Türkiye’de Gezi Parkı merkezli başlayıp, “her yer Taksim, her yer direniş” çağrısı ile Haziran ayı boyunca bir halk ve gençlik hareketi olarak tüm ülkeye yayılan protesto ve gösterilerin yoğunluğu düşmüş durumda. Bu protesto, gösteri ve direniş eylemlerinin birden bire tüm ülkeye yayılmasının ve milyonlarca göstericinin sokaklara çıkmasının nedenleri üzerine pek çok şey söylense de, genel olarak, bu gösterilerin AKP Hükümeti’nin 11 yıla yaklaşan politikalarına karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı söylenebilir.
Bu tepkilerin dinci bir yaklaşımla yaşam tarzına müdahale, kültür, bilim, sanat üzerinde uygulanan genel baskılar, gençlik kitlelerinin gelecek kaygılarının giderek daha belirgin hale gelmesi, gençlik içerisinde yaygınlaşan işsizlik, zenginler ve yoksullar arasında derinleşen gelir uçurumu, sendikal hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına yönelik adımlar, yaşam sürekli pahalılaşırken dayatılan düşük ücretler, genel olarak talep edilen demokrasi ve özgürlükler ve AKP Hükümeti’nin bu konularda ayak diremesi ve giderek dozu artan despotik bir tutuma yönelmesi ve bu yöndeki söylemlerin özellikle Başbakan Erdoğan tarafından kullanılması, halkta ve gençlikte derinlerde biriken öfkenin bir kıvılcımla alev almasına ve bir öfke patlamasına dönüşmesine yol açtı.
Türkiye’de gösterilerin patlamasından birkaç gün sonra Brezilya’da da kitlelerin sokağa döküldüğü haberleri gelmeye başladı. Halk kitleleri ulaşıma yapılan zamların geri alınmasını talep ederken, sağlık ve eğitime daha fazla yatırım yapılması, yoksulluğa karşı önlemler alınmasını talep ederek sokakları doldurdular. Yaklaşan dünya kupasının Brezilya’da yapılacak olması, Olimpiyat hazırlıkları ve bu organizasyonlara aktarılan dev bütçeler emekçi halkın öfkesini çekti. Brezilya’da Konfederasyon Kupası maçları yapılırken kitleler sokaklarda gösteri ve protestolar yapıyorlardı. Brezilya gibi bir “futbol ülkesi”nde böylesi ilk kez yaşanıyordu. Daha sonra devreye giren işçi sendikaları da genel grev ilan ettiler.
Kuşkusuz Brezilya, Latin Amerika’da gösterilerin yapıldığı ilk ülke değildi. Bir süre önce Şili’de özellikle gençlik kitleleri ayağa kalkmış, taleplerini dile getirmişlerdi. Bazı ülkelerde bir önceki dönemde uygulanan ekonomik politikalara tepki olarak “solcu, ilerici, reformist” hükümetler iş başına gelmişti. Dahası dikkat çekici ekonomik gelişmesi ile Meksika, yaklaşık iki yıl önce yaşanan ciddi protestoların ardından patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi duruyor. Neredeyse son on beş yılda peşpeşe patlayan krizlerle ekonomisi çöken ve büyük kitle hareketlerine sahne olan Arjantin ise, görünüşte sessizliğini sürdürüyor.
Uluslararası sermayenin ideologları ve sözcüleri tarafından ekonomik gelişmesinden övgüyle bahsedilen Güney Kore, son on beş yılda ciddi bir işçi hareketine sahne olmuştu. Bu hareket gençlik eylemleriyle genişlemiş, geniş yığınlar hareketin içine çekilmişti. Keskin sınıf karşıtlıklarının ırkçılıkla birleştiği, ırkçı politikaların yer yer bu karşıtlıkların üzerini örttüğü Güney Afrika ise bir başka örneği oluşturdu. Irkçılığın sona ermesi keskin sınıf karşıtlıklarını, yoksulluğu daha çıplak bir şekilde gözler önüne getirdi ve işçilerin hoşnutsuzlukları yer yer polis şiddeti ile karşılaştı. Madencilerin grevlerine vahşice saldırıldı.
Güney Kore’nin yanı sıra Asya’da Çin, Endonezya, Hindistan gibi ülkeler içten içe kaynayan bir işçi hareketine sahipler. Çin’de aşırı sömürüye karşı grevler, fabrika işgalleri yaşanıyor ve bunlar çoğu durumda şiddetle bastırılıyor. Ama işçilerin, Honda fabrikalarında olduğu gibi, kazanım sağladıkları mücadeleler de var. Uluslararası sermayenin sözcüleri Çin’de işçi hareketinin daha dirençli geliştiğinden korkuyla söz ediyorlar. Endonezya ise, giderek canlanan bir işçi hareketine sahip. Son olarak grevlere 3 milyon işçi katıldı. İşçilerin sömürüye karşı mücadeleleri, sendikal örgütleri geliştiriyor, diğer örgüt biçimlerini –komiteler, işçi meclisleri vb.– devreye sokuyor. Hindistan ise, grev ve genel grev dalgalarının sıkça yaşandığı, bazı durumlarda on milyonlarca işçinin genel greve çıktığı mücadelelere sahne oluyor.
