“Demokratikleşme”, son yılların en popüler kavramı oldu.
Bir zamanlar “demokrasi” diyenin dilini kesen burjuva-gerici siyaset erbabı, “Kuran’da demokrasi yoktur. Hâkimiyet Allah’ındır” diye fetvalar ışığında açıkça demokrasi düşmanlığı yapan gerici-şeriatçı takımı, bir zamanların cunta organizasyonları ustası ABD gibi emperyalist ülkelerin sözcüleri bile; “demokrasi”den, “demokratikleşme”den, başka ülkelere “demokrasi” götürmekten dem vurur oldular. Ve öyle ileri gittiler ki; demokrasi mücadelesine katıldığı için yıllarca cezaevlerinde yatanları, uzun demokrasi mücadelesi içinde emek vermiş kişileri, partileri beğenmez oldular.
Ortamda at izi it izine böylesine karışınca; sermayenin propaganda ve ideoloji merkezleri; “Demek ki burjuvazi artık demokratikleşti”, “TÜSİAD artık demokrasinin savunucusu”, “Amerikan emperyalizmi artık egemenlik değil demokrasi götürüyor”; “demokrasiyi korumanın ve geliştirmenin tek yolu AB’ye girmek” gibi amiyane formülasyonları, hiçbir zaman kanıtlanmayan ama kanıtlanmasına da ihtiyaç duyulmayan doğrular olarak dayatma fırsatını kaçırmadı, kaçırmıyorlar da.
Bu genel gidişat içinde Türkiye elbette ki, pek çok ülkeden farklı bir pozisyonda bulunuyor. Çünkü; Türkiye, ne Batı Avrupa ülkeleri gibi demokrasi sorununu “zamanında” çözmüştür ne de Suudi Arabistan gibi bir despotik krallıktır. Tersine Türkiye; bir yandan Kurtuluş Savaşı ve 150 yılı aşkındır süren bir demokratikleşme mücadelesinin kazanımlarının yanı sıra, geleneksel Osmanlı despotizminin kalıntılarını ve Amerika ve Batı emperyalizminin “komünizme karşı mücadele” programının uzantısı olan cuntalar ve darbelerle karışmış bir sözde çok partililiğin çatışmalarını yaşayan bir ülkedir. Bütün bunların da ötesinde Türkiye; Kürt sorunu ve Şeriat sorunu gibi demokratikleşmenin iki başlıca sorununu çözememiş bir ülke olarak, “demokrasi sorununu acilen çözümlenmesi gereken bir sorun” olarak yaşayan bir ülkedir.
2. Dünya Savaşı sonrası dünyasında, Batı emperyalizmi kampında yer alıp bu kampın içinde biçimlenen Türkiye’nin iktisadi ve siyasi yapısı; son çeyrek yüzyıldan, özellikle de son 10 yıldan beri, başlıca ABD tarafından, kimi zaman “Yeni Dünya Düzeni politikaları”, kimi zaman “küreselleşme politikaları” denilen politikalar doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi içinde sadece ekonomik değil, siyasal yapısı bakımından da bir kaosa sürüklenmiştir.
Bu yüzden de; Sovyetler Birliği’nin çöküşünden başlayarak gelişen olaylar, Kürt sorununun çözüm ihtiyacını dayatmış olması, Türkiye’yi yöneten egemen güç odaklarının eski siyasi sistemle gitmelerinin mümkün olmadığını görmüş olmaları eklenince; egemenler için; ekonomide IMF-Dünya Bankası çizgisine, siyasette AB’ye ve onun “normlarına” teslim olmaktan başka seçenek kalmamıştır. AB de Türkiye’ye kendi koşullarını dayatmıştır. Bu dayatmalardan birisi de; serbest piyasacılık üstüne oturtulmuş bir siyasi liberalizmi içeren Kopenhag Kriterleri olmuştur.
Bu konudaki gelişmelerin boyutlarını, AB’nin isteklerinin neler olduğunu her gün, şimdi 7. si “tartışılmaya” başlanan “uyum paketi tartışmaları” içinde izliyoruz.
Görünüşte, ortada bir tartışma; pek çok fikrin birbiriyle çatıştığı bir demokrasi tartışması yaşanıyor gibi dursa da; gerçekte tartışmanın kendisi, demokrasi fikrini dumura uğratan bir dayatmacılık ve kısırlığa sürüklenmiş; demokrasi denilen şeyin, ezeli ve ebedi normları olan, dolayısıyla da taşlaşmış ve bir takım “ilkeler” toplamından ibaret, AB’nin ise bu kutsanmış ilkelerin cenneti olduğu ve Türkiye’nin bu cennete girerek, çektiği cehennem azabından kurtulacağı propagandası sürdürülmektedir.
“Demokrasi paketleri”nin oluşturulmasında tümüyle, “kâğıt üstündeki normlarla benzeşme” esas alınmakta, kapalı kapılar arkasında oluşturulan bu metinler, sadece Genelkurmay’la, MGK gibi platformlarda konuşulduktan sonra, hükümet-asker-Cumhurbaşkanı arasındaki bir konsesus etrafında yasalaştırılmaktadır. Eğer bir “demokrasi tartışması”ndan söz edilecekse, bu, bunlar arasında bir tartışma olmaktadır.
Geniş yığınların acil demokrasi talepleri (Kürt sorununun halkların kardeşliği, hak ve dillerin eşitliği temelinde çözülmesi, halkın siyasete müdahalesinin önündeki engellerin kaldırılması, işçilerin örgütlenme ve özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması, bütün siyasi tutukluların serbest bırakılması ve siyasal kısıtlılığın kaldırılmasını da kapsayan bir genel siyasi af, Kürtlerin kültürel ve siyasal haklarının tanınması, herkesin eşit koşullarda yarıştığı bir siyasi partiler ve seçim sistemi… gibi) ise; “bölücülük” olarak, demokrasi sorununun dışında bir asayiş ve “güvenlik sorunu” olarak görülmeye devam etmektedir. Kısacası, “demokrasi paketleri” ve bunlar üstündeki tartışma, tümüyle “kâğıt üstü kriterler” ve sermayenin güç odakları arasındaki iktidar ve rol paylaşımının tartışılıp “sonuçlandırılması” zemininde hazırlanıp piyasaya sürülmektedir. Asıl demokrasi isteyen halk kesimleri ise, bu tartışmanın da, paketlerin de, yasalar üstündeki düzenlemelerin de dışında tutulmaya çalışılmakta; tartışmaya, dilekçe vererek ya da kitlesel bir biçimde sesini duyurarak katılmaya kalkanlar ise, TCK’ın 169. maddesinden (terör örgütüne yardım ve yataklık etmekten) tutuklanmakta, mahkemelere sevk edilmektedir.
‘DEMOKRATİKLEŞME’ KAĞIT ÜSTÜNDE YAZI MI YOKSA MÜCADELE Mİ?
Burada, bu görünüşün arkasındaki gerçeğe biraz daha yakından bakarsak; demokratikleşme ve demokrasi mücadelesinin bundan sonra çizgisinin ne olması gerektiği konusuna ışık tutacak bazı sonuçlar çıkarabiliriz.
Burjuvazinin propaganda merkezleri, “demokrasi”yi, insanlığın tattığı en nadide, en leziz, en kusursuz meyve olarak sunmaktadır. Dolayısıyla da, burjuvaziye, insanlığı kurtarmak için demokrasiyi insanlığa sunmuş tek sınıf misyonu yükleyerek, hamlesini işçi sınıfına, halka karşı ideolojik bir silaha dönüştürmektedir.
İş, böyle mistik bir havaya sokulunca da; tartışma, gerçeğin aranması, demokrasinin hangi sınıfların hangi amaçlarıyla birleşen bir yönetim biçimi olduğu, bunun bugünkü anlamının ne olduğu sorunundan çıkıp, “kâğıtta yazılmış olan kriterlere evet mi hayır mı”ya dönüşerek, paketlerle, ya da AB’ye girerek, Türkiye’nin demokrasi konusunda zafer kazanacağı iddiası tartışılmaz bir gerçek olarak dayatılmaktadır.
Burada hemen belirtelim ki; kendi tarihi içinde, tıpkı köle sahipleri ve derebeyleri gibi, burjuvazi de, hiçbir zaman ezilenlerin söz ve ifade özgürlüğü hakkı gibi bugün demokrasi denilence anlaşılan şeylerle ilgili bir amaç beslememiş, bu tür hakların derdine düşmemiştir. Tersine burjuvazi, kendisini ortaçağın egemeni soylular karşısında eşitleyecek haklar talep ederek işe başlamıştır. İstediği, ticaret özgürlüğü olmaktan ileri gitmemiş, tüm cilalı özgürlük laflarının gerçek temelini bu oluşturmuştur. Bunu isterken; “tüm yurttaşların yasalar önünde eşitliği”ni öne sürerek, feodallerin ezdiği köylü yığınlarını ve soylulara çeşitli vergiler ödemekten bıkan kent halkını yedekleyerek kendi düzenini kurmuştur. Dolayısıyla, burjuva toplumunu önceki toplumlardan ayıran özellik olan “yurttaşların yasalar karşısındaki eşitliği”, toplumun demokratikleşmesinin temelini oluşturmuş, burjuva demokrasisi diye bilinen ilkelerin hayat bulmasının zeminini yaratmıştır.
