Özgürlük Dünyası Haziran Direnişi’ni çeşitli veçheleriyle irdeleyen, sonuçlarını ve gösterdiklerini inceleyen yazılarla çıkıyor bu ay. Gezi Parkı’nda başlayan ve giderek ülkenin birçok kentindeki eylemlerle genişleyen direnişin Hükümeti hazırlıksız yakaladığı, kadrolarının birbiriyle çelişkili açıklamalar yapmasına neden olacak biçimde küçük fay hatları yarattığı açık. Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş ölçüde bir kitleyi seferber eden direnişin talepleri ve dahil ettiği kesimlerin özellikleri, AKP Hükümeti dönemi boyunca ve hatta öncesinden, değişmeyecek ve aşılamayacak kırmızı çizgiler olarak gösterilen belli başlı düsturları da sarsarak, altını oyarak tarihsel bir kırılma anına kaşesini bastı. Bu sesin daha uzun süre hissedilecek yankıları, devlet-hükümetin, Türkiye’nin bir daha eskisi gibi olamayacağı bir eşikte bulunduğunu korkuyla seyretmesini de sağladı. Buradaki yazıda Haziran Direnişi’nin eleştirisine maruz kalarak, bu süreçte çözülmeye yüz tutan üç politik ve ideolojik uğrağa dikkat çekiliyor.
Bunlardan birincisi; direnişin, Kürt mücadelesini zemin edinerek yükseltilen Türk milliyetçiliği retoriğinin çözülmesine ilişkin taşıdığı potansiyel; diğeri 28 Şubat’tan bu yana iki ana kutba bölünen toplumun bu bölünmeye karşı bir direnç göstermesi ve kardeşliğin inşasındaki gönüllülük; diğeri de Mısır’daki halk ayaklanmasının desteğinin de büyük katkısının olduğu Ilımlı İslam modelinin raf ömrünü yitirdiğinin pratik ilanı.
İKİ BAYRAKLA ELELE
Haziran Direnişi sırasında çekilen fotoğraflardan birinde, polisin attığı gaz bombasının dumanlarının arasında, elinde Türk bayrağı tutan bir kadınla BDP bayrağı tutan bir erkeğin polisin saldırısı karşısında esenliğe ulaşmaya çalışan el ele görüntüsü yer alıyor. Bu fotoğraf, AKP Hükümeti’nin baskı ve zorbalığına karşı ortak talepler etrafında oldukça geniş bir sınıfsal ve politik çevreyi bir araya getiren Haziran Direnişi’nin simgelerinden biri olarak arşive önemle kaydedildi. Zira Türk bayrağı, o ana değin, özellikle, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümüne mesafeli, Kürt halkının ileri sürdüğü her talepte bir bölücülük bulan ve bu taleplerin şiddetle bastırılmasından yana, “ulusalcı” tabir edilen kesimler tarafından kullanılan bir sembol olarak görülmüştü.
AKP Hükümeti’nin metinlerinde ve söyleminde ise, ulusalcı kavramı, içinde CHP’den İP’ne kadar geniş bir skalada yer alan; AKP, askerin siyaset üstündeki vesayetini kaldırdığı iddiasını her yinelediğinde, ordu arkasında saf tutarak ayak direyen, Ergenekon ve Balyoz davalarının müdavimi, 28 Şubat destekçisi bir kesimi tarif etmek için kullanıldı. Başbakan Erdoğan ve ona yakın kalemler, Ergenekon’a kitle tabanı sağladığını düşündükleri gruplara karşı, bunların önceki dönemin iktisadi ve politik statükosunun devamından yana, AKP “yenilikçiliği”nin karşısında olduğu gerekçesiyle sürekli bir ideolojik mücadele yürüttükleri ölçüde, “Statükocular”, milliyetçiliklerini, Türk bayrağının gölgesinde beslediler.