Avrupa’ya gelince, 2008 Krizinden en büyük darbeyi alan ülkeler bugün hala işçi ve gençlik hareketlerine sahne olabiliyor. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkeler ekonomik krizin etkilerinden kurtulabilmiş değiller ve işçi sınıfı ve emekçi yığınlar krizin tüm yükünün kendi sırtlarına yıkılmasına karşı mücadeleye atılıyorlar. Grev, genel grev, sokak gösterileri bu ülkelerde yaygın olarak kullanılan eylem biçimleri ve hükümetlerin halka karşı uygulamak istedikleri her yeni “ekonomik tedbir” büyük tepkilerle karşılanıyor. Bu ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların yaşam koşulları eskiye göre epeyce geriye gitmiş durumda ve yakın dönemde eski haline gelmek bir yana, bundan sonra eski seviyesine gelip gelmeyeceği epeyce tartışmalı durumda. Avrupa’da da işçi ve emekçi halk, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, bıçağın kemiğe dayandığı durumu yaşıyor ve gerileyecek bir alan kalmadı.
Diğer yandan Arap ülkelerinde patlayan devrim ve ayaklanmalar var. “Arap Baharı” denilen, her birisi farklı özellikler gösteren ve ayrı değerlendirilmesi gereken hareketler gerçekleşti. Özellikle Mısır ve Tunus gibi ülkelerde işçi ve emekçi halkın içinde bulundukları çalışma yaşam koşullarına karşı tepkileri, bu ayaklanmaları hazırlayan temel faktör oldu. Arap ülkeleri durulmuş değil ve buralarda halk hareketleri ilerleme eğilimi gösteriyorlar.
Bütün bu tabloya bakıp, işçi ve halk hareketlerinin genel olarak gelişme zemini konusunda ne söylenebilir? Kapitalizmin gelişme dönemlerine baktığımızda ortaya çıkmış olan işçi hareketleri, devrimler ve ayaklanmalar ile sosyal patlamalarla bugünkü hareket arasında ne gibi ortak noktalar var? Kapitalizmin yayılması, emperyalist sömürü nedeniyle keskinleşen sınıf karşıtlıkları, emekçi yığınları adım adım büyük altüst oluşlara mı hazırlıyor? Yoksa bugünkü hareketler, kendi başına şurada burada patlak vermiş olan tesadüfi hareketler mi? “Uluslararası komplo” iddialarının herhangi bir geçerliliği var mı? Bu sorulara doğru bir yanıt verebilmek ve bugünkü hareketlerin gerçek niteliklerini anlayabilmek için kapitalizm, kapitalist gelişme, işçi sınıfının mücadelesi, devrimler ve ayaklanmalar konusunda kısaca hafızamızı tazelememiz yararlı olacaktır. Bunun yanı sıra elbette bugünkü hareketin özelliklerini ve özgünlüklerini de, Türkiye, Brezilya gibi birkaç ülke bağlamında ele almak, Çin, Hindistan, Güney Kore, Malezya vb. gibi ülkeler için de kısa değinmeler, hatırlatmalar yapmak gerekecek.
KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ, İŞÇİ HAREKETİ VE DEVRİMLER
Kapitalizmin ilk geliştiği ülke İngiltere’dir. Sanayi devrimini yapmış İngiltere, o dönemde adeta “dünyanın üretim atelyesi” durumuna gelmişti. Bir yanda egemen sınıfın elinde servet ve zenginlik, diğer yanda işçi ve emekçilerin saflarında aşırı sömürü ve yoksulluk birikmişti. Bütün bu gelişmeler, doğal olarak İngiltere’yi işçi sınıfının ilk geliştiği ve mücadeleye atıldığı ülke yapmıştır. İngiliz işçileri, 17. yüzyılın ortalarından başlayarak, birlikler kurmaya, süreklilik gösteren mesleki örgütlerde bir araya gelmeye başladılar. 1838, 1842 ve 1848’de dalgalar halinde yaygın işçi mücadeleleri görülmüş, bu arada Newport’ta madenciler silahlı ayaklanmaya başvurmuşlardır. Kısaca “Çartist hareket” olarak adlandırılan işçi hareketi döneme damgasını vurmuştu.
Çartist hareket zaman içerisinde sönümlenerek yatışmış, bir devrime yol açmamış olsa da, ileri sürdüğü doğrudan politik talepler işçi sınıfının hem sendikal, ekonomik, hem siyasi ve hem de parlamenter mücadelesinin önünü açmıştır. Kuşkusuz bu genişlikte ve derinlikte bir işçi hareketinin öncelikle İngiltere’de ortaya çıkması tesadüfi değildir. Hareketin temelinde kapitalist gelişme, bununla birlikte zorunlu olarak gelişen işçi sınıfının hakları için verdiği mücadele bulunmaktadır. İngiliz sömürgeciliğinin yaygınlaşması, burjuvaziye işçi sınıfı içerisinde bir “işçi aristokrasi” –özünde işçi sınıfı içerisindeki burjuva partisi olarak da tanımlanabilir– oluşturma olanağını tanımıştır. Bunun en temel politik sonuçlarından birisi, işçi hareketi içerisinde reformcu eğilimlerin güçlenmesi olmuştur. (Kuşkusuz işin bu yanları ayrı bir inceleme konusudur.) Ancak İngiliz işçi sınıfının kitlesel mücadelesi uluslararası işçi hareketine sendikal örgütlenme, işçilerin politik mücadelelere atılmasının zorunluluğu gibi çok önemli tecrübeler kazandırdı. Uluslararası işçi hareketinin ulaştığı seviyenin bir sonucu olarak 1. Enternasyonal de Londra’da kuruldu ve toplandı.
