İnsanlık tarihinde yerini aldığı ilkçağdan bugüne “üniversite”, sayısız kez anlam, biçim ve konum değiştirmiştir. Her kavramda olduğu gibi üniversite kavramının bu değişikliğinde de, sınıflar arasındaki mücadele ve bu mücadelenin egemen tarafı genellikle yön verici, belirleyici olmuştur. ‘Doğadan ve insandan edinilen bilginin yine doğa ve insan için kullanılması amacını taşıyan sistemli bir etkinlik’ diye tanımlayabileceğimiz bilim kavramı da, üniversite kavramından önce tarih sahnesine çıkmıştır ve üniversite ile beraberlikleri dönemsel kesişmeler, zıtlıklar, ayrılıklarla doludur. Dolayısıyla üniversitenin toplumlar içindeki yerini, sadece ‘bilimsel bilginin üretildiği, toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin öncüsü kurumlar olmak’ olarak tanımlarsak eksik bırakmış oluruz.
Üniversite, içinde bulunduğu sistemin ihtiyaçlarına göre şekillenen akademik ve sosyal bir yaşam alanı, ideolojinin teorik ve pratik olarak yeniden üretildiği bir üretim sahasıdır. “Yeniden üretildiği” diyoruz, çünkü üniversiteye biçimini veren bir ideoloji zaten vardır ve o egemen ideolojinin, sahiplerinin dönemsel ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmesi gerekir.
Bir örnekle açıklayalım: Dünya ekonomisini büyük ölçüde sarsan 1929 bunalımının ardından, bu dönemde ayakta kalmayı başarabilmiş genç Sovyetler Birliği, dünya işçileri ve emekçileri içinde iyiden iyiye itibar kazanmıştı. Bunalımın etkilerini ağır bir biçimde hisseden Avrupa ülkelerinde sosyalizme yönelimin artması, burjuvaziyi işçi ve emekçilere sosyal haklar tanıma zorunluluğuyla yüz yüze getirmişti. Ancak ’70’lerin ikinci yarısından itibaren, hele ’90’lara gelindiğinde bu zorunluluğundan tamamen kurtulan burjuvazi, bu kez sosyal güvenliği çökertmenin, sağlığı, eğitimi özelleştirmenin hesabını yapmaya başladı. Bu hesapların teorik düzeyde savunulmasında ise, en önemli araç üniversiteler oldu. Üniversitelerin kamu yönetimi, işletme, iktisat gibi bölümlerinde bireysel emeklilik, toplam kalite yönetimi, esnek çalışma üzerine tezler hazırlanarak, bu saldırılar, modernliğin, kentliliğin, çağdaşlığın gerekleri gibi gösterildi. Böylelikle, burjuva ideolojisi kendisini yenilerken, üniversitelerden, bilimden yararlanmış, ideolojisini sağlamlaştırmış ve gerekli gördüğü yönleriyle yenilemiş oldu.
Bu yanıyla üniversite, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkinin yansımalarını görebileceğimiz bir alan, ama aynı zamanda, bu çelişkinin yok edilmesi sürecinin de önemli bir parçasıdır. Çünkü “modern” üniversiteler, toplumun genç ve dinamik bir kesiminin eğitildiği, “yüksek” derecede öğrenimden geçirildiği ve üniversitedeki akademik, sosyal, kültürel etkinliğin bir parçası haline getirildiği yerlerdir. Hukukçunun, teknisyenin, doktorun, maliyecinin, öğretmenin, mühendisin mesleki eğitiminin esas kısmını edindiği basamaktır. Topluma ve doğaya ait hemen hemen tüm alanlara dair tartışmaların ve öyle ya da böyle üretimin olduğu, bilim, teknoloji, kültür, sanat gibi birçok alandaki faaliyetin en çok yoğunlaştığı alanlardan biridir. Sınıflar arası çelişkinin bu alanlarda da elbette bir yansıyışı vardır ve bu alanlara dair söylenecek her söz, ortaya çıkacak her eylem bu çelişkinin bir parçası olacaktır. Tarih üzerine yürütülecek herhangi bir akademik çalışma, burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişkileri (doğru ya da yanlış biçimlerde de olsa) yansıtacak ve aynı zamanda içerdiği sınıfsal tutum ile bu çelişkinin bir yanında yer alacaktır. Atomun parçalanması ve atom bombasının bir işgal ve katliam aracı olarak kullanılması ya da dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen Galileo’yu yargılayan engizisyon mahkemeleri ve kiliseye güvenin azalmasıyla reform hareketinin Avrupa’yı sarması arasındaki bağlantı gibi örnekler, üniversite-bilim-iktidar arasındaki ilişkiyi ve üniversitenin, bilimin toplumsal değişim ve dönüşüm sürecindeki yerini ortaya koyuyor.
Üniversiteler, bugünün dünyasının iki ana sınıfı olan burjuvazi için de proletarya için de önem taşır. İki ayrı sınıfın da üniversiteye yaklaşımı, üniversiteden beklentisi, üniversiteye dair fikri ve eylemi vardır, olmalıdır. Nasıl ki burjuvazinin ve iktidarının bugün üniversitelerde fikri ya da maddi etkileri, yansımaları, sonuçları, dayanakları, beklentileri vb. varsa, işçi sınıfının da vardır. Bu yüzden işçi sınıfının partisinin de üniversitelere dair fikri ve eylemi var olmak zorundadır. İşçi sınıfının partisi tarafından üniversiteler, hem geleceğin aydınlarının büyük bir bölümünü oluşturan gençlerin, bilim ve eğitim emekçilerinin mücadeleye kazanılacağı hem de sınıflar mücadelesinde önemli olan her konuda (ekonomi, tarih, fen ve mühendislik bilimleri gibi) bir fikrin (diyalektik materyalist, bilimsel sosyalist düşüncenin) örgütleneceği alanlar olarak görülür. Üniversiteler, sahip oldukları akademik ve sosyal konum gereği, dünyayı, ülkeyi görme, tanıma ve bunlar üzerine yorum yapma şansının en fazla olduğu alanlardan biridir. Bilim, kültür, sanat, teknoloji, politika gibi birçok konuda merkez konumundadır ve bu yanıyla entelektüel hayatın da merkezindedir. Dolayısıyla bilime, kültüre, sanata yön vermenin yolu üniversiteden geçmek zorundadır. Üniversitenin bu “üretici” faaliyetinin önemli bir öznesi olan öğrenciler, aynı zamanda, ülkenin entelektüel geleceğinin de dayanaklarıdır. Burjuvazi için üniversite öğrencileri, kendi egemenliğinin gelecekteki sürdürücüleridir, ancak proletarya için de, burjuvaziye karşı mücadelesinin fikri ve pratik düzeyde bir parçası, önemli bir unsurudur. Burjuvazinin üniversitelerde kendi ihtiyaçlarına ters düşen, fikrî egemenliğini tehlikeye düşüren, yaymakta olduğu ideolojinin karşısında duran her fikri/hareketi/varlığı geleceğine dair bir tehlike olarak algılaması gibi, işçi sınıfı da, üniversite mücadelesini sadece bugüne değil aynı zamanda geleceğe dair, geleceğin entelektüel hayatına kendi dünya görüşünün egemen olması mücadelesi olarak önemli görür.
