AKP’nin hükümet olmasından beri; büyük patronların, yerli ve yabancı sermaye odaklarının; “2. Tezkere”nin Meclis tarafından reddi bir yana bırakılırsa, hemen hiçbir engele rastlamadan amaçlarını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, Sakıp Sabancı’nın “3 Kasım Seçimi”ni patronlar için “demokrasi bayramı” ilan etmesinin bir rastlantı olmadığı görülür.
AKP’nin hükümet olmasından itibaren, patronlar ne istiyorsa “bir fazlasını” yapmak, Gül ve Erdoğan hükümetlerinin başlıca ilkesi olmuştur. IMF ile yapılan anlaşmalara gösterilen sadakatten “uyum paketleri”ne, Amerika ile ilişkilerden İş Yasası’nın değiştirilmesine kadar pek çok yasa çıkarılmış, ücretler, maaşlar ve sosyal haklar “piyasanın” ihtiyaçlarıyla uyumlu olarak sınırlanmış; bu amaçların gerçekleştirilmesi için hükümet, Meclis, bürokrasi; gece gündüz, soğuk sıcak, bayram tatil demeden çalıştırılmıştır.
Şimdi ise, kalan eksikleri tamamlamak (Irak’a asker gönderilmesi için tezkere çıkarma ve Orman Yasası’nın çıkarılması) üzere Meclis, 15 Eylül’de “olağanüstü” toplantıya çağrılmıştır.
Sonbahar ayları, Eylül 2003’ten başlayarak, sermaye ve hükümet bakımından olduğu kadar emekçiler bakımından da önemli aylar olacaktır. Çünkü sermaye, yıl boyunca kazandığı mevzileri sağlamlaştırırken, “Kamu Yönetimi Temel Yasası”ndan TCK’ya, “piyasa”nın ve büyük patronların ihtiyacı olan düzenlemeleri yapmaya, kararları almaya hazırlanmaktadır. Ve AKP, yerel seçimleri tüm marifetlerini aklatmanın, mevzisini daha da güçlendirmenin bir aracı olarak değerlendirmeyi planlamaktadır.
Emek cephesi de süreci, kendi açısından; bir yandan zaaflarını aşmak, öte yandan da kendi içindeki birliği güçlendirip sermaye güçleri karşısında tüm emekçiler için çekim merkezi olacak bir alternatif yaratmak üzere değerlendirmekle karşı karşıyadır.
Bu açıdan bakıldığında; karşılıklı güçlerin birbirine karşı durumuna kısaca göz atmak sürecin anlaşılması bakımından önem taşımaktadır:
* * *
Yazın sonu ülkemizde, “1 Eylül Dünya Barış Günü” merkezli, yurt sathına yayılmış eylemlere sahne oldu.