Kürtler içinse, Türk bayrağı, militer ve paramiliter aygıtların karşısında yıllarca kan ve can pahasına direnerek üstesinden gelmeye çalıştıkları zulmün; devletin antetli kağıdına yazılan “tek bayrak, tek vatan, tek millet” düsturunun ve aynı kağıtta kırmızı yeşil sarı bayrağı “bez parçası” olarak tarif eden resmi ideolojinin mührüydü. Üstelik birçok kere bu “tek ulus” bayrağına hakaret etmekle suçlanmışlar, 1990’lı yılların ortasında kongresinde bayrak indirildiği ileri sürülerek partileri kapatılmış, defaatle bayrak önünde secdeye varmaları veya boyun eğmeleri beklenmişti. Bunun, Kürt özgürlük mücadelesinin kitle tabanının direnç noktalarını kırmak, Kürt olmayan kesimlerin Kürt karşıtı, milliyetçi duygularını Türk bayrağı altında tahkim ve tanzim etmek amacıyla yapıldığı bir sır değildir. Bu anlamda bayrak, Kürtlerin, altında eşitlik talebinden vaz geçmeye, kimliklerini unutmaya zorlandığı bölücü politikaların simgesi olarak dalgalandırılmaya devam edildi. Türk bayrağının sembolik bir ulus kurucu olduğuna yapılan her vurgu, Türkler ile Kürtleri bir kez daha ayırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Sözünü ettiğimiz fotoğraf ise, kendisine her kesimden değişik politik anlamlar yüklenmeye çalışılan Türk bayrağı ile, resmi ideolojinin bez parçası diyerek küçümsediği Kürt parti bayrağının biraradalığında Türk ve Kürt birliğinin/kardeşliğinin simgesel kuruluşunun dile geldiği bir anı sabitlemişti.
Haziran Direnişi’nde böyle pek çok ana şahit olundu. Devletin diğer “kırmızı çizgileri” gibi, Türkleri ve Kürtleri toplumsal düzeyde ayıran bütün söylemlerin, birlikte maruz kalınan polis şiddeti karşısında tuzla buz olduğu; “kırmızı çizgiler”e sınır bekçiliği yapan, devletten daha devletçi, skalanın en milliyetçi kesiminde yer alan kesimlerin de, direnişin selameti açısından Kürt varlığına tahammül etmek zorunda kaldığı; barış içinde bir arada olmanın koşullarının direnişteki diğer kesimler tarafından sürekli denetim altında tutulduğu söylenebilir. Çözüm sürecine zarar verebileceği düşüncesiyle, Haziran Direnişi’ne başlangıçta çekingen yaklaşan Kürtlerin de –gövdeleriyle olmasa bile– direnişe örgütlü katılımıyla, ilki Mayıs’ta Ankara’da gerçekleşen Demokrasi ve Barış Konferansı’nın sonuç bildirgesinde yer alan barışın ve demokrasinin toplumsallaştırılması ile ilgili maddenin Gezi Parkı Direnişi’nde ilk gerçekleşme ortamı bulmuş olması önemlidir. Katılımı yetersiz olsa bile, bir halkın kendi kimliğinden ve taleplerinden taviz vermeden demokrasinin toplumsal zeminini ve taleplerini inşa edebilmek için Haziran Direnişi’nde yer alışı ve burada birlikte ve kardeşçe bir arada yaşama isteğine aynı duyguyla verilen yanıtları alması, direnişin belki de en önemli kazanımlarından biridir.
Geçtiğimiz ay Lice’de devletin kurduğu yeni karakolu protesto etmek için gösteri yapan kitlelere açılan ateş sonucunda çok sayıda insanın yaralanması ve Medeni Yıldırım’ın hayatını kaybetmesi, İstanbul’da şiddetle yankılandı. Hemen o gün, Beşiktaş Abbasağa’da ve Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda yapılan forumlarda toplanan halk, forumlara ara vererek yürüyüşe geçti ve bu katliamı on binlerin katılımıyla protesto etti. Ertesi gün İstiklal caddesi ve Taksim’de bir araya gelen yüzbinler “Her yer Lice her yer direniş”, “Taksim-Lice omuz omuza” sloganlarını attılar. Ki bu, otuz yıldır süren Kürt savaşı boyunca daha önce görülmemiş bir refleksti. Alanda, yine Türk ve Kürt bayrakları dalgalandı, halk yine omuz omuza, elele durdu.
