IV. İDEOLOJİK SALDIRIMIZ VE PARTİ ÇALIŞMASININ EKSİKLİKLERİ, ZAAFLARI VE HATALARININ BOLŞEVİK ELEŞTİRİSİ
Yoldaşlar, şimdi raporumun, partimizin ideolojik saldırısını, özeleştirisini ve başka iç sorunlarını kapsayan son bölümüne geliyorum.
Burada, partinin ve parti önderliğinin kayıtsız kalmaması gereken bir dizi ciddi sorunlar bulunmaktadır.
Sapmalar sorunuyla, özellikle de çalışmamızın bugünkü aşamasında baş tehlike olarak beliren sağ oportünizm sorunuyla başlıyorum.
Örneğin partimizin bir bölgesinde -Württemberg’i kastediyorum-, eski bölge yönetiminin de kusurları sonucunda, sağ oportünist savrulmaların, sapmaların ve kaba hataların ne kadar yaygın ortaya çıkabildiğini insan gözünün önüne getirdiğinde, şaşmamak gerçekten de elde değil.
Partinin bütününe bakıldığında, bu tür oportünist sapma ve hatalardan, her yerde Württemberg’deki kadar sık olmamakla birlikte, hiçbir bölgenin muaf olmadığı görülmektedir. Yoldaşlar, bu nasıl açıklanabilir?
Partimizin tek tek kesimlerindeki oportünist sapma ve yalpalamaların böylesine güçlenişi, hareketin devrimci yükselişinin diyalektik karakterinden doğan kaçınılmaz bir olgudur. Devrimci krize doğru, dümdüz ve yükselen bir gelişmeyle karşı karşıya olsaydık, o zaman bu gelişme ölçüsünde bu tür bir olgu muhtemelen ortaya çıkmazdı. Fakat şimdi olduğu gibi; yani devrimci yükselişin ve burjuvazinin saldırısı, faşistleşme, mali sermayenin saldırıları ve sosyal demokrasinin aldatma manevralarının birbirleriyle kesiştiği, sınıf mücadelesindeki keskinleşmenin giderek arttığı, bu sürecin git-gellerle, yükselip alçalmalarla geliştiği koşullarda, açıktır ki, burjuva, sosyal demokratik etkilerin devrimci proletaryanın saflarına girmesi kaçınılmaz hale gelmektedir.
Özellikle sosyal demokrasinin aldatma manevralarını ele alacak olursak: Bunların sınıf bilinçli işçileri ve onların öncüsünü, Komünist Partisi’ni de etkilemesinin zorunlu olduğu açık değil midir? Maalesef durum budur. Pratik bunu doğrulamaktadır.
BOLŞEVİK ÖZELEŞTİRİ SİLAHI
Zamanında bu tehlikeyi fark edip karşı tedbirlerimizi aldık mı? Tüm sapma ve yalpalamalara, tüm zaaf ve hatalara karşı, en güçlü Bolşevik mücadeleyi saflarımızda sürekli sürdürdük mü? Partinin hatalardan korunması ve çalışmasının düzeltilmesi amacıyla, bu türden zaafların her birisinin, bolşevik özeleştiri silahı yoluyla acımasızca ortaya çıkarılması için çaba sarfettik mi? Sapma ve hatalara karşı uzlaşmacı bir tahammülün, yani çürük liberalizmin tam karşıtını oluşturan o bolşevik uzlaşmazcılığı saflarımızda diri tuttuk mu?
Yoldaşlar, tüm ciddiyet ve ısrarla saptamak zorundayız: Parti -ve bu parti önderliği için de geçerlidir- bir süre dizginleri maalesef gevşek tutmuştur.
Bu nedenle şunlar tespit edilmelidir:
1. Parti geçmişte -Merkez Komitesi’nin (MK) Mayıs Plenumu’nun sonrası dönemden söz ediyorum- ana tehlike olarak sağ oportünizme ve sol sekter eğilimlere karşı mücadeleyi aksattı ve küçümsedi.
2. Parti kendi güçlerini ve çalışmasının niteliğini küçümsedi ve böylelikle çalışmadaki zaaf ve hatalara karşı bir nevi tahammüllü olma durumuna düştü.
3. Parti teorik cephedeki çalışmayı aksattı, öyle ki, bu teorik çalışmayla partinin pratiği arasındaki bütünlük korunamadı.
4. Parti Bolşevik özeleştiri silahını küçümsedi ve çalışmanın düzeltilmesi için bu silahı gerekli kararlılıkla kullanmadı.
5. Partinin iç yaşantısı, aşağıdan yukarıya denetim, sağlıklı bir parti gelişmesi açısından vazgeçilmez bir önkoşul olan bolşevik uyanıklığın gerekli ruhuyla donatılamadı.
6. Bunun yerine, partide siyasi ikircikliğin ve çift girişli muhasebenin belirli belirtileri var: Parti önderliğini ve kararlarını lafta kabul etmek, ama pratikte kararları yaşama geçirmemek ve parti önderliğine yeterince destek vermemek.
Yoldaşlar, açıktır ki, partimiz hakkında bu tür tespitlerde bulunmanın anlamı ağırdır. Eğer çok ciddi nedenleri yoksa, böylesine ciddi ithamlarda, -hatta neredeyse suçlamalarda demek istiyorum- bulunulamaz. Ama, yoldaşlar, burada şu çok açık bir şekilde dile getirilmelidir:
Merkez Komitesi’nin müdahalesi; ve teorik cephedeki yanlış görüşlere müsamaha göstermeme kararımızla, parti basınında Merkez Komitesi’nin çeşitli resmi baş yazılarıyla ve “Enternasyonal”deki makaleyle ideolojik karşı saldırıyı başlatmamız mutlak bir zorunluluktu.
Eğer müdahale etmeseydik, eğer bu ideolojik karşı saldırıyı başlatmasaydık, -ki bu saldırı bugün de hâlâ bir başlangıcı ifade etmekte ve devam ettirilmesi gerekmektedir- o zaman Alman partisi kolaylıkla zor bir duruma sürüklenebilirdi. Açıkça belirtilmesi gerekir ki, partide, çok daha büyük iç zorlukların doğmasının olanak dışı olmadığı bir durum mevcuttu.
Partideki durum şuydu: Wedding Parti Kongresi’nden beri, yani uzlaşmacı grupların dağıtılması ve sağ tasfiyecilerin sökülüp atılmasının ardından, bizde, elde edilen birlikteliğin ve parti içi birliğin sapma ve hatalara karşı kendi başına bir teminat sunduğu görüşü vardı. Merker olayının da kanıtlamış olduğu gibi, partinin sağlanan birlikteliği nedeniyle yeni ciddi gruplaşmaların artık mümkün olmadığı gerçeği; parti içinde, sağ ana tehlikeye ve “sol” eğilimlere karşı uzlaşmaz bolşevik iki cephe mücadelesini kesintisiz sürdürme zorunluluğunun küçümsenmesine yol açtı. Böylesi bir yaklaşımın gevşemeye, uzlaşmaz bolşevik uyanıklığın zayıflamasına yol açması kaçınılmazdı.
Bunun sonucu neydi?