Burjuva devletin demokratik ya da despotik bir karekterde olmasının elbette ki, burjuva devletin sınıfsal yapısıyla bir ilgisi yoktur. Burjuva devleti ister demokratik, ister despotik ya da faşist olsun; sınıf karakteri burjuvadır. Demokratiklik ya da demokratik olmama durumu onun “biçimi”yle ilgilidir. Ve elbette devletin biçiminin “demokratik olması”, onun bir şiddet aracı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tersine onun, şiddeti daha sistemli kullanan bir mevzide olmasına yardımcı olur. Onun için V.İ. Lenin’in demokrasiye dair şu tanımı bugün de olup biteni çok çarpıcı bir biçimde açıklamaya devam etmektedir: “Demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden birisidir. Öyleyse her devlet gibi demokrasi de şiddetin, örgütlenmiş olarak sistemli bir biçimde insanlara uygulanmasıdır. İşin bir yanı bu. Ama öte yandan demokrasi, vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek hakkının resmen tanınması anlamına da gelir. O halde bundan şu sonuç çıkar ki demokrasi, gelişmesinin belli bir aşamasında, ilkin devrimci anti kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da sürekli şiddet bürokrasi demek olan devleti yıkarak yerine daha demokratik bir devlet mekanizmasının konmasına imkân tanır. Ama nihayet bu da bir devlet makinesidir. Ne var ki burada nicelik niteliğe dönüşür, başka bir söyleyişle bu aşamaya erişildikten sonra demokratizm burjuva toplum olmaktan çıkar ve sosyalizme doğru evrimleşir. Eğer herkes gerçekten devlet yönetimine katılırsa kapitalizm artık tutunamaz.” (V.İ. Lenin, Devlet broşürü)
SERMAYE İLE İŞÇİ SINIFI ARASINDAKİ MÜCADELE OLARAK DEMOKRASİ MÜCADELESİ
17. ve 18. yüzyılda gelişen kapitalizm, burjuva demokrasisinin gelişmesinin zeminini oluşturmuştur. Ama, burjuvazi ve onun kapitalizminin demokrasi mücadelesine katkısı, bundan daha ileri olmamıştır. Ancak, burjuva demokrasisinin nimeti olarak sunulan genel oy hakkının yaygınlaşması, düşünce ve ifade özgürlüğü, genel oy ve iktidarların genel seçimlerle belirlenmesinin halk yığınları için anlamlı olmasını sağlayan demokratik kurumların şekillenmesi, halkın iktidarın oluşumunda rol oynayan bir pozisyona geçmesi gibi şeyler, çoğu zaman burjuvaziye rağmen işçi sınıfının ve öteki halk kesimlerinin mücadelelerinin ürünü olarak burjuva demokrasisini eteğe kemiğe büründürmüştür.
1789 Büyük Fransız Devrimi, 1848 Devrimleri ve 1871 Paris Komünü’nün talepleri ve bu talepler karşısında burjuvazinin Fransız Devrimi’nde bile aristokrasi ve toprak beyleriyle uzlaşmak için olmadık entrikalar çevirmesi; 1848’de işçi sınıfına silah çevirmesi ve kralcılarla ve soylularla işçilere karşı birleşmesi; Paris Komünü’nde ise komüncüleri katletmesi bile, kendi başına; demokrasiye burjuvazinin katkısının ne olduğunu göstermeye yeterlidir. Çünkü; burjuva demokrasisinin normlarının ve kurumlarının az çok şekillendiği, 1789 ve sonraki yüzyıl boyunca; demokrasi mücadelesi, soyluluk, krallık gibi gerici güçlere karşı olduğu kadar egemen burjuvaziye karşı bir mücadele olarak da şekillenmiştir. Çünkü; karşıtlarını yenilgiye uğratıp az çok egemen konuma geldiği her yerde burjuvazi, hemen, işçi ve köylü yığınlarına karşı en gerici güçlerle birleşerek saldırıya geçmeyi nerdeyse bir ilke düzeyine yükseltmiştir. Bu nedenledir ki; burjuva demokrasisi ve ona atfedilen “erdemleri”, burjuvazinin eseri, onun tarafından geliştirilip, kendiliklerinden topluma verdikleri imkânlar olarak görmemek gerekir.
Dahası 1917 Ekim Devrimi sonrasında burjuvazinin demokrasi karşısındaki tutumu daha da düşmancadır. Çünkü artık burjuva demokrasisi, onun için, sadece yönetim biçimlerinden birisi değil, aynı zamanda sosyalizme karşı mücadelesinde ideolojik bir silahtır da.
Burjuva demokrasisinin bir ideolojik silah olarak kullanılması; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonrasında klasik sömürgeciliğin tasfiye edilmek zorunda kalınması ve sömürgeciliğe karşı girişilen anti-emperyalist mücadelelerin bir demokrasi mücadelesi olarak da gelişmesi sürecinde açıkça görüldü. Bu süreç, aynı zamanda, gelişmiş ülkelerde demokrasinin sadece bir olanak ve genel olarak haklar olmaktan çıkarak, halkın ve işçi sınıfının kullanabileceği bir takım kurumlara kavuşması (genel oy hakkının hemen bütün halkı kapsayacak biçimde yaygınlaşması, halkın devlet yönetimine müdahale imkânlarının artması, gelişen işçi sınıfı mücadelesinin yerel ve merkezi yönetimler üzerinde etkili olması…), sosyalizm ve kapitalizm arasındaki mücadelenin ve Ekim Devrimi’nin kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı ve halkın demokratik kazanımlarını artırma olarak yansımasının süreci oldu.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, sömürgeciliğin tasfiyesi için ortaya atılan ve “Wilson İlkeleri” olarak bilinen “ilkeler”de ifadesini bulan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması (burjuva demokratizminin uluslararası alanda vardığı en ileri noktadır) bile; sömürgeciliğe başkaldıran ülkelerin örtülü biçimde Amerika’nın ve öteki gelişmiş ülkelerin hegemonyasına girmesine dayanak edinilmiştir.
Sovyetler Birliği’nin 1936 Anayasası ise, kapitalist gelişmiş ülkelerde adeta bir paniğe yol açtı. Çünkü; demokrasileri ve bireysel haklara verdikleri önem ile övünen gelişmiş kapitalist ülkelerde bireysel hakların aslında bir aldatmaca olduğu 1936 Sovyet Anayasası ile açıkça ortaya çıktı. Bu anayasada ortaya konan bireysel haklar, kapsamı ve kullanılırlığının yanı sıra hakların sosyal yaşam imkânlarının genişletilmesi ve sosyalist devletin imkânlarıyla desteklenmesi (sağlık, eğitim, iş imkânları, söz ve düşünme özgürlüğünün kamu tarafından kâğıt ve matbaa imkânına varan bir biçimde desteklenmesi, mahkeme heyetlerinin bile seçimle işbaşına getirilmesi, bireyin ve haklarının gelişmesi için toplumun imkânlarının seferber edilmesi…) en gelişmiş ülkelerde dahi görülmüş şey değildi. Bu durum, kaçınılmaz olarak kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ve halklarını etkiledi ve onların sosyalizme daha büyük bir sempati duymalarına neden oldu. Bu, aynı zamanda, gelişmiş ülke burjuvazilerinin sosyalizm karşısında duydukları endişenin büyümesine neden oldu ve faşizmi, sosyalizme karşı bir seçenek olarak kullanmalarını da kışkırttı.
2. Dünya Savaşı’nın ardından, faşizmin yenilgiye uğratılması sonrasında yeniden kurulan Avrupa’da, anayasalar yapılırken, burjuvazi, 1936 Sovyet Anayasası’nın baskısı altında ve kendi anayasasını ona benzetme gayreti içinde olmak zorunda kaldı. Ve kişisel haklar, onları destekleyen sosyal haklar, halkın istekleri, önceki dönemlerde görülmedik biçimde burjuva anayasalara girdi. Ve bir yanıyla “sosyal devlet” diye ifade edilen devlet görevleri, 1936 Sovyet Anayasası’nın baskısıyla, bu anayasal temel üstünde biçimlendi.
Kuşkusuz ki; burjuvazinin devrimci çağına dair “demokrasi” fikri, onun bütün umursamazlığına karşın yine de devrimcidir. Çünkü, emperyalizm çağında burjuvazinin, burjuva demokrasisi karşısındaki tutumu, onu; kendisinin bir yönetim biçimi, bir siyasi olgu olmaktan çıkararak, ideolojik bir fenomene, işçi sınıfı ve halklara karşı bir silaha dönüştürmüştür.
Bu durum, 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist blok ve sosyalist blok olarak açıkça bölünen dünyada; kapitalizmin sosyalizme karşı açtığı savaş olarak, yarım yüzyılı kapsayan “Soğuk Savaş” döneminde çok açıkça görülmüştür.
Kendisini “demokrasi bloğu” olarak tanımlayan, başını ABD’nin çektiği kapitalist-emperyalist blok; komünizmi önlemek için baskı kampanyaları düzenlemek, aydınları, demokratları, ilericileri baskı altına almakla kalmamış, geri ülkelerde darbeler düzenleyerek despotik krallıklara sınırsız destek vermeyi “demokrasinin korunması” olarak sunarken; ileri güçlere, halkın istekleri doğrultusunda gelişen halk demokrasilerine (Kore, Vietnam gibi) silahlı müdahaleler yapmayı da kendi demokrasisinin bir gereği olarak ortaya koymuştur.
“Soğuk Savaş” dönemi boyunca; emek hareketi kontrol altına alındığı ölçüde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi ikili bir karakter göstermiş, bir yandan bu haklar işçi sınıfının, halkın kazanımı olarak şekillenirken, öte yandan, işçi sınıfını ve halkı sisteme bağlamanın, onları anti-sosyalist, anti-komünist kampanyaya katmanın bir dayanağı olarak kullanılmıştır.
Ancak emek hareketi, kontrol altına alındığı ölçüde; yasalar ve anayasalarda haklar konusunda ne denirse densin, demokratik hakların kullanımında gerilenmiş; en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, halk yığınlarının siyasete, ülke yönetimine katılımı/müdahaleleri giderek imkânsızlaştırılmıştır.