Hükümet; başlangıçta sadece Gezi Parkı projesini protesto etmek, Topçu Kışlası yapımı için parktaki ağaçların kesilmesine karşı durmak için bir araya gelen, ama giderek Hükümet’in uygulamalarına karşı bir hesaplaşmaya girişen kitlenin değişik kesimlerini birleştirdi; direnişe acımasızca saldırırken, bu saldırının altında kalan bütün kesimleri, ama en başta Kürtler ile diğerlerini kendi elleriyle buluşturmuş oldu.
Bu, Haziran Direnişi’nin, resmi politika ve ideolojiye yönelik en yüklü eleştirilerinden ve en önemli sonuçlarındandır.
ORTADOĞU’NUN 28 ŞUBAT’I: YÜZDE ELLİYE KARŞI MARJİNALLER
Diğer önemli sonuç ise; kullandığı üslupla 28 Şubat sürecinin argümanlarını yeniden tedavüle sokarak, toplumu iki ana kampa bölmeye çalışan Erdoğan’a rağmen, 28 Şubat Konsepti’nin Haziran Direnişi’nde tuzla buz olması ve halkın bunun için özel bir gayret sarf etmiş olmasıdır.
28 Şubat 1997’de Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in RefahYol Hükümeti “postmodern bir darbe”yle düşürüldü. Ordunun başlattığı ve silahlardan ziyade toplumsal reflekslerin kışkırtılıp ateşlendiği 28 Şubat darbesi döneminde; medya, sermaye çevrelerinin örgütleri, kanaat önderleri ve destek bildirilerine imza atan Türk İş, TOBB gibilerinin işbirliğiyle estirilen hükümet karşıtı hava içinde; RefahYol’un sahneden çekilmesiyle sonuçlanmadan az önce, Sincan caddelerinden tanklar geçirerek gövde gösterisi yapan asker, kısa sürede muradına ermiş oldu. O zamanlar, koalisyondaki Refah Partisi’nin ülkeyi şeriat düzenine sürüklemek istediği o kadar çok propaganda edilmişti ki, kendisini laik-batılı ve çağdaş olarak tanımlayan kesimler, 28 Şubat darbesini hayırhah bir tutumla karşıladılar.
Uluslararası sermaye ve yerli muadilleri Refah Partili koalisyonla istedikleri hızda büyüme ve birikim olanaklarına kavuşamazken, bu hükümetin “Anadolu Kaplanları” denilen “Yeşil Sermaye” kesimlerine tanıdığı ayrıcalıklar sermaye sınıfı içindeki çatışma ve çelişkileri büyütmüş, bu çelişkilerin bir darbeyle çözülmeye çalışıldığı sırada da, halkın payına düşen, etkisi yıllarca sürecek ve kaşınacak olan bir ideolojik bölünme ve saflaşma olmuştu. Refah Partisi’nden ayrılarak Tayyip Erdoğan’ın etrafında toplanan kadrolar, ABD icazetiyle yeni bir siyasal aktör olarak sahneye adım attıklarında, bölünmüş bir toplumsal zeminde mağduriyet edebiyatı yaparak, darbenin dindarlara veya Müslümanlığa karşı icra edildiğini düşünmesini sağladıkları kesimleri peşlerine taktılar.
AKP, halkın büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede, dini duyguları, Cumhuriyet boyunca Müslümanların büyük baskı altında bırakılarak sindirildikleri söylemiyle işleyerek kışkırttı ve 28 Şubat müdahalesini de halkın mağduriyetinin son güncel ve zirvedeki biçimi olarak ilan etti. Üç askeri darbe görmüş geçirmiş bir halkın darbelere karşı biriktirdiği öfke ve korku da bu mağduriyet efsanesine eklenince, Tayip Erdoğan’ın sözde darbe karşıtlığı ve “kimsesizlerin kimi olacağız” vaadi, toplumsal bir karşılık da bulmuş oldu.
Böylece, asker-CHP-medya ve bürokrasinin 28 Şubat’ta darbenin etrafına toplamaya çalıştığı kentli-laik kitlenin karşısına, AKP, sandık yoluyla, aslında, Müslüman oldukları için değil, ama yoksul ve emekçi oldukları için her zaman itilip kakılanlardan oluşan bir kitle desteği ile çıktı. Son seçimlerde seçmenin yüzde elli oyunu alarak, üçüncü dönemine başladı.