Partinin iç yaşantısı son dönemlerde; sınıf çizgisinin pekiştirilmesine, ağır ve karmaşık siyasi sorunların tanımı ve çözümüne ve alınan kararların yaşama geçirilmesine bütün partinin o aktif ve süreklilik kazanan katılımını yansıtmıyordu artık.
Partide neredeyse şöyle bir ortamın var olduğu söylenebilir: Biz birleşik bir partiyiz, o halde büyük siyaseti gönül rahatlığıyla bütünüyle Merkez Komitesi’ne bırakabiliriz.
Ne var ki, bu, gerek kitle inisiyatifinin partinin siyasetinin geliştirilmesinde kısıtlanmasına ve aksatılmasına, partinin siyasi seviyesinin düşmesine ve ideolojik bir rehavete, gerekse teorik çalışmanın devrimci pratikten kopmasına götürecektir ister istemez. Bununla birlikte parti, buna rağmen, bazı olumlu büyük başarılar ve göz ardı edilemez gelişmeler kaydetmiştir: Pek çok alanda sağlanan ilerlemeler; burjuvaziye karşı sınıf mücadelesindeki başarılar ve SPD ve Hitler’e karşı mücadeledeki başarılar gibi.
PARTİNİN GENEL İDEOLOJİK-POLİTİK DÜZEYİ ÜZERİNE
Ne var ki, partinin ideolojik-politik düzeyi, genel olarak değerlendirildiğinde, tatmin edici değildir. Kanıt olarak sadece bir olguyu göstermek istiyorum: Tüm kapitalist dünyanın çözülüşünün, partimizin sınıf düşmanına, burjuvaziye, sosyal demokrasiye ve aynı şekilde Hitler faşizmine karşı verdiği ilkeli mücadeleye sunduğu olanaklar ne kadar büyüktür? Marksist-Leninist teorinin doğru ve net kavranışından, ve tüm burjuva-sosyal demokratik-faşist sözüm ona teoriler molozunun iflasından doğan olanaklar ne denli büyüktür? Örneğin krizi ele alalım, devlet sorununa bakalım, ya da ekonomik demokrasiyi irdeleyelim veya başka herhangi bir sorunlar kompleksini ele alalım: Partimizin, kapitalizm ve onun savunucularıyla ilkesel mücadelenin alanları olan bu alanların tümünde, aslında muzaffer bir saldırıyı, engellenemez bir zafer geçidini gerçekleştirmesi gerekirdi.
Yoldaşlar, bu olmakta mıdır? Olmamaktadır. Buradaki olay tüm açıklığıyla dile getirilmelidir. Görülen o ki, yoldaşlarımız, pozisyonlarının üstünlüğünü bilimsel sosyalizm silahıyla bütün propagandada kullanabilmek için ideolojik olarak yeterince olgun, yeterince sağlam değiller.
Nedenleri ortadadır. Son dönemde KPD’nin üye bileşiminde büyük bir değişim sürecini yaşamaktayız, parti fonksiyonerlerimizin ve aktif yoldaşlarımızın çok büyük bir yüzdesi henüz uzun süre hareketimiz içerisinde olmayan parti üyelerinden oluşmaktadır.
Bunun büyük avantajları da vardır, çünkü genellikle bu yoldaşlar devrimci çalışmada, bazı yaşlı partililere göre daha az yıpranmış, daha taze ve aktiftirler. Fakat bunun dezavantajları da bulunmaktadır: Açıktır ki, bu yoldaşlar, partinin on veya on iki yıllık gelişimini, iç çatışmalarını ve tartışmalarını yaşamış bir fonksiyoner kadar güçlü bir ideolojik sağlamlığa ve politik eğitime -gerçi bilindiği üzere bu da sapmalardan korumamaktadır- henüz sahip değildirler.
Şurasını kesin ifade etmeliyiz ki, partinin genel ideolojik-politik düzeyi yetersizdir. Bu, salt alt düzeydeki kadrolar için geçerli değil, aksine kısmen partinin yüksek fonksiyonerleri için de geçerlidir. Bölgelerdeki önder yoldaşların çoğunun, kendi teorik eğitimlerini ilerletmeye az ilgi gösterdiklerini tespit etmekteyiz.
Bu, sorunun bir yönü. Diğer yönü ise, partimizin genel organizması ve devrimci pratiğine yeterli derecede bağlanmadığından, teorik çalışmanın, istenen niteliği taşımayan bir tarzda sürdürülmesiydi.
Stalin yoldaş “Proleter Devrim” dergisinin yayın kuruluna yazdığı mektupta çok çarpıcı bir kavramı nakşetti: Arşiv fareleri. İşte bunlar, bir devrimci partinin canlı pratiğini izleme yerine her yerde sadece “kağıt parçaları”nı karıştıran türden insanlardır.
TEORİK CEPHEDEKİ ÇALIŞMANIN AKSATILMASI
Yoldaşlar, bizde, haftada bir veya iki defa herhangi bir kahvede ya da herhangi bir yerde bir araya gelen ve burada “teorik tartışmalar” yapan sözde Marksist-Leninist bir çevre vardı. Bu tartışmaların ürünü çoğu kez, bizim “Propagandist”de okuduğumuz şeylerdi. Bir taraftan teorik çalışmanın devrimci partinin gerçek yaşantısından bu denli bir yalıtılmışlığı, diğer taraftan bu teorik çalışmanın parti önderliğince yetersiz denetimi – işte bu, pratikte, “arşiv fareleri”ni yetiştirmeye yol açmaktadır.
Bizim, geçmişte, partinin bu teorik çalışmasını gerekli olduğu düzeyde her zaman titiz bir şekilde denetlemediğimiz doğrultusundaki itham, bütün partiyi olduğu gibi Merkez Komitesi ve parti önderliğini de bağlamaktadır. Bu nedenle, son zamanlarda çeşitli tedbirlerle yapıldığı gibi, bu duruma kararlı bir şekilde müdahale etmek ve teorik cephedeki mücadeleyi başlatmak, o denli zorunlu idi. Parti içinde tek tek yoldaşlar nezdinde bu çalışmanın önemine gereken anlayışı göstermeme şeklinde bir hava ortaya çıktıysa da, maalesef bu müdahale zorunluydu. Başlangıçta, bu çalışmanın ve metotlarının yeniden şekillendirilmesinde ve bazı sorunların yeniden belirlenmesinde hatalar kaçınılmaz olacaktır. Bu türden hataları bulduğumuzda, aleni bir şekilde tespit etmeli ve ortadan kaldırmalıyız.
Stalin yoldaş “Leninizmin İlkeleri”nde şöyle diyordu:
“Teori, genel biçimiyle ele alındığında, bütün ülkelerin işçi hareketlerinin tecrübesidir. Kuşkusuz ki teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça amaçsız kalır; tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta, el yordamıyla yürümesi gibi…
Şu ünlü temel ilkeyi söyleyen ve kerelerce yineleyen Lenin’den başkası değildir: ‘Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz.’”
Bunu Lenin ve Stalin söylüyorlar. İdeolojik saldırı ile devrimci pratiğin her türden karşı karşıya konulması, ki partimiz de bundan korunamadı, Leninizmin teori ve pratiğin bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırıdır. Maalesef bu önemli sorunda her zaman kolay bir görüş birliği oluşmuyordu.
