Yalan ve tarih çarpıtıcılığı emperyalizmin mayasında var

Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere hükümetlerinin yönetimini ellerinde tutan sağcı ve ‘solcu’ şahinler çetesi elemanlarının, Irak’a yönelik saldırıyı haklı çıkarmak için, kendi halklarına ve dünya kamuoyuna başından beri yalan söyledikleri açığa çıktı.
Bu amaçla, emirlerindeki gizli istihbarat örgütlerine sahte belge bile tanzim ettirdikleri ya da bu türden kuruluş ve komisyonların hazırladığı yalana dayalı raporları, bile bile savundukları meydana çıkmış bulunuyor. Şimdi her geçen gün (özellikle de işgalci orduların Irak’ta karşılaştığı sorunlar ve direniş arttıkça) ortaya çıkan yeni bilgi ve belgeler, halkların katillerinin aynı zamanda nasıl birer yalancı madrabaz olduklarını da gözler önüne seriyor.
Dünyaya çeki düzen vermekle kendini mükellef gören, kendine her tarafa özgürlük ve demokrasi taşıma misyonunu biçen ABD emperyalizminin (ve yardakçılık rolü üstlenen İngiliz emperyalizminin) insan hakçı, özgürlükçü yaygaralarına ve sipariş üzerine hazırlanmış raporlara güven duymak için hiç bir gerekçenin bulunmadığını sınıf bilinçli işçi ve emekçiler ve şu veya bu zamanda emperyalizmden darbe yemiş sağduyulu herkes biliyordu, bundan dolayı da milyonlarla sokağa, alanlara çıkarak savaşa karşı tepkilerini ifade etmişlerdi. Ama şimdi, bu gerçeği görmek için özel bir çabaya artık gerek kalmadı. Yaşanan olaylar, tarafların tutumları, belirginleşen hedefleri, rakip emperyalist devletlerin ifşaatları ve bizzat istihbarat örgütlerinin kendi itirafları ile, çokça şey ortaya saçılmış bulunuyor.
Hatırlanacağı üzere, Irak’a yönelik saldırıyı meşrulaştırmak için öne sürülen en kuvvetli ve “ikna edici” gerekçe, bu ülkenin kitle imha silahlarına sahip olduğu ve El-Kaide benzeri uluslararası terör örgütleri ile birlikte bu silahları Amerika’ya ve Batı dünyasına karşı kullanacağı idi.
On yılı aşkın süredir dikkatler zaten Irak üzerinde yoğunlaşmıştı. Birinci Körfez Savaşı’nda yarım bırakılan yerden devam edilmesi, uluslararası silah ve petrol tekellerinin ve onların adamı olan politikacıların ve bu arada Ortadoğu’nun minyatür Amerikası olan haydut Israil devletinin ve dünyadaki tüm işbirlikçi ve gericilerin başlıca isteği idi. Yıllar boyunca bir taraftan Irak halkını bunaltıp Saddam rejimine karşı ayaklanmaya teşvik edecek ambargo türünden uygulamalara başvurulurken, bir taraftan da Batı kamuoyunu savaşın zorunluluğuna inandırmak ve orduları da savaşa hazırlamak yönünde çaba sarfedildi.

DÜNYA KAMUOYU BİLİNÇLİ OLARAK SAHTE BELGE VE BİLGİLERLE YANILTILDI
ABD’nin ve Batı ülkelerinin kamuoyunu aldatarak ikna edebilmek için raporlar hazırlandı ve bazen Bush ile Blair’in bizzat kendileri bazen de önde gelen kurmaylar, kameralar ve mikrofonlar önüne geçip en ciddi pozları takınarak, bu raporlarda art arda dizilmiş olan yalanları aktarmaktan hiçbir sıkıntı duymadılar.
Bakın kitle imha silahları ile ilgili olarak ne söylemişler:
“Aldığımız istihbaratlar hiçbir şüpheye yer bırakmıyor. Irak rejimi, şimdiye kadar hiç denenmemiş ölümcül bazı silahlara sahip bulunmaktadır ve yenilerini de üretmektedir” (George Bush, 18 Mart 2003)
“Irak kimyasal ve biyolojik silahlara sahiptir. Saddam bunları üretmeye devam etti ve şimdi de kullanmak niyetindedir” (Tony Blair, 24 Eylül 2002)
“Silahların nerede olduklarını biliyoruz. Tikrit ve Bağdat çevresinde, Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de ve Güney’de bulunuyorlar” (Donald Rumsfeld, ABD Savunma Bakanı, 30 Mart 2003)
Irak savaşının bitmesi ve işgalin başlaması üzerinden yaklaşık üç ay geçti. Bu kadar kesin bir dille varlıklarından söz edilen ve hatta yerleri bile tarif edilen bu kitle imha silahları henüz bulunabilmiş değil. Üstelik Mart ayından beri ABD ve İngiltere’nin yüzlerce kişiden oluşan kendi “araştırma” ekipleri Irak’ta bulunmalarına rağmen, bir sonuç alınabilmiş, emperyalistlerin yalanlarını doğrulayacak bir kanıt üretilemedi.