Başbakan, seçimlerden sonra, “endişeli modernler” diye anılan, Hükümet’in şeriat rejimini tesis etmeye yönelik gizli bir ajandası olduğuna inanarak yaşam tarzlarına müdahale edileceği kaygısı besleyen kentli-laiklere; baskı altına alınmayı bekleyen Alevilere; Hükümet’in ideolojik ve politik uygulamalarına muhalifliklerinin bedelini ödeyeceklerini düşünen muhaliflere; Hükümet’e destek vermek için demokratik adımlar atıldığını görmek isteyen liberallere, balkon konuşmaları yaparak, milli birlik ve bütünlük mesajı vermeye soyunmasına rağmen, seçimlerin hemen ertesi günü balkondan söylediklerini unutarak, toplumun geri kalanını yüzde elli kalkanıyla etkisizleştirmeye çalıştı.
Başbakan’a göre, yüzde elli, kayıtsız koşulsuz Hükümet’in arkasında, homojen bir destekçi kitle olarak duruyordu. Diğer yüzde elliyi ise, kendi arasında bölünmüş ve örgütsüz olduğu, benzemezlerin imkânsız koalisyonu olarak tanımladığı için, on yıl boyunca, içi son derece rahat bir biçimde ve ayarsız davrandı. Öyle ki, Karadeniz’de köylüler HES’e karşı direnişe geçtiğinde, onlara terörist muamelesi çekti; kadınlar ayağa kalktığında, ar ve namustan dem vurdu; işsizlere ayrı, işçilere ayrı hakaret etti; sanatçıların asalak olduğunu ilan etti; hak arama mücadelesi yürüten kesimleri marjinal diye damgaladı. Zira Erdoğan, karşısına birleşik bir mücadelenin unsurları olarak çıkamayan, ayrı ayrı küçük örgütler kuran, birbirini desteklemekte zayıf refleks gösteren ezilenlerin her kesimini marjinal diyerek, diğerlerinden yalıtmayı, “kendi yüzde ellisi”nin sinir uçlarını da etkiye açık tutmayı bir yönetme biçimi olarak benimsemişti.
Erdoğan Haziran Direnişi’nin başlarında çıktığı Kuzey Afrika gezisinden dönüşünde, yerel yöneticilerin gayretiyle havaalanında toplanan destekçi kitlesinin önünde, yine bir “28 Şubat konuşması” yaptı ve Hükümet’in aldığı yüzde ellilik oy kitlesini, direnişteki halkın karşısına koydu. Bunu yaparken de, içlerinde Koç ve Doğuş grubunun bulunduğu sermaye çevrelerine aba altından sopa gösterdi. Böylece “benim milletim” ile “benim sermayem”den oluşan blok, “bunlar” diye andığı halkın geri kalan kısmının karşısında kutlanmış ve kutsanmış oldu.
Çünkü Erdoğan ve kurmayları, direnişin 28 Şubat veya 27 Mayıs ayarında bir darbe teşebbüsü olduğuna “inanıyor”, direnişteki halkın da; ABD’deki Neoconlar, TÜSİAD’daki kimi büyük sermaye güçleri, Ergenekon artıkları, İsrail-Yahudi lobisi marifetiyle düzenlenen bir sivil darbenin kitle zeminini oluşturduğunu “sanıyor” ya da öyle görünmenin yararına inanıyorlardı. En azından Başbakan, kendi seçmen kitlesine bu yönde bir mesaj vererek, oradaki muhtemel dağılmanın önüne geçmeye çalıştı ve diğerlerini darbeci ilan ederek, karaladı. Bu politika ve söylem, 28 Şubat döneminin çağrışımlarından bolca beslenmişti.
Halbuki, tam da on yıl boyunca, 28 Şubat çağrışımlarıyla yönetmeye, uluslararası sermayenin neoliberal dayatmalarını muhafazakar-dini bir söylemle sarıp sarmalayarak satmaya çalıştığı; toplumu muhafazakarlaşmaya zorlarken, kürtaj yasası, dört artı dört artı dört eğitim düzeni değişikliği, kadınlara üç çocuk dayatması ve son olarak içki yasağı getirerek, dindar kesimin dışındakilerin yaşam alanlarını daraltmaya kalktığı için; kısacası sürekli olarak 28 Şubat bölünmesini zemin aldığı için, karşısında birleşik bir mücadele gücü buldu. Başbakan toplumu bölmeye, unsurlarına ayırarak marjinalleştirmeye çalıştıkça, parçaları kendi elleriyle birleştirmişti.