Öte yandan, ideolojik karşı saldırı sorununda daha farklı görüşler de söz konusudur. Bir bölgedeki bir yoldaş yapılan bir tartışma esnasında, bu konudaki meselenin gerisinde, “Enternasyonal” ve “Propagandacı” arasındaki tiraj rekabetinin yattığını ileri sürdü. Bu sav, bir başka yoldaş tarafından ileri sürülen şu argümanla hemen hemen aynı düzeydedir: partinin bireysel teröre karşı aldığı kararın nedeni, Kızıl Yardım’ın çok sayıdaki davaların masraflarını artık karşılayamamasıdır.
DEVRİMCİ TEORİ OLMADAN DEVRİMCİ PRATİK OLMAZ
Eğer parti içerisinde, tek tük de olsa şurada veya burada bu tür görüşler ortaya çıkıyorsa, o zaman ideolojik karşı saldırı çok daha fazla geliştirilmelidir. Parti içerisinde böyle ciddi bir eğitim çalışması olmadan, partinin tüm alanlardaki pratik faaliyetinin düzeltilemeyeceği ve görevlerinin gerektirdiği düzeye çıkartılamayacağı bütün kesinliğiyle açıklığa kavuşturulmalıdır.
Lenin, “Devlet ve İhtilal” adlı eserinde şunları belirtiyor:
“Marksizm, işçi partisini eğiterek; iktidarı almaya ve bütün halkı sosyalizme götürmeye, yeni bir rejimi yönetip örgütlemeye, burjuvazi olmaksızın ve burjuvaziye karşı kendi toplumsal yaşamlarının düzenlenmesi için, bütün emekçi ve sömürülenlerin eğiticisi, yol göstericisi ve önderi olmaya yetenekli proletarya öncülerini eğitmiş olur.”
Burada çok açık bir şekilde, partinin Marksizm-Leninizmin ruhuyla gerçekleştirilen iç eğitiminin nasıl aynı zamanda sınıfın eğitimi anlamına geldiği ve partinin ancak bu yoldan tüm emekçilerin sosyalizm için mücadelede öğretmeni, yöneticisi ve önderi olma yeteneğini kazandığı gösterilmektedir.
Bu nedenle, Marksizm-Leninizmi sadece sözde değil, aksine eylemde kabul eden her yoldaş, ideolojik karşı saldırımızı devrimci çalışmamızın ayrılmaz bir parçası olarak kavramalı ve bu çalışmayı engellemek ya da küçümsemek yerine selamlamalıdır. Marksist-Leninist teorinin arılığını koruma uğruna partide yürüttüğümüz mücadele, aynı zamanda partinin sınıf çizgisinin yığınlar içerisinde yaşama geçirilmesi uğruna pratik mücadele anlamına gelmektedir.
Yoldaşlar, bugün partide başlattığımız şey; hatalarımızı ve sapmaları aşmayı önümüze koymamız ve teorik ve pratik çalışmamızı tüm alanlarda düzeltmeye çalışmamız, aslında partimizi Bolşevikleştirme sürecinin yeni bir eşiğinde bulunduğumuzun göstergesinden başka bir şey değildir.
Bu yüzden, gerek eğitici nedenlerle ve gerekse partinin çıkarları açısından, son dönemde yayınevimizde yayınlanan çeşitli teorik çalışmalara ilişkin Merkez Komitesi’nin bu plenumunda da bazı eleştirel açıklamalarda bulunmak gerekiyor.
YAZIN ÇALIŞMALARININ ELEŞTİRİSİ
İlkin, Langner yoldaşın “Politik Kitle Grevi” adlı kitabına değinmek istiyorum. Bu kitap, pek çok değerli materyalin ve yoğun emeğin yanı sıra, bazı ideolojik hatalar da içermektedir. 1926’daki İngiliz genel grevinin unutulması gibi, “küçük kusurlar”ı burada açıklamamız gerekmemektedir. Ne var ki, çok ciddi iki tarihsel hata kesinlikle saptanmalıdır. Birinci hata, Rosa Luxemburg’un kitle grevleri sorununa ilişkin görüşüyle ilgili. Langner yoldaş, Luxemburgizmin bu alandaki hatalarının bütünüyle yetersiz bir eleştirisini yapmakta, diğer taraftan ise Rosa Luxemburg’un hiç savunmadığı görüşleri ona atfetmektedir. Örneğin, Rosa Luxemburg’a göre politik grevler sadece işçilerin ekonomik grevlerinden doğar şeklindeki iddia, tarihsel gerçekle çelişmektedir. Rosa Luxemburg, tam da ekonomik ve politik grevlerin karşılıklı ilişkisi sorununda, Alman sosyal demokrasisi içerisinde o bilinen kitle grevleri tartışmasında özellikle 1910’a kadar oldukça ileri düzeyde devrimci bir açıklığa sahipti ve birçok başka sorundan daha fazla Lenin’in ve Bolşeviklerin net formülasyonlarına yakınlaşmaktaydı.
Bir taraftan Rosa Luxemburg’un hatalarının eleştirisinde büyük zayıflıklar gösterirken, onun devrimci değerini haksız suçlamalarla düşürmek bizim görevimiz değildir. Ancak bu, yoldaş Langner’in kitabı için de geçerlidir.
Langner, örneğin Spartakus örgütünün savaş dönemindeki rolünü açıklarken, Lenin’in Rosa Luxemburg’un Junius broşürüne getirdiği eleştirileri aktardığı ölçüde hata yapmıyor. Fakat kendisi sonuçlar çıkarmaya başladığında; Liebknecht, Rosa Luxemburg ve örgütlerinin savaş dönemindeki devrimci çalışmasının gerek olumlulukları, gerekse zayıflıklarına ilişkin soyut ve dikkatsiz bir değerlendirmede bulunuyor, gerçek olaylar hakkında bilgisinin bütünüyle yetersiz olduğu görülüyor. Partimizin tarihini ve öncesini değerlendirme, Luxemburgizmin hata ve zayıflıklarını ve olumlu yönlerini açıklama işini böyle basit yapmamak gerekir. Zira böyle yaparak, Luxemburgizmin, partimizin uzun dönemli Bolşevikleşme çabasında aşmak durumunda kaldığı ve kısmen bugün de hâlâ aşması gereken zayıflıklarının gerçek kavranışı zorlaştırılmaktadır.
Langner’in kitabının bu zayıflıklarından çok daha vahim olan, Rus devriminin tayin edici sorunları hakkındaki bilgisizliktir.
Bolşevik Partisinin Troçkizm ile olan tüm tartışması burada unutulmuş sanki. Evet; burjuva-demokratik devrimden proleter-sosyalist devrime geçiş sorunu, burjuva devriminin proleter devrime dönüşümü – bunlarla ilgili yoldaş Langner doğru bir bilgi vermiyor. Yoldaş Langner kitabında, 1915 yılı için sözde Lenin’in görüşü olarak şöyle bir iddiada bulunuyor:
“Rusya’daki mücadelenin hedefi devrimdir. Devrimin muhtevası, proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğüdür.”
