Konumuz Suriye. Ama Suriye eğer Türkiye’de tartışılıyorsa, yalnızca Suriye ve Suriye ile ilgili olarak uluslararası arenada tanık olunan gelişmelerle sınırlı bir tartışma açıklayıcı olmayacağı kadar doyurucu da olmayacaktır. Türkiye çıkışlı bir tartışma, bunca Suriye krizinin içinde konumlanmış Türkiye dışta ya da hatta ikinci planda tutularak yürütülemez.
Dış politika zaten iç politikadan koparılamaz, ayrı ve bağımsız olarak ele alınamaz, ancak çoğu kez dış politika sorunları neredeyse dolaysızca iç politika sorunları olarak şekillenirler; iç politika nerede biter, nerede dış politika başlar, ve tersi, ayırtedilemez olur. Türkiye bakımından Suriye, artık tam böyle bir sorun, bir iç politika sorunu haline gelmiş; AKP Hükümeti’nin yaklaşımları ve izlediği politika işi buraya vardırmıştır. Artık Türkiye Suriye sorununu kendi dışında bir sorun olarak, az ötesinde bile tutabilme, üzerine kan ve barut sıçratmaktan kaçınma olanağına hiç sahip değildir; ÖSO ve El Kaide çetelerinin dolaysız desteklenerek yönlendirilmeleri sayılmasa bile patlayan bombalar, düşürülen uçak ve helikopterlerle Türkiye Suriye ile çoktan askeri bakımdan ilişkilenmiş haldedir.
Öyleyse Suriye sorununu Suriye sorunu olarak tartışacağız; ancak bilelim ki, bu, aynı zamanda Suriye dolayımıyla bir Türkiye tartışması da olacak. Bir Amerikalı ya da Avrupalı veya Rus tartışmacı da bundan geri duramaz, Türkiye’yi dışta tutup tartışmadan Suriye sorununu ele alıp tartışamaz, ama Türkiye’den bu hiç yapılamaz, biz de yapmayacağız.
“AHLAKİ VE İLKELİ DIŞ POLİTİKA”
Başta Başbakan Erdoğan’la Dışişleri Bakanı Davutoğlu, tüm AKP yetkilileri Türkiye’nin dış politikasının “ahlaki ve ilkeli” olduğunu durmaksızın açıkladılar, açıklıyorlar. Örnekse, “halkına ateş açan Esed” ve rejimi karşısında kayıtsız kalamayacaklarını, Esad muhaliflerini cansiperane destekleyerek Suriye’nin içişlerine bu nedenle müdahil olduklarını söylüyorlar! “İlke” ve “ahlak”ın “halkını katleden diktatörler” karşısında sessiz kalmamayı zorunlu kıldığını, aksi halde “dilsiz şeytan” durumuna düşeceklerini ileri sürerek, sonunda, büyüğü küçüğüyle denizaşırı ya da Ortadoğu’lu hemen tüm ülkeler Rus-Amerikan planı üzerinde fikirbirliği sağlamışken havadan havaya füzeyle helikopter düşürerek savaşı provoke etme noktasına kadar ilerlediler! Keza “Mısır darbesine darbe dememe” lükslerinin olmadığını belirttiler. Tersine “darbeye darbe demeyen” başta BM Güvenlik Konseyi üyesi ülkeler olmak üzere her ülkeyi, açık söylemeseler ve isim vermeseler bile, “ahlaksızlık” ve “ilkesizlik”le suçlayarak, tıpkı Suriye sorununda olduğu gibi neredeyse tek başlarına kaldılar: “Değerli yalnızlık”!
Dış ya da iç politika sorunlarının “ahlak” ve “ilke” ile açıklandığı nerede görülmüştür? Politika devlet işleriyle uğraşmak demektir; iç politikanın zemini ülke sathımailidir, egemen ve ezilen sınıf ve tabakalarla etnik, dinsel vb. topluluklarla devlet arasındaki ilişkileri konu alır, dış politikanınkiyse içinde bulunulan bölge başta olmak üzere dünyadır, o da uluslararası ilişkileri konu edinir. Sınıflar ve –son çözümlemede yine sınıflarla kaim– ulusal vb. toplulukların olduğu yerde çıkarın değil ama “ahlak”ın belirleyici olduğunun ileri sürülmesi saf yutturmacadır. Tersine ahlak çeşitli sınıflara göre farklılaşır, her sınıf ve tabakanın ahlakı kendisine göredir. Birine göre ahlaki olanın diğerine göre salt ahlaksızlık olması üstelik kuraldır! Örneğin Bush yönetimiyle ABD Irak’ı “kitle imha silahlarına sahip insanlık düşmanı diktatör Saddam’ı devirerek Irak’a demokrasi getirme” gerekçesiyle son derece “ahlaki” görünen bir yaklaşımla bombalayıp işgal etmiş ve bu süreçte 1,5 milyon suçsuz Iraklıyı öldürmüştür. Amerika ve müttefiklerine göre “ahlak” buradadır! Peki ya Amerikalılar tarafından bombalanarak öldürülen Iraklılara, çeşitli inanç ve milletlerden Irak halkına ve bölge halklarına göre “ahlak” yine aynı yerde midir?
Sınıf temellerinden hareket eden ve sınıf çıkarlarına dayanan ve bu çıkarları yansıtan iç ya da dış politikanın bütünüyle “ilkesiz” olduğu ve olacağı tabii ki düşünülemez. Tabii ki az çok tutarlılık, belirli ilkelere riayeti gerektirir. Ancak bu ilkeler de başta sınıflar ve sınıf çıkarları olmak üzere bir dizi başka belirleyene göre değişirler. Örneğin başka bir ülkenin içişlerine karışmamak ilkesi sömürülen yığınların çıkarını yansıtırken, hammadde kaynaklarıyla pazarlara el koyma eğilimindeki tekelci burjuvazinin çıkarı bir başka ilkeyi koşullar: Saldırı ve işgal.. İçişlere karışma.. Yayılmacılık.. Sömürgecilik.. Emperyalist müdahale. İkisinin iki ayrı ahlakı yansıttığı da tartışmasızdır.