Burjuvazi, üniversitelere dair uzun soluklu ve geleceğinin garantisi saydığı hedeflerine ulaşmak için saldırılarını aralıksız sürdürüyor. Özellikle ekonomik ve siyasi açıdan tam anlamıyla bağımlılık koşullarının oluşturulmaya çalışıldığı günümüz koşullarında, bu politikaların yeniden üretilmesi ihtiyacı, burjuvazi için daha fazla aciliyet taşımaktadır. Üstelik uygulanan neoliberal politikalar, üniversiteleri hem fikrî hem de idari, ekonomik, bilimsel anlamda çembere almaktadır. Burjuvazi uzunca bir süredir bireyciliği, kapitalist ekonominin ‘yüce’ ilkelerini, burjuva ahlakını yaymaya çalıştığı üniversitelerde, bir yandan da baskıyı, özgürlükten yoksun bir üniversite ortamını örgütlemektedir. Yaratılmaya çalışılan, halktan yana olmayan, sermayenin çıkar ve istekleri doğrultusunda çalışan, gerektiğinde ses veren, gerektiğinde susmasını bilen üniversitelerdir.
Bugüne kadar YÖK merkezli bir yüksek öğrenim sistemiyle yapmak istediklerinin bir bölümünü başaran sermaye, bundan sonraki hedefleri için YÖK’ü yeterli saymamaya başlamış ve üniversite “reform”unu hazırlamakta gecikmemiştir. 23 yıllık geçmişi boyunca yığınları karşısına alan bir kurumu “özerklik, özgürlük” yalanlarıyla kaldırma fikri, bir reform olarak nitelendiriliyor. YEK adıyla tartışılan tasarının üniversitelerde sermaye egemenliğinin tam anlamıyla hayata geçmesini hedeflediğini, bununla birlikte, yoğun bir kadrolaşma ve eğitimin gericileştirilmesi çabalarından ibaret olduğunu görmekteyiz. Üniversite kürsülerinden savaş çığırtkanlığı yapılmakta, özerklik “kendi paranı kendin bul” anlamına gelmekte, bilimsel araştırmaların önü onlarca bürokratik ve ekonomik engelle tıkanmakta, merkezi bir yönetim anlayışıyla öğrenciler, öğretim görevlileri, emekçiler üniversite hayatının dışına itilmekte, üniversiteler adım adım pazarlara dönüştürülmekte, bilim ve teknoloji paraya eş koşulmakta ve daha birçok örnek üniversitelerin tablosunu ortaya çıkarmaktadır.
Bu tabloya rağmen, 21 Mart ders boykotu ya da YÖK-YEK tartışmalarına dair sempozyumların, öğrenci kulüplerinin, toplulukların katılımıyla örgütlenmesi, üniversitelerin sermayeye tümüyle teslim olmadığının göstergelerindendir. Üniversite gençliği –az ya da çok– bilimsel bilgiyle yüz yüzedir. Bilimsel bilginin her türlü gericilikle çeliştiği bir gerçekse, üniversite gençliğinin burjuvazinin dünya görüşüyle çatışmasının kimi zaman durgunlaşarak kimi zaman yükselerek var olacağı da bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle, işçi sınıfının devrimci partisinin üniversite gençliği içindeki konumu, yönelimi, dönemsel ihtiyaçları vb., partinin bu alandaki çalışmasının taşıdığı önem görülerek tartışılmalıdır. Emeğin Partisi’nin üniversitelerde çalışma yürüten genç militanları da, 21 Mart boykotları ile hatırladığımız bir dönemin ardından, yeni öğretim yılına YÖK-YEK tartışmalarının yoğunluğu içinde başlayan, 6 Kasım’da YÖK protestoları ile birlikte yeniden yoğun bir tartışma sürecine giren üniversiteleri tartışmak üzere, 28-29 Kasım tarihleri arasında düzenlenen Üniversiteler Konferansı’nda bir araya geldiler.
SONUÇLARIYLA ÜNİVERSİTE KONFERANSI
Üniversitelerde yürütülen çalışmanın tarzına, araçlarına, örgütlenişine, ihtiyaçlarına dair bugüne kadar çok defa yazılmış, çizilmiş, tartışılmıştır elbette. Ancak her tartışma, elde olan ve güncel somut veriler, döneme ilişkin geçerli tespitler ve bunlar üzerinden belirlenecek ihtiyaçlar doğrultusunda yapılır, yapılmalıdır. Bu nedenle, her tartışmadan çıkacak sonuçlar daha öncekilere belli yanlarıyla benzeyecektir elbette, ancak bunlar, işaret ettikleri güncel gerçekler ve durum nedeniyle birbirinden farklıdır. Üniversiteler Konferansı’nın da belirttiğimiz bu özellikleri taşıdığını görmek, tartışmalara ve sonuçlara dair kimi belirlemeleri yapmakla mümkündür.
Üniversiteler Konferansı’nda tartışılan üniversite çalışması, tüm yönleriyle, 3 Mayıs’ta yapılan Gençlik Konferansımızın gündemlerinden birini oluşturmuş ve bu alandaki çalışmamıza dair pek çok somut karar alınmıştı. 21 Mart boykotundan edindiğimiz deney ve çıkardığımız sonuçların da yol gösterdiği bu konferansımızda tespit etmiş ve kararlarımızda somutlaştırmış olduğumuz birçok konuyu, Üniversite Konferansı’nda bugünkü somut durum temelinde yeniden ele aldık. 21 Mart boykotu sonrasında pek çok kez tespit ettiğimiz çalışma tarzının, kol, kulüp, topluluk ve Öğrenci Temsilcileri Konseyi’ne yaklaşımımızın, “fikri akım olma”nın ve çalışmamızın daha pek çok yönünün somut verilerle tartışıldığı konferans, Emeğin Partisi’nin genç militanlarının üniversitelerde önümüzdeki dönem üstleneceği görev ve sorumlulukları yeniden belirledi.