Langner yoldaş, Bolşevik Partisi’nin Rusya’daki görevinin Lenin tarafından salt burjuva-demokratik devrimi olarak belirlendiği görüşünü, Lenin’in kendi sözleriyle gerekçelendirmeye çalışmaktadır. Kanıt olarak, Lenin’in savaş esnasında “Bazı Tezler” başlığı altında kaleme aldığı ve 13 Ekim 1915’te Cenevre’deki “Sosyaldemokrat”ta yayınlanan makalesinden bir alıntıyı gösteriyor. Langner bu makalenin, Rusya’daki gelecek devrimin muhtevasını proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü olarak niteleyen 5. tezini aktarıyor. Böylelikle, Lenin’in gelecekteki Rus devrimiyle ilgili tüm görüşünü ifade ettiğine dair bir görüntü yaratıyor.
Troçki, “1905” adlı kitabının önsözünde, Lenin’in 1917 Şubat Devrimi’nin ardından “yeniden silahlandığı” şeklinde karalayıcı bir iddia öne sürdü. Bununla kastedilen nedir? Troçkistler, Bolşevikler’in sadece işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü hedefleyen burjuva-demokratik devrimini öngördüklerini ve ancak Çarlığın yıkılmasından sonra, yani 1917 Şubat Devrimi’nin ardından “yeniden silahlanmak” zorunda kaldıklarını; başka bir deyişle: Troçki’nin proleter-sosyalist devrim programını devraldıklarını iddia etmektedirler. Gelgelelim, eğer Langner, Lenin’in 1915 sonbaharındaki görüşünü yansıtış biçimiyle haklı olsaydı, o zaman Troçki ne iftiracı, ne de tarih çarpıtıcı olurdu.
Anlaşılan o ki, Langner yoldaş, “proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” sloganının, burjuva-demokratik devrimdeki Bolşevik slogan olduğunu bilmemektedir. O, Bolşeviklerin proleter-sosyalist devrim için “yoksul köylülüğün desteğinin güvence altına alınmasıyla birlikte proletaryanın diktatörlüğü” sloganını ileri sürdüklerini göründüğü üzere bilmemektedir.
Peki, Langner kendi görüşünü Lenin’den yaptığı bir alıntıyla nasıl gerekçelendirebiliyor? Bunun açıklaması oldukça basit. Çünkü burada Langner yoldaşın düşüncesiz bir tarzda Lenin’in söz konusu makalesinden bir tezi -beşinci tezi- bütününden kopardığını görüyoruz. Aynı zamanda ise, altıncı tezi, yani Lenin’in gündemdeki Rus devriminin karakterine ilişkin bütünüklü düşüncesini içeren tezi sessizce geçiştiriyor. Bu tarz işte Langner yoldaşın Lenin’in görüşlerini böylesine yanıltıcı bir şekilde yansıtmasını mümkün kılıyor. Nitekim, altıncı tezde ne denilmekte? Şunlar orada söylenmektedir:
“6. Rusya’daki burjuva-demokratik devrimi, Avrupa’da sosyalist devrimi tutuşturabilmek amacıyla (altını çizen Lenin’dir) sonuna kadar götürmek, Rus proletaryasının görevidir.”
Bu satırlar karşısında hiçbir kimse Lenin’in; burjuva-demokratik devrimin proleter-sosyalist devrime kaçınılmaz dönüşümünü bütün açıklığıyla görmediğini ve bunu Bolşevik Partisi’nin taktiği için esas almadığını iddia edemez.
Lenin’in, Cenevre “Sosyaldemokrat”ında 20. Kasım 1915’de, yani dört hafta sonra yayınlanan ve doğrudan Troçki ile polemik yapan bir başka makalesinde, her türlü muğlaklıktan uzak bir açıklıkla yine şunlar belirtilmektedir:
“Ve proletarya, burjuva Rusya’sının Çarlıktan ve toprak sahiplerinin toprak üzerindeki egemenliğinden bu kurtuluşunu, zengin köylülerin tarım işçilerine karşı mücadelelerini desteklemek için değil, tersine – Avrupa’nın proleterleri ile birlik içinde sosyalist devrimi gerçekleştirmek için hızla kullanacaktır.”
Ama Lenin, Rusya’daki burjuva-demokratik devrimin proleter-sosyalist devrime dönüşmesiyle ilgili bu görüşü ilkin 1915’te savunmadı, aksine, aynı şekilde, 1905’ten 1907’e kadar süren Rus devriminin tüm dönemi boyunca da savundu. Hatta, bu soruna ilişkin görüşünü, ta 1894’te kaleme aldığı “Halkın Dostları Kimlerdir?” adlı eserinde tüm açıkığıyla formüle etmişti. Henüz Almanca toplu eserlerde yayınlanmayan bu yazıda şunlar söylenmektedir:
(İşçi sınıfının) “ileri temsilcileri, bilimsel sosyalizm fikirlerini, Rus işçisinin tarihsel rolü fikrini iyice kavradıkları zaman, Rus işçisi, tüm demokratik ögelerin başını çekerek otokrasiyi devirecek ve Rusya proletaryasını (bütün ülkelerin proletaryasıyla yan yana) açık siyasal savaşımın düz yolundan komünist devrimin zaferine götürecektir… İşçi, genel demokratik taleplerin gerçekleşmesine, yalnızca çalışan halkın baş düşmanına karşı, niteliği gereği salt demokratik olan bir kuruma karşı -sermayeye karşı- zafere giden yolu açmak için gereksinim duymaktadır… İşçiler bilmek zorundadırlar ki, gericiliğin bu dayanakları yıkılmadıkça burjuvaziye karşı başarılı bir mücadele vermeleri kesinlikle olanaksız olacaktır…”
Kuşkusuz, Lenin’in burjuva devriminin proleter devrime dönüşmesinin zorluklarına ilişkin somut değerlendirmesi duruma göre değişiyordu. Bu zorluklar 1905’te, sözgelimi 1917’den daha büyüktü. Fakat temel çizgi her zaman aynıydı.
O halde Langner’in açıklamalarından geriye ne kalmaktadır?
Lenin’in görüşünü fark etmeden çarpıtarak yansıttığı tespitinden başka hiçbir şey.
Burada bir kez daha teorik çalışma alanında büyük bir dikkatsizlik ve Leninist teorinin tayin edici sorunlarında büyük bir karışıklık örneğini tespit etmekteyiz. Langner yoldaş sekretaryaya yaptığı bir açıklamayla hatalarını kabul etmiş bulunuyor. Langner yoldaşın bu tutumunu sadece selamlayabiliriz.
Başka bir kitaba değinmek istiyorum, David yoldaşın “Reformizmin İflası” adlı kitabına. Burada kitabın olumlu yönleri üzerinde durmak istemiyorum, ki kitapta; reformistlerin görüş ve teorilerini çürütmek bakımından pek çok çarpıcı görüşler, olgular, rakamlar ve alıntılar sunulmakta; vülger-ekonomik teorilerle yararlı bir tartışmaya girilmekte ve Almanya’nın kapitalist gelişmesi örneği üzerinden Marx’ın yoksullaşma teorisi ciddi bir şekilde ortaya koyulmaktadır. Ancak kitap, bunların yanı sıra, David yoldaşın Luxemburgcu kabuğu kesinlikle kıramadığını gösteren bir dizi kaba hatalar içermektedir.