Bununla kalmaz. AKP’nin “ahlakilik” tanımlamasının çıkış noktası “halkını öldürmek” fiilidir. Evet; Esad Suriye halkının en azından bir bölümü üzerine ateş açtırmaktadır. “Muhalif” denilenler, Esad rejiminin ateşi altındadır. Ama kim Suriye’de tek yanlı bir “öldürme”den söz edebilir? “Muhalifler” kurşun değil gül mü atmaktadırlar muhataplarının üzerine? Üstelik sadece Esad askerlerine mi ateş açmakta, halkın beğenmedikleri kesimleri üzerine ateş etmemekte, pala sallamamakta mıdır? Eylül ortasının Amerikan Times ve Fransız Paris Match dergileri bile artık “muhalif” çetelerin palalı infaz görüntülerini yayınlamaktan kaçınamamıştır.
Bu kadar da değildir. Esad’ı “halkına ateş edip öldürmek”le, kimyasal silah kullanmakla suçlayan AKP en küçük muhalif gösteri üzerine zehirli gaz sıkmayı adet edinmiş, Gezi Direnişi ile birlikte gazdan kimseye nefes aldırmaz olmuştur. Artık sıkılan gazdan dükkanındaki esnaf ölmeye başlamıştır. Şimdiden 6 gösterici doğrudan polis müdahalesi -gazın kapsülü ve kurşunla- öldürülmüştür. Bunun adı “halkına ateş etmek”, “halkını öldürmek” değil midir?
“İlke” ve “ahlak”ın AKP tarafından hükümet edilen Türkiye’nin Suriye politikasını haklı çıkarmak üzere eğilip büküldükleri ortadadır.
Peki yine de AKP Hükümeti’nin Suriye politikasında bir “ahlak” ve “ilke” yok mudur? Varsa bunlar ne türdendirler?
“Ahlak” ve “ilke”, AKP sözcüleri tarafından ileri sürüldüğü üzere “halkına zulüm eden”, “ateş açarak öldüren Esed rejimi”yle uzlaşmazlık dolayımıyla şekillenmemektedir. AKP “ahlakı”, “halkına ateş açan”a karşı çıkmada oluşsa, bu durumda, Türkiye’de kendi halkına ateş açıp su ve gaz sıkarak halkının evlatlarını öldürmemesi gerektiği kadar, “halkına ateş açan” başka ülke yönetim ve rejimlerini de karşısına alarak onlara yönelik olarak da savaşkan bir tutum içine girmesi gerekecektir. Oysa AKP Hükümeti, “kendi halkını katleden” polise talimat vermekle övünür ve onları mükafatlandırırken, Suriye ve Mısır dışında “halkına ateş açıp öldüren” ülkelerin rejimlerini, örneğin Bahreyn yönetimini ve Bahreyn halkının öldürülmesine katkıda bulunmak üzere binlerce askerle bu yönetimin “yardımına” koşan Suudi Krallığını da tek bir kelimeyle suçlamamaktadır!
Hayır! AKP’nin “ahlakı”, “halkın öldürülmesi”ne karşıtlık esası üzerine oturmamakta, buradan şekillenmemektedir.
Peki, neden Mısır’la Suriye’de farklı, Türkiye ve Bahreyn’de farklı ahlak ve ilkeler geçerlidir? Ölçüt nerededir? AKP “ahlak” ve “ilke” sınırını nereden çizmekte, tanımı nereden yapmaktadır? Ya da Suriye’de ne olmaktadır ve Baas rejiminde AKP Hükümeti’nin hoşlanmadığı ne vardır, neden hoşlanmamaktadır?
SURİYE’DE NE OLUYOR?
Yüz yıllarca Osmanlı egemenliği altında kalan Suriye, sınırları cetvelle çizilen 1. Emperyalist Savaş sonrası ülkelerdendir; ancak 1946’ya (2. Savaş sonrasına) kadar Fransız egemenliğinde kalmıştır. 2. Savaş ile birlikte Arap milliyetçiliğinin yükseldiği bir ülkedir. Bu çerçevede, 1958’de Nasır yönetimindeki Mısır’la üç yıl süren bir birlik oluşturmuş; 1963’de Baas iktidarı kurulmuş, ’70’teyse Baba (Hafız) Esad yönetime gelmiştir. Ortadoğu’da İngiliz egemenliğinin zayıfladığı 1. Savaş’ın ardından yeni sömürgeci Anglo-Amerikan hegemonyası tartışılır olmamakla birlikte, Suriye, gerek Fransız egemenliğinden gelişi, gerek güçlü Arap milliyetçiliği ve gerekse “sosyalizm” ve “anti emperyalist ittifak ve destek” görüntüsü ardında ’60’larla birlikte bölgede etkisi yükselmeye başlayan Sovyetlerin el atmasıyla bir “Amerikan zone” ülke olarak gelişmedi. Hele ’60’lar itibariyle yakın tarihinde Suriye, ünlü “Soğuk Savaş” tabiriyle Batı yandaşı bir “Hür Dünya” ülkesi olmadı. Devlet kapitalizmi ve “Baas sosyalizmi” söylemli otoritarizmi ile Suriye’de Batılı “değerler” belirleyici olmadığı gibi, bu ülke tersine Batı karşısında konumlandı. Bu, bugünkü “Suriye Krizi”nin asıl temelidir; çünkü rahatça “at oynatamadığı” bu ülke her daim Amerika’nın hedefinde oldu, her fırsattan istifade eden Amerikalı emperyalistlerin müdahalelerine uğradı, şimdi de öyle olmaktadır.
“Milli değerler”i dilinden düşürmeyen AKP ve yetkilileriyle sözcülerinin iddia ettikleri “ahlak” ve “ilke”nin yön verdiği dış politika, birincil olarak, bu zeminden fışkırmaktadır: Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin Suriye’ye yönelik emelleri ve bu emelleri gerçekleştirme amaçlı müdahaleleri. Türkiye, AKP Hükümeti aracılığıyla, Suriye’ye müdahalenin taşeronu rolünü üstlenmiştir.