Bir bakıma, burjuva demokrasisinin “nimetleri” hakkında övgü ne kadar artmışsa, gerçek yaşamdaki yerleri daralmıştır.
SB’nin çökmesi ve Yeni Dünya Düzeni’nin ilanına paralel olarak gelişen olaylarla, bu durum, daha da gözle görülür hale gelmiştir.
Yeni Dünya Düzeni, burjuva demokrasisinin “yeni altın çağı” olarak ilan edilirken, aynı sürece paralel olarak gelişen neo-liberal politikaların sonuçları da alınmaya başlanmış; bütün burjuva partileri (muhafazakârlardan euro-komünistlere, sosyalistlerden “üçüncü yolcu”lara kadar) liberal politikalarda ortaklaşıp; aralarındaki ekonomik ve siyasi program farklarını ortadan kaldırmışlardır. Böylece, halkın seçimler yoluyla siyasal iktidara müdahale imkânı” olarak demokrasi işlevsizleşirken; bireysel haklar üstüne, bireyin özgürlüğü üstüne yapılan spekülatif tanımlamalarla; özgürlük, “bireysel başı boşluğa”, demokrasi ise, siyaset-dışılığa, “sivil toplumcu” laf ebeliğine dönüşmüştür.
Başta sendikalar olmak üzere emek örgütlerinin etkinliği azaltılarak siyasetin dışına sürüklenmesi, burjuva politikacıların madrabazlıkları üstünden politikanın kötülenerek aşağılanması, emekçilerin, sınıf siyasetinin dışlanıp bireyselliğin öne çıkarılması; yasalarda, haklar ve özgürlüklere ilişkin olarak ne söylendiğini önemsiz hale getirmiştir.
Burjuva demokrasisinin bu “altın çağında” demokrasinin beşiği olan Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde faşist ve ırkçı partilerin yükselişi; geniş yığınların politikanın dışına itilmesi bütün bunlardan da öte; merkez bankalarından başlayarak, ekonomik ve sosyal yaşamın başlıca kurumların siyaset alanının dışına çıkarılarak tekellerin temsilcilerinin yönetimine verilmesi; aslında halk yığınlarının siyasete katılmaması, katılsa bile, bu katılımın, ülkenin gidişatına müdahale olmaktan çıkarılması demektir.
TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ İLE İLGİSİ OLMAYAN ‘DEMOKRATİKLEŞME’ ÇABALARI
Türkiye’nin egemenlerinin demokrasi karşısındaki tutumu da; tümüyle Batılı emperyalistlere paralel olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk 25 yılı, Kürt sorunu ve Şeriat sorunu bahanesiyle; Kurutuluş Savaşı’nın kazanımlarının ortadan kaldırıldığı, özgürlüklerin sınırlandığı yıllar olarak gelişmiştir.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in demokrasi yönündeki vaatlerine karşın, süreç, her tür işçi ve halk örgütlenmesini, hak mücadelesini yasaklayan bir “Takriri Sükun Yasası” (Yasa, Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek 1925’te çıkarılmış, her tür dernek, sendika vb. örgütlenmeler bireysel ve sınıfsal haklarla, CHP ve ona bağlı bazı resmi örgütler dışında tüm örgütler yasaklanmış ve bu 1946’ya kadar sürmüştür) dönemi olmuştur.
2. Dünya Savaşı sonrasında “çok partili” düzene geçiş; genellikle CHP’nin ve İnönü’nün bahşettiği bir şey olarak sunulursa da; aslında uluslararası alanda yenilgiye uğrayan faşizmin ve onunla işbirliği içindeki ülkelerin “yeniden yapılandırılması”nın sonucudur. Ve “Soğuk Savaş”a paralel olarak da “çok partili demokratik düzen” diye övülen bu sistem, komünizme karşı mücadele adı altında, özgürlüklerin yasal yoldan ya da fiilen kısıtlandığı, yasakların kol gezdiği, ilericilerin, devrimcilerin, sosyalistlerin katledildiği, sisteme karşı çıkanların cezaevlerine doldurulup işkencelerden geçirildiği, ırkçıların, şovenistlerin, Şeriatçı güç odaklarının el altından ve çoğu zaman da açıkça teşvik edildiği, militer ve sivil faşist odakların örgütlenip kontra güçler olarak ortalığa salındığı bir “demokratikleşme” dönemi olmuştur. Bunun için kimi zaman doğrudan askeri cuntalar, polis güçleri, sıkıyönetim gibi yöntemler kullanılırken kimi zaman da ırkçı-milliyetçi ve Şeriatçı güç odakları desteklenip yönlendirilerek, demokrasi mücadelesi boğulmaya çalışılmıştır.
Özellikle 1980 sonrasında Kürt sorunu üstünden gelişen olaylar bir iç savaşa dönüşmüş; kontra güçler, özel kuvvetler, her tür hak ve özgürlüğün ayaklar altına alınması, binlerce kayıp ve faili meçhul, on binlerce siyasi mahkûm, birer işkence evine dönen cezaevleri ile tarihin en karanlık sayfaları yazılmıştır.
Bu yanıyla bakıldığında, son yarım yüzyıl, Türkiye’de; Türkiye egemenlerinin, “şekli bakımdan demokrasiye önem verir” görünürken, halkın hak ve özgürlüklerinin kullanılması anlamında bir demokrasi ve demokrasi mücadelesini engellemek için her yola başvurdukları bir süreçtir.
Nitekim Lenin, demokrasinin sınıf mücadelesi ve halkın talepleri bakımından önemine değinirken, “Ama öte yandan demokrasi, vatandaşlar arasındaki eşitliğin, herkese eşit olarak devletin biçimini tayin etmek ve onu yönetmek hakkının resmen tanınması anlamına da gelir.” diyerek, demokrasi mücadelesi ile işçi sınıfının, halkın iktidar mücadelesinin bağlantısına dikkat çekiyordu. Ne var ki; son yıllarda burjuvazi, demokrasisini halkın bu “müdahalesi”nin dışında tutmak için elindeki her imkânı kullanmış, halkın oyunun, isteklerinin sistemin işleyişiyle bağlantısını keserek, “demokrasi”yi, boş laf yığınına dönüştürmeyi başlıca iş edinmiştir.
1990’ların sonları ise; Türkiye’de “demokratikleşme”, AB’ye girme ve “Kopenhag Kriterleri”ne indirgendi.
Aslında sorunun bu yanı, bu yazıya “3 No’lu belge” olarak eklenen, EMEP’in 3. Genel Kongre Raporu’ndan aktarılan bölümde tartışılmaktadır. Ancak burada şunu belirtelim ki; hükümetlerin, “Biz demokratikleşmeyi AB istediği için değil, halkın ihtiyaçları gerektirdiği için yapıyoruz” demeleri tam bir aldatmacadır. Tersine onlar bunu; uluslararası sermayenin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin sermaye güçlerinin yeniden yapılandırılmasına bağlanmış olarak ve onların istekleri doğrultusunda yapıyorlar. AB de, kendi yayılmasını “Kopenhag Kriterleri” üstünden yaparak, bu kriterleri, diğer ülkeleri kendi bünyesine dahil etmenin, onları etkinlik alanına çekmenin bir dayanağı olarak kullanmaktadır.
Nasıl ki, gelişmiş kapitalist ülkeler, “demokrasilerini” dünyanın paylaşılmasının bir aleti olarak kullanıyorlarsa; 11 Eylül sonrasında ABD ile AB arasındaki mücadelenin bir boyutu da demokrasi alanında kendisini göstermiş; ABD insan hakları, bireysel özgürlükler, kişi hakları alanında büyük bir geri adımla her şeyi “güvenliğe” tabi kılarken, AB ülkeleri, ABD ile burada bir “sınır” koymaya yönelmiştir. Önümüzdeki süreçte de, ABD ile AB arasındaki paylaşım mücadelesinde “demokrasi”-“güvenlik” çatışmasının daha da önem kazanacağını söyleyebiliriz. (İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalist kampın faşist ve “demokratik” kamp olarak bölünmesi gibi.)
SINIF PARTİSİ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ
Peki Marksistler, sosyalistler, işçi sınıfı hareketi ve sınıf partisi bakımından demokrasi ve demokrasi talepleri etrafında bir mücadele nasıl bir şeydir?
Elbette ki; demokrasi mücadelesi; laf olsun diye ya da çoğu solcu grubun sandığı gibi, geniş yığınları aldatıp “demokrasi” diye toparladıktan sonra çaktırmadan sosyalizme gidilen bir “hileli yol” değildir. Tersine, demokrasi mücadelesi, sosyalizme giden yolda bir uğrak, mücadelenin geçmesi gereken ve daha da önemlisi, bu mücadele içinde işçi sınıfının dostlarını, düşmanlarını tanıdığı, taleplerin ne kadarının demokrasi mücadelesine sığıp ne kadarının sığmadığını gördüğü, müttefiklerini kazanıp eğittiği, kendisini iktidar olmaya, sosyalizme hazırladığı bir siyasi devrim aşamasıdır. Bu nedenledir ki; demokrasi mücadelesi, hem toplumsal gelişmenin bir aşaması hem de işçi sınıfının ve onun müttefiklerinin iktidara hazırlandığı bir süreçtir.