“FİKRİ AKIM OLMAK”
Her şeyden önce üniversite gençliğinin sosyalizme kazanılması sorununun işçi sınıfı açısından bir gelecek sorunu olarak kavranması gerektiğini vurgulamış, bu alanda yürütülecek çalışmanın bu öneme uygun bir tarzda ele alınması gerektiğini söylemiştik. Bir dönemdir kimi vesilelerle bahsi geçen “fikri akım olma” hedefini bu doğrultuda yeniden tartışmak gerekir. Nedir bu “fikri akım olma” meselesi, nasıl olacaktır ve aslında neden olamamaktadır? Üniversitelerde, (nasıl olursa olsun) ülke ve dünya sorunlarının şu veya bu biçimde tartışıldığı, bunlarla beraber bilimsel alandaki herhangi bir gelişmenin/polemiğin/iddianın da tartışma konusu olduğu doğal ve canlı bir fikir hayatının varlığı kuşkusuzdur. Üniversiteli hemen hemen her genç de, en az iki yılını geçirdiği bu ortamda, herhangi bir akımdan etkilenecektir ve bu etki, sıklıkla anlaşıldığı gibi, herhangi bir akımı ya da örgütü temsil etme biçiminde değil (elbette bu ileri biçimde de olabilir, ama, genel tezahüründen söz ediyoruz), somut bir olaya ya da olguya karşı verilen tepkide alınan tutumda kendisini gösterir. “Fikri akım olmak”tan bahsederken, olmayan bir şeyi yaratmanın kastedilmediği, buradan anlaşılmalıdır. Üstelik üniversitelerdeki “fikri akımlar”ı yalnızca politik grup ve örgütlerden ibaret göremeyiz, zira üniversitenin tümü fikri akımlar ve onların etkileri kapsamında düşünülmelidir. Nasıl ki, burjuva gazeteler, kitaplar, dergiler, bunların yazarlarının herhangi bir sözü, eylemi bir akımın parçası iseler ve buna uygun olarak yazılıyor, çiziliyor ya da yapılıyorsa; bizim yazdıklarımız, söylediklerimiz, yaptıklarımız da, yaymak istediğimiz fikre uygun olmalıdır. “Fikri akım olmak” demek, var olan ve etrafında kitlelerin birleştiği egemen fikir karşısında yeni bir fikri ortaya atmak, bu fikir etrafında yeniden birleştirmek üzere kitleleri bölmek, eski, karşısına yenisini koyduğumuz egemen fikirde birleşenlerin bir bölümünü yeni fikre kazanmak demektir.
Çeşitli konular üzerinden örnekleyecek olursak; YÖK ve YEK sorununda oluşan iki cephenin varlığına rağmen, üçüncü bir cepheyi açmak derken, nasıl bir üniversite istediğimizi; bu soruya verilecek yanıt kapsamında demokrasiyi, bilimi, özerkliği tartışmaya açmak, bu cepheyi, ortaya koyduğumuz üniversite fikrini ve bu üniversite için nasıl bir mücadele gerektiği fikrini –kuşkusuz sosyalist– bir akım olarak örgütlemekten söz etmekteyiz. Demokrasi tartışmasını yürütmenin her alana uygulanabilir bir reçetesi elbette yoktur, ama öğrenci temsilcisinin seçilmemesi durumunda, demokrasiyi ve demokrasi için mücadeleyi tartışmak mümkün ve gereklidir. İnsan hakları haftasını resmi açıklamalarla geçiştirmeye çalışan hükümetin hak ve özgürlükler karşısındaki tutumunu tartışmaya açmak, hukuk fakültesinde zor olmayacaktır. “Işık hızı aşıldı, olaylar arasında neden sonuç bağlantısı yok, Einstein’in izafiyet kuramı iflas etti” safsatalarına bir cevap vermek gerekecekse, bunu yapmanın en olanaklı olduğu bölümler, fizik ve fen bilimleri bölümleridir. Yaşanan örneklerden biri olan, ABD’nin Irak saldırısından önce savaş karşıtı mücadelenin üniversitelerde yükseldiği dönemde, “savaşın durdurulamayacağı, zaten safımızın ‘müttefik’ ABD’nin yanı olduğu, küresel teröre karşı mücadele etmenin zorunluluğu” gibi burjuva fikirlerle mücadele içinde örgütlenen eylemler, tam da bu fikirlerin karşıtı olan savaşın durdurulabileceği fikri etrafında kitleleri birleştirerek gerçekleştirilmişti. Fransa’da iktisat öğrencilerinin verilen iktisat eğitimi karşısında giriştikleri post-otistik iktisat hareketi, yalnızca Fransa’da değil dünyanın birçok ülkesinde tartışılmış, öğrencileri ve azımsanamayacak sayıda akademisyeni birleştirilmişti. Türkiye’de de iktisat ve ekonomi toplulukları tarafından takip edilmiş, yaygınlaştırılmaya çalışılmıştı.
Üniversitelerde derslerde işlenen konular ya da yürütülen tartışmalar da, değiştiremeyeceğimiz, ülke ve dünya gündemiyle birleştiremeyeceğimiz bir içeriğe sahip değildir. Hedeflenen, “fikri akım olmak” ise, yapılacak şey; var olan tartışmaların, gündemin içinde doğru bir fikri, uygun biçimde ortaya koymak ve üniversite gençliğini bu fikir etrafında birleştirmektir. Bunu yapmak için, illa ki birimlerin, organların “fikri akım olma”yı karar altına alması gerekmez ya da bu kararı alarak bunun başarılabileceğini düşünmek yanlış olur. Bugün fikir akımı olalım diyemeyeceğimiz gibi, ortada herhangi bir şeye dair bir fikir ve bu fikir etrafında kitleleri örgütlemek için bir adım ya da eylem yoksa, üniversite gençliğini fikir hareketi yaratmaya çağırmanın da anlamı yoktur. Burada önemli olan, söylediklerimizin ve yaptıklarımızın kitleler tarafından anlaşılması, bunlar aracılığıyla belirttiğimiz fikirlerin, yine kitleler içinde tartışılarak onlar tarafından sahiplenilmesini sağlamaktır. Neyi, nasıl ve nerede tartıştıracağımızı ve yapacağımızı bilmek içinse, kitleler içine nüfuz edebilmek, aynı havayı solumak, görmek, duymak, yani yaşamın üniversitedeki pratik bilgisine sahip olmak gerekir. Bu, olmazsa olmaz, sınıflar temelinde yürütülecek birim çalışmasını zorunlu kılar.