1 Eylül merkezli “barış eylemleri” Finlandiya ve Lüksemburg’ta da yapılmış olabilir. Ama, gündemle “sıcak bağlantısı” ve içerikleri bakımından, bu ülkelerdeki 1 Eylül’ün, Türkiye’dekinden tamamen farklı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye’deki 1 Eylül, “dünyada barış olsun” dileğini bir kez daha ifade etmekten çok öte bir anlama sahip olmuştur. Bu anlamı oluşturan en önemli faktörlerden birincisi, Türk askerlerinin Irak’a gönderilerek, Amerikan-İngiliz işgal kuvvetlerine katılması için hükümet ve öteki Amerikancı güç odaklarının tam bir fikir birliğine varmış olmasıdır. Aslında süreç, bir fikir birliğinden daha öteye de geçmiştir. Nitekim hükümet, “Irak’a asker gönderme yetkisini” eline almak için Meclis’i 15 Eylül’de toplantıya çağırmıştır. Dolayısıyla da, hemen sınırımızın ötesinde işgal edilmiş bir ülke olarak Irak’ın işgaline son verilmesi, Amerika’nın bölgeden atılarak barışın sağlanması mücadelesi, AKP Hükümeti’nin işgali güçlendirme ve Irak direnişinin ezilmesi için Irak’a asker göndermesini önleme mücadelesi, en sıcak gündem maddesi olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
1 Eylül’e kendine has bir özellik kazandıran Türkiye’ye özgü öteki gelişme ise, Kürt sorunuyla da dolaysız bir biçimde bağlantılı olan “Pişmanlık Yasası” dayatmasıdır. Halkın, ilerici ve demokrat çevrelerin “Ayrımsız bir genel siyasi af” talebine karşı, AKP Hükümeti ve arkasındaki güç odakları, “Kürt sorununu, ezerek ve teslim alarak çözmeyi” amaçlayan politikalarının bir uzantısı olarak bu talebe “Pişmanlık Yasası”yla yanıt vermişlerdir. Bu, sadece Kürtleri değil, Türkiye’nin bütün ilericilerini, demokratik güçlerini ilgilendiren bir yanıttır. Ve bu yanıt, sadece Kürt devrimci demokratları değil, Türk kökenli ilericileri, devrimcileri de cezaevlerinde tutmaya devam etme politikasının bir devamı olarak tezahür etmiştir. Bu tutum, aynı zamanda, Türkiye’nin; on binlerce kişinin siyasi haklarından mahrum, binlerce kişinin siyasi nedenlerle cezaevlerinde tutulduğu bir ülke olmasını (olmaya devam etmesini) isteyenlerin tutumudur.
Son 20 yıldır, Kürtleri ezerek sorun çözme” politikasının devamı olan “Pişmanlık Yasası” dayatması, 1 Eylül 2003’ün simgelediği “barış”a kendine has anlam veren öteki önemli bileşen olarak Dünya Barış Günü’nü anlamlandırmıştır.
* * *
Asıl kaygısı “Kopenhag Kriterleri’ne uyum” olan egemenlerin “demokratikleşme” programı, bir komediye dönüşmüş bulunmaktadır. Türkiye’nin “hangi alanda”, “ne kadar demokratikleşeceği” hükümet, Genelkurmay, Cumhurbaşkanı arasında yapılan tartışmalar ve uzlaşmalarla “yasalaştırılmakta”, ama, TCK’dan DGM Yasası’na, YÖK Yasası’ndan RTÜK Yasası’na, Polis Yetki ve Selahiyet Yasası’ndan çalışma yasalarına kadar pek çok alanda sayısız hak sınırlamaları sürüp gitmektedir. Görünüşte kaldırılan bir yasağın yerine daha ağır yaptırımlar içeren bir başkası geçmekte; bir adım ileri atılırken iki adım geriye zıplanmak adeta şaşmaz bir kural olarak uygulanmaktadır. 1982 Anayasası ise, “başlangıç maddeleri” ve “ruhu”yla dimdik ayakta durmaktadır.
Demokratikleşmenin önünde en önemli sorun olan Kürt sorununun, halkçı ve demokratik çözümü bakımından da, 5 yıl öncesinin, “Türkiye’nin demokratikleşmesinin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözlerinin edildiği dönemin bile çok gerisine düşülmüş, dil ve kültür eşitliği yerine; dil özgürlüğü adına bu hakların etrafının duvarla çevrilmesine girişilmiştir. Hak isteyenler, demokrasi isteyenler polisin şiddetiyle karşılaşmakta, öğrenciler okullarından atılmakta, sade vatandaşlara TCK 169’dan davalar açılmaktadır. Dahası, son aylarda insan hakları ve öteki bireysel hakların ihlalleri daha da artmış, polis, jandarma, savcılıklar hak istemeyi suç sayan bir uygulamayı halkın demokratikleşme isteğini bastırmanın bir aracı olarak kullanmaya yönelmişlerdir.