Yalnızca Suriye değil, ama özellikle Ortadoğu ve hatta –Özal’ın dediği gibi “Çin Seddi’ne kadar” uzak Asya’yı kapsama alanında varsayan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından formüle edilen AKP dış politikasının çıkış noktasında bu taşeronluk işlevi açık seçik tanımlanmıştır:
“Uluslararası fiili güç kullanımı kapasitesi bakımından Soğuk Savaş sonrası dönemin yegane örgütlü gücü olan NATO’nun bu dönemde üstlendiği düzen kurucu ve koruyucu rol, bu örgütün özellikle Avrasya’yı doğu-batı doğrultusunda kuşatan ve kuzey-güney derinliğinde kesen jeopolitik hatlar üzerindeki stratejik derinliğini güçlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Soğuk Savaş dönemindeki çift kutuplu statik dengenin dağılması ile ortaya çıkan jeopolitik boşluk alanları denetim altına alınmaksızın kalıcı bir uluslararası düzen oluşturabilmek mümkün değildir.” (Stratejik Derinlik, 2010, sf. 232)
Akademik “derinliği”yle Davutoğlu, bu analiziyle, ABD ve peşindeki Batı’nın “stratejik ortak” yaklaşımının ötesine geçerek “bölge gücü” Türkiye’ye “model ülke” rolü yüklemek zorunda kaldığını/kalacağını haber verir gibidir. İddiası odur ki, “boşluk alanları”nın Türkiyesiz denetim altına alınması olanaksızdır. Öyleyse Türkiye’ye “bölgesel güç” payesi biçilmesinden kaçınılamayacak ve üzerinden hesap kurmak zorunlu olunca bölgeye “model” gösterilmesinden geri durulamayacaktır. Buradan, Türkiye’nin Batı’nın taşeronu olarak aracı rolünü gizleyip saklamadan ilan etmiştir: “Türkiye, NATO’nun yeni küresel stratejik misyon tanımlaması için vazgeçilmez bir öneme sahiptir.”
Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale hem Batı ve hem de Türkiye’nin bu doğrultuda rol üstlenmeleriyle başladı, sürüyor.
Önce yine “ahlaki ve ilkesel” dış politika geçerliydi; ama “komşularla sıfır sorun” ve “soft power” (yumuşak güç) taktikleri uygulanmaktaydı. Türkiye, yine Batı adına üstlendiği taşeronluk rolü çerçevesinde Esad rejimi ile iyi (“kardeşim Esad”) ilişkiler kurarak izlemekte olduğu “havuç” politikasıyla işlevseldi. Batı “sert” yapıyor, “kötü polis”i oynuyor, tehdit ediyor; Türkiye’yse bunu tamamlayan “iyi polis” rolüyle elini uzatmış Suriye’yi Batı’ya çekmeye çalışıyordu: Tehdit altında köşeye sıkışmış Suriye’nin Türkiye’nin uzattığı eli tutacağı düşünülmüş, hatta belirli bir mesafe de alınmıştı. Ama sonra hayal kırıklığına uğranıldığında AKP’nin tepkisi sert oldu: Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında işlediği temel kavramlardan olan “komşularla sıfır sorun” politikasından hızla vazgeçen AKP Hükümeti bu kez “halkını katleden Esed” politikasıyla Batı’nın en ileri giden saldırgan gücü haline dönüştü. “Muhalifler”, Lübnan ve Ürdün’ün yanı sıra asıl olarak Türkiye üzerinden örgütlendirilip silahlandırıldılar. Türkiye topraklarında karargahlarını kurmaları sağlandı, eğitilip hatta yönetildiler. Sınırdan tanklar ve zırhlı araçlarla giriş-çıkış yapma olanağını kullandılar.
Ancak ilkesi ve ahlakiliği en başta taşeronluk ilişkisi üzerine kurulu bu öngörüsüz politika pek basitçe kurgulanmıştı. Batı ve özellikle ABD’nin Türkiyesiz “kalıcı bir uluslararası düzen oluşturamayacağı” saptamasına dayandırılmış AKP dış politikası hem fazlasıyla tek yanlı hem de fazlasıyla iddialıydı.
Amerikasız ve NATO’suz olmayacağı kararlaştırılmıştı; kesindi. Türkiye’nin onlarla çatışacak hali yoktu. Ancak bunun yeter sayılarak, “fırtınalı denizler”e açılmanın, “kör cesareti”yle, yalnızca ABD ve Batı’yla ilişkilenerek başarılabileceğinin sanılması, AKP dış politika “açılımı”nın birinci zaafıydı. ABD ve NATO dışındaki ülkelerin, Soğuk Savaş ve eski Rus İmparatorluğunun çöküşünün ardından az-çok eşitlendikleri ve Batı’yla uyumun onlarla başetmeye yeteceği varsayımı kendini “dev aynası”nda görmekten başka bir şey değildi. ABD ile el ele verildikten sonra ne Rusya, ne Çin, ne İran önemli görünüyordu!
Üstelik, eskiden, Soğuk Savaş öncesinde, ABD ve NATO, Türkiye’yi “stratejik ortak olarak değil, ucuz insan gücü icab ettiğinde kullanılabilecek bir destek stratejik kaynak gibi görmekte”yken artık Türkiye’nin “NATO’nun yeni küresel stratejik misyon tanımlaması için vazgeçilmez bir öneme sahip” olduğu analizi yeterince güvenilir değildi. Türkiye’nin gelişmesi ve gücünün büyümesine bağlı olarak öneminin artığı tezi belirli bir gerçek payına sahip olsa bile abartılmamalıydı, abartıldı. Bu abartıda, jeopolitik önemin yanı sıra “ecdat”, “tarihi ilişkiler”, “Osmanlı bakiyesi topraklar” vurgularıyla tarihi ilişkilerin öneminin olduğundan büyük varsayılması rol oynadı. Ama asıl abartı kaynağı ideolojikti: “Yeni-Osmanlıcılık”, Osmanlı’nın yeniden ihya edilmesi ve yeniden bir “cihan imparatorluğu” kurulması.
Öyle ki, sadece Rusya ve Çin gibi büyük emperyalist ülkeler değil, İran da değil, hatta neredeyse ABD ve NATO bile küçümsenecekti! “Stratejik ortaklık” deniyor, ABD ve NATO’nun uluslararası düzen kuruculuğunda Türkiye’ye vermesi kaçınılmaz önem üzerinde duruluyor; ama “ip”in ucu kaçırılarak, Türkiye’nin de “düzen kurucu”luğu ve “merkez ülke” olması üzerine hayaller kuruluyordu: “Türkiye’yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak dünya ana kıtasının merkezini, tarihi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye’nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.