SINIFLAR TEMELİNDE BİR ÇALIŞMA
Her gün onlarca öğrencinin bir araya geldiği “doğal” birimlerdir sınıflar. Çalışmamızda temel alacağımız “birim” sınıflar ve o sınıfların doğal üyeleri olmalıdır. Her gün yüz yüze geldiğimiz öğrencilerden oluşan sınıflar, günlük politikayı taşıyacağımız ve tartışacağımız, tartışmaları birbirine bağlayacağımız alanlardır. Bununla beraber, sınıflar, sadece parti politikalarını taşımakla da yetinemeyeceğimiz, başka ortak yaşam alanlarında da bir araya geleceğimiz, evde, yurtta, toplulukta, sinemada, tiyatroda dünyayı birlikte anlamaya ve yorumlamaya çalışacağımız alanlardır. Binlerce öğrencinin okuduğu kampuslarda ya da fakültelerde genel bir çalışma yürüterek “fikri akım olma”ya çalışmak, olsa olsa okyanusta çubukla dalga yaratmaya benzer. Harcanılan emek ve enerjinin çok azını verim olarak geri alabiliriz. Herhangi bir kantinde 2 gazete satmak (bunu küçümsediğimiz ya da yapılmaması gerektiği için söylemiyoruz), sınıfta iki kişiye gazete okutmakla eşdeğer görülemez. Birim örgütlenmesi biçimsel bir şey değildir; örgütümüzü ikişerli ya da üçerli gruplara ayırmaktan ibaret olduğu düşünülmemelidir. Her sınıftaki her Emek Genci, orada mücadeleyi, mücadele fikrini temsil eder ve örgütler. Bir Emek Genci’nin olduğu sınıfta 1 Mayıs’ı tartışıp hazırlık komitesi oluşturmak, 1 Mayıs çalışmasını birlikte yürütmek ve alana bu sınıfın büyük bir kısmıyla gitmek; yaşanmış örnekler arasındadır ve olanaksız da değildir. Boykot tartışmasını sınıfta sürdürüp o gün yapılacak sınavın sınıfın tümünün bir araya gelmesiyle iptal ettirilmesi ve sınıfın boykota katılması da, buna benzer bir örnektir.
Yine bazı üniversitelerdeki arkadaşlarımızın sınıflarında düzenli toplantılar örgütlemeleri, bu toplantıları üniversitenin günlük yaşamının, dünya ve ülkedeki gelişmelerin tartışıldığı platformlara dönüştürme çabaları, bunu yapmak için ortaya koydukları atak, doğal, açık ve ısrarcı tutumlar öğretici ve yaygınlaştırılması gereken tutumlardır.
Burada önemli olan, sınıfın tamamının tartışmaya katılımını sağlamak ve ortaya kolektif bir fikir ve eylem çıkarmak, tartışılan fikrin, ortaklaşa düşünülen ve gerçekleştirilen bir eyleme dönüşmesini sağlamaktır.
Genellikle düştüğümüz bir yanılgıda olduğu gibi, birim çalışmasının yürümediği durumlarda, bunun nedeni, birim örgütünün bir kişiden oluşması değildir; çalışmanın, birimin özgün koşullarına uygun bir çalışma olarak doğru örgütlenemeyişidir. Karşımıza çıkan her zorlukta sınıf temelli çalışmadan vazgeçmek, bizi darlaşan bir “ortalık çalışması”na götürecektir ki, böyle olduğunda karşılaşacağımız zorluklar daha büyüktür. Bu yüzden, sınıflar temelinde çalışmakta ısrar etmeli ve bunun için doğru yol ve yöntemler, araçlar geliştirmeliyiz.
“Fikri akım olmak” için kullanılabilecek sayısız araç, hem üniversitenin ve yaşamın içinde hem de partimizin deneyim, birikim ve politikalarındadır. Öğrenci topluluk ve kulüpleri tarafından çıkarılan yayınlar, kültür, bilim ve teori dergilerimiz bu araçlar içinde sayılabilir. Üniversitelerin sosyal, kültürel ve fikri hayatında önemli bir yeri olan kol, kulüp ve topluluklar, çalışmamız içinde bu önemle ele alınmalıdır. Kol, kulüp ve topluluk gibi öğrenci örgütleriyle beraber, sınıf temelli bir çalışmadan söz ederken bir kenarda bırakamayacağımız Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK)’ne yaklaşımımız ve bunun pratik yansımalarından çıkarılan sonuçları da değerlendirmeliyiz.
KULÜP, TOPLULUK VE ÖTK: NASIL BİR ÇALIŞMA?
Kol, kulüp, topluluk, ÖTK gibi örgütlerin her birinin ayrı amaçlar için kurulduğunu ve her birinin birer öğrenci örgütü olduğunu biliyoruz. Emek Gençliği, her dönem bu öğrenci örgütlerini ve onlar içinde mücadeleyi önemsemiştir. Bu örgütlerin içerisinde yer alarak, onları anti-emperyalist, bağımsızlıktan, demokrasiden, halktan yana, üniversitenin, bilimin özgürlüğü için mücadele eden örgütler haline dönüştürmek, Emek Gençliği’nin üniversitelerdeki mücadelesi bakımından her zaman önemli bir gündem olmuştur. Konferansımız; kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ları, bu önemine uygun biçimde ele alarak, 3. Genel Konferansımızdan bu yana bu örgütleri ele alışımızı değerlendirerek, önümüzdeki süreçte bu örgütlere yönelimimizi ve tarzımızı belirleyecek önemli değerlendirmeler ve zengin örneklerle tartıştı. Üniversitelerdeki mücadele tarihimiz, bu örgütlerin mücadeleye dahil edilmesi bakımından önemli deneyimleri bağrında taşımaktadır. Geçmiş yıllarda formasyon, yemekhane zamları, ulaşım ücretleri vb. için yürütülen mücadelede edinilen kazanımlarda, bu örgütlerin sayılan talepler etrafında birleşerek mücadele etmiş olmaları belirleyici olmuştur. ÖTK, kol ve kulüplerin anlamına uygun biçimde ele alınıp doğru değerlendirildiğinde nasıl birer mücadele örgütüne dönüştüğünün ve üniversitenin tamamına seslenen ve onu harekete geçiren bir rol oynadığının en çarpıcı örneği ise, ABD’nin Irak’ı işgali döneminde ve özellikle 21 Mart’ta ortaya çıkmıştır. Gençlik örgütümüz bakımından bu alanlardaki çalışmanın, buralara girerek birkaç kişinin “örgütlenmesi”, bir kulüp kurma ya da işimiz düştüğünde gidip kapısını çalma vb. yaklaşımlarını büyük oranda aştığını söylemek mümkündür; ancak bu, bu alanları ele alışımızda hiçbir sıkıntı olmadığı anlamına gelmemektedir. Tüm mücadele birikimlerimize rağmen, hâlâ kol, kulüp ve ÖTK’ları üniversitelerdeki önemine uygun biçimde değerlendirmediğimiz/değerlendiremediğimiz bir gerçek. Buraları dar bir bakış açısıyla ele almak, bu dar ele alışın doğal sonucu olarak onları mücadelenin bir bileşeni haline getiremediğimizde de, “buradan bir şey çıkmaz” diyerek buralara sırtımızı dönmek, hâlâ karşılaştığımız bir tutum.