Kitlesel işçi ve halk hareketlerinin görüldüğü diğer bir ülke ise Fransa’dır. Fransa, İngiltere’den sonra kapitalizmin geliştiği ikinci ülkedir. Fransa, aynı zamanda, Marx’ın tespiti ile söylersek; “sınıf mücadelelerinin politik sonuçlarına kadar götürüldüğü” bir ülkedir. Bu özelliğin işçi hareketinin gelişim ve mücadele biçimleri üzerinde kesin etkilerde bulunduğu da bir gerçektir. 1789’da feodal monarşiye dayanan aristokrasiye karşı patlayan ve krallığı deviren Büyük Fransız Devrimi, hiç kuşkusuz 1830 ve ardından gelen Lyon ayaklanmaları’nın, 1848 Devrimleri’nin, 1871 Paris Komünü’nün esin kaynağı olmuştur.
Fransa’daki kapitalist gelişme bir taraftan doğrudan işçi ayaklanmalarına yol açarken, diğer taraftan her politik alt üst oluş döneminde işçi sınıfının bu hareketlere katılan ana güç olmasına da yol açmıştır. 1848 Devrimleri’nin ana gövdesini işçi sınıfı oluşturuyordu. Paris Komünü, Fransız egemen sınıflarının ülkeyi Prusya karşısında utanç verici yenilgiye sürüklemesinin ardından işçilerin ve halk kitlelerinin temelde yurtseverce duygular ile hareket geçmesiyle “ilk işçi devleti” olarak şekillendi. Komün işçi yaşamını doğrudan ilgilendiren kararlar alarak –çalışma gününün kısaltılması, zorunlu durumlar dışında gece çalışmasının, çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, kamu görevlilerinin istendiğinde geri alınabilmesi vb.– ilk işçi iktidarı olma karakterini açıkça ortaya koymuştu.
Fransa’da gelişen kapitalizm üzerinde yükselen ve ülkenin kendi özgünlüklerini de içeren bu işçi mücadeleleri, işçi sınıfına, açık sınıf çatışması, politik mücadelede deneyim, işçi kitlelerinin devrimlere varan yaratıcı eylem gücü, atılımı ve cesareti, sosyalizmin giderek olgunlaşan teorik birikimin üzerinde yükseleceği pratik mücadeleler –sınıf mücadelesi, iktidar, devrim vb.– miras bıraktı. Sonradan gelişen işçi hareketleri bu pratik mücadele tecrübesini ve üzerinden adım adım gelişen teorik mirası kullandılar ve bütün bu birikim Marksizmin teorik hazinesinde yerini aldı. Bütün bu gelişmeyi, yükselen yeni sınıfın, yani işçi sınıfının modern topluma damgasını vuracak olan sınıf olduğu gerçeğinin kanıtlanması olarak özetlemek yanlış olmayacaktır.
Fransa’dan sonra uluslararası işçi hareketinin bayrağını en önde taşımak Alman işçilerinin görevi oldu. Almanya’nın geç ama hızlı kapitalistleşme atılımı, güçlü bir işçi hareketinin doğmasına da neden oldu. Marx ve Engels’in de ilk örgütleyicileri oldukları işçi hareketi “anti-sosyalist” yasa saldırısının püskürtülmesiyle de yayılıp, genişledi. Alman işçileri, işçi sınıfının hem örgütlenme deneyimini geliştirdiler, hem de seçimlerden ve parlamentodan yararlanma, parlamenter mücadele biçimlerini kullanma yeteneğini uluslararası işçi hareketine kazandırdılar. İşçi sınıfı hareketi ile sosyalizmin birliği, Alman işçilerinin mücadele tecrübelerinde cisimleşmişti.
Bir tarafta Almanya’da kapitalizm yaygınlaşıp gelişirken, başka bir kıtada da kapitalizmin hızla geliştiği bir diğer ülke ise, ABD idi. Hızlı kapitalist gelişme, ABD’de de güçlü bir işçi hareketinin ortaya çıkmasına neden oldu. İşçi sınıfının örgütlenme ve 8 saatlik işgünü mücadeleleri yaygınlaşarak gelişti. Kadın işçilerin yaygın mücadeleleri, Amerikan burjuvazisinin hareketi bastırmak için uyguladığı şiddet ve katliamlarla karşılandı. Amerikan işçi sınıfının bu mücadelelerinin, İkinci Enternasyonal’in kararları ile uluslararası işçi sınıfına emekçi kadınlar gününü, uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı kazandırdığı hatırlamamız gerekiyor.
19. yüzyılın sonunda emperyalizmin belirginleşmesine, kapitalist emperyalist dünya çelişkilerinin çoğalması ve keskinleşmesi eşlik etti. Bu ülkelerde emek sermaye çelişkisi üzerinde yükselen, emperyalist ülke ve tekeller arasındaki çelişki ve bu çelişkinin derinleşmesi, bu çelişkilere sömürge ve bağımlı halklarla emperyalizm arasındaki çelişkilerin yoğunlaşmasının eklenmesi, uluslararası işçi hareketine yeni bir ivme kazandırdı. 1. Emperyalist savaşın patlak vermesi bu çelişkiler üzerinde gerçekleşti. Emperyalist kapitalist sistem en zayıf halkasında, Rusya’da Ekim Devrimi ile yarıldı.
İlk devrimin Rusya’da gerçekleşmesi, uluslararası işçi hareketinin bayrağının Rus işçilerinin eline geçmesi “tesadüfi” sayılabilir mi? Rusya’nın koşullarına ve devrimin gerçekleştiği zemine bakıldığında gerçek durum daha iyi anlaşılacaktır. Rusya’da, 19. yüzyılın sonlarından itibaren kapitalist gelişmenin temposu oldukça hızlanmıştı. Bu ülkede devrim öncesinde sadece sanayi proletaryasının sayısı yaklaşık 3 milyona ulaşmış bulunuyordu. Daha önemlisi, bu sanayi proletaryasının önemli bir kesimi 500’den fazla işçinin çalıştığı büyük işletmelerde yoğunlaşmıştı. Kapitalizmin gelimesi sonucu gerçekleşen bu yoğunlaşma, genç ve gürbüz bir işçi hareketine yol açmıştı. Bu işçilerin örgütlenme çabaları, grev ve gösteriler, bu ülkenin politik yaşamına damga vurmaya başlamıştı.