Hükümet ve sermayenin öteki güç odakları, halkın dışında olduğu ve tartışmasına katılmadığı bir “demokratikleşme süreci”ni hayata geçirerek, sorunu kapatmayı amaçlamakta, bunu gerçekleştirmek için uğraşmaktadırlar. Bu yüzden de Meclis’ten geçirilen yedi “uyum paketi”ne ve çuvalla demokratikleşiyoruz lafı edilmesine karşın, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu, halkın gündeminin en başındaki konu olmaya devam etmektedir.
* * *
Sendikal mücadele; basit ekonomik ve sosyal haklar mücadelesi ya da patronlarla işçiler arasındaki mücadele olarak bütün anlamını yitirmiş bulunmaktadır.
İşçilerin ücret ve sosyal hakları, memurların maaşları, taban fiyatlar, emekli maaşları, hatta sosyal hakların başlıcaları IMF programına bağlanarak, kamuda ve özel sektörde TİS’ler bir formaliteden ibaret hale getirilmiştir. Sadece TİS’ler değil, tüm diğer emekçi kesimlerin haklarının sınırları da, doğrudan hükümet, IMF, büyük patronlar mihrakının aldığı kararlar doğrultusunda belirlenmektedir.
Bu alanda gidişata müdahale edip emekçilerin ihtiyaçları üstünden talepler sunması, bu talepler doğrultusunda işçileri hareket geçirmesi beklenen sendikalar, sendikal bürokrasinin işbirlikçiliği sonucu olarak işlevsizleşmiş, güç ve itibar yitimi bakımından varacakları yere varmışlardır. Ve sendikaların asıl işlevleri, işçileri, emekçileri, patronlar ve hükümetin sunduğu koşullara ikna etmeye indirgenmiştir.
Sendikal hareketin yeniden toparlanması, TİS’lerin yeniden bir işleve sahip olabilmesi ve sendikasız kesimlerin de haklarını etkileyebilecek bir sendikal mücadele çizgisinin geliştirilmesi, sendikaların ayakları üstüne kalkabilmesi için mücadeleci bir sendikacılık hattına yönelmekten, partili bir sendikacılığı gündemin en ön sırasına almaktan başka bir seçenek kalmamıştır.
1475 sayılı İş Yasası’nın değiştirilerek, işçilerin 200 yıllık kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması, sermaye cephesinden gelen bu hamle karşısında sendikaların parmağını bile oynatmaması, oynatamaması; bir yandan işçi hareketinin itildiği çizgiyi, öte yandan sendikaların düştüğü çaresizliğin, sendikal bürokrasinin izlediği sendikacılık çizgisinin sendikaları nasıl tahrip ettiğinin göstergesi olmuştur. Çünkü böylece burjuvazi, son 50 yıl içinde işçi sınıfı ile giriştiği uzlaşma platformunu tanımadığını ilan ettiği gibi, aynı zamanda, yeni koşullarını da dayatıp yasa haline getirmiştir.
Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın,
1-) Sendikasız birçok işyerinde sendikalaşma isteği ile işçiler harekete geçmektedir.
Son aylarda bu isteğin arttığını, hatta kimi sanayi bölgelerinde kitlesel bir karakter kazanma özelliği göstermeye başladığını görüyoruz.
2-) Esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işten çıkarma gibi girişimlere karşı işçiler, toplu tepki koymak için düne göre daha bilinçli ve daha kararlı davranmaya başlamıştır.
3-) Özelleştirmeye karşı mücadele, sendikal bürokrasinin “artık özelleştirmeye karşı mücadele edilemez, bari en az zararla kurtarma pazarlığı yapalım” dediği noktada yeniden canlanmış, TEKEL, PETKİM, TÜPRAŞ, TÜGSAŞ gibi sınai faaliyet bakımından temel olan işyerlerinde işçiler geçmişe göre daha militan bir mücadele çizgisine girmiş, sendikal bürokrasinin ihanetine rağmen mücadeleye devem edeceğinin işaretini vermiştir.