Şu açıktır ki, buralara sırt çevirmek, üniversiteleri talepleri etrafında örgütlü bir mücadeleye sevk etme iddiasından vazgeçmek değilse, bunu bilinmeyen bir zamana ertelemektir. ÖTK’ların tüm üniversite öğrencilerinin doğal olarak üyesi bulunduğu öz örgütlülüklere dönüştürülmesi mücadelesinin sürmesi bir yana, bugün işlevsizleştirilmesine, çoğu zaman seçilmemesine ya da baskın seçimlerle belirlenmesine, engellenmesine göz yumulamayacak ÖTK’ların pek çok üniversitede bir öz örgütlülük halini alamadığı, oynaması gereken rolü oynayamadığı bir gerçek. Ancak unutmamak gerekir ki, ÖTK’ya anlamını veren, bugünkü konumu, durumu ve hareketi değil, içinde barındırdığı olanaklardır. Dolayısıyla ÖTK’ların üniversiteli gençlik mücadelesinde oynayacağı rolü bir üst seviyeye çıkarmak, ancak ve ancak bu olanakları doğru değerlendirmekle başarılabilir. Seçimlerinde aday göstermekle, yaklaşık bir aylık süreçte ÖTK’yı öğrencilere anlatmakla ve baskın seçimleri, atamaları vb.yi teşhir etmekle yetinilen bir çalışmanın ise, ÖTK’yı işlevine uygun bir mevziye dönüştürmesi sağlanamaz/beklenemez. Nasıl ki, fabrikaların tümü, sendikalaşma mücadelesinin bugün değilse yarın mutlaka tartışılacağı alanlar olacaksa, sınıflar da, ÖTK’nın günbegün tartışıldığı alanlar olmak durumundadır. Üstelik sadece tartışılacağı değil, bizzat örgütlenmesi sağlanarak, ÖTK’nın sadece sınıf partisinin genç militanları ve taraftarları için değil, tüm bir üniversite gençliği için “anlamlı” bir örgüt olmasının önü açılacaktır. ÖTK’ların, bahsedildiği biçimde mücadele merkezlerine dönüştürülerek, özerk, parasız, bilimsel, demokratik bir üniversite uğraşına –doğal üyesi olan– tüm üniversite gençliğinin dahil edilmesini ve olması gereken biçimiyle gericiliğin ve emperyalizmin tüm saldırılarına karşı gerçek yeri olan emekçi halk yığınlarından ve proletaryadan yana saf tutmasını sağlamanın nasıl mümkün olacağı ise, mücadele tarihimizdeki birçok örnekle cevaplanmış durumdadır.
Öğrenci temsilcilerini bir tartışmanın sınıfındaki/bölümündeki/fakültesindeki yürütücüsü ve örgütleyicisine dönüştürmek, ÖTK’nın bugün içinde bulunduğu duruma rağmen, imkansız değildir. Kaldı ki, ÖTK’ya asıl anlamını verecek, onu olması gereken mevziye taşıyacak olan da budur. ÖTK seçimleri öncesinde sınırlı bir propaganda çalışması yürütüp, temsilci seçilmek, tek başına ÖTK’yı kazanmak değildir. Asıl kazanım, edinilen mevzide doğru işler yapmaktan geçer. Bu konuda dar, sınırlı bir yaklaşımdan çok, olabildiğince geniş düşünmek, temsil edilen öğrencilerin bütününe yönelik (bu, bir sınıf da olabilir, bir fakülte de) bir çalışma örgütlemek gerekir. Örneğin biyoloji bölümünde bir sınıfta kazanılan öğrenci temsilciliğinin, sadece politik konulara dair kendinden menkul işler planlanacak bir mevzi olarak değerlendirilmesi eksik olacaktır. İnsan Genomu Projesi, insanın gen haritasının çıkarılması, organik tarım gibi konulara dair de pek çok tartışma yürütülebilir ya da felsefe bölümünde Matrix’i ve “felsefesini” tartışmak da mümkündür. ÖTK’yı sadece belirli gün ve dönemlerde hatırlayıp, birleştirmeye çalışacağımız temsilcilerden ibaret görmeyip, bugünkü konumunu da değiştirecek bir tutum içine girmek gerekir. Her öğrenci temsilcisini, bir sınıfa/bölüme/fakülteye ulaşma aracı ve buraları harekete geçirmesini sağlayacağımız, bu nedenle de, beraber hareket etme, iş yapma çabası içinde bulunmamız gereken öğrenciler olarak görmek gerekir. Zaten öğrenci temsilcileri de, ancak, yapılacak bir iş etrafında, bu işi yaparak birleştirilebilir. Sorun böyle ele alındığında, ÖTK, üniversite hareketinin sadece bir katılımcısı değil, örgütleyen bir parçası haline gelecektir.
ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde, partimizin girişimiyle düzenlenen Uluslararası Barış Konferansı’nın ardından, bu konferansları yerellerde özellikle üniversitelerde yaygınlaştırma çabaları içinde önemli örnekler gerçekleşmişti. Ankara Meslek Yüksekokulu’nda düzenlenen Barış Konferansı, 20’den fazla öğrenci temsilcisiyle yürütülen tartışmalar sonucu, ÖTK’nın bir etkinliği olarak örgütlenmiş, okuldan yer talebinden duyurulara (okulda afiş, bildiri gibi ‘politika’ araçlarının yönetim tarafından engellerle karşılanmasına rağmen, savaşa karşı ‘politik’ içerikteki afişler asılabilmişti), sınıflarda çağrılarının yapılmasından öğrencilerin taşınmasına kadar tüm işler temsilcilerle beraber planlanmış ve 500 öğrencinin (öğrencilerin hemen hemen tamamının) katılımıyla gerçekleştirilmişti. Boykot çağrılarının yapıldığı bu konferansın ardından okulun boykota tam katılımı ve konferans gibi boykotun da geniş bir çevreyle örgütlenmesi sağlanmıştı. Bu örneğin önemli yönlerinden biri, savaşın sadece tartıştırılmadığı, ama aynı zamanda, savaşa karşı durmak için ÖTK’ya düşen sorumluluğun da ortaya çıktığı biçimde örgütlendiği gerçeğidir. Yalnızca bu örnekten bile hareketle, ÖTK’nın politik bir yaklaşım içinde olmasının sağlanamayacağı, ‘politik’ meselelerin sadece dar çevrelerle tartışılıp örgütleneceği fikrinin de gerçeği yansıtmadığını görmek gerekir.