Ben burada sadece temel noktaları belirtmek istiyorum.
David’in kitabının büyük eksikliklerinden birisi -ki bu eksiklik tesadüfü bir karakter taşımamakta-, Rosa Luxemburg’un birikim ve çöküş teorilerine ilişkin her türlü tartışmadan uzak durmasıdır.
David’in kitabının, kapitalizmin genel krizi dönemindeki grevlerin koşullarını ele alan ikinci kısımdaki hata ve sapmalar, çok daha tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır. Bu kısmın dördüncü bölümünde, kapitalizmin genel krizi koşullarında her grev mücadelesinin, kapitalist sistemin temeline karşı bir saldırı eylemi olduğu teorisi kısmen ileri sürülmektedir. David, bir yerde kendisini düzeltmesi anlamında bazı sınırlamalar yapsa da, savaş öncesi tüm grevlerin savunma mücadeleleri olduğu, savaş sonrası dönemdeki her grevin ise stratejik açıdan bir saldırı mücadelesini oluşturduğu görüşünden hareket etmektedir.
Yoldaşlar, bu “teori”ye ne demek gerekir? Öncelikle tespit etmek gerekir ki, David’in savaş öncesi grevlere ilişkin yanlış bir yaklaşımı bulunmaktadır.
Rosa Luxemburg’un, eski sosyal demokrasinin kitle grevi tartışmasında, politik kitle grevleri sorununda özellikle 1910’dan itibaren yaptığı hataları, David eleştirmeyi gerekli görmemektedir. Bilindiği gibi, Rosa Luxemburg’un politik kitle grevleri sorunundaki görüşü, yer yer Kautsky’nin merkezci görüşlerine yaklaşmaktaydı. Oysa gerçekte ise, savaş öncesinde de saldırı karakterli grevler gerçekleşmişti. Dolayısıyla David’in bu sorundaki hatasının kaynağı, Luxemburgizmin ve kitle grevi tartışmalarındaki merkezci görüşlerin yetersiz eleştirisinde yatmaktadır. Sonuncuları örneğin, kitabında hiç belirtilmemektedir.
David’in mevcut döneme ilişkin teorisi hakkında ne demeli? II. Dünya Kongresi’nin tezleri doğrultusunda grevlerin “nesnel devrimci rolü”nü somutlaştırmak; Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK)’nin 10. ve 11. Plenumları’nın ekonomik ve politik mücadelenin birleştirilmesinin zorunluluğunu vurgulayan tartışmasız doğru kararlarından hareket etmek ve ekonomik ve politik mücadelenin “iç içe geçmesini” Leninist anlamda açıklığa kavuşturmak yerine, David yoldaş, kendisinin “saldırı teorisini” icat etmektedir. David’e göre -en azından kitabındaki bazı formülasyonlara göre-, her grev, bir kere baştan bir saldırı mücadelesidir. Böylelikle, komünistlerin ve Devrimci Sendika Muhalefeti (DSM)’nin görevi, devrimci strateji ve taktiğin bu karmaşık ve ağır görevi, bir hamlede ortadan kaldırılmaktadır. Eğer gerçekten tüm grevler, baştan kapitalist sistemin varlığına karşı saldırı mücadeleleri ise, o zaman yoldaşlar işimiz oldukça kolay demektir. Savunmadan saldırıya geçme üzerine başımızı ağırtmanın ne gereği var ki daha? Ekonomik mücadelelerin politikleştirilmeleri üzerine kafa yormanın daha ne anlamı var? Lenin, Komintern, Kızıl Sendika Enternasyonali (KSE) ve bizler bütünüyle gereksiz yere başımızı ağırtmışız. Zira, David yoldaş geliyor ve her grevin zaten bir saldırı grevi olduğunu kanıtlıyor.
Yoldaşlar, denilebilir ki bu, savaş öncesi Kautskyci bezdirme stratejisinin bir tür yenilenmesidir neredeyse. Bu, pratikte, devrimci proletaryanın sınıf mücadelesinde çözmesi ve aşması gereken devasa görevlerin ve zorlukların bütünüyle azaltılması ve küçümsenmesidir. Başka bir deyişle: Böylesi bir sol oportünist teorinin pratik sonucu, sözümona “sol” ve “radikal” bir görüş altında pasifizmin öğütlenmesidir.
Kuşkusuz, yoldaş David’in amacı bu değildir. Ama bu noktada kitabının bir ana zaafı yatmaktadır. Nitekim kitap bir yönüyle, devrimci sınıf mücadelesinin pratiğinin gereklerinden her zaman gerekli düzeyde hareket etmeyen akademik bir kitaptır. David bizzat bu nedenle, teorik açıklamalarında böylesi ağır hatalara düşebilmekte ve Lenin’in sert bir biçimde mücadele ettiği ekonomizmin bilinen basma kalıp görüşlerine kayabilmektedir.
STALİN YOLDAŞIN “PROLETER DEVRİM” DERGİSİNE GÖNDERDİĞİ MEKTUBUN YOL GÖSTERİCİ ÖZELLİĞİ
Teorik edebiyatımızda bu denli ağır hata ve sapmalarla karşılaşılmasından çıkan sonuç nedir? Teorik cephede çok daha büyük bir uyanıklığı kararlı bir şekilde geliştirme zorunluluğu. İhtiyaç duyduğumuz şey; sosyal demokrasinin tüm etkilerine karşı o Bolşevik uzlaşmazlık ve tahammülsüzlük ve partimizin sosyal demokratik veya Luxemburgcu geçmişinin hâlâ saflarımızda varlığını sürdüren bütün kalıntılarının aşılması.
Bu nedenledir ki, Stalin yoldaşın “Proleter Devrim” dergisine gönderdiği mektup, Alman partisi için olağanüstü düzeyde belirleyici ve yol gösterici bir politik direktiftir. Bu mektup bize dönük bir çağrıdır; bütün yabancı etkilere karşı, tüm anti-Leninist akımlara karşı ve bu akımlarla her türlü uzlaşmacılığa karşı teorik ve pratik çalışmamızın tüm alanlarında en sert mücadeleyi geliştirme çağrısıdır.
LUXEMBURGİZMİN KALINTILARINA KARŞI EN KESKİN MÜCADELE
Bu bağlamda sadece iki sorunu kısaca ele almak istiyorum: Birinci sorun, Luxemburgizmdir. Buna ilişkin ne söylenmelidir? Bir kere, savaş öncesi sosyal demokrasisinde radikal sol kanadı oluşturan Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Franz Mehring ve diğer yoldaşların değerini küçültmeyi düşünmüyoruz. Bu gerçek devrimci savaşçı ve önderleri ve onların değerli devrimci geleneklerini inkar etmeyi, dahası onları sosyal faşist, SAP’li veya Brandlerci leş kargalarına terk etmeyi asla aklımızdan geçirmiyoruz. Rosa Luxemburg ve diğerleri bize, Komünist Enternasyonal’e ve kuruluşunda yer aldıkları KPD’ye aitler. Fakat bu gerçek, partimizin, Rosa Luxemburg ve diğer radikal solcuların hataları hakkında bilgilendirilmesi gerekliliğini zayıflatmak anlamına mı gelmelidir? Tersine; partinin Bolşevikleştirilmesi bakımından Luxemburgizmin söz konusu eleştirisi kaçınılmaz bir şeydir.