Peki, öteki bilinen nedenler bir tarafa, ABD ve İngiltere, Irak’ın ne türden silahlara sahip olduğunu bu kadar kesinlikle nasıl bilebilirlerdi? Kitle imha silahı denenler de dahil olmak üzere, tüm silahları, Irak’a petrol ve dolar karşılığında satanlar, Irak’ı bölgedeki komşu ülkelere karşı vurucu saldırgan olarak kullananlar da yine bu aynı güçlerdi. İran devrimini boğmak ve bölgede anti-emperyalist (en azından anti-Amerikan) hareketin gelişmesini bastırmak için Irak gerici rejimine ne kadar biyolojik ve kimyasal silah sattıklarını en iyi kendileri bilebilirlerdi. Irak, tümünü İran’a karşı kullandığını belgeleyemediğine göre, geri kalanı meydana çıkarmalıydı.
Peki, burada insani kaygıların mı gerçekten söz konusu olduğunu düşünmek lazım? Öyle olsaydı, bölge ülkeleri arasında yer alıp, biyolojik, kimyasal ve hatta nükleer silaha sahip olan ülkelere öncelikle dönmek gerekmez miydi? Ve hatta, bunca silahı yeryüzüne salan silah tüccarı büyük emperyalist güçleri sorgulamak…

ŞİMDİ KİTLE İMHA SİLAHLARI KONUSUNDA NE DİYORLAR?
“Bürokratik sebeplerden dolayı, savaş gerekçesi olarak, herkesin hemfikir olabileceği bir konu üzerinde anlaştık. O da, kitle imha silahları meselesi idi” (Paul Wolfowitz, ABD Savunma Bakan Yardımcısı, 28 Mayıs 2003)
“Hiç şüpheniz olmasın, kitle imha silahları geliştirme konusundaki programları bulacağız sonuçta” (Tony Blair, 8 Temmuz 2003)
Wolfowitz daha pervasızca davranarak, kamuoyunu aldatmak üzere yalan söylediklerini itiraf ediyor (daha doğrusu “yalan söylediysek biz söyledik, ne olacak yani!” havalarında), Blair ise hâlâ umutlu. Silahların kendisini bulamazsak, programlarını bulacağız diye çırpınıyor!
Dünya kamuoyunda şok etkisi yaratsın ve işgal saldırısı meşru karşılansın diye, en yetkili kişilerin ağzından ileri sürülen başka bazı yalanlar ve şimdi söylenenler de şunlardı:
Alimünyum tüp:
“Irak, ileri derecede konsantre edilmiş alimünyum tüpler ve uranyumu zenginleştirecek teknik donanım satın alarak, nükleer silah geliştirme girişiminde bulundu.” (G. Bush, 7 Ekim 2002)
“Bu tüpler, Irak’ın bize verdiği listede yer alıyor ve nükleer silah elde etmek için kullanılmamıştır.” (Muhammed El Baradey, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, 27 Ocak 2003)
Mobil Laboratuvarlar:
“Teftişçiler tarafından ele geçirilmesin diye, tekerlekli ve raylı araçlar üzerinde kurulmuş kimyasal silah laboratuvarları olduğunu ilk elden tespit ettik.” (Colin Powel, BM Güvenlik Konseyindeki konuşma, 5 Şubat 2003)
“Uzmanlarımız, bunların mobil biyolojik ve kimyasal silah laboratuvarları olduğunu söyleyebilecek durumda değiller.” (Richard Boucher, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, 26 Haziran 2003)
Afrika’dan uranyum alınması:
“Saddam Hüseyin, Afrika’dan kayda değer miktarda uranyum satın aldı” (İngiliz Hükümeti Raporu, 24 Eylül 2002)
“Nijer ile Irak arasında uranyum ticaretine ilişkin belgenin sahte olduğunu biliyoruz.” (Beyaz Saray Sözcüsü, 8 Temmuz 2003)
45 dakikada kimyasal silah:
“İstihbarat birimlerimiz, Irak ordusunun 45 dakika içerisinde kimyasal ve biyolojik silah elde etme ve kullanma kapasitesine sahip olduğunu belirtmektedirler.” (İngiliz Hükümeti Raporu, 24 Eylül 2002)
“45 dakika meselesi pek ikna edici ve kanıtlanmış değil. Tespiti mümkün olmayan tek bir kaynağa dayandırılmaktadır.” (Parlamento Dışişleri Komisyonu, 7 Temmuz 2003)
İşte böyle!