Başbakan, aynı 28 Şubat söylemini, sermaye çevrelerindeki saflaşmayı da belirginleştirmek için uyguladı. Anayasa Referandumu sırasında “oyunuzun rengini açıklayın” diye sıkıştırdığı TÜSİAD burjuvazisinin bir kesimi, bu süreçte hükümeti geriletebilme olanağına sahip gördükleri Gezi Direnişi’nin yarattığı olanakları devşirme eğilimi gösterdiğinde, hükümetin komplo teorilerine bolca malzeme vermiş oldu.
Haziran Direnişi, Başbakanın, örgütsüzlüğünden ve bölünmüşlüğünden yararlanarak marjinal ilan ettiği kesimlere türbanlı kadınların dahil olması, direniş zamanına gelen Kandil gününde kutlamaların yapılması, Gezi Parkı’nda sembolik mahiyette toplu namazların kılınmasıyla, 28 Şubat sendromunun sadece Erdoğan partisinin bir patolojisi olarak sürmeye devam edeceğini; kutuplaşmanın diğer tarafında ise, bu kamplaştırmaya olan tepkinin zemininin geliştiğini gösterdi. İstanbul-Kabataş’ta bir örtülü kadının direnişçiler tarafından darp edildiğine ilişkin sansasyonel yayın yapan yandaş basına rağmen, direnişte çok sayıda örtülü kadın ve Müslüman erkek vardı. Bunlar, elbette, “diğer yüzde elli”nin 28 Şubat sendromundan kurtulma isteğinin görüntüsüydü. Denebilir ki, Haziran Direnişi, Başbakan’ın, darbe korkusuyla tahkim etmeye çalıştığı 28 Şubat konseptinin de toplumsal olarak altının oyulduğunu gösterdi.
Direnişe katılan Anti Kapitalist Müslümanların sözcülerinden İhsan Eliaçık “Gezi Savunması: Neden Oradaydım?” başlıklı açıklamasında şöyle yazdı:
“Türkiye’de bir mahalle geliyor, iktidarı ele geçiriyor, kendi sınıfını yaratıyor, diğer mahalleyi ötekileştiriyor, sonra öteki geliyor yine yeniden aynı şey olup duruyor. Bunu bir yerden kırmak, çatlatmak gerekiyordu. Ayırım dindar-dinsiz, modern-muhafazakâr, Türk-Kürt, Alevi-Sünni ekseni üzerinden değil; iktidar-vatandaş (ezen-ezilen) ekseni üzerinden yapılmalıydı. İktidar zulmediyorsa, zulme uğrayanın (ezilenin) dinsiz, modern, Kürt, Alevi, sosyalist vs. olduğuna bakılmaksızın yanında olmak, zulme kayan iktidarın da (ezenin) kendi dininden, mahallesinden olup olmadığına bakmaksızın karşı çıkmak gerekmekteydi. Ve bunu iktidarla aynı mahalleden olanların yapabilmesi gerekiyordu. Bunun için gidip Gezi’de Miraç kandilinde Kur’an okuyup dua ettik, iki kez Cuma namazı kıldık, mescit açtık. Bilfiil direnişe katıldık. Çünkü İslam’da söz konusu olan adalet-zulüm meselesi ise, Müslüman olmak ya da olmamak bir anlam ifade etmez. Müslüman’ın zulmüne karşı çıkmak da farzdır ihvanlar…”
Gezi Parkı polis zoruyla dağıtıldıktan hemen sonra yapılan Alevi mitingine katılanlar, Alevi talepleri için, Lice katliamı sonrasındaki mitingde Kürtlerin talepleri için, ertesi gün yapılan mitingde de LGBT’nin talepleri için yürüdüler.
Böylece direniş “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlayışına uygun olarak kendini biçimlendirmeye devam etti.