Emek mücadelesinin bir bileşeni olarak kamu emekçilerinin mücadelesi, kendine has kimi nedenlerle pratikte farklı imkânlara sahip olsa da; Devlet Personel Rejimi’nin yeniden düzenlenmesinin amaçlandığı Kamu Yönetimi Temel Yasası’nın hükümet ve sermaye güçlerinin istedikleri gibi çıkması durumunda, bu alandaki bütün kazanımların da kaybedileceğini söylemek kehanet olmaz. Ancak kamu emekçileri mücadelesinin daha derli toplu ve muhtemel gelişmelere karşı tutum almaya daha hazır olduğu göz önüne alındığında, bu alandaki mücadelenin hayli çetin geçmesi, eğer kamu emekçilerinin ileri kesimleri yeterince kararlı ve yaratıcı davranırlarsa, sermaye güçlerinin püskürtülebileceği de günümüzün önemle dikkate almamız gereken gerçeğidir.
* * *
Tarım alanı ve köylülük ise, hükümetin tümüyle gözden çıkardığı, çöküşe ve iflasa
terk edilmiş bir alandır. Hükümet, kimi göstermelik çıkışlardan sonra fındık, pancar,
buğday gibi başlıca tarım ürünlerini desteksiz bıraktığı gibi, tüm ülkeyi kavuran büyük kuraklık karşısında da, bu alanda hiçbir sorun yokmuş gibi davranmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla geniş köylü yığınları için IMF ve hükümetin tarım politikalarına karşı alanlara çıkıp mücadele etmekten başka bir seçenek kalmamıştır.
Yakın geçmişte, köylülük için hem dayanışma hem de üretime destek vermenin dayanakları olan PANKOBİRLİK, FİSKOBİRLİK, ÇUKOBİRLİK, TARİŞ gibi ulusal çapta kurulmuş kooperatifler özelleştirmeye kurban edilirken, köylülük, çeşitli devlet desteklerinden, tarıma yapılan sübvansiyonlardan da mahrum bırakılmıştır.
Gübre, makine, tarım ilaçları, genetik müdahale görmüş tohumlar, besicilik ve sütçülüğe yapılan tarımın temel girdileri alanındaki destekler de, yabancı tarım ve gıda tekelleri lehine kaldırılmış; Türkiye’nin her tür destek ve dayanaktan arındırılmış üreticileri, arkasında devasa devlet desteği olan uluslararası tarım tekelleriyle “piyasa koşullarında yarışmaya” sokulmuştur.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) en zengin köylü kesimlerinin temsilcisi rolünü bile oynayamaz duruma gelirken, örgüt, içindeki MHP-DYP çatışması tarafından da işlevsizleştirilmiştir.
IMF-Dünya Bankası kılavuzluğundaki büyük sermaye ve hükümetleri, geniş köylü yığınlarını; hem kooperatif örgütlerini hem de ziraat odaları gibi “birlik”lerini işlevsizleştirerek tümüyle örgütsüzlüğe iterek, bugüne kadar edindiği kazanılmış hakları (sübvansiyon ve teknik destekler biçimindeki) bir direnişle karşılaşmadan ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Bütün dünyada, en gelişmiş ülkeler bile, kendi tarımlarını korur ve uluslararası ticaret anlaşmalarında kendi tarımlarına ayrıcalıklar talep ederken, Türkiye tarımı IMF, uluslararası tekeller, hükümet işbirliği ile tam bir açmaza sürüklenmektedir.
Bu koşullarda iki örgüt biçimi ayakta kalma şansına sahip görünmektedir:
1-) Yerel ve kendine özgü alanlarda kurulmuş üretici kooperatifleri,
2-) Tür Köy-Sen.
Özellikle Tür Köy-Sen, adıyla bile büyük ilgi görmüş, çalışmanın başlatıldığı her yerde, köylülerin en uyanmış kesimleri tarafından benimsenmiştir.