“Modernite, Avrupa-merkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihi birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.”
Yani? Diğerlerini kendi etrafında toplayıp kendi ekseninde yönlendiren ülke! “Merkez ülke” budur. Bu, aynı zamanda kendi çıkarlarını dayatan “düzen kurucu” ülke de demektir. Peki, AKP bakış açısı nerelere uzanmaktadır; Davutoğlu’nun belirttiği “yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları” nereleridir?
İşte yine jeopolitiğinin abartılışına dayalı yanıt: “Türkiye bu dış politika stratejisini ileride uluslararası çevreye kademeli bir tarzda açılabilmek için kullanabileceği üç önemli jeopolitik etki alanı içinde taktik önceliklere dayandırmak zarureti ile karşı karşıyadır:
1. Yakın kara havzası: Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar
2. Yakın deniz havzası: Karadeniz – Adriyatik – Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez – Hazar Denizi
3. Yakın kıta havzası: Avrupa – Kuzey Afrika – Güney Asya – Orta ve Doğu Asya
“İç içe geçen dairevi kuşaklardan oluşan bu havzalar Türkiye’nin bölgesel etki alanlarının (hinterlant) kademeli bir tarzda genişletilerek uluslararası küresel konumunun güçlendirilmesi hedefine yönelik dış politika stratejisinin jeopolitik temelidir.”
“İpin ucu” gerçekten kaçıktır! Erdoğan-Davutoğlu dış politika stratejisinin jeopolitiği, tıpkı Özal’ınki gibi “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” uzanmakta, hatta “Seddi” bile geçmektedir! Ve Özal’nkinden bir farkı vardır: Özal kanaatkarlıkla ABD ve NATO’nun dizinin dibinden ayrılmazken, AKP iddialıdır; “merkez ülke” olmak bakımından koşulların uygun olduğu görüşündedir. Bu fark, şüphesiz Amerikan karşıtlığına götürmemekte, ABD’yi hesaba katmazlık anlamına da gelmemekte; ama “Türkiye’nin vazgeçilmezliği”nden hareketle, taşeronluk payının ciddi biçimde yükseltilmesi eğiliminde yansımakta, ötesinde bütün “jeopolitik boşluk alanları”nın doldurulması için atağa kalkılması “açılımı”nı ifade etmektedir. Buradan AKP ile Amerika’nın sık sık çeşitli “boşluk alanları”na ilişkin politik yaklaşımlarında “nüans” farklılıkları oluşmakta ve bu farklılıklara ilişkin makas az da değildir. Üstelik bu “makas”, Washington ziyaretlerinde, örneğin sonuncusunda “görüşlerimi değiştirdim” söylemiyle açıktan ABD tarafından yapılan “balans ayarları”nın gereğini yerine getirmesine rağmen geçerliğini korumaktadır.
“Kardeşim Esad”tan “zalim Esed” politikasına geçtiğinde, AKP’nin dönüşü çok hızlı olmuş, “boynuz kulağı geçti” misali, bu kez, Suriye’ye savaş açılmasını en ileriden savunan AKP olmuştur. “Uçuşa yasak bölge” ya da “tampon bölge” oluşturulması ısrarı ABD tarafından kabul görmemesine karşın, AKP tarafından savunulmuş, “muhalifler”in desteklenmesinde de yine en ileri giden AKP olmuştur.
Rusya’nın inisiyatifi ile 2. Cenevre Konferansı’nın toplanması ve siyasi çözüm arayışları gündeme geldiğinde, bu, Amerika, sair Batılılar ve hatta o dönem Suriye “muhalefeti”nin başındaki M. Hatip tarafından kabullenmesine rağmen Erdoğan ve AKP’si ayak diremeyi sürdürmüş, Rusya’yı ikna edeceğini ileri sürmüş, Washington’da bu nedenle “görüşlerimi değiştirdim” açıklamasını yapma noktasına gelmekten kaçınamamıştır. Amerika bu konuda manevra yapmasına karşın, AKP görüşme ve siyasi çözüme tümüyle karşıdır ve “zalim Esed devrilmeli” çizgisindedir. Bu, iki ülke arasında bir taktik farklılığa denk düşmektedir.
En son “kimyasal silah” krizinde ABD ve sair Batılılarla AKP Hükümeti aynı “Esad güçleri yaptı, cezalandırılmalı” çizgisinde bir aradayken ve Suriye’ye müdahale somut olarak tartışılmaya başlanmışken, “en sonuna kadar gitme” tutumu –Suriye “muhalifleri”nin yanı sıra– sadece AKP tarafından savunulmuştur. Genel kabul gören “Esad’ı devirmeye ve bir rejim değişikliğine varmayacak” “sınırlı” bir cezalandırma operasyonuyken ve üstelik böyle bir operasyon bile –İngiltere’nin parlamentodan geçirememesi, Almanya’nın başlangıçtaki karşı çıkışı, Obama’nın bu durumda topu taça atarak konuyu Kongre’ye götürmesi gibi nedenlerle– gündemden düşme belirtileri gösterirken, Erdoğan ve Davutoğlu, hatta “sınırlı”lığın kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
Rusya yeniden inisiyatif alıp “Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması” planını ortaya attığında ve bütün büyük emperyalist ülkeler –aynı zamanda kendilerini çıkışsız bir durumdan kurtardığı için kolaylıkla– bu planı kabul ettiklerinde AKP Hükümeti’nden, Erdoğan ve Davutoğlu’ndan yükselen ses olumsuz oldu. Hükümet Sözcüsü olarak B. Arınç, planı ve planla varılan yeri “Şu ana kadar itirazlarımız, taleplerimiz, ikazlarımız dikkate alınmamıştır. Gelinen nokta tatmin edici olmaktan uzaktır” sözleriyle değerlendirdi.
Değerlendirmeler farklı. Makas açık!
KİMYASAL SİLAHLARIN GÖSTERDİĞİ
Üzerinde anlaşma sağlanan son Rus planı göstermiştir ki, Rusya artık eski Rusya değildir. Plan bir şeyi daha göstermiştir ki; Esad rejimi görülebilir gelecekte gidici değildir.