Sol muhalefeti etkisizleştirmek, liberal desteği korumak üzere, 12 Eylül’ün yargılanması için kayda değer hiçbir adım atmaya gönüllü olmamasına karşın, Ergenekon-Balyoz tutuklamaları süresince darbe karşıtı bir hava estiren Hükümet’in gerçekteki niyetinin darbe ve vasilik yetkisini kendi üzerine almak olduğu, zaten tartışmaya yer bırakmayacak biçimde faş olmuştu. Hükümet, Haziran Direnişi’nde ise, bunu açıkça ve pratik olarak kanıtladı; Gezi Parkı’nın etrafına jandarma birlikleri yerleştirildi. Bülent Arınç, bu durumu şöyle savunuyordu: “Valiler, önce polisleri, yetmezse jandarmayı çağırabilir, eğer olaylar yayılırsa askeri güçler de görev yapabilir.” Aynı günlerde, İstanbul Valisi H. Avni Mutlu, yaptığı bir basın açıklamasında, yanına Jandarma şefini bulundurarak görüntü verdi. Ki bu, Hükümet’in etrafındaki güçlere işaret eden sembolik resimlerden biriydi.
Haziran’ın son günlerinde, direniş diğer parklara yayılarak forumlar biçiminde devam ederken, Mısır’da, başta Tahrir Meydanı olmak üzere ülkenin tüm şehirlerindeki meydanlarda ortaya çıkan isyanın ordu müdahalesine maruz kalması üzerine, Hükümet’in gösterdiği refleks, o son resimdeki ilişkinin Başbakan’ın istediği ölçüde sağlam olup olmadığından kuşkuya düştüğünü gösteriyordu.
Daha önce, 2011’de Tahrir Meydanı’nda toplanarak, Mübarek’in 30 yıl süren diktasını deviren Mısır halkı, ülke siyasetinin yönünü belirlemek üzere öne çıkan ordunun bir yıllık yönetiminden sonra, iktidarın, çok az katılımın olduğu bir seçim sonrasında Müslüman Kardeşlere geçmesinden hiç memnun olmamıştı. 25 Ocak 2011’in ertesi günü Tahrir Meydanı’ndan “devrimimizi çaldılar” çığlığının yükselmesi ise, Mısır’da suların pek de kolay durulmayacağının göstergesiydi. İki yıl sonra Tahrir’de yeniden yükseltilen özgürlük talepleri, bu kez, halk hareketinin devrimi bir başka eşiğe çevrilebileceği veya kaotik bir istikrarsızlığa evrileceği korkusuyla, Mısır egemen sınıflarını, direnişi, daha barışçıl bir biçimde sürerken, söndürmeye sevk etti. Mursi, darbeye kendisinin seçilmiş bir cumhurbaşkanı olduğunu söyleyerek karşı çıktı ve demokrasi kahramanlığı yapmaya çalışarak, Müslüman Kardeşler örgütünü darbeye direnmeye çağırdı. Bu çağrının ilk bedeli, Edeviyya Meydanı’nda toplanan halkın ordu tarafından taranmasıydı.
Bu gelişmenin, kendisini Müslüman Kardeşler’in kardeşi, Ortadoğu’nun model ülkesi veya lideri olarak gören Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarında yarattığı travmanın oldukça ağır olduğu söylenebilir. Nihayetinde 28 Şubat, sadece Türkiye’ye biçilmiş bir konsept değildir, emperyalizmin “Ilımlı İslam” projesi kapsamında, halkı Müslüman olan ülkelerin tamamı bu gömleği giymeye zorlandılar. Türkiye’de AKP Hükümeti seçimle işbaşına gelmişti; Mısır ve Tunus’ta ise, halkın ayaklanmasının ardından yapılan seçimlerle, Müslüman Kardeşler, sözde demokratik bir yolla, ama ABD desteğiyle işbaşına geldiler.
Ülkelerin Amerikan tipi bir demokratik yeniden yapılandırılmasının ılımlılaştırılmış İslamcı partiler tarafından yapılabileceğine, Ortadoğu’da ABD’nin makûs talihinin bu kesimler tarafından yenileceğine ilişkin emperyalist öngörüye geniş bir olanak ve şans tanımak adına, yönetim, Müslüman Kardeşler’e bırakılırken, halkın geri kalan kısmı etkisizleşebilsin diye yoğun bir ideolojik kampanya başlatıldı. Bu kampanyanın başarısı, Türkiye’de on yıldır sürüyor. Ancak devrimci bir süreçten yeni çıkmış Mısır ve Tunus için aynı şey söylenemez. Nitekim İhvan’ın iktidar macerası, şu an itibarıyla, ancak bir yıl sürmüş görünüyor.
