERİ*

Madde 15) Birlik cumhuriyetlerinin egemenlikleri, sadece SSCB Anayasası’nın 14. maddesinde gösterilen unsurlarla sınırlıdır. Bunun dışında her Birlik Cumhuriyeti egemenliğini bağımsızca uygular. SSCB, Birlik cumhuriyetlerinin egemenlik haklarını korur.
Madde 16) Her Birlik Cumhuriyeti, cumhuriyetin özelliklerini göz önüne alan ve SSCB Anayasası’yla tam bir uyum içinde oluşturulmuş anayasaya sahiptir.
Madde17) Her Birlik Cumhuriyeti, SSCB’den özgürce ayrılma hakkına sahiptir.
Madde 18) Birlik cumhuriyetlerinin alanları, onayları olmaksızın değiştirilemez.
Madde 18a) Her Birlik Cumhuriyeti yabancı devletlerle doğrudan ilişki kurma, anlaşmalar yapma, karşılıklı diplomatik temsilcilerle konsolosluk temsilcileri bulundurma hakkına sahiptir.
Madde 18b) Her Birlik Cumhuriyeti, cumhuriyet askeri birliklerine sahiptir.
Madde 19) SSCB yasaları, bütün Birlik cumhuriyetlerinde aynı hükme sahiptir.
Madde 20) Herhangi bir Birlik Cumhuriyeti’nin yasasıyla Birlik yasasının uyuşmadığı durumlarda Birlik yasası geçerlidir.
Madde 21) SSCB vatandaşları için ortak bir Birlik yurttaşlığı saptanmaktadır.
Birlik cumhuriyetlerinin yurttaşları SSCB yurttaşıdır.

MAHKEME VE SAVCILIK
Madde 103) Yargılama bütün mahkemelerde, yasalarla özellikle öngörülen durumlar dışında, halk jürisinin katılımıyla yapılır.
Madde 109) Halk mahkemeleri, bir mıntıkada yaşayan yurttaşlar tarafından genel, doğrudan ve eşit oy hakkı temelinde, gizli oyla üç yıl için seçilir.
Madde 110) Yargılama, Birlik cumhuriyetinin ya da özerk cumhuriyetin ya da özerk bölgenin diliyle yapılır. Bu dili konuşamayanların bir tercüman yardımıyla dosyaları inceleme ve mahkeme önünde anadilini konuşma hakkı korunur.
Madde 111) Duruşmalar, SSCB’nin bütün mahkemelerinde, yasayla istisnalar öngörülmediği sürece, açıktır; sanığa savunma hakkı tanınır.
Madde 112) Yargıçlar bağımsızdır ve sadece yasalara tabidirler.
Madde 117) Savcılık organları her türlü yerel organdan bağımsız olarak çalışırlar ve sadece SSCB Başsavcılığı’na tabidirler.

YURTTAŞLARIN TEMEL HAKLARI VE TEMEL GÖREVLERİ
Madde 118) SSCB yurttaşları çalışma hakkına, yani harcadıkları emeğin niteliğine ve niceliğine göre ücret aldıkları bir iş güvencesi içinde olma hakkına sahiptirler.
Çalışma hakkı, ekonominin sosyalist örgütlenmesi, Sovyet toplumunun üretim güçlerinin sürekli büyümesi, ekonomik kriz olasılığının ortadan kaldırılması ve işsizliğin tasfiye edilmesiyle güvence altına alınmaktadır.
Madde 119) SSCB yurttaşları dinlenme hakkına sahiptirler.
Dinlenme hakkı, işçi ve ücretli memurlar için sekiz saatlik işgününün saptanması, çalışma koşulları zor olan bir dizi meslek için işgünü süresinin 7 ve 6 saate indirilmesi ve çalışma koşulları daha da ağır olan bazı işletme bölümlerinde ise, bu sürenin 4 saate düşürülmesi, işçi ve görevliler için her yıl paralı izin verilmesi ve emekçilerin hizmetine sunulmuş sanatoryum, dinlenme yurtları ve kulüplerden oluşan kapsamlı bir ağla güvence altına alınmıştır.
Madde 120) SSCB yurttaşları, yaşlılık, hastalık ve sakatlık durumlarında maddi bakım görme hakkına sahiptirler.
Bu hak, işçi ve ücretli memurların sosyal güvenliğinin, devlet hesabına, giderek daha fazla gelişmesi, emekçilere parasız sağlık hizmeti sunulması, emekçilerin hizmetine sunulmuş kapsamlı bir tedavi merkezleri ağıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 121) SSCB yurttaşları eğitim hakkına sahiptirler. Bu hak, genel temel eğitim zorunluluğu, parasız yedi yıllık eğitim, iyi notlara sahip yüksekokul öğrencileri için devlet bursları sistemiyle, anadilde öğrenim, işletmelerde, Sovyet çiftliklerinde, Makine ve Traktör İstasyonları’nda emekçilerin parasız üretim, teknik ve tarımsal eğitiminin örgütlenmesiyle güvence altına alınmıştır.
Madde 122) SSCB’de, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında kadın, erkekle eşit haklara sahiptir.
Bu hakların gerçekleştirilme olanağı, çalışma, emeğinin karşılığını alma, dinlenme, sosyal güvenlik ve eğitim hakkı konusunda erkekle eşit kılınmasıyla güvence altına alınmıştır.
Kadının yükü ana ve çocuğun devlet koruması altında olması, çok çocuklu ve yalnız annelere devlet yardımı sağlanması, paralı hamilelik izni verilmesi, geniş bir doğumevleri, çocuk bahçeleri ve kreşleri ağının kurulmasıyla hafiflemiştir.
Madde 123) SSCB yurttaşlarının, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hangi milliyetten, hangi ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır.
Bir ırka ya da milliyete ait olduğu için herhangi bir yurttaşın haklarını, ne surette olursa olsun sınırlayan ya da yanı nedenle bir yurttaşa doğrudan ya da dolaylı imtiyaz tanıyan, aynı şekilde, ırksal ya da milli bir dışlama ya da ırksal ve milli bir nefret propagandası yapan bir ırkı ya da milliyeti horlayanlar hakkında yasal kovuşturma yapılacaktır.
Madde 124) Yurttaşların vicdan özürlüğünü sağlamak için SSCB, kiliseyi devletten, okulu kiliseden ayırmıştır. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptirler.
Madde 125) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve sosyalist sistemin sağlamlaşması amacıyla SSCB yurttaşlarının şu hakları yasalarla güvence altına alınmıştır:
a)     Konuşma özgürlüğü,
b)     Basın özgürlüğü,
c)     Miting ve toplantı özgürlüğü,
d)     Yürüyüş ve gösteri özgürlüğü.
Yurttaşların bu hakları, emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kâğıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 126) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve halk yığınlarının, örgütsel alanda kendi başlarına davranma yeteneklerinin ve politik faaliyetlerinin gelişmesi amacıyla SSCB yurttaşlarına toplumsal örgütlerde, sendikalarda, kooperatif birliklerinde, gençlik örgütlerinde, spor ve savunma örgütlerinde, kültür birliklerinde, teknik ve bilimsel derneklerde birleşme hakkı sağlanmıştır. Bu arada işçi sınıfıyla diğer emekçi kesimlerin en aktif ve kararlı yurttaşlar, sosyalist sistemin gelişmesi ve sağlamlaşması için mücadelenin öncü gücünü ve emekçilerin gerek toplumsal, gerekse de iktidar organlarının yönetici çekirdeğini oluşturan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) içinde birleşirler.
Madde 127) SSCB yurttaşlarının kişilik hakları ihlal edilemez. Hiç kimse, mahkeme kararı ya da savcılığın izni olmadan tutuklanamaz.
Madde 128) Yurttaşların konutlarının dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur.
Madde 129) SSCB, emekçilerin çıkarlarını savundukları için veya bilimsel faaliyetleri nedeniyle ya da ulusal kurtuluş mücadelesi yürüttüklerinden dolayı kovuşturulan yabancı ülke yurttaşlarına iltica hakkı tanır.

SEÇİM  SİSTEMİ
Madde 134) Tüm emekçi milletvekilleri sovyetlerine, milletvekili seçimi SCCB yüksek sovyetine, Birlik cumhuriyetleri yüksek sovyetlerine, emekçi milletvekilleri, reyon ve bölge sovyetlerine, özerk cumhuriyetler yüksek sovyetine, özerk bölgeler emekçi milletvekilleri sovyetlerine, ilçe, reyon, il ve kırsal yerleşim bölgelerinin (staniza, köy, kutor, kışlak, oba) emekçi milletvekilleri sovyetlerine, milletvekili, seçmenlerce genel, eşit, doğrudan ve gizli oyla seçilir.
Madde 135) Milletvekilleri genel seçimle seçilir. 18 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı, ırkı, ulusu, cinsi, inancı, eğitimi, yerleşikliği, sosyal kökeni, servet durumu, eski faaliyeti dikkate alınmaksızın milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir. Sadece akıl hastaları ve mahkeme kararıyla ellerinden seçme hakları alınmış kişiler bunun dışındadır.
SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine, ırkından, ulusundan cinsiyetinden, inancından, eğitim derecesinden, yerleşikliğinden, sosyal kökeninden servet durumundan eski faaliyetinden bağımsız olarak 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.
Madde 136) Milletvekilleri eşit seçimle seçilir: Her yurttaşın bir oyu vardır; bütün yurttaşlar seçimlere aynı temelde katılırlar.
Madde 137) Kadınlar erkeklerle aynı seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
Madde 138) SSCB orduları saflarında bulunan yurttaşlar, diğer bütün yurttaşlar gibi seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
Madde 139) Milletvekilleri doğrudan seçimle seçilirler: Kırsal alanlardaki ve kentlerdeki emekçi milletvekilleri sovyetlerinden, SSCB Yüksek Sovyeti’ne kadar bütün emekçi milletvekilleri sovyetleri, yurttaşlar tarafından doğrudan seçimde seçilir.
Madde 140) Milletvekili seçimlerinde oy verme işlemi gizli yapılır.
Madde 141) Seçimler için aday gösterilmesi seçim çevrelerine göre olur.
Aday gösterme hakkı toplumsal örgütlere ve emekçi birliklerine tanınmıştır. Komünist Parti örgütleri, sendikalar, kooperatifler, gençlik örgütleri, kültür dernekleri.
Madde 142) Her milletvekili, seçmenlerine, kendisinin ve emekçi milletvekilleri sovyetinin çalışmalarına ilişkin hesap vermekle yükümlüdür ve her zaman seçmenlerin çoğunluğunun kararıyla, yasalarda anlatılan biçimde görevden alınabilir.

BELGE-2

BİR TANIK ANLATIYOR**
O mutlu günlerin bir meyvesi tarihte yerini aldı: Yeni Sovyet Anayasası o yıllarda doğdu.
Sovyetler Birliği hep demokratik bir ülke olduğunu iddia etti. Batı da bunu hep yalanladı. Sovyet politik seçim sistemini burada ayrıntıları ile izlemek olanaksız. Amerikalılar, Sovyet seçim sistemi ile ilgili ne düşünürlerse düşünsünler, Sovyet halkı bu seçimlere en az bizim kadar enerji ve umutla
katıldı. Onlar yalnız adaylar için oy vermekle kalmadılar, isteklerini Nakaz’a, ‘Halk Talimatları’na yazdırdılar ve bunlar gelecek hükümetlerin programlarında ilk sırayı aldılar.
1934 seçimlerinde kocam bir ay süreyle seçim dönemi işçisi olarak çalıştı. Seçim bölgesindeki herkesi ziyaret ediyor, onları yalnız seçime katılmaya değil, hükümetin yapmasını istediklerişeylerin bir listesini de hazırlamaya teşvik ediyordu. Daha önce hiç oy vermemiş bir yaşlı kadını anlatmıştı. Önce, “Benim Sovyet iktidarına ne yararım dokunur ki” demişti. Ama biraz düşünüp
mutfakta asılı olan çamaşırlara bakınca hükümetten daha fazla, herkesin yararlanabileceği çamaşırhane yapmasını istemeye karar verdi. Ve en sonunda bunu elde etti de. Moskova Kent Sovyeti o yıl, 48.000 ‘halk talimatı’ aldı ve bunların hepsini üç ay içinde bildirmek zorundaydı.
Bunların pek çoğu kuşkusuz aynıydı ya da merkezi hükümete aktarılmaları gerekiyordu, ama bunların pek çoğu şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde halka yeniden bildiriliyordu. Kent Sovyeti, halk gönüllü yardım ederse isteklerin karşılanabileceğini bildiriyordu. ‘Sovyet Demokrasisi’ yalnızca seçimlerde verilen oy sayısı -bu, 1926’da yüzde 51’den, 1934’te yüzde 85’e yükselmişti.- ile değil, bir adayın, toplayabileceği ve hükümet görevlerine yardım edecek gönüllü sayısı ile de ölçülüyordu.
Örneğin vergi ve mesken komisyonundaki işlerin çoğunu gönüllüler yapıyordu. Otuzların sonunda Howard K. Smith, bu durumun yarattığı havayı fark etmiş ve Moskova’yı ziyareti sırasında şöyle demişti: “İnsana öyle geliyor ki, her küçücük birey, bir devletin kurulmasında çok önemli bir görev yüklendiğini hissediyor. Bu hava bana bir sözcüğü hatırlattı: ‘Demokrasi’.”
Ne var ki 1922 Anayasası’ndan beri büyük değişiklikler olmuştu. Toprağın genel zenginliği kamuya aitti. Halk artık cahil değildi. Çalışma yerinden, doğrudan ve eşit olmayan koşullar altında verilen oy artık uygun değildi. Her yerde halk ulusal kahramanlarını biliyordu ve doğrudan bunlar için oyunu kullanabilirdi. 6 Şubat 1935’te Sovyetler Kongresi, Anayasa’nın, ulusun değişen yaşamına uygun hale getirilmesine karar verdi. 31 tarihçi, iktisatçı, politik bilimci, Stalin’in başkanlığı altında yeni bir anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirildi. Yeni taslak halkın isteklerine ve sosyalist devletin gereksinmelerine daha uygun olacaktı.
Anayasanın kabul ediliş yöntemi çok ilginçti. Bir yıl süreyle komisyon, ortak amaç için insanların örgütlendikleri -hem devlet hem de gönüllü kuruluşların- bütün tarihi biçimlerini inceledi. Sonra hazırlanan teklif 1936 Haziran’ında hükümetçe geçici olarak kabul edildi ve 6 milyon adet basılarak halka sunuldu. Tasarı, 36 milyon kişinin katıldığı 527 bin toplantıda tartışıldı.  Aylarca bütün gazeteler, halkın gönderdiği mektuplarla doluydu. 154 bin değişik teklif yapıldı. Bunların çoğu aynı konulardaydı ve diğer pek çoğu da anayasadan çok bir bir ceza yasasında yer alacak nitelikteydi.
Bu halk yoklamasında fiilen 43 değişiklik önerisi yapılmış oldu.
Kremlin Sarayı’nın büyük beyaz salonunda 1936 Aralık’ında Anayasa Meclisi için 2016 delege toplandı. Bu, sanayi, tarım ve bilim alanlarında seçkin bir yer edinmiş “yeni halkın” kongresiydi. Çiftçiler artık eskisi gibi hububat yetiştiricileri” başlığı altında değil “uzman” olarak gelmişler, çoğu rekor sahibi, traktör sahibi, traktör sürücüleri, harman makinesi operatörleri bu toplantıya katılmışlardı.
Büyük sanayi kuruluşlarının müdürleri ile, ünlü sanatçılar, doktorlar, Bilim Akademisi Başkanı da vardı. Bu, Sovyetler Birliği’nin, İkinci Beş Yıllık Plan’ın sonuna doğru yeni temsil biçimiydi.
Anayasa, ülkedeki değişmeleri yansıtıyordu. Devletin biçimi ve temel mülkiyet biçimleri ile başlıyordu: Toprak, kaynaklar, sanayi, “devlet mülkiyeti, bütün halkın serveti” idi. Kolektif çiftliklerin kooperatif mülkiyeti ile, vatandaşların kazançları ile elde ettikleri “kişisel mülkiyet”leri ve taşınabilir eşyaları “yasa ile korunuyordu”. Seçimler 18 yaşını bitirmiş bütün yurttaşların katılacakları, “genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla” yapılacaktı.
“Yurttaşların Hakları ve Görevleri” kısmı, satır satır alkışlanacak nitelikteydi. Bunlar, bir ulusun güvence altına aldığı en kapsamlı haklar listesiydi. Yaşama hakkı 4 başlık altında toplanıyordu:
‘Çalışma hakkı, dinlenme hakkı, eğitim hakkı, maddi destek hakkı’. Özgürlük hakkı altı paragrafta sıralanıyordu: ‘Ulus ya da ırk ayrımı gözetmeksizin’ vicdan özgürlüğü, tapınma, konuşma, basın, toplanma, gösteri yapma ve örgütlenme özgürlükleri ile keyfi tutuklama, ev ve haberleşmenin ihlali gibi konularda tanınan hak ve özgürlükler bir bir sırlanıyordu. Bu anayasa, o sırada Almanya’da iktidarda bulunan Nazi Faşizmi’ne doğrudan bir meydan okuma idi. Naziler, demokrasiye ‘eskimiş ve günü geçmiş’ diyorlardı. Oysa bütün Sovyet sözcüleri, demokrasi ve sosyalizmin ‘tükenmez’ olduğunu söylüyorlardı. Hitler, ‘üstün ve adi ırklardan’ söz ediyordu, Stalin’in ona verdiği yanıt şimdiye değin insan eşitliği konusunda yapılan en kapsamlı sözleri içeriyordu: “Ne dil, ne derinin rengi, ne kültürel geri kalmışlık, ne politik gelişme düzeyi ulusal ve ırksal eşitsizliği haklı gösterebilir.”
Bütün Sovyetler Birliği’nde milyonlarca insan, buz gibi sokaklara dökülüp bu olayı şarkılar ve bandolarla kutladılar. Bütün dünyadaki işçiler bunu içtenlikle selamladılar. Uzak bir ülkeden, Çin’den Bn. Sun Yat-Sen, “İnsanlığın en büyük başarısı” diyordu. Romain Rolland sakin Cenevre Gölü’nden, “Bu, şimdiye değin insanlığın rüyası olan büyük sloganlara yaşam verdi: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik.” ….

BELGE-3

EMEP 3. GENEL KONGRE RAPORU’NDAN
b) Egemenler siyasal alandaki iddialarından da vazgeçmiştir. Ülke ekonomisini, ülkenin kalkınıp sanayileşmesine dair plan ve programlarını IMF ve Dünya Bankası şahsında uluslararası sermaye güçlerine bırakan Türkiye’nin egemen sınıfları, siyasi alandaki amaçlarını; yani Türkiye’nin demokratikleşmesi ve siyasal alana dair sorunlarının çözülmesini de “AB’ye giriş” umuduna bağlamıştır. Baskı altındaki Kürtler, Aleviler, laikliğin kurbanı olduğunu düşünen dini çevreler, ifade özgürlüğü tehdit altındaki aydınlar, demokratlar, 10-20 yıldır cezaevlerinde tutulan binlerce siyasi tutuklu ve hükümlüye de AB’ye girme hedefi gösterilmekte; “Eğer AB’ye girilirse, Türkiye mamur, müreffeh, tam demokratik, hiçbir baskının olmadığı bir ülke olacak” denilerek, bu çevrelerin özgürlük ve demokrasi talepleri etrafındaki mücadelesi de büyük patronların AB’ye girme politikasının yedeği haline getirilmek istenmektedir.
Bu yüzden de demokratikleşmeye dair tüm adımlar; “AB istedi” diye atılmaya çalışılmakta; demokrasi denilince yaşlanmış ve bu anlamıyla da aslında demokratik niteliklerini kaybetmeye yüz tutmuş “AB normları” tartışılmaz, değişmez ve kutsanmış “demokrasi normları” olarak propaganda edilmektedir.
Demokrasi ve özgürlük isteyenlere; “Ya AB ya da baskı ve zulüm” ikilemi sunulmaktadır. AB’ye girme isteği “açıkça biat etme”ye evrildiği için, son 3-5 yıl içinde AB merkezli baskılar da bir dayatmaya dönüşmüş; tıpkı IMF’nin ekonomi ve sosyal alandaki “yasa” dayatmaları gibi AB de “demokratikleşme paketleri” dayatmaktadır.
Son 10 yıl içinde bütün düzen partileri sermayenin bu idealini benimsemiş; AB’ye girişi, büyük amaç, “milli dava” ilan etmişlerdir.
Egemen sınıflar; yüz yıllık iddialarının iflasından, halkın yoksulluk ve sefalete itilmesinden, işsizlikten, enflasyondan, ülkenin IMF ve Dünya Bankası’nın eline düşmesinden demokrasi yoksunluğuna, baskı ve zulmün ülkeyi yönetmenin başlıca aracı olarak kullanılmasından, kayıplardan, işkenceden faili meçhul cinayetlerden, hatta Kürtlerin ezilmesinden, kısacası kötü, çağdışı, bürokratik, anti-demokratik statükoyu çağrıştıran ne varsa hepsinden, kendileri adına bugüne kadar ülkeyi yöneten partileri sorumlu tutmuşlardır.
Bütün sistemin sıkıntılarından, açmazlarından, çözümsüzlüklerinden, yetmiyormuş gibi yoksulluk ve işsizlik belasından öfkesi tepesine çıkan halk yığınlarının önüne bu partiler “kurban olarak” atılmış; sermaye medyası, patron örgütleri ve onların her köşe başındaki sözcüleri; “Bütün bu olup bitenin sorumlusu işte bunlardır” diye düzen partilerini göstermiştir.
Böylece, son 50 yıl içinde halk indinde zaten itibarı sıfırlanan ve sermayenin “siyaset alanında yeniden yapılanması”nın ayak bağı olan partiler tasfiye sürecine sokulmuştur. Elbette bu yapılırken; asıl sorumlular bu partilerin arkasındaki asıl sahipleri büyük patronların, bankaların, tekellerin, askeri ve sivil yüksek bürokrasinin (ve elbette ki Türkiye’yi dışardan yönetip denetleyen Avrupa ve ABD’nin, emperyalist sisteminin), soygun ve sömürü sisteminin olup bitendeki asli sorumluluğu gizlenmek istenmiştir. Bunda da en azından “şimdilik” başarılı olmuşlardır.
Çünkü; 3 Kasım 2002 seçimleri ile halk, sermayenin, patronlar sınıfının en eski, en köklü ve en geleneksel partilerine ağır bir tokat vurmuş, böylece burjuva siyaset arenasının tortuları da temizlenmiştir. Ama bu aynı zamanda egemenlerin ve arkalarındaki uluslararası sermaye güçlerinin “siyaset alanını yeniden yapılandırma”ya yönelik işlerini kolaylaştırmıştır. Bunu, sermayenin en önde gelenleri; seçimin sonucunu görünce “demokrasi bayramı” ilan ederek göstermişlerdir.
Ama bundan, siyaset alanında sorunların bittiği, her şeyin olağan mecrasına girdiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla siyaset alanında, eski partiler (CHP Meclis’te olmadığı için bu halk tokadından şimdilik kurtulmuştur) alanın dışına itilerek bir temizlik yapılmıştır.
Ancak, AKP ve CHP tarafından doldurulmuş gibi görünen çok önemli bir “boşluk” vardır. Şimdi; yakın gelecek için AKP ve CHP durumu idare edebilir ama, sürgit böyle olamayacağı için de; bir yandan patronlar öte yandan da emek güçleri kendi sınıflarının çıkarları doğrultusunda bu boşluğu doldurma çabasında olacaklardır.
Partimiz, siyaset alanında sermayenin “yeniden yapılanma”sına müdahale ederek; bu alandaki boşluğu halkın iktidara yürüyüşünün vesilesi olarak değerlendirmek yükümlülüğü ile karşı kaşıyadır.
Çünkü; AKP-CHP’den oluşan Meclis ve tek parti hükümeti, “istikrar arayan” sermaye güçlerinin “demokrasi bayramı” ilan ettikleri bir tablodur. Ama, bu sadece gerçeğin görünen yanıdır. Bu iki parti, seçmenlerin oylarının sadece yüzde 41.5’ini almıştır. Halk iradesinin yüzde 58.5’i Meclis dışına itilmiştir. Bu az-çok demokrasinin olduğu bir ülkede kabul edilir bir “Meclis dışı” oran değildir. Öte yandan laiklik-şeriat sorunu, Kürt sorunu, geleneksel asker ve sivil yüksek bürokrasinin seçilmişler karşısında üstünlüğüne şimdi “üst kurullar” eklenmiştir.
Böylece; temel sanayi ve hizmet alanlarının başta Meclis olmak üzere, seçilmiş kurumların denetimlerinin dışına alınmasıyla demokrasinin gelişmesinin ekonomik kanalları da tıkanmıştır. Bu tablo içinde “demokratik açılım” için tek çıkar yol olarak öne sürülen AB ise; bir yandan Avrupa ve Amerikan demokrasisinin güdükleşip yozlaşması, demokratik kurumların etkisizleşmesiyle öte yandan “töröre karşı güvenlik” sloganıyla malül, “şekli bir demokrasi” olarak, Türk ve Kürt her milliyetten Türkiye halkının gerçek bir demokrasi ve özgürlük talebini karşılamaktan uzaktır.
Sermaye adına iktidara gelen partiler ise; “AB normlarına uygun” ama öz itibariyle antidemokratik bir yönetimi devam ettirme azmindedirler. Ve halkın tepkileri yoğunlaştıkça da; iktidarı ve sistemi koruma güdüsüyle, “kırmızı kitabı”, “Milli Siyaset Belgesi”ni “kavrayıp” statükoya sarılacaklarını gösteren alametler daha şimdiden ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Partimiz, bütün bu gelişmeleri ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak; demokrasinin gelişmesi; halkın acil demokratik talepleri doğrultusunda mücadelenin ilerletilmesi için gayretlerini yoğunlaştıracak; her yeni gelişmeyi demokrasi mücadelesinin ileri atılımının vesilesi olarak değerlendirecektir.
Demokrasi mücadelesi, halkın iktidar mücadelesidir. Bu yüzden de halkın acil demokratik talepleri doğrultusunda bir mücadele; işçi sınıfı başta olmak üzere halkın geniş kesimlerinin bu mücadeleye çekilmesi ve mücadele içinde siyasal bilincinin ve örgütlenme düzeyinin yükselmesi partimizin asıl dikkat noktasıdır. Dolayısıyla demokrasinin, AB’den, ABD’den ithal edilmeyeceği ya da “yukarıdaki seçkinlerden”, “aydınların gayretlerinden” beklenen bir “proje” olamayacağını göstermek, bu türden
“demokrasi anlayışlarını” mahkûm etmek partimizin çalışmalarının diğer bir yanını oluşturmaktadır.
Demokrasi mücadelesi alanında partimizi diğer partilerden ayıran en önemli yaklaşım; partimizin demokrasi sorununun halkın iktidar mücadelesine bağlamış; demokrasi mücadelesini de; halkın acil demokratik talepleri etrafındaki mücadelenin örgütlenmesini; demokrasi güçleriyle gerici sermaye güçleri arasındaki çatışma üstünden bu mücadeleyi geliştirmeyi esasa almasıdır.
Bu mücadelenin başlıca somut dayanaklarını şöyle sıralayabiliriz:
1-) Egemenliğin kayıtsız koşulsuz halkın olduğu bir demokrasinin engellerini ortadan kaldırmak için mücadele: Bugüne gelen statükonun temeli halkın, onun seçilmiş temsilcilerinin değil, bir avuç azınlığın çıkarları üstünde şekillenen devletin başlıca kurumlarının başındaki asker ve sivil bürokrasinin şu veya bu biçimlerde “seçilmiş” olanların bile karşısında üstünlüğünü esas almaktadır.
Halkın seçtiği temsilcilerin bütün öteki devlet kurumları ve resmi yetkililer karşısında tartışılmaz üstünlüğünü esas alan bir demokrasi için mücadele, partimizin demokrasi anlayışının esasıdır.
Seçilmiş halk temsilcilerinin (parlamentonun) denetimi dışında hiçbir kurumun ve hiçbir faaliyetin olmadığı, vali, yargıç gibi “resmi görevlilerin” de seçimle geldiği, halkın isteği ile görevinden alınabildiği bir demokrasi için mücadele, sorunun esasını oluşturmaktadır.
Egemen sınıfların kendi parlamentolarını artık bir yük, bir bürokrasi olarak gördüğü, ekonomik alandaki tüm kurumları ve faaliyeti, hatta merkez bankalarını bile parlamentoların denetimi dışına çıkardığı, parlamentoları “seçilmişlerin lak lak ettiği kurumlara” indirgemesi günümüzde; halkın temsilcilerinin ekonomik, idari, yargısal bütün alanlarda halkın iradesinin temsilcileri olarak denetleyici rolünün öne çıkarılması, aynı zamanda yozlaşan burjuva demokrasisiyle de hesaplaşma anlamına gelmektedir.
2-) Kürt sorununun çözümü, demokrasi mücadelesinin en önemli konularından birisidir. Halkların kardeşleşmesi, gerici ve emperyalizm işbirlikçisi güçler karşısında birleşmeleri için halkların kardeşliği ve eşit haklara sahip olmaları, dillerin eşitliği ve kültürlerin serbestçe gelişimine yol veren önlemlerin alınması için mücadele önkoşuldur. Bu mücadele içinde her milliyetten emek güçleri de birleşme imkânını bulacak, yerli ve uluslararası sermaye güçlerine karşı sınıf kardeşliği ile birleşerek, ülkenin geleceğine el koyacak bir pozisyona yöneleceklerdir. Demokrasinin bir laf yığını, “kutsal normlar” olmaktan çıkıp, halkın bilincinde yer etmesi, hakları kullanma alışkanlığının oluşması da bu mücadeleler içinde gelişip olgunlaşacaktır. İşçi sınıfı enternasyonalizmi, pratikte bu mücadele içinde anlamlanacak; farklı uluslardan işçilerin birliği ve halkların kardeşliği bu somut mücadelenin ateşinde pekişecektir.
3-) Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası’ndaki, partiler arasında eşitiliği bozan; sistem partilerini emekçi sınıf partileri karşısındaki avantajlı duruma getiren tüm yasa maddeleri iptal edilmelidir.
Yüzde 10 ülke barajı, “milletvekili yeterliliği”ne ilişkin sınırlamaları kaldıran, halkın verdiği bir tek oyu zayi etmeden temsilini sağlamayı amaçlayan, siyasi partilere bütçeden para verme, partilere seçim yardımı yapma geleneğine son veren, partilerin uluslararası ilişkiler önündeki sınırları kaldıran, bütün partilerin mümkün olduğu kadar eşit koşullarda seçimlere girmesini sağlayan bir seçim ve siyasi partiler yasası için mücadele, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Partimiz bu alanda da demokrasi mücadelesini geliştirmek, baskıcı, ayrımcı, egemen sınıfların seçimleri kazanması için, hazırlanmış siyasi partiler ve seçim düzenini bütün
unsurları ile teşhir etmeye devam edecek, bu alandaki taleplerin ısrarlı takipçisi olacaktır.
4-) 1982 Anayasası’nın tümden kaldırılarak, yerine halkın demokratik bir biçimde seçtiği temsilcilerin yapacağı bir Anayasa konması mücadelesi, önümüzdeki dönemin mücadele alanlarından birisi olacaktır. Yaşananlar, sorunun sadece bir Anayasa sorunu olmadığını da göstermektedir. 125, 146, 159, 168, 169, 312 TCK yasa maddeleri ile, DGM, YÖK, RTÜK yasası demokrasi mücadelesinin hedefleridir. CMUK, Polis Selahiyetleri Yasası, İller İdaresi Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Basın Yasası, TİS ve sendikalar yasaları gibi pek çok yasa da emekçilerin ve halkın istekleri doğrultusunda yeniden düzenlenip, antidemokratik maddelerden ayıklanmak ihtiyacındadır.
Dolayısıyla demokrasi mücadelesinin bir alanı da mevcut yasaların kaldırılması ya da yeniden düzenlenmesi mücadelesi olarak şekillenmektedir.
Bu yasaların önemli bir bölümünden egemen sermaye güçleri de rahatsızdır, bu yasaları “piyasanın gelişmesine engel” görmektedirler. Dolayısıyla, onlar da bu yasaları değiştirmek için hükümet ve parlamentodaki etkilerini kullanacaklardır. Bu yüzden önümüzdeki dönem aynı zamanda piyasacılığa karşı bir mücadeleyle iç içe geçmiş bir demokrasi mücadelesi dönemi olarak şekillenecektir. YÖK Yasası’nda daha şimdiden böyle bir gelişim gündeme gelmiştir. Hükümet ve öteki piyasacı güç odakları YÖK Yasası’nı, üniversitenin paralı hale getirilmesi başta olmak üzere piyasanın ihtiyaçlarına uydurulmasını engel olarak gördükleri için değiştirmek istemektedirler. Burada partimiz diğer demokrasi güçleriyle birlikte parasız, demokratik, bilimsel özerkliğe sahip bir üniversite mücadelesi etrafında YÖK’ün yeniden düzenlenmesi mücadelesi vermekle karşı karşıyadır. Benzer bir durumun RTÜK Yasası’nda da gündeme geleceğinden kuşku duyulamaz.
5-) Türkiye, dünyada en çok siyasi hükümlü ve tutuklunun, en uzun süre cezaevinde yattığı ülkelerin en başındadır. Bugün de dokuz bin dolayında siyasi tutuklu ve hükümlü cezaevlerinde bulunmaktadır. İdam cezasının kalkmış olması mevcut tablo karşısında hiçbir şeydir ve sadece hükümeti, devleti sıkıntıdan kurtaran bir gelişmedir. Dahası bugün de; “anadil için dilekçe” veren, duvara afiş asan kişiler bile TCK 169. maddeden cezaevlerine konmaktadır.
Gerçekte ise pek çok kişi 20-25 yıldır cezaevinde tutulmaktadır ve binlerce kişi çok daha uzun bir süre cezaevlerinde kalmaya adaydır.
Bu yüzden de; gerçek bir demokratikleşme için koşullardan birisi de ayrımsız bir genel siyasi aftır.
Bu af, tüm tutuklu ve hükümlülerin salıverilmesi, cezalarının sonuçlarını da ortadan kaldırarak, siyasetle uğraşmalarının engellenmemesini de kapsamalıdır.
6-) 3 Kasım 2002 seçimi; halkın acil siyasi taleplerin önemini ortaya koyduğu gibi, partimizin ve blok partilerinin bu talepleri değerlendirebildiğinde, mücadeleyi “önyargılar” değil bu gerçekler üstünde kurarlarsa, nasıl yenilmez bir güç olunacağını göstermiştir. Dahası, politika yapmanın sadece talep tespit etmekten öte “bu talepleri gündeme getirme sanatı” olarak da son derece önemli olduğu hem seçim hem de sonrası gelişmeler içinde bir kez daha doğrulanmış bulunmaktadır.
Partimizin 3. Genel Kongresi, Türkiye’nin demokratikleşmesine dair bu genel saptamaları da gözeterek, demokrasinin gelişmesi için siyaset alanındaki her yeni gelişmeyi ve bu gelişmelerin yarattığı fırsatları değerlendirecek; mevcut siyasi tablonun kendisine yüklediği; halkın iktidara yürümesi için halk muhalefetinin örgütlenmesi için gerekli girişimleri yapacaktır.
7-) 3. Genel Kongre sürecinin başlamasının hemen öncesinde, iç ve dış sermeye çevrelerinin, Kemal Derviş’in önderliğinde organize ettikleri “hükümeti ele geçirme operasyonu”nun bir “erken genel seçim”le sonuçlanması burjuva siyaset arenasını altüst etmişti. 3 Kasım seçimi, hem Türkiye’nin sorunlarının büyüklüğünü, hem halkın ulaştığı bilinç düzeyini gösteren önemli olgular ortaya çıkardı. Her şeyden önce, halkın düzen partilerinden, IMF’ci, AB’ci, partilerden artık bir şey beklemediği ortaya çıktı. Bu durum geniş halk yığınlarının, geleneksel olarak peşinden sürüklendiği partileri bırakarak; bir “arayışa yönelmesi” biçiminde oldu. Bu yüzden de oylar; Meclis’te yer almayan ve neredeyse siyasi bakımdan bütün etkinliğini yitirmiş CHP ve “yeni bir parti” olduğu iddiasıyla ortaya çıkan AKP’de toplandı. Bir başka söyleyişle seçim; halkın artık karşısına, milliyetçilik, dincilik, sosyal demokrasi, sağcılık, muhafazakârlık gibi kavramlarla birbirinden “ayrılan” ama aynı programı uygulayan partilere itibar etmediğini gösterdi. Bu iki seçim arasında geçen üç buçuk yıl içinde; önceki seçimin galibi görünen beş partinin beşinin de barajın altında kalmasını sağlayan bir “değişiklik” demekti ki; bu bile bu seçimin pek çok yönüyle irdelenmesini gerektirecek bir gelişmeydi.
Kürt sorunu gibi Türkiye’nin en eski ve en önemli sorunu konusunda; ırkçı şoven partilerin kışkırtmalarının geniş halk yığınları nezdinde etkisini yitirdiği, en azından etkisizleştiği; iki halkın kardeşleşmek için gösterilecek çabalara yanıt vereceği ortaya çıktığı gibi, Kürt emekçilerin, Türk emekçileriyle birleşmeden kendi kurtuluşlarının da gerçekleşemeyeceğini hissettikleri de önemli ölçüde ortaya çıktı. Blok; hem Kürt hem de Türk kökenli emekçilerin ileri kesimleri arasında coşkuyla karşılandı. Ve bloğun geleceğe dair önemli rol oynayacak bir adım olduğu da görüldü.
Bu ortamda partimizin tarihsel rolü, Kürt ve Türk kökenli emekçilerin birliği ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde; halkın iktidara yürümesinde oynaması gereken rol, bu rolün dayanaklarına ilişkin önemli olgular ortaya çıktı.
Türkiye’nin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde bloğun, nasıl bir hedefle örgütlenmesi gerektiği, hangi taleplerle ilerleyeceği gözler önüne serildi.
Dahası partimizin; halk yığınlarıyla birleşmesi, emek hareketinin yenilenmesi, sendikalar başta olmak üzere emek örgütleriyle ilişkilerin yenilenmesi ve bu örgütler içindeki rolü bakımından da son derece önemli veriler olarak ortaya çıktı. Bunun da ötesinde partimiz, kendi örgütlenmesinin, çalışma tarzının yenilenmesi; yığınlarla ilişkileri bakımından da sorunları aşmak için önemli bir pozisyon elde etmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla seçimler; partimiz açısından, alınan oydan bağımsız olarak son derece önemli bir deneyim olmuştur. Bu deneyimin derslerinden öğrendiklerimizi hayata geçirdiğimiz ölçüde seçim bir deneyim olmakla kalmayıp; bir başarı haline de gelecektir.
3. Genel Kongremizin kararları bu dersleri başarıya dönüştürmenin kararları da olacaktır.