Üzerinde anlaşma sağlanan plana varılan görüşmeler sürecinde ABD ve Rusya’nın rivayetlerinin farklı olduğu, bu iki ülkenin anlaşmayı da hâlâ farklı anladıkları ortada. Ancak bu beklenen bir şey olmalıdır. ABD herhalde bir çırpıda “diz çökecek” değildir ve gerileme durumunu bir türden izah edecektir, “olmazsa, askeri harekat”, “planın yaptırımı var” vb. yorumlarıyla izah etmeye çalışmaktadır da. Geniş pencereden şunlar görülecektir.
ABD “önleyici savaş” türü doktrin ve bu yönde taktiklerle 2. Emperyalist Savaş’ın ardından elde ettiği, bir süre sonra Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından dengelenen, ama SB’nin çöküşüyle yeniden “tek”e düşen süper devlet pozisyonunu sürdürme peşindedir. “Stratejik Derinlik”inde Davutoğlu’nun da kendilerine düşecek “pay”ın hayalini kurduğu “soğuk savaş”ın kendisi tarafından kazanılmasının ardından, ABD, “tek kutuplu dünya”da hegemonyasını sürdürme, hegemonya alanlarını –özellikle eski Sovyet bakiyesi alanlarda genişletme– ve tartışılmaz üstünlüğünü sona erdirme girişiminde bulunabilecek potansiyel rakiplerine kendisini dayatma, onları kuşatarak ve zamansız çatışmalara sürükleyerek boyun eğdirme ve bu amaçla bütün fırsatlardan yararlanma tutumu izlemiştir.
“Renkli devrimler”.. “Haydut devletler”.. “Ya bendensin ya karşı taraftan”.. söylemleri hatırlardadır. Bunlarla ABD, özellikle Sovyet bakiyesi topraklarda yayılmaya girişmiş Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkaslar’da yeni bir “uluslararası düzen”i pek zorluk çekmeden tesis etmiştir. SB’nin çöküp dağılmasının ardından Rusya’nın kolunu kıpırdatamaz hali ve takatsizlik koşullarında sarhoş Yeltsin’in elinde Amerikan dümen suyundan çıkmamaya özen göstermesi işini kolaylaştırmıştır.
Önce Yugoslavya’nın NATO bombardımanıyla bölünüp parçalanmasını Rusya hoşnutsuzluk homurtularıyla izlemekle yetinmiştir.
Sonra “ikiz kuleler” ve Afganistan işgalinde ABD geri kalan tüm emperyalist devletlerin onayını alıp katılımını sağlamış, Rusya da çatlak ses olmamış, güneyinden kuşatılmakta olduğunun farkında olmasına rağmen itirazda bulunmamıştır. Yeterince toparlanamamıştır, hala kolu kanadı kırıktır çünkü.
Daha sonra Irak işgali gelmiştir. Irak’ta “yeter artık” sesleri yükselmeye başlamış; Almanya ve Fransa işgale karşı çıkmış, BM ciddi bir tartışmanın zemini haline gelmiş ve Bush “eski Avrupa-yeni Avrupa” ayrımını yaparken işgal BM dışlanarak gerçekleşmiştir. Rusya da bu kez Fransa ve Almanya ile birlikte karşı tutum almış, ama bir noktada durmayı bilmiştir; hâlâ yeterince güçlenmemiştir.
Gerçi sosyalizm döneminden kalma çok güçlü bir sanayi temeline sahiptir Rusya, ama Yeltsinli ilk dağınıklık döneminde neredeyse tümü paslanmış ve tahrip olmuştur. Bir dönem Mafya egemenliği altında “kapanın elinde kalan” Rus ekonomisi, imparatorluktan arta kalanı bir araya toplayarak yeniden organize eden ve yükselen petrol fiyatlarından yararlanarak yeni yatırımlara yönelen Putin’in yönetiminde toparlanmaya başlamış, eski sanayi temelinin üzerine yenisini koymak çok zor olmamıştır. Ve elde zaten ABD ile boy ölçüşecek bir nükleer ve konvansiyonel silah yığınağı vardır; Rusya askeri bakımdan, bir dönemki organizasyon yeteneksizliği dışında, hiçbir zaman güçsüz olmamıştır.
Giderek güçlenen Rusya, önce, 2008’de Gürcistan’da Amerikancı Saakasvili’nin, arkasındaki efendisine güvenen böbürlenmeleri ve Osetya ile Abhazya’ya yönelik saldırısına silahla karşılık verdi. Mesaj asıl ABD’yeydi ve şuydu: “Yeter, her şeyin bir sınırı var!” Rusya bir noktadan sonra dikileceğini göstermişti!
Libya’da Rusya sesini fazla yükseltmedi, bu ülkeyle doğrudan çıkar bağlantısı bulunmuyordu. Kaddafi gerçi eski SB müttefikliği yapmıştı; şimdi her açıdan durum değişikti, ne Rusya eski SB idi, ne de “nerede akşam orada sabah” zigzaglarla ayakta kalmaya çalışan ve sırtını her yere dayamaya, her yere kapılanmaya hazır görüntü veren, üstelik bir de halkını denetim altında tutmada zorlanan ve öngörülebilir olmayan rejimi güven telkin ediyordu. Sonunda “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi”! En başta seçimlerde yüksek meblağlarla yardımına koştuğu Sarkozy Fransa’sı tarafından bombalandı.