Uzayan emperyalist savaşın yıkıcı etkileri, Rus işçilerinin üzerinde olduğu gibi, topraksız geniş köylü yığınlarının üzerinde de, Çarlık tarafından ezilen ve sömürgeleştirilen, bir biçimde mücadeleye atılan ulus ve halkların üzerinde de derin bir etki yaptı. Emperyalist savaşa karşı barış, toprak ve ekmek mücadelesi Çarlığa ağır darbeler indirmeye başlamıştı. Kısacası, Rusya, emperyalist dünyanın en zayıf halkası olarak öne çıkıyordu ve Ekim Devrimi, Rus işçilerinin önderliğinde, işte bu zayıf halkayı parçaladı. Bütün bu hareketi başarıyla örgütleyen ve yöneten Bolşevik Partisi’nin varlığı, Rus işçi sınıfının ve emekçi halkının ilk sosyalist devrimi gerçekleştirmesi ve sosyalizmi inşa ederek, sosyalist bir uygarlık kurmasıyla sonuçlandı.
1950’li yılların ortalarından itibaren Sovyet işçilerinin ve halklarının devrimin kazanımlarını yitirmeye başlamaları ve sonunda bütünüyle kaybetmeleri ile sonuçlansa da, bu devrim ve sosyalizm tecrübesi, uluslararası işçi sınıfının belleğine ve tecrübesine derin bir biçimde kazındı. İllegal mücadele deneyimi ve bunun üzerinde yükselen yeni tipte bir parti, devrim deneyimi, iktidar mücadelesi, sosyalizmin kuruluşu, ulusal sorunun çözümü, ekonomik, bilimsel kazanımlar, sanatlar, müzik ve edebiyattaki atılım vb. gibi gelişme ve tecrübeler, sadece Sovyet halklarının ve işçilerinin değil, uluslararası işçi sınıfının ve dünya halklarının da kazanımları oldu. Uluslararası işçi sınıfının her yeni atılımı, bu yaşanmış tecrübenin deneylerinden kuşkusuz fazlasıyla yararlanmayı bilecektir.
Ekim Devrimi hem işçi sınıfının uluslararası mücadelesine, hem de ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelesine büyük katkılarda bulundu. Başarılı olamasalar da, Almanya’da, Macaristan’da ayaklanmalar gündeme gelirken, Avrupa’da işçi hareketi ve komünist partiler genel olarak gelişip güçlendi. Ezilen halkların ulusal kurtuluş mücadelesi özellikle Doğu’da ilerledi. Ezilen halklar Sovyet proleterlerinin şahsında güvenilir bir müttefik bulmuştu. Bu süreç, işçi hareketinin ezilen halkların hareketi ile birleştiği, halk hareketlerinin merkezine işçi hareketlerinin oturduğu, işçi sınıfının örgütlenme ve bilinç düzeyine göre bu hareketleri yönlendirdiği veya emekçiler olarak katılarak ana gövdesini oluşturduğu bir dönemin de önünü açtı. Emperyalizmin bağımlılık ilişkilerini çok yönlü bir mekanizma ile geliştirdiği –ekonomik, politik, askeri, kültürel vb.– bir dönemde halk hareketlerinin emperyalizme ve onun işbirlikçisi hükümetlere karşı daha geniş taleplerle hareket etmesi kaçınılmazdı. Bu durum, özellikle 2. Dünya Savaşı ve faşizmin yenilgiye uğratılmasından sonra daha da görülür duruma geldi.
Demokratik ve ulusal karakterli Çin Devrimi, Vietnam Kurtuluş mücadelesi ve burada tek tek saymayı gerektirmeyen diğer mücadeleler, kapitalist egemenliğe ve emperyalist boyunduruğa karşı ezilen halkların işçi sınıfının ve diğer emekçi tabakalarının kitleler halinde mücadeleye atılmasına yol açtı. Alman faşizmine ve onunla müttefik olan devletlere karşı İkinci Dünya Savaşı’nın kazanılmasında egemen bir rol oynayan Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist dünyanın bütün güçlerini kendi etrafında birleştiren ve merkezileştiren ABD emperyalizmi, dünya emekçilerinin ve uluslararası işçi sınıfının karşısına dünya gericiliğinin yeni temsilcisi olarak çıktı. Amacımız elbette bütün bu süreci ayrıntılarıyla işlemek değil. Yapmaya çalıştığımız sadece tarihsel gelişmeyi ve işçi ve halk hareketlerini birbirine bağlayan halkalara ve bunlar arasında var olan ilişkinin temellerine kısaca işaret etmek, bu arada gericiliğin attığı adımlara dikkat çekmek, bu süreci bugüne bağlayan ilişkinin niteliğini ortaya koymaya çalışmaktır.