Irak’a savaş açmak ve rejimle birlikte binlerce yıllık bir uygarlığın tarihsel mirasını ve kültürel zenginliklerini yerle bir etmek için öne sürülen gerekçeler zaten çok uydurma, derme çatma ve asıl amaçları gizlemeye yönelik, zorlama gerekçelerdi. Dünyanın hangi ülkesindeki savaş yanlılarını dinleseniz, aynı merkezden idare edildiği açıkça belli olan bir kaç uydurma gerekçe ileri sürüyorlardı: “Irak’ın elinde kitle imha silahları var, Irak terörist örgütlerle işbirliği yapıyor, kimyasal ve biyolojik silahlar bulunduruyor ve nükleer silah geliştirmek için çaba sarfediyor vb. vb….”
Bunların hepsinin yalan olduğunu şimdi bizzat kendileri itiraf ediyorlar.
Geriye ne kalıyor peki? 
Irak’ın petrolü, Ortadoğu’daki (ve dolayısıyla dünyadaki) stratejik konumu ve bir de İsrail’in ebedi güvenliği (Amerikan yönetimindeki savaşçı şahinlerin istisnasız hepsinin de Siyonist lobi ile içli dışlı olması ve Irak’a karşı bir savaş açılması için yıllardan beri çaba sarfediyor olmaları elbette tesadüf değil).

*   *  *
BUGÜN GERGİNLİK DENEN ŞEY YARIN NEYE DÖNÜŞÜR?
Amerikan-İngiliz emperyalist koalisyonunun Irak’a karşı giriştiği işgal savaşı, değişik emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerin boyutlarını sergilemesi bakımından da önem taşıyordu. Avustralya, İspanya, Polonya gibi bazı ülkelerin desteğini arkasına alan ABD-İngiltere savaşçı ittifakının karşısına, Almanya, Fransa ve Rusya’nın oluşturdukları blok çıktı. Bu bloğun bileşenleri, Irak’a bu şekilde bir müdahaleye karşı çıkıyor ve tüm girişimlerin Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında gerçekleşmesinde ısrar ediyorlardı. Daha doğrusu şimdilik pek kârlı çıkmayacakları bir savaşa katılmakta gönülsüz davranıyorlar ve savaş ganimetine ortak olma ve kararlara katılma isteğini öne sürüyorlardı. ABD ise, stratejik ve ekonomik bakımdan nispeten daha önemsiz yerlerde kabul ettiği BM şemsiyesi ve ganimet ortaklığını, Ortadoğu gibi can alıcı bir yerde kabul etmeye yanaşamazdı. Zira mesele, dünyanın gelecek on yıllardaki kaderini belirleyecek kadar tayin edici önemde idi.  
ABD-İngiltere karşıtı bloğun esas orkestra şefi Almanya ve askeri bakımdan asıl caydırıcı kuvveti de Rusya olmakla birlikte, diplomasi ve güncel politikada öne çıkan ve Amerika ile en çok ‘kapışan’ ülke Fransa oldu. Dünyanın rakipsiz jandarması ABD, kendisinin karşısına böyle çıkılmasını tabii ki kolayca hazmedemedi ve ilişkilerde bir miktar gerginlikler de yaşandı. Aslında Irak olayı, dünyanın değişik bölgelerindeki piyonları vasıtasıyla yerel savaşlarda karşı karşıya gelen büyük kuvvetlerin, bizzat kapışmaktan ilelebet kaçın(a)mayacaklarını da gösterdi.
“Gerginlikler”, önümüzdeki dönemde laf düzeyinde kalmayıp, bizzat pratikte de gündeme gelecek. Nitekim ABD’nin Avrupa Birliği’ni istediği anda bölmekle tehdit etmesi ve bunu doğrulayacak tarzda ufak da bir gösteri yapması, bu kategoriden bir girişimdi. ABD Başkanı G. Bush’un son günlerde gerçekleştirdiği Afrika gezisi de öyle. Fransa’nın Irak meselesinde ABD’yi en çok çelmelediği günlerde, ABD yetkilileri, ileride sıranın Afrika’ya da geleceğini açıkça söyleyerek, “Afrika’nın doğal sahibi” Fransa’yı ürkütmeye çalışmışlardı. Şimdi iş, pratiğe dökülmeye başladı bile. Fransa’nın geleneksel etkinlik alanının burnunun dibindeki Liberya’da işbaşındaki yönetimin (hiçbir devletler arası hukuk kuralı tanınmaksızın) ABD emriyle uzaklaştırılması ve ABD’nin bölgede işbirlikçiler vasıtasıyla kendisini askeri olarak da davet ettirmesi, yakın zamanda daha üst düzeyde patlak vermesi pek muhtemel olan sürtüşmelerin bir ilk habercisidir. Liberya’nın (ve Sierra Leone’nin), şu an kaynayan bir kazan olan ve Fransa’nın yüz yıllık sömürgesi ve yarı sömürgesi Fildişi Sahilleri ile Batı Afrika Birliği’ni oluşturan 14 Frankofon ülke ile komşu olduğu unutulmasın.