Ama sıra Suriye’ye gelince iş değişti. Birincisi, Rusya’nın Suriye ile geleneksel ilişkileri güçlüyür ve sürmektedir. Örneğin Rusya Suriye’nin önde gelen iktisadi-ticari partneri olduğu gibi, başlıca silah kaynağıdır. İç savaş öncesinde Suriye de, Rusya gibi, kontrollü bir liberalleşme süreci yaşamaktaydı; özelleştirmeler başlamıştı, ancak hala bürokrat kapitalizm baskındı. Bu, Batılıların ülkeye mali iktisadi sızması bakımından ek bir zorluk oluşturuyor, iki ülkenin ilişkilerinin sağlamlığını ise güvenceye alıyordu. İkinci olarak, Rusya’nın tek deniz-aşırı deniz üssü Suriye Tartus’tadır ve bu üs iki ülkenin askeri bağlantısını garanti etmenin yanında Rusya’nın geleneksel “sıcak denizlere açılma” politikasının başlıca dayanağı durumundadır. Üstelik Gürcistan’da kendi çıkarlarını hiçe sayan Batı ve özellikle ABD karşısında “dikilen” Rusya, Suriye’nin düşmesiyle sıranın İran’a geleceğini ve hemen güney sınırlarının ötesinin çatışma alanına dönüşerek kuşatılmasının neredeyse tamamlanacağını ve dünden ve bugünden daha içinden çıkılmaz bir duruma düşeceğini bilmiyor ve daha uzun süre ABD karşısında “dikilmeden” edebileceğini sanıyor olamazdı. Çin ve İran’la yakın temas halinde, Rusya, sonunda “olmaz” dedi. Önce BM Güvenlik Konseyi’nde veto üzerine veto kullandı ve BM karar mekanizmasını bloke ederek Suriye’ye yönelik “yasal” Batılı müdahaleye izin vermedi. Sonra “muhalifler” dışarıdan silahlandırıldıkça o da, Baas rejimine silah sevkiyatına başladı. Yerden havaya en gelişkin füze sistemi olan S 300’leri Suriye’ye vereceğini açıklaması büyük tartışma yaratmıştı ki, bir süre sonra Rusya’nın bu sevkiyatının önemli bir bölümünü zaten yaptığı yine Rusya tarafından açıklandı.
Bu arada, Türkiye, Başbakanı’nın ziyaret ve davetlerinde Putin’i “ikna etme” uğraşındaydı! Garip ve “değerli yalnızlık” içinde tecrit olmuş bir “düzen” ya da “oyun kuruculuk”la “merkezi ülke” hayalleri Amerika’yla “taktik ayrılıklar”ın üstüne bir de Rus duvarına çarpmıştı. Rusya’ysa “oyun kuruculuk” ve “merkez ülke” nasıl olunur onu kanıtlıyor, Suriye sorununda, neredeyse tüm ülkeleri kendi ekseninde dönendiriyordu.
En son “kimyasal silah” krizi Rusya’nın kendisini ABD’ye de dayatmayı başardığını gösterdi. Rusya, krizin ortasında, “oyunu”nu kurarak uygulamaya soktu ve karşı pozisyon alarak tecrit olan bir Türkiye ve bir de Suriye “muhalefeti” oldu.
Büyük ihtimalle “muhalifler”, özellikle El Nusra türü Kaide örgütlerinin bir povokasyonu olarak, yine ihtimaldir ki Türkiye’nin de el vermesiyle gündeme getirilen “kimyasal silah” krizi sonunda en başta “muhalifler”le Türkiye’nin ayağına dolanmış oldu. Cenevre toplantıları başladı. Anlaşma sağlandıktan sonraki Paris’teki son toplantıya öngörülebilir olmadığı ve problem çıkarabileceği varsayıldığı için Türkiye de çağrıldı. Toplantı sırasındaysa, Türkiye’nin bir Suriye helikopterini düşürdüğü haberi geldi. Türkiye de herhalde “oyun kurma” çabasındaydı! Ya da sitemlerini bu tür provokasyonlarla belli etme ve savaşı tahrik etmeyi sürdürme tutumu izliyordu.
Suriye ve özellikle son “kimyasal silah” krizi, dünyanın artık net olarak “tek kutuplu” olmadığını, Amerikan emperyalizminin her istediğini yapabilme yeteneğine sahip olduğunu dönemin kapandığını ya da esneklik gerekirse kapanmakta olduğunu gösterdi. ABD’nin etkili gazetelerinden New York Times, “Putin(in), Suriye hamleleriyle dünya liderliğini Obama’nın elinden kaptı”ğını yazdı.
“Kimyasal krizi” odağında gelinen son nokta, aynı zamanda, bırakın öyle birkaç ay içinde Emevi Camiinde namaz kılma hayalini, zaten yaz aylarından bu yana “muhalifler”i –Kusayr ve arkasından Humus gibi stratejik mevzilerde– geriletmekte ve geriledikçe karşıtları birbirine düşüp kendi aralarında savaşmakta ve özellikle Kaide örgütleri eliyle palalı infazlar ve kitlesel kırımlarla halka yönelik zulmü tırmandırmakta olan Esad rejiminin ve dayanaklarının, ülkenin bir yıkıntı alanına dönüşmesinin ortasında da olsa, hâlâ sağlam olduğunu ve kolay kolay çökmeyeceğini göstermiştir.
“Muhalifler” ne yeterince güçlü ne birlik halinde ve ne de yeterince örgütlü ve donanımlıdır. “Muhalifler” arasında ABD’nin “terör örgütü” listesine aldığı El Nusra ve Irak Şam İslam Devleti türü Kaide örgütlerinin öne çıkmaları ve gösterdikleri gelişme Batı’yı isteksizleştiren ve “muhalifler”i silahlandırmada kararsızlaştırıp ağırdan almaya yönelten önemli bir faktördür. Üstelik bu örgüt Kürt bölgesinde Kürt halkına saldırdığı gibi, “ÖSO” ile de çatışmaktadır. Bunlar Baas rejiminin dayanıklılığının iç dinamiklerindendir; ancak rejimin asıl gücü ve dayanıklılığı, görülmüştür ki, dış dayanağının –en azından AKP Hükümetinin hiç ummadığı– gücündedir.
“Kimyasal silah” krizine gelindiği süreçte, bir başarı elde etmek bir yana geri püskürtülmeleri ortamında, güçsüzlüklerinin bir kanıtı olarak ve Türkiye’nin itirazlarına karşın, M. Hatip başkanlığında “muhalifler” “2. Cenevre süreci”nin başlamasına olur vermişlerdi. Bu konuda yine bir Rus-Amerikan anlaşması geçerliydi, direnen Türkiye, Washington’da ancak ikna edilerek “görüş değiştirme”ye zorlanmıştı, ama yine savaş kışkırtıcısı tutumunu sürdürüyor ve “muhalifleri” silahlandırıp özellikle Kaide örgütlerini Kürt halkının üzerine sürmeye devam ediyordu. “Kimyasal silahlar” tam bu ortamda patlatıldılar! Batı’da herkes Esad tarafından patlatıldıklarından emin görünüyor, ancak Adana’da Nusra’ya gidecekken yakalanan “Sarin Gazı” yapımında kullanılan kimyasal maddelerle ilgili açılan dava sürmektedir.