Nitekim uluslararası planda da; hemen kurulması sonrasından başlayarak SB, bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tavizsiz bir biçimde savunarak, sömürge sisteminin çözülüşünü kışkırtan bir tutum takınırken, öte yandan, bu sömürgelerdeki anti-emperyalist ve demokratik kurtuluş mücadelelerini (maddi, ideolojik, siyasi) her yolla desteklemiş; onların, emperyalist ülkelerin karşısında bağımsız ve demokratik ülkeler olarak ayağa kalkmaları için çalışmıştır. Doğu Avrupa ve Uzak Asya’daki halk cumhuriyetleri, Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki pek çok demokratik hükümetlere sahip olan ülkeler, bu, kapitalist dünya ile sosyalist dünya arasındaki mücadelenin çatlağında doğup gelişmişlerdir. Soğuk Savaş döneminde “demokrasi üstünden” süren mücadelenin bir boyutu da; bu ülkelerin hangi doğrultuda gelişecekleri mücadelesi olmuş; SB’ndeki “geriye dönüş”e bağlı olarak, bu ülkelerdeki anti-emperyalist demokratik devrimler de gerileyerek, SB ya da ABD’ye yaklaşan bir “sıradan kamplaşma”nın unsurları haline sürüklenmişlerdir.
Yukarıdan beri söylenenleri göz önüne aldığımızda şunları söyleyebiliriz: İşçi sınıfı hareketi bakımından demokrasi mücadelesi ve talepleri konusunda liberallerle, çeşitli türden burjuva demokratlarıyla emek hareketi ve sınıf partisinin asıl çatışma noktası, onların daha uzlaşmacı demokratlar, Marksistlerin, sosyalistlerin, sınıf partisinin daha radikal demokrasi talepleriyle ortaya çıkması değildir. Belki çoğu zaman böyle bir şey de vardır. Ama, onlarla bizleri ayıran asıl farklılık, sınıf partisinin demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının, halkın sermaye güçleri karşısında iktidar mücadelesine, sosyalizme bağlamış olmasıdır.
Burada, bu yazının giriş bölümünde Lenin’den yapılan aktarmanın ikinci bölümünü yeniden hatırlatmak yeterlidir. Lenin bu bölümde şunları söylüyordu: “…demokrasi, gelişmesinin belli bir aşamasında, ilkin devrimci anti-kapitalist sınıfı birleştirir, sonra da sürekli şiddet bürokrasi demek olan devleti yıkarak yerine daha demokratik bir devlet mekanizmasının konmasına imkân tanır…” Dolayısıyla; Lenin’in sözünü ettiği “imkân”ın “gerçek” olabilmesi ise, sınıf partisinin; demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının, halkın sermayeye karşı iktidar mücadelesine bağlamada göstereceği yaratıcılık ve başarıya bağlıdır.
Bu durum, sadece genel olarak demokrasi mücadelesi bakımından değil, birer birer talepler açısından da böyledir. Örneğin bir “genel af” talebini, emekçilerin iktidar mücadelesinin bir parçası olarak alıp, bu mücadele etrafında birleştirdiği güçleri, bir yandan bağımsızlık ve demokrasi mücadelesine, öte yandan işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar mücadelesine bağlamayan bir sınıf partisi, kendini, burjuvazinin, liberallerin yedeklemesinden kurtaramaz. Bu, aynı zamanda; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından anti-emperyalist mücadele taleplerine kadar, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi alanının bütün talepleri için de geçerlidir.
Türkiye’nin egemen sınıfları; “demokratikleşme paketleri”yle, Türkiye toplumunun özgürlüksüzlükten, ayrımcılıktan, asimilasyondan bıkmış olan geniş emekçi kesimlerini kendi arkalarına alarak, sistemlerini yenilemek istemektedir. Onun için de; sistemin, statükonun eskimiş olan yanlarını; sanki bunlar başkaları tarafından konulmuş ve bugüne kadar getirilmiş gibi suçlamakta; kendilerinin de ezelden beri demokratik bir Türkiye savunduğu izlenimi vermeye çalışmaktadırlar.
Dolayısıyla, Türkiye’nin egemen güç odaklarının en önde gelenleri, eski bürokrasilerini, eski yasalarını, eski anayasalarını, eski yönetim tarzlarını eleştirerek, “yeniden yapılandırmayla” sistemi kusurlarından arındıracaklarını, herkesin isteklerini karşılayacak bir biçime dönüştüreceklerini iddia etmektedirler. Kürtlerin, İslamcı kesimlerin, ilericilerin, demokratların, devrimcilerin sisteme yönelik tüm eleştirilerinin giderileceği imajını veren egemen güç odakları; böylece, bütün bu kesimleri, sömürücü, baskıcı sistemlerinin restorasyonu, Amerikan uşaklığı ve uluslararası sermayeye bağımlılığın artmasının yedek gücü olarak kullanmayı amaçlamaktadırlar. Böylece; sistemin arkasında olup da son yıllarda dağılmış olan kitle gücünü yenilemek istemektedirler. Ve bütün politikalarının bağlandığı şey ise; piyasa sisteminin önündeki engelleri kaldırarak, sermayenin sınırsız dolaşımı için ortamı idealleştirmektir. Yasa değişiklikleri de, Kopenhag Kriterleri üstüne yanık nutuklar da, paketler de, egemenler tarafından, son tahlilde bu amaca hizmet için, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi olarak kapitalist dünyaya entegrasyonunun sağlanması için kullanılmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı ve sınıf partisinin politikaları da; demokrasi talepleri etrafında işçi sınıfı ve halkın mücadelesini birleştirme; bu mücadele içinde işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların dostlarını düşmanlarını öğrenmesini sağlayarak, bir siyasi bilinçlenmeyi gerçekleştirme, işçi sınıfı ve halk yığınlarının; sermaye güçlerinin iktidarının yerine kendi iktidarlarını kurma amacına hizmet eden politikalardır; öyle olmak durumundadırlar. Sınıf partisi, demokrasi mücadelesini bu amacına bağlar; bu amacı gözeterek politikalarını geliştirir. “Paketler”, “af yasası”, “bireysel özgürlükler” ve tüm öteki demokratik hakların elde edilmesinde asıl gözetilmesi gereken de budur. Bu mücadelede başarının kriteri, halkın bu mücadeleye ne ölçüde katıldığı, işçi sınıfı ve müttefiklerinin bilinçlerinin nereden nereye geldiğidir.
Demokrasi mücadelesinde yeni mevziler kazanıldığının, başarılı bir mücadele hattında ilerlenip ilerlenmediğinin kıstası da budur.
Bu kriter, elbette sınıf partisinin, yığınlar içindeki çalışmasının ve ajitasyonunun kapsamını da belirler. “Af yasası”nın sadece genel olarak kitle iletişim araçları tarafından dillendirilmesinden de öte, iş ve hizmet birimlerinde, semtlerde, mahallelerde, halkın ve işçilerin bulunduğu her alanda tartışmaya açılmasının, bütün öteki demokrasi taleplerinin aynı biçimde halk arasında tartışmaya açılmasının zorunluluğunun arkasındaki neden; sınıf partisinin, bu mücadeleyi en başta işçi sınıfını birleştirmek ve onunla müttefikleri arasında bilinç bağlantısını kurmak istemesindendir.
Kuşkusuz ki, demokrasi mücadelesi; kendi başına bir mücadele değildir. Tersine, Türkiye gibi bir ülkede demokrasi mücadelesi, bir yandan anti-emperyalist mücadele, ülkenin bağımsızlık mücadelesiyle, öte yandan işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi sınıfların mücadelesi ile sıkı bir bağlantı içindedir, öyle olmak zorundadır.
Nitekim bugün; sınıf partisi ve Blok güçlerinin, bir yandan demokratik hakların ilerletilmesi olarak ortaya çıkan; genel af, anadilde yayın ve eğitim, mevcut yasalardaki antidemokratik maddelerin ayıklanması, emek mücadelesinin ve işçi ve emekçi örgütlenmelerinin önündeki engellerin kaldırılması mücadelesi ile Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahalesi ve emperyalizme karşı mücadele, pek çok alanda iç içe geçmektedir. Süreç ilerledikçe de; demokrasi mücadelesi ile anti-emperyalist mücadele, anti-emperyalist mücadele ile emeğin haklarının savunulması daha çok yakınlaşmaktadır.
Bütün bu alanlardaki gelişmelerin birleştirilmesinin kriteri de; bu mücadelelerin her birinin kendi başına değil, emekçilerin iktidar mücadelesinin bileşenleri olarak alınıp bağlanmasıdır. Bunu da sınıf partisi, çalışmayı bu perspektifle, bu zenginlikle ve yaratıcılıkla örgütleyerek yapar.
Dolayısıyla; sınıf partisinin perspektifi açısından, bütün gündelik mücadele ve demokrasinin acil taleplerinin bağlanma noktası; emekçi sınıfların, sermaye iktidarı yerine kendi iktidarlarını kurma mücadelesidir. En basitinden en karmaşığına bütün başlıca talepler uğruna mücadelenin odağı; işçi sınıfının, halkın iktidar mücadelesine hizmet etmesidir.
BELGE-1
SOVYETLER BİRLİĞİ 1936 ANAYASI’NIN BAZI MADDELERİ*
Madde 15) Birlik cumhuriyetlerinin egemenlikleri, sadece SSCB Anayasası’nın 14. maddesinde gösterilen unsurlarla sınırlıdır. Bunun dışında her Birlik Cumhuriyeti egemenliğini bağımsızca uygular. SSCB, Birlik cumhuriyetlerinin egemenlik haklarını korur.
Madde 16) Her Birlik Cumhuriyeti, cumhuriyetin özelliklerini göz önüne alan ve SSCB Anayasası’yla tam bir uyum içinde oluşturulmuş anayasaya sahiptir.
Madde17) Her Birlik Cumhuriyeti, SSCB’den özgürce ayrılma hakkına sahiptir.
Madde 18) Birlik cumhuriyetlerinin alanları, onayları olmaksızın değiştirilemez.
Madde 18a) Her Birlik Cumhuriyeti yabancı devletlerle doğrudan ilişki kurma, anlaşmalar yapma, karşılıklı diplomatik temsilcilerle konsolosluk temsilcileri bulundurma hakkına sahiptir.