Savaş öncesi sosyal demokrasisinde ortaya çıkan radikal solcuların yolu, savaş döneminde kısmen de olsa komünizme yöneldi. Fakat bu, bu grupların, ideolojilerini, yarı-menşevik hatalardan kurtardıkları ve Bolşevizme, Lenin’in ve Bolşevik Parti’nin politikasına yaklaştırdıkları oranında gerçekleşti.
Ne var ki, bugün; yani Komintern’in var olduğu ve Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmin kurulduğu koşullarda, Luxemburgizmin her kalıntısı ve onu yenilemeye dönük her çaba asla Marksizm-Leninizme varmayacak, aksine; Brandlerciler örneğinde de gayet iyi görebildiğimiz gibi, her defasında sosyal faşizme, burjuvazinin ideolojisine geçişi ifade edecektir.
Dolayısıyla, şunu çok açık bir biçimde ifade etmeliyiz: Rosa Luxemburg, Lenin’den ayrı düştüğü bütün sorunlarda, yanlış şeyleri savunmuştur. Bu olgu, Alman radikal solcular grubunun, savaş öncesi ve savaş döneminde, açıklık ve devrimci sağlamlık bakımından Bolşeviklerin gerisine düşmesine yol açmıştır.
Bu gerçeği dikkate aldığımızda, Almanya’da, devrimci Marksizm ile küçük burjuva oportünizmi arasında veya onların işçi hareketi saflarındaki merkezci koltuk değnekçileri arasındaki bölünmenin neden geç yaşandığını anlayabiliriz. Rosa Luxemburg’un; birikim teorisinde, köylü sorununda, ulusal sorunda, devrimin sorunları konusunda, proletarya diktatörlüğü sorununda, örgüt konusunda, partinin rolü ya da yığınların kendiliğindenliği konusunda yaptığı hataları anımsayalım; bütün bunlar, bir hatalar sistemini meydana getirir. Bu hatalar, Rosa Luxemburg’un, bir Lenin’in sahip olduğu netlik ve açıklığa yükselememesini de açıklar. Eğer bugün bir Slutzki, Bolşevizmin, savaş öncesi II. Enternasyonal döneminde oynadığı uluslararası rolü örtbas etmek için, Lenin’in savaş öncesi Merkezciliğe karşı mücadelesinin inkarına yöneliyorsa, o zaman, özellikle biz Alman komünistlerinin, böylesi bir düşünceye şiddetli bir şekilde karşı çıkma sorumluluğu olmalıdır. Hiç şüphesiz Bolşevik Parti’nin bütün pratiği bu karşı-devrimci suçlamayı yalanlamaktadır. Bu bakımdan, aslında bizim Lenin’i savunmamıza bile gerek yoktur.
LENİN’İN AUGUST BEBEL’E YAZDIĞI BİR MEKTUBUN TASLAĞI
Bu bağlamda burada, bizim için oldukça ilginç olan ve Lenin’in, savaş öncesi sosyal demokrasisinin içindeki Alman radikal solu karşısında aldığı eleştirel tutumu ortaya koyan ve bu bakımdan parti tarihimiz açısından da dikkat çekici olan tarihsel bir belgeye değinmek istiyorum. 1905 yılında Bebel, Rus sosyal demokrasisinin ikiye bölünen kanatları -Bolşevikler ile Menşevikler- arasında süren kavgada tarafsız arabuluculuk yapma teklifinde bulundu. Menşevik parti konseyi Bebel’in önerisini kabul etti ve Kautsky ve Klara Zetkin’i kendi temsilcileri olarak tayin ettiler. Bolşevikler ise, yapılan öneriyi reddettiler. Lenin, August Bebel’e bir mektup yazdı. Lenin, kaleme aldığı mektubunun bir bölümünü çıkardı ve mektubunu, bu bölümü dahil etmeksizin, gönderdi. Ancak, mektup taslak olarak muhafaza edildiği için, mektubun üstü çizilen kısmı okunabiliyor. Taslağın bu kısmında, Lenin’in Alman solu hakkındaki görüşleri ile ilgili ilginç detayları görebiliyoruz. Bu kısımdan bazı cümleleri size okumak istiyorum:
“Bir kaç ay öncesinde, belki henüz daha çok geç değilken, III. Parti Kongresi’nin iki fraksiyonu birleştirmesi ve bir parti olarak yeniden şekillendirmesine dair küçük bir umut varken – Alman sosyal demokrasisi, o günlerde bu yolu tıkamak için elinden geleni yaptı. Kautsky, ‘Iskra’da biçim olarak örgütün değerini zayıflatmaya çalıştı. Alman sosyal demokrasisinin haftalık yayın organı ise, örgütün yalnızca bir süreç, sadece bir eğilim olduğunu savunan derin ve ‘diyalektik’ gerekçelerle, örgütsüzlüğü ve sadakatsizliği kutsadı (‘Neue Zeit’da Rosa Luxemburg). Bunlar, partimizde büyük bir öfkeye neden oldu. Çoğunluk’un etkin bir üyesi olan Rjadowoi yoldaş, Kautsky’nin benim verdiğim yanıtı kesin yayınlayacağını iddia ediyordu; ben ise, aksisinin olacağını söyleyerek onunla iddiaya girdim. Kaleme aldığım ‘savunma’ kısa ve özdü ve nesnel olgulara dayanmayan gerçekdışı iddiaları düzeltmek ve partimiz hakkında yapılan alayların karşısına olgusal açıklamaları koymakla yetinmekteydi. Kautsky, enfes bir motivasyonla makalemi geri çevirdi; efendim, ‘Neue Zeit’ bize dönük saldırıları, bize karşı olduğu için değil, bundan bağımsız olarak yayınlamış! Gülünç bir şeydi. ‘Neue Zeit’ (ve yalnızca o değil) Alman sosyal demokratlarına sözümona sadece ve sadece Azınlık’ın görüşlerini tanıtmak istiyordu. Bütün bu olup biten üzerine saflarımızdaki öfke oldukça büyüktü.”
Yoldaşlar, sanırım bu belge, Slutzki ve hempalarının, Lenin’in Merkezciliğe karşı mücadelesini ilkin savaş döneminde başlattığına dair iddialarının ne denli asılsız olduğunu ortaya koymaktadır.
(…)
V. AJİTASYON VE PROPAGANDA ALANINDA KARARLI BİR DÖNÜŞÜM
Yoldaşlar, konuşmamın sonunda, bir kaç kelime de ajitasyon ve propagandamızın yöntemleri üzerine sarf etmek istiyorum.