Rusya’nın “kimyasal silah” krizine müdahalesiyle girilen yeni yolda ise, artık Cenevre sürecinin devamı ve önce kimyasal silahlarının teslimi ve imhası içerikli olarak başlayacak görüşmelerin siyasal çözüm içerikli olarak sürmesi uygulanabilir hemen tek “senaryo” durumundadır. Dış faktörlerin yanında iç faktörler de buna işaret etmektedir.
Ancak bölümü bitirmeden söylenmelidir ki, üstelik Amerikan tutumunu da “tatmin edici” bulmayıp ondan da ileri giderek, kimyasal silah provokasyonunda rol alma, helikopter düşürme ve hala Kaide örgütlerine destek sunma vb., Türkiye’nin AKP elinde girdiği Amerikan patronajlı savaşçı politikanın ne denli “ahlaki” ve “ilkeli” olduğunu belirtmektedir!
ULUSLARARASILAŞMIŞ İÇ DİNAMİK
“Muhalifler”in örgütlülük ve birleşiklik bakımından gücünün yetersizliği nereden gelmektedir? Uluslararası desteğinin sınırlılığının da nedeni olan bu yetersizliğin bir kaynağı Suriye’nin inançsal (dinsel ve mezhepsel) ve etnik çeşitliliğinde ve Esad rejiminin bu çeşitliliği dayanağı olarak değerlendirmesindedir ki, bu rejimin gücü ve “muhalifler”in güçsüzlüğünü koşullamaktadır ve nesneldir.
Suriye, yaklaşık %12-13’lük bir Nusayri (Arap Alevisi) ve Hıristiyan nüfusa sahiptir. Benzer bir oranda Kürt nüfus yaşamaktadır. Yüzde 4-5 Ermeni, Dürzi, Çerkez, Yahudi nüfusa da sahip Suriye’de Sünniler ise %60-65’lik bir dilim oluşturmaktadır.
Başlangıçta hemen her toplumsal kesimin hoşnutsuzluğu ve öfkesine muhatap olap rejim kitlesel gösterilerle genel bir halk muhalefeti ile yüz yüze kalmış, ancak özellikle Sünniler içinde örgütlenmeye girişen Müslüman Kardeşlerle Selefiler ve giderek yurt dışından da devşirdiği cihatçı/şeriatçı militanlarla tümünü geride bırakan El Kaideci örgütlerin, halkın bu muhalefetinin üzerine yaslanarak silahlı eylemlere yönelmesi durumu değiştirmiştir. .
Dışarıdan örgütlendirilip silahlandırılan “muhalefet”in yükselişinden duyduğu korkuyla kendisini yeniden rejimin kollarına atan başlangıçtaki halkın yaygın hoşnutsuzluk ve muhalefeti hemen tamamen yatışmış, farklı toplumsal kesimlerden halk siyasal İslamcı kalkışmadan duyduğu korkuyla rejime bel bağlamaya rücu etmiş; “muhaliflik”, rejimle mücadelesinden belki daha çok –rejimin dayanaklarını kurutma amacıyla hedeflenen Sünni aşiretler de dahil olmak üzere– etnik ve mezhepsel nedenlerle halka saldırmasıyla ünlenen besleme Arap milliyetçisi İslamcıların özelliği durumuna gerilemiştir.
Dışarıdan, özellikle Türkiye, Katar, ve Suudiler tarafından beslenen mezhepçi İslamcı akımın iktidar alternatifi olarak bu ileri sürülüşüyse “muhalifler”in güçsüzlüğü ve ama rejimin güçlülüğünün öznel dayanağı olarak rol oynamıştır/oynamaktadır.
Batılıları alternatif arayışıyla isteksizleştiren bu etken Türkiye’nin AKP eliyle izlediği mezhepçi İslamcı çizgi ile Batı ve ABD’yle arasındaki “makas”ın açılmasına götüren bir etken durumundadır da.
“Muhalifler”in başlıca sloganı “Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a” olunca, aynı “muhalifler” Arap milliyetçiliğinde rejimden aşağı kalmayarak, Esad’ın da gereken manevrayı yapmasıyla Kürt halkına da saldırıya yönelince, Suriye’de Baas dışında bir iktidar alternatifi öngörülemez olmuştur: Ülke nüfusunun üçte birini yok ve düşman sayan bir “yönetim” olanaklı bulunmamaktadır. Ne halk ve ne de “muhalifler”in uluslararası destekçileri tarafından.
Üstelik bundan ibaret değildir. Özellikle El Kaide çetelerinin gaddarlıkları ve zalimlikleri yalnız Alevi, Hıristiyan, Kürt, Dürzi, Ermeni vb. nüfus değil, ama Sünni nufus üzerinde de korku salmıştır ki, Baas rejiminin öteden beri özellikle Sünni burjuvazi ve aşiretleriyle kurduğu çıkara dayalı iyi ilişkilerle yine rejimin Sünniliği bir inanç sistemi olarak kısıtlamasız biçimde devlet düzeyinde destekliyor ve kullanıyor olması hesaba katıldığında, tümü, Sünni nüfusun da önemli çoğunluğunun rejimle birlikte saf tutmayı sürdürmesine götürmüş, Esad’ın Sünniler içindeki dayanaklarının gücü kırılamamıştır. Esad’ın hâlâ birçok sayıda bakanı ve komutanı Sünni olduğu gibi, belirli bölünmelere uğrasalar da hâlâ önemli ölçüde örgütlülüklerini koruyan aşiretler Esad’ın yanındadır. Ve önemlisi, bu yıl içinde camide uğradığı suikast sonucu Kaideci militanlar tarafından öldürülen, Türkiye’nin Fethullah’ını andıran, ancak etkisi belirli bir “cemaat”le sınırlı olmadığından ondan daha kapsayıcı bir güce sahip olan ve Baba Esad’ın cenaze namazını da kıldıran Sünni din ulusu –büyük İmam– Şeyh el Boudi Esad’ı desteklemekteydi.