MGK’nın kıbrıs politikasının bir izdüşümü: Türk-iş’in kıbrıs raporu

Kıbrıs, bugüne kadar Türkiye için sadece bir dış politika değil, aynı zamanda önemli bir iç politika meselesi olagelmiştir. Kıbrıs konusunda yaşanan siyasal saflaşmaların, diğer temel konularda da benzerlikler göstermesi tesadüfi değildir. Kıbrıs sorununa yaklaşım konusunda şoven politikalar benimseyenler, Kürt sorunundan, temel demokratik haklara ve oradan MGK’nın varlığına kadar uzanan yelpazede de demokrasiye kapalı bir yaklaşımın savunucusu olmuşlardır.
Kıbrıs’la ilgili olarak, demokratik açılıma kapalı bir yaklaşıma sahip resmi politikanın, aynı zamanda bir MGK politikası olması, en temel meselelerde MGK’ya dayanan bir politika yapmayı alışkanlık haline getirenlerin Kıbrıs politikasını da aynılaştırmıştır. Ancak konu Kıbrıs olunca, bunun MGK’ya endeksli düşünmeyi de aşacak düzeyde bir “milliyetçi” şemsiye tarafından, birbirine zıt gibi görünen bir dizi siyasi çevreyi konu etrafında birbirine bağladığı vurgulanmalı.
Örneğin, bugün MGK ile birlikte, ona sağdan ve soldan bağlanan MHP ile İP gibi partilerin yanı sıra, kısa sayılabilecek bir süre önce iktidardan uzaklaştırılan Erbakan ve partisi de, Denktaşçı bir konumdadır. Ve diğer bir dizi meselede birbirine karşıt bir konumda bulunan Cumhuriyet gazetesi ile Milli Gazete de Kıbrıs konusunda aynı hatta birleşen bir konumdadırlar.

GELENEKSEL KIBRIS TEZİNİN TEMEL YAKLAŞIMI: TÜRKİYE’NİN ADADAKİ ÇIKARLARI, KIBRISLI TÜRKLERDEN DAHA DEĞERLİDİR
Bu siyasi yapı veya gazetelerin yöneticilerine, “Kıbrıs, Türkiye açısından neyi ifade eder?” diye sorsanız, herhalde alacağınız yanıt aşağıdaki gibi olacaktır:
“Kıbrıs, Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısından stratejik öneme sahiptir. Dışişleri Eski Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel’in ifadesiyle, ‘Kıbrıs Adası, bizim için üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşadığı için son derece önemli bir yerdir; ama üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşamıyor olsa da, Kıbrıs’ın Türkiye açısından yaşamsal bir önemi vardı ve yine vardır.
Kıbrıs’ta Türkiye’nin savunması ve güvenliği için tehdit içeren unsurların hâkim olması, Türkiye’nin geleceği açısından çok büyük tehlikeler yaratacaktır. Bakü-Ceyhan Boru Hattı ve Güneydoğu Anadolu Projesi sonrasında Kıbrıs’ın önemi daha da artmaktadır. Bu nedenle, Kıbrıs’ta dökülen şehit kanı ve Kıbrıs için yapılan harcamalar, Türkiye’nin geleceğinin savunulması demektir.”*
Yukarıda sayılan sağ ve sol şoven bütün güçlerin üzerinde birleşeceği bu tez, geleneksel Kıbrıs tezidir ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ın, çözüm konusunda ayak sürürken sırtını dayadığı güç de bundan başkası değildir. Ancak yukarıdaki alıntı, ne yukarıdaki partilerden birine ait, ne de yukarıda sözü edilen gazetelerin herhangi birinden alındı. Bu görüşler, Türkiye’nin en çok üyeli işçi konfederasyonu olan Türk-İş’e ait.
Bu alıntı, “TÜRK-İŞ VE KIBRIS DAVAMIZ” başlığını taşıyan ve Türk-İş Yönetim Kurulu tarafından Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun 9 Ocak 2003 tarihli toplantısında da sunulmuş olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’ndan yapıldı.
Bu rapor, bir işçi konfederasyonunun, bir emek örgütünün, bir ulusal soruna ya da herhangi bir demokrasi gündemine nasıl yaklaşmaması gerektiğinin ibretlik bir örneğini sunuyor. Bir işçi örgütü bir ulusal soruna nasıl yaklaşır diye sorulduğunda, verilecek yanıt, hiç tartışmasız olarak açıktır: “Bir işçi örgütü, her şeyden önce söz konusu ulusal sorunun yaşandığı ülkede, o ülke emekçilerinin, halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını tanır ve ona saygı gösterir.”
Ayrıca, konu bir de Kıbrıs gibi, Kıbrıslılara bırakılmayan (yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi, Türk-İş de, adada Türkler yaşamasa bile Türkiye’nin bu adayı bırakmaması gerektiği konusunda kararlı!) bir konu olunca, bu konuda gösterilecek tavır ayrı bir önem kazanıyor. Türkiye’de bir işçi örgütü, böyle bir soruna yaklaşırken elbette, sermaye politikacılarından ve şoven çevrelerden farklı davranarak, bu sorunun emekçileri şovenist politikalara yedeklemenin malzemesi olarak kullanılmasına karşı çıkmalıdır. Aksi taktirde, o da emekçilerin gözlerini bağlayarak onların gerçeği görmelerini engelleyen bir tutuma ortak olmuş olur ki, bir emekçi örgütü için herhalde bundan daha ciddi bir zaaf da olamaz. Ve Türk-İş’in Kıbrıs Raporu ile yapılan tam da budur. Raporu kaleme alanlar, bir metni okurken satır aralarını atlamayan dikkatli her okurun fark edeceği gibi, tarihi, mantık sınırlarını zorlayacak, dahası komik duruma düşecek kadar şovenist bir yorumla ele almışlardır.

ŞOVEN TARİH YAZIMININ GARABETİ
Rapordan yapılacak bazı alıntılarla birlikte bunu göstermeye çalışalım. Söz konusu raporun “KIBRIS ADASI’NDAKİ GELİŞMELER” başlığını taşıyan bölümü şöyle başlıyor:
“Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi. Osmanlı yönetimi, ilk aşamada birbirini tamamlayacak meslek gruplarından seçilen, 30 bin Anadolu Türkü’nü Kıbrıs Adası’na yerleştirdi. Kıbrıs, 1878 yılına kadar Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’ya karşı İngiltere’nin desteğini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’ye devretti. 1878 yılında adanın yönetiminin İngilizlere devri sırasında Türkler, ada nüfusunun yüzde 44’ünü oluşturuyorlardı ve arazilerin yüzde 50’sine sahiptiler.”
Böylelikle anlıyoruz ki, Kıbrıs üzerinde Türklerin hakkı (!) daha 16. yüzyılda başlıyor. Peki, antropologlara göre, 9000-10000 yıllık tarihe sahip bir ada olan Kıbrıs’ın ondan önceki tarihi ne olacak? Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda “Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi” denilirken, tıpkı konuya şoven perspektifle bakan bütün kaynaklarda olduğu gibi, işin bu yanı hiç önemsenmiyor. Eğer, o tarihte Osmanlı hâkimiyeti altına girdi ise, demek ki, ondan önce de orada başkaları yaşıyormuş ve Osmanlı gelip o tarihte orayı işgal etmiş. Ama, şoven tarih yazımı kendi işgallerini “hâkimiyet” olarak bir zafer edasıyla anlatmaya koşullandığı için, işgal ettiği her yere de babasının malı muamelesi yapıyor.
Bu cümleden birkaç satır sonra da başka bir garabet başlıyor. Osmanlı’nın, Rusya’ya karşı İngiltere’nin desteğini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’ın yönetimini 1878 yılında İngiltere’ye devrettiğini öğreniyoruz. Demek ki Kıbrıslı Türkler, daha Osmanlı’dan başlayarak bugüne kadar, aslında öyle iddia edildiği gibi, uğruna can verilecek “yavru vatan evlatları” olarak görülmemişlerdir. Osmanlı, İngiltere’nin desteğini sağlayabilmek için onların vatanını çok rahat bir biçimde İngilizlerin yönetimine devredebilmiştir. Bugün de süren bu anlayışın Türk-İş tarafından da onaylandığını, Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda yer alan şu ifadeler açıkça kanıtlıyor: “Dışişleri eski Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel’in ifadesiyle, ‘Kıbrıs Adası, bizim için üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşadığı için son derece önemli bir yerdir; ama üzerinde Kıbrıslı Türkler yaşamıyor olsa da, Kıbrıs’ın Türkiye açısından yaşamsal bir önemi vardı ve yine vardır.”
İşin bu noktaya varması elbette sadece basit bir “milliyetçilik” değil, pervasız bir yayılmacılık anlayışının da ürünü. O kadar pervasız ve kör bir yayılmacılık ki, yeri geldiğinde “Onlar benim soydaşım” diyor, işine öyle geldiğinde onları yaşadıkları toprak parçası ile birlikte bir başka emperyaliste kiralayabiliyor ve bunun adı da “devretmek” oluyor!
Kıbrıs’ın tarihini böyle bir anlayışla yazan bir raporda, adadaki işçilerin tarihi de, elbette bundan nasibini alacaktır ve alıyor da:
“Lozan Antlaşması sonrasında Kıbrıs Rumları Yunanistan’la birleşmeyi (enosis) yeniden gündeme getirdiler. Kıbrıs Türkleri de özellikle 1942 yılından itibaren, hem İngiliz sömürgeciliğine hem de Rumların Yunanistan’la birleşme isteklerine karşı mücadele etmeye başladılar. Kıbrıs Türk işçileri de bu mücadeleye katıldı. Amele Birliği adıyla bir örgütlenmeye gidildi. Bu örgüt 1943 yılında adını Yapıcı ve Amele Birliği olarak değiştirdi. 1945 yılında ise Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Teşkilatı kuruldu.”
Ancak, Kıbrıs’ın tarihine, o tarih içinde emek hareketinin şekillenişine ilişkin bugüne kadar yazılanlar, iyi ki Türk-İş’in bu raporundan ibaret değil. Bugüne kadar bu konuda resmi şablonlardan uzak durarak, tarih yazımının bilimsel kriterlerine özen gösteren kaynaklar da var. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Melek Fırat’ın aynı döneme ilişkin şu değerlendirmesi, adanın her iki tarafındaki şoven unsurlara eleştirel bir mesafede duran tutarlı bir özellik taşıyor:
“Kilisenin desteğiyle milliyetçi Rumlar, Kıbrıs İşçi Konfederasyonu’nu (SEK) kurarak işçiler arasındaki ilk bölünmeyi meydana getirdiler. Türkler arasında da çeşitli sendika kurma girişimleri yaşanmakla birlikte, en etkili hareket 1945’te kurulan Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Kurumu’ydu. Siyasal amaçlarını sıralarken enosise karşı mücadele etmeyi ve AKEL’in Türk işçiler arasındaki gizli faaliyetlerini etkisizleştirmeyi ön plana çıkaran bu örgüt, PTUK (Kıbrıs Sendikal Komitesi) ve AKEL’in genel grev gibi eylemlerine katılan Kıbrıslı Türkler üzerinde baskı kurarak, onların cemaatten dışlanmalarına neden olurken, Kıbrıslı Türkler arasında sol hareketin güçlenmesini de engelliyordu. Gerek AKEL’in zaman zaman taktik amaçlı programında enosise yer vermiş olması, gerekse Türk liderliğince örgütlenen Türk sendikaların AKEL ve PTUK üyesi Türkler üzerindeki baskıları ortak bir Kıbrıs sol hareketinin kurulmasını önledi. İngiliz yönetimine karşı mücadelede iki toplumu ortak bir paydada toplayabilecek tek hareket de böylece olanaksızlaştı.” (Türk Dış Politikası cilt 1, sayfa 595-596)
Böylesi bir perspektifin değil uzağında tamamen karşısında yer alan bir anlayışla yazılmış olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda, Kıbrıs’ta sendikal hareketin devamına ilişkin olarak da şunlar söyleniyor:
“Kıbrıs Türk işçileri 14 Aralık 1954 tarihinde TÜRK-SEN’i (Kıbrıs Türk İşçi Sendikaları Federasyonu) kurdular. TÜRK-SEN’in kuruluşunda Türk-İş’ten gelen ve köy köy dolaşarak işçilerin örgütlenmesine yardımcı olan bir heyetin büyük katkısı oldu.”

SINIFIN BÖLÜNMESİNE VERİLEN ONAY
İdeolojik bir tarih yazımının vazgeçemediği temel alışkanlıklardan birinin, olguları tamamen keyfi bir biçimde kullanmak olduğu bilinir. Kendisini “milli” bir davanın neferi sayan bir tarih yazıcısı, tarih yazımının gerektirdiği özeni daha baştan terk eder. Aktardığı tarihsel dönemi belirleyen faktörler ve olgular arasında ideolojik bir seçiş yapar. İşine gelmeyen olguları hiç olmamış gibi görmezden gelmeyi tercih eder. Ancak her ülkenin tarihi gibi, Kıbrıs’ın tarihi de kimseye ipotekli olmadığı için, belirli olguları görmeyerek tarihi çarpıtan yazarın bu çarpıtmaları, tarihin hafızasında onun peşinden gelir ve “Sen bir tarih çarpıtıcısından başka bir şey değilsin” diyerek yakasını bırakmaz.
Bu gerçek, Türk-İş’in Kıbrıs Raporu için de geçerli elbette.
Raporda, özellikle görülmeyen gerçek özetle şudur: Yukarıdaki alıntıdan da görüleceği üzere, Melek Fırat’ın da aktardığı gibi, aslında Türk ve Rum işçiler, dışarıdan yapılan müdahalelerle aralarına nifak sokulmadan önce, aynı sınıfın birer üyesi olarak birlikte davranıyorlar, sınıf çıkarlarını birlikte savunuyorlardı. Türk ve Rum işçiler, aynı sendikal çatı altında birlikte örgütlenmekteydiler. Ve işçiler arasında sosyalizm bile telaffuz edilmeye başlanmıştı. Hatta 1 Mayıs 1958’de yaptıkları bir yürüyüşle 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı birlikte kutlamışlardı.
Ancak gerek, 1945’te kurulan Kıbrıs Türk İşçileri Birlikleri, gerekse de Türk-İş’in raporunda “Benim desteğimle kuruldu” diyerek övündüğü TÜRK-SEN, bu açıdan sınıfın birliğini bölücü bir rol oynamışlardır. Rum faşistlerinin kontrgerilla faaliyetlerinin merkezi durumundaki EOKA’yla, ona karşı benzer bir amaçla kurulan ve kontra faaliyetleri açısından benzer bir eylem pratiği içinde olan TMT, bu bölünmeyi karşı cephelerden ama ortak katkılarla gerçekleştirmişlerdir. TÜRK-SEN de TMT’nin denetiminde kuruldu ve TMT yayınladığı bir bildiri ile Türklerin Rum işçilerle birlikte örgütlendikleri PTUK’tan istifa etmelerini, etmeyenlerin öldürüleceğini duyurdu. 22 Mayıs 1958’de de istifa etmeyen işçilerin vurulmasına başlandı. Arka arkaya üç işçi öldürüldü. Tüm bunlar, Ankara-Kıbrıs hattında, Özel Harp Dairesi kanalıyla ve bugünkü KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın liderlerinden biri olduğu TMT’nin icraatlarıdır. Ve Türk-İş’in raporunda bu bilgilerden hiçbirine yer verilmiyor ve sadece EOKA’nın katliamlarına değiniliyor. Çünkü, Türk-İş’in raporuna esas oluşturan anlayışa göre, “milli mesele” olan Kıbrıs, asıl olarak Türkiye’nin çıkarları açısından bir değer taşımaktadır ve eğer adadaki bir Türk işçi bu çıkarlarla tezat oluşturacak bir örgütlenme içindeyse, bunu hak etmiştir. Çok açık ki, iki tarafın faşist güçlerinin dışarıdan müdahalelerinden önce, Rum ve Türk işçilerin ortak bir örgütlenme etrafında hareket etmeleri ve birlikte sosyalizm mücadelesi vermeleri, İngiliz emperyalizmine karşı da ortak hareket etmeleri devrimci bir nitelik taşımaktadır ve eğer soruna “ulusal sorun” anlayışı üzerinden bakılacaksa, bundan daha onurlu bir vatan savunması da düşünülemez. Türk-İş’in raporundaki anlayış ise, “anavatan” merkezli kontra faaliyetlerin kurbanı olan, dolayısıyla sermayenin katlettiği Türk işçileri “kendi kayıbı” saymayacak kadar kör bir şovenizmden beslenmektedir.
Türk-İş raporundaki bu kör şovenizm adanın tarihinin sonraki dönemlerine dair tespitlerde de kendini göstermektedir. Kuzey Kıbrıs’ta, Türk işçi ve emekçileri, uzun bir aradan sonra ortak bir çatı altında bir araya getirmeyi başaran “Bu Memleket Bizim” platformu da, Türk-İş’in raporunun hedefi olmaktan kurtulamıyor. Raporda bu platform için şu değerlendirmeler yapılıyor:
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Türkiye ile ilişkiler konusunda iki ayrı kesim oluşmuştur.
Bunlardan biri, son aylarda Kıbrıs’ta meydana gelen Denktaş karşıtı gösterileri düzenleyen Bu Memleket Bizim Platformu’dur.
Bu Platform, 1995 yılında başlayan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Güney Kıbrıs’taki bazı sendikaları bir araya getiren ilişkilerden etkilenerek ve bu ilişkilerde yer alan bazı sendikaların önderliğinde 2000 yılında oluşturulmuştur.
Son yıllarda oluşturulan ve faaliyet gösteren ‘Bu Memleket Bizim’ Platformu, yayınladığı bildiride, temel görüşlerini aşağıdaki biçimde özetlemektedir:
‘Kıbrıs’ın kuzeyinde dağ gibi yığılan sorunların temeli siyasidir. Kıbrıs Türkü’nün kendi ülkesini yönetmesi engellenmektedir. Polisi ve askeri biz yönetmiyoruz. Merkez Bankası, Kıbrıs Türk Hava Yolları, Kıbrıs Türk Petrolleri gibi kurumlar bizim kontrolümüzde değildir. Bütün yatırımlar T.C. Lefkoşa Büyükelçiliği tarafından yürütülmektedir. Siyasi kararlar, Koordinasyon Kurulu’nda alınmaktadır.”
Türk-İş’in raporunda, bu platformun AB’yi destekleyen bir yaklaşım içinde olması da eleştiriliyor ve bu Türkiye’ye karşı bir tutum olarak değerlendiriliyor. AB’nin ada üzerindeki amaçları konusunda uzun tahlillere yer verilen raporda, Türk-İş’in yaklaşımını göstermek açısından da şu bilgiye yer veriliyor: “Türk-İş tarafından 25 Aralık 2002 günü Ekonomik ve Sosyal Konsey Toplantısı’nda, Başbakan Abdullah Gül’e verilen öncelikli talepler bildirgesinde Kıbrıs konusunda aşağıdaki değerlendirmeler yer almaktadır:
Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’ı üyeliğe alma kararına karşı çıkılırken, BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın önerisi temelinde sürdürülecek görüşmelerde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Kıbrıs Türklerinin ekonomik, toplumsal ve siyasal hakları güvence altına alınmalı, Türkiye’nin garantörlük haklarını kısıtlayacak ve Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atacak düzenlemelerden kaçınılmalıdır.”
Bu görüşün Genelkurmay’ın Kıbrıs politikasından zerre kadar bir farkı olmadığı, “kırmızı kitabın” Kıbrıs sayfalarındaki anlayışın da bundan daha farklı olmadığı bilinmektedir.
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyeceksiniz ama, Kıbrıs Türklerinin sizden önce AB’ye girmesine karşı çıkacaksınız. Buradaki çifte standardın temel kaynağının Kıbrıs’ın Rumların ağırlıkta olduğu bir çatı altında AB’ye üyeliğinin Yunanistan’ın elini güçlendirirken, Türkiye’nin AB üyeliğine taş koyabilecek olması olduğu da biliniyor. Yani aslında, Türk-İş’in raporunda açıkça ifade edildiği gibi, “Kıbrıs konusunda Türkiye’nin stratejik çıkarları adada yaşayan Kıbrıslı Türklerin çıkarlarından önce gelir” anlayışı burada da kendisini gösteriyor.
Ayrıca Türk-İş, gerçekten Türkiye açısından da Kıbrıs açısından da AB’ye üyeliğe karşı çıkan, onun emperyalist bir birlik olduğunun altını çizen bir anlayışa sahip olsa ve Kıbrıs’taki “Bu Memleket Bizim” Platformu’nu da bu noktadan eleştirip yol gösterme misyonu yüklense, bu elbette, bir sınıf örgütüne, bir işçi konfederasyonuna yakışabilecek bir tutum olurdu. Ama, Türk-İş’in tutumunun bununla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Böyle bir anlayışa tamamen karşı bir rapor var ortada. Ve bu anlayışın doğal uzantısı da, Denktaş’ı protesto eden ve Türkiye’nin adaya müdahalelerine karşı çıkan “Bu Memleket Bizim” Platformu’nun etkisini kırmak için 19 Mayıs 2001 tarihinde kurulan “Ulusal Halk Hareketi”ni desteklemek oluyor. Raporda bu oluşuma övgü niteliği taşıyan genişçe bir bölüm bulunuyor.
MGK’nın Kıbrıs politikasının bir izdüşümü olan Türk-İş’in Kıbrıs Raporu’nda üstü örtülen bir gerçek de, çoğu sendika olmak üzere toplam 42 örgütü bir araya getirmeyi başaran “Bu Memleket Bizim” Platformu içinde AB’ye karşı olanların da bulunuyor olması. Örneğin, Devlet Çalışanları Sendikası (Çağ-Sen) ile Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP) AB’ye karşılar, ancak Kuzey Kıbrıs’taki en geniş emekçi birliğini bir iktidar alternatifi haline getirebilmek için, bu eleştirilerini koruyarak, bu ortak çatı altında çaba gösterdiler. Bununla birlikte, Türk-İş’in söz konusu raporu yayınlandıktan sonra kurulan Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) içinde, onun çatısı altında yine bu iki örgüt bulunuyor. Amaçlarını açıklarken, Aralık 2003 seçimlerinde başarılı olarak, seçim sonrası barış yanlısı yeni bir görüşmeci heyet oluşturma hedefinden söz eden BDH de, AB’ci bir çözümü desteklediğini deklare etmiştir. Ancak tüm bunlar, ada gerçeğine dışarıdan ve sadece Ankara’nın stratejik çıkarları açısından bakanlar tarafından görülemeyecek kadar farklı nedenlere dayanmaktadır.
Adada şu anda çözüme yakın bir başka alternatifin olmayışı, adadaki AB karşıtı güçleri, bu sorunu yaşamın diğer önemli sorunlarıyla birlikte ele alma ve diğer tüm sorunların üzerine çıkararak çözümsüz bir noktada kilitlenmeme tercihine götürmüştür. Çünkü, onlarca yıldır dış müdahaleler girdabında yaşayan ve yerli nüfusun önemli bir çoğunluğu tarafından bu nedenle terk edilmiş olan Kuzey Kıbrıs’ta, emek, demokrasi ve barıştan yana olan örgütlerde, bu çözümsüzlüğün getirdiği noktada AB’ye bakışta bir sınıf kayması oluşmuştur. Ancak bu kayma, dışarıda durup üstten konuşarak doğrultulabilecek bir kayma da değildir. Yoksa KSP’nin sadece Ankara’nın müdahalelerine değil, Yunanistan’ın adaya yönelik tutumuna da, emperyalist İngiltere’nin adadaki varlığına karşı da, AB’ye karşı da net bir karşı duruşu olduğu bilinmektedir. Bu örgütlerin, Kuzey Kıbrıs nüfusunun dörtte birlik bir bölümünü harekete geçirebilen “Bu Memleket Bizim” Platformu içinde yer almaları da bu açıdan ilerici ve ilerletici bir nitelik taşımaktadır. Hayatın karmaşık ilişkilerinin dayattığı gerçeklerle yüzleşemediği için kendi kavanozundan çıkamayan “dezenfekte sınıf teorileri”nin devrimci bir nitelik taşıyamayacağı, devrimci bir politik platformun ancak hayatın canlı ilişkileri içinde ve onun zorluklarına çözüm arama cesareti göstererek inşa edilebileceği de bir gerçektir.
Ancak Türk-İş’in raporunu kaleme alanların zaten böyle dertleri olmadığı için, onlar işin bu kısımlarıyla hiç ilgilenmemişler.

BİR İŞÇİ KONFEDERASYONUNA YAKIŞAN
Oysa, Türkiye’deki bir işçi konfederasyonuna yakışan -ki Türk-İş, Türkiye’nin en çok üyeli işçi konfederasyonu olarak, bu açıdan daha fazla sorumluluk altındadır- hem adadaki işçi ve emekçilerin iradelerine saygı gösteren, hem de Türkiyeli işçi ve emekçilerin demokrasi ve barış mücadelelerine güç veren bir rapora imza atmasıdır. Bu da, öncelikle, Türkiye de dahil olmak üzere, adadaki tüm dış varlığa karşı, adadaki emekçilerin kendi kaderlerini özgürce tayin edebilme haklarına sahip çıkmaktan geçer. Türkiyeli işçileri çatısında toplayan bir işçi konfederasyonunun böyle bir bakışa sahip olması, sadece Kıbrıs’ta yaşayan işçi ve emekçiler açısından değil, Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçiler açısından da ön açıcı bir nitelik taşıyacaktır. Çünkü Kıbrıs, Türkiye açısından sadece bir dış politika meselesi değil, Türkiye iktidarları ve siyasi odakları tarafından sık sık, işçi ve emekçilerin gözlerini bağlamak, onları kendi sınıf çıkarlarından uzaklaştırarak sisteme yedeklemek için kullanılan bir meseledir. Böylesi bir meselede, Türkiye iktidarını demokratik tavır almaya zorlayan bir Türk-İş, sadece Kıbrıs’taki işçi ve emekçilere büyük bir katkı yapmış olmakla kalmaz, Türkiye’nin demokratikleşme sorunları açısından da iktidara hükmeden güçleri, demokratik bir tutum almaya zorlamış olur. Keza, bu yazının giriş bölümünde de dile getirildiği gibi, Kıbrıs, Türkiye açısından, Kürt sorunu başta olmak üzere diğer temel demokratikleşme sorunlarıyla zincirleme olarak bağlıdır. İktidara hükmeden sınıf ve güçler, bugün ya bu sorunların tümüne demokratik bir açılım gösterme ya da hepsini birden kilitleme seçenekleri ile yüzyüzedirler. Ve şu ana kadar görünen odur ki, bugün iktidara hükmeden güçler, bu sorunların tümünde açılıma kapalı bir noktada direnmekte, hepsi karşısında ortak bir karşı tavır göstermektedir.
Bir işçi konfederasyonuna yakışan da, bu kilidi açmak yönünde irade ortaya koyma, üyelerini bu yönde doğru bilinçlendirme ve çözümün önünde engel oluşturan gerici egemen güçleri geriletecek bir tutumu benimsemektir.

kutu

KSP’NİN PROGRAMI’NDAN

Yazımızda atıf yaptığımız ve 26 Eylül 2002 tarihinde kurulmuş olan Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP)’nin programı hakkında fikir vermesi bakımından, KSP Programı’nda yer alan bazı bölümleri aktarmayı gerekli gördük.