Hiç şüphesiz bu alanda da ileriye doğru kararlı adımlar atmak zorundayız. Propagandanın sorunlarıyla başlamak gerekirse. Partimizin genel ideolojik-politik düzeyindeki büyük eksiklikler ve teorik sorunların yanlış ele alınışı üzerine konuştum zaten. Bu alanda gerçekleştirmemiz gereken kararlı bir dönüşüm, eğitim çalışması da dahil olmak üzere, propaganda çalışmasının bütününü de kapsamalıdır özellikle.
Propaganda çalışmamız, içerdiği siyasi hataları bir tarafa bırakırsak, partinin devrimci yaşantısı ve görevlerinden kopmuş ve soyutlanmış bulunuyordu. Eğitim çalışması, ağırlıklı olarak semt örgütlerine kaydırılmıştı, yanı sıra sınıf mücadelesinin yakıcı sorunlarını dikkate almıyordu ve milyonları kapsayan gerçek bir kitle propagandasını geliştirme yeteneğinden yoksundu.
Dahası; propaganda çalışmasını partinin bütün diğer çalışma alanları karşısında “otonom” kılma eğilimleri bile vardı. Propaganda çalışmamız; çalışmanın ekseni olarak, parti ve Komintern’in kararları doğrultusunda Leninist teorinin, parti ve yığınları kucaklamasını görmek yerine; kendi başına ortaya attığı formülasyonlarla, haddini aşıp ve bazen de bir yerde doğrudan parti yönetimiyle rekabet ederek, çizgimizi düzeltmeye yeltendi. Bu alanda pek büyük işler başaran Emel’i hatırlatmak isterim. Eğitim çalışmamız, belirli bir yere kadar akademikti ve diyalektik metodun gerçekten de pratik bir uygulanmasından yeterli ölçülerde hareket etmiyordu.
Propaganda çalışmasının; diyalektik olmayan metot ve küçük burjuva kibirlikte ifadesini bulan bu zayıflıkları; yalnızca işçi propagandistlerin eğitiminin, devrimci gelişmenin gerekli kıldığı boyutların gerisinde kalmasına yol açmadı, aynı zamanda partinin; aydınların, üniversite öğrencilerinin, öğretmenlerin, hekimlerin, yazarların, mühendis ve teknisyenlerin radikalleşen kesimlerini etkileme gücünün de değerlendirilememesine yol açtı.
PROPAGANDA ÇALIŞMAMIZIN DÖNÜŞÜMÜ ALTINDA NE ANLAŞILMALIDIR?
Belirleyici dönüşümün unsurları nelerdir?
1. Propaganda çalışmamız, partinin bütün devrimci çalışması ve politikasının gerçek bir parçası olmalıdır. Bu çalışma; parti kararlarının partiye mal edilmesine, ele alınıp değerlendirilmesine ve partinin kendisinin, alınan kararları kavrayışta açıklığa kavuşmasına hizmet etmelidir. Partinin kampanyalarını propagandif yönden teorik ve ideolojik olarak temellendirmelidir.
2. Propaganda çalışmamız kitlesel bir karakter kazanmalıdır. Başka bir deyişle; bu çalışmanın odak noktasında, esas olarak fabrika ve işyeri hücrelerinde yoğunlaşması gereken partinin politik günlük eğitimi durmalıdır. Propaganda çalışması, genişlemesine büyümelidir; bunun için de, önüne, on binlerce işçi propagandistini eğitme hedefini koymalıdır. Böylelikle, bu işçi propagandistlerinin; işyeri hücrelerinin siyasi yöneticileri olarak, kızıl işyeri temsilcileri olarak, reformist ya da diğer kitle örgütlerindeki muhalefetin önderleri olarak veya bizimle ortak hareket eden kitle örgütlerinin önderleri olarak çalışmaları sağlanabilir.
3. Propaganda çalışmamız derinlemesine gelişmelidir. Bunun için, partinin devrimci pratiği ile yakın bağ kurarak ve parti yönetimine tam bağlanarak, parti ve proletaryanın saflarında Marksizm-Leninizmin propagandasının gerçek bir taşıyıcısı haline gelmelidir. Propaganda çalışması; Stalin yoldaşın mektubu ve ideolojik atılımımız doğrultusunda, teorik bakımdan sağlam ve güvenilir olma özellikleriyle, partiyi aşağıdan yukarıya kadar tüm anti-Leninist düşman etkilere karşı korumayı hedeflemelidir.
4. Propaganda çalışmamız, mevcut durumun ihtiyaçlarından hareket etmelidir. Bunun anlamı, krizden devrimci bir çıkış yolu uğruna (süren) günlük mücadelenin derin bir incelenişi ve kavrayışına açık ve hazır olmaktır. Yani propaganda çalışmamız, parti ve proletaryayı; burjuvazinin, sosyal demokrasinin ve Hitler faşizminin iflas etmiş ideolojisiyle hesaplaşabileceği ve SPD’nin aldatma manevralarını yerle bir edeceği bir konuma getirmelidir. Partinin kadrolarına; sınıf düşmanının tüm manevralarını parçalamak ve muzaffer saldırıyı gerçekleştirmek, burjuvaziye, sosyal demokrasiye ve Nazilere karşı ilkeli keskin mücadeleyi vermek için gerekli ideolojik sağlamlığı vermelidir.
Propaganda çalışması için söylemek istediklerim şimdilik bu kadar.
Peki, ajitasyon alanındaki durumumuz nedir? Kuşkusuz, bu alanda, çeşitli kampanyalarımız boyunca bazı ilerlemeler kaydettik.
Son zamanlardaki en iyi seçim kampanyamız, örneğin 14 Eylül 1930’daki genel seçimler dolayısıyla yürüttüğümüz kampanya idi. Ancak bugün tespit etmek zorundayız ki, ajitasyonumuzda kullandığımız metotlara yeniden büyük bir şematizm sirayet etmiştir. Ajitasyon ve propagandanın diyalektik bir biçimde birbirini tamamlaması yerine; eski propaganda bölümümüzün otonomcu eğilimleri sonucunda, birbirine bağlı olan bu çalışma alanlarında, en aşağıdaki parti birimlerinde bile görülen bir parçalanmışlık uç verip egemen hale gelmiştir. Bugün ajitasyon çalışmamızın esas olarak yoğunlaştığı yer, işyerleri değil, aksine semt örgütleridir. Bu, örneğin, kendisini, işyerlerinde yeterli ajitasyonun yapılmadığı Hamburg seçim çalışmalarında da çok açık bir biçimde göstermişti. Yapılan ajitasyon, çoğunlukla tumturaklı ve somut olmayan bir nitelik taşımakta ve grev ve diğer kitle eylemlerinden yola çıkmamaktadır. Ajitasyon pratiğimizde çoğunlukla sınırlı direniş çizgisi kendisini belli etmektedir. Ajitasyon-propaganda çalışmasında yeni yöntemler geliştirmede belirli bir durgunluk yaşanmakta, ayrıca hasımdan da öğrenmeye açık olma bakımından da bir tutum zayıflığı görülmektedir.
Belirtilenlerden ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz?
Birincisi: Bütün ajitasyonumuz; proletaryanın çoğunluğunu proleter iktidar mücadelesi için kazanma olarak ifade edebileceğimiz stratejik temel görevimizin hizmetine sokulmalıdır.