Saldırılarıyla, Esad’ın nüfusun çeşitli kesimlerine yayılmış ve zedelenmiş olan birçoğu bu saldırılarla dağılmak bir yana tersine yenilenen dayanaklarını dağıtamayan dışarıdan yönlendirilip beslenen besleme “muhalif” etkinlik, tıkanmış görünmektedir.
Üstelik dış bağlantısı da problemlidir. Kaideci İslamcı yükselişin Batılı bir dizi müdahale ile önü alınmaya çalışılmış ve “muhalif” örgütlülük birkaç kez elden geçirilmiştir. Başlangıçta “Suriye Ulusal Konseyi” olarak örgütlendirilen bu “muhalefet”, Doha’da bizzat H. Clinton’un da katıldığı toplantıyla, 1) Kaideci unsurlar dışlanıp, 2) Kürtlere “muhalefet”te yer açılma kararı alınarak “Suriye Muhalifleri ve Devrimcileri Koalisyonu” adıyla yeniden örgütlendirilmiştir.
Yenilenmenin amacı şudur ki, “muhalefet”in İslamcı olmasında bir sakınca yoktur, silahlı etkinlik içinde olmalarında da kuşkusuz ki bir sakınca yoktur, bu tersine onlardan istenmektedir; ama “İslam” “Ilımlı İslam” olacaktır.
Bu nokta, AKP Türkiye’sinin “efendi” ABD’yle “makas” açıklığına neden olan asıl “çekişme konusu”nu oluşturmaktadır; ama aynı zamanda AKP dış politikasının “ahlaki” temeli ve “ilkeli”liğinin dayanağıdır da.
Uluslararasılaşmış bu iç dinamiğin kökünde din var.
Dinler insanın acizliğinden kaynaklanır. Dünyevi sorunları çözümleyemeyip bugünün modern dünyasında sermayenin kör egemenliğinin altında kalanlar durumlarını katlanılır kılabilmek için “esrik bir içki”ye ihtiyaç duymuşlardır. Buradan insanın samimi inanç sahipliği türer. Samimi inananlar, mütedeyyin kitle bu kategoridendir.
Ancak doğuş koşullarından başlayarak ya da bir kez egemenler tarafından da kabul edildikten sonra, dinler hep belirleyici siyasal bir yöne sahip olmuş ya da siyasallaşmışlardır. İslam’da baştan itibaren siyaset olmuş; İslam hep devlet olarak varolmuştur. Hıristiyanlığın siyasallaşması Roma tarafından benimsenmesi sonrasıdır.
Sömürülen ezilen yığınların “bu dünyaya katlanmak” üzere “öteki dünyada kurtuluş” arayışı olarak din, bu dünyayı yönetmeye değil, inananın kendisini rahatlatmaya yöneliktir. Burada acz, cehalet ve önyargı bulunabilir, ama samimiyetsizlik ve istismar yoktur. Ama ne zaman ki dinler dünyayı yönetmeye koşulur, dünyevi amaçlarla kullanılırlar, orada, sömürülen yığınların samimi inançlarını istismar eden sömürücü egemenlerin elinde egemenliklerini sürdürmenin güçlü kaldıracına dönüşmüşlerdir.
Samimi inananlar bir yana, bugün onların üzerinde tepinilen inançlarının istismarı olarak İslam’ın iki başlıca siyasallaşmasından söz etmek gerektir. Birincisi, kapitalizmin ihtiyaçlarının hizmetine girmiş, bu ihtiyaçları karşılamak üzere çeki-düzen verilmiş, en başta ise büyük kapitalist patron Amerikan emperyalizmi tarafından güdülen “ılımlı İslam”dır. “Ilımlı İslam” inananların inançlarını Amerikan çıkarları doğrultusunda istismar eder. Ve ikincisi, Amerika ya da başkalarıyla el ele vermiş vermemiş fazla önemli olmadan, çıkarı gerektirdiğinde herkesle ele ele veren, ama dolaysızca dini siyasal odak olarak öne sürüp din siyaseti yapan, sonuçta –mali sermayenin ağlarını yaymadığı yer kalmayan bugünün modern dünyasında– kapitalize olması ve kapitalizme bağlanmasından kaçınılamayacak olsa da din devletini (şeriat) amaçlayan “radikal İslam”. “Ilımlılık” “radikallik” arasındaki fark, birinin silah kullanması diğerinin kullanmaması ya da birinin “devrimci” diğerinin “reformcu” yöntemler kullanmasından değil, ama dolaysızca kapitalizme bağlanıp özellikle Amerikan hizmetine koşulur olma ya da olmamada ortaya çıkar.
Mısır, Suriye, Türkiye.. gibi ülkelerde son dönemde yaşanan gelişmelerde bu iki siyasallaşmış “İslam” ve aralarındaki fark küçümsenemeyecek bir etken olarak rol oynamıştır.
Mısır’da eskinin “radikal İslam”ı Müslüman Kardeşler, neoliberal süreç içindeki palazlanma ve “yumuşama” döneminin ardından, Mübarek’in de devrilmesiyle, denendiği ABD tarafından, kapitalizmin hizmetine gireceğini de belli ettiğinde önü açılarak iktidara taşınmıştır. Ancak kolay değildir; İhvan dönüşümünü başarıyla tamamlayamamış, Amerikan çıkarlarını ihmal etmiş ve kendi dinselliğine oynamaya yöneldiğinde Amerikan darbesiyle karşılaşmıştır. Erdoğan’ın Mısır’da “darbe” karşıtlığının temelinde, Müslüman Kardeşlerin “sonu”nda kendi sonunu görerek feveran etmesi vardır! Çünkü Türk Müslüman Kardeşleri’nde de biraz Amerikancı “ılımlı İslam” biraz “dolaysız dincilik” ya da “siyasal İslam” el eledir. İslami amaçlar bazen gözleri kör edebilmekte ve “yeni-Osmanlı”cı yöneliminin de etkisiyle ABD ile çeşitli alanlarda makas açılabilmektedir. Zaten Türkiye bakımından