ASGARİ PROGRAMIMIZ
Çözüm: Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti
Bir yandan büyük emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının, diğer yandan bölgesel ve yerel burjuvaların çıkar çatışmalarının küçücük bir adada iç içe geçmesi şartlarında, burjuvazinin hâkimiyeti ve bu hâkimiyet üzerinden büyük ve bölgesel güçlerin çıkarlarının adamızda korunması siyaseti sürdüğü müddetçe Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkinin barışçıl ve dayanışmacı bir örgütlenişi imkânsızdır. Kıbrıs sorununun çözümü imkânsızdır.
Dolayısı ile KIBRIS SOSYALİST PARTİSİ Programı, tüm Kıbrıs’ta yerel burjuvazinin yenilgiye uğratılması, emperyalizmin zincirinin Kıbrıs’ta kırılmasını Kıbrıs sorununun çözümü için şart görür ve buna uygun olarak aşağıdaki programı tüm Kıbrıs’ta hayata geçirecek bir hükümet kurulmadan Kıbrıs sorununun çözülmeyeceğinden hareket eder.

Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti Programı (Asgari Program)
A. Siyasi Alanda
1. Kıbrıs’ta tüm yabancı güçlerin, Kıbrıs üzerinde mevcut tüm hak ve iddialarının reddi.
2. Kıbrıs üzerinde hak iddia eden emperyalist güçlerle işbirliği yapıp Kıbrıs’ın Rum ve Türk işçi ve halkına ihanet eden tüm büyük burjuvaların mallarının karşılıksız olarak devletleştirilmesi.
3. Kilise ve vakıf dahil, büyük toprak sahiplerinin topraklarının ve bu topraklar üzerindeki ev vb. taşınmazların karşılıksız olarak devletleştirilmesi. Boşaltılacak olan İngiliz, Türk ve Yunan askeri üs alanlarının ve bunlar üzerindeki taşınmazların devletleştirilmesi. Tüm bu toprak ve taşınmazların zorunlu göçler ve katliamlar nedeniyle mülksüzleştirilmiş Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk, Kıbrıs halkının tüm kesimlerine ve topraksız köylülere ve evsiz işçi ve memurlara dağıtılması.
4. Her iki milliyetten Kıbrıs halkının ulusal haklarının güvence altına alınması. Kıbrıslı Rumlar ve Türkler ve diğer azınlıklar arasındaki milli ve dini düşmanlığı körükleyen tüm örgüt faaliyetlerinin yasaklanması.
5. Anti-emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti’ni iktidara getiren ve bu iktidarı koruyan esas güç olarak işçi ve emekçi kesimlerin yaşam şartlarının iyileştirilmesi için gerekli tüm tedbirlerin alınması.
6. Kıbrıs işçi sınıfı saflarında milli-dini ayrılıklara dayalı örgütler kurulmasının, işçi sınıfının örgütlerinin milli-dini temellerde bölünmesinin yasaklanması.
7. Bu programın zaferi için çalışan tüm yabancı ve kaçak işçilerin zaferden sonra oluşturulacak yeni Kıbrıs’ta vatandaş olma hakkının verilmesi.
8. Bu programa uygun olarak yerleşim, dolaşım ve mülkiyet özgürlüğünün sağlanması.

İŞÇİ SINIFININ BİRLİĞİ
Kıbrıs işçi sınıfının bugünkü mevcut şartlardaki çıkarları, Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve bütünlüğünü savunmaktan ve sağlamaktan geçer. Kıbrıs işçi sınıfının çıkarlarının savunulması Kıbrıs’ın ve Kıbrıs işçi sınıfının milli ve dini temellerde bölünmesine son vermekten geçer.
Kıbrıs’ın bütünlüğünün ve bağımsızlığının sağlanması, ancak ve ancak Kıbrıs’ın işçi sınıfı örgütlerinin milli temeldeki bölünmüşlüğüne son vermekten, bir tek Kıbrıs, bir tek işçi sınıfı ilkesi temelinde, milli temellerde örgütlenmeyi reddeden, Kıbrıs çapında birleşik örgütler yaratmaktan geçer.
Kıbrıs’taki tüm işçi sınıfı parti ve sendikalarını birleşik parti ve sendikalar kurmaya çağırıyoruz.
Bu çağrıya uygun hareket etmeyenlerin işçi sınıfı saflarında burjuva milliyetçiliği yaydıkları ve dolayısıyla da Kıbrıs’ın milli temelde bölünmüşlüğüne karşı savaşı reddettikleri açıktır. Bu çağrıyı reddedenlerin sosyalizm adına konuştukları oranda bunların sosyal şovenler oldukları da açıktır.
Bu çerçevede, Kıbrıs’taki tüm işçi sendikalarını, işçilerin işkollarının, iş kanunlarının ve ücretlerin tüm Kıbrıs çapında eşitlenmesi için işbaşı yapmaya çağırıyoruz. Bu kampanya, Kıbrıslı Türk işçilere kıyasla daha iyi konumlarda duran Kıbrıslı Rum işçilerin konumlarını zayıflatmak sonucuna yol açmamalıdır. Kıbrıslı Türk işçilerin konumu hiç de sanıldığı kadar iyi, hele hele mükemmel değildir. Yukarıda bahsi edilen kampanya, Kıbrıslı Rum işçilerin durumlarını iyileştirme kampanyasını durdurarak değil, onların konumlarını iyileştirmek kampanyası ile birlikte yürütülmek zorundadır.
Tüm Kıbrıs’ta eşit işe, eşit ücret!
Tüm Kıbrıs’ta aynı iş yasaları!
Tüm Kıbrıs’ta aynı iş koşulları!
Ayrıca, işçi sendikaları ve partileri dışındaki tüm sendikaları, gençlik örgütlerini ve tüm demokratik, yurtsever örgütleri yukarıdaki tek Kıbrıs, tek örgüt prensibine uygun olarak hareket etmeye ve böylece şovenizme ve Kıbrıs’ın milli temellerde bölünmüşlüğüne darbe üstüne darbe vurmaya çağırıyoruz.
Bu meyanda yurtdışında bulunan tüm Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk demokrat ve yurtsever örgütleri de, bulundukları ülkelerde her alanda işbirliği yaparak ve birlikte çalışarak bu milli bölünmüşlüğe son vermeye çağırıyoruz.

DERHAL SINIRSIZ DOLAŞIM ÖZGÜRLÜĞÜ VE KARŞILIKLI ZİYARET HAKKI!
Partimiz, Kıbrıs işçi sınıfının yakınlaşmasını sağlamak için barış anlaşması gerçekleşene kadar beklemek gerektiğine inanmamaktadır. Her ne kadar, Güney’in ve Kuzey’in savaş kışkırtıcısı burjuva yöneticileri, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bencil çıkarlarını bir türlü uzlaştırıp anlaşamamakta ve savaş hazırlıkları yapmakta iseler de, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bir anlaşmaya varmadan da, halkımızın dolaşım özgürlüğü ve karşılıklı ziyaret hakkını yerine getirebilirler.

Üniversiteler, AKP ve YÖK tartışmaları

AKP’nin iktidarıyla birlikte tartışmaya açılan konuların başında üniversiteler gelmiştir. AKP’nin bu yaklaşımı, bazı kesimler tarafından, “Türkiye’nin bunca sorunu varken neden öncelikli olarak üniversiteler ele alınıyor?” şeklinde değerlendirilmektedir. Oysa, üniversiteler toplumun şekillenmesinde önemli rol oynayan öncü kurumlardır. Bu nedenle de, toplumsal sorunların çözümü için ya da toplumsal düzende önemli değişimlerin gerçekleştirilmesi amaçlandığında, üniversitelerin öncelikle ele alınması son derece doğaldır. Hatırlanacağı üzere, 12 Eylül rejimi de üniversiteleri, siyasi partiler ve sendikalarla birlikte öncelikleri arasına almış ve ortadan kaldırmak istediği düzeni buralardan başlayarak kontrol altına almayı hedeflemiştir. Bu doğrultuda da getirmek istediği düzeni üniversitelerden başlayarak yerleştirmeye çalışmıştır. YÖK düzeni de zaten bu düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
YÖK’ün kurulduğu 6 Kasım 1981 tarihinden bu yana iktidara gelen hemen hiçbir hükümet (buna büyük ölçüde bugünkü AKP kadrolarının da içinde yer aldığı REFAHYOL hükümeti de dahildir) üniversiteleri AKP iktidarı kadar geniş kapsamlı olarak gündemine almamıştır. Bunda en önemli etken, YÖK’ün kendisine verilen görevi eksiksiz olarak yerine getirmesi ve üniversiteleri hükümetlerin gündemine almasına ihtiyaç bırakmamasıdır.
Bu noktada, YÖK’ün yaklaşık yirmi yıl süresince üniversiteleri, hükümetlerin gündemine dahi alma gereğini bırakmayacak kadar başarılı olarak yerine getirdiği görevin ne olduğunun sorgulanması yerinde olacaktır. Bu bağlamda, YÖK’ün 12 Eylül’ün bir ürünü olarak, “otoriter, milliyetçi bir yaklaşımı üniversitelerde etkin kılmayı amaçladığı” şeklinde bir yaklaşım, eksik, hatta bunun da ötesinde önemli yanılsama içeren, dar görüşlü bir bakış açısını yansıtacaktır. YÖK’ün işlevini daha geniş bir çerçeve içerisinde, bütünlüklü olarak değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda da öncelikle, 12 Eylül’ün hangi ideolojinin ürünü olduğunu iyi algılamakta yarar vardır.

YÖK: NEOLİBELARİZMİN ÜNİVERSİTELERDEKİ AYAĞI
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, 1960’ların sonları 1970’lerin başlarında ortaya çıkan kapitalist sistemin krizi karşısında, sosyal devleti ortadan kaldıran, emeğin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmaya yönelen yeni liberal akımın, Türkiye’de uygulanabilirliğini sağlamaya yönelik politikaların bir gereği olarak gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül, uluslararası sermaye ve onun işbirlikçisi olan ulusal sermayenin gereksinimleri doğrultusunda emekçi sınıfa büyük bir darbe vurmuştur ve bunun etkileri aradan geçen 22 yılı aşkın sürede hâlâ bütün ağırlığı ile hissedilmektedir. 
YÖK’ü sadece 12 Eylül’ün ürünü bir kurul olarak görmemek gereklidir. YÖK, aynı zamanda üniversitelerin yeni liberal politikalara uyumlu hale getirilmesini de amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda YÖK, 21 yıllık süre içerisinde amacına büyük ölçüde ulaşmıştır. Bu bağlamda, üniversiteler öncelikle, özgür düşünen, toplum için bilim üreten ve sunan bilim insanlarından arındırılmış, daha sonra da militarist bir düzenin hakim olduğu kışlalar haline dönüştürülmüştür. Böylece üniversiteler, öğretim elemanı ve öğrencilerin tartışmaktan, fikir üretmekten ve açıklamaktan korktukları, soğuk, ruhsuz binalar haline dönüşmüştür.
Yeni liberalizm, YÖK düzeni içerisinde üniversiteleri, toplumun gelişmesi için düşünce üreten kurumlar olmaktan uzaklaştırdığı gibi sermayenin hizmetinde faaliyet gösteren kurumlar haline de dönüştürmeye çalışmıştır. Bu amaçla, üniversitelere ayrılan kaynaklar kısılmış, öğretim elemanı ücretleri reel olarak her geçen yıl azaltılmıştır. Bunun sonucu olarak da üniversiteler, bir taraftan sermayeye proje üreterek, diğer taraftan ise harçlar aracılığı ile öğrencilerin üzerinden gelir sağlamaya çalışarak faaliyetlerini sürdüren kurumlar haline gelmiştir. Öğretim elemanlarının önemli bir bölümü ise, toplum için bilgi üretmek ve sunmak için kullanmaları gereken zamanı ya özel üniversiteler ve şirketlerde danışmanlık vs. şekillerde sermayenin hizmetine sunmuşlar ya da ikinci öğretim, tezsiz yüksek lisans, yaz okulları, ek ders gibi gelir arttırıcı olan ama bilimsel katkı sağlamayan faaliyetlere ayırmak durumunda kalmışlardır. Böylece, üniversiteler toplum için değil sermaye için faaliyet gösteren ticari kurumlar haline dönüşmüştür.
Üniversitelerin, 22 yıldır karşı karşıya olduğu idari, mali ve siyasi baskılar sonrasında içinde bulunduğu durum karşısında bugün, iktidara gelen bir hükümet, üniversiteleri yeniden yapılandıracağını ve üniversitelere idari, akademik özerklik vereceğini söyleyerek üniversiteler üzerine bir tartışmanın başlamasına neden olmuştur. Aslında üniversiteler üzerine tartışmalar, 12 Eylül’den bu yana, yani YÖK’ün kurulmasının da öncesinden beri süregelmektedir. Ancak, özgür, demokratik üniversite talebi ile bu tartışmayı yürütenler, daima en sert biçimde bastırılmış, susturulmuştur. Bugün tartışmaların ilginç olan noktası, büyük bir meclis çoğunluğuna sahip olan hükümetin, tartışmanın tarafı olmasıdır. 

AKP’NİN NİYETİ NEDİR?
Hükümetin sahibi olan AKP ile üniversitelerin yönetimini elinde bulunduran YÖK arasındaki bu tartışmayı değerlendirebilmek için tarafların niyetlerinin iyi analiz edilmesi gerekmektedir. YÖK’ün kuruluş amacını da oluşturan öncelikli hedefi, yukarıda da belirtilmeye çalışıldığı gibi, yeni liberal politikalar doğrultusunda üniversitelerin ticarileştirilerek sermayenin hizmetine açılması ve sermaye için bilgi üreten kurumlar haline gelmesidir. Tartışmanın diğer tarafı AKP’nin ise gerek seçim bildirgesi, gerekse iktidarı elde ettikten sonra ortaya koyduğu acil eylem planı ve hükümet programı bütün olarak ele alındığında, YÖK’ün temel yönlendiricisi olan yeni liberal politikalar ile doğrudan bir paralellik içerisinde olduğu görülmektedir. Bu bağlamda AKP’nin ekonomi politikası, bütünüyle kapitalizmin temel kurumları olan IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmesine bırakılmıştır. Kapitalist sistemin küresel düzeyde biçimlenmesini ve yönetilmesini sağlayan Dünya Ticaret Örgütü’nün öngördüğü tüm koşulların sağlanabilmesine yönelik politikalar, AKP’nin tüm plan ve programlarında mevcuttur (özelleştirme, kamu personel rejimi, çalışma yaşamının esnekleşmesi vs.). Yine bu partinin seçim programında üniversitelerin ticarileşmesinin temel dayanağı olan sanayi-üniversite işbirliği de yer almaktadır. Diğer bir deyişle AKP, üniversitelerin sermayenin hizmetinde, ticarethaneye dönüşmesini öngören politikaları tümüyle kabul etmekte ve bu yöndeki politikaları sürdüreceğini açıkça ifade etmektedir.
AKP, gerek seçim sürecinde, gerekse iktidara geldikten sonra kendisini topluma tanıttığı ve önümüzdeki dönemdeki icraatını ortaya koyan tüm belgelerinde ve parti yetkilerinin söylemlerinde, YÖK’ün üniversitelerde gelişmesi ve yerleşmesi için çabaladığı yeni liberal politikalar konusunda bütünüyle ortak bir anlayış içinde olduğunu ortaya koymaktadır. O halde AKP ile YÖK yönetimini karşı karşıya getiren nedenler nelerdir?
AKP ile YÖK yönetimini karşı karşıya getiren nedenlerin büyük ölçüde 28 Şubat süreci içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira, 28 Şubat’a kadar YÖK’ün işlevi yukarıda da değindiğimiz gibi kapitalist sistemin gereklerini üniversiteye taşımak boyutu içerisinde biçimlenmiştir. Bu süreçte, devlet kurumları içerisinde laik-anti laik tartışması yaşanmamış, Atatürkçülük görüntüsü altında bir taraftan yeni liberal politikalar, yani ticarileşme gerçekleştirilmiş, diğer taraftan da Türk-İslam sentezi’ni savunan düşünce, mevcut iktidarların da desteği ile her alanda olduğu gibi üniversitelerde de alabildiğine kadrolaşmıştır. Ancak, Refah Partisi – Doğru Yol Partisi koalisyonunun hükümette bulunduğu süreçte, bir taraftan anti laik kadrolaşma ve söylemlerin çarpıcı bir biçimde ortaya çıkması, diğer taraftan ise islami sermaye olarak tanımlanan kesimin, İstanbul sermayesi olarak tanımlanan büyük sermayenin kâr alanlarına müdahale etmesi laik-anti laik çatışması olarak gösterilmiş ve 28 Şubat süreci yaşanmıştır. 28 Şubat sürecinde YÖK’e yeni liberalizmin öngördüğü görevler dışında, laikliği üniversitelerde savunmak görevi de verilmiştir.

KADROLAŞMA AMACI
Bu görev doğrultusunda YÖK, üniversitelerdeki İslami yapılanmayı bir ölçüde de olsa ortadan kaldırmak amacıyla bir çok öğretim elemanının görevine son vermiş, bu yapı içerisinde yurt dışına eğitim için gönderilen kadroları geri çağırmıştır. Bu süreçte YÖK, siyasi iktidardan tamamen ayrışmış, YÖK başkanı, hükümet üyeleri ile ve hatta bazı zamanlarda doğrudan bağlı olduğu Cumhurbaşkanı ile dahi tartışma içerisine girebilecek kadar özellikli bir konuma gelmiştir (2000 yılı Temmuz ayında bazı üniversitelerin rektör atamalarında yaşanan tartışmalar buna örnektir).
AKP, iktidarının hemen başında üniversiteleri ve özellikle de YÖK’ü gündeme almasındaki temel neden, YÖK’ün 28 Şubat’tan bu yana gelen misyonudur. Diğer bir değişle AKP, 28 Şubat süreci içerisinde üniversitelerde kaybetmiş olduğu kadrolarını tekrar ele geçirerek 28 Şubat’ın rövanşını almaya çalışmaktadır. Böylece uygulamak durumunda olduğu IMF politikaları nedeni ile kendisini iktidara getiren seçmenlere vaadettiği yaşam koşullarını sağlayamayan AKP, üniversiteler üzerinden seçmenine iktidar olduğunu ispat etmeye çalışmaktadır.
Özetle, AKP’nin YÖK ve üniversitelere yönelik söylemi, yıllardır özerk demokratik üniversite özleminde olan kesimlerin bu özlemlerini gidermekten çok uzaktadır. AKP tarafından başlatılan tartışma, esas olarak, AKP ile YÖK yönetimi ve onu destekleyen çevrelerin üniversiteler üzerinden gerçekleştirdiği bir iktidar mücadelesidir. Bu bağlamda, toplumun bu tartışmanın içerinde hiçbir yeri yoktur ve sonucu ne olursa olsun bu tartışma sermaye dışı toplum kesimleri için herhangi bir fayda getirmeyecektir.

Bağımsız kadın örgütlenmesi

1921 yılında, Komünist Enternasyonel’in 3.Kongresi’nde yapılmış şu tespit bugün de geçerliliğini korumaktadır: “Hareketin içine çekilmemiş kadın kitleleri, kayıtsız-koşulsuz, sermayenin bir dayanağını ve karşı devrimci propagandanın bir nesnesini oluştururlar.”
Günümüz Türkiye’sinde de örgütsüz milyonlarca kadın sınıf hareketinin ve toplumsal hareketin dışındadır ve dışında kaldığı sürece kapitalist sistemin kendini yeniden üretmesinin,sosyal, siyasal, ekonomik ilişkileri tüm kurumlarıyla yeniden yapılandırmasının dayanağı olmaktadır. Bu önemli gücün sisteme yedeklenerek, örgütlenip sınıf hareketine katılması engellenerek de sömürü ve baskı düzeninin sürmesi sağlanmaktadır.
Burjuva ideolojik propagandaya ve aldatmacaya en açık kesim olan kadınları bu durumdan çıkarmak, bilinçlendirmek, örgütlemek ve sınıf hareketine yedeklemek görevi bugün sınıfın devrimci partisinin omuzlarındadır.

NEDEN KADINLAR İÇERİSİNDE ÖZEL BİR ÇALIŞMA VE ÖRGÜTLENME?
1. Sermaye, kendisi için tehlike potansiyeli taşıdığını gördüğü her kesime karşı amansız bir baskının ve onları düzene yeniden kazanmanın her gün yeni araçlarını üretiyor. Yasaları, kurumları ve bütün toplumsal ilişkileriyle, kadın için ayrı, erkek için ayrı ahlak anlayışıyla, cinsler arası eşitsizliği, kadının daha çok ezilmesi, aşağılanması ve hak yoksunluğu temelinde pompalıyor. İkinci sınıf olma koşullanması, ev köleliği kalıcılaştırılmaya çalışılırken, kadını da işyeri, mutfak, çocuk bakımı kısır döngüsüne hapsediyor. Kadının uykuya ayırdığının dışındaki tüm zamanı, kendisi için olmayan işlerle, sadece yaşamını sürdürmeye yeten bir ücret karşılığında ve yaşamını sürdürebilmek için geçiyor. Bu nedenle, işçi ve emekçi kadınlar kendilerini sorgulama, durumlarının nedenini araştırma, düzene başkaldırma bilinç ve eğilimi konusunda geri ve ağır bir seyir izlediler. Erkek egemen toplumsal değerler ve emperyalist-burjuva kültürün saldırısı altında kişiliksizleştirme, bu geri kalmışlığı perçinledi. İşte bu yüzden işçi, emekçi ve ev emekçisi kadınların, onları ekonomik, toplumsal ilişki ve kurumlarıyla köleleştiren, hem erkekle eşitsiz hem de sömürünün devamının aracısı kılan düzene karşı mücadeleye katılmaları, özel bir çalışma ve örgüt gerektirir. Onları düzene karşı mücadeleye çekmenin de bir aracı olacak bağımsız kadın hareketini yaratmak, ancak kadınların sorunlarına özel ilgi, çalışmalarına teşvik ve bağımsız bir örgüt içinde yaşayacakları eğitim ve deneyimle mümkün olacak.
2. Burjuvazinin ideolojik saldırısına en açık kesim olan kadınlar, bir de ahlaki, geleneksel, dinsel önyargı ve etkileri kıracak sınıf bilincine sahip olamadığında, bu etkilenmeyi en çok yayacak, yaşamda somutlaşmasına neden olacak kesimdir. Hakları için mücadeleye girişen kocasının, çocuklarının önüne engel olarak dikilen, mücadelenin gereksizliği yaygarasına en çabuk kanan kadınların kimi eylem ve etkinliklere katılmaları -düzenli ve devrimci bir örgütlenme faaliyeti olmadığı sürece- bu durumlarını değiştirmez.. Kadın kitlelerinin, emek hareketi, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi, sosyalizm konusunda onların ideolojik etkilenmelerini kıracak politik bir eğitime ve pratik deneyime çok daha fazla ihtiyacı vardır ve bu, ancak özel bir çaba ve yöntemlerin uygulandığı alanlarda sağlanır.
3. Kadın kitlelerinin örgütlenmesinde diğer kesimlere oranla daha fazla engelle karşılaşırız. Bu, hem daha önce saydığımız toplumsal yapı ve kadının eğitimsizliğinin bir sonucudur, hem de feodal gelenek ve göreneklerin, gerici alışkanlıkların devlet ve hükümetlerce rağbet ve destek görmesinin bir sonucudur. “Politika sadece erkeklere mahsustur” yargısı, belki de en “bilinçli” dediğimiz kesimlerin dahi tutum ve davranışlarına sinmiştir, ve kurtulmaları için, kadınların özel ve büyük bir çabasını gerektiren bu olgunun yıkılması için de kadınlar özel eğitilmeli ve örgütlenmelidir.
4. Diğer yandan işçi, kamu emekçisi, ev kadınları ve Kürt kadınlarının -sunumlarda da ortaya konulan- sorunları ve talepleri, henüz emek hareketinin, sınıfın bir talebi olarak gündeme gelmiyor. Nedenlerini;
a. Bunların kadının asli ve özel işi olarak görülmesi,
b. Sermaye egemenliğinin emekçiler üzerindeki etkinliği ve bunun karşısında sınıf hareketinin zayıflığı, sendikal bürokrasinin etkisi,
c. Proleter bir kadın hareketi geleneğinin olmaması
olarak özetleyebileceğimiz bu durumun değişmesinin tek yolu, kadının önce kendi sorunlarını  sahiplenmesi ve bu talepler etrafında örgütlenmesidir. Bu sorunların hem işçi-emekçi kadınların güncel sorunları olarak, hem de sınıfın ve toplumsal hareketin sorunları olarak ele alınması ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Bağımsız kadın hareketi ve örgütü olmadan, kadınların kitleler halinde devrim ve sosyalizme bağlanması, kurtuluşuna açılan kapıdan adım atması pek olanaklı görünmüyor.

KADIN ÖRGÜTLENMESİNİN BAĞIMSIZLIĞI NE ANLAMA GELİYOR?
Öncelikle belirtelim; kadın hareketinin bağımsızlığı, bağımsız kadın örgütlenmesi, ‘kadıncı’ bir anlayışla örgütlenme ve mücadele etmek değil. Sadece kadın haklarıyla uğraşan bir örgüt değil! Erkek egemenliğine karşı sınıf bakışından yoksun bir mücadele hiç değil!
Kadın sorunu, nüfusun kadın kesimini kucaklayarak ortaya çıkmasına karşın, gerçekte işçi ve emekçi sınıfların kadın kesimlerini ezen, boğan bir eşitsizlik olarak gerçekleşir. Yönetici sınıflar, kendi sınıfından  kadın kesimlerini aşağılayarak da olsa giderek daha fazla yanına alırken, emekçi kadın kesimlerini, emekçi sınıftan erkek kesimlerinin yanına daha açık bir biçimde itmiştir. Toplumun yarısını oluşturan kadın cinsinin bütününün sorunu, emekçi kadının sorunu haline gelmiştir. Dolayısıyla da, bağımsız kadın hareketinin öznesi, emekçi kadınlar olacaktır. Bu işin bir yönü.
Temel olgu ise şudur; kadının eşitliğinin ve özgürlüğünün önündeki engel erkek cinsi değil, kapitalist özel mülkiyete dayalı düzen ve yeniden ürettiği ilişkiler bütünüdür. O halde, bağımsız kadın hareketi, tek başına erkek egemenliğine karşı bir hareket değil, onu köleleştiren düzene karşı, aynı şekilde, onu düzene bağlayan tüm ezici ve gerici bağlara karşı bir mücadele olacaktır. İşte kadın örgütlenmesinin “bağımsızlığı” da bu bağlardan, düzenin tüm gerici kurum ve ilişkilerinden, sermayeden bağımsızlık anlamını taşımaktadır.
Kadının bağımsız mücadelesi, sınıf çıkarlarından, sınıf mücadelesinden ve  kadının üretimdeki yerinden bağımsız ele alınamaz. Tam tersine, işçi ve emekçi kadın kitlelerinin kendi alanlarındaki; mesleki-sendikal, kültürel, dayanışma örgütlerine dayanacaktır.

NASIL BİR BAĞIMSIZ KADIN HAREKETİ VE ÖRGÜTLENMESİ
1. Bağımsız kadın örgütlenmesinin platformu ve eyleminin çıkış noktasını, kadın cinsinin hak eşitliği ve ezilen cins olma ile bağlı emekçi kadın sorunları oluşturur. Ancak, bağımsız kadın örgütü, kadın hakçılığıyla yetinmemeli, anti-emperyalist demokratik bir nitelik taşımalıdır. Bu platform, günlük akışı içinde, kadın çalışmasının ve emekçi kadınların her günkü eyleminin yönünü çizen ve somut görevlerini veren bir platform olmalıdır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, kadının “kadın” olarak sömürülüşü sınıfsal bir karakter taşıdığı için, ona karşı mücadele de, cinsel eşitsizliği sınıfsal eşitsizlikle bütünleştiren düzene yönelmek zorundadır. Bu açıdan, kadına özgü veya yerel sorunları, iktidarı kazanma perspektifi ve hedefiyle ele alıp sınıfın talepleriyle, özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle birleştirmeliyiz. Bu çalışma tarzı, istikrar ve sürekliliğin garantisi olacaktır. Örneğin; bir emekçi mahallesinde sağlık ocağı kurma talebiyle başlattığımız çalışmanın ajitasyonu ve propogandasının içeriğinde devletin ve hükümetlerin sağlık politikaları, kapitalizmin teşhiri ve sosyalizmde sağlık konuları yer almalıdır. Kadınlar, bir yandan bugünkü yaşam koşullarının düzelmesi için girişkenlikle mücadeleye katılırken, diğer yandan sorunlarının asıl çözümünün emekçilerle birleşmek ve iktidarı ele geçirmekte olduğunun bilincine varmalıdır. Böyle bir çalışma ve bu talep üzerinden, kadınların, kadın evleri, dayanışma derneklerinde örgütlenmesi, bu mahalleye sağlık ocağı açıldığında kadınların geriye çekilmesini ve faaliyetin aksamasını engelleyecektir.
2. Bağımsız kadın örgütleri, emekçi kadınlara dayanmalı, düzenle çelişmesi olan tüm sınıf ve tabakalardan kadınları kucaklamalıdır. “Devrimcilerin” veya “partili kadınların” toplamı asla olmamalıdır. Nesnel bakımdan düzene muhalif olan Marksist kadın çevrelerinden feministlere kadar bütün kadın çevreleri, bağımsız kadın örgütlenmesinin alanı içinde olabilir. Bu çevreler, kadın hakçılığı ve salt erkek egemen ideolojiye karşı mücadelenin kadını bağımlılıktan kurtaramayacağı, kadın kitlelerini eşit ve özgür kılamayacağını mücadele deneyleri içinde görecek ve düzene karşı yönelebileceklerdir. Ancak Türkiye’de kadın örgütü denildiğinde, bu örgüte bütün devrimci, “Marksist”, feminist kadınların mutlak katılmaları; bu örgütleri kendi, daha çok da kendi “devrimci örgütlerinin paravanı” haline getirerek kitlelerden kopmaları ve yıkıma sürüklenmelerinin bir gelenek olduğu unutulmamalı, bu yaklaşım ve girişimlere karşı uyanık olunmalıdır.
3. İstikrar, iktidar perspektifi, ileri kadınları partiye kazanma, anti-emperyalist bir hatta ilerleme… vb. sorunlarının çözümünün garantisi, alanlarda bu çalışmayla birlikte kurulacak veya genişleyecek olan parti örgütleri olacaktır. Partili kadın gruplarımız, sorumlularımız, bir parti çekirdeği olmadan, dağınıklık, politikasızlık ve istikrarsızlık yakamızı bırakmaz.