Mursi ve Erdoğan’ın darbeyle ilgili söylemleri benzerdir. İkisi de, “seçilmiş” ve oyların yarısını almış olmanın, yani demokratik bir yolla iktidara gelmiş olmalarının altını her fırsatta çizdiler; bunu yaparken de, darbeyi kınamakta ayak sürçen ABD ve AB batıcılığını “ikiyüzlü olmak”la suçladılar. Gerçekten de darbeler döneminin sona erdiğine, emperyalizmin demokratik usul ve yöntemleri tercih ettiğine ilişkin retorik, Mısır’daki darbe sırasında gösterilen iki yüzlülükle parçalanmış oldu. Diğer yandan, “seçilmişlik”in altını çizen iki ülkenin Müslüman diktatörlerinin, demokrasinin, “seçilmişler”in iki seçim arasındaki sürede istediklerini yapabilmeleri olduğuna etrafı ikna etmeye çalışarak, kendi varlıklarını meşrulaştırmaya girişmeleri, güncelin bir başka ironisiydi. Seçilmek, devletin asıl sahibi olan sınıflar ve bunların askeri gücü nezdinde de, halkı tersine ikna etmeye çalışmalarına rağmen, sınırlı bir kıymet taşıyordu.
Haziran Direnişi’nde ve Mısır’da meydanları dolduran halk, seçilmişin bildiğini okuyacağı bir demokrasi istemediğini zaten ilan etmişti. Ancak halkın, seçileni, yoldan çıktığı zaman ya da ona oy veren-vermeyen kitlelerin taleplerinin gelişkinlik düzeyine ayak uyduramadığı zaman geri çağırabileceği bir mekanizma yoktu. Bütün dünyada ’80’lerden bu yana sendikaların ve emekçi örgütlerinin uğradığı devlet müdahalesi bu kurumları işlemez hale getirmiş ve böylece örgütleri aracılığıyla pazarlık yapabilme şansı emekçilerin elinden alınmıştı. Dolayısıyla, halka, acılarına katlanarak, bir dört yıl daha bir sonraki seçimi beklemekten veya taleplerini dillendirmek üzere sokağa çıkmaktan başka şans bırakılmamıştı.
Bizim ülkemiz açısından, Haziran Direnişi, işte bu, etrafındaki katılım mekanizmaları kırılmış oy verme işini kutsayan “sandıkokrasi”nin; bir başka deyişle demokrasi komedisinin de şiddetli bir eleştirisi olmuştur. Mısır ise, darbelerin de böyle bir demokrasinin bağrından çok kolay devşirilebileceğinin kanıtı olmuştur. Hem Mısır, hem de Türkiye’deki süreç, ikisi birlikte ise, 28 Şubat konseptinin yüzde ellici veya oy çokluğuna dayanan diktatörlüğün ayarını bozmakla kalmayarak, bundan beslenen “konsept”in sınırlarının ötesinde bir demokrasi tahayyülünün kurulabileceğini göstermiştir.
Bu bahiste söylenmesi zorunlu bir şey daha var: AKP Hükümeti’nin, şimdiye kadar, devletin ve darbelerin ezeli mağduru kitlenin sesi ve temsilcisi olduğunu iddia ederek genişlettiği cephesini tamamen terk ederek, müttefiklerini gözden çıkarmak pahasına, iyice daraltılmış bir cepheye fit olmak zorunda kalması, direnişin bir ürünüdür. AKP, bir devlet partisi olarak, özüne, kendi kara bölgesine dönmüştür. AKP, Erdoğan ve yandaş medya; demokratlığın teminatı olarak sürdürmeyi önemsedikleri aydınlarla iyi ilişkilerini de askıya aldılar. Çünkü aydınların önemlice bir kesimi bu direnişi destekledi ve içinde bilfiil yer aldı.