Bunlar, günümüzün olayları ve yaşayarak nereye doğru evrileceklerini göreceğiz. Ama Irak ‘krizi’nin yaşandığı günlerde ABD emperyalistleri tarafından ortaya atılan bir iddia var ki, üzerinde durulmaya değer. Hem tarih çarpıtıcılığını tespit etmek ve hem de emperyalizmin politikalarına neyin yol gösterdiğini anlamak bakımından önemli.

“FRANSA ŞİMDİ ALMANCA KONUŞUYOR OLACAKTI”
ABD ile Fransız emperyalizmi arasındaki ilişkilerin gerildiği, karşılıklı çelmelerin atıldığı, laf dalaşının kızıştığı günlerde, Amerikalı bir yetkili şu sözleri bilinçli bir şekilde ağzından kaçırıverdi: “Amerika olmasaydı, Fransa şimdi Almanca konuşuyor olacaktı!”
Bu şoven kafalı gerici, kendince iki önemli şeyi söylemek istiyor. Birincisi, şimdi ABD karşıtlığında Almanya ile birlikte hareket eden Fransa’yı güya uyarmış oluyor. Daha elli sene önce topraklarınızı işgal eden Almanya idi. Kiminle ortaklık kurduğunuza dikkat edin! Böylece AB içerisinde Almanya-Fransa eksenine karşı diğer ülkeler kışkırtıldığı gibi, bizzat eksenin kendi içine de çomak sokulmak isteniyor. İkincisi ve daha önemlisi, bir tarihi gerçeği bir kez daha çarpıtma girişiminde bulunuyor. Yani ABD’nin iddiası, Nazi Almanyası tarafından işgal edilen Fransız topraklarının ABD tarafından kurtarıldığı ve Fansızların bağımsızlıklarını Amerika’ya borçlu olduklarıdır. Dolayısıyla ABD’nin başka ülke ve kıtalara özgürlük taşıma misyonunu yüklenmesi bugünün olayı değildir, daha İkinci Dünya Savaşı zamanında başlayıp, bugün de devam eden bir olgudur!
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, esas olarak Amerika’daki propaganda odakları tarafından planlanıp hayata geçirilen, başta Batı toplumlarına olmak üzere tüm dünyaya yaygınlaştırılan iki görüş var. Daha savaş devam ediyorken altyapısı oluşturulup başlayan ve günümüze kadar devam eden bu kampanyanın konularından birisi Yahudi katliamına ilişkin olanıdır. ABD emperyalizminin propaganda merkezleri, bilinçli olarak Hitler faşizmini, salt bir Yahudi düşmanlığına indirgemeye gayret etmişlerdir. Yahudi soykırımına ilişkin görüntüler, abartılı ve acıklı senaryolar eşliğinde hep öne çıkarılmıştır. (Milyonlarca insanın, sırf Yahudi oldukları için soykırımdan geçirildikleri doğrudur ve katledilen Yahudi sayısının kaç milyon olduğu “tartışması”, Hitlerci milliyetçi şoven barbarlığın suçunu asla hafifletmez. Ama ABD emperyalizmi, abartılı sayı ve görüntülere başvurarak belirli ve uzun vadeli bir strateji etrafında hareket etmiştir.) Burada, eğer tabiri caizse, bir taşla birkaç kuş vurulması hedeflenmekteydi: 1) Hitler faşizmi sınıfsal özünden koparılarak, basit bir Yahudi düşmanlığı derekesine düşürülmekte, 2) Ve emperyalizm destekli Siyonizmin eylemlerinin eleştirilmesi, anti-Semitizm gibi gösterilip bastırılma imkanı sağlanmaktaydı. 3) Sosyalizme ve sosyalizmin o günkü anayurdu olan Sovyetler Birliği’ne yönelik saldırganlık ve düşmanlık, mümkün olduğunca perdelenmek istenmekteydi. Hitlerci faşizmin esasta sosyalizmi yıkmak üzere tekelci kapitalizm tarafından beslendiği ve palazlandırılarak halkların üzerine saldırtıldığı gerçeğinin üzeri böylece örtülmeye çalışılmaktaydı. 4) Sovyetler Birliği’nin ve faşizm tarafından işgal edilen öteki ülkelerin emekçi halklarının faşizme karşı yıllar süren direnişi, mücadelesi ve zaferinin üstüne perde çekilmekte ve hep katledilen Yahudi görüntüleri kullanılarak, faşizme karşı direniş, Amerikan ordularının ve onlarla bağlantılı odakların işi gibi sunulmaktadır.