BAĞIMSIZ KADIN HAREKETİ VE ÖRGÜTLÜĞÜNÜ NASIL YARATACAĞIZ?
Buraya kadar olan kısımda bağımsız kadın hareketi ve örgütünden ne
anlamamız gerektiğini tartıştık. Ancak, bu algılayış, pratik örnekleriyle birleştirilemediği ölçüde
“masabaşı” kalacaktır. BKÖ, örgütün, “hadi kuruyoruz” deyip de bir dernek kapısı tuttuğu,
buradan aşağıya doğru umutsuzca kitleselleşmeye çalıştığı bir şekilde değil, tam tersine,
bugün kadın çalışması yürüten kadrolarımızın fabrikalarda, işyerlerinde, emekçi
mahallelerinde kadın kitlelerini kendi somut talepleri etrafında birleştirip, kadın işçi
birliklerinde, dayanışma derneklerinde, kadınevlerinde, sendikalarda, kadın gruplarında
örgütleyerek ilmek ilmek örecekleri bir sürecin sonucu ve toplamı olarak ortaya çıkacak ve
aşağıdan yukarıya merkezileşecektir. BKÖ çalışması, kadınları kendi üretim ve yaşam
alanlarından koparmak yerine bu alanlardaki katılım ve örgütlenme üzerinden yükselmelidir.
Kadınları kendi fabrika veya kamu işyerlerindeki sendikal-mesleki örgütlerde örgütlenmelerini
sağlamak, bu örgütler içerisinde kadın işçi ve emekçilere özel politika, yöntem ve etkinliklerle
ulaşmak, eşit işe eşit ücret, iş güvencesi, kreş vb. talepler konusunda mücadele için kadın
grup, komisyonları oluşturmak, işçi sınıfının güncel sorunlarını ve emekçi kadının taleplerini
birleştirmek BKÖ’nün yükseleceği temel olacaktır.
Bu açıdan; ileri işçilerin BKÖ yaratma sorununu ikincil bir sorun veya “kadınların sorunu”
olarak görmemesi, kadın işçi ve emekçileri mücadeleye kazanmaya çalışması gerekiyor.
Onları mesleki örgütü ve sendikalardaki çalışmalarda desteklemek, görev alması için teşvik
etmek, yönetim organlarına seçilmeleri için çalışmak, burjuva-feodal anlayışlara karşı onlarla
birlikte mücadele etmek, yine görevlerimiz arasında.
Sendikasız işyerlerinde kadın grupları, fiili kadın temsilcilikleri, komisyonları, hem sendikalaşma mücadelesini hem parti çalışmasını güçlendirecektir. Kadın işçi dayanışma birlikleri gibi bağımsız işçi kadın örgütlerinin temeli olacaktır. Sendikalı işyerlerinde işyeri kadın temsilcilikleri, kadın komisyonları, sendikalarda özel komisyonlar da bu dayanaklar arasındadır.
Emekçi mahallerinde kadınların en acil, günlük talepleri üzerinden başlatılacak bir çalışma
içerisinde sokak sokak, birbirleriyle ilişkilerini de gözeterek kadın grupları oluşturulması, bu
örgütlenmenin, bu alandaki kadınların fikirleri, ihtiyaçları, çabası üzerinden yerel bağımsız
kadın örgütlerine dönüştürülmesi, bu örgütlerin mahalledeki ev kadını, işçi, kamu emekçisi,
emekli tüm kadınları kapsaması… Elbette ortaya koyduğumuz bu çerçeve şeklen ele
alınmamalı, talepler, çalışma tarzı ve yöntemi, örgüt modeli açısından aynılaştırılmamalıdır. Çalışma yürüttüğümüz alandaki kadınların ekonomik durumu, yaşayışı, ilişkileri, feodal bağları, siyasal tercihleri, öncelikli ihtiyaçları, sorunlarına sahip çıkış düzeyi ve bizim çalışmamızın düzeyi gözetilerek ihtiyaca uygun, devrimci, somut adımlar atılmalıdır. Bütün alanlar açısından böyle örgütler kurmak; günlük-istikrarlı politik bir faaliyeti zorunlu kılar. Böyle bir faaliyet de, ancak günlük gazete ile sağlanabilir. Bu yüzden işyerinde, mahallede, okulda hangi alanda olursa olsun, çalışmamız, günlük gazete merkezli başlamalı ve işlemelidir. Emekçi kadın örgütü, mutlaka belli birimlerde kurulan örgütlere dayanmalıdır. Dernekçilik geleneği köklüdür, bu nedenle, birim temelli çalışmaya, kadın grupları üzerinden yükselmeye özel dikkat göstermeliyiz.
Bağımsız kadın örgütleri içinde yapılacak düzenli politik eğitim, kurslar, kültürel sanatsal etkinlikler, çocuk gelişimi, hukuk, sağlık konularında yardım, bilgilendirme vs., onların kendilerine zaman ayırmasını, kendisinin ve sorunlarının farkına vararak örgütlenme bilinci kazanmasını sağlayacaktır.
Başka bir dikkat edeceğimiz nokta ise, bu çalışmanın parti çalışmamızı aksatan değil, güçlendiren olması gerektiğidir. Hem parti örgütünü kurma, güçlendirme yönü hem de partinin güncel taktik platformuna uygun bir hat izleme gerekliliği gözden kaçırılmamalıdır.

MERKEZİLEŞME SORUNU
Bir kitle örgütünün merkezileşmesi, her zaman kitlelerin hareketlenme derecesi ve yerel örgütlenmenin gelişmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Örgütün merkezileşmesinin amacı, tabanda örgütlenmiş olan kitlelerin yaşam, irade ve eylemini birleştirmekten başka bir şey değildir. O halde, merkezi bağımsız kadın örgütü de, işyerlerinde mahallelerde, fabrika havzalarında, semtlerde kurulmuş ve giderek (özellikle büyük kentlerde) ilçelerde ve illerde merkezileşmiş örgütlerin bütünü olacaktır.

BAĞIMSIZ KADIN ÖRGÜTLENMESİ KONUSUNDA YANLIŞ KAVRAYIŞLAR
Ülkemizde şimdiye kadar bağımsız bir kadın hareketi geleneği yoktur ve kadın sorunu, burjuvazi ve piyasa solcuları tarafından en çarpıtılmış ve iğdiş edilmiş konulardan biridir. Bu nedenle, bağımsız kadın örgütü” de, genelde bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinden, sınıf hareketinden ayrı ele alınan, yalnızca kadın haklarıyla ilgilenen ve hedefine erkek egemen zihniyeti koyan bir örgütlenme olarak algılanıyor. Bu yanlış algılama, bağımsız kadın hareketi yaratma görevinin parti militanlarının üzerinde olduğu gerçeğini gözden kaçırmamıza neden olabiliyor. Elbette bağımsız kadın örgütü, örgütsel ve organik açıdan, partiden ve diğer anlayışlardan bağımsız olacaktır. Ancak onun platformunun ve eyleminin içeriği parti politikalarından bağımsız ele alınamaz. Kadınları kitleler halinde bu örgütlere dahil etmek, emeğin politikasını yapar hale getirmek, bu örgütün, sınıf hareketiyle, anti-emperyalist hareketle bağını kurmak partili kadınların işi olacaktır. Aksi halde, “bağımsız kadın hareketi”nin kendiliğinden, bizim dışımızda yaratılacağını beklemek boş bir hayaldir. Kadın hareketinin kendiliğinden yükselişleri olacaktır, ancak bu genişleme ve ilerleme, sınıf bilinçli emekçi kadınlar tarafından bir örgüte dönüştürülemediği takdirde, başladığı yere geri dönmeye mahkumdur.
Diğer yandan, bağımsız kadın örgütünün, feminist, kadın emekçileri erkek emekçilerin karşısına diken bir örgütlenme olarak anlaşılması, sınıf hareketinin bölünebileceği, partili-partisiz kadınları feminizmin kucağına iteceği kaygılarına neden oluyor ve ayrı bir kadın örgütlenmesinin gereksizliği fikrini doğurabiliyor. Öncelikle kadın-erkek tüm kadrolarımızın, bağımsız kadın örgütünün gerçekte ne olduğunu, bağımsızlığının ne anlama geldiğini, niyetini, çalışmasının neye hizmet etmesi gerektiğini kavraması gerekiyor. Bunu anladığımız, buna uygun hareket ettiğimiz ölçüde, kadınları örgütlemekte başarılı olabiliriz. Kurulacak kadın örgütlerinin emekçi, anti-emperyalist, demokratik karakterini, bizim çalışmadaki devrimci, ısrarcı tutumumuz, sermayenin ve türlü kliklerinden gelecek olan kavram çarpıtma, içini boşaltma, darlaştırma, zararsızlaştırma saldırılarına karşı uyanıklığımız ve inisiyatifimiz belirleyecektir.

SONUÇ
Sonuç olarak; örgütlenmesi, harekete geçirilmesi, evden çıkarılması daha zor olan kadınlar örgütlendiğinde, fabrikada patronun en amansız düşmanı olur, hakları ve geleceği için devletin polisinin, jandarmasının karşısına tereddütsüz dikilir. Bergamalı kadınlardan, Sümerbank işçilerine, Kürt kadınlarından kayıp annelerine kadar tarihimizdeki yüzlerce örnek bunu kanıtlamakla kalmıyor, kadınları kitleler halinde harekete geçirme ve örgütleme konusundaki bilinçli, cesaretli, inisiyatifli adımlarımızı zorunlu kılıyor.

“geleceğine sahip çık hakların için örgütlen”

Dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de kapitalizmin yarattığı çürüme bir yandan emekçi halkları kırıp geçirirken, bir yandan da içten içe kendi sonunu hazırlıyor. Emperyalist kapitalist sistemin temel dayanağı haline gelen işsizler kitlesi, uyuşturulmadığı, etkisizleştirilmediği takdirde dönüp kendisini vuracak patlamaya hazır bir silah gibi. Sefalet ücretine köle gibi çalışmak zorunda kalan işçiler ise, ağır sömürünün yanında siyasal ve sosyal kuşatılmışlığın daralttığı çember içinde adeta öfkesini biriktiriyor. İdeolojik-kültürel bir kuşatma altında dizginlemeye çalıştığı bu kesimleri, tek başına zor aygıtının durduramayacağının farkında olan burjuvazi, geleceğini garantiye almak adına, iktisadi hayattan siyasal yapılanmaya, eğitimden sosyal yaşama kadar her alanda egemenliğinin devamını sağlayacak mekanizmaları da devreye sokuyor. Özündeki gericilik ve çürümeyi hızla toplumun tüm katmanlarına yayıyor. Geleceği simgeleyen gençlik ise, bu saldırının tam merkezinde yer alıyor.
Kapitalizm açısından gençlik, ucuz-örgütsüz işgücü, yani daha fazla sömürü ve kâr anlamına geliyor. Aynı zamanda, sisteme bağlandığı oranda, kapitalizmin de geleceğinin garantisi. Oysa yeniye, değişime yüzü dönük, enerjisi ve dinamizmiyle geleceğe müdahale etme çabasına girmeye en yatkın kesim, yine gençlik. Yani gençlik, geleceği olduğu kadar başkaldırıyı da temsil ediyor. İşte tam da bu nedenlerden sindirme, etkisizleştirme, denetim altına alma çabasında, hedefte gençlik var. 
İşçi gençlerin büyük bir bölümü güvencesiz ve ağır çalışma koşulları altında kelimenin tam anlamıyla eziliyor. Sabahın köründen gecenin bir vaktine kadar çalışıp yorgun argın evine dönen ve ertesi sabah erkenden tekrar işe giden bir genç için, ev ve iş arasındaki daracık hayatından dış dünyaya bakabildiği tek pencere, televizyon. Yaşamadığı, görmediği, tatmadığı ve hatta hayal bile edemediği bambaşka bir dünya var televizyonda.
Televizyon aslında bir kültürel kuşatma aracı olarak işlev görüyor. Gençler paparazzilerdeki yaşamlar ile kendi yaşamları arasına sıkıştırılıyor. “Biri bizi Gözetliyor”daki yarışmacı, birbirinin kuyusunu kazan gençlerin insanlık dışı ilişkileri, saatlerce ekranları kaplıyor. Tartışma programları, haberler, gençleri, sorunlarının gerçek nedenlerinden, çözüm arayışlarına girmekten uzaklaştırıp, beklenticiliğe, kaderciliğe itmeyi hedefleyen, sistemin alternatifsizliğini propaganda eden şovlara dönüşüyor. Çoğu zaman haber diye hayvanlar alemini, asparagas haberleri izliyoruz. Burjuvazinin propaganda, uyuşturma araçlarından biri olarak milyonlarca emekçinin evleri, gencecik beyinler bu yolla işgal ediliyor, meşgul ediliyor. Toplumsal sorunlar yerini, “lailalar”da fink atan bir avuç kokuşmuşun yaşam standartlarına ulaşma hevesine, onların dertleriyle oyalanmaya bırakıyor. Gençlerden, işsizliği, yoksulluğu ve adaletsizlikleri düşünmek, tartışmak yerine, falanca sanatçının gizli aşklarına ya da dizilerdeki hayatlara kafa yormaları, özenmeleri isteniyor.
İşsiz gençlerin durumu ise, bir çok anlamda daha vahim. İnsan, doğası gereği üretmek, çalışmak ve paylaşmak ihtiyacı duyan, üretken-toplumsal bir varlıktır. Gençlik ise, bu ihtiyacı en fazla hisseden kesim. Oysa her geçen gün artan işsizlik, gençliği, ruhsal bunalımlara, kısa yoldan kurtuluş yolları aramaya iten ölümcül bir hastalık gibi hızla sarmakta. Kültürel yozlaşmanın, eğitimsizliğin, yoksulluğun da eklenmesiyle, kapitalizm, gençlerin öğütüldüğü, robotlaştırıldığı, tüm enerjilerinin çekildiği dev bir kıyım makinesine dönüşüyor.
İşsiz gençlere, sokak başlarında, mahalle kavgalarında, kahvelerde, internet kafelerde, uyuşturucu, alkol, fuhuş, gasp gibi bir sürü adi suç çetelerinin içinde rastlayabilirsiniz. Bir kısmı her gün saatlerce iş aramakla uğraşmakta, sürekli iş değiştirmekte, bir hafta çalışıp iki hafta işsiz dolaşmakta ve bırakın geleceği, bir gün sonrasına dair küçücük umutlar bile besleyememekte. Bir kısmı iş aramaktan usanmış yahut çalışıp da aç kalmaktan bıkmış ve kurtuluşu kısa yoldan köşeyi dönebileceği  işler çevirmekte arıyor. Yoksulluğunu, ezilmişliğini, kendini güçlü hissettiği çeteler içinde yenmeye çalışıyor. Aslında içinde biriktirdiği öfkeyi boşaltabileceği yerler, çeteler. Uyuşturucu, bali, alkol ise, sorunların unutulduğu, birkaç saatlik de olsa mutluluk hissi veren sığınaklar haline gelmiş. Her gün çeşit çeşit gasp suçları ortaya çıkıyor. Tüm bunlara bulaşmamışların ise kahvelerde, evde televizyon başında ya da internet kafelerde, parklarda vakit öldürdüğüne, gençlik yıllarını buralarda heba ettiklerine tanık oluyoruz.  
Tüm bunlar, toplumsal yaşamda çözülmelere, keşmekeşe neden olan, ancak egemenlerin, sınırlarını çizerek, varlığına göz yumduğu ve hatta doğrudan desteklediği, körüklediği şeyler. Uyuşturucu çeteleri, devlet yöneticilerine ve hatta uluslararası siyasal güçlere kadar uzanıyor. Ve büyük bir rant odakları haline gelmiş durumda.
Özellikle emekçi mahallelerinde hızla artan bu çürümenin içine gençlik bilinçli olarak çekiliyor. Bir çok yerde -özellikle Kürt gençleri- bu pisliğe bulaştırılmaya çalışılıyor. Böylelikle, kültürel-siyasal-ekonomik hak taleplerinden vazgeçmeleri, boş, amaçsız, onursuz bir yaşamı tercih etmeleri sağlanmaya çalışılıyor. Sistem, gençliği kazanamadığı noktada, insan posaları yaratarak, topluma zararlı olsa da, sisteme zararsız uyuşturulmuş bir gençlik kitlesi oluşturmak istiyor.
Gençliği geleceği olarak gören sınıfın partisine ve onun gençlik örgütü Emek Gençliği’ne ise, tüm bu gidişat karşısında büyük görevler düşüyor. Gençlik, politika yaptığı, geleceğine müdahale ettiği oranda sosyalizm mücadelesinin çok önemli bir dinamiği haline gelecektir. İşte bu gerçeklerden hareketle, gençleri uyuşturma, yozlaştırma manevralarını boşa çıkarmak ve gençleri geleceklerini çalanlara karşı örgütlü mücadeleye kazanmak için başlatılan “geleceğine sahip çık hakların için örgütlen” kampanyası hızla hayata geçirilmesi gereken bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.
’68 dönemi, dünyada olduğu gibi ülkemizde de, gençlerin yığınlar halinde emperyalizme karşı ülkenin bağımsızlığı için mücadeleye katıldığı bir dönemdi ve bu dönemin en önemli özelliği, toplumsal sorunlara duyarlılığın fazla oluşu, gençleri bırakın, ilkokul sıralarındaki çocukların bile politik gelişmelerden haberdar olduğu bir dönem olmasıydı. Emperyalist politikaların ülkede adım adım uygulanmaya başlanmasına karşı gençler ayağa kalkmış ve işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir destek güç konuma gelmişlerdi. Elbette, o dönemin dünya ölçeğindeki koşulları da gençlerin politikleşmesine önayak oluyordu. Fakat gençlerin politika yaptığında, toplumsal sorunlara müdahale gücünü kendinde bulduğunda ve belki de en önemlisi, düzenin değişebileceğine inandıklarında, nasıl da egemenleri titrettiğini, 68’li gençler bizlere gösterdi diyebiliyoruz.
Emek Gençliği gençlerin talepleri ve hakları uğruna mücadelesinde siyasal örgütlülüğü, çekim merkezi olacak diyorsak; işte, adımları neye göre atacağımızı belirleyecek hedef, buradan çıkaracağımız fikir olmalı. Gençlerin politikleşmesinin önünü açacak araçlar, olanaklar yaratmalı ve sunmalıyız. Ve başlatmış olduğumuz kampanyayı da bu hedef çerçevesinde algılamalı, hayata geçirmeliyiz.   
Kampanyamızın en önemli vurgusu olan uyuşturucu, son dönemlerde ilköğretim çağındaki çocuklara kadar inmiş ve gencecik hayatları zehreden bir tehlike olarak hızla yaygınlaşıyor. Gençleri bir yandan uyuşturucu ile teslim alanlar, bir diğer yandan da çetelerle gençleri bu pisliğin içine buluyor ve iyice çıkmaza sokuyorlar. İşsizlik, yoksulluk ve bunlara bağlı aile içlerinde yaşanan sıkıntılar, farklı bir hayat arzusunun ve özlemlerin yarattığı bunalımlar gençleri boğuyor ve gençler, buradan çıkışı, uyuşturucu maddelerde yahut çaresizlik hissinin yerini alan çetelerde buluyorlar. Çetelerin; uyuşturulmuş, sapkınlıkları ve zaaflarıyla kendini fark ettirmeye çalışan gençlerin mahallelerde yarattığı güvensiz, huzursuz ortam ise, sorunun bambaşka bir yanı. Ailelerin buna dur diyecek, çocuklarını bu ortamdan koruyacak güçleri olduğu da söylenemez. Tam bir çaresizlik içindeler.
Onları birbiriyle karşı karşıya getiren, örgütsüzlüğe iten, yozlaştıran bu çürümeye karşı gençleri bir araya getirmek, bir yandan gelecekleri ve talepleri uğrunda mücadele etmelerini sağlamak, bir yandan da emperyalist kültüre karşı kardeşlik, ortak üretim, paylaşım ve dayanışma duygularını geliştirerek, alternatif kültürü yaratmak ve bu kültür etrafında gençlerin öbeklenmesini sağlamak, hedefimiz olmalıdır. Uyuşturucu karşıtı çalışmayı da böyle düşünmeliyiz. Elbette ki, kampanyanın hedefi uyuşturucu şebekelerini çökertmek, bağımlıları kurtarmak yahut çeteleri dağıtmak değildir, ama konuyu ele alırken, yalnızca sorunu tespit eden, kaynağını gösterip uyaran konumda olmamalı, mücadele araçları; uyuşturucuya, çeteleşmeye karşı alternatif alanlar yaratmalıyız. Burada hemen akla gençlik evleri gelecektir. Ancak salt gençlikevine takılıp kalmak, gençlikevlerine ilişkin hedeflerimizi kısır bir döngüye itecek, aynı zamanda, kampanyamızın da içini boşaltacaktır.
Belediyelerden, “gençleri kahvelerden, çetelerden, uyuşturucudan kurtaracak alanlar yaratmak sizin görevinizdir” diyerek, meslek eğitim kursları, spor sahaları açmasını isteyeceğimiz çalışmalar örgütleyebiliriz. Elbette, bu çalışmanın içeriği, mahallenin ihtiyaçları ve gençlerin talepleri dikkate alınarak belirlenmelidir. Belediyeden istenen, bir yerde park olurken, bir yerde el işleri-meslek eğitim kursları, bir yerde futbol sahası ve bir başka yerde kütüphane olabilecektir. Bunu oranın gençleri belirleyecektir. Buradan hareketle şunu da söylemek gerekir ki; kimi zaman uyuşturucuya karşı mücadele ön plana çıkarılarak bu talepler için mücadele edilirken, kimi zaman talepler üzerinden alınıp konu; uyuşturucu, çeteleşme ve emperyalist kültüre bağlanacaktır.
Kampanya ilan edildiğinden bu yana örgütlerimizde “ne yapacağız”, “nasıl yapacağız”, “ne zaman başlayıp, ne zaman ve nasıl bitireceğiz” gibi sorular yüzünden bir tutukluk olduğunu hissedebiliyoruz. Kampanya denince, hatalı bir kavrayışla, her bir şeyi aşağı yukarı belirlenmiş, takvimlenmiş etkinlikler anlaşılıyor olması, bu sorular ve tutukluğun nedenidir. Bu kampanyanın takvimlendirilmeyip, içeriğinin de örgütlerimize bırakılması, yukarıda bahsedilen yerel koşullar ve taleplerin belirleyici olması gerekliliğindendir.
Kampanyanın olanakları ve yapılabilecekler üzerinden örneklendirmelerde bulunursak…
İzmir’in Güzeltepe mahallesinde her hafta bir çete hesaplaşması, kavgalar, bir yaralama olayı oluyor. En son bir bebeğin bile ölümüne yol açan bu olaylar mahalleliyi bıktırmış durumda. Burada, bu olaylar üzerinden başlatılacak bir kampanyada, ailelerin de tam desteğini alabiliriz. Hatta muhtarlar, esnaflar, spor klüpleri, yöre dernekleri, yerel dernekler doğru bir yaklaşımla bu çalışmaya katılabilirler. Fakat daha öncede belirtildiği gibi, üstten seslenen, sorunu ve kaynağını gösterip soyut bir mücadele çağrısı yapan bir çalışma, çok da dikkat çekmeyecektir. Çünkü sorunu bizzat yaşadıklarından, üstelik sonuçlarıyla birlikte, çok iyi biliyorlar ve uyuşturucunun da, çeteleşmenin de ne kadar kötü olduğunu yaşayanların hemen tümü açıkça ifade ediyor. Öyleyse burada yapılması gereken, gençlerin taleplerini doğru tespit etmek ve bu talepler uğrunda bir araya gelip çalışma yürütmelerini sağlamak olabilir. Bunun adı gençlik evi mi olur, belediyeden talep edilecek yukarıda örneklediğimiz araçlar mı ya da Emek Gençliği irtibat büroları mı olur, bunu, orası belirleyecektir. Önemli olan, çalışmanın kendisi, istikrarı ve talepler etrafında gençlerin bir araya getirilmesi, düzene karşı mücadeleye çekilmesidir.
Öte yandan örneğin Ankara’nın Çinçin mahallesinde uyuşturucu bir geçim kaynağı durumunda. Burada işsizlik, yoksulluk ve eğitimsizliğin dayattığı geleceksizliğin yarattığı bir yaşam şeklidir bu. Bu yüzden orada da, kampanya, bu sorunlar (ya da daha özgün sorunlar vardır mutlaka) üzerinden ele alınırsa, gençlerin farklı bir kültüre ve yaşam anlayışına kazanılması mümkün olacaktır.
Kampanya üzerinden, toplumsal bir yara haline gelmiş bu sorunlara karşı attığımız ufak adımların nasıl çığ gibi büyüyerek karşılık bulduğunu göreceğiz. Eskiizmir’in bir mahallesinin “belalı” gençlerinden birinin Emek genci olduktan sonra gösterdiği değişim ve gelişmenin, ailesinden başlayarak, mahallede nasıl da olumlu bir etki yarattığını, Eskiizmir’li gençler biliyorlar. Kurmak üzere oldukları gençlikevleri, daha açılmadan uğrak yeri haline gelmiş olan gençler, ailelerden, esnaftan şimdiden bir çok destek görmüş durumdalar. Mahallelerde yürütülecek samimi ve istikrarlı çalışmalar, hep bahsedilen o çekim merkezi olma hedefinin, aslında öyle çok da zor yahut çok ileriki zamanlara atılmış bir hedef olmadığının kanıtı olacaktır.
İşçi gençlerin kültürel sanatsal ihtiyaçlarının, çalışma koşullarından kaynaklı yaşadığı sorunların da bu çalışmanın bir yanı olarak düşünülmesi gerekiyor. İşçi gençliği, ev, iş ve kahve arasındaki sıkışmışlığından kurtaracak alanlar yaratılmalıdır; işçi kültür evlerinin açılması, işçi gençlik çalışmasında çok önemli adımlar olacaktır. Hatta tekstil gibi gençlerin yoğunlukla çalıştığı ve örgütsüzlüğün hakim olduğu alanlarda, bunun adı, tekstil işçileri dayanışma dernekleri bile olabilir.
Genel anlamda uyuşturucu, çeteleşme ve yoz kültüre karşı yürütülen çalışmada kamuoyu yaratacak, dikkatleri bu konulara çekecek araçları da gözden kaçırmamak gerekiyor. Radyo programları yapılabilir, basında konunun yer etmesi için köşe yazarlarına mektuplar, mailler yollanabilir.
Tabi tüm bu çalışmaları besleyecek paneller, toplantılar, şenlikler, eylemler örgütlenebilir. İmza kampanyaları çalışmalar içerisinde kullanılacak bir yöntem olabilir. Anketler yapılabilir. Bunlar, çalışmanın seyrine ve çalışma alanının özelliklerine ve hatta çalışmayı yürütenlerin ihtiyaçlarına göre belirlenecek şeylerdir.
Ayrıca, Dersim örneğinde olduğu gibi, Kürt illerinin özellikle hedef seçildiği düşünüldüğünde; Kürt gençlerinin kimliksizleştirilmek, onursuz bir yaşama mecbur bırakılmak istenmesine karşı inatla bu gerçeğin üzerine gidilmesi gerektiği belirtilmedir. Çalışmaların blok gençliği ile birlikte örgütlenmesi ise, blok gençliğinin birlikteliğinin ayaklarının örülmesinde önemli bir adım olacaktır.
Çalışmanın bütünü açısından, uyuşturucudan öte, konuyu, kapitalizmin gençliği pasifize etmek, apolitikleştirmek, etkisizleştirmek için yönelttiği saldırılara karşı, yani genel anlamda uyuşturma çabalarına karşı bir mücadele örgütlemek olarak algılamak gerekli. Önemsiz gibi gözükebilecek taleplerden kalkarak yürütülecek çalışmalar, gençlerde mücadele, hak arama kültürünü geliştirecek, kapitalizme karşı sosyalizm fikriyle buluşmalarına önayak olacak, emperyalist kültür kuşatmasına karşı mücadele mevzilerinin yaratılmasını ve gençlerin buralarda toparlanmasını sağlayacaktır. Örneğin meslek kursu açılması talebiyle başlatılan çalışmada belediye başkanının karşısına çıkan gençler, kurstan sonra iş talebiyle mücadelesini bambaşka bir boyuta taşıyabilecektir. Uyuşturucuya, alkole karşı yahut spor sahası, park gibi taleplerle çalışmalara katılan gençlerle nasıl bir dünya arzuladıkları, sorunları ve bunların kaynakları tartışıldığı oranda, gençlerin talepleri politikleşecek, hak arama ve mücadele kültürleri gelişecek; başka bir dünyanın yaratılabileceği fikri ve bunun çabası etrafında örgütleneceklerdir.   
Bu kampanyayı, çalışmaların, mahallelerde, illerde ve ülke genelinde bir ağ gibi gençliği ördüğü ve emperyalist kültür ve kapitalizmin yarattığı çürümeye karşı gençlerden oluşan bir ağın ülkeyi sarmaya başladığı bir kampanya olarak hayata geçirebildiğimiz oranda, gençlik çalışmamız hızlı adımlarla ilerleyecek, Bağımsız demokratik Türkiye ve sosyalizm mücadelesinin genç militanları ve gençlik önderleri buralardan filizlenecektir.

İşçi hareketinde sorun ve olanaklar

Son birkaç yıl içinde işçi hareketinde görülen yükseliş eğilimi, sermayeye karşı işçi mücadelesinin ekonomik sosyal ve politik alanda önemli kazanımlar sağlayacağı beklentisi yarattı. Ancak bu, esas olarak gerçekleşmedi.  Bu durum, harekete ilişkin tartışmaların çeşitli yönleriyle sürdürülmesine ivme kazandırdı. Başlıca soru; temel sorun ya da eksikliğin ne olduğuydu.
Sermayenin uluslararası özellikteki saldırısının etkenleri arasında, kapitalist emperyalizmin iflah olmaz bünyesel uru kapitalist bunalımlar önemli bir yer tutmaktadır. Burjuvazi ve hükümetleri, Avrupa’da, Japonya ve Rusya gibi Asya’nın büyük emperyalist ülkeleriyle Amerika kıtası ülkelerinde ortaya çıkan mali-ekonomik krizleri “aşma”nın yolunu, bunalımın tüm yükünü emekçilere aktarmada buldular. ’70’li yıllardan itibaren daralan aralıklarla gündeme gelen “devrevi krizler”, bu saldırıların kapsam ve “dozajı” üzerinde etkili oldular. Aynı ve “sınırlı” pazara yönelik faaliyet yürüten tekelci işletmelerin; ve bu işletmelerin “ulusal menşei” üzerine oturarak hegemonya kavgası sürdüren emperyalist devletlerin keskin rekabeti, içerde ve dışarıda işçi sınıfı ve ezilen halklara yönelik saldırıların yoğunlaşmasına yol açtı. Aşırı üretim kaynaklı kapitalist bunalım, kârdan başka herhangi bir amacı olmayan kapitalist üretimin sürdürülmesini, işçilerin ve onlarla birlikte toplumun tüm ezilen kesimlerinin çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaştırılmasına bağlarken; sermaye, burjuva sendikal akımlarıyla sendika bürokrasisinin işçi hareketini içten çökertme ve etkisizleştirme faaliyetinden de yararlanarak, saldırılarını bir “karşı devrim dalgası” düzeyine çıkarabildi. Aşırı üretim ve pazar sınırlılığı, rekabeti kızıştırır ve çelişkileri keskinleştirirken, burjuvazi, işletme kârlılığının sürdürülmesinin koşulunu, ücretlerin ve sosyal hakların daha fazla kısıtlanmasında aradı. Aşırı birikim ve fazlalık üzerinde, onu da ifade etmek üzere ortaya çıkıp büyük etki gücüne ulaşan mali sermaye, bağlı ülkelerde sömürü ve baskının daha “katmerli” biçimde sürdürülmesini bir program halinde dayatıp gerçekleştirdi. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi mali sermaye kurumları aracılığıyla bağımlı ülkelere dayatılan ve bu ülkelerin işbirlikçi sınıflarıyla kukla hükümetleri tarafından uygulamaya geçirilen programların tüm içeriğini, işsizliğin, yoksulluk ve yoksunluğun artırılması; ücret ve maaşların düşürülmesi, tarımsal üretim alanında uygulanan destekleme politikalarının ortadan kaldırılması; makinenin ve üretimin teknik yenilenmesiyle verimliliğin artırılmasına gidilerek daha az sayıda işçiyle daha fazla üretme ve böylece kârlılığı artırma vb. oluşturdu.
Bununla da kalınmadı; yolu açılabilmişken, olabildiğince ilerlemek üzere, daha önce cepheden mücadeleyle kendisinden alınanları geri kapmak amacıyla, yeni saldırılar gündeme getirildi. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, işletme kârlılığı ve işyerinin kendini sürdürebilme güvenliği adına işten atmaların kolaylaştırılması, grev ve direnişlerle dayanışma eylemlerinin olanaksız kılınması için yasalar değiştirildi; bunların yetmediğinin düşünüldüğü yer ve zamanda da, sendikalar ve eyleme katılan işçilerin sorgulanması ve cezalandırılmasına gidildi. Uluslararası sermaye böylece, emekçi hareketine, 20. yüzyılın özellikle ilk yarısında mücadeleyle kazandıklarının rövanşını aldığını kanıtlarcasına, büyük darbeler vurmayı başarabildi.
Empoze edilmek istenen, kuşkusuz, öncelikle politik iktidarın alınması amaçlı sınıf mücadelesinin gereksizleştiğiydi. Buna, sendikalarda ve diğer emekçi sınıf örgütlerinde örgütlenerek sermaye ve gericiliğe karşı ekonomik-sosyal haklar için mücadeleye girişmenin ‘bir daha geri gelmemek üzere, geride kaldığı’ propagandası eşlik etti. Bir yandan işçi sınıfının sınıfsal çıkar ve taleplerinin savunulması kararlılığı gösteren sendikalarla sendikacıların tasfiyesine girişilirken, diğer yandan burjuva sendikal bürokrasisi aracılığıyla, işçi hareketi en geri düzeyde ve dağınık biçimde tutulmaya çalışıldı. Bu gerici saldırı dalgası sonucu, işçi sendika hareketinin güçlü olduğu Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelerde hareket geriye atılabildi ve diğer önemli ülkelerde, sendikaların sınıf mücadelesine işçi örgütleri olarak katılmaları büsbütün olanaksız hale getirilmeye çalışıldı. Bu süreç, bugün, harekette görülen canlanma ve sermayeye karşı mücadelenin daha ileri mevzilerden sürdürülmesi olanaklarının genişlemesiyle birlikte, daha kesin ve kapsamlı çatışmaları da kaçınılmaz kılmak üzere, devam ediyor.

NE KAYBETTİĞİNİ BİLMEK NE YAPILACAĞINI BİLMEKTİR
Sorunun işçi sınıfı açısından cevabı, toplumlar tarihi tarafından verilmiş, cevap, işçilerin son yüz elli yıllık mücadele deneyleriyle doğrulanmış ve aynı süreç, neyin, nasıl yapılması gerektiğine de ışık tutmuştu.  Bu bakımdan, “ne yapılacağı” belirsiz değil! İşçiler sınıf olarak, öncelikle son 20-30 yılda kaybettiklerinin ne olduğunu ve yenilgilerinin nedenlerini bilmek durumundadırlar. İşçi sınıfı ve emekçiler bizzat kendi mücadeleleriyle ne kazanmışlardı, ne kaybettiler ve haklarını elde etmek için olduğu kadar, sömürü ve baskının ortadan kaldırılarak toplumsal kurtuluşun gerçekleştirilmesi için ne yapmalıdırlar? Bu, kendi tarihinin bilincidir aynı zamanda; ve o olmadan ileriye gitmek mümkün değildir. Sermaye ve gericiliğin “sınıf mücadelesinin sona erdiği”, “tarihin bittiği”, “ideolojilerin öldüğü” vaazlarıyla unutturmak ve üzerine çizgi çekmek istediğini, işçi sınıfı ve emekçiler inatla anımsamak ve sonuçlar çıkarmak zorundadırlar. Zaafları aşmanın ve kazanmanın koşullarından biridir bu.
Artık yeterince açıklıkla ortaya çıkmıştır ki, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ve devam eden yıllarda, Ekim Devrimi ve sosyalizmin kurulması ve inşası sürecine denk gelecek biçimde; bu büyük zaferin uluslararası alandaki etkisiyle birleşerek daha da güçlenen mücadelenin ürünü olarak işçi sınıfı ve emekçilerin elde ettikleri kazanımlara karşı, burjuvazi, emekçilerin mevzilerini püskürtmek ve vermek zorunda kaldıklarını bütünüyle “geri almak” üzere harekete geçerken, kendi olanak ve araçlarıyla birlikte emek hareketinin zaaflarını işçi ve emekçilere karşı bir balyoz olarak kullanmıştır. İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinde başarı sağlayabilmesinin koşullarından biri de, son yüz elli yıllık mücadele tarihinde ve özellikle de Ekim Sosyalist Devrimi’nin zaferiyle girilen yeni süreçte elde ettiği kazanımlarının bugün hangi durumda olduğunu açıklığa kavuşturmasıdır. Ekim Devrimi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasıyla, dünyanın sosyalizmle kapitalizm arasında kapsamlı ve büyük mücadelelere sahne olması; bütün başka gelişmelerle birlikte, işçi sınıfı ve ezilen emekçi kitlelerinin dünya gericiliğini ve burjuvaziyi yenilgiye uğratıp iktidarı alabileceklerini kanıtlamakla kalmadı; kapitalist dünyanın hemen tüm ülkelerinde sermayeye karşı mücadeleye yeni bir ivme kazandırdı. İşçi sınıfı, artık yalnızca çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için değil; o günkü koşullarda nispeten geri bir köylü ve küçük burjuvalar ülkesi durumunda olan Rusya’da elde edilen kazanımlardan esinlenerek, iktidarın burjuvaziden alınması için de mücadeleye atıldı. Başlıca Batı ülkelerinde birbirini izleyen işçi ve halk ayaklanmalarının ortaya çıkması, İngiliz, Alman, Fransız ve Amerikan sermaye çevrelerini korkuya boğdu. İşçi örgütlenmesinde; sendikaların işçi örgütleri olarak güçlenmesinde ve işçi sınıfının kendisi için sınıf olarak hareketinde görülen değişim, burjuvazi için; önü alınması zorunlu yeni bir gelişmeydi. Emperyalistler, işçi sınıfının, kapitalist emperyalizmin duvarlarında yeni gedikler açmasını da engellemek üzere; işçilerin sosyal-politik ve ekonomik taleplerinin önemli bir kesimini kabullendiler. İki taraf ve iki sınıf bakımından da, hareketin hangi sınırlara dayanacağı; hangi tür kazanımlarla sonuçlanacağı önem taşımaktaydı. Hemen önemli tüm ülkelerde ve bir süreç içinde, işçiler, söz, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü yönünde önemli kazanımlar elde ettiler. Grev, dayanışma ve genel grev, yıllık izin, sağlık ve işsizlik sigortası hakkı vb. birçok hak yasalara geçirildi ve uygulanması için işçi baskısı devam etti.
Arada İkinci Dünya Savaşı gibi büyük altüst oluşlara yol açan bir dünya olayı olmasına karşın, tekelci burjuvazi, uzunca bir süre işçilerin mücadeleyle dayattıkları ve kazandıkları hakları gasp etme olanak ve cesaretini bulamadı. Etki alanı giderek genişleyen sosyalizm ve tek tek ülkelerde, işçi sınıfı ve ezilenlerin Sovyetler Birliği’nde kazanılan başarıyı dayanak ve moral güç kaynağı sayarak yürüttükleri mücadele, burjuvazi ve gericiliğe bu olanağı tanımıyordu.
Kuşkusuz sınıf mücadelesi bütün keskinliğiyle sürmekteydi ve burjuvazi, öncelikle Batı’nın başlıca emperyalist kapitalist ülkelerinde olmak üzere, işçi sınıfının ve işçi-emekçi hareketinin saflarında dağınıklığı geliştirmek; mücadeleci işçilerin sosyalist partilerde kitlesel biçimde örgütlenerek kapitalizmi tasfiyeye yönelmelerine set çekmek için yoğun bir çaba göstermekteydi. Tekelci sermaye ve hükümetleri, bunun için dolaysız baskıyla birlikte, artı değer sömürüsünden pay sunarak, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisini etkin tarzda kullanmaktaydı.
Diğer yandan, burjuva emperyalist ideolojik saldırı “dört bir koldan” örgütlü biçimde sürdürülmekte; besleme burjuva propagandacılar ordusu ve burjuva propaganda kurumları; bilim ve teknikteki gelişmelerden de yararlanarak, işçileri daha ileri mücadele biçimlerinden ve iktidarın alınması hedefli mücadeleden alıkoymak için çaba göstermekteydiler.
Bu mücadelede işçi sınıfı ve ezilen halklar, ilk büyük, ve sonraki gelişmeler bakımından tayin edici önemde olduğu bugün daha çok açıklık kazanmış darbeyi, sosyalizmin tasfiyesini gerçekleştirmek üzere, Batı emperyalist burjuvazisiyle işbirliği içindeki Kruşcevcilerin SB’nde işbaşına gelmesiyle yediler. Sonraki 40-50 yıllık süreç, yüzyılın ilk yarısında büyük fedakarlıklar sonucu kazanılan mevzilerin yitirilmesine sahne oldu. Dünya çapında işçi sınıfı, bizzat kendi mücadelesiyle elde ettiği haklarının ve politik-sosyal mevzilerinin elinden çekilip alınmasına tanık oldu. Buna karşı yeterli bir direnci uluslararası alanda ve tek tek ülkelerde gösteremedi. Tekelci burjuvazi, işçi aristokrasisinin ayrıcalıklı yaşamını sürdürme tutumundan ve burjuva sendikacılık akımlarının hareket içindeki örgütlenmesinden gerektiği gibi yararlanmayı başardı.
Son on yıllarda ve özellikle de altmışlı yıllardan itibaren burjuva emperyalist kampa dahil olmuş ve sistemin en önemli güçlerinden biri olarak pazar kavgalarına karışmış Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da temizlenmesi sonrasında, ileri sürülmesi için yeni dayanaklar bulunduğu düşünülerek geliştirilen yeni dünya düzeni propagandasıyla, işçi-emekçi hareketinin saflarında önemli gedikler açıldı. İşçi ve emeğinin değer yaratan gerçek ve asıl güç olduğunun reddi ve “sınıf mücadelesinin bir kez daha geri gelmemek üzere tarihe karıştığı” propagandası, kapitalistlerin proletaryaya karşı mevzi kazandıkları koşullarda daha da etkili olabildi. Bu propaganda, sosyal-ekonomik ve politik dayanaksızlığı nedeniyle etki zayıflamasına uğradıkça, yeni demagojik gerekçelendirmelerle takviye edilmeye çalışıldı ve “küreselleşmenin herkes için yararlanabilir refah ve mutluluk getirdiği” vaazıyla desteklendi. Tek tek ülkelerde işçi sınıfının sınıf bilinçli örgütlü mücadelesinin güç kaybı, burjuvazi ve gericiliği cesaretlendirirken; işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin ihanet çizgisi sendikalarla işçilerin uzaklaşmasına yol açtı. Sonuçta, işçi sınıfı ve onunla birlikte ezilen emekçi kitleleri, bağımlı halklar ve ezilen uluslar, önemli yeni darbeler aldılar ve Asya ve Avrupa’da önceki süreçlerde kazanılan mevzilerini büyük oranda kaybettiler. Burjuvazi, bu kez, bu mevzi kaybını, işçi ve emekçilere karşı bir koz olarak kullanmaya başladı. İşçi sınıfının mücadeleyle, grev ve genel grevlere baş vurarak, politik, ekonomik ve sosyal alana ilişkin baskı ve yasakları geçersiz kılma olanak ve gücünün bulunmadığı; bunun artık geçersizleştiği; “ebediyen yaşayacağı kanıtlanmış olan kapitalizm”in “herkese refah ve mutluluk sağlaması” için işçi sınıfıyla ezilenlerin yeni fedakarlıklarına; çalışma koşullarının ve işin esnekleştirilmesine; işçi ücretleriyle diğer tüm haklarının, işletmenin kârlılığı, rekabet gücü ve güvenliği üzerinden düşünülmesine gereksinim olduğu propagandası; işçilerin ve ezilenlerin saflarındaki dağınıklığı derinleştirmek ve hak ve özgürlüklerin kazanılması ve korunmasının gerçek teminatı olarak iktidarın alınması düşüncesi ve eyleminin güç bulmasını engellemek üzere yoğun biçimde sürdürüldü. İşçi hareketi şimdi yeniden ve yeni zorlu bir dönemden geçiyor. Kendi tarihinin bilincine; ne kaybettiğinin anımsanmasına ihtiyacı var. Sermayenin “vahşi kapitalizm” dönemine benzer saldırılarla ellerinden çekip aldıklarının hayati önemini idrak edebilirse, kavgaya daha hazır ve daha kararlı atılması mümkün olacak.

HAREKETİN ZAAFLARI
Burjuvazinin, uluslararası alanda işçi sınıfı ve emekçi hareketine ağır darbeler vurma olanağı bulması, kuşkusuz önemli oranda, işçi hareketini kemiren ve güçten düşüren kendi zaaflarıyla da ilişkilidir. İşçi sınıfı, emekçiler ve işçilerin devrimci parti ve örgütleri, sermayenin saldırılarına karşı, onları püskürtecek bir mücadele hattı, gücü ve örgütü oluşturma düzeyini uluslararası alanda ve başlıca kapitalist ülkelerde esas olarak tutturamamışlardır. Bu yönüyle denebilir ki, burjuvazinin başarısının en önemli etkenlerinden biri, işçi hareketinin bünyesel zaafları; bilinç ve örgütlenme düzeyinin düşüklüğüdür. Bu durum, 20. yüzyılın ilk yarısında uluslararası alanda burjuvaziye karşı mücadele içinde kazanılan sosyal, politik ve ekonomik hak ve mevzilerde çok ciddi gediklerin açılmasına; bu hakların önemli oranda budanmasına, sosyalizmin oluşturduğu ileri toplumsal sistem koşullarında emekçilerin sahip olabilecekleri hakların muhtevasının anlaşılmaması için özel politikaların başarıyla uygulanmasına yol açabilmiştir.
Fransa başta olmak üzere başlıca Avrupa ülkelerinde, yüz binlerin ve milyonla ifade edilen sayıda işçinin katıldığı ve toplumun ezilen kesimlerinin sempati ve desteğini gören grev ve direnişlerin, sermaye hükümetlerinin uygulamayı sürdürdükleri ve kapsamını genişletmek için çaba gösterdikleri saldırıları püskürtemeden, bir tür sonuçsuz kalması, bu bakımdan, esas olarak burjuvazinin gücünden değil, ama hareketin kendi zaaf ve zayıflıklarından kaynaklanmıştır.
İsçi hareketinin zayıflıkları, kapitalist üretimin sektörel bölünmesinin işçi kitleleri arasında soyutlayıcı bir işlev görmesi ya da işçinin makinenin ‘basit bir eklentisi haline gelmesi’ ne yol açan üretimin teknik örgütlenmesi gibi, üretim süreciyle dolaysız ilişkili olanlarla sınırlı değildir. Burjuvazi, işçiler içinde, “ulusal”, bölgesel, “etnik”, dinsel ve mezhepsel farklılıkları, proletaryanın bağımsız örgütlenmesini önlemek amacıyla ve azami etki düzeyini sağlamaya çalışarak kullanagelmiştir. Makineleşme ve işin teknik yeniden örgütlenmesi –Ford-Taylor sistemi, Kalite kontrolü, esnek çalışma vb.–, işçilerin kitlesel olarak üretim dışına atılmalarına yol açarken, safları büyüyen işsizler kitlesiyle, çalışan işçiler arasında; birincilerin ikincilere karşı kullanılması olanağını burjuvazi bulabilmektedir. İşçi üzerinde ücret ve sosyal hak kısıntısı için baskı oracı olarak kullanılan işsizlik; sendikasız-sigortasız ve düşük ücretle, çalışma süresi uzatılarak ve esnek çalıştırmanın dayanağına dönüştürülebilmektedir.
Bunlara, işçiler üzerinde egemenliğini esas olarak sürdüren burjuva politikası ve ideolojik yönlendirmenin güç ve etkisi eklenmelidir. Bu etki ve burjuvazi adına işçi sınıfı saflarında faaliyet yürüten sendika bürokrasisinin dağıtıcı-geri tutucu ve teslimiyetçi rolü, işçi(ve emekçi) hareketini güçten düşürmekte, işçilerin, bir sınıf olarak toplumu devrimci dönüştürme rolünü yerine getirmelerine ciddi engeller oluşturmaktadır. Sermaye ve hükümetleri, işçi-emekçi hareketine saldırı cesaretini ve gücünü, denebilir ki, esas olarak hareketin bu zayıflıklarından almaktadır.
Bu etki bugün o denli yaygın ve güçlüdür ki, daha ileri götürülebilir, etkileri daha kapsamlı olabilir, işçi ve emekçiler yararına sonuçlar doğurabilir ve sermaye ve hükümetlerine geri adım attırabilir son  grev ve gösteriler, asgari düzeyde kazanımlar dahi sağlanmadan, bitirildiler. 
Kuşkusuz az çok başarılı sonuçlar için yapılacaklar vardı ve bunların yapılması durumunda en azından çalışma ve yaşam koşullarında işçi ve emekçiler yararına iyileşmeler sağlanabilirdi. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, çalışma süresinin uzatılması, sosyal haklarda kısıntı vb. bugünkü kapsam ve sınırda gerçekleşmeyebilirdi. Bunun için öncelikli gereklilik, bütün işkollarında örgütlü işçilerle sermaye politikalarının hedefinde yer alan ve bu politikalardan zarar gören tüm emekçilerin bir tek cephede birleştirilerek seferber edilmeleriydi. İşçilerin genel grevi bu durumda yaptırımcı bir güç durumuna gelir, grevi esnekleştirerek etkisizleştirme çabaları sonuçsuz bırakılır ve hükümetlere geri adım attırılabilirdi. Ama sendika bürokrasisi, burjuvazinin emrinde olduğunu unutmadan ve hareketteki yeni mayalanmanın daha zor çatışma ve mücadeleleri gündeme getirme koşullarının hızla olgunlaştığının farkında olarak, kendine düşeni yaptı.
İşçi eylemlerinin birleşik bir sınıf hareketi olarak gelişmemesi için sendikal rekabetten kürsü kapma kavgalarına dek bir dizi burjuva manevrasını gündeme getirdi ve işçilerin saflarındaki bölünmüşlüğü gerici amaçları doğrultusunda kullandı. Burjuva liberal, gerici ve sosyal demokrat-reformist sendikacılık akımları, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Türkiye gibi ülkelerde, işçi eylemlerinin, burjuvaziye ve hükümetlerine darbe vuracak bir etki gücü ve düzeyine ulaşmaması için bütün maharetlerini kullandılar. Hükümetler ve sermaye temsilcileriyle görüşmelerinde, “ekonominin ve işletmelerin durumu” üzerine burjuva propagandasına ortak olmaktan, işçilerin gerekli fedakarlıkları yapmaya hazır olduklarını ilan etmeye kadar, bir dizi gerici teminat vermeyi gündeme getirip yinelediler. 
Sermayenin işçi-emekçi hareketine karşı başarılı hamlelerine olanak sağlayan etkenler; elbette emekçi hareketinin, özellikle de kapitalizme karşı mücadelenin temel ve ana gücü olan işçi sınıfı hareketinin zayıflık ve eksiklikleriyle sınırlı tutulamaz.
O, egemen sınıf olarak örgütlenmiştir; baştan aşağı örgütlü siyasal-askeri bir aygıta sahiptir; yüz yıllara varan örgütlü egemen gücün deneyimine sahip olarak ve düşünce ve etki gücüyle ezilenleri kuşatmaya almıştır; toplumsal artı-değere el koyma yoluyla her türden entrika, bölücü faaliyet, satın alma, sızma ve sabote etme olanağını elde etmiştir. vb. İşçi sınıfı ve onun saflarından burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadele yürütenlerin, her küçük ya da büyük kapışmada, onun bu güç ve olanaklarını hesaba katarak, mücadele araç ve yöntemlerini buna göre geliştirmeleri zorunludur, ve bu gereklilik, bugün çok daha acil hale gelmiştir. İşçi sınıfının, kapitalizmin gelişmesi ve ekonominin ve üretimin tüm sektörlerinin birbirlerine bağlanarak toplumsal bir karakter almasıyla, yaptırım gücü artan rolünü, doğru dürüst yerine getirememesi, burjuvazi ve hükümetlerinin yaşam damarlarını kesme olanaklarını ellerinde bulundurmasına karşın, onun besleyici ana ve kılcal damarlarını kesme gücü gösterememesi, burjuvaziye sahip olduğundan fazla güç sağlamaktadır. 
Ama, işçi sınıfı ve emekçilerin  burjuvaziye karşı mücadelede nereye kadar ilerleyebileceği ya da eylem ve direnişlerinin burjuva saldırılarını püskürtmeyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı soyut bir tartışma sorunu değil; dolaysız biçimde somut koşul ve güç ilişkilerine bağlanmış mücadele yöntem, araç ve taktiklerinin başarıyla kullanılıp kullanılmadığına ilişkin somut bir sorundur. Sınıf mücadelesinde, her sınıf kendi konumundan hareketle düşman sınıfa karşı bütün güç ve olanaklarıyla sonuç almaya yönelmeden, mevzi ya da daha genel bir çatışma durumunda, kendi yararına sonuç alamayacağını baştan bilmek, ve hazırlıklarını buna göre yapmak zorundadır.

OLANAKLAR VE YAŞANANLARDAN DERS ÇIKARMA ZORUNLULUĞU
Burjuvazi, işçi ve emekçilerin tek tek ülkelerde ve uluslararası alanda yeniden politik bir güç olarak ortaya çıkmalarını engellemek amacıyla saldırılarını yoğunlaştırırken, ona geri adım attırmak ve gasp ettiği hakları yeniden koparıp almak için emekçi kitlelerinin daha büyük, daha örgütlü ve siyasal etkisi daha güçlü eylemlerine gereksinim vardır.
Kapitalizme ve burjuvaziye karşı hak alma ve sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesinin az çok başarılı bir rotada gelişmesinin öncelikli koşulunun, sermayeden bağımsız bir sınıf hareketi olarak gelişip şekillenmeye bağlı olduğu; bu başarılamadığı sürece, burjuvazinin bölme, aldatma ve yedekleme politikalarının etkisiz kılınamayacağı binlerce kez kanıtlanmıştır. Bu, iş yasalarının işçiler yararına düzenlenmesinden asgari ücret ve çalışma süresinin işçinin kendini ve soyunu sürdürmesiyle sınırlı bir ihtiyaç karşılamasının ötesine geçmesini sağlayacak ve zihni gelişme olanaklarına da sahip olacak bir proletarya-burjuvazi, emek-sermaye ilişkisinin kurulması bakımından da, gerekli ön koşullardan biri durumuna gelmiştir. Politikanın “yoğunlaşmış ekonomi” olarak tarifi ve ekonomik-sosyal ve politik talepler arasındaki koparılamaz bağ ve iç içelik bugün çok daha belirgin özellik kazanmıştır.
Nispeten uzun yıllara yayılan durgunluk ve düşüşün ardından, işçi hareketinde görülen yeniden yükseliş eğilimi ve Avrupa’nın başlıca ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede ortaya çıkan grev ve direnişler, son birkaç on yıllık süreçte tekelci burjuvazi ve uluslararası sermayenin işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı kazandığı mevzi üstünlüğünün dağıtılması için koşulların bugün daha fazla elverişli hale geldiğine, burjuvaziye darbe vurma olanaklarının genişlediğine işaret etmektedir. Burjuvazinin uluslararası alanda sosyalizmin ve halk devrimlerinin yayılmasının önünü kesmek üzere, bir dönem verdiği/vermek zorunda kaldığı ekonomik, sosyal ve politik tavizlerin geri alınması ve hakların daha fazla budanması için 80’li yıllardan itibaren yoğunlaştırdığı saldırılar, bugün daha da üst düzeye çıkarılmıştır; ama, bu gelişme, işçi-emekçi kitleleri içinde artan oranda bir tepkiyi; bu tepkiyle birlikte işçilerin kendileri için politika yapma ve mücadele araçlarını güçlendirme olanaklarının genişlemesini de mümkün hale getirmiştir.
Sermaye saldırılarının tüm ülkelerdeki ortak özelliği, işçi-emekçi taleplerinin ‘aynileşmesine’ yol açarken, uluslararası alanda emekçi dayanışmasının olanakları daha da genişlemiştir. İktisadi hareketin “sınırlar aşan” çevrimi, ve iletişim-ulaşım araçlarındaki gelişme, proletaryanın tek tek ülkelerde ve uluslararası alanda mücadele birliği ve dayanışmasının olanaklarını artırmış; aynı iş kollarında ya da genel olarak ekonominin tüm dallarında baş vurulan işçi direniş ve grevlerinin başka ülkelerde etkili olmasını olanaklı hale getirmiştir. Bu, yalnızca Fransa, Belçika, Almanya, İspanya, İtalya gibi “Kıta Avrupası ülkeleri” bakımından değil; tekellerin el attığı hegemonya alanlarının hemen tümünde, işletmelerin ana ve bağlı şirketleri bünyesinde üretim yapan tüm işyerleri bakımından geçerli duruma gelmiştir. Bundandır ki, İngiltere’de liman işçilerinin başlattıkları bir grevin, Avustralya’dan Türkiye’ye; İspanya’dan Rusya’ya uzanan kıtalararası destek görmesi ve sermayeyi tavizlere zorlaması, bugün çok daha mümkün olabilmektedir. İşçilerin benzer ve ortak taleplerinin çoğalması; bu olgu, hareketin yeniden yükselişinin olanaklarından biri olma özelliği kazanmıştır.
Günümüz işçi ve emekçi hareketinin ortaya çıkardığı yaygın direnişler, işçi sınıfının, kendisi için politikalar üreterek bu hareketin başına geçmesi durumunda; sınıfın tüm güçlerinin, üretimin tüm temel dallarındaki genel eyleminin örgütlenmesinin başarılabileceğini, kapitalist parti fraksiyonlarıyla burjuva sendikal akımların harekete vurduğu ve vurmakta olduğu darbelerin püskürtülebileceğini, hareketteki istikrarsızlığın aşılarak hamle üstünlüğünün ele geçirilebileceğini göstermektedir. Bunun başarılması, 20. yüzyılın ilk yarısında burjuvazi ve emperyalizme karşı kazanılan türden devrimci mevzilerin yeniden elde edilmesinin yolunu da açabilecektir.
Ancak hareketin önemli zaaflarının olduğu; bu zaaf ve eksiklikler aşılmadıkça, sermaye ve hükümetlerinin saldırılarının püskürtülmesi için, kapitalist üretim sürecindeki konumlarının kendilerine sağladığı güç ve olanakları, işçilerin, sonuç alıcı biçimde kullanamadıkları da, aynı süreçte daha fazla açıklık kazanmıştır.
Burjuvazi, uluslararası alanda emeğin sömürüsünü azami düzeye çıkarmayı, yalnızca makinenin ve üretimin teknik yenilenmesi ve emek verimliliğini artırır biçimde örgütlenmesiyle değil; çalışma ve iş sorunlarını işçinin “birey olarak sorunu” haline dönüştürme yönlü baskılarla da gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu saldırılara direnç gösterecek ve yüz yılları bulan emek-sermaye mücadelesi deneyiminden çıkardığı sonuçlar üzerinden mücadeleci bir çizgide yürüyebilecek işçi sınıfı ve emekçi hareketini etkisizleştirmek için, burjuvazi, emekçi örgütlerini zayıflatıp dağıtmaya; işçi sendikalarını ve emekçilerin diğer kitle örgütlerini mücadele ve örgütlenme merkezleri olmaktan çıkararak tabela “şirketleri”ne dönüştürmeye özel bir önem vermektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, burjuvazi bunu yapabilme olanaklarını, önemli ölçüde, emekçi hareketinin zaaflarında, güç yitirmelerinin yanı sıra, bir dönem, sermayeyle ilişkilerini işçilerin yasal hakları üzerinden sürdürmelerine karşın, bugün lafızda da olsa, işçinin örgütlenme ve sosyal-ekonomik hakları için mücadele etme diye bir dertleri kalmayan işçi sendikalarının bu tutumlarında bulmaktadır. Onca kitlesel eyleme karşın, işçilerin, taleplerinin önemli bir kesimini ya da çoğu kez küçük bir bölümünü dahi elde etmeden, ve üstelik eski kazanımlarını da önemli ölçüde yitirerek, geriye püskürtülmelerinin nedenlerinden biri, sendikalarla işçiler arasındaki ilişkinin işçiler aleyhine bu “dönüşümü”dür. İşçi sınıfının büyük kitlesi, sendika yönetim aygıtlarının izledikleri uzlaşmacı çizgi ve mücadele etmeme tutumu nedeniyle, sendikalardan uzaklaşmıştır. Başlıca kapitalist ülkelerin hemen tümünde, son on yıllarda sendikaların güç yitirme nedenleri arasında, işçilerin bu güvensizliği önemli bir yer tutmaktadır. Uzlaşmacı-işbirlikçi sendikacılık, sermayeye karşı işçilerin örgütlenme ve mücadele merkezleri olması gereken sendikaları bu özelliklerinden koparmış, önemli ölçüde işçilerin ve işçi hareketinin dışına düşürmüştür.
Bir diğer neden, birincisiyle bağlantılı olarak, saldırılar karşısında işçilerin sınıf olarak dikilmesini ve emekçi kitlelerin desteğini de harekete geçiren bir örgütlenme ve mücadele anlayışının harekete hakim olamamasıdır. Saldırıları lokal direnişlerle karşılama ve püskürtmenin olanaklı olmadığı bilinmesine ve görülmüş olmasına karşın, üst bürokrasi, “esnek grev” vb. manevralara baş vurmakta; hükümetlerin sermaye adına ve “ulusal güvenliği tehlikeye düşürücü” bularak yasakladıkları grev ve direnişlerin başarıya ulaşması için, genel grev ve direnişleri örgütleme yönünde herhangi bir çaba göstermemektedir.  İşbirlikçi sendikacılık, ayakta kalmak için de olsa, işçilerin ücret artışı, iş güvenliği, işsizlik sigortasının, sendika ve sigorta hakkının tüm emeğiyle geçinenler için kalıcı bir hak olarak genelleştirilmesi, çalışma süresinin haftalık 35 saate düşürülmesi, çocuk ve kadınların ağır çalışma koşullarında ve “eşit işe eşit ücret” talebini hiçe sayarak, bir tür angarya çalıştırılmasının engellenmesi vb. talepler için mücadeleyi “kitabından silmiş”tir.
Burjuva sendikacılığı ve onun çeşitli kolları, tekelci büyük sermaye ve kapitalistlerle, onların meşruiyet ve yasallık anlayışı içindeki “mücadele” ile kendini tanımlamayı yeterli görmektedir. Bu durum, sermaye ve gericilik cephesini cesaretlendirmekte; tekelci sermaye ve hükümetleri, sendikaları, toplusözleşme hakkını, grev vb. mücadele araç ve yöntemlerini “gayrı meşru” ilan etme pervasızlığına götürebilmektedir. İşçilerin hak alma, ücretlerini yükseltme, sosyal kazanımlarını artırma; çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme yönündeki çabalarının ve bu yönlü grev ve gösterilerinin “iş yaşamı ve işletme güvenliğine aykırı, rekabet gücünü düşürücü ve ülke çıkarlarına zarar verici” sayılmasının nedenleri arasında, bu teslimiyetçi-uzlaşmacı “örgütlenme ve mücadele” çizgisi önemli bir yer tutmaktadır.
Oysa, hareketin, birleşik bir hareket olarak yükselmesi için koşullar, bugün önceki tüm dönemlerden daha uygun ve olgundur. Saldırılar, tüm işçileri ve onlarla birlikte tüm emekçi kesimlerini hedeflemekte; hemen tüm ülkelerde benzer saldırı programı uygulanmaktadır. “Refah ve mutluluğun tüm topluma paylaştırılması” gibi, ikiyüzlü propagandayla uygulanma kolaylığına kavuşturulmak istenen bu program, tüm emekçi kesimlerini hedefe koymuştur, ve bunun sonucu olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin diğer tüm kesimlerinin talepleri içinde  birleştirici “ortak noktalar” çoğalmış; mücadelenin üzerinde şekilleneceği “ortak platform”un oluşturulması daha da kolaylaşmıştır. On yıllardır burjuvazi tarafından uluslararası alanda sürdürülen “yeni dünya düzeni” demagojisinin bir yalandan öteye gitmediği görülmüş, burjuvazi, bizzat kendi saflarında patlak veren çatışmalarla, daha büyük kavgaların ve sert sınıf çatışmalarının kapitalizmin kaçınılmazlıklarını oluşturduğunu kanıtlamıştır.
Buna karşın, hareketin dönemsel ya da bünyesel en önemli zaaflarından biri, mücadele pratiğinin derslerinden gerekli ve zorunlu sonuçları çıkararak, sermaye ve gericiliğe karşı mevzilerini koruma ve geliştirmede deneylerinin sonuçlarından yararlanmanın yeterince başarılamaması olmaya devam ediyor. Sermayenin özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalıştırma ve iş yerlerini alt birimlere bölerek işçilerin yığınsal birliğini dağıtma girişimine ve bu yönde kat ettiği mesafeye karşın, fabrika ve işyerleri, işçinin kapitalistle cepheden karşı karşıya geldiği ilk alan olmaya devam ediyor. Üretimin fabrika-atölye ve işyeri temeli, sermayeye karşı mücadelesinde, bu alanların işçinin kalesi olmasını olanaklı ve zorunlu kılıyor. Fabrikaların işçilerin kalesi olması gerekliliği, diğer yandan, kapitalistlere karşı kavgasında, işçi sınıfının başarılı olabilmesinin de koşullarından birini oluşturur. İşyeri ve fabrika örgütü ve örgütlenmenin bu temel dayanağı, koşullara bağlı olarak, mücadelenin başarısı üzerinde kesin etkide bulunur. İşyeri ve fabrika örgütüne dayanmayan ya da onun üzerinde şekillenmeyen herhangi bir mücadele biçimi daha baştan yara almaya ve yarım kalmaya mahkum olmuştur. Kapitalistlerle mücadelesinde işçi sınıfının grev, genel grev, dayanışma grevi ve bütün öteki emekçilerin genel direnişini de içermek üzere genel eylemlerinin başarısı, başlıca, karşıt sınıfların güç mevzilenmesine, iç çelişkilerinin boyutlarına ve uluslararası etkenlere bağlı olmakla birlikte; bu eylemler, fabrika ve işyeri birim örgütleri ne kadar yaygın, güçlü ve sağlamsa; o denli başarıya yakınlaşır ya da başarılı olur. Tersi durumda ise, hareket, en temel dayanak ve mevzi üstünlüklerinden kopmuş olduğundan, yenilgiye uğratılması daha kolaydır.
Burjuvazi ve onun işçi hareketi saflarındaki uzantısı sendika bürokrasisi, işçileri bugün öncelikle bu temel örgütlenme alanında vurmaktadır. Sendikaların işçilerden soyutlanmış ve neredeyse bütünüyle kopmuş olmaları; ve işi, hükümet ve tekelci patron örgütlerinin temsilcileriyle kulislerde “halletme” çizgisi, ve direnişlerin, fabrika ve işyeri örgütleri üzerinde yükselmesi için herhangi bir çabanın gösterilmemesi, “genel eylemler”e baş vurulması durumunda dahi, bu eylem ve direnişlerin, sermaye için ciddi tehdit düzeyine ulaşıp onu ve hükümetlerini püskürtmesini ya mümkün olmaktan çıkarmakta ya da çok ender durumlarda ve elde edilebilir olanın bir hayli gerisindeki kimi kazanımlarla sonuçlanmasına yol açmaktadır.
Açıktır ki, sorunun aşılması için, sendika ağalarını, federasyon ve konfederasyonların üst yönetimlerini teşhir etmek yeterli olamaz. Bu, elbette yapılacak; hatta geniş işçi kesimlerini bürokrat burjuva sendikacılığının etkilerinden kurtarmak ve kendilerinin sınıf çıkarları yönünde mücadeleci sendikalarda örgütlenmelerini, geniş işçi ve işsiz kesimleri içinde sendikaların yeni tarzda örgütlenmelerini teşvik etmek ve sağlamak üzere, daha etkin tarzda yapılacaktır.
Ama, bu, yetmez ve bununla kalınamaz. Sendikal örgütlenmenin, sendikaların, işçilerin örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak yeniden kurulmalarını sağlamak üzere yenilenmesi de dahil, işçi hareketinin, burjuvazi ve emperyalizme karşı politik bakımdan bağımsız bir sınıf hareketi olarak örgütlenmesi ve iktidar mücadelesine daha güçlü ve yaygın biçimde atılması için, öncelikle, hareketin, fabrika ve işyeri örgütleri üzerine oturması gerekmektedir. İşsizlik saldırısıyla işçilerin saflarında yaratılan dağınıklığın devam ettiği, işyeri-fabrika sahasında rekabetin kışkırtıldığı ve dayanışmanın yıkıma uğratıldığı bu dönemde, sorun, daha da önem kazanmıştır. Bugün işçilerin önemli bir kesimi üretim dışına itilmiş, işsizler ordusunun saflarına atılmıştır. Çalışır durumda olanların büyük çoğunluğu sendikalarda bile örgütlü değildir. Sendikaların yeni tarzda ve yeniden örgütlenmesi ya da aynı anlama gelmek üzere, işçilerin kitlesel örgütlenmesi için gösterilecek çaba, işçi sınıfının sermayeye karşı iktidar mücadelesi görevlerinin yerine getirilebilmesi koşullarından birini oluşturmaktadır. Bu koşul ve zorunluluklar, devrimci bir partiyi, işçilerin kitleler halinde sendikalarda örgütlenebilmeleri ve sendikaları kendilerinin mücadele ve örgütlenme merkezleri haline getirmeleri için mücadeleyle, hareketin bağımsız sınıf hareketi olarak örgütlenmesi temel görevini birleştirme ve başarmakla yükümlü kılmaktadır.
İşçi hareketinin sınıf düşmanlarını geri püskürtmesi ve kendisininkiyle birlikte ezilen tüm kesimlerin haklarını ve çıkarlarını koruması, elbette, öncelikle sınıfa karşı sınıf olarak dövüşmesini bilme ve sınıf mücadelesinin gereklerini tüm alanlarda başarıyla yerine getirmeyi başarmasına bağlıdır. Bu, yukarıda sayılanlarla birlikte ve bütün onları da gerçekleştirebilmenin koşulu olarak, işçi hareketinin sosyalizmle birliğini güçlendirip, kapitalizme ve burjuvaziye karşı politik bir hareket; iktidarı almayı amaçlayan devrimci bir parti olarak örgütlenmesinden geçmektedir. İleri kitlesi burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadeleci bir devrim partisi olarak örgütlenen işçi sınıfının, bu olanak ve mevzisini güçlendirmeden kalıcı başarı sağlaması olanaksızdır. Sendikaların yeni tarzda ve yeniden örgütlenmesi de içinde olmak üzere, proletaryanın, bağımsız ve devrimci bir sınıf olarak, kapitalist üretim sisteminden aldığı devrimci rol ve gücü, toplumu gerçek özgürlüğe kavuşturmak yönünde başarıyla kullanabilmesi için, hareketin, sınıf bilinçli bir işçi hareketi olarak örgütlenmesi zorunludur. Bunu ise, ancak, bugün örgütlenmiş olan sınıfın ileri ve devrimci kitlesi, partisi ve onun temel işletmeler ve fabrikalar başta olmak üzere, işçi yoğun bölgelerdeki örgütleri gerçekleştirebilir. Parti ve sendikaların devrimci çizgi birliği, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin başarısını sağlayacaktır. Bunun teminatı, işçi hareketi içinde burjuva ideolojisi ve politikasının tüm biçimlerdeki etkisine karşı kararlı bir mücadele yürütmektir.
Bu görev ve zorunluluklar yerine getirilmeden, bugünkü dağınıklığın ve hareketin takatsizliğinin aşılmasına gerçek anlamda katkıda bulunamaz.

Yalan ve tarih çarpıtıcılığı emperyalizmin mayasında var

Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere hükümetlerinin yönetimini ellerinde tutan sağcı ve ‘solcu’ şahinler çetesi elemanlarının, Irak’a yönelik saldırıyı haklı çıkarmak için, kendi halklarına ve dünya kamuoyuna başından beri yalan söyledikleri açığa çıktı.
Bu amaçla, emirlerindeki gizli istihbarat örgütlerine sahte belge bile tanzim ettirdikleri ya da bu türden kuruluş ve komisyonların hazırladığı yalana dayalı raporları, bile bile savundukları meydana çıkmış bulunuyor. Şimdi her geçen gün (özellikle de işgalci orduların Irak’ta karşılaştığı sorunlar ve direniş arttıkça) ortaya çıkan yeni bilgi ve belgeler, halkların katillerinin aynı zamanda nasıl birer yalancı madrabaz olduklarını da gözler önüne seriyor.
Dünyaya çeki düzen vermekle kendini mükellef gören, kendine her tarafa özgürlük ve demokrasi taşıma misyonunu biçen ABD emperyalizminin (ve yardakçılık rolü üstlenen İngiliz emperyalizminin) insan hakçı, özgürlükçü yaygaralarına ve sipariş üzerine hazırlanmış raporlara güven duymak için hiç bir gerekçenin bulunmadığını sınıf bilinçli işçi ve emekçiler ve şu veya bu zamanda emperyalizmden darbe yemiş sağduyulu herkes biliyordu, bundan dolayı da milyonlarla sokağa, alanlara çıkarak savaşa karşı tepkilerini ifade etmişlerdi. Ama şimdi, bu gerçeği görmek için özel bir çabaya artık gerek kalmadı. Yaşanan olaylar, tarafların tutumları, belirginleşen hedefleri, rakip emperyalist devletlerin ifşaatları ve bizzat istihbarat örgütlerinin kendi itirafları ile, çokça şey ortaya saçılmış bulunuyor.
Hatırlanacağı üzere, Irak’a yönelik saldırıyı meşrulaştırmak için öne sürülen en kuvvetli ve “ikna edici” gerekçe, bu ülkenin kitle imha silahlarına sahip olduğu ve El-Kaide benzeri uluslararası terör örgütleri ile birlikte bu silahları Amerika’ya ve Batı dünyasına karşı kullanacağı idi.
On yılı aşkın süredir dikkatler zaten Irak üzerinde yoğunlaşmıştı. Birinci Körfez Savaşı’nda yarım bırakılan yerden devam edilmesi, uluslararası silah ve petrol tekellerinin ve onların adamı olan politikacıların ve bu arada Ortadoğu’nun minyatür Amerikası olan haydut Israil devletinin ve dünyadaki tüm işbirlikçi ve gericilerin başlıca isteği idi. Yıllar boyunca bir taraftan Irak halkını bunaltıp Saddam rejimine karşı ayaklanmaya teşvik edecek ambargo türünden uygulamalara başvurulurken, bir taraftan da Batı kamuoyunu savaşın zorunluluğuna inandırmak ve orduları da savaşa hazırlamak yönünde çaba sarfedildi.

DÜNYA KAMUOYU BİLİNÇLİ OLARAK SAHTE BELGE VE BİLGİLERLE YANILTILDI
ABD’nin ve Batı ülkelerinin kamuoyunu aldatarak ikna edebilmek için raporlar hazırlandı ve bazen Bush ile Blair’in bizzat kendileri bazen de önde gelen kurmaylar, kameralar ve mikrofonlar önüne geçip en ciddi pozları takınarak, bu raporlarda art arda dizilmiş olan yalanları aktarmaktan hiçbir sıkıntı duymadılar.
Bakın kitle imha silahları ile ilgili olarak ne söylemişler:
“Aldığımız istihbaratlar hiçbir şüpheye yer bırakmıyor. Irak rejimi, şimdiye kadar hiç denenmemiş ölümcül bazı silahlara sahip bulunmaktadır ve yenilerini de üretmektedir” (George Bush, 18 Mart 2003)
“Irak kimyasal ve biyolojik silahlara sahiptir. Saddam bunları üretmeye devam etti ve şimdi de kullanmak niyetindedir” (Tony Blair, 24 Eylül 2002)
“Silahların nerede olduklarını biliyoruz. Tikrit ve Bağdat çevresinde, Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de ve Güney’de bulunuyorlar” (Donald Rumsfeld, ABD Savunma Bakanı, 30 Mart 2003)
Irak savaşının bitmesi ve işgalin başlaması üzerinden yaklaşık üç ay geçti. Bu kadar kesin bir dille varlıklarından söz edilen ve hatta yerleri bile tarif edilen bu kitle imha silahları henüz bulunabilmiş değil. Üstelik Mart ayından beri ABD ve İngiltere’nin yüzlerce kişiden oluşan kendi “araştırma” ekipleri Irak’ta bulunmalarına rağmen, bir sonuç alınabilmiş, emperyalistlerin yalanlarını doğrulayacak bir kanıt üretilemedi.
Peki, öteki bilinen nedenler bir tarafa, ABD ve İngiltere, Irak’ın ne türden silahlara sahip olduğunu bu kadar kesinlikle nasıl bilebilirlerdi? Kitle imha silahı denenler de dahil olmak üzere, tüm silahları, Irak’a petrol ve dolar karşılığında satanlar, Irak’ı bölgedeki komşu ülkelere karşı vurucu saldırgan olarak kullananlar da yine bu aynı güçlerdi. İran devrimini boğmak ve bölgede anti-emperyalist (en azından anti-Amerikan) hareketin gelişmesini bastırmak için Irak gerici rejimine ne kadar biyolojik ve kimyasal silah sattıklarını en iyi kendileri bilebilirlerdi. Irak, tümünü İran’a karşı kullandığını belgeleyemediğine göre, geri kalanı meydana çıkarmalıydı.
Peki, burada insani kaygıların mı gerçekten söz konusu olduğunu düşünmek lazım? Öyle olsaydı, bölge ülkeleri arasında yer alıp, biyolojik, kimyasal ve hatta nükleer silaha sahip olan ülkelere öncelikle dönmek gerekmez miydi? Ve hatta, bunca silahı yeryüzüne salan silah tüccarı büyük emperyalist güçleri sorgulamak…

ŞİMDİ KİTLE İMHA SİLAHLARI KONUSUNDA NE DİYORLAR?
“Bürokratik sebeplerden dolayı, savaş gerekçesi olarak, herkesin hemfikir olabileceği bir konu üzerinde anlaştık. O da, kitle imha silahları meselesi idi” (Paul Wolfowitz, ABD Savunma Bakan Yardımcısı, 28 Mayıs 2003)
“Hiç şüpheniz olmasın, kitle imha silahları geliştirme konusundaki programları bulacağız sonuçta” (Tony Blair, 8 Temmuz 2003)
Wolfowitz daha pervasızca davranarak, kamuoyunu aldatmak üzere yalan söylediklerini itiraf ediyor (daha doğrusu “yalan söylediysek biz söyledik, ne olacak yani!” havalarında), Blair ise hâlâ umutlu. Silahların kendisini bulamazsak, programlarını bulacağız diye çırpınıyor!
Dünya kamuoyunda şok etkisi yaratsın ve işgal saldırısı meşru karşılansın diye, en yetkili kişilerin ağzından ileri sürülen başka bazı yalanlar ve şimdi söylenenler de şunlardı:
Alimünyum tüp:
“Irak, ileri derecede konsantre edilmiş alimünyum tüpler ve uranyumu zenginleştirecek teknik donanım satın alarak, nükleer silah geliştirme girişiminde bulundu.” (G. Bush, 7 Ekim 2002)
“Bu tüpler, Irak’ın bize verdiği listede yer alıyor ve nükleer silah elde etmek için kullanılmamıştır.” (Muhammed El Baradey, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, 27 Ocak 2003)
Mobil Laboratuvarlar:
“Teftişçiler tarafından ele geçirilmesin diye, tekerlekli ve raylı araçlar üzerinde kurulmuş kimyasal silah laboratuvarları olduğunu ilk elden tespit ettik.” (Colin Powel, BM Güvenlik Konseyindeki konuşma, 5 Şubat 2003)
“Uzmanlarımız, bunların mobil biyolojik ve kimyasal silah laboratuvarları olduğunu söyleyebilecek durumda değiller.” (Richard Boucher, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, 26 Haziran 2003)
Afrika’dan uranyum alınması:
“Saddam Hüseyin, Afrika’dan kayda değer miktarda uranyum satın aldı” (İngiliz Hükümeti Raporu, 24 Eylül 2002)
“Nijer ile Irak arasında uranyum ticaretine ilişkin belgenin sahte olduğunu biliyoruz.” (Beyaz Saray Sözcüsü, 8 Temmuz 2003)
45 dakikada kimyasal silah:
“İstihbarat birimlerimiz, Irak ordusunun 45 dakika içerisinde kimyasal ve biyolojik silah elde etme ve kullanma kapasitesine sahip olduğunu belirtmektedirler.” (İngiliz Hükümeti Raporu, 24 Eylül 2002)
“45 dakika meselesi pek ikna edici ve kanıtlanmış değil. Tespiti mümkün olmayan tek bir kaynağa dayandırılmaktadır.” (Parlamento Dışişleri Komisyonu, 7 Temmuz 2003)
İşte böyle!
Irak’a savaş açmak ve rejimle birlikte binlerce yıllık bir uygarlığın tarihsel mirasını ve kültürel zenginliklerini yerle bir etmek için öne sürülen gerekçeler zaten çok uydurma, derme çatma ve asıl amaçları gizlemeye yönelik, zorlama gerekçelerdi. Dünyanın hangi ülkesindeki savaş yanlılarını dinleseniz, aynı merkezden idare edildiği açıkça belli olan bir kaç uydurma gerekçe ileri sürüyorlardı: “Irak’ın elinde kitle imha silahları var, Irak terörist örgütlerle işbirliği yapıyor, kimyasal ve biyolojik silahlar bulunduruyor ve nükleer silah geliştirmek için çaba sarfediyor vb. vb….”
Bunların hepsinin yalan olduğunu şimdi bizzat kendileri itiraf ediyorlar.
Geriye ne kalıyor peki? 
Irak’ın petrolü, Ortadoğu’daki (ve dolayısıyla dünyadaki) stratejik konumu ve bir de İsrail’in ebedi güvenliği (Amerikan yönetimindeki savaşçı şahinlerin istisnasız hepsinin de Siyonist lobi ile içli dışlı olması ve Irak’a karşı bir savaş açılması için yıllardan beri çaba sarfediyor olmaları elbette tesadüf değil).

*   *  *
BUGÜN GERGİNLİK DENEN ŞEY YARIN NEYE DÖNÜŞÜR?
Amerikan-İngiliz emperyalist koalisyonunun Irak’a karşı giriştiği işgal savaşı, değişik emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerin boyutlarını sergilemesi bakımından da önem taşıyordu. Avustralya, İspanya, Polonya gibi bazı ülkelerin desteğini arkasına alan ABD-İngiltere savaşçı ittifakının karşısına, Almanya, Fransa ve Rusya’nın oluşturdukları blok çıktı. Bu bloğun bileşenleri, Irak’a bu şekilde bir müdahaleye karşı çıkıyor ve tüm girişimlerin Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında gerçekleşmesinde ısrar ediyorlardı. Daha doğrusu şimdilik pek kârlı çıkmayacakları bir savaşa katılmakta gönülsüz davranıyorlar ve savaş ganimetine ortak olma ve kararlara katılma isteğini öne sürüyorlardı. ABD ise, stratejik ve ekonomik bakımdan nispeten daha önemsiz yerlerde kabul ettiği BM şemsiyesi ve ganimet ortaklığını, Ortadoğu gibi can alıcı bir yerde kabul etmeye yanaşamazdı. Zira mesele, dünyanın gelecek on yıllardaki kaderini belirleyecek kadar tayin edici önemde idi.  
ABD-İngiltere karşıtı bloğun esas orkestra şefi Almanya ve askeri bakımdan asıl caydırıcı kuvveti de Rusya olmakla birlikte, diplomasi ve güncel politikada öne çıkan ve Amerika ile en çok ‘kapışan’ ülke Fransa oldu. Dünyanın rakipsiz jandarması ABD, kendisinin karşısına böyle çıkılmasını tabii ki kolayca hazmedemedi ve ilişkilerde bir miktar gerginlikler de yaşandı. Aslında Irak olayı, dünyanın değişik bölgelerindeki piyonları vasıtasıyla yerel savaşlarda karşı karşıya gelen büyük kuvvetlerin, bizzat kapışmaktan ilelebet kaçın(a)mayacaklarını da gösterdi.
“Gerginlikler”, önümüzdeki dönemde laf düzeyinde kalmayıp, bizzat pratikte de gündeme gelecek. Nitekim ABD’nin Avrupa Birliği’ni istediği anda bölmekle tehdit etmesi ve bunu doğrulayacak tarzda ufak da bir gösteri yapması, bu kategoriden bir girişimdi. ABD Başkanı G. Bush’un son günlerde gerçekleştirdiği Afrika gezisi de öyle. Fransa’nın Irak meselesinde ABD’yi en çok çelmelediği günlerde, ABD yetkilileri, ileride sıranın Afrika’ya da geleceğini açıkça söyleyerek, “Afrika’nın doğal sahibi” Fransa’yı ürkütmeye çalışmışlardı. Şimdi iş, pratiğe dökülmeye başladı bile. Fransa’nın geleneksel etkinlik alanının burnunun dibindeki Liberya’da işbaşındaki yönetimin (hiçbir devletler arası hukuk kuralı tanınmaksızın) ABD emriyle uzaklaştırılması ve ABD’nin bölgede işbirlikçiler vasıtasıyla kendisini askeri olarak da davet ettirmesi, yakın zamanda daha üst düzeyde patlak vermesi pek muhtemel olan sürtüşmelerin bir ilk habercisidir. Liberya’nın (ve Sierra Leone’nin), şu an kaynayan bir kazan olan ve Fransa’nın yüz yıllık sömürgesi ve yarı sömürgesi Fildişi Sahilleri ile Batı Afrika Birliği’ni oluşturan 14 Frankofon ülke ile komşu olduğu unutulmasın.
Bunlar, günümüzün olayları ve yaşayarak nereye doğru evrileceklerini göreceğiz. Ama Irak ‘krizi’nin yaşandığı günlerde ABD emperyalistleri tarafından ortaya atılan bir iddia var ki, üzerinde durulmaya değer. Hem tarih çarpıtıcılığını tespit etmek ve hem de emperyalizmin politikalarına neyin yol gösterdiğini anlamak bakımından önemli.

“FRANSA ŞİMDİ ALMANCA KONUŞUYOR OLACAKTI”
ABD ile Fransız emperyalizmi arasındaki ilişkilerin gerildiği, karşılıklı çelmelerin atıldığı, laf dalaşının kızıştığı günlerde, Amerikalı bir yetkili şu sözleri bilinçli bir şekilde ağzından kaçırıverdi: “Amerika olmasaydı, Fransa şimdi Almanca konuşuyor olacaktı!”
Bu şoven kafalı gerici, kendince iki önemli şeyi söylemek istiyor. Birincisi, şimdi ABD karşıtlığında Almanya ile birlikte hareket eden Fransa’yı güya uyarmış oluyor. Daha elli sene önce topraklarınızı işgal eden Almanya idi. Kiminle ortaklık kurduğunuza dikkat edin! Böylece AB içerisinde Almanya-Fransa eksenine karşı diğer ülkeler kışkırtıldığı gibi, bizzat eksenin kendi içine de çomak sokulmak isteniyor. İkincisi ve daha önemlisi, bir tarihi gerçeği bir kez daha çarpıtma girişiminde bulunuyor. Yani ABD’nin iddiası, Nazi Almanyası tarafından işgal edilen Fransız topraklarının ABD tarafından kurtarıldığı ve Fansızların bağımsızlıklarını Amerika’ya borçlu olduklarıdır. Dolayısıyla ABD’nin başka ülke ve kıtalara özgürlük taşıma misyonunu yüklenmesi bugünün olayı değildir, daha İkinci Dünya Savaşı zamanında başlayıp, bugün de devam eden bir olgudur!
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, esas olarak Amerika’daki propaganda odakları tarafından planlanıp hayata geçirilen, başta Batı toplumlarına olmak üzere tüm dünyaya yaygınlaştırılan iki görüş var. Daha savaş devam ediyorken altyapısı oluşturulup başlayan ve günümüze kadar devam eden bu kampanyanın konularından birisi Yahudi katliamına ilişkin olanıdır. ABD emperyalizminin propaganda merkezleri, bilinçli olarak Hitler faşizmini, salt bir Yahudi düşmanlığına indirgemeye gayret etmişlerdir. Yahudi soykırımına ilişkin görüntüler, abartılı ve acıklı senaryolar eşliğinde hep öne çıkarılmıştır. (Milyonlarca insanın, sırf Yahudi oldukları için soykırımdan geçirildikleri doğrudur ve katledilen Yahudi sayısının kaç milyon olduğu “tartışması”, Hitlerci milliyetçi şoven barbarlığın suçunu asla hafifletmez. Ama ABD emperyalizmi, abartılı sayı ve görüntülere başvurarak belirli ve uzun vadeli bir strateji etrafında hareket etmiştir.) Burada, eğer tabiri caizse, bir taşla birkaç kuş vurulması hedeflenmekteydi: 1) Hitler faşizmi sınıfsal özünden koparılarak, basit bir Yahudi düşmanlığı derekesine düşürülmekte, 2) Ve emperyalizm destekli Siyonizmin eylemlerinin eleştirilmesi, anti-Semitizm gibi gösterilip bastırılma imkanı sağlanmaktaydı. 3) Sosyalizme ve sosyalizmin o günkü anayurdu olan Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırganlık ve düşmanlık, mümkün olduğunca perdelenmek istenmekteydi. Hitlerci faşizmin esasta sosyalizmi yıkmak üzere tekelci kapitalizm tarafından beslendiği ve palazlandırılarak halkların üzerine saldırtıldığı gerçeğinin üzeri böylece örtülmeye çalışılmaktaydı. 4) Sovyetler Birliği’nin ve faşizm tarafından işgal edilen öteki ülkelerin emekçi halklarının faşizme karşı yıllar süren direnişi, mücadelesi ve zaferinin üstüne perde çekilmekte ve hep katledilen Yahudi görüntüleri kullanılarak, faşizme karşı direniş, Amerikan ordularının ve onlarla bağlantılı odakların işi gibi sunulmaktadır.
Bunlara sonradan, SB’nde sosyalizmin yıkılmasının ardından saf değiştirerek yalancı şahitlik yapanların yardımıyla, “Stalin de zaten anti-semitistti, Kızıl Ordu da Yahudi katliamları yaptı” gibi iftiralar da eklendi. Böylece, Hitler ve Stalin’in Yahudi düşmanlığı ortak paydasında birleşmiş diktatörler olduğu yaygarası eşliğinde, faşizmin Sovyet halklarına yaptığı zulüm ve katliam perdelenmiş oldu. Öyle ki, Batı’da sıradan herhangi bir kişiye İkinci Dünya Savaşı’nın neyi çağrıştırdığı sorulsa, vereceği ilk ve maalesef tek cevap, Yahudi katliamı olacaktır. Ötesi, onun için tartışmalıdır, ya da iki diktatörlük arasındaki egemenlik yarışıdır! Sosyalizmin gerçeği ve sahtesiyle birlikte yıkılmasının ardından tam kabul gören bu türden düşüncelerin kökü, görüldüğü gibi, savaşın hemen ardından gelen soğuk savaş yıllarına denk düşer. Ve Amerikan emperyalizminin dezenformasyondan sorumlu ilgili daireleri tarafından planlanmışlardır.
Herkes tarafından kabul görmesi için yoğun bir çaba gösterilen ikinci konu ise, Amerikan-İngiliz müttefik kuvvetlerinin, başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin faşizmden kurtarılmalarında tayin edici rol oynadıkları yönündeki asılsız iddiadır.
Gerçeklerin tamamen tersyüz edilmesine dayanan bu iddia, birincisi, sosyalizm düşmanı tekellerin güdümündeki Batılı emperyalist ülkelerin Hitler ve Mussolini (ve Franko) faşizmiyle suç ortaklığını gizlemeyi amaçlamakta, leş kargalarını özgürlük taşıyıcıları olarak tanıtıp halkları aldatmayı hedeflemektedir. İkincisi, Hitler faşizmini bozguna uğratan ve eze eze ilerleyerek Berlin kapılarına dayanan sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’nun etkisini ve tayin edici desteğini inkar etmektedir. Üçüncüsü, Fransa örneğinde görüldüğü gibi, partisi önderliğinde faşizme karşı yıllarca kurtuluş mücadelesi veren ve aslında kendi topraklarını kendisi özgürleştiren halkın direnişini yok saymakta, bir ulusa ve halka saygısızlık yapmaktadır.

NORMANDİYA ÇIKARMASI SAVAŞ BAŞLADIKTAN BEŞ YIL SONRA YAPILDI
İkinci Dünya Savaşı resmen, Almanya’nın Polonya’yı işgale giriştiği 1 Eylül 1939’da başladı. Hitlerci faşist sürülerin Sovyet topraklarına girdikleri tarih ise, 21 Haziran 1941’dir.
Amerikan-İngiliz müttefik kuvvetlerinin Avrupa’ya çıkışlarını ve Batı’da ikinci bir cephenin açılmasını simgeleyen Normandiya çıkarması ise, 6 Haziran 1944’de gerçekleştirildi. Yani, savaşın resmen başlamasından beş sene, Hitler ordularının Sovyet topraklarına girmesinden de tam üç sene sonra…
Peki bu arada neler oldu? Koca bir Avrupa kıtasının Hitler ve Mussolini’nin faşist sürülerinin çizmesi altında çiğnendiğinden, bu kadar dehşetli özgürlük aşığı Anglo-Sakson emperyalistlerinin haberi yok muydu?
Öncesini (yani Versailles’den başlayıp Münih’le taçlanan gerici ittifakı, İspanya’yı vb.) bir tarafa bırakalım. İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra bile, Sovyetler Birliği’nin, faşizm vebasını durdurmak için ABD, İngiltere, Fransa gibi “demokratik” ülkelere yaptığı işbirliği çağrılarını (neredeyse yalvarışını) bilmeyen mi var?
Bütün bu döneme damgasını vuran ABD (ve İngiliz) politikasını, Truman’ın şu sözleri, ciltler dolusu demagojiden daha iyi özetlemektedir: “Eğer Almanya üste çıkarsa Ruslara yardım etmeliyiz, yok şans Ruslardan yanaysa Almanya’yı desteklemeliyiz ki, birbirini mümkün olduğunca fazla kırsınlar” (24 Temmuz 1941, New York Times).
Ve bu sözler, başka herhangi bir zamanda değil, Nazi ordularının Sovyetler Birliği topraklarına girdikleri ve ‘coşkuyla’ başkent Moskova’ya doğru ilerlemeye başladıkları tarihten sadece bir ay sonra sarfediliyor.
Aynı türden yaklaşım, Nazi işgaline uğrayan ‘dost’ Fransa’ya karşı da gösterilmiştir. Zaten bizzat Fransa’da önde gelen sanayiciler, bankerler, ordu üst kademesi ile bürokrasideki üst kademe, yani burjuva devletini temsil edenlerin hepsi, Nazi işbirlikçiliği rolünü hemen benimsemişler ve Vichy’e yerleşerek Petain-Laval uşak yönetimini oluşturmuşlardır. Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere ise, bir taraftan Nazi işgaline ses çıkarmazken, öte yandan da gelecekte Fransa’nın nasıl paylaşılacağının telaşına düşmüşlerdir. Fransız halkı ve gençliği, ülkelerini faşist işgalden kurtarmak için komünistler öncülüğünde ulusal kurtuluş savaşına girişirken, Churchill ve Eisenhower gelecekteki paylaşımın hesabına girişmiş leş kargaları durumunda idiler. Fransa’ya biçtikleri rol ise, Amerika’nın protektorası olmaktı.
Hem Sovyetler Birliği’ni ve hem de dünya halklarının beklentilerini artık başka türlü oyalamak mümkün olmadığında, ABD, Fransa’ya gelebilmek için, önce Afrika’dan dolanarak işe başladı! “1942 Haziranında Amerikan ve İngiliz gazeteleri, Rusların ikinci bir cephe açılması yönündeki çağrılarına yer vermeye başladılar. Bu durum, bizi çok rahatsız etti. Zira bu, stratejik problemleri yeterince dikkate almayan bir istekti” (Dwight Eisenhower, Crusade in Europe, 1948) Ve bu nedenle belirli aralıklarla Cezayir’e, Korsika’ya, Sicilya’ya çıkartma hareketleri (!) düzenlendi. Buralar, ya işgale hiç uğramamış ya da kendi kendilerini zaten kurtarmış olan yerlerdi. Örneğin müttefik kuvvetleri Korsika’ya vardığında, ada düzeyinde 12 bin silahlı partizanın ve 400 kadar De Gaulle’cü askerin katıldığı bir direniş hareketi ile ada, Mussolini ve Hitler ordularından zaten temizlenmişti.
ABD’nin buralara çıkartma (!) düzenlemekteki maksadı; bir taraftan abartılı savaş ve fedakarlık hikayeleri üzerinden ilerici kamuoyunu oyalamak, gelecek zamanlar için malzeme biriktirmekken, bir taraftan da faşizmin muhtemel bir yenilgisi durumunda (hatta yorulmuş bir güç olacağı için yengisi durumunda da), Fransa, İtalya ve Balkan ülkelerinde köprü başı tutmaktı. Amaç, Afrika’yı kurtarmak ya da Hitler faşizmini zayıflatmak değil, Fransa’yı kendisine bağlamak ve savaş sonu için iyi bir mevzi kaparak pusuya yatmaktı. İngiltere’nin ısrarlı istekleri sayesinde Avrupa’daki müttefik kuvvetleri komutanlığına getirilen Amerikan generali Eisenhower, Churchill’in iyi bir talebesi ve entrika uzmanı olarak daha o zamandan ün salmaya başlamıştı.

ABD’NİN FRANSA’DA ETKİNLİK KURMA PLANLARI SAVAŞ SIRASINDA BAŞLADI
Eisenhower’in ABD emperyalizmi adına Cezayir’e yerleştikten sonraki ilk işi, faşizmle mücadele planları yapmak değil; Nazi işbirlikçisi Vichy rejiminin generalleri ile elele verip, Fransa’yı (ve öteki Avrupa ülkelerini) ABD sömürgesi haline getirme planları yapmak oldu. Sırasıyla Vichy generalleri Veygand (bu kişi Sovyetler Birliği’ne karşı bizzat cephede savaşmış yeminli bir anti-komünistti), Giraud ve Darlan ile işbirliği yapılmıştır. Veygand’ın kendi hatalarından dolayı elenmesi, Giraud’nun da, De Gaulle ile birlikte çalıştığının anlaşılmasından sonra, sıra general Darlan ile işbirliğine gelmiştir. Hatta general Darlan ile ABD generali Mark W. Clark arasında bir de anlaşma imzalanmıştır. ABD’nin Fransa’ya nasıl bir gelecek biçtiğini, 22 kasım 1942 tarihli bu anlaşmanın metninden daha iyi gösteren bir belge yoktur:
“Kuzey Afrika toprakları ABD’nin kullanımına serbest olacak, Fransa kapitülasyonları kabul edecek, Fransız ordularının hareketleri, limanlar, havaalanları, cephanelikler, iletişim mekanizması, deniz ticaret filosu ABD denetimine girecek, Amerikan şirketlerine vergi muafiyeti uygulanacak, müsadere yetkisi verilecek, askeri bölgelerin idaresi ABD kontrolünde olacak.” (Annie Lacroiç-Riz, İşgal zamanında Fransız sanayicileri ve bankerleri, Armand Colin yayınları, Paris, 1999)
Bu, tam da leş kargalarına yaraşır bir tutumdur ve ABD ile İngiltere’nin savaş boyunca tüm davranışlarına denk düşmektedir. Ama Fransız burjuvazisinin has kesimlerinin de eli kolu bağlı durduklarını sanmak hata olur. Onlar, Amerikan ve İngiliz kuvvetlerini, Bolşevik devrimi tehlikesine karşı koruyucu kalkan olarak severken, rakip güçler olarak da onlardan nefret etmekteydiler. Nitekim, darbeci ve işbirlikçi general Darlan, bu anlaşmaya imza koyduktan bir ay sonra, 24 Aralık 1942’de, De Gaulle yandaşlarının adlarının karıştığı bir suikast sonucu öldürüldü.
Ama ABD, Fransa’da, kendisine hizmette kusur göstermeyecek işbirlikçi bir yönetim kurma çabalarından hiç vazgeçmedi. Daha savaş döneminden itibaren başlayıp sonraki yıllarda da süren De Gaulle ile dalaşma, bunun açık bir göstergesi idi. Darlan’ın öldürülmesinden sonra, yeniden general Giraud (bu kişi, Ulusal Kurtuluş Konseyi’nde De Gaulle’ün adamı olarak bulunuyordu ve Cezayir’deki Fransız kuvvetlerinin komutanlığını yapıyordu) ile ve başka bir dizi bürokrat, asker, işadamı ve banker ile birlikte komplo girişimleri devam etti. Örneğin, Vichy bakanlarından Pierre Pucheu, Nazilerin yenilmekte olduğunu görünce bu dönemde kamp değiştirip Amerikalılarla birlikte hareket etmeye başladı. Ancak, sonradan Giraud tarafından yarı yolda bırakılıp ele verilince, komplo hazırladığı meydana çıktı ve Mart 1944’de Cezayir’de infaz edildi. Pucheu’nun bu şekilde harcanması, De Gaulle tarafından Amerika’ya yapılmış bir uyarı idi. ABD de zaten uzun süre De Gaulle’u bu yaptıklarından dolayı affetmedi ve güvenilmez bir kişi olarak gördü. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında De Gaulle başkanlığında kurulan geçici hükümeti, iki buçuk sene boyunca tanımadı. Ağustos 1944’de Nazi işgalinden kurtuluştan sonra kurulan hükümeti de, aradan üç ay geçtikten sonra ancak tanıdı. ABD’nin (ve İngilizlerin) umudu, hep savaştan harap olmuş olarak çıkan Fransa’yı kendisine bağlı zayıf bir yönetimle idare etmek, bir nevi yarı sömürgesi haline getirmekti. 
Amerika’nın Fransa’yı Nazi işgalinden kurtarmasının hikayesinin içyüzü işte böyle!

SOVYETLER’İN ETKİSİ VE HALKLARIN DİRENİŞİ YOK SAYILIYOR
Ama Amerika’nın başvurduğu türden yalana dayalı bir sunumun başka nedenleri de var. Bir kere böylelikle, Sovyet ülkesi ve halkının ve Kızıl Ordu’nun savaşta kendi vatanını savunmak için gösterdiği olağanüstü kahramanlık ve faşizmin çizmesi altında ezilen diğer halklara sunduğu fedakarca destek göz ardı edilmiş olmaktadır.   
Tekellerin ve kapitalist büyük devletlerin nefret ettikleri asıl düşmanın, sosyalizm ve sosyalist Sovyetler Birliği olduğuna kuşku yoktur. Ekim Devrimi ile birlikte uluslararası sistemlerinde açılan gediği kapatmak için her yola başvurdukları kimse için sır değildir. Buna, Sovyet ülkesinin bazı bölümlerinin fiili askeri işgali de dahildir. Uluslararası hukuk üzerine döktürülen burjuva ikiyüzlüğü bir tarafa bırakılacak olursa, bu işte garip bir durum da yok aslında. Nihayetinde karşı karşıya gelenler, iki ayrı sistemdir ve kimin diğerini alt edeceğini, güç ilişkileri belirler. Ama emperyalizm hem düşmandır, hem de kalleş ve yalancı, hilecidir.
Savaşın neredeyse başından beri Sovyetler Birliği’ne verilmiş olan, Batı’da ikinci bir cephe açma sözü; sonuna kadar geciktirilmiş ve Truman’ın baştan da söylediği gibi, iki gücün birbirini olabildiğince takatten düşürmesi için pusuya yatılıp beklenmiştir. Bu, hareketsiz bir beklenti değil, ilerideki hamleler için mevzi oluşturmayı içeren hareketli bir savaş taktiğidir.
Belirli bir andan itibaren ibrenin Sovyetler’den yana döndüğü görülünce, Amerikan-İngiliz emperyalistlerini bir telaş almış ve Kuzey Afrika’dan başlayıp ağır ağır Normandiya çıkarmasına kadar varan şova yönelmişlerdir. Normandiya çıkarmasının asıl sebebi, faşizmi durdurmak değil, ilerleyen sosyalizmin önünü kesmek ve yıkılan faşizmden arta kalan yemlerden bir kısmını kapmaktır.
ABD’nin genel olarak İkinci Dünya Savaşı ve özel olarak Normandiya çıkarması üzerine hikayelerle üzerini örtmeye çalıştığı bir başka gerçek de, halkların faşizme karşı yıllarca süren direnişleridir. Bunun en canlı örneği de Fransa’dır. Anglo-Sakson emperyalistleri sabırsızlıkla sosyalizmin yıkılmasın bekler, Fransız büyük burjuvazisi ve devletin sivil ve askeri üst bürokrasisi ile vurguncu bankerler hemen faşizmle işbirliğine soyunurken, başını komünistlerin çektiği yurtsever anti-faşist güçler, hemen ilk andan itibaren direnişi örgütlemeye başladılar. 10 Temmuz 1940’da FKP Merkez Komitesi adına Maurice Thorez ve J. Duclos imzasıyla yayınlanan çağrı, Fransa’nın tüm yurtsever, anti-faşist güçlerini, işçi sınıfı etrafında kenetlenmeye ve özgürlük, bağımsızlık ve yeniden diriliş için mücadeleye çağırmaktadır. FKP baştan itibaren ulusal ayaklanma stratejisini geliştirerek, ona uygun örgütlenmelere girmektedir. Önceleri, Fransız Partizan ve Gönüllü Birlikleri (FTPF) adıyla örgütlenen direniş, daha sonraları Fransız İç Kuvvetleri (FFI) adıyla tam bir orduya dönüşür. Ve Fransa’yı, başta Paris, Marsilya gibi büyük şehirler olmak üzere tüm yerleşim birimlerini düşman işgalinden kurtaranlar, esasta bu birlikler içerisinde örgütlenmiş olan halktır. Paris kurtarıldığında, FFI içerisinde kayıtlı savaşçı olarak örgütlü olanların sayısı 500 bini geçmektedir. Sonradan Amerikan kahramanlığı hikayeleri uydurma kervanına katılan Eisenhower’in bizzat kendisi, o zamanlar şunları söylüyor: “Şehre girdiğimizde bizi FFI’ler karşıladı, güçleri 15 tümene eşitti.” İşgale karşı kendi topraklarında düşmanla savaşan halkın kuvvetini tümenlerle ölçme kafasızlığı yapsa da, doğrunun bir kısmını yine de böylece kabul etmiş olmaktadır. Paris’te halk ayaklanması, esas olarak FKP, CGT sendikası ve FTP silahlı birlikleri tarafından organize edilmiş, Eisenhower komutasındaki Amerikan birlikleri ile Leclerc komutasındaki De Gaulle birlikleri ise, kurtuluş festivaline, tankları elli kilometre hızla sürerek neredeyse canhıraş yetişmişlerdir!
Ama sonraki (Amerikancı ve genel olarak Batılı) anlatımlarda iş başka türlü yansıtılmıştır. Ve işin garip tarafı, Fransızların kendileri bile bir müddet sonra, Amerikan kahramanlığı hikayelerine inanır olmuşlardır. Soğuk savaş zamanının anti-komünist propaganda mayası tutmuştur. Ve Fransa hâlâ, biraz da kendi katkılarıyla başına örülmüş olan bu çoraptan kurtulmaya çalışmaktadır.
İşin gerçeği ise birkaç kelimeyle şudur: Nazi rejimi tekelci kapitalizmin fırlatmasıdır ve esasta sosyalist Sovyetler Birliği’ni yıkmak, sosyalizmin kökünü kazımak üzere yola çıkmıştır. Bu nedenle de, öteki emperyalist devletler tarafından teşvik edilmiş, desteklenmiş ya da hayırhah karşılanmıştır. Sonra, Hitlerci faşizmin ezilmekte olduğunu gören emperyalist devletler savaşa taraf olarak sosyalizmin önünü kesmeye çalışmışlardır. Normandiya çıkarması da, bu girişimin önemli adımlarından bir tanesidir. Normandiya’ya çıkarma yapanlar, gittikleri her şehirde, kendi yörelerini zaten kurtarmış olan anti-faşist direnişçiler tarafından karşılanmışlardır. Müttefik kuvvetlerin zayiatlarının neredeyse toplamı da, ya yanlışlıkla birbirlerini vurmaktan ya da Almanya sınırına varınca (zira buralarda kendi şehirlerini kurtarmış partizan kuvvetleri yoktur) orada patlak veren çatışmalardan  kaynaklanmıştır. Nazi Almanyası Doğu cephesinde (yani Sovyetlere karşı) 47 ay boyunca ve 250 tümenlik kuvvetle savaştı. Batı’da ise 11 ay boyunca ve 60 tümenle.. Savaşta yaklaşık 20 milyon Sovyet vatandaşı ölürken, ABD 250 bin kayıp verdi. Fransız Komünist Partisi ise faşizme karşı savaşta yaklaşık 70 bin militanını kaybetti!
Gerçek bu, gerisi ise hikayedir. Emperyalistler arası dalaşma, kafatasçı faşizm ve şoven iğrençliklerle halkların mücadele tarihini karalama çabasıdır.

Parti çalışmasının bolşevik yenilenmesi*

IV. İDEOLOJİK SALDIRIMIZ VE PARTİ ÇALIŞMASININ EKSİKLİKLERİ, ZAAFLARI VE HATALARININ BOLŞEVİK ELEŞTİRİSİ

Yoldaşlar, şimdi raporumun, partimizin ideolojik saldırısını, özeleştirisini ve başka iç sorunlarını kapsayan son bölümüne geliyorum.
Burada, partinin ve parti önderliğinin kayıtsız kalmaması gereken bir dizi ciddi sorunlar bulunmaktadır.
Sapmalar sorunuyla, özellikle de çalışmamızın bugünkü aşamasında baş tehlike olarak beliren sağ oportünizm sorunuyla başlıyorum.
Örneğin partimizin bir bölgesinde -Württemberg’i kastediyorum-, eski bölge yönetiminin de kusurları sonucunda, sağ oportünist savrulmaların, sapmaların ve kaba hataların ne kadar yaygın ortaya çıkabildiğini insan gözünün önüne getirdiğinde, şaşmamak gerçekten de elde değil.
Partinin bütününe bakıldığında, bu tür oportünist sapma ve hatalardan, her yerde Württemberg’deki kadar sık olmamakla birlikte, hiçbir bölgenin muaf olmadığı görülmektedir. Yoldaşlar, bu nasıl açıklanabilir?
Partimizin tek tek kesimlerindeki oportünist sapma ve yalpalamaların böylesine güçlenişi, hareketin devrimci yükselişinin diyalektik karakterinden doğan kaçınılmaz bir olgudur. Devrimci krize doğru, dümdüz ve yükselen bir gelişmeyle karşı karşıya olsaydık, o zaman bu gelişme ölçüsünde bu tür bir olgu muhtemelen ortaya çıkmazdı. Fakat şimdi olduğu gibi; yani devrimci yükselişin ve burjuvazinin saldırısı, faşistleşme, mali sermayenin saldırıları ve sosyal demokrasinin aldatma manevralarının birbirleriyle kesiştiği, sınıf mücadelesindeki keskinleşmenin giderek arttığı, bu sürecin git-gellerle, yükselip alçalmalarla geliştiği koşullarda, açıktır ki, burjuva, sosyal demokratik etkilerin devrimci proletaryanın saflarına girmesi kaçınılmaz hale gelmektedir.
Özellikle sosyal demokrasinin aldatma manevralarını ele alacak olursak: Bunların sınıf bilinçli işçileri ve onların öncüsünü, Komünist Partisi’ni de etkilemesinin zorunlu olduğu açık değil midir? Maalesef durum budur. Pratik bunu doğrulamaktadır.

BOLŞEVİK ÖZELEŞTİRİ SİLAHI
Zamanında bu tehlikeyi fark edip karşı tedbirlerimizi aldık mı? Tüm sapma ve yalpalamalara, tüm zaaf ve hatalara karşı, en güçlü Bolşevik mücadeleyi saflarımızda sürekli sürdürdük mü? Partinin hatalardan korunması ve çalışmasının düzeltilmesi amacıyla, bu türden zaafların her birisinin, bolşevik özeleştiri silahı yoluyla acımasızca ortaya çıkarılması için çaba sarfettik mi? Sapma ve hatalara karşı uzlaşmacı bir tahammülün, yani çürük liberalizmin tam karşıtını oluşturan o bolşevik uzlaşmazcılığı saflarımızda diri tuttuk mu?
Yoldaşlar, tüm ciddiyet ve ısrarla saptamak zorundayız: Parti -ve bu parti önderliği için de geçerlidir- bir süre dizginleri maalesef gevşek tutmuştur.
Bu nedenle şunlar tespit edilmelidir:
1. Parti geçmişte -Merkez Komitesi’nin (MK) Mayıs Plenumu’nun sonrası dönemden söz ediyorum- ana tehlike olarak sağ oportünizme ve sol sekter eğilimlere karşı mücadeleyi aksattı ve küçümsedi.
2. Parti kendi güçlerini ve çalışmasının niteliğini küçümsedi ve böylelikle çalışmadaki zaaf ve hatalara karşı bir nevi tahammüllü olma durumuna düştü.
3. Parti teorik cephedeki çalışmayı aksattı, öyle ki, bu teorik çalışmayla partinin pratiği arasındaki bütünlük korunamadı.
4. Parti Bolşevik özeleştiri silahını küçümsedi ve çalışmanın düzeltilmesi için bu silahı gerekli kararlılıkla kullanmadı.
5. Partinin iç yaşantısı, aşağıdan yukarıya denetim, sağlıklı bir parti gelişmesi açısından vazgeçilmez bir önkoşul olan bolşevik uyanıklığın gerekli ruhuyla donatılamadı.
6. Bunun yerine, partide siyasi ikircikliğin ve çift girişli muhasebenin belirli belirtileri var: Parti önderliğini ve kararlarını lafta kabul etmek, ama pratikte kararları yaşama geçirmemek ve parti önderliğine yeterince destek vermemek.
Yoldaşlar, açıktır ki, partimiz hakkında bu tür tespitlerde bulunmanın anlamı ağırdır. Eğer çok ciddi nedenleri yoksa, böylesine ciddi ithamlarda, -hatta neredeyse suçlamalarda demek istiyorum- bulunulamaz. Ama, yoldaşlar, burada şu çok açık bir şekilde dile getirilmelidir:
Merkez Komitesi’nin müdahalesi; ve teorik cephedeki yanlış görüşlere müsamaha göstermeme kararımızla, parti basınında Merkez Komitesi’nin çeşitli resmi baş yazılarıyla ve “Enternasyonal”deki makaleyle ideolojik karşı saldırıyı başlatmamız mutlak bir zorunluluktu.
Eğer müdahale etmeseydik, eğer bu ideolojik karşı saldırıyı başlatmasaydık, -ki bu saldırı bugün de hâlâ bir başlangıcı ifade etmekte ve devam ettirilmesi gerekmektedir- o zaman Alman partisi kolaylıkla zor bir duruma sürüklenebilirdi. Açıkça belirtilmesi gerekir ki, partide, çok daha büyük iç zorlukların doğmasının olanak dışı olmadığı bir durum mevcuttu.
Partideki durum şuydu: Wedding Parti Kongresi’nden beri, yani uzlaşmacı grupların dağıtılması ve sağ tasfiyecilerin sökülüp atılmasının ardından, bizde, elde edilen birlikteliğin ve parti içi birliğin sapma ve hatalara karşı kendi başına bir teminat sunduğu görüşü vardı. Merker olayının da kanıtlamış olduğu gibi, partinin sağlanan birlikteliği nedeniyle yeni ciddi gruplaşmaların artık mümkün olmadığı gerçeği; parti içinde, sağ ana tehlikeye ve “sol” eğilimlere karşı uzlaşmaz bolşevik iki cephe mücadelesini kesintisiz sürdürme zorunluluğunun küçümsenmesine yol açtı. Böylesi bir yaklaşımın gevşemeye, uzlaşmaz bolşevik uyanıklığın zayıflamasına yol açması kaçınılmazdı.
Bunun sonucu neydi?
Partinin iç yaşantısı son dönemlerde; sınıf çizgisinin pekiştirilmesine, ağır ve karmaşık siyasi sorunların tanımı ve çözümüne ve alınan kararların yaşama geçirilmesine bütün partinin o aktif ve süreklilik kazanan katılımını yansıtmıyordu artık.
Partide neredeyse şöyle bir ortamın var olduğu söylenebilir: Biz birleşik bir partiyiz, o halde büyük siyaseti gönül rahatlığıyla bütünüyle Merkez Komitesi’ne bırakabiliriz.
Ne var ki, bu, gerek kitle inisiyatifinin partinin siyasetinin geliştirilmesinde kısıtlanmasına ve aksatılmasına, partinin siyasi seviyesinin düşmesine ve ideolojik bir rehavete, gerekse teorik çalışmanın devrimci pratikten kopmasına götürecektir ister istemez. Bununla birlikte parti, buna rağmen, bazı olumlu büyük başarılar ve göz ardı edilemez gelişmeler kaydetmiştir: Pek çok alanda sağlanan ilerlemeler; burjuvaziye karşı sınıf mücadelesindeki başarılar ve SPD ve Hitler’e karşı mücadeledeki başarılar gibi.

PARTİNİN GENEL İDEOLOJİK-POLİTİK DÜZEYİ ÜZERİNE
Ne var ki, partinin ideolojik-politik düzeyi, genel olarak değerlendirildiğinde, tatmin edici değildir. Kanıt olarak sadece bir olguyu göstermek istiyorum: Tüm kapitalist dünyanın çözülüşünün, partimizin sınıf düşmanına, burjuvaziye, sosyal demokrasiye ve aynı şekilde Hitler faşizmine karşı verdiği ilkeli mücadeleye sunduğu olanaklar ne kadar büyüktür? Marksist-Leninist teorinin doğru ve net kavranışından, ve tüm burjuva-sosyal demokratik-faşist sözüm ona teoriler molozunun iflasından doğan olanaklar ne denli büyüktür? Örneğin krizi ele alalım, devlet sorununa bakalım, ya da ekonomik demokrasiyi irdeleyelim veya başka herhangi bir sorunlar kompleksini ele alalım: Partimizin, kapitalizm ve onun savunucularıyla ilkesel mücadelenin alanları olan bu alanların tümünde, aslında muzaffer bir saldırıyı, engellenemez bir zafer geçidini gerçekleştirmesi gerekirdi.
Yoldaşlar, bu olmakta mıdır? Olmamaktadır. Buradaki olay tüm açıklığıyla dile getirilmelidir. Görülen o ki, yoldaşlarımız, pozisyonlarının üstünlüğünü bilimsel sosyalizm silahıyla bütün propagandada kullanabilmek için ideolojik olarak yeterince olgun, yeterince sağlam değiller.
Nedenleri ortadadır. Son dönemde KPD’nin üye bileşiminde büyük bir değişim sürecini yaşamaktayız, parti fonksiyonerlerimizin ve aktif yoldaşlarımızın çok büyük bir yüzdesi henüz uzun süre hareketimiz içerisinde olmayan parti üyelerinden oluşmaktadır.
Bunun büyük avantajları da vardır, çünkü genellikle bu yoldaşlar devrimci çalışmada, bazı yaşlı partililere göre daha az yıpranmış, daha taze ve aktiftirler. Fakat bunun dezavantajları da bulunmaktadır: Açıktır ki, bu yoldaşlar, partinin on veya on iki yıllık gelişimini, iç çatışmalarını ve tartışmalarını yaşamış bir fonksiyoner kadar güçlü bir ideolojik sağlamlığa ve politik eğitime -gerçi bilindiği üzere bu da sapmalardan korumamaktadır- henüz sahip değildirler.
Şurasını kesin ifade etmeliyiz ki, partinin genel ideolojik-politik düzeyi yetersizdir. Bu, salt alt düzeydeki kadrolar için geçerli değil, aksine kısmen partinin yüksek fonksiyonerleri için de geçerlidir. Bölgelerdeki önder yoldaşların çoğunun, kendi teorik eğitimlerini ilerletmeye az ilgi gösterdiklerini tespit etmekteyiz.
Bu, sorunun bir yönü. Diğer yönü ise, partimizin genel organizması ve devrimci pratiğine yeterli derecede bağlanmadığından, teorik çalışmanın, istenen niteliği taşımayan bir tarzda sürdürülmesiydi.
Stalin yoldaş “Proleter Devrim” dergisinin yayın kuruluna yazdığı mektupta çok çarpıcı bir kavramı nakşetti: Arşiv fareleri. İşte bunlar, bir devrimci partinin canlı pratiğini izleme yerine her yerde sadece “kağıt parçaları”nı karıştıran türden insanlardır.

TEORİK CEPHEDEKİ ÇALIŞMANIN AKSATILMASI
Yoldaşlar, bizde, haftada bir veya iki defa herhangi bir kahvede ya da herhangi bir yerde bir araya gelen ve burada “teorik tartışmalar” yapan sözde Marksist-Leninist bir çevre vardı. Bu tartışmaların ürünü çoğu kez, bizim “Propagandist”de  okuduğumuz şeylerdi. Bir taraftan teorik çalışmanın devrimci partinin gerçek yaşantısından bu denli bir yalıtılmışlığı, diğer taraftan bu teorik çalışmanın parti önderliğince yetersiz denetimi – işte bu, pratikte, “arşiv fareleri”ni yetiştirmeye yol açmaktadır.
Bizim, geçmişte, partinin bu teorik çalışmasını gerekli olduğu düzeyde her zaman titiz bir şekilde denetlemediğimiz doğrultusundaki itham, bütün partiyi olduğu gibi Merkez Komitesi ve parti önderliğini de bağlamaktadır. Bu nedenle, son zamanlarda çeşitli tedbirlerle yapıldığı gibi,  bu duruma kararlı bir şekilde müdahale etmek ve teorik cephedeki mücadeleyi başlatmak, o denli zorunlu idi. Parti içinde tek tek yoldaşlar nezdinde bu çalışmanın önemine gereken anlayışı göstermeme şeklinde bir hava ortaya çıktıysa da, maalesef bu müdahale zorunluydu. Başlangıçta, bu çalışmanın ve metotlarının yeniden şekillendirilmesinde ve bazı sorunların yeniden belirlenmesinde hatalar kaçınılmaz olacaktır. Bu türden hataları bulduğumuzda, aleni bir şekilde tespit etmeli ve ortadan kaldırmalıyız.
Stalin yoldaş “Leninizmin İlkeleri”nde şöyle diyordu:
“Teori, genel biçimiyle ele alındığında, bütün ülkelerin işçi hareketlerinin tecrübesidir. Kuşkusuz ki teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça amaçsız kalır; tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta, el yordamıyla yürümesi gibi…
Şu ünlü temel ilkeyi söyleyen ve kerelerce yineleyen Lenin’den başkası değildir: ‘Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz.’”
Bunu Lenin ve Stalin söylüyorlar. İdeolojik saldırı ile devrimci pratiğin her türden karşı karşıya konulması, ki partimiz de bundan korunamadı, Leninizmin teori ve pratiğin bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırıdır. Maalesef bu önemli sorunda her zaman kolay bir görüş birliği oluşmuyordu.
Öte yandan, ideolojik karşı saldırı sorununda daha farklı görüşler de söz konusudur. Bir bölgedeki bir yoldaş yapılan bir tartışma esnasında, bu konudaki meselenin gerisinde, “Enternasyonal”  ve “Propagandacı” arasındaki tiraj rekabetinin yattığını ileri sürdü. Bu sav, bir başka yoldaş tarafından ileri sürülen şu argümanla hemen hemen aynı düzeydedir: partinin bireysel teröre karşı aldığı kararın nedeni, Kızıl Yardım’ın çok sayıdaki davaların masraflarını artık karşılayamamasıdır.

DEVRİMCİ TEORİ OLMADAN DEVRİMCİ PRATİK OLMAZ
Eğer parti içerisinde, tek tük de olsa şurada veya burada bu tür görüşler ortaya çıkıyorsa, o zaman ideolojik karşı saldırı çok daha fazla geliştirilmelidir. Parti içerisinde böyle ciddi bir eğitim çalışması olmadan, partinin tüm alanlardaki pratik faaliyetinin düzeltilemeyeceği ve görevlerinin gerektirdiği düzeye çıkartılamayacağı bütün kesinliğiyle açıklığa kavuşturulmalıdır.
Lenin, “Devlet ve İhtilal” adlı eserinde şunları belirtiyor:
“Marksizm, işçi partisini eğiterek; iktidarı almaya ve bütün halkı sosyalizme götürmeye, yeni bir rejimi yönetip örgütlemeye, burjuvazi olmaksızın ve burjuvaziye karşı kendi toplumsal yaşamlarının düzenlenmesi için, bütün emekçi ve sömürülenlerin eğiticisi, yol göstericisi ve önderi olmaya yetenekli proletarya öncülerini eğitmiş olur.”
Burada çok açık bir şekilde, partinin Marksizm-Leninizmin ruhuyla gerçekleştirilen iç eğitiminin nasıl aynı zamanda sınıfın eğitimi anlamına geldiği ve partinin ancak bu yoldan tüm emekçilerin sosyalizm için mücadelede öğretmeni, yöneticisi ve önderi olma yeteneğini kazandığı gösterilmektedir.
Bu nedenle, Marksizm-Leninizmi sadece sözde değil, aksine eylemde kabul eden her yoldaş, ideolojik karşı saldırımızı devrimci çalışmamızın ayrılmaz bir parçası olarak kavramalı ve bu çalışmayı engellemek ya da küçümsemek yerine selamlamalıdır. Marksist-Leninist teorinin arılığını koruma uğruna partide yürüttüğümüz mücadele, aynı zamanda partinin sınıf çizgisinin yığınlar içerisinde yaşama geçirilmesi uğruna pratik mücadele anlamına gelmektedir.
Yoldaşlar, bugün partide başlattığımız şey; hatalarımızı ve sapmaları aşmayı önümüze koymamız ve teorik ve pratik çalışmamızı tüm alanlarda düzeltmeye çalışmamız, aslında partimizi Bolşevikleştirme sürecinin yeni bir eşiğinde bulunduğumuzun göstergesinden başka bir şey değildir.
Bu yüzden, gerek eğitici nedenlerle ve gerekse partinin çıkarları açısından, son dönemde yayınevimizde yayınlanan çeşitli teorik çalışmalara ilişkin Merkez Komitesi’nin bu plenumunda da bazı eleştirel açıklamalarda bulunmak gerekiyor.

YAZIN ÇALIŞMALARININ ELEŞTİRİSİ
İlkin, Langner yoldaşın “Politik Kitle Grevi” adlı kitabına değinmek istiyorum. Bu kitap, pek çok değerli materyalin ve yoğun emeğin yanı sıra, bazı ideolojik hatalar da içermektedir. 1926’daki İngiliz genel grevinin unutulması gibi, “küçük kusurlar”ı burada açıklamamız gerekmemektedir. Ne var ki, çok ciddi iki tarihsel hata kesinlikle saptanmalıdır. Birinci hata, Rosa Luxemburg’un kitle grevleri sorununa ilişkin görüşüyle ilgili. Langner yoldaş, Luxemburgizmin bu alandaki hatalarının bütünüyle yetersiz bir eleştirisini yapmakta, diğer taraftan ise Rosa Luxemburg’un hiç savunmadığı görüşleri ona atfetmektedir. Örneğin, Rosa Luxemburg’a göre politik grevler sadece işçilerin ekonomik grevlerinden doğar şeklindeki iddia, tarihsel gerçekle çelişmektedir. Rosa Luxemburg, tam da ekonomik ve politik grevlerin karşılıklı ilişkisi sorununda, Alman sosyal demokrasisi içerisinde o bilinen kitle grevleri tartışmasında özellikle 1910’a kadar oldukça ileri düzeyde devrimci bir açıklığa sahipti ve birçok başka sorundan daha fazla Lenin’in ve Bolşeviklerin net formülasyonlarına yakınlaşmaktaydı.
Bir taraftan Rosa Luxemburg’un hatalarının eleştirisinde büyük zayıflıklar gösterirken, onun devrimci değerini haksız suçlamalarla düşürmek bizim görevimiz değildir. Ancak bu, yoldaş Langner’in kitabı için de geçerlidir.
Langner, örneğin Spartakus örgütünün savaş dönemindeki rolünü açıklarken, Lenin’in Rosa Luxemburg’un Junius broşürüne getirdiği eleştirileri aktardığı ölçüde hata yapmıyor. Fakat kendisi sonuçlar çıkarmaya başladığında; Liebknecht, Rosa Luxemburg ve örgütlerinin savaş dönemindeki devrimci çalışmasının gerek olumlulukları, gerekse zayıflıklarına ilişkin soyut ve dikkatsiz bir değerlendirmede bulunuyor, gerçek olaylar hakkında bilgisinin bütünüyle yetersiz olduğu görülüyor. Partimizin tarihini ve öncesini değerlendirme, Luxemburgizmin hata ve zayıflıklarını ve olumlu yönlerini açıklama işini böyle basit yapmamak gerekir. Zira böyle yaparak, Luxemburgizmin, partimizin uzun dönemli Bolşevikleşme çabasında aşmak durumunda kaldığı ve kısmen bugün de hâlâ aşması gereken zayıflıklarının gerçek kavranışı zorlaştırılmaktadır.
Langner’in kitabının bu zayıflıklarından çok daha vahim olan, Rus devriminin tayin edici sorunları hakkındaki bilgisizliktir.
Bolşevik Partisinin Troçkizm ile olan tüm tartışması burada unutulmuş sanki. Evet; burjuva-demokratik devrimden proleter-sosyalist devrime geçiş sorunu, burjuva devriminin proleter devrime dönüşümü – bunlarla ilgili yoldaş Langner doğru bir bilgi vermiyor. Yoldaş Langner kitabında, 1915 yılı için sözde Lenin’in görüşü olarak şöyle bir iddiada bulunuyor:
“Rusya’daki mücadelenin hedefi devrimdir. Devrimin muhtevası, proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür.”
Langner yoldaş, Bolşevik Partisi’nin Rusya’daki görevinin Lenin tarafından salt burjuva-demokratik devrimi olarak belirlendiği görüşünü, Lenin’in kendi sözleriyle gerekçelendirmeye çalışmaktadır. Kanıt olarak, Lenin’in savaş esnasında “Bazı Tezler” başlığı altında kaleme aldığı ve 13 Ekim 1915’te Cenevre’deki “Sosyaldemokrat”ta yayınlanan makalesinden bir alıntıyı gösteriyor. Langner bu makalenin, Rusya’daki gelecek devrimin muhtevasını proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü olarak niteleyen 5. tezini aktarıyor. Böylelikle, Lenin’in gelecekteki Rus devrimiyle ilgili tüm görüşünü ifade ettiğine dair bir görüntü yaratıyor.
Troçki, “1905” adlı kitabının önsözünde, Lenin’in 1917 Şubat Devrimi’nin ardından “yeniden silahlandığı” şeklinde karalayıcı bir iddia öne sürdü. Bununla kastedilen nedir? Troçkistler, Bolşevikler’in sadece işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü hedefleyen burjuva-demokratik devrimini öngördüklerini ve ancak Çarlığın yıkılmasından sonra, yani 1917 Şubat Devrimi’nin ardından “yeniden silahlanmak” zorunda kaldıklarını; başka bir deyişle: Troçki’nin proleter-sosyalist devrim programını devraldıklarını iddia etmektedirler. Gelgelelim, eğer Langner, Lenin’in 1915 sonbaharındaki görüşünü yansıtış biçimiyle haklı olsaydı, o zaman Troçki ne iftiracı, ne de tarih çarpıtıcı olurdu.
Anlaşılan o ki, Langner yoldaş, “proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” sloganının, burjuva-demokratik devrimdeki Bolşevik slogan olduğunu bilmemektedir. O, Bolşeviklerin proleter-sosyalist devrim için “yoksul köylülüğün desteğinin güvence altına alınmasıyla birlikte proletaryanın diktatörlüğü” sloganını ileri sürdüklerini göründüğü üzere bilmemektedir.
Peki, Langner kendi görüşünü Lenin’den yaptığı bir alıntıyla nasıl gerekçelendirebiliyor? Bunun açıklaması oldukça basit. Çünkü burada Langner yoldaşın düşüncesiz bir tarzda Lenin’in söz konusu makalesinden bir tezi -beşinci tezi- bütününden kopardığını görüyoruz. Aynı zamanda ise, altıncı tezi, yani Lenin’in gündemdeki Rus devriminin karakterine ilişkin bütünüklü düşüncesini içeren tezi sessizce geçiştiriyor. Bu tarz işte Langner yoldaşın Lenin’in görüşlerini böylesine yanıltıcı bir şekilde yansıtmasını mümkün kılıyor. Nitekim, altıncı tezde ne denilmekte? Şunlar orada söylenmektedir:
“6. Rusya’daki burjuva-demokratik devrimi, Avrupa’da sosyalist devrimi tutuşturabilmek amacıyla (altını çizen Lenin’dir) sonuna kadar götürmek, Rus proletaryasının görevidir.”
Bu satırlar karşısında hiçbir kimse Lenin’in; burjuva-demokratik devrimin proleter-sosyalist devrime kaçınılmaz dönüşümünü bütün açıklığıyla görmediğini ve bunu Bolşevik Partisi’nin taktiği için esas almadığını iddia edemez.
Lenin’in, Cenevre “Sosyaldemokrat”ında 20. Kasım 1915’de, yani dört hafta sonra yayınlanan ve doğrudan Troçki ile polemik yapan bir başka makalesinde, her türlü muğlaklıktan uzak bir açıklıkla yine şunlar belirtilmektedir:
“Ve proletarya, burjuva Rusya’sının Çarlıktan ve toprak sahiplerinin toprak üzerindeki egemenliğinden bu kurtuluşunu, zengin köylülerin tarım işçilerine karşı mücadelelerini desteklemek için değil, tersine – Avrupa’nın proleterleri ile birlik içinde sosyalist devrimi gerçekleştirmek için hızla kullanacaktır.”
Ama Lenin, Rusya’daki burjuva-demokratik devrimin proleter-sosyalist devrime dönüşmesiyle ilgili bu görüşü ilkin 1915’te savunmadı, aksine, aynı şekilde, 1905’ten 1907’e kadar süren Rus devriminin tüm dönemi boyunca da savundu. Hatta, bu soruna ilişkin görüşünü, ta 1894’te kaleme aldığı “Halkın Dostları Kimlerdir?” adlı eserinde tüm açıkığıyla formüle etmişti. Henüz Almanca toplu eserlerde yayınlanmayan bu yazıda şunlar söylenmektedir:
(İşçi sınıfının) “ileri temsilcileri, bilimsel sosyalizm fikirlerini, Rus işçisinin tarihsel rolü fikrini iyice kavradıkları zaman, Rus işçisi, tüm demokratik ögelerin başını çekerek otokrasiyi devirecek ve Rusya proletaryasını (bütün ülkelerin proletaryasıyla yan yana) açık siyasal savaşımın düz yolundan komünist devrimin zaferine götürecektir… İşçi, genel demokratik taleplerin gerçekleşmesine, yalnızca çalışan halkın baş düşmanına karşı, niteliği gereği salt demokratik olan bir kuruma karşı -sermayeye karşı- zafere giden yolu açmak için gereksinim duymaktadır… İşçiler bilmek zorundadırlar ki, gericiliğin bu dayanakları yıkılmadıkça burjuvaziye karşı başarılı bir mücadele vermeleri kesinlikle olanaksız olacaktır…”
Kuşkusuz, Lenin’in burjuva devriminin proleter devrime dönüşmesinin zorluklarına ilişkin somut değerlendirmesi duruma göre değişiyordu. Bu zorluklar 1905’te, sözgelimi 1917’den daha büyüktü. Fakat temel çizgi her zaman aynıydı.
O halde Langner’in açıklamalarından geriye ne kalmaktadır?
Lenin’in görüşünü fark etmeden çarpıtarak yansıttığı tespitinden başka hiçbir şey.
Burada bir kez daha teorik çalışma alanında büyük bir dikkatsizlik ve Leninist teorinin tayin edici sorunlarında büyük bir karışıklık örneğini tespit etmekteyiz. Langner yoldaş sekretaryaya yaptığı bir açıklamayla hatalarını kabul etmiş bulunuyor. Langner yoldaşın bu tutumunu sadece selamlayabiliriz.
Başka bir kitaba değinmek istiyorum, David yoldaşın “Reformizmin İflası” adlı kitabına. Burada kitabın olumlu yönleri üzerinde durmak istemiyorum, ki kitapta; reformistlerin görüş ve teorilerini çürütmek bakımından pek çok çarpıcı görüşler, olgular, rakamlar ve alıntılar sunulmakta; vülger-ekonomik teorilerle yararlı bir tartışmaya girilmekte ve Almanya’nın kapitalist gelişmesi örneği üzerinden Marx’ın yoksullaşma teorisi ciddi bir şekilde ortaya koyulmaktadır. Ancak kitap, bunların yanı sıra, David yoldaşın Luxemburgcu kabuğu kesinlikle kıramadığını gösteren bir dizi kaba hatalar içermektedir.
Ben burada sadece temel noktaları belirtmek istiyorum.
David’in kitabının büyük eksikliklerinden birisi -ki bu eksiklik tesadüfü bir karakter taşımamakta-, Rosa Luxemburg’un birikim ve çöküş teorilerine ilişkin her türlü tartışmadan uzak durmasıdır.
David’in kitabının, kapitalizmin genel krizi dönemindeki grevlerin koşullarını ele alan ikinci kısımdaki hata ve sapmalar, çok daha tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır. Bu kısmın dördüncü bölümünde, kapitalizmin genel krizi koşullarında her grev mücadelesinin, kapitalist sistemin temeline karşı bir saldırı eylemi olduğu teorisi kısmen ileri sürülmektedir. David, bir yerde kendisini düzeltmesi anlamında bazı sınırlamalar yapsa da, savaş öncesi tüm grevlerin savunma mücadeleleri olduğu, savaş sonrası dönemdeki her grevin ise stratejik açıdan bir saldırı mücadelesini oluşturduğu görüşünden hareket etmektedir.
Yoldaşlar, bu “teori”ye ne demek gerekir? Öncelikle tespit etmek gerekir ki, David’in savaş öncesi grevlere ilişkin yanlış bir yaklaşımı bulunmaktadır.
Rosa Luxemburg’un, eski sosyal demokrasinin kitle grevi tartışmasında, politik kitle grevleri sorununda özellikle 1910’dan itibaren yaptığı hataları, David eleştirmeyi gerekli görmemektedir. Bilindiği gibi, Rosa Luxemburg’un politik kitle grevleri sorunundaki görüşü, yer yer Kautsky’nin merkezci görüşlerine yaklaşmaktaydı. Oysa gerçekte ise, savaş öncesinde de saldırı karakterli grevler gerçekleşmişti. Dolayısıyla David’in bu sorundaki hatasının kaynağı, Luxemburgizmin ve kitle grevi tartışmalarındaki merkezci görüşlerin yetersiz eleştirisinde yatmaktadır. Sonuncuları örneğin, kitabında hiç belirtilmemektedir.
David’in mevcut döneme ilişkin teorisi hakkında ne demeli? II. Dünya Kongresi’nin tezleri doğrultusunda grevlerin “nesnel devrimci rolü”nü somutlaştırmak; Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK)’nin 10. ve 11. Plenumları’nın ekonomik ve politik mücadelenin birleştirilmesinin zorunluluğunu vurgulayan tartışmasız doğru kararlarından hareket etmek ve ekonomik ve politik mücadelenin “iç içe geçmesini” Leninist anlamda açıklığa kavuşturmak yerine, David yoldaş, kendisinin “saldırı teorisini” icat etmektedir. David’e göre -en azından kitabındaki bazı formülasyonlara göre-, her grev, bir kere baştan bir saldırı mücadelesidir. Böylelikle, komünistlerin ve Devrimci Sendika Muhalefeti (DSM)’nin görevi, devrimci strateji ve taktiğin bu karmaşık ve ağır görevi, bir hamlede ortadan kaldırılmaktadır. Eğer gerçekten tüm grevler, baştan kapitalist sistemin varlığına karşı saldırı mücadeleleri ise, o zaman yoldaşlar işimiz oldukça kolay demektir. Savunmadan saldırıya geçme üzerine başımızı ağırtmanın ne gereği var ki daha? Ekonomik mücadelelerin politikleştirilmeleri üzerine kafa yormanın daha ne anlamı var? Lenin, Komintern, Kızıl Sendika Enternasyonali (KSE) ve bizler bütünüyle gereksiz yere başımızı ağırtmışız. Zira, David yoldaş geliyor ve her grevin zaten bir saldırı grevi olduğunu kanıtlıyor.
Yoldaşlar, denilebilir ki bu, savaş öncesi Kautskyci bezdirme stratejisinin bir tür yenilenmesidir neredeyse. Bu, pratikte, devrimci proletaryanın sınıf mücadelesinde çözmesi ve aşması gereken devasa görevlerin ve zorlukların bütünüyle azaltılması ve küçümsenmesidir. Başka bir deyişle: Böylesi bir sol oportünist teorinin pratik sonucu, sözümona “sol” ve “radikal” bir görüş altında pasifizmin öğütlenmesidir.
Kuşkusuz, yoldaş David’in amacı bu değildir. Ama bu noktada kitabının bir ana zaafı yatmaktadır. Nitekim kitap bir yönüyle, devrimci sınıf mücadelesinin pratiğinin gereklerinden her zaman gerekli düzeyde hareket etmeyen akademik bir kitaptır. David bizzat bu nedenle, teorik açıklamalarında böylesi ağır hatalara düşebilmekte ve Lenin’in sert bir biçimde mücadele ettiği ekonomizmin bilinen basma kalıp görüşlerine kayabilmektedir.

STALİN YOLDAŞIN “PROLETER DEVRİM” DERGİSİNE GÖNDERDİĞİ MEKTUBUN YOL GÖSTERİCİ ÖZELLİĞİ
Teorik edebiyatımızda bu denli ağır hata ve sapmalarla karşılaşılmasından çıkan sonuç nedir? Teorik cephede çok daha büyük bir uyanıklığı kararlı bir şekilde geliştirme zorunluluğu. İhtiyaç duyduğumuz şey; sosyal demokrasinin tüm etkilerine karşı o Bolşevik uzlaşmazlık ve tahammülsüzlük ve partimizin sosyal demokratik veya Luxemburgcu geçmişinin hâlâ saflarımızda varlığını sürdüren bütün kalıntılarının aşılması.
Bu nedenledir ki, Stalin yoldaşın “Proleter Devrim” dergisine gönderdiği mektup, Alman partisi için olağanüstü düzeyde belirleyici ve yol gösterici bir politik direktiftir. Bu mektup bize dönük bir çağrıdır; bütün yabancı etkilere karşı, tüm anti-Leninist akımlara karşı ve bu akımlarla her türlü uzlaşmacılığa karşı teorik ve pratik çalışmamızın tüm alanlarında en sert mücadeleyi geliştirme çağrısıdır.

LUXEMBURGİZMİN KALINTILARINA KARŞI EN KESKİN MÜCADELE
Bu bağlamda sadece iki sorunu kısaca ele almak istiyorum: Birinci sorun, Luxemburgizmdir. Buna ilişkin ne söylenmelidir? Bir kere, savaş öncesi sosyal demokrasisinde radikal sol kanadı oluşturan Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Franz Mehring ve diğer yoldaşların değerini küçültmeyi düşünmüyoruz. Bu gerçek devrimci savaşçı ve önderleri ve onların değerli devrimci geleneklerini inkar etmeyi, dahası onları sosyal faşist, SAP’li  veya Brandlerci  leş kargalarına terk etmeyi asla aklımızdan geçirmiyoruz. Rosa Luxemburg ve diğerleri bize, Komünist Enternasyonal’e ve kuruluşunda yer aldıkları KPD’ye aitler. Fakat bu gerçek, partimizin, Rosa Luxemburg ve diğer radikal solcuların hataları hakkında bilgilendirilmesi gerekliliğini zayıflatmak anlamına mı gelmelidir? Tersine; partinin Bolşevikleştirilmesi bakımından Luxemburgizmin söz konusu eleştirisi kaçınılmaz bir şeydir.
Savaş öncesi sosyal demokrasisinde ortaya çıkan radikal solcuların yolu, savaş döneminde kısmen de olsa komünizme yöneldi. Fakat bu, bu grupların, ideolojilerini, yarı-menşevik hatalardan kurtardıkları ve Bolşevizme, Lenin’in ve Bolşevik Parti’nin politikasına yaklaştırdıkları oranında gerçekleşti.
Ne var ki, bugün; yani Komintern’in var olduğu ve Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmin kurulduğu koşullarda, Luxemburgizmin her kalıntısı ve onu yenilemeye dönük her çaba asla Marksizm-Leninizme varmayacak, aksine; Brandlerciler örneğinde de gayet iyi görebildiğimiz gibi, her defasında sosyal faşizme, burjuvazinin ideolojisine geçişi ifade edecektir.
Dolayısıyla, şunu çok açık bir biçimde ifade etmeliyiz: Rosa Luxemburg, Lenin’den ayrı düştüğü bütün sorunlarda, yanlış şeyleri savunmuştur. Bu olgu, Alman radikal solcular grubunun, savaş öncesi ve savaş döneminde, açıklık ve devrimci sağlamlık bakımından Bolşeviklerin gerisine düşmesine yol açmıştır.
Bu gerçeği dikkate aldığımızda, Almanya’da, devrimci Marksizm ile küçük burjuva oportünizmi arasında veya onların işçi hareketi saflarındaki merkezci koltuk değnekçileri arasındaki bölünmenin neden geç yaşandığını anlayabiliriz. Rosa Luxemburg’un; birikim teorisinde, köylü sorununda, ulusal sorunda, devrimin sorunları konusunda, proletarya diktatörlüğü sorununda, örgüt konusunda, partinin rolü ya da yığınların kendiliğindenliği konusunda yaptığı hataları anımsayalım; bütün bunlar, bir hatalar sistemini meydana getirir. Bu hatalar, Rosa Luxemburg’un, bir Lenin’in sahip olduğu netlik ve açıklığa yükselememesini de açıklar. Eğer bugün bir Slutzki, Bolşevizmin, savaş öncesi II. Enternasyonal döneminde oynadığı uluslararası rolü örtbas etmek için, Lenin’in savaş öncesi Merkezciliğe karşı mücadelesinin inkarına yöneliyorsa, o zaman, özellikle biz Alman komünistlerinin, böylesi bir düşünceye şiddetli bir şekilde karşı çıkma sorumluluğu olmalıdır. Hiç şüphesiz Bolşevik Parti’nin bütün pratiği bu karşı-devrimci suçlamayı yalanlamaktadır. Bu bakımdan, aslında bizim Lenin’i savunmamıza bile gerek yoktur.

LENİN’İN AUGUST BEBEL’E YAZDIĞI BİR MEKTUBUN TASLAĞI
Bu bağlamda burada, bizim için oldukça ilginç olan ve Lenin’in, savaş öncesi sosyal demokrasisinin içindeki Alman radikal solu karşısında aldığı eleştirel tutumu ortaya koyan ve bu bakımdan parti tarihimiz açısından da dikkat çekici olan tarihsel bir belgeye değinmek istiyorum. 1905 yılında Bebel, Rus sosyal demokrasisinin ikiye bölünen kanatları -Bolşevikler ile Menşevikler- arasında süren kavgada tarafsız arabuluculuk yapma teklifinde bulundu. Menşevik parti konseyi Bebel’in önerisini kabul etti ve Kautsky ve Klara Zetkin’i kendi temsilcileri olarak tayin ettiler. Bolşevikler ise, yapılan öneriyi reddettiler. Lenin, August Bebel’e bir mektup yazdı. Lenin, kaleme aldığı mektubunun bir bölümünü çıkardı ve mektubunu, bu bölümü dahil etmeksizin, gönderdi. Ancak, mektup taslak olarak muhafaza edildiği için, mektubun üstü çizilen kısmı okunabiliyor. Taslağın bu kısmında, Lenin’in Alman solu hakkındaki görüşleri ile ilgili ilginç detayları görebiliyoruz. Bu kısımdan bazı cümleleri size okumak istiyorum:
“Bir kaç ay öncesinde, belki henüz daha çok geç değilken, III. Parti Kongresi’nin iki fraksiyonu birleştirmesi ve bir parti olarak yeniden şekillendirmesine dair küçük bir umut varken – Alman sosyal demokrasisi, o günlerde bu yolu tıkamak için elinden geleni yaptı. Kautsky, ‘Iskra’da biçim olarak örgütün değerini zayıflatmaya çalıştı. Alman sosyal demokrasisinin haftalık yayın organı ise, örgütün yalnızca bir süreç, sadece bir eğilim olduğunu savunan derin ve ‘diyalektik’ gerekçelerle, örgütsüzlüğü ve sadakatsizliği kutsadı (‘Neue Zeit’da Rosa Luxemburg). Bunlar, partimizde büyük bir öfkeye neden oldu. Çoğunluk’un etkin bir üyesi olan Rjadowoi yoldaş, Kautsky’nin benim verdiğim yanıtı kesin yayınlayacağını iddia ediyordu; ben ise, aksisinin olacağını söyleyerek onunla iddiaya girdim. Kaleme aldığım ‘savunma’ kısa ve özdü ve nesnel olgulara dayanmayan gerçekdışı iddiaları düzeltmek ve partimiz hakkında yapılan alayların karşısına olgusal açıklamaları koymakla yetinmekteydi. Kautsky, enfes bir motivasyonla makalemi geri çevirdi; efendim, ‘Neue Zeit’ bize dönük saldırıları, bize karşı olduğu için değil, bundan bağımsız olarak yayınlamış! Gülünç bir şeydi. ‘Neue Zeit’ (ve yalnızca o değil) Alman sosyal demokratlarına sözümona sadece ve sadece Azınlık’ın görüşlerini tanıtmak istiyordu. Bütün bu olup biten üzerine saflarımızdaki öfke oldukça büyüktü.”
Yoldaşlar, sanırım bu belge, Slutzki ve hempalarının, Lenin’in Merkezciliğe karşı mücadelesini ilkin savaş döneminde başlattığına dair iddialarının ne denli asılsız olduğunu ortaya koymaktadır.
(…)

V. AJİTASYON VE PROPAGANDA ALANINDA KARARLI BİR DÖNÜŞÜM
Yoldaşlar, konuşmamın sonunda, bir kaç kelime de ajitasyon ve propagandamızın yöntemleri üzerine sarf etmek istiyorum.
Hiç şüphesiz bu alanda da ileriye doğru kararlı adımlar atmak zorundayız. Propagandanın sorunlarıyla başlamak gerekirse. Partimizin genel ideolojik-politik düzeyindeki büyük eksiklikler ve teorik sorunların yanlış ele alınışı üzerine konuştum zaten. Bu alanda gerçekleştirmemiz gereken kararlı bir dönüşüm, eğitim çalışması da dahil olmak üzere, propaganda çalışmasının bütününü de kapsamalıdır özellikle.
Propaganda çalışmamız, içerdiği siyasi hataları bir tarafa bırakırsak, partinin devrimci yaşantısı ve görevlerinden kopmuş ve soyutlanmış bulunuyordu. Eğitim çalışması, ağırlıklı olarak semt örgütlerine kaydırılmıştı, yanı sıra sınıf mücadelesinin yakıcı sorunlarını dikkate almıyordu ve milyonları kapsayan gerçek bir kitle propagandasını geliştirme yeteneğinden yoksundu.
Dahası; propaganda çalışmasını partinin bütün diğer çalışma alanları karşısında “otonom” kılma eğilimleri bile vardı. Propaganda çalışmamız; çalışmanın ekseni olarak, parti ve Komintern’in kararları doğrultusunda Leninist teorinin, parti ve yığınları kucaklamasını görmek yerine; kendi başına ortaya attığı formülasyonlarla, haddini aşıp ve bazen de bir yerde doğrudan parti yönetimiyle rekabet ederek, çizgimizi düzeltmeye yeltendi. Bu alanda pek büyük işler başaran Emel’i hatırlatmak isterim. Eğitim çalışmamız, belirli bir yere kadar akademikti ve diyalektik metodun gerçekten de pratik bir uygulanmasından yeterli ölçülerde hareket etmiyordu.
Propaganda çalışmasının; diyalektik olmayan metot ve küçük burjuva kibirlikte ifadesini bulan bu zayıflıkları; yalnızca işçi propagandistlerin eğitiminin, devrimci gelişmenin gerekli kıldığı boyutların gerisinde kalmasına yol açmadı, aynı zamanda partinin; aydınların, üniversite öğrencilerinin, öğretmenlerin, hekimlerin, yazarların, mühendis ve teknisyenlerin radikalleşen kesimlerini etkileme gücünün de değerlendirilememesine yol açtı.

PROPAGANDA ÇALIŞMAMIZIN DÖNÜŞÜMÜ ALTINDA NE ANLAŞILMALIDIR?
Belirleyici dönüşümün unsurları nelerdir?
1. Propaganda çalışmamız, partinin bütün devrimci çalışması ve politikasının gerçek bir parçası olmalıdır. Bu çalışma; parti kararlarının partiye mal edilmesine, ele alınıp değerlendirilmesine ve partinin kendisinin, alınan kararları kavrayışta açıklığa kavuşmasına hizmet etmelidir. Partinin kampanyalarını propagandif yönden teorik ve ideolojik olarak temellendirmelidir.
2. Propaganda çalışmamız kitlesel bir karakter kazanmalıdır. Başka bir deyişle; bu çalışmanın odak noktasında, esas olarak fabrika ve işyeri hücrelerinde yoğunlaşması gereken partinin politik günlük eğitimi durmalıdır. Propaganda çalışması, genişlemesine büyümelidir; bunun için de, önüne, on binlerce işçi propagandistini eğitme hedefini koymalıdır. Böylelikle, bu işçi propagandistlerinin; işyeri hücrelerinin siyasi yöneticileri olarak, kızıl işyeri temsilcileri olarak, reformist ya da diğer kitle örgütlerindeki muhalefetin önderleri olarak veya bizimle ortak hareket eden kitle örgütlerinin önderleri olarak çalışmaları sağlanabilir.
3. Propaganda çalışmamız derinlemesine gelişmelidir. Bunun için, partinin devrimci pratiği ile yakın bağ kurarak ve parti yönetimine tam bağlanarak, parti ve proletaryanın saflarında Marksizm-Leninizmin propagandasının gerçek bir taşıyıcısı haline gelmelidir. Propaganda çalışması; Stalin yoldaşın mektubu ve ideolojik atılımımız doğrultusunda, teorik bakımdan sağlam ve güvenilir olma özellikleriyle, partiyi aşağıdan yukarıya kadar tüm anti-Leninist düşman etkilere karşı korumayı hedeflemelidir.
4. Propaganda çalışmamız, mevcut durumun ihtiyaçlarından hareket etmelidir. Bunun anlamı, krizden devrimci bir çıkış yolu uğruna (süren) günlük mücadelenin derin bir incelenişi ve kavrayışına açık ve hazır olmaktır. Yani propaganda çalışmamız, parti ve proletaryayı; burjuvazinin, sosyal demokrasinin ve Hitler faşizminin iflas etmiş ideolojisiyle hesaplaşabileceği ve SPD’nin aldatma manevralarını yerle bir edeceği bir konuma getirmelidir. Partinin kadrolarına; sınıf düşmanının tüm manevralarını parçalamak ve muzaffer saldırıyı gerçekleştirmek, burjuvaziye, sosyal demokrasiye ve Nazilere karşı ilkeli keskin mücadeleyi vermek için gerekli ideolojik sağlamlığı vermelidir.
Propaganda çalışması için söylemek istediklerim şimdilik bu kadar.
Peki, ajitasyon alanındaki durumumuz nedir? Kuşkusuz, bu alanda, çeşitli kampanyalarımız boyunca bazı ilerlemeler kaydettik.
Son zamanlardaki en iyi seçim kampanyamız, örneğin 14 Eylül 1930’daki genel seçimler dolayısıyla yürüttüğümüz kampanya idi. Ancak bugün tespit etmek zorundayız ki, ajitasyonumuzda kullandığımız metotlara yeniden büyük bir şematizm sirayet etmiştir. Ajitasyon ve propagandanın diyalektik bir biçimde birbirini tamamlaması yerine; eski propaganda bölümümüzün otonomcu eğilimleri sonucunda, birbirine bağlı olan bu çalışma alanlarında, en aşağıdaki parti birimlerinde bile görülen bir parçalanmışlık uç verip egemen hale gelmiştir. Bugün ajitasyon çalışmamızın esas olarak yoğunlaştığı yer, işyerleri değil, aksine semt örgütleridir. Bu, örneğin, kendisini, işyerlerinde yeterli ajitasyonun yapılmadığı Hamburg seçim çalışmalarında da çok açık bir biçimde göstermişti. Yapılan ajitasyon, çoğunlukla tumturaklı ve somut olmayan bir nitelik taşımakta ve grev ve diğer kitle eylemlerinden yola çıkmamaktadır. Ajitasyon pratiğimizde çoğunlukla sınırlı direniş çizgisi kendisini belli etmektedir. Ajitasyon-propaganda çalışmasında yeni yöntemler geliştirmede belirli bir durgunluk yaşanmakta, ayrıca hasımdan da öğrenmeye açık olma bakımından da bir tutum zayıflığı görülmektedir.
Belirtilenlerden ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz?
Birincisi: Bütün ajitasyonumuz; proletaryanın çoğunluğunu proleter iktidar mücadelesi için kazanma olarak ifade edebileceğimiz stratejik temel görevimizin hizmetine sokulmalıdır.
Bu stratejik temel görev; burjuvazinin saldırılarına karşı proleter direnişin tüm biçimlerini geliştiren ve kitleleri, krizden kurtulmak amacıyla gündeme getirilen bütün emperyalist çıkış yollarına karşı mücadele için eğiten ve seferber eden, ve bu mücadeleyi de, proleter çözüm yolu uğruna devrimci mücadeleye bağlamak amacıyla yürüten bir politika temelinde ancak çözülebileceği için, ajitasyonumuz da bu bakış açısı ve hareket noktalarını dikkate alıp benimsemek durumundadır. Başka bir deyişle: ajitasyonumuz merkezi bir eksen etrafında toplanmalıdır. Açıktır ki, bütün bu belirtilenler, şimdiki devlet başkanı seçimleri ve Prusya seçimleri için geçerli olduğu gibi, önümüzdeki Uluslararası Kadınlar Günü, 1 Mayıs, Uluslararası Gençlik Günü vb. için de geçerlidir. 

BU MERKEZİ EKSEN NE OLMALIDIR?
Bu soru, izlediğimiz politika tarafından yanıtlanmaktadır. Doğu’da sıcak bir savaş tehlikesi bulunmaktadır. Bu nedenle, politikamızın merkezi ekseni şu olmak zorundadır: Sovyetler Birliği ve Sovyet Çini’nin savunulması için mücadele; kendi ülkemizde devrimci bir çözüm için, sosyalizm için mücadele ederek emperyalist savaş caniliklerine karşı mücadele. İflas eden kapitalizm ile yükselen ve üstün sosyalizmin birbirleriyle kıyaslanması bu merkezi çizgi ile çok yakından bağlıdır.
Peki, bu durumda, bütün ajitasyon ve propagandamızın ortak noktası olacak mücadele şiarı nedir?
Yoldaşlar, sanırım bu şiar ancak şu olabilir: Burjuvazinin diktatörlüğüne karşı, proletaryanın diktatörlüğü!
İkincisi: Ajitasyonumuz, günlük basın yoluyla yapılan kitlesel ajitasyonun giderek azalan olanaklarını, olabilir en geniş ve kapsamlı diğer kitle ajitasyon araçlarıyla tamamlamaya büyük bir önem vermeli ve bunda ısrar etmelidir. İşyeri basınımızın olabilir en geniş ölçülerde genişletilmesi; yayınevimizin ürünlerinin dağıtımının alabildiğince büyütülmesi, bunların arasında özellikle de broşür türü yayınların artırılması (yılda asgari olarak 10 milyon adet kitle broşürünün dağıtılması hedeflenmeli) ve günlük gazetenin dışındaki diğer gazetelerin de daha güçlü yaygınlaştırılması – bütün bunlar ajitasyon görevlerimizin bu alanına girmektedirler.

AJİTASYONUMUZUN AĞIRLIK NOKTASI İŞYERLERİNDE OLMALIDIR
Üçüncüsü: Propagandamız olduğu gibi ajitasyonumuz da, burjuvazi ve sosyal demokrasinin aldatma manevralarını parçalama görevine hizmet etmelidir. Özellikle de, SPD’nin ana manevrasını oluşturan “ehven-i şer” yalanını açığa çıkarmalı ve esasında, bunun, işçi sınıfı açısından en büyük şer olduğunu ortaya koymalıdır. Her komüniste ve her devrimci işçiye, sınıf düşmanını yere serebileceği argümanları sunmalıdır.
Dördüncüsü: Ajitasyonumuz somut ve pratik olmalıdır. Hasımlarımızın, özellikle de SPD ve Nazilerin maskelerini düşürürken, biraz önce anlatmaya çalıştığım bir biçimde bazı ana olguları tespit edip öne çıkarmak ve bunlara dayanarak, bu partilere karşı muzaffer bir saldırı geliştirmeyi öğrenmek zorundayız.
Ajitasyon ve propagandanın bütün bu görevleri, ancak basınımızın -burada kastettiğim günlük basınımız- tamamen başka bir yüze kavuşmasıyla çözülebilir.
Gazetelerimiz, proletaryanın hakiki kitle organları haline gelmelidirler. İşçi sınıfının yaşantısını, işsizlerin yaşantısını, ücretli memurların yaşantısını, kadın işçilerinin ve işçi gençliğin yaşantısını yansıtmalıdırlar. Ne pahasına olursa olsun, gazetelerimizde bir dönüşümü gerçekleştireceğiz; bunun için, bazı yerlerde eğitimli ve politik bakımdan gelişmiş yoldaşların yerine, işyerlerinden ya da işçi muhabirlerinin arasından genç unsurları koymak zorunda kalsak dahi. Eğitimli redaktörler kısmen görevlerini yerine getirmezlerse, onların yerine, belirli bir eğitimi almadığından şu veya bu politik hatayı yapabilecek, ama üstlendikleri sorumlulukla büyüyüp gelişecek olan işçi muhabirlerini getirmede bir an için duraksamayacağız.
Eğer başka türlü olmayacaksa, bu yolla, gazetelerimizin proleter yaşamın hakiki bir yansıtıcısı olmasını zorlayacağız. Bizim gazetelerimizde, işçiler (kadın ve erkek) kendi yaşamlarını, kendi dert ve sorunlarını, kendi taleplerini sade ve somut bir şekilde bulabilmelidirler; onlara, bu sade ve somut sorunlar temelinde, kendileri ve sınıf kardeşleri için mevcut sınıfsal koşullarından kurtulmalarının neden yalnızca bir tek yolunun – komünistlerin yolunun!- olduğunu açıklamak ve göstermek gerekir.
İşte yoldaşlar, gerçek bir Bolşevik ajitasyon ve basının sırrı budur.
İkinci bir sorun ise: Bizim günlük basınımız da, özellikle de “Rote Fahne” [Kızıl Bayrak] yalnızca ajitasyonun değil, aynı zamanda ve özellikle de kitlelerin propagandif eğitiminin bir organı haline gelmelidir. Bugün “Rote Fahne”, parti ve proletaryanın yeterince yetkin bir öğretmeni, Leninizmin yeterince güçlü bir meşalesi durumunda değildir. Bu böyle olduğundan, ikinci talebi ileri sürmek istiyorum: Gazetelerimiz, özellikle de “Rote Fahne”, ideolojik bakımdan bambaşka bir seviyeye getirilmelidirler. 
Bu iki görev, yani daha popüler olmak ve öte yandan teorik bakımdan daha çok şey vermek, bu iki görev birbirleriyle çelişmiyor, aksine birbirini tamamlıyor. Birinci görevin yerine getirilmesiyle, kitleleri gazetemize yakınlaştırabilir ve bağlayabiliriz. İkinci görevin yerine getirilmesiyle, kitlelerin (bilincini) daha yüksek bir düzeye çıkartabiliriz – ki, bu bakımdan, gazetelerimizde de, okurlarımızdan daha fazla şey talep edebiliriz ve etmeliyiz de. Biri olmadan diğeri olamaz. İkisi birlikte ancak, parti basınımızın Bolşevikleşmesini ve halkçı içeriğinin düzelmesini sağlayabilir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