Bu sendikanın, artık açıkça ortaya çıkmış olan örgütlenme sorunlarını çözmesi durumunda, köylülüğün mücadele örgütü olarak rol oynamasının önünde hiçbir engelin olmadığı, geçen 2-3 yıl içinde açıkça görülmüştür. Dahası, son bir-iki yıl içinde yaşananlar, köylülük için de mücadeleden, hem de en geleneksel köylü partilerini de karşısına alarak mücadele etmekten başka bir seçeneğin olmadığını göstermiştir. Bu yüzdendir ki, Tür Köy-Sen, köylülüğün antiemperyalist mücadeleye çekilmesinin örgütü olarak da rol oynayacak bir pozisyondadır.
* * *
Sermaye güçleri ise, kendi aralarında, hükümet ve Genelkurmay arasında Irak’a asker gönderme ve laiklik konusunda var olan sorunları önemli ölçüde aşmış olarak Eylül ayını karşılıyorlar. Cumhurbaşkanı ile, hem Irak politikası, hem de “yasalar” ve “devlet yönetimi tarzı” konusunda sorunları olsa da, hükümet; Meclis’teki büyük çoğunluğuna dayanarak, bunu bir sorun olmaktan çıkaracak bir pozisyon edinmiş bulunmaktadır. Üstelik sermaye cephesi, İş Yasası’nı patronların istediğinden bile daha geri bir çizgide değiştirmenin moraliyle davranıyor. Bunun ötesinde, AB ile “uyum” ve “demokratikleşme” adı altında kendi siyasi sistemini tedricen yenileyen bir çizgiye girmeleri de onları nispeten rahatlatmıştır. IMF ile ilişkiler ise, üstü örtülü biçimde Irak’a asker gönderme ve Amerika ile “uyum”a endekslenmiş olduğundan, yakın vadede bir sorun olacağa benzememektedir.
Türkiye’nin egemenleri; siyasi bakımdan ve kendi aralarındaki çelişmelerin azalması bakımından “ANAP-Özal dönemi”nden beri en talihli günlerini yaşıyorlar. AKP Hükümeti, büyük patronlar ve uluslararası tekellerin istekleriyle tam bir gönül ve işbirliği içinde Meclis’teki çoğunluğunu kullanırken; etkisiz CHP muhalefetinin de dolaylı desteğine sahip durumdadır.
Sermaye güçleri; emekçilere, halka yönelik saldırılarında iki önemli koza sahiptir:
1-) Hükümetin IMF-Dünya Bankası programıyla tam uyumu, Meclis’te Anayasa’yı bile değiştirecek bir çoğunluğa sahip olması (Meclis’teki CHP muhalefetinin de hükümetin ekonomik ve siyasi programıyla, en azından ana hatları bakımından uyum içinde olması, sermayenin avantajını büyütmektedir.),
2-) Emek güçlerinin ve ilerici devrimci-demokratların güçlerinin dağınıklığı.
Emek ve demokrasi güçleri için önümüzdeki dönemin taktiğinin başlıca amacı; bu iki nedeni tersine çevirmek olmalıdır. Başka bir söyleyişle; emek ve demokrasi güçleri için yakın dönem hedefi, sermayenin saldırısının koçbaşı olan “hükümetin gücünü kırmak”, emek ve demokrasi güçlerini toparlayan bir taktik çizgi geliştirerek, bu güçlerin işçi sınıfı, emekçiler ve tüm halk için bir mücadele mihrakı, bir “çekim merkezi” olarak sahnedeki yerini almasını sağlamak olarak ortaya çıkmış görünmektedir.
* * *
Sınıfların nesnel bakımdan yukarıda ifade edildiği gibi mevzilendiği koşullarda, Türkiye, yerel seçimlere hazırlanmaktadır. Eylül ayı, yerel seçimlerin başlama işaretinin de verildiği bir ay olma bakımından önem taşımaktadır. Gerçi çeşitli partiler yazın başından beri “görüşmeler” yapmakta, “aday adları ortaya atıp nabız yoklamakta”dır, ama yazın (tatilin) sonu anlamına gelen Eylül ile birlikte, yerel seçimler için daha ciddi ve hedefli çalışmalar da başlayacaktır.