Bunlara sonradan, SB’nde sosyalizmin yıkılmasının ardından saf değiştirerek yalancı şahitlik yapanların yardımıyla, “Stalin de zaten anti-semitistti, Kızıl Ordu da Yahudi katliamları yaptı” gibi iftiralar da eklendi. Böylece, Hitler ve Stalin’in Yahudi düşmanlığı ortak paydasında birleşmiş diktatörler olduğu yaygarası eşliğinde, faşizmin Sovyet halklarına yaptığı zulüm ve katliam perdelenmiş oldu. Öyle ki, Batı’da sıradan herhangi bir kişiye İkinci Dünya Savaşı’nın neyi çağrıştırdığı sorulsa, vereceği ilk ve maalesef tek cevap, Yahudi katliamı olacaktır. Ötesi, onun için tartışmalıdır, ya da iki diktatörlük arasındaki egemenlik yarışıdır! Sosyalizmin gerçeği ve sahtesiyle birlikte yıkılmasının ardından tam kabul gören bu türden düşüncelerin kökü, görüldüğü gibi, savaşın hemen ardından gelen soğuk savaş yıllarına denk düşer. Ve Amerikan emperyalizminin dezenformasyondan sorumlu ilgili daireleri tarafından planlanmışlardır.
Herkes tarafından kabul görmesi için yoğun bir çaba gösterilen ikinci konu ise, Amerikan-İngiliz müttefik kuvvetlerinin, başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin faşizmden kurtarılmalarında tayin edici rol oynadıkları yönündeki asılsız iddiadır.
Gerçeklerin tamamen tersyüz edilmesine dayanan bu iddia, birincisi, sosyalizm düşmanı tekellerin güdümündeki Batılı emperyalist ülkelerin Hitler ve Mussolini (ve Franko) faşizmiyle suç ortaklığını gizlemeyi amaçlamakta, leş kargalarını özgürlük taşıyıcıları olarak tanıtıp halkları aldatmayı hedeflemektedir. İkincisi, Hitler faşizmini bozguna uğratan ve eze eze ilerleyerek Berlin kapılarına dayanan sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’nun etkisini ve tayin edici desteğini inkar etmektedir. Üçüncüsü, Fransa örneğinde görüldüğü gibi, partisi önderliğinde faşizme karşı yıllarca kurtuluş mücadelesi veren ve aslında kendi topraklarını kendisi özgürleştiren halkın direnişini yok saymakta, bir ulusa ve halka saygısızlık yapmaktadır.

NORMANDİYA ÇIKARMASI SAVAŞ BAŞLADIKTAN BEŞ YIL SONRA YAPILDI
İkinci Dünya Savaşı resmen, Almanya’nın Polonya’yı işgale giriştiği 1 Eylül 1939’da başladı. Hitlerci faşist sürülerin Sovyet topraklarına girdikleri tarih ise, 21 Haziran 1941’dir.
Amerikan-İngiliz müttefik kuvvetlerinin Avrupa’ya çıkışlarını ve Batı’da ikinci bir cephenin açılmasını simgeleyen Normandiya çıkarması ise, 6 Haziran 1944’de gerçekleştirildi. Yani, savaşın resmen başlamasından beş sene, Hitler ordularının Sovyet topraklarına girmesinden de tam üç sene sonra…
Peki bu arada neler oldu? Koca bir Avrupa kıtasının Hitler ve Mussolini’nin faşist sürülerinin çizmesi altında çiğnendiğinden, bu kadar dehşetli özgürlük aşığı Anglo-Sakson emperyalistlerinin haberi yok muydu?
Öncesini (yani Versailles’den başlayıp Münih’le taçlanan gerici ittifakı, İspanya’yı vb.) bir tarafa bırakalım. İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra bile, Sovyetler Birliği’nin, faşizm vebasını durdurmak için ABD, İngiltere, Fransa gibi “demokratik” ülkelere yaptığı işbirliği çağrılarını (neredeyse yalvarışını) bilmeyen mi var?
Bütün bu döneme damgasını vuran ABD (ve İngiliz) politikasını, Truman’ın şu sözleri, ciltler dolusu demagojiden daha iyi özetlemektedir: “Eğer Almanya üste çıkarsa Ruslara yardım etmeliyiz, yok şans Ruslardan yanaysa Almanya’yı desteklemeliyiz ki, birbirini mümkün olduğunca fazla kırsınlar” (24 Temmuz 1941, New York Times).
Ve bu sözler, başka herhangi bir zamanda değil, Nazi ordularının Sovyetler Birliği topraklarına girdikleri ve ‘coşkuyla’ başkent Moskova’ya doğru ilerlemeye başladıkları tarihten sadece bir ay sonra sarfediliyor.
Aynı türden yaklaşım, Nazi işgaline uğrayan ‘dost’ Fransa’ya karşı da gösterilmiştir. Zaten bizzat Fransa’da önde gelen sanayiciler, bankerler, ordu üst kademesi ile bürokrasideki üst kademe, yani burjuva devletini temsil edenlerin hepsi, Nazi işbirlikçiliği rolünü hemen benimsemişler ve Vichy’e yerleşerek Petain-Laval uşak yönetimini oluşturmuşlardır. Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere ise, bir taraftan Nazi işgaline ses çıkarmazken, öte yandan da gelecekte Fransa’nın nasıl paylaşılacağının telaşına düşmüşlerdir. Fransız halkı ve gençliği, ülkelerini faşist işgalden kurtarmak için komünistler öncülüğünde ulusal kurtuluş savaşına girişirken, Churchill ve Eisenhower gelecekteki paylaşımın hesabına girişmiş leş kargaları durumunda idiler. Fransa’ya biçtikleri rol ise, Amerika’nın protektorası olmaktı.