ABD emperyalizminin önderliğinde IMF, Dünya Bankası vb. emperyalist finans kurumları dünya işçi ve emekçilerine karşı etkin bir biçimde kullanılırken, uluslararası emperyalist tekeller de soygun ve sömürülerini artırdılar. Pek çok bağımlı ülkede büyük emperyalist devletlerin ve finans kurumlarının gözetiminde ve yönetiminde “yeniden yapılanma” ve “yapısal uyum” programları uygulandı. Daha sonra ana hatları ile kısaca değineceğimiz Türkiye ve Brezilya gibi ülkeler de bu ülkelerin arasındaydılar. Ardından “küreselleşme” (“globalizm”) saldırısı başladı. Özellikle ekonomik gelişmede asgari ölçüde yol almış, emperyalist tekellere sömürü için uygun bir alt yapı sunan ülkeler, özellikle emek yoğun sektörlerin saldırdığı alanlar oldu. Türkiye, Brezilya, Meksika, Çin vb. ülkeler bu tür bir gelişmenin yaşandığı, kapitalist gelişmenin ivme kazandığı –bunlara “gelişmekte olan ülkeler” (sonra BRİCS adını aldılar, ancak Rusya ve Çin’in aynı zamanda emperyalist ülkeler olduğunu hatırlamakta yarar var.) dendi– ülkeler oldular. Ucuz emek cennetleri, aynı zamanda işçi sınıfının sayısının nicel olarak arttığı, ağır sömürü koşulları nedeniyle patlama ögelerinin biriktiği, bütün bunların üzerine emperyalizmin mali soygununun da eklenmesiyle, işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin zaman zaman baş kaldırdığı alanlar oldular. Yani son zamanlardaki halk hareketlerine gericiliğin yakıştırdığı adla “uluslararası komplo”, emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından adım adım hazırlandı, ilmek ilmek örüldü. Ekonomik krizler ise, her dönemde olduğu gibi, bu dönemde de işçi ve halk hareketlerini tetikleyen bir rol oynadılar.
KAPİTALİST GELİŞMENİN İŞÇİ VE HALK HAREKETİNİN ÖNÜNE AÇTIĞI YENİ OLANAKLAR
Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Meksika, Endonezya, Güney Afrika, Güney Kore, Türkiye vb. ülkeler, aşağı yukarı son 15-20 yılda kapitalist gelişme bakımından hızlı bir yol aldılar. Kuşkusuz, bu ülkeler aynı özelliklere sahip değiller ve birbirleri ile eşit olarak değerlendirilemezler. Örneğin etkin birer emperyalist ülkeler olan Rusya ve Çin gibi ülkeler farklı bir kategoriyi oluştururken, Güney Kore ve Güney Afrika gibi ülkeler de kapitalizmin gelişme düzeyi bakımından farklı özellikler gösteriyorlar. Ancak biz, sorunu bütün bu ülkelerdeki işçi sınıfının gelişimi, aşırı sömürü ve yokslluğun işçi ve halk hareketlerinin gelişimine etkisi açısından ele aldığımız için, söz konusu devletlerin farklı hesaplarını, ilişkilerini vb. zorunlu olarak konumuz dışında tutacağız. İlk bölümde, ülkeleri sadece kapitalist gelişmenin işçi hareketine etkisi ve onun gelişimi üzerindeki izleri bakımından kısaca ana hatları ile ele aldığımız gibi. Kuşkusuz bu ülkelerin her birini ele alacak değiliz. Bir taraftan ana hatları ile ortak yönlere dikkati çekerken, diğer taraftan işçi ve halk hareketinin uluslararası işçi ve halk hareketine getirdiği yeni soluğun, gelecekteki olası patlamaların temellerine işaret etmeye çalışacağız. Bunda da ağırlık noktamız kuşkusuz Türkiye ve Brezilya olacaktır.
Uluslararası sermayenin sözcüleri ve ideologları Brezilya ve Türkiye’nin benzeyen ve benzemeyen yanlarına ilişkin son dönemlerde epeyce şey söylediler. Bu iki ülkeyi son halk hareketleri başlamadan önce benzeştiren en önemli ayrıntılardan birisi, her iki ülkenin de “sıcak para” için birer cennet olduğu idi. Bunun yanı sıra özellikle Brezilya’nın doğrudan yatırımlar açısından dikkat çekici yükselişi göze çarpmaktadır. Brezilya’ya 2012 yılında 63 milyar dolar doğrudan yatırım yapıldı. Bu açıdan, bugün en büyük 50 Brezilya şirketinin 26’sının yabancı yatırım olması şaşırtıcı değildir. Doğrudan yatırımlar açısından bakıldığında, Türkiye’ye 2012 yılında giren miktar ise, 15 milyar dolardır. Türkiye’de banka sermayesinin yaklaşık yarısı yabancı tekellerin elinde iken, bu oran, borsada yüzde 60’lara ulaşmaktadır. Brezilya’da ise, yabancı sermaye bankacılık sektörünün yüzde 36’sını kontrol etmektedir.
Bu iki ülkenin hem “sıcak para” için, hem de doğrudan yatırımlar için –miktarları farklı olsa da– tercih ediliyor olmalarının gerisinde, eknomilerinde neredeyse son otuz yılda uluslararası emperyalist sermayenin istekleri doğrultusunda yaptıkları değişiklikler bulunmaktadır. Örneğin Brezilya; 1986 yılında Cruzado Planı, 1989 yılında Summer Planı, 1990 yılında Collor Planı ve 1994 yılında Real Planı adı verilen planlar uygulayarak, ekonomisini uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda şekillendirmiştir. Bu polikaların Brezilya ekonomisine etkisi açısından bir örnek şudur ki; 2000’lerde ihracatının içinde imalat sanayiin payı yüzde 50 kadar iken, 2010’larda bu oran yüzde 35’lere kadar gerilemiştir. Brezilya’nın dış borçları için ödediği faiz, yıllık 15 milyar doların üzerindedir. Yabancı yatırımcıların ülkelerine geri gönderdikleri kâr payları ve patent gelirleri de 10 milyar dolar civarındadır. Yabancı sermayenin 2010 yılında 30 milyar dolar kâr transferi yaptığı bilinmektedir.