Bu tercihi, belki de en iyi, hükümete yakın bir dergi olan Hece’nin Yayın yönetmeni Ömer Lekesiz, Yeni Şafak’a yazdığı bir yazıda ifade etti. Lekesiz, “28 Şubat sonrasında darbeyi olumlamayan, olumlamasa bile bunu belli etmeyen sol ahlaka sahip yazarlarla yaratmaya çalıştıkları gri bölgenin” artık bittiğini yazdı ve dedi ki:
“Solculara köstek olmadık, bilakis yardımcı olduk. Belediyelere götürdükleri projelerde -mütedeyyin yöneticileri ikna etmek için- bizleri bir konu başlığı olarak göstermelerine bile karşı çıkmadık. Talepleri konuşmaysa yaptık, bildiriyse sunduk, istişareyse ettik. Deyim yerindeyse o işler için oluşturulan gri alana salt onların yararına itirazda bulunmadık. Düne kadar da bu böyle devam etti… Dün olanlarsa hepinizin malumudur, ama yine de tekrar özetleyeyim:
“Çiçekleri, böcekleri koruma niyetiyle başlayan Gezi eylemi daha ilk saatlerinde provokatörlerin güdümüne girdi. CHP milletvekillerinden tiyatroculara, çalgıcılardan ressamlara, proflardan militanlara herkes Gezi eylemini elbirliğiyle Menderes’in katillerinin dayanışmasına dönüştürdü. Artık yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki, otellerde yapılan tıbbi malzeme stokları, Avrupalara gönderilen ağıtnameler, uzun zamandır yürütülen haince bir planın parçasıymış.
“…Gri alanda edebiyatımızın dününü, bugününü, yarınını konuşabildiğimiz o solcuların büyük bir bölümünün birer elebaşı, birer yalan makinası, birer azgın devrimci olarak eşkıya hareketinin ön saflarına anında geçivermeleriydi. Ama iş bu kadarla kalmadı. Bir de dönüp ‘Bize destek vermenizi beklerdik’ demesinler mi?
“Buna ‘Yeter artık!’ denmez de ne denir?
“Hem gri alanı kendi elleriyle yok edip, hem de bizi eşkıyaya destekçi olmamakla suçlayanlar, kalan son köprüleri de yıkmakla asıl kendi geleceklerini yıkmış olurlar…”
Bundan çıkan sonuç; AKP’nin, ancak, kemik bir seçmen kitlesine geri çekilerek kendini koruyabileceğini düşündüğü noktaya gelmesidir. Zaten Gezi Parkı’nın boşaltıldığı gün başlayan Milli İrade mitingleri, sokağa direnişçi avına çıksınlar diye aynı gün ortalığa salınan satırlı-keserli AKP militanları gösteriyor ki, bu korunma bölgesinde, tıpkı Mursi’nin yaptığı gibi, kışkırtılmış kesimlerin eylemli ve saldırgan refleksleri bilenecektir. Erdoğan, iktidarını ne olursa olsun korumak için başka bir çare bulamamış görünüyor.
Ancak artık ok yaydan çıkmıştır ve 28 Şubat’tan esinlenen bir yönetme pratiği, bu pratiğin bin yıl süreceği vaktiyle ilan edilmiş olmasına rağmen, yöneticileri yönetemez, yönetilenleri de eskisi gibi yönetilmek ister istemez hale getirmiştir.
Meydanlarda korku duvarını aşarak, birbiriyle kardeşleşerek direnmenin ve kazanmanın tadına varmış bir halkın bundan daha gerisine razı olması uzun süre mümkün görünmüyor. Bunu sadece halklar bilmiyor. Onları sessiz ve uyumlu bir kitle olarak tutmanın bin bir yoluna kafa yoran ve bundan asla vaz geçmeye niyetli olmayan devletler de biliyor. Dünyanın doğum sancıları çektiği, ama bebeğin cinsiyetinin ne olduğunun belli olmadığı bugünlerde, halkların birbirinin elinden tutması o doğumu kolaylaştıracaktır kuşkusuz.
Yazının girişinde anılan fotoğrafta olduğu gibi, halk/lar, el ele verildiğinde önünde çökmeyecek bir güç olmadığını kendi deneyimlerinden öğreniyor; cendereyi kıra kıra ilerliyor.
Diyelim ki: Bu daha başlangıç…