Hem Sovyetler Birliği’ni ve hem de dünya halklarının beklentilerini artık başka türlü oyalamak mümkün olmadığında, ABD, Fransa’ya gelebilmek için, önce Afrika’dan dolanarak işe başladı! “1942 Haziranında Amerikan ve İngiliz gazeteleri, Rusların ikinci bir cephe açılması yönündeki çağrılarına yer vermeye başladılar. Bu durum, bizi çok rahatsız etti. Zira bu, stratejik problemleri yeterince dikkate almayan bir istekti” (Dwight Eisenhower, Crusade in Europe, 1948) Ve bu nedenle belirli aralıklarla Cezayir’e, Korsika’ya, Sicilya’ya çıkartma hareketleri (!) düzenlendi. Buralar, ya işgale hiç uğramamış ya da kendi kendilerini zaten kurtarmış olan yerlerdi. Örneğin müttefik kuvvetleri Korsika’ya vardığında, ada düzeyinde 12 bin silahlı partizanın ve 400 kadar De Gaulle’cü askerin katıldığı bir direniş hareketi ile ada, Mussolini ve Hitler ordularından zaten temizlenmişti.
ABD’nin buralara çıkartma (!) düzenlemekteki maksadı; bir taraftan abartılı savaş ve fedakarlık hikayeleri üzerinden ilerici kamuoyunu oyalamak, gelecek zamanlar için malzeme biriktirmekken, bir taraftan da faşizmin muhtemel bir yenilgisi durumunda (hatta yorulmuş bir güç olacağı için yengisi durumunda da), Fransa, İtalya ve Balkan ülkelerinde köprü başı tutmaktı. Amaç, Afrika’yı kurtarmak ya da Hitler faşizmini zayıflatmak değil, Fransa’yı kendisine bağlamak ve savaş sonu için iyi bir mevzi kaparak pusuya yatmaktı. İngiltere’nin ısrarlı istekleri sayesinde Avrupa’daki müttefik kuvvetleri komutanlığına getirilen Amerikan generali Eisenhower, Churchill’in iyi bir talebesi ve entrika uzmanı olarak daha o zamandan ün salmaya başlamıştı.

ABD’NİN FRANSA’DA ETKİNLİK KURMA PLANLARI SAVAŞ SIRASINDA BAŞLADI
Eisenhower’in ABD emperyalizmi adına Cezayir’e yerleştikten sonraki ilk işi, faşizmle mücadele planları yapmak değil; Nazi işbirlikçisi Vichy rejiminin generalleri ile elele verip, Fransa’yı (ve öteki Avrupa ülkelerini) ABD sömürgesi haline getirme planları yapmak oldu. Sırasıyla Vichy generalleri Veygand (bu kişi Sovyetler Birliği’ne karşı bizzat cephede savaşmış yeminli bir anti-komünistti), Giraud ve Darlan ile işbirliği yapılmıştır. Veygand’ın kendi hatalarından dolayı elenmesi, Giraud’nun da, De Gaulle ile birlikte çalıştığının anlaşılmasından sonra, sıra general Darlan ile işbirliğine gelmiştir. Hatta general Darlan ile ABD generali Mark W. Clark arasında bir de anlaşma imzalanmıştır. ABD’nin Fransa’ya nasıl bir gelecek biçtiğini, 22 kasım 1942 tarihli bu anlaşmanın metninden daha iyi gösteren bir belge yoktur:
“Kuzey Afrika toprakları ABD’nin kullanımına serbest olacak, Fransa kapitülasyonları kabul edecek, Fransız ordularının hareketleri, limanlar, havaalanları, cephanelikler, iletişim mekanizması, deniz ticaret filosu ABD denetimine girecek, Amerikan şirketlerine vergi muafiyeti uygulanacak, müsadere yetkisi verilecek, askeri bölgelerin idaresi ABD kontrolünde olacak.” (Annie Lacroiç-Riz, İşgal zamanında Fransız sanayicileri ve bankerleri, Armand Colin yayınları, Paris, 1999)
Bu, tam da leş kargalarına yaraşır bir tutumdur ve ABD ile İngiltere’nin savaş boyunca tüm davranışlarına denk düşmektedir. Ama Fransız burjuvazisinin has kesimlerinin de eli kolu bağlı durduklarını sanmak hata olur. Onlar, Amerikan ve İngiliz kuvvetlerini, Bolşevik devrimi tehlikesine karşı koruyucu kalkan olarak severken, rakip güçler olarak da onlardan nefret etmekteydiler. Nitekim, darbeci ve işbirlikçi general Darlan, bu anlaşmaya imza koyduktan bir ay sonra, 24 Aralık 1942’de, De Gaulle yandaşlarının adlarının karıştığı bir suikast sonucu öldürüldü.