Türkiye ise; 24 Ocak’la başlayan, Cunta ve Özal dönemlerinde devam eden, son örneği 2001 Krizinde Kemal Derviş’in “yeniden yapılanma” programında görülen sayısız IMF programı uygulamıştır. IMF’siz dönemin başlamasının ise şu açıdan bir önemi bulunmamaktadır ki, ülkeyi yönetenler, zaten IMF’siz IMF programları uygulama konusunda oldukça tecrübe kazanmışlardır.
Burada bu ülkelerin ekonomilerine ayrıntıları ile girmek gibi bir niyetimiz bulunmuyor. Ancak konumuz açısından, bu verilerin yol açtığı bazı önemli sonuçlar var ki, asıl olarak bunlar üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor.
Brezilya ve Türkiye’nin ve benzer özellikler gösteren –örneğin Meksika– ülkelerin bu tür bir ekonomik yapıya sahip olmaları, işçi ve halk hareketleri bakımından dikkate alınması gereken bazı önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunlardan ilki, bu ülkelerin ucuz emek cennetleri olması ve işçi sayısında görülen önemli artışlardır. Halen uygulanan teşvik ve vergi politikaları ile yabancı ve yerli sermayeye sürekli olarak yeni avantajlar tanınmakta, bu da, kapitalizmin yayılması, dolayısıyla işçileşme sürecini hızlandırmaktadır. Brezilya gibi ham madde açısından zengin ülkelerde, bu duruma, ülkenin kaynaklarının aşırı ölçüde yağmalanması da eklenmektedir. İkinci sonuç ise, gelir dağılımın olağanüstü bozuk olması, zenginlik ve yoksulluk arasında derin bir uçurumun bulunmasıdır. Üçüncü önemli sonuç ise, uluslararası emperyalist güçler tarafından dayatılan programların uygulanması sonucu –özelleştirme vb.– özellikle eğitim ve sağlık alanında gittikçe kötüleşen koşullar, eğitim ve sağlığın neredeyse bütünüyle metalaşmasıdır. Halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren kamu yatırımları oldukça zayıflamıştır. Brezilya emekçilerinin son eylemlerinde ulaşıma yapılan zamların oynadığı büyük rol dikkate alındığında, kamusal harcamaların kısıtlanmasının yol açtığı ve açacağı sonuçlar hemen görülebilir. Dördüncü olarak, bu ülkelerde sermayenin gelşmesinin doğrudan bir sonucu olarak, doğanın tahribatı ve metalaşmasının olağanüstü artmasıdır.
Bütün bu etkenlerin bir araya gelmeleri ve her ülkenin kendine özgü sorunlarının bunların üzerine binmesi ile ortaya çıkan şey, işçi ve halk hareketlerine yol açabilecek patlayıcı maddelerin olağanüstü çoğalmasıdır. Bu patlamanın nasıl ve hangi zamanda gerçekleşeceği elbette önceden kestirilemez. Sınıf mücadeleleri tarihi, işçi ve halk hareketlerinin kendi içerisinde biriktirdiği enerjinin doğrudan politik bir olay sonucu patlayabildiği gibi, doğrudan politika ile ilgili gibi görünmeyen bir nedenden ötürü de ileri patlayabildiğini yeterince kanıtlamıştır.
Şimdi söz konusu iki ülke açısından yukarıda sıralanan etkenleri kalın çizgiler halinde ele alalım. Öncelikle genel bir bilgi vererek konuya girecek olursak, ortada şöyle bir tablo bulunmaktadır: Brezilya, 190 milyon nüfusa ve 2,5 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğe sahiptir. Türkiye’nin nüfusu 76 milyon ve 780 milyar dolarlık bir ekonomidir.
SERMAYENİN CENNETİ İŞÇİNİN CEHENNEMİDİR
Türkiye’de 2.5 milyonu imalat sanayiinde çalışan yaklaşık 12-13 milyon işçi bulunmaktadır. Tarım, hizmetler vb. alanları da eklediğimizde, bu sayı oldukça yukarı çıkmaktadır. Genel olarak “çalışanlar” kategorisi içinde 25 milyon gibi bir rakam ortaya çıkmaktadır. Özellikle organize sanayi bölgeleri, kuralsız çalışmanın egemen olduğu işçi cehennemleri olma özelliğini taşımaktadırlar. Bu durum, pek çok kez dikkat çekildiği gibi, “vahşi grevlere, direnişlere” yol açan, açabilecek bir etkendir. Antep dokuma işçilerinin eylemleri, nakış işçilerinin eylemleri, Diyarbakır’da tuğla işçilerinin eylemleri, tek tek işyerlerinde birden bire patlayan direnişler vb., bu konudaki örneklerin sadece bazılarıdır. Bölgesel asgari ücretin fiilen uygulanmaya başlaması, teşvik ve vergi avantajları özellikle emek yoğun sanayilerin gelişmesini hızlandırmaktadır. Genel olarak uygulanan düşük ücret politikaları, işçilerin sendikal örgütlenmelerinin önüne dikilen engeller, grevlere yapılan fiili müdahaleler, işçi sınıfı içerisinde derin bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
Brezilya’da ise, durum, hem Türkiye’ye benzemekte, hem de daha ağır koşullar nedeniyle farklılaşmaktadır. Brezilya’da tüm sektörlerde yaklaşık 96 milyon işçi –sanayi, hizmetler, tarım– vardır ve bunların önemli bir kısmı kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Uluslararası tekellerin üretim tesislerinde çalışan işçiler yoğun bir sömürü altındadır. Bu ülkede İtalya’dakinden daha fazla Fiat otomobil üretilmektedir. Bu fabrikalarda çalışan işçilerin bir kesiminin çalışmaya çıplak ayaklarla gittiği bilinmektedir. Fiat’tan sonra Alman WF, ABD’li GM en büyük otomotiv üreticileri durumundadırlar. 15-24 yaş arası gençlerin yüzde 18.4’ünün işi ve okulu bulunmamaktadır. Ülkede ekonomik olarak aktif nüfusun yüzde 30’u kayıt dışı çalışıyor. 5-14 yaş arasındaki 1.4 milyon çocuk ise, yasadışı olarak çalıştırılıyor. Brezilya’da asgari ücret çok düşüktür. DIEESE’ye (Sendikalar arası İstatistik ve Sosyo-Ekonomik Çalışmalar Departmanı) göre, 2.279 Real olması gereken asgari ücret, 545 Real’dir (297.81 dolar). Bu rakam, Arjantin’de 475, Paraguay’da 410 dolardır. Bunun yanı sıra, Brezilya işçileri, dünyanın en uzun çalışma saatlerine sahip işçileri arasındadırlar.