Koşullar göz önüne alındığında ve hükümetin de yerel seçimleri kendi politikaları için bir “güvenoyu”olarak göreceği düşünüldüğünde, yerel seçimlerin; bütün bu sınıf güçlerinin ekonomik ve siyasi taleplerinin; (hükümetin emekçi sınıflara yönelik ekonomik politikaları, Irak asker gönderme, demokratikleşme) kesişme noktasında cereyan edeceğini söylemek, gerçeğin en önemli yanını belirtmek olur.
Süreci, Eylül 2003 ile yerel seçimlerin yapılacağı Nisan 2004 arası olarak alırsak; bu “uzun” sürede, bazen Irak’a asker gönderme, bazen emek mücadelesinin talepleri, bazen demokrasi ve Kürt sorununun bir yanı, bazen bizzat seçimin şu kadar ilde kazanılması her şeyin üstünü örtecek kadar öne çıkabilir, ama bütün bu mücadeleler ve sürecin anlamı; asıl olarak, emekçi sınıfların ve demokrasi güçlerinin sermaye güçleri karşısında somut bir mevzi edinmesi; emekçilerin yerel ve siyasi iktidarın elde edilmesi mücadelesinde ileri adımlar attığı bir süreç olması olacaktır. Başarılı bir yerel seçim dönemi geçirmenin koşulu da budur. Başka bir söyleyişle, emek güçleri, bu süreci; toparlanıp sermayenin saldırıları karşısında ayağa kalktıkları, bir iktidar seçeneği olarak kendilerini ortaya koyabildikleri bir süreç olarak değerlendirebilirlerse başarılı olduklarını söyleyebileceklerdir.
Bu açıdan bakıldığında; Meclis’te azımsanmayacak bir milletvekili sayısı olan CHP, her zaman olduğu gibi, etkisiz bir muhalefet sergilemekte, çoğu zaman sermaye basını ve piyasadaki hocalarının aklıyla AKP’nin bile gerisine düşmektedir. Bunun içindir ki; halk yığınlarının bunca sıkıntıya sürüklendiği bir dönemde, muhalefetteyken bile itibar ve oy kaybeden bir muhalefet partisi olmayı başarmaktadır.
3 Kasım seçimlerinin tasfiye ettiği partilerin; yeniden toparlanması ve halk indinde etrafında toparlanılır bir odak oluşturma şansı görünmemektedir.
Genç Parti’nin ise, beklendiği gibi, Uzanlar’ın “suç örgütü”nün siyasi uzantısı olarak, artık akıbetini öteki Uzan firmalarının akıbetine bağlamış bir “firma-parti” olarak, hızla çökeceğini söylemek yanlış olmaz.
Bu koşullarda Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu; mevcut sermaye güçlerinin iktidarı ve onların çeşitli türden partileri karşısında, yüzde 6.2 oyu ile ayakta durabilecek ve halk yığınları için, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde olduğu kadar, hak mücadelesinde de seçenek olabilecek tek güçtür. Dolayısıyla da Blok ve onu oluşturan partiler; bir yandan geniş halk yığınlarını etrafında birleştirmenin planını yaparken, öte yandan da hızla politika alanında AKP ve öteki sermaye güçleri karşısında halkın sesi, onun taleplerinin savunucu olarak ortaya çıkıp bu bilinçle davranmak durumundadırlar.