Bu stratejik temel görev; burjuvazinin saldırılarına karşı proleter direnişin tüm biçimlerini geliştiren ve kitleleri, krizden kurtulmak amacıyla gündeme getirilen bütün emperyalist çıkış yollarına karşı mücadele için eğiten ve seferber eden, ve bu mücadeleyi de, proleter çözüm yolu uğruna devrimci mücadeleye bağlamak amacıyla yürüten bir politika temelinde ancak çözülebileceği için, ajitasyonumuz da bu bakış açısı ve hareket noktalarını dikkate alıp benimsemek durumundadır. Başka bir deyişle: ajitasyonumuz merkezi bir eksen etrafında toplanmalıdır. Açıktır ki, bütün bu belirtilenler, şimdiki devlet başkanı seçimleri ve Prusya seçimleri için geçerli olduğu gibi, önümüzdeki Uluslararası Kadınlar Günü, 1 Mayıs, Uluslararası Gençlik Günü vb. için de geçerlidir.
BU MERKEZİ EKSEN NE OLMALIDIR?
Bu soru, izlediğimiz politika tarafından yanıtlanmaktadır. Doğu’da sıcak bir savaş tehlikesi bulunmaktadır. Bu nedenle, politikamızın merkezi ekseni şu olmak zorundadır: Sovyetler Birliği ve Sovyet Çini’nin savunulması için mücadele; kendi ülkemizde devrimci bir çözüm için, sosyalizm için mücadele ederek emperyalist savaş caniliklerine karşı mücadele. İflas eden kapitalizm ile yükselen ve üstün sosyalizmin birbirleriyle kıyaslanması bu merkezi çizgi ile çok yakından bağlıdır.
Peki, bu durumda, bütün ajitasyon ve propagandamızın ortak noktası olacak mücadele şiarı nedir?
Yoldaşlar, sanırım bu şiar ancak şu olabilir: Burjuvazinin diktatörlüğüne karşı, proletaryanın diktatörlüğü!
İkincisi: Ajitasyonumuz, günlük basın yoluyla yapılan kitlesel ajitasyonun giderek azalan olanaklarını, olabilir en geniş ve kapsamlı diğer kitle ajitasyon araçlarıyla tamamlamaya büyük bir önem vermeli ve bunda ısrar etmelidir. İşyeri basınımızın olabilir en geniş ölçülerde genişletilmesi; yayınevimizin ürünlerinin dağıtımının alabildiğince büyütülmesi, bunların arasında özellikle de broşür türü yayınların artırılması (yılda asgari olarak 10 milyon adet kitle broşürünün dağıtılması hedeflenmeli) ve günlük gazetenin dışındaki diğer gazetelerin de daha güçlü yaygınlaştırılması – bütün bunlar ajitasyon görevlerimizin bu alanına girmektedirler.
AJİTASYONUMUZUN AĞIRLIK NOKTASI İŞYERLERİNDE OLMALIDIR
Üçüncüsü: Propagandamız olduğu gibi ajitasyonumuz da, burjuvazi ve sosyal demokrasinin aldatma manevralarını parçalama görevine hizmet etmelidir. Özellikle de, SPD’nin ana manevrasını oluşturan “ehven-i şer” yalanını açığa çıkarmalı ve esasında, bunun, işçi sınıfı açısından en büyük şer olduğunu ortaya koymalıdır. Her komüniste ve her devrimci işçiye, sınıf düşmanını yere serebileceği argümanları sunmalıdır.
Dördüncüsü: Ajitasyonumuz somut ve pratik olmalıdır. Hasımlarımızın, özellikle de SPD ve Nazilerin maskelerini düşürürken, biraz önce anlatmaya çalıştığım bir biçimde bazı ana olguları tespit edip öne çıkarmak ve bunlara dayanarak, bu partilere karşı muzaffer bir saldırı geliştirmeyi öğrenmek zorundayız.
Ajitasyon ve propagandanın bütün bu görevleri, ancak basınımızın -burada kastettiğim günlük basınımız- tamamen başka bir yüze kavuşmasıyla çözülebilir.
Gazetelerimiz, proletaryanın hakiki kitle organları haline gelmelidirler. İşçi sınıfının yaşantısını, işsizlerin yaşantısını, ücretli memurların yaşantısını, kadın işçilerinin ve işçi gençliğin yaşantısını yansıtmalıdırlar. Ne pahasına olursa olsun, gazetelerimizde bir dönüşümü gerçekleştireceğiz; bunun için, bazı yerlerde eğitimli ve politik bakımdan gelişmiş yoldaşların yerine, işyerlerinden ya da işçi muhabirlerinin arasından genç unsurları koymak zorunda kalsak dahi. Eğitimli redaktörler kısmen görevlerini yerine getirmezlerse, onların yerine, belirli bir eğitimi almadığından şu veya bu politik hatayı yapabilecek, ama üstlendikleri sorumlulukla büyüyüp gelişecek olan işçi muhabirlerini getirmede bir an için duraksamayacağız.
Eğer başka türlü olmayacaksa, bu yolla, gazetelerimizin proleter yaşamın hakiki bir yansıtıcısı olmasını zorlayacağız. Bizim gazetelerimizde, işçiler (kadın ve erkek) kendi yaşamlarını, kendi dert ve sorunlarını, kendi taleplerini sade ve somut bir şekilde bulabilmelidirler; onlara, bu sade ve somut sorunlar temelinde, kendileri ve sınıf kardeşleri için mevcut sınıfsal koşullarından kurtulmalarının neden yalnızca bir tek yolunun – komünistlerin yolunun!- olduğunu açıklamak ve göstermek gerekir.
İşte yoldaşlar, gerçek bir Bolşevik ajitasyon ve basının sırrı budur.
İkinci bir sorun ise: Bizim günlük basınımız da, özellikle de “Rote Fahne” [Kızıl Bayrak] yalnızca ajitasyonun değil, aynı zamanda ve özellikle de kitlelerin propagandif eğitiminin bir organı haline gelmelidir. Bugün “Rote Fahne”, parti ve proletaryanın yeterince yetkin bir öğretmeni, Leninizmin yeterince güçlü bir meşalesi durumunda değildir. Bu böyle olduğundan, ikinci talebi ileri sürmek istiyorum: Gazetelerimiz, özellikle de “Rote Fahne”, ideolojik bakımdan bambaşka bir seviyeye getirilmelidirler.
Bu iki görev, yani daha popüler olmak ve öte yandan teorik bakımdan daha çok şey vermek, bu iki görev birbirleriyle çelişmiyor, aksine birbirini tamamlıyor. Birinci görevin yerine getirilmesiyle, kitleleri gazetemize yakınlaştırabilir ve bağlayabiliriz. İkinci görevin yerine getirilmesiyle, kitlelerin (bilincini) daha yüksek bir düzeye çıkartabiliriz – ki, bu bakımdan, gazetelerimizde de, okurlarımızdan daha fazla şey talep edebiliriz ve etmeliyiz de. Biri olmadan diğeri olamaz. İkisi birlikte ancak, parti basınımızın Bolşevikleşmesini ve halkçı içeriğinin düzelmesini sağlayabilir.