Ama ABD, Fransa’da, kendisine hizmette kusur göstermeyecek işbirlikçi bir yönetim kurma çabalarından hiç vazgeçmedi. Daha savaş döneminden itibaren başlayıp sonraki yıllarda da süren De Gaulle ile dalaşma, bunun açık bir göstergesi idi. Darlan’ın öldürülmesinden sonra, yeniden general Giraud (bu kişi, Ulusal Kurtuluş Konseyi’nde De Gaulle’ün adamı olarak bulunuyordu ve Cezayir’deki Fransız kuvvetlerinin komutanlığını yapıyordu) ile ve başka bir dizi bürokrat, asker, işadamı ve banker ile birlikte komplo girişimleri devam etti. Örneğin, Vichy bakanlarından Pierre Pucheu, Nazilerin yenilmekte olduğunu görünce bu dönemde kamp değiştirip Amerikalılarla birlikte hareket etmeye başladı. Ancak, sonradan Giraud tarafından yarı yolda bırakılıp ele verilince, komplo hazırladığı meydana çıktı ve Mart 1944’de Cezayir’de infaz edildi. Pucheu’nun bu şekilde harcanması, De Gaulle tarafından Amerika’ya yapılmış bir uyarı idi. ABD de zaten uzun süre De Gaulle’u bu yaptıklarından dolayı affetmedi ve güvenilmez bir kişi olarak gördü. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında De Gaulle başkanlığında kurulan geçici hükümeti, iki buçuk sene boyunca tanımadı. Ağustos 1944’de Nazi işgalinden kurtuluştan sonra kurulan hükümeti de, aradan üç ay geçtikten sonra ancak tanıdı. ABD’nin (ve İngilizlerin) umudu, hep savaştan harap olmuş olarak çıkan Fransa’yı kendisine bağlı zayıf bir yönetimle idare etmek, bir nevi yarı sömürgesi haline getirmekti. 
Amerika’nın Fransa’yı Nazi işgalinden kurtarmasının hikayesinin içyüzü işte böyle!

SOVYETLER’İN ETKİSİ VE HALKLARIN DİRENİŞİ YOK SAYILIYOR
Ama Amerika’nın başvurduğu türden yalana dayalı bir sunumun başka nedenleri de var. Bir kere böylelikle, Sovyet ülkesi ve halkının ve Kızıl Ordu’nun savaşta kendi vatanını savunmak için gösterdiği olağanüstü kahramanlık ve faşizmin çizmesi altında ezilen diğer halklara sunduğu fedakarca destek göz ardı edilmiş olmaktadır.   
Tekellerin ve kapitalist büyük devletlerin nefret ettikleri asıl düşmanın, sosyalizm ve sosyalist Sovyetler Birliği olduğuna kuşku yoktur. Ekim Devrimi ile birlikte uluslararası sistemlerinde açılan gediği kapatmak için her yola başvurdukları kimse için sır değildir. Buna, Sovyet ülkesinin bazı bölümlerinin fiili askeri işgali de dahildir. Uluslararası hukuk üzerine döktürülen burjuva ikiyüzlüğü bir tarafa bırakılacak olursa, bu işte garip bir durum da yok aslında. Nihayetinde karşı karşıya gelenler, iki ayrı sistemdir ve kimin diğerini alt edeceğini, güç ilişkileri belirler. Ama emperyalizm hem düşmandır, hem de kalleş ve yalancı, hilecidir.
Savaşın neredeyse başından beri Sovyetler Birliği’ne verilmiş olan, Batı’da ikinci bir cephe açma sözü; sonuna kadar geciktirilmiş ve Truman’ın baştan da söylediği gibi, iki gücün birbirini olabildiğince takatten düşürmesi için pusuya yatılıp beklenmiştir. Bu, hareketsiz bir beklenti değil, ilerideki hamleler için mevzi oluşturmayı içeren hareketli bir savaş taktiğidir.
Belirli bir andan itibaren ibrenin Sovyetler’den yana döndüğü görülünce, Amerikan-İngiliz emperyalistlerini bir telaş almış ve Kuzey Afrika’dan başlayıp ağır ağır Normandiya çıkarmasına kadar varan şova yönelmişlerdir. Normandiya çıkarmasının asıl sebebi, faşizmi durdurmak değil, ilerleyen sosyalizmin önünü kesmek ve yıkılan faşizmden arta kalan yemlerden bir kısmını kapmaktır.