ZENGİN VE YOKSULLAR ARASINDA BÜYÜYEN UÇURUM
Türkiye, Brezilya vb. ülkelerin benzer özeliklerinden birisi de, gelir dağılımının aşırı bozuk olmasıdır. Örneğin Türkiye’de her 100 aileden 17’sinin geliri 600 liradan azdır. Her 100 aileden 14’ünün geliri 601 lira ile 800 lira arasındadır. Yani, her 100 aileden 31’i yoksuldur. Her 100 aileden 42’sinin geliri, 801 ile 1200 lira arasındadır. Bu demek oluyor ki, her 100 aileden 72’sinin geliri 1200 liranın altındadır. Oysa sendikaların 4 kişilik bir işçi ailesi için belirledikleri yoksulluk sınırı 3 bin TL’nin biraz üzerindedir. Asgari ücret ise, açlık sınırının epeyce altında kalmaktadır.
Buna karşın, geçen yıl Türkiye’de 35 olan dolar milyarderi sayısı, bu yıl 44’e yükselmiş durumdadır. Geçen yıl 35 kişi ya da kurumun toplam serveti 95 milyar dolarken, bu yıl aynı servet toplamı, 117.85 milyar dolardır. Nüfusun en yoksul yüzde 20’lik kesiminin 2011 yılında toplam gelirden aldığı pay yüzde 5.8 iken, en zengin yüzde 20’lik kesim toplam gelirin yüzde 46.7’sini almaktadır.
Brezilya’daki tablo da oldukça kötüdür. Ekilebilir toprağın yüzde 50’si nüfusun yüzde 1’inin elindedir. En iyi arazilerin yüzde 85’i, sadece soya, mısır ve şeker kamışı ekimine ayrılmış durumdadır ve bu alanlar, GDO’lu tarım yapan uluslararası tekellere ve emperyalist politikalarda atılım sağlayan Çin’e verilmiş durumdadır. Brezilya’da 50 milyondan fazla emekçi yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Nüfusun yarısı günde ancak bir öğün beslenebiliyor. Reformist hükümetler bu durumu değiştirme iddiasında olsalar da –Lula, Roussef- bu tablo köklü bir değişime uğramadı.
Brezilya Coğrafya ve İstatistik Enstitüsü’nün Demografik Nüfus Sayımı’na göre, 16.2 milyon Brezilyalı (nüfusun %8’i) sefalet içinde yaşamaktadır. Bunlardan 4.8 milyonu hiçbir geliri olmadan yaşıyor. 79 milyon insan, 1.020 Realin (600 dolar) altında bir aile geliriyle yaşamaktadır.
HALKIN YAŞAMI KÖTÜLEŞİYOR
Halkın yaşamının kötüleşmesi sadece gelir dağılımı ile sınırlı değildir. Emekçi halkın yaşam koşullarını doğrudan etkileyen, sağlık, eğitim gibi kamusal alanlardır. Brezilya’da sokaklara dökülen halkın ulaşım zamlarının geri alınmasını talep etmesi buna en son ve güncel bir örnektir. “Genel sağlık ve sigorta reformları”, eğitim özelleştirilmesi ve “katkı payları” doğrudan doğruya işçi ve emekçi halkı vuran sonuçlar üretmektedir. Çalışma koşullarının “esnek çalışma” vb. gibi biçimlere doğru kayması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklililiğin giderek daha da zorlaştırılması, zamların ve vergilerin işçi ve emekçi halkı vurması, genel olarak uluslararası işçi sınıfının ve emekçi halkların sorunları durumundayken, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde bu sorunlar daha da ağır yaşanmaktadır.
Bu ülkelerde emperyalist sermayeye tanınan avantajlar, onların yaptıkları kâr transferleri, emperyalist ülkelere ödenen borçların ana para ve faizleri, aslında halk kitlelerinin eğitimi ve sağlığı için ayrılması gereken paralardır.
DOĞANIN TAHRİBİ BÜYÜYOR
Brezilya’da yaşamlarını altüst edecek baraj yapımına karşı mücadele eden insanların, oradan kalkıp benzer sorunların yaşandığı Türkiye Hasankeyfe gelmeleri sadece sembolik bir olay değildir. Brezilya’da uluslararası emperyalist devletlerin ve dev tekellerin doğayı yağması olağanüstü boyutlara ulaştı. Hammadde kaynakları açısından çok zengin olan Brezilya, uluslararası emperyalist tekeller tarafından adeta yağmalanmaktadır. Dünyanın akciğerleri sayılan Amozon ormanları tehdit altında. Verimli araziler GDO’lu ürünlerle ağır biçimde tahrip olmaya başladı. Çevreyi koruma bilinci giderek yaşam alanını koruma, onun için mücadele etme gibi çok daha köklü ve somut mücadelelere dönüşmüş durumda.