Madde 18b) Her Birlik Cumhuriyeti, cumhuriyet askeri birliklerine sahiptir.
Madde 19) SSCB yasaları, bütün Birlik cumhuriyetlerinde aynı hükme sahiptir.
Madde 20) Herhangi bir Birlik Cumhuriyeti’nin yasasıyla Birlik yasasının uyuşmadığı durumlarda Birlik yasası geçerlidir.
Madde 21) SSCB vatandaşları için ortak bir Birlik yurttaşlığı saptanmaktadır.
Birlik cumhuriyetlerinin yurttaşları SSCB yurttaşıdır.
MAHKEME VE SAVCILIK
Madde 103) Yargılama bütün mahkemelerde, yasalarla özellikle öngörülen durumlar dışında, halk jürisinin katılımıyla yapılır.
Madde 109) Halk mahkemeleri, bir mıntıkada yaşayan yurttaşlar tarafından genel, doğrudan ve eşit oy hakkı temelinde, gizli oyla üç yıl için seçilir.
Madde 110) Yargılama, Birlik cumhuriyetinin ya da özerk cumhuriyetin ya da özerk bölgenin diliyle yapılır. Bu dili konuşamayanların bir tercüman yardımıyla dosyaları inceleme ve mahkeme önünde anadilini konuşma hakkı korunur.
Madde 111) Duruşmalar, SSCB’nin bütün mahkemelerinde, yasayla istisnalar öngörülmediği sürece, açıktır; sanığa savunma hakkı tanınır.
Madde 112) Yargıçlar bağımsızdır ve sadece yasalara tabidirler.
Madde 117) Savcılık organları her türlü yerel organdan bağımsız olarak çalışırlar ve sadece SSCB Başsavcılığı’na tabidirler.
YURTTAŞLARIN TEMEL HAKLARI VE TEMEL GÖREVLERİ
Madde 118) SSCB yurttaşları çalışma hakkına, yani harcadıkları emeğin niteliğine ve niceliğine göre ücret aldıkları bir iş güvencesi içinde olma hakkına sahiptirler.
Çalışma hakkı, ekonominin sosyalist örgütlenmesi, Sovyet toplumunun üretim güçlerinin sürekli büyümesi, ekonomik kriz olasılığının ortadan kaldırılması ve işsizliğin tasfiye edilmesiyle güvence altına alınmaktadır.
Madde 119) SSCB yurttaşları dinlenme hakkına sahiptirler.
Dinlenme hakkı, işçi ve ücretli memurlar için sekiz saatlik işgününün saptanması, çalışma koşulları zor olan bir dizi meslek için işgünü süresinin 7 ve 6 saate indirilmesi ve çalışma koşulları daha da ağır olan bazı işletme bölümlerinde ise, bu sürenin 4 saate düşürülmesi, işçi ve görevliler için her yıl paralı izin verilmesi ve emekçilerin hizmetine sunulmuş sanatoryum, dinlenme yurtları ve kulüplerden oluşan kapsamlı bir ağla güvence altına alınmıştır.
Madde 120) SSCB yurttaşları, yaşlılık, hastalık ve sakatlık durumlarında maddi bakım görme hakkına sahiptirler.
Bu hak, işçi ve ücretli memurların sosyal güvenliğinin, devlet hesabına, giderek daha fazla gelişmesi, emekçilere parasız sağlık hizmeti sunulması, emekçilerin hizmetine sunulmuş kapsamlı bir tedavi merkezleri ağıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 121) SSCB yurttaşları eğitim hakkına sahiptirler. Bu hak, genel temel eğitim zorunluluğu, parasız yedi yıllık eğitim, iyi notlara sahip yüksekokul öğrencileri için devlet bursları sistemiyle, anadilde öğrenim, işletmelerde, Sovyet çiftliklerinde, Makine ve Traktör İstasyonları’nda emekçilerin parasız üretim, teknik ve tarımsal eğitiminin örgütlenmesiyle güvence altına alınmıştır.
Madde 122) SSCB’de, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında kadın, erkekle eşit haklara sahiptir.
Bu hakların gerçekleştirilme olanağı, çalışma, emeğinin karşılığını alma, dinlenme, sosyal güvenlik ve eğitim hakkı konusunda erkekle eşit kılınmasıyla güvence altına alınmıştır.
Kadının yükü ana ve çocuğun devlet koruması altında olması, çok çocuklu ve yalnız annelere devlet yardımı sağlanması, paralı hamilelik izni verilmesi, geniş bir doğumevleri, çocuk bahçeleri ve kreşleri ağının kurulmasıyla hafiflemiştir.
Madde 123) SSCB yurttaşlarının, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hangi milliyetten, hangi ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır.
Bir ırka ya da milliyete ait olduğu için herhangi bir yurttaşın haklarını, ne surette olursa olsun sınırlayan ya da yanı nedenle bir yurttaşa doğrudan ya da dolaylı imtiyaz tanıyan, aynı şekilde, ırksal ya da milli bir dışlama ya da ırksal ve milli bir nefret propagandası yapan bir ırkı ya da milliyeti horlayanlar hakkında yasal kovuşturma yapılacaktır.
Madde 124) Yurttaşların vicdan özürlüğünü sağlamak için SSCB, kiliseyi devletten, okulu kiliseden ayırmıştır. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptirler.
Madde 125) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve sosyalist sistemin sağlamlaşması amacıyla SSCB yurttaşlarının şu hakları yasalarla güvence altına alınmıştır:
a) Konuşma özgürlüğü,
b) Basın özgürlüğü,
c) Miting ve toplantı özgürlüğü,
d) Yürüyüş ve gösteri özgürlüğü.
Yurttaşların bu hakları, emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kâğıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 126) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve halk yığınlarının, örgütsel alanda kendi başlarına davranma yeteneklerinin ve politik faaliyetlerinin gelişmesi amacıyla SSCB yurttaşlarına toplumsal örgütlerde, sendikalarda, kooperatif birliklerinde, gençlik örgütlerinde, spor ve savunma örgütlerinde, kültür birliklerinde, teknik ve bilimsel derneklerde birleşme hakkı sağlanmıştır. Bu arada işçi sınıfıyla diğer emekçi kesimlerin en aktif ve kararlı yurttaşlar, sosyalist sistemin gelişmesi ve sağlamlaşması için mücadelenin öncü gücünü ve emekçilerin gerek toplumsal, gerekse de iktidar organlarının yönetici çekirdeğini oluşturan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) içinde birleşirler.
Madde 127) SSCB yurttaşlarının kişilik hakları ihlal edilemez. Hiç kimse, mahkeme kararı ya da savcılığın izni olmadan tutuklanamaz.
Madde 128) Yurttaşların konutlarının dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur.
Madde 129) SSCB, emekçilerin çıkarlarını savundukları için veya bilimsel faaliyetleri nedeniyle ya da ulusal kurtuluş mücadelesi yürüttüklerinden dolayı kovuşturulan yabancı ülke yurttaşlarına iltica hakkı tanır.
SEÇİM SİSTEMİ
Madde 134) Tüm emekçi milletvekilleri sovyetlerine, milletvekili seçimi SCCB yüksek sovyetine, Birlik cumhuriyetleri yüksek sovyetlerine, emekçi milletvekilleri, reyon ve bölge sovyetlerine, özerk cumhuriyetler yüksek sovyetine, özerk bölgeler emekçi milletvekilleri sovyetlerine, ilçe, reyon, il ve kırsal yerleşim bölgelerinin (staniza, köy, kutor, kışlak, oba) emekçi milletvekilleri sovyetlerine, milletvekili, seçmenlerce genel, eşit, doğrudan ve gizli oyla seçilir.
Madde 135) Milletvekilleri genel seçimle seçilir. 18 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı, ırkı, ulusu, cinsi, inancı, eğitimi, yerleşikliği, sosyal kökeni, servet durumu, eski faaliyeti dikkate alınmaksızın milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir. Sadece akıl hastaları ve mahkeme kararıyla ellerinden seçme hakları alınmış kişiler bunun dışındadır.
SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine, ırkından, ulusundan cinsiyetinden, inancından, eğitim derecesinden, yerleşikliğinden, sosyal kökeninden servet durumundan eski faaliyetinden bağımsız olarak 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.
Madde 136) Milletvekilleri eşit seçimle seçilir: Her yurttaşın bir oyu vardır; bütün yurttaşlar seçimlere aynı temelde katılırlar.
Madde 137) Kadınlar erkeklerle aynı seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
Madde 138) SSCB orduları saflarında bulunan yurttaşlar, diğer bütün yurttaşlar gibi seçme ve seçilme hakkına sahiptir.
Madde 139) Milletvekilleri doğrudan seçimle seçilirler: Kırsal alanlardaki ve kentlerdeki emekçi milletvekilleri sovyetlerinden, SSCB Yüksek Sovyeti’ne kadar bütün emekçi milletvekilleri sovyetleri, yurttaşlar tarafından doğrudan seçimde seçilir.
Madde 140) Milletvekili seçimlerinde oy verme işlemi gizli yapılır.
Madde 141) Seçimler için aday gösterilmesi seçim çevrelerine göre olur.
Aday gösterme hakkı toplumsal örgütlere ve emekçi birliklerine tanınmıştır. Komünist Parti örgütleri, sendikalar, kooperatifler, gençlik örgütleri, kültür dernekleri.
Madde 142) Her milletvekili, seçmenlerine, kendisinin ve emekçi milletvekilleri sovyetinin çalışmalarına ilişkin hesap vermekle yükümlüdür ve her zaman seçmenlerin çoğunluğunun kararıyla, yasalarda anlatılan biçimde görevden alınabilir.