KOL, KULÜP VE TOPLULUKLAR
Üniversitelerin sosyal, kültürel ve fikri hayatında önemli bir yeri olan kol, kulüp ve topluluk gibi örgütlerin tek tek bireylerde ya da gruplarda uyandırdığı anlam neyse, bu örgütlere yaklaşımı ve onlar içindeki varlığı da buna göre şekillenecektir. Sadece fotoğraf çekmeyi öğrenmek için fotoğraf topluluğuna giden bir öğrenci, toplulukta bu beklentilerine karşılık gelecek bir varlık gösterecektir. Bir topluluğa, içinde var olmak, olursa birkaç kişiyi “kazanmak” için giden bir öğrenci de, burada değiştirici, etkin bir pozisyonda olmayacaktır. Sıkça düşülen bir yanlış tutum da, bu alanları “yeri geldikçe kullanılacak” ya da “kendi gelişimi için gidilen”, dışarısında durulan, kendisini dahil etmediği örgütler olarak görmektir. Oysa kol, kulüp ve topluluklara yaklaşımımız ne kadar doğruysa, onlar içindeki pratik ve fikri etkimiz de o kadar güçlü ve yerinde olacaktır. ODTÜ’de örgütlenen 21 Mart boykotunda toplulukları bir tartışma, değişme ve değiştirme alanı olarak gören, buralara politikasını götürmekten sakınmayan, boykot fikri etrafında bir birliktelik örgütlenmesini sağlayan anlayışın sonucu, toplulukların çağrısıyla 2500 kişilik öğrenci eyleminin gerçekleşmesi mümkün olmuştu. Ankara Emek Gençliği’nin düzenlediği “Nasıl bir Üniversite İstiyoruz?” sempozyumuna topluluk yönetici ve başkanlarının katılarak sunumlar yapması da, topluluk çalışmamızın doğru biçimde yürüdüğünde etkisinin ve sağladığı olanakların dönemsel olmayacağını, süreklilik kazanan bir niteliğe bürüneceğini gösteriyordu. Dicle Üniversitesi’nin Batı illerindeki üniversiteler tarafından ziyaret edilmesi için, kimi toplulukların (ODTÜ’den Uluslararası Gençlik topluluğu ve Amatör Fotoğrafçılık Topluluğu) bu ziyaretin örgütleyicisi olmak istemesi de, aslında pek çok fikrin kol, kulüp ve topluluklarda tartışılabileceğini, ve bu örgütlerin, kendimizi dönem dönem içine hapsettiğimiz sınırlı çevreden daha ileri tutumlar alabileceğini açıkça ortaya koyuyor. Kol, kulüp ve topluluklar, yaşamla bağı olmayan, üniversitenin, ülkenin ve dünyanın sorunlarından bihaber örgütler değildir. Kendi içinde darlaşmış, bir grup ‘müdavim’in bir araya geldiği soyut tartışma ortamları haline gelmiş topluluklar yerine hareketin canlı bir unsuru olan topluluklar, ancak onlar içinde düzenli ve sürekli bir varlık, topluluğun ileri bir parçası olmak, daha fazla öğrencinin topluluk ve kulüplerde olması için çaba göstermek; Emek Gençliği’nin örgütlenmesini önemsediğimiz kadar toplulukların örgütlenmesini önemsemek ve birincisinin var olabilmesi için ikincisinin de gerektiğini bilmekle olabilecektir. Buradan çıkarılacak sonuç, Emek Gençliği’nin, kulüpleri, toplulukları örgütlemek üzere var olan bir örgüt olduğu değildir elbette; üniversitenin ve ülkenin sosyal, kültürel ve entelektüel yaşamında toplulukların yerinin güçlendirilmesi, işçi sınıfının bilimsel ideolojisiyle, sosyalizmle birleştirilmesi çabasının buna uygun bir içerik ve devamlılık taşıması gerektiğidir. Toplulukların etkinliklerinin olmaması, okul yönetimlerince engellenmesi, topluluğa çok az öğrencinin gelmesi ya da “soyut” tartışmalar yürütülmesi, bu çalışmanın gerekliliğini ortadan kaldıracak bahaneler değildir.
ÜNİVERSİTELERDE DEMOKRASİ MÜCADELESİ,
DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE ÜNİVERSİTELER
Üniversitelerde tartışılacak ve üniversitelerin üzerinden fikren bölünüp yeniden birleştirilmesi gereken sorunların –hemen hemen tüm ülkede olduğu gibi– çoğunun gelip düğümlendiği nokta, demokrasi sorunudur. Partimizin demokrasi mücadelesinde önemli bir rol biçtiği üniversiteler, demokrasi sorununu bizzat yaşamakta ve demokrasi mücadelesinde birleşecek kesimlerin çoğunu barındırmaktadır. YÖK-YEK tartışmalarının –bir süredir durulmuş gibi görünse de– sürdüğü, üniversitelerin özerkliğinin sermayenin hizmetinde piyasa kurallarının işlemesi gibi sunulduğu, baskıcı ve özgürlükten uzak üniversite modelinde bir değişikliğin olmadığı aksine soruşturmaların arttığı bir dönemde, demokrasiye en çok ihtiyaç duyanların, öğrenciler, bilim ve eğitim emekçileri olduğu açıktır. Bir grup aydın ve sanatçının halka ve kuşkusuz ülkedeki aydın, sanatçı ve bilim insanlarına yapmış olduğu Demokratik Türkiye İçin Çağrı, bu nedenle en fazla üniversitelerden cevap almalıdır. Bu çağrı, YÖK’ün kaldırılması ve üniversitelerin demokratikleşmesi talebini de içermektedir. Demokrasi mücadelesine akademisyenlerin, öğrencilerin ve üniversite emekçilerinin katılımını sağlamak üzere, bu çağrı yaygınlaştırılmalıdır. Akademisyenlerin demokrasi tartışmalarının bir parçası olmaları, Türkiye’de demokrasi sorununa dair çalışmalar yapmaları, üniversite öğrencileriyle demokrasi sorunlarının tartışılması ve üniversitenin “demokratik üniversite, demokratik Türkiye” talebi etrafında birleştirilmesi gerekir. Buraya kadar belirttiğimiz birçok sorun ve çalışma da, Demokratik Türkiye çağrısının desteklenmesini ve yaygınlaştırılmasını, ileri adımlarının atılmasını zorunlu kılıyor. Yürüteceğimiz tüm çalışmaların, atacağımız her adımın önemli bir dayanağı olarak görmemiz gereken demokrasi mücadelesinin yükseltilmesi sorunu, bu anlamda, kısa dönemlik ve dışında olduğumuzu sanacağımız bir sorun değildir. Bugün önümüzdeki görev ve sorumlulukların tümünü de bu sorun içinde değerlendirmek, üniversitelerin toplumsal sorunlar karşısında sorumlu ve halktan yana üniversiteler olmasının önemli bir dayanağı olacaktır. Aydın ve sanatçıların bu girişimi, baskıların, demokrasisizlik ortamının dağıtılmasının ve üniversite hayatını çevreleyen kabuğun kırılmasının önemli bir olanağı olacaktır.