Bütün bu gelişmeler Türkiye’de de yaşanıyor. Başta Karadeniz Bölgesi olmak üzere, pek çok bölgede yapılamaya başlanan hidroelektrik santralleri akarsuları geri dönülemez bir biçimde tahrip ediyor. Nükleer santrallerin ortaya çıkan sakıncalarına rağmen yeni nükleer santral yapımları başlıyor. Yeni yollar ve inşaatların yapılacağı gerekçesiyle milyonlarca ağaç kesiliyor. Yerleşim alanları içerisine yapılan fabrikalar atıkları ile doğaya büyük zarar veriyorlar. Bütün bunlar, halkların yaşamını doğrudan etkiliyor ve önemli mücadelelere neden oluyor.
ULUSLARARASI SERMAYE PATLAYICI MADDELERİN ÜZERİNDE OTURUYOR
Burada Türkiye ve Brezilya’yı işçi ve halk hareketine yataklık edecek koşullar açısından kısaca ele almaya çalıştık. İlk bölümde kapitalizmin gelişme dönemi ve işçi hareketini ele almıştık. Bu iki özetten ortaya çıkan kesin bir sonuç bulunuyor: Kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfı hareketini de birlikte geliştiriyor ve onu alternatif bir güç olarak karşısına dikiyor. Devrimler, ayaklanmalar, halk hareketleri bu süreçte daha da hızlanıyorlar. Bu süreçlerin sonunda işçi sınıfı iktidarı alamasa ya da aldığı iktidarı kaybetse de, toplumsal gelişme üzerinde derin bir iz ve bir sonraki dönemi hazırlayan köklü bir deneyim bırakıyor. İşçi ve halk hareketinin ileriye doğru her yeni atılımı er ya da geç bu deneyimin tecrübelerinden yararlanıyor.
Bu tarihsel tecrübeye dayanarak, işlediğimiz konu açısından genel bir sonuç çıkaracak olursak, şunları söylemek olanaklıdır: Brezilya, Türkiye, Meksika vb. gibi “gelişmekte olan ülkeler” tanımlamasına giren, özünde emperyalizme bağımlı bir gelişme gösteren ekonomiler, kapitalizmin hızlı gelişmesi sonucu, işçi sınıfının nicel sayısının arttığı, sömürünün yoğun olduğu, farklı ölçülerde de olsa sefaletin yaygınlaştığı ülkeler durumundadırlar. Bağımlılık ilişkileri, aynı zamanda, işçi sınıfının merkezinde olduğu emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini de kışkırtmaktadır.
Bu ülkeler, yukarıda dört ana gelişme içerisinde işlenen yoğunlaşan çelişkileri ile uluslararası kapitalist sistemin “zayıf halkaları” içinde öne çıkıyorlar. Buralarda, son patlamalarda olduğu gibi, işçi ve halk hareketlerinin yeni dalgalarının ortaya çıkması beklenebilecek bir gelişmedir. Aynı zamanda, büyük emperyalist devletlerin son krizin yüklerini bu ülkelerin sırtına yıkma girişimleri, bu ülkelerdeki gelişmeleri daha da hızlandıracak bir etken durumundadır. Bütün bunlar dikkate alındığında, Türkiye ve Brezilya’da patlayan hareketin maddi ve ortak temelleri daha bir anlaşılır olmaktadır. Bu tablo ortadayken, “niye patladı” sorusu gerçek yanıtını bulmaktadır ve bu yanıtta patlamanın biçimi ve zamanı dışında bir “sürpriz” bulunmamaktadır.
Diğer yandan, dikkati çekmek gerekir ki, 2008 Krizinin bazı ülkelerdeki etkisi hala devam etmekte, bu durum emperyalist ekonomilerin bıçak sırtında ilerlemesini beraberinde getirmektedir. 2012 yılı dünya çapında genel grevlerin uzun yıllardır görülmeyen yoğunlukta gerçekleştiği bir yıl oldu. Diğer bir önemli gelişme, Yunanistan, İspanya, İtalya, portekiz gibi ülkelerde canlı işçi sınıfı ve halk hareketlerinin yer yer devam etmekte oluşudur. Hindistan gibi genel greve 50 milyondan fazla işçi ve emekçinin katıldığı ülkeler de dikkate alındığında, bu ülkelerden herhangi birinde ortaya çıkacak patlamanın diğerleri üzerinde kesin bir etkide bulunacağını, oralardaki işçi ve halk hareketlerini kışkırtacağını öngörmek falcılık olmayacaktır.
Ayrıca vurgulamak gerekir ki, Çin gibi ülkelerde –BRİCS ülkeleri– hızla gelişmiş, ama yoğun bir sömürüye tabi tutulan işçi sınıfının mücadelesi yükselmekte ve İngiliz Ekonomist dergisinin tespiti ile söylersek, “militanlaşmaktadır.” Bu ülkenin işçi sınıfının da diğer uluslararası kardeşlerinin yoluna gireceğinden kuşku duymamak gerekir. Kapitalist emperyalist sistem gelişmişlik düzeyleri ve potansiyelleri farklı olsa da, dünyanın değişik ülkelerini bir zincirin halkaları gibi daha sıkı bir araya getirmektedir. Bütün bunları dikkate alarak, şunu söylemek sanırız yanlış olmayacaktır: Dünya yeni bir çalkalanmalar, alt üst oluşlar dönemine ilerlemenin güçlü belirtilerini vermektedir ve son gelişme ve patlamaları bu sürecin ilk habercileri, işaret fişekleri olarak kabul etmek gerekir.