BELGE-2
BİR TANIK ANLATIYOR**
O mutlu günlerin bir meyvesi tarihte yerini aldı: Yeni Sovyet Anayasası o yıllarda doğdu.
Sovyetler Birliği hep demokratik bir ülke olduğunu iddia etti. Batı da bunu hep yalanladı. Sovyet politik seçim sistemini burada ayrıntıları ile izlemek olanaksız. Amerikalılar, Sovyet seçim sistemi ile ilgili ne düşünürlerse düşünsünler, Sovyet halkı bu seçimlere en az bizim kadar enerji ve umutla
katıldı. Onlar yalnız adaylar için oy vermekle kalmadılar, isteklerini Nakaz’a, ‘Halk Talimatları’na yazdırdılar ve bunlar gelecek hükümetlerin programlarında ilk sırayı aldılar.
1934 seçimlerinde kocam bir ay süreyle seçim dönemi işçisi olarak çalıştı. Seçim bölgesindeki herkesi ziyaret ediyor, onları yalnız seçime katılmaya değil, hükümetin yapmasını istediklerişeylerin bir listesini de hazırlamaya teşvik ediyordu. Daha önce hiç oy vermemiş bir yaşlı kadını anlatmıştı. Önce, “Benim Sovyet iktidarına ne yararım dokunur ki” demişti. Ama biraz düşünüp
mutfakta asılı olan çamaşırlara bakınca hükümetten daha fazla, herkesin yararlanabileceği çamaşırhane yapmasını istemeye karar verdi. Ve en sonunda bunu elde etti de. Moskova Kent Sovyeti o yıl, 48.000 ‘halk talimatı’ aldı ve bunların hepsini üç ay içinde bildirmek zorundaydı.
Bunların pek çoğu kuşkusuz aynıydı ya da merkezi hükümete aktarılmaları gerekiyordu, ama bunların pek çoğu şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde halka yeniden bildiriliyordu. Kent Sovyeti, halk gönüllü yardım ederse isteklerin karşılanabileceğini bildiriyordu. ‘Sovyet Demokrasisi’ yalnızca seçimlerde verilen oy sayısı -bu, 1926’da yüzde 51’den, 1934’te yüzde 85’e yükselmişti.- ile değil, bir adayın, toplayabileceği ve hükümet görevlerine yardım edecek gönüllü sayısı ile de ölçülüyordu.
Örneğin vergi ve mesken komisyonundaki işlerin çoğunu gönüllüler yapıyordu. Otuzların sonunda Howard K. Smith, bu durumun yarattığı havayı fark etmiş ve Moskova’yı ziyareti sırasında şöyle demişti: “İnsana öyle geliyor ki, her küçücük birey, bir devletin kurulmasında çok önemli bir görev yüklendiğini hissediyor. Bu hava bana bir sözcüğü hatırlattı: ‘Demokrasi’.”
Ne var ki 1922 Anayasası’ndan beri büyük değişiklikler olmuştu. Toprağın genel zenginliği kamuya aitti. Halk artık cahil değildi. Çalışma yerinden, doğrudan ve eşit olmayan koşullar altında verilen oy artık uygun değildi. Her yerde halk ulusal kahramanlarını biliyordu ve doğrudan bunlar için oyunu kullanabilirdi. 6 Şubat 1935’te Sovyetler Kongresi, Anayasa’nın, ulusun değişen yaşamına uygun hale getirilmesine karar verdi. 31 tarihçi, iktisatçı, politik bilimci, Stalin’in başkanlığı altında yeni bir anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirildi. Yeni taslak halkın isteklerine ve sosyalist devletin gereksinmelerine daha uygun olacaktı.
Anayasanın kabul ediliş yöntemi çok ilginçti. Bir yıl süreyle komisyon, ortak amaç için insanların örgütlendikleri -hem devlet hem de gönüllü kuruluşların- bütün tarihi biçimlerini inceledi. Sonra hazırlanan teklif 1936 Haziran’ında hükümetçe geçici olarak kabul edildi ve 6 milyon adet basılarak halka sunuldu. Tasarı, 36 milyon kişinin katıldığı 527 bin toplantıda tartışıldı. Aylarca bütün gazeteler, halkın gönderdiği mektuplarla doluydu. 154 bin değişik teklif yapıldı. Bunların çoğu aynı konulardaydı ve diğer pek çoğu da anayasadan çok bir bir ceza yasasında yer alacak nitelikteydi.
Bu halk yoklamasında fiilen 43 değişiklik önerisi yapılmış oldu.
Kremlin Sarayı’nın büyük beyaz salonunda 1936 Aralık’ında Anayasa Meclisi için 2016 delege toplandı. Bu, sanayi, tarım ve bilim alanlarında seçkin bir yer edinmiş “yeni halkın” kongresiydi. Çiftçiler artık eskisi gibi hububat yetiştiricileri” başlığı altında değil “uzman” olarak gelmişler, çoğu rekor sahibi, traktör sahibi, traktör sürücüleri, harman makinesi operatörleri bu toplantıya katılmışlardı.
Büyük sanayi kuruluşlarının müdürleri ile, ünlü sanatçılar, doktorlar, Bilim Akademisi Başkanı da vardı. Bu, Sovyetler Birliği’nin, İkinci Beş Yıllık Plan’ın sonuna doğru yeni temsil biçimiydi.
Anayasa, ülkedeki değişmeleri yansıtıyordu. Devletin biçimi ve temel mülkiyet biçimleri ile başlıyordu: Toprak, kaynaklar, sanayi, “devlet mülkiyeti, bütün halkın serveti” idi. Kolektif çiftliklerin kooperatif mülkiyeti ile, vatandaşların kazançları ile elde ettikleri “kişisel mülkiyet”leri ve taşınabilir eşyaları “yasa ile korunuyordu”. Seçimler 18 yaşını bitirmiş bütün yurttaşların katılacakları, “genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla” yapılacaktı.
“Yurttaşların Hakları ve Görevleri” kısmı, satır satır alkışlanacak nitelikteydi. Bunlar, bir ulusun güvence altına aldığı en kapsamlı haklar listesiydi. Yaşama hakkı 4 başlık altında toplanıyordu:
‘Çalışma hakkı, dinlenme hakkı, eğitim hakkı, maddi destek hakkı’. Özgürlük hakkı altı paragrafta sıralanıyordu: ‘Ulus ya da ırk ayrımı gözetmeksizin’ vicdan özgürlüğü, tapınma, konuşma, basın, toplanma, gösteri yapma ve örgütlenme özgürlükleri ile keyfi tutuklama, ev ve haberleşmenin ihlali gibi konularda tanınan hak ve özgürlükler bir bir sırlanıyordu. Bu anayasa, o sırada Almanya’da iktidarda bulunan Nazi Faşizmi’ne doğrudan bir meydan okuma idi. Naziler, demokrasiye ‘eskimiş ve günü geçmiş’ diyorlardı. Oysa bütün Sovyet sözcüleri, demokrasi ve sosyalizmin ‘tükenmez’ olduğunu söylüyorlardı. Hitler, ‘üstün ve adi ırklardan’ söz ediyordu, Stalin’in ona verdiği yanıt şimdiye değin insan eşitliği konusunda yapılan en kapsamlı sözleri içeriyordu: “Ne dil, ne derinin rengi, ne kültürel geri kalmışlık, ne politik gelişme düzeyi ulusal ve ırksal eşitsizliği haklı gösterebilir.”
Bütün Sovyetler Birliği’nde milyonlarca insan, buz gibi sokaklara dökülüp bu olayı şarkılar ve bandolarla kutladılar. Bütün dünyadaki işçiler bunu içtenlikle selamladılar. Uzak bir ülkeden, Çin’den Bn. Sun Yat-Sen, “İnsanlığın en büyük başarısı” diyordu. Romain Rolland sakin Cenevre Gölü’nden, “Bu, şimdiye değin insanlığın rüyası olan büyük sloganlara yaşam verdi: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik.” ….
BELGE-3
EMEP 3. GENEL KONGRE RAPORU’NDAN
b) Egemenler siyasal alandaki iddialarından da vazgeçmiştir. Ülke ekonomisini, ülkenin kalkınıp sanayileşmesine dair plan ve programlarını IMF ve Dünya Bankası şahsında uluslararası sermaye güçlerine bırakan Türkiye’nin egemen sınıfları, siyasi alandaki amaçlarını; yani Türkiye’nin demokratikleşmesi ve siyasal alana dair sorunlarının çözülmesini de “AB’ye giriş” umuduna bağlamıştır. Baskı altındaki Kürtler, Aleviler, laikliğin kurbanı olduğunu düşünen dini çevreler, ifade özgürlüğü tehdit altındaki aydınlar, demokratlar, 10-20 yıldır cezaevlerinde tutulan binlerce siyasi tutuklu ve hükümlüye de AB’ye girme hedefi gösterilmekte; “Eğer AB’ye girilirse, Türkiye mamur, müreffeh, tam demokratik, hiçbir baskının olmadığı bir ülke olacak” denilerek, bu çevrelerin özgürlük ve demokrasi talepleri etrafındaki mücadelesi de büyük patronların AB’ye girme politikasının yedeği haline getirilmek istenmektedir.
Bu yüzden de demokratikleşmeye dair tüm adımlar; “AB istedi” diye atılmaya çalışılmakta; demokrasi denilince yaşlanmış ve bu anlamıyla da aslında demokratik niteliklerini kaybetmeye yüz tutmuş “AB normları” tartışılmaz, değişmez ve kutsanmış “demokrasi normları” olarak propaganda edilmektedir.