Bunun ön koşulu da; birer birer partilerin, grupların, çevrelerin sorun olan şeyleri aşıp; tüm halkın taleplerinin öne çıkarıldığı bir mücadele hattında birleşmeleri, böyle bir hatta yer alabilecek tüm güçleri bu birliğe katmalarıdır. Genel seçimlerdeki gibi, grupların, etkisi ne olduğu belirsiz çevrelerin kapris ve isteklerinin değil; ortaya konan ve az çok halkı ve ülkeyi düşünen kimsenin karşı çıkmayacağı bir platformda, bu platformu kabul eden herkesin birleştiği bir çalışmayı karalılıkla savunmak, halk güçleri ve halkı birleştirecek tek doğru yöntemdir.
Kuşkusuz ki, yerel seçimler süreci; 3 Kasım 2002 genel seçiminde, “IMF’siz bir Türkiye”, “Daha iyi çalışma ve yaşama koşulları”, “Irak’ta savaşa hayır” taleplerini gerçekleştirir umuduyla oy verilen AKP ve hükümetiyle bir “hesaplaşma” olarak da gündeme gelecektir. Dahası, gelişmelere daha yakından bakarsak; emekçilere yönelik saldırıların bu ölçüde pervasızlaşması ve sonuç alıcı olmasında, politikadan halkın bu ölçüde dışlanmasında, AKP’nin Meclis’te ele geçirdiği büyük güç vardır. Büyük patronlar ve arkasındaki ABD başta olmak üzere yabancı güç odakları, AKP’nin bu çoğunluğunu “balyoz” olarak kullanmaktadır. Bunun da ötesinde, eğer Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu, bu iktidar karşısında bir güç ve çekim odağı olarak ortaya çıkamazsa, halkla çatışmaya girmesine, kendisine ideolojik olarak bağlı olan kesimlerde bile hayal kırıklığı yaratmasına karşın, AKP, yerel seçimlerde gücünü önemli ölçüde artırabilir. Bunun anlamı ise; halka yönelik saldırıların artması ve ülkenin badirelere sürüklenmesinde daha ölçüsüz davranışlar olacaktır. Bu yüzdendir ki, yerel seçim, sadece yerel yönetimleri belirleyen bir süreç olmaktan daha ötedir.
Kuşkusuz, bu yerel seçimler sürecini herhangi bir yerel seçimden ayıran en önemli özellik, aynı zamanda “Kamu Yönetimi Reformu” adı arkasında hizmetlerin piyasalaştırılmasının önündeki engellerin temizlenmesi için egemen güç odaklarının son aşamaya gelmiş olmalarıdır. Buna, GATS ile ilgili sözleşmelerin 2004’ten itibaren yürürlüğe gireceğini eklemek de gerekir. Dolayısıyla süreç; işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin kazanımları olarak devlete ve yerel yönetimlere yüklenen pek çok yükümlülüğün ortadan kaldırılması süreci olarak da işleyecektir. Bu yüzden de, dönem, aynı zamanda, halkı doğrudan ilgilendiren pek çok hakkın savunulması ve demokrasi mücadelesi bakımından da özel bir öneme sahiptir. Ancak egemenler, “Kamu Yönetimi Rreformu”nu çok yaldızlı bir paket içinde sunduklarından, bu alanda ciddi bir ajitasyonun örgütlenmesinin gerektiği açıktır.
Demek ki, önümüzdeki süreç, yerel yönetimlerde kimin olacağından öte; Türkiye’nin Irak’a asker göndererek, Türkiye’nin Amerika’nın askeri olup olmayacağının ve uluslararası tekellerin ve yerli uzantılarının, hizmetler (belediye hizmetleri, genel hizmetler) alanını bir rant alanına dönüştürerek, halkın haklarını ve demokratik kazanımları ortadan kaldıran bir “yerel yönetimler düzeni”nin kurulup kurulmayacağının belirlendiği bir süreç olacaktır.
Böyle devasa sorunların aşılmasında tek dayanak ise, Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu ve öteki emek güçlerinin yerel (ve elbette aynı zamanda genel) iktidar için bir seçenek olduklarını gösterebilmeleridir. Aksi halde egemenler belirledikleri hedeflere varmakta zorlanmayacaktır.