ABD’nin genel olarak İkinci Dünya Savaşı ve özel olarak Normandiya çıkarması üzerine hikayelerle üzerini örtmeye çalıştığı bir başka gerçek de, halkların faşizme karşı yıllarca süren direnişleridir. Bunun en canlı örneği de Fransa’dır. Anglo-Sakson emperyalistleri sabırsızlıkla sosyalizmin yıkılmasın bekler, Fransız büyük burjuvazisi ve devletin sivil ve askeri üst bürokrasisi ile vurguncu bankerler hemen faşizmle işbirliğine soyunurken, başını komünistlerin çektiği yurtsever anti-faşist güçler, hemen ilk andan itibaren direnişi örgütlemeye başladılar. 10 Temmuz 1940’da FKP Merkez Komitesi adına Maurice Thorez ve J. Duclos imzasıyla yayınlanan çağrı, Fransa’nın tüm yurtsever, anti-faşist güçlerini, işçi sınıfı etrafında kenetlenmeye ve özgürlük, bağımsızlık ve yeniden diriliş için mücadeleye çağırmaktadır. FKP baştan itibaren ulusal ayaklanma stratejisini geliştirerek, ona uygun örgütlenmelere girmektedir. Önceleri, Fransız Partizan ve Gönüllü Birlikleri (FTPF) adıyla örgütlenen direniş, daha sonraları Fransız İç Kuvvetleri (FFI) adıyla tam bir orduya dönüşür. Ve Fransa’yı, başta Paris, Marsilya gibi büyük şehirler olmak üzere tüm yerleşim birimlerini düşman işgalinden kurtaranlar, esasta bu birlikler içerisinde örgütlenmiş olan halktır. Paris kurtarıldığında, FFI içerisinde kayıtlı savaşçı olarak örgütlü olanların sayısı 500 bini geçmektedir. Sonradan Amerikan kahramanlığı hikayeleri uydurma kervanına katılan Eisenhower’in bizzat kendisi, o zamanlar şunları söylüyor: “Şehre girdiğimizde bizi FFI’ler karşıladı, güçleri 15 tümene eşitti.” İşgale karşı kendi topraklarında düşmanla savaşan halkın kuvvetini tümenlerle ölçme kafasızlığı yapsa da, doğrunun bir kısmını yine de böylece kabul etmiş olmaktadır. Paris’te halk ayaklanması, esas olarak FKP, CGT sendikası ve FTP silahlı birlikleri tarafından organize edilmiş, Eisenhower komutasındaki Amerikan birlikleri ile Leclerc komutasındaki De Gaulle birlikleri ise, kurtuluş festivaline, tankları elli kilometre hızla sürerek neredeyse canhıraş yetişmişlerdir!
Ama sonraki (Amerikancı ve genel olarak Batılı) anlatımlarda iş başka türlü yansıtılmıştır. Ve işin garip tarafı, Fransızların kendileri bile bir müddet sonra, Amerikan kahramanlığı hikayelerine inanır olmuşlardır. Soğuk savaş zamanının anti-komünist propaganda mayası tutmuştur. Ve Fransa hâlâ, biraz da kendi katkılarıyla başına örülmüş olan bu çoraptan kurtulmaya çalışmaktadır.
İşin gerçeği ise birkaç kelimeyle şudur: Nazi rejimi tekelci kapitalizmin fırlatmasıdır ve esasta sosyalist Sovyetler Birliği’ni yıkmak, sosyalizmin kökünü kazımak üzere yola çıkmıştır. Bu nedenle de, öteki emperyalist devletler tarafından teşvik edilmiş, desteklenmiş ya da hayırhah karşılanmıştır. Sonra, Hitlerci faşizmin ezilmekte olduğunu gören emperyalist devletler savaşa taraf olarak sosyalizmin önünü kesmeye çalışmışlardır. Normandiya çıkarması da, bu girişimin önemli adımlarından bir tanesidir. Normandiya’ya çıkarma yapanlar, gittikleri her şehirde, kendi yörelerini zaten kurtarmış olan anti-faşist direnişçiler tarafından karşılanmışlardır. Müttefik kuvvetlerin zayiatlarının neredeyse toplamı da, ya yanlışlıkla birbirlerini vurmaktan ya da Almanya sınırına varınca (zira buralarda kendi şehirlerini kurtarmış partizan kuvvetleri yoktur) orada patlak veren çatışmalardan  kaynaklanmıştır. Nazi Almanyası Doğu cephesinde (yani Sovyetlere karşı) 47 ay boyunca ve 250 tümenlik kuvvetle savaştı. Batı’da ise 11 ay boyunca ve 60 tümenle.. Savaşta yaklaşık 20 milyon Sovyet vatandaşı ölürken, ABD 250 bin kayıp verdi. Fransız Komünist Partisi ise faşizme karşı savaşta yaklaşık 70 bin militanını kaybetti!
Gerçek bu, gerisi ise hikayedir. Emperyalistler arası dalaşma, kafatasçı faşizm ve şoven iğrençliklerle halkların mücadele tarihini karalama çabasıdır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