Demokrasi ve özgürlük isteyenlere; “Ya AB ya da baskı ve zulüm” ikilemi sunulmaktadır. AB’ye girme isteği “açıkça biat etme”ye evrildiği için, son 3-5 yıl içinde AB merkezli baskılar da bir dayatmaya dönüşmüş; tıpkı IMF’nin ekonomi ve sosyal alandaki “yasa” dayatmaları gibi AB de “demokratikleşme paketleri” dayatmaktadır.
Son 10 yıl içinde bütün düzen partileri sermayenin bu idealini benimsemiş; AB’ye girişi, büyük amaç, “milli dava” ilan etmişlerdir.
Egemen sınıflar; yüz yıllık iddialarının iflasından, halkın yoksulluk ve sefalete itilmesinden, işsizlikten, enflasyondan, ülkenin IMF ve Dünya Bankası’nın eline düşmesinden demokrasi yoksunluğuna, baskı ve zulmün ülkeyi yönetmenin başlıca aracı olarak kullanılmasından, kayıplardan, işkenceden faili meçhul cinayetlerden, hatta Kürtlerin ezilmesinden, kısacası kötü, çağdışı, bürokratik, anti-demokratik statükoyu çağrıştıran ne varsa hepsinden, kendileri adına bugüne kadar ülkeyi yöneten partileri sorumlu tutmuşlardır.
Bütün sistemin sıkıntılarından, açmazlarından, çözümsüzlüklerinden, yetmiyormuş gibi yoksulluk ve işsizlik belasından öfkesi tepesine çıkan halk yığınlarının önüne bu partiler “kurban olarak” atılmış; sermaye medyası, patron örgütleri ve onların her köşe başındaki sözcüleri; “Bütün bu olup bitenin sorumlusu işte bunlardır” diye düzen partilerini göstermiştir.
Böylece, son 50 yıl içinde halk indinde zaten itibarı sıfırlanan ve sermayenin “siyaset alanında yeniden yapılanması”nın ayak bağı olan partiler tasfiye sürecine sokulmuştur. Elbette bu yapılırken; asıl sorumlular bu partilerin arkasındaki asıl sahipleri büyük patronların, bankaların, tekellerin, askeri ve sivil yüksek bürokrasinin (ve elbette ki Türkiye’yi dışardan yönetip denetleyen Avrupa ve ABD’nin, emperyalist sisteminin), soygun ve sömürü sisteminin olup bitendeki asli sorumluluğu gizlenmek istenmiştir. Bunda da en azından “şimdilik” başarılı olmuşlardır.
Çünkü; 3 Kasım 2002 seçimleri ile halk, sermayenin, patronlar sınıfının en eski, en köklü ve en geleneksel partilerine ağır bir tokat vurmuş, böylece burjuva siyaset arenasının tortuları da temizlenmiştir. Ama bu aynı zamanda egemenlerin ve arkalarındaki uluslararası sermaye güçlerinin “siyaset alanını yeniden yapılandırma”ya yönelik işlerini kolaylaştırmıştır. Bunu, sermayenin en önde gelenleri; seçimin sonucunu görünce “demokrasi bayramı” ilan ederek göstermişlerdir.
Ama bundan, siyaset alanında sorunların bittiği, her şeyin olağan mecrasına girdiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla siyaset alanında, eski partiler (CHP Meclis’te olmadığı için bu halk tokadından şimdilik kurtulmuştur) alanın dışına itilerek bir temizlik yapılmıştır.
Ancak, AKP ve CHP tarafından doldurulmuş gibi görünen çok önemli bir “boşluk” vardır. Şimdi; yakın gelecek için AKP ve CHP durumu idare edebilir ama, sürgit böyle olamayacağı için de; bir yandan patronlar öte yandan da emek güçleri kendi sınıflarının çıkarları doğrultusunda bu boşluğu doldurma çabasında olacaklardır.
Partimiz, siyaset alanında sermayenin “yeniden yapılanma”sına müdahale ederek; bu alandaki boşluğu halkın iktidara yürüyüşünün vesilesi olarak değerlendirmek yükümlülüğü ile karşı kaşıyadır.
Çünkü; AKP-CHP’den oluşan Meclis ve tek parti hükümeti, “istikrar arayan” sermaye güçlerinin “demokrasi bayramı” ilan ettikleri bir tablodur. Ama, bu sadece gerçeğin görünen yanıdır. Bu iki parti, seçmenlerin oylarının sadece yüzde 41.5’ini almıştır. Halk iradesinin yüzde 58.5’i Meclis dışına itilmiştir. Bu az-çok demokrasinin olduğu bir ülkede kabul edilir bir “Meclis dışı” oran değildir. Öte yandan laiklik-şeriat sorunu, Kürt sorunu, geleneksel asker ve sivil yüksek bürokrasinin seçilmişler karşısında üstünlüğüne şimdi “üst kurullar” eklenmiştir.
Böylece; temel sanayi ve hizmet alanlarının başta Meclis olmak üzere, seçilmiş kurumların denetimlerinin dışına alınmasıyla demokrasinin gelişmesinin ekonomik kanalları da tıkanmıştır. Bu tablo içinde “demokratik açılım” için tek çıkar yol olarak öne sürülen AB ise; bir yandan Avrupa ve Amerikan demokrasisinin güdükleşip yozlaşması, demokratik kurumların etkisizleşmesiyle öte yandan “töröre karşı güvenlik” sloganıyla malül, “şekli bir demokrasi” olarak, Türk ve Kürt her milliyetten Türkiye halkının gerçek bir demokrasi ve özgürlük talebini karşılamaktan uzaktır.
Sermaye adına iktidara gelen partiler ise; “AB normlarına uygun” ama öz itibariyle antidemokratik bir yönetimi devam ettirme azmindedirler. Ve halkın tepkileri yoğunlaştıkça da; iktidarı ve sistemi koruma güdüsüyle, “kırmızı kitabı”, “Milli Siyaset Belgesi”ni “kavrayıp” statükoya sarılacaklarını gösteren alametler daha şimdiden ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Partimiz, bütün bu gelişmeleri ve Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları dikkate alarak; demokrasinin gelişmesi; halkın acil demokratik talepleri doğrultusunda mücadelenin ilerletilmesi için gayretlerini yoğunlaştıracak; her yeni gelişmeyi demokrasi mücadelesinin ileri atılımının vesilesi olarak değerlendirecektir.
Demokrasi mücadelesi, halkın iktidar mücadelesidir. Bu yüzden de halkın acil demokratik talepleri doğrultusunda bir mücadele; işçi sınıfı başta olmak üzere halkın geniş kesimlerinin bu mücadeleye çekilmesi ve mücadele içinde siyasal bilincinin ve örgütlenme düzeyinin yükselmesi partimizin asıl dikkat noktasıdır. Dolayısıyla demokrasinin, AB’den, ABD’den ithal edilmeyeceği ya da “yukarıdaki seçkinlerden”, “aydınların gayretlerinden” beklenen bir “proje” olamayacağını göstermek, bu türden
“demokrasi anlayışlarını” mahkûm etmek partimizin çalışmalarının diğer bir yanını oluşturmaktadır.
Demokrasi mücadelesi alanında partimizi diğer partilerden ayıran en önemli yaklaşım; partimizin demokrasi sorununun halkın iktidar mücadelesine bağlamış; demokrasi mücadelesini de; halkın acil demokratik talepleri etrafındaki mücadelenin örgütlenmesini; demokrasi güçleriyle gerici sermaye güçleri arasındaki çatışma üstünden bu mücadeleyi geliştirmeyi esasa almasıdır.
Bu mücadelenin başlıca somut dayanaklarını şöyle sıralayabiliriz:
1-) Egemenliğin kayıtsız koşulsuz halkın olduğu bir demokrasinin engellerini ortadan kaldırmak için mücadele: Bugüne gelen statükonun temeli halkın, onun seçilmiş temsilcilerinin değil, bir avuç azınlığın çıkarları üstünde şekillenen devletin başlıca kurumlarının başındaki asker ve sivil bürokrasinin şu veya bu biçimlerde “seçilmiş” olanların bile karşısında üstünlüğünü esas almaktadır.
Halkın seçtiği temsilcilerin bütün öteki devlet kurumları ve resmi yetkililer karşısında tartışılmaz üstünlüğünü esas alan bir demokrasi için mücadele, partimizin demokrasi anlayışının esasıdır.
Seçilmiş halk temsilcilerinin (parlamentonun) denetimi dışında hiçbir kurumun ve hiçbir faaliyetin olmadığı, vali, yargıç gibi “resmi görevlilerin” de seçimle geldiği, halkın isteği ile görevinden alınabildiği bir demokrasi için mücadele, sorunun esasını oluşturmaktadır.
Egemen sınıfların kendi parlamentolarını artık bir yük, bir bürokrasi olarak gördüğü, ekonomik alandaki tüm kurumları ve faaliyeti, hatta merkez bankalarını bile parlamentoların denetimi dışına çıkardığı, parlamentoları “seçilmişlerin lak lak ettiği kurumlara” indirgemesi günümüzde; halkın temsilcilerinin ekonomik, idari, yargısal bütün alanlarda halkın iradesinin temsilcileri olarak denetleyici rolünün öne çıkarılması, aynı zamanda yozlaşan burjuva demokrasisiyle de hesaplaşma anlamına gelmektedir.
2-) Kürt sorununun çözümü, demokrasi mücadelesinin en önemli konularından birisidir. Halkların kardeşleşmesi, gerici ve emperyalizm işbirlikçisi güçler karşısında birleşmeleri için halkların kardeşliği ve eşit haklara sahip olmaları, dillerin eşitliği ve kültürlerin serbestçe gelişimine yol veren önlemlerin alınması için mücadele önkoşuldur. Bu mücadele içinde her milliyetten emek güçleri de birleşme imkânını bulacak, yerli ve uluslararası sermaye güçlerine karşı sınıf kardeşliği ile birleşerek, ülkenin geleceğine el koyacak bir pozisyona yöneleceklerdir. Demokrasinin bir laf yığını, “kutsal normlar” olmaktan çıkıp, halkın bilincinde yer etmesi, hakları kullanma alışkanlığının oluşması da bu mücadeleler içinde gelişip olgunlaşacaktır. İşçi sınıfı enternasyonalizmi, pratikte bu mücadele içinde anlamlanacak; farklı uluslardan işçilerin birliği ve halkların kardeşliği bu somut mücadelenin ateşinde pekişecektir.