KÜRT AYDIN GENÇLİĞİ VE BÖLGE ÜNİVERSİTELERİ
Demokrasi sorununun en yoğun yaşandığı, baskının alabildiğine derinleştiği bölge üniversitelerinde bu girişim etrafında yürütülecek çalışma özel bir önemle ele alınmalıdır. Kürt sorunu karşısında partimizin aldığı mücadele tutumunun bölge üniversitelerinde okuyan binlerce Kürt genci tarafından sahiplenilmesi hâlâ bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Bölgedeki üniversite örgütlerimiz “Kürtleşme”yi bir yönelim olarak kavrarken, Kürt dilinin, kültürünün, edebiyatının geliştirilmesi konusunda da üzerine düşen görevlere uygun, bu zenginliği barındıran bir çalışma sürdürmelidir. Emek Gençliği çalışması bölge üniversitelerinde Kürt özgünlüğünü taşımalı, çalışmanın ihtiyacı ve araçları buna göre şekillenmelidir. Bölge üniversitelerinde demokrasi Batı illerinden farklı tartışılmalı, Kürtçe yayın konusu, insan hakları sorunu ve daha birçok konuda bölge üniversiteleri, öğrencilerinin tavrını ortaya koyacak çalışmalar örgütlenmelidir. Ancak bölge üniversiteleri ve Kürt sorunu, sadece Doğu illeri ile tarif edilemez ve bu sorunlara dair çalışma sadece bölge illerinden beklenemez. Yaşadığı pek çok olanaksızlığa rağmen, kendi koşulları ile kıyasladığında pek çok ‘Batı’lı öğrenci, bölge üniversitelerini ‘dayanılmaz’ bulacaktır. Bu koşulları bilmekse, Kürt sorununu, çifte standardı, iki YÖK üniversitesi arasındaki farkların nedenlerini düşünmeye zorlayacaktır. Bu nedenle, hem Kürt sorununun ‘Batı’da da kavratılması hem de bu soruna karşı bölge üniversiteleri ile birlikte yapılabilecekler tartışılmalıdır. Bu anlamda Dicle Üniversitesi’nin Batı üniversiteleri öğrencileri, topluluk, kulüp ve ÖTK’ları, akademisyenleri tarafından ziyaret edilmesi için başlatılan çabalar ilerletilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Bu çaba, Batı üniversiteleri öğrencilerinin sorunu yerinde görme ve kavramalarını, bölge illerindeki üniversitelerin acil sorun ve taleplerini kendi sorun ve talepleri olarak ele almalarını ve önümüzdeki süreçte doğu ve batı arasındaki, Kürt ve Türk gençleri arasındaki bu bağın geliştirilmesini sağlamak amacını taşımaktadır.
Bununla beraber hem Bölge üniversiteleri hem de Batı üniversiteleri için önemli bir araç olan Tiroj dergisi yeniden ele alınmalıdır. Bölge üniversiteleri bakımından sadece dağıtılacak ya da okunması sağlanacak bir dergi değil ama aynı zamanda yazılacak ve yazılması sağlanacak bir ifade aracı olarak görüldüğünde, Tiroj’un Kürt gençleri için taşıdığı anlam birkaç kat daha artacaktır. Batı illerinde ise, Kürt dilinin, edebiyatının, kültür ve sanatının tanıtılmasında, Kürt sorununun tartışılmasında Tiroj’un önemli bir işlevi olduğu ve olacağı açıktır. Üniversitelerin tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji, halkbilimi gibi bölümlerinde özel olarak ele alınması, bu bölümlerde Kürt kimliği, dili ve kültürüne dair yayılmaya çalışılan gerici fikirlere karşı mücadelede bir silah olarak değerlendirilmesi, Tiroj’un sadece Kürtlerin değil tüm üniversitenin tartışacağı bir dergi olmasını sağlayacaktır.
YAYINLAR VE GAZETE ÜZERİNE
“Fikri akım olmak” için kullanacağımız ve bu anlamda çalışmadaki yeri vazgeçilmez olan yayınları ele alışımızı çoğu zaman örgütümüzün okuması ile sınırlamak, yayınlarımızın önemini görmemek, çalışmayı zenginleştirecek bu olanakları kullanmamakta ısrar etmek anlamına gelir. Evrensel Kültür, Özgürlük Dünyası, Bilim Eki ve Tiroj dergileri üniversitelerde örgütleyeceğimiz fikirlerin kitleler içinde yayılması ve tartışılmasının birer aracıdırlar. Yayınlarımızı, kendilerinin ve alanın özgün ihtiyaçları göz önünde bulundurarak, çalışmanın bir dayanağı yapmak, üniversitelerdeki tüm kısır, geleceksiz, kof fikir ve hurafelerin karşısına bilim ve sosyalist kültürün, teorinin zengin birikimiyle çıkmanın yoludur.
Yayınlarımız, üniversite çalışmamızı zenginleştirecek sayısız olanağı barındırmaktadır. Örneğin; Tiroj’un 5. sayısında yayımlanan “80. yılında Cumhuriyet ve Kürtler” dosyası, demokratikleşme tartışmaları ve bu kapsamda Kürt tarihinin ve sorununun kavranması için eşi bulunmaz bir kaynaktır. Yine Evrensel Kültür’ün 144. sayısında yayımlanan “Sosyal Bilimlerin Bugünü” başlıklı dosya, 200’ün üstünde akademisyenin bildiri sunduğu bir kongrenin yapıldığı bir ayda tarih, felsefe, sosyoloji hatta iktisat, uluslararası ilişkiler, maliye bölümlerinde, sosyal bilimleri ve üstlendiği görevleri, üniversitelerin “sosyal” ve “bilimsel” sorumluluklarını tartışmak için son derece geniş olanaklar sunmuştu. Bilim dergisinin 8. sayısı, özellikle biyoloji bölümlerinde sosyobiyoloji safsatasına karşı bir araç olarak kullanılabildiğinde hedefine ulaşacaktır. Daha birçok örnek verilebilir belki, ama önemli olan husus, yayınları, egemen burjuva ideolojisine karşı verilecek ideolojik mücadeledeki donanımımız, cephanemiz olarak görmektir.
Buraya kadar değindiğimiz her mesele (fikri akım olma, topluluk, kulüp ve ÖTK çalışması, demokrasi sorunu, sınıf çalışması, yayınlar, Kürt sorunu…), esasta günlük, düzenli bir çalışmaya dayanmaktadır ve bunun aracı günlük gazetedir. Sınıflara politika taşımanın da, demokrasi sorununu tartıştırmanın da, üniversiteleri işçi sınıfı mücadelesiyle birleştirmenin de yolu, gazetenin çalışmada temel olarak ele alınmasıdır. Günlük gazete, kolektif bir örgütçü olmakla beraber, bir aydınlatma aracıdır ve bu nedenle, bir örgütleyici olarak, ama aynı zamanda, işçi sınıfının dünya görüşünün geniş kitlelere ulaştırılmasının aracı olarak çalışmada yerini almalıdır. Burjuva ideologları her gün gazetelerdeki köşelerinden safsatalarını yayarken, işçi sınıfının dünya görüşünün üniversitelerde karşıt cephe örgütlemesini sağlamak, bu görüşün günlük yaşamdaki yansımasının üniversitelerde varlık göstermesini gerektirir. Üniversite yaşamının günlük gazeteye yansıması, sadece haber, röportaj biçiminde değil, bunlarla beraber üniversitede yürütülen tartışmaların, araştırmaların, fikirlerin de yer alacağı bir biçimde düşünülmelidir. Bugüne kadar ortaya çıkan tablo, gençlik ekimizin varlık nedenlerine uygun tarzda değerlendirilemediğini göstermektedir. Bunun nedenlerinden birisi, gençlik ekimizin içeriğinin çalışmanın hedeflerine tam bir paralellik arz etmemesi ise, bir diğeri de, örgütümüzün gençlik ekini çalışmanın bir aracı olarak görüp, içerik ve biçimini değiştirecek, besleyecek, zenginleştirecek bir çaba içine girmeyişidir. Gençlik eki karşısında aldığımız tutum, eksiklik ve ihtiyaçlara göre yenilenmelidir. Gençliğin nabzını tutacak bir gençlik eki için, haber, mektup, röportaj vb. hazırlamanın yanı sıra inceleme, araştırmalar yapmak, gündeme dair söyleyeceklerimizin bir kürsüsü haline getirmek için kalemi elimize almadan, gençlik ekinde de bir yenilenmenin olmayacağı açıktır.
Partimizin 3. Genel Kongresi gazete temelinde bir çalışma sorununu, tartışmak üzere değil çözmek üzere ele almıştı. Üniversiteler Konferansı, sorunun ele alınışı ve öneminin kavranması bakımından ileri bir noktada olduğumuzu göstermiştir. Çalışmamızda ilerlemenin olduğu alanlarda gazeteye dair adımların atılmış olması ve çalışmadaki ilerlemenin önemli yanlarıyla gazetenin çalışmanın merkezine alınmasına bağlı olduğu, bunun göstergelerindendir. Bulunduğumuz yerden bir sonraki noktaya sıçramak için adımlarımızı genişletmek ve hızlandırmak durumundayız. Günlük gazete konusunda aldığımız tutum ve gösterdiğimiz çaba ilerlemeden, örgüt çalışmamızın ilerleyen hedeflerine ulaşmamız mümkün değildir. Çalışmadaki her ileri hedef, kendisiyle beraber günlük gazetenin çalışmadaki yerini (nasıl ve ne düzeyde kullanıldığı, aydınlatma aracı ve bir örgütçü olarak ele alınıp alınmadığı) ilerletecek hedeflere de sahip olmalıdır.
SONUÇ OLARAK
Üniversiteler Konferansımızda çalışmamızın içeriği, biçimi ve önümüzdeki döneme dair yönelimleri, ihtiyaçları ele alınmış, çalışmamıza dair daha önce de yazılan, söylenen kimi noktalar (ÖTK, topluluk, yayınlar gibi) somut durum ve somut durumun ihtiyaçları üzerinden yeniden değerlendirilmiş, kimi noktaların ise bir kez daha altı çizilmiştir. Bu Konferansı, üniversitelerde bulunduğumuz yerden ilerlemek üzere ve bir an önce adımlarını atacağımız bir örgütsel hamle olarak değerlendirmeliyiz. Var olan durumu değiştirerek daha ileri bir noktaya götürmeden, konferansımızın önümüze koyduğu görev ve sorumlulukları atılganlık ve heyecanla omuzlamadan, Konferansın bir örgütsel hamle olamayacağını görmeliyiz. Genç aydın kuşağının sosyalizm fikrine kazanılması mücadelesinde atacağımız her ileri adım, bir sonrakine yükseleceğimiz bir basamak olmalı, çalışmamızın deneyim ve birikimleri, bu anlamda eşsiz bir kaynak olarak görülmelidir. Attığımız adımların ilerletilmesi ve sürdürülmesi için bu kaynak her zaman bir dayanak olacaktır.
İşçi sınıfının iktidar mücadelesi çok yönlü bir mücadeledir; bu mücadelenin üniversitelerde can bulması ve zengin ve iddialı bir anlayışla yürütülmesi zorunludur.
Üniversitelerde çalışmamızın her gün yeniden örgütlenmesi demek, yarın ülkenin birçok yerinde, birçok iş koluna dağılmış meslek hayatına ve ülkenin entelektüel geleceğine her gün bir birikim aktarmak demektir. Üstlendiğimiz görev ve sorumluluklar bu yanıyla daha acil ve daha vazgeçilmezdir.
Bu dikkat ve bilinçle atacağımız adımlar boşlukta kalmayacak, devrim ve sosyalizm yolunda hedefini bilen adımlar olacaktır. Konferansımız, hepimizi bu yolda adımları ilerletmeye ve genişletmeye çağırıyor. Bu görevi başarmak için hep birlikte seferber olalım!