3-) Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası’ndaki, partiler arasında eşitiliği bozan; sistem partilerini emekçi sınıf partileri karşısındaki avantajlı duruma getiren tüm yasa maddeleri iptal edilmelidir.
Yüzde 10 ülke barajı, “milletvekili yeterliliği”ne ilişkin sınırlamaları kaldıran, halkın verdiği bir tek oyu zayi etmeden temsilini sağlamayı amaçlayan, siyasi partilere bütçeden para verme, partilere seçim yardımı yapma geleneğine son veren, partilerin uluslararası ilişkiler önündeki sınırları kaldıran, bütün partilerin mümkün olduğu kadar eşit koşullarda seçimlere girmesini sağlayan bir seçim ve siyasi partiler yasası için mücadele, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Partimiz bu alanda da demokrasi mücadelesini geliştirmek, baskıcı, ayrımcı, egemen sınıfların seçimleri kazanması için, hazırlanmış siyasi partiler ve seçim düzenini bütün
unsurları ile teşhir etmeye devam edecek, bu alandaki taleplerin ısrarlı takipçisi olacaktır.
4-) 1982 Anayasası’nın tümden kaldırılarak, yerine halkın demokratik bir biçimde seçtiği temsilcilerin yapacağı bir Anayasa konması mücadelesi, önümüzdeki dönemin mücadele alanlarından birisi olacaktır. Yaşananlar, sorunun sadece bir Anayasa sorunu olmadığını da göstermektedir. 125, 146, 159, 168, 169, 312 TCK yasa maddeleri ile, DGM, YÖK, RTÜK yasası demokrasi mücadelesinin hedefleridir. CMUK, Polis Selahiyetleri Yasası, İller İdaresi Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Basın Yasası, TİS ve sendikalar yasaları gibi pek çok yasa da emekçilerin ve halkın istekleri doğrultusunda yeniden düzenlenip, antidemokratik maddelerden ayıklanmak ihtiyacındadır.
Dolayısıyla demokrasi mücadelesinin bir alanı da mevcut yasaların kaldırılması ya da yeniden düzenlenmesi mücadelesi olarak şekillenmektedir.
Bu yasaların önemli bir bölümünden egemen sermaye güçleri de rahatsızdır, bu yasaları “piyasanın gelişmesine engel” görmektedirler. Dolayısıyla, onlar da bu yasaları değiştirmek için hükümet ve parlamentodaki etkilerini kullanacaklardır. Bu yüzden önümüzdeki dönem aynı zamanda piyasacılığa karşı bir mücadeleyle iç içe geçmiş bir demokrasi mücadelesi dönemi olarak şekillenecektir. YÖK Yasası’nda daha şimdiden böyle bir gelişim gündeme gelmiştir. Hükümet ve öteki piyasacı güç odakları YÖK Yasası’nı, üniversitenin paralı hale getirilmesi başta olmak üzere piyasanın ihtiyaçlarına uydurulmasını engel olarak gördükleri için değiştirmek istemektedirler. Burada partimiz diğer demokrasi güçleriyle birlikte parasız, demokratik, bilimsel özerkliğe sahip bir üniversite mücadelesi etrafında YÖK’ün yeniden düzenlenmesi mücadelesi vermekle karşı karşıyadır. Benzer bir durumun RTÜK Yasası’nda da gündeme geleceğinden kuşku duyulamaz.
5-) Türkiye, dünyada en çok siyasi hükümlü ve tutuklunun, en uzun süre cezaevinde yattığı ülkelerin en başındadır. Bugün de dokuz bin dolayında siyasi tutuklu ve hükümlü cezaevlerinde bulunmaktadır. İdam cezasının kalkmış olması mevcut tablo karşısında hiçbir şeydir ve sadece hükümeti, devleti sıkıntıdan kurtaran bir gelişmedir. Dahası bugün de; “anadil için dilekçe” veren, duvara afiş asan kişiler bile TCK 169. maddeden cezaevlerine konmaktadır.
Gerçekte ise pek çok kişi 20-25 yıldır cezaevinde tutulmaktadır ve binlerce kişi çok daha uzun bir süre cezaevlerinde kalmaya adaydır.
Bu yüzden de; gerçek bir demokratikleşme için koşullardan birisi de ayrımsız bir genel siyasi aftır.
Bu af, tüm tutuklu ve hükümlülerin salıverilmesi, cezalarının sonuçlarını da ortadan kaldırarak, siyasetle uğraşmalarının engellenmemesini de kapsamalıdır.
6-) 3 Kasım 2002 seçimi; halkın acil siyasi taleplerin önemini ortaya koyduğu gibi, partimizin ve blok partilerinin bu talepleri değerlendirebildiğinde, mücadeleyi “önyargılar” değil bu gerçekler üstünde kurarlarsa, nasıl yenilmez bir güç olunacağını göstermiştir. Dahası, politika yapmanın sadece talep tespit etmekten öte “bu talepleri gündeme getirme sanatı” olarak da son derece önemli olduğu hem seçim hem de sonrası gelişmeler içinde bir kez daha doğrulanmış bulunmaktadır.
Partimizin 3. Genel Kongresi, Türkiye’nin demokratikleşmesine dair bu genel saptamaları da gözeterek, demokrasinin gelişmesi için siyaset alanındaki her yeni gelişmeyi ve bu gelişmelerin yarattığı fırsatları değerlendirecek; mevcut siyasi tablonun kendisine yüklediği; halkın iktidara yürümesi için halk muhalefetinin örgütlenmesi için gerekli girişimleri yapacaktır.
7-) 3. Genel Kongre sürecinin başlamasının hemen öncesinde, iç ve dış sermeye çevrelerinin, Kemal Derviş’in önderliğinde organize ettikleri “hükümeti ele geçirme operasyonu”nun bir “erken genel seçim”le sonuçlanması burjuva siyaset arenasını altüst etmişti. 3 Kasım seçimi, hem Türkiye’nin sorunlarının büyüklüğünü, hem halkın ulaştığı bilinç düzeyini gösteren önemli olgular ortaya çıkardı. Her şeyden önce, halkın düzen partilerinden, IMF’ci, AB’ci, partilerden artık bir şey beklemediği ortaya çıktı. Bu durum geniş halk yığınlarının, geleneksel olarak peşinden sürüklendiği partileri bırakarak; bir “arayışa yönelmesi” biçiminde oldu. Bu yüzden de oylar; Meclis’te yer almayan ve neredeyse siyasi bakımdan bütün etkinliğini yitirmiş CHP ve “yeni bir parti” olduğu iddiasıyla ortaya çıkan AKP’de toplandı. Bir başka söyleyişle seçim; halkın artık karşısına, milliyetçilik, dincilik, sosyal demokrasi, sağcılık, muhafazakârlık gibi kavramlarla birbirinden “ayrılan” ama aynı programı uygulayan partilere itibar etmediğini gösterdi. Bu iki seçim arasında geçen üç buçuk yıl içinde; önceki seçimin galibi görünen beş partinin beşinin de barajın altında kalmasını sağlayan bir “değişiklik” demekti ki; bu bile bu seçimin pek çok yönüyle irdelenmesini gerektirecek bir gelişmeydi.
Kürt sorunu gibi Türkiye’nin en eski ve en önemli sorunu konusunda; ırkçı şoven partilerin kışkırtmalarının geniş halk yığınları nezdinde etkisini yitirdiği, en azından etkisizleştiği; iki halkın kardeşleşmek için gösterilecek çabalara yanıt vereceği ortaya çıktığı gibi, Kürt emekçilerin, Türk emekçileriyle birleşmeden kendi kurtuluşlarının da gerçekleşemeyeceğini hissettikleri de önemli ölçüde ortaya çıktı. Blok; hem Kürt hem de Türk kökenli emekçilerin ileri kesimleri arasında coşkuyla karşılandı. Ve bloğun geleceğe dair önemli rol oynayacak bir adım olduğu da görüldü.
Bu ortamda partimizin tarihsel rolü, Kürt ve Türk kökenli emekçilerin birliği ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde; halkın iktidara yürümesinde oynaması gereken rol, bu rolün dayanaklarına ilişkin önemli olgular ortaya çıktı.
Türkiye’nin bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde bloğun, nasıl bir hedefle örgütlenmesi gerektiği, hangi taleplerle ilerleyeceği gözler önüne serildi.
Dahası partimizin; halk yığınlarıyla birleşmesi, emek hareketinin yenilenmesi, sendikalar başta olmak üzere emek örgütleriyle ilişkilerin yenilenmesi ve bu örgütler içindeki rolü bakımından da son derece önemli veriler olarak ortaya çıktı. Bunun da ötesinde partimiz, kendi örgütlenmesinin, çalışma tarzının yenilenmesi; yığınlarla ilişkileri bakımından da sorunları aşmak için önemli bir pozisyon elde etmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla seçimler; partimiz açısından, alınan oydan bağımsız olarak son derece önemli bir deneyim olmuştur. Bu deneyimin derslerinden öğrendiklerimizi hayata geçirdiğimiz ölçüde seçim bir deneyim olmakla kalmayıp; bir başarı haline de gelecektir.
3. Genel Kongremizin kararları bu dersleri başarıya dönüştürmenin kararları da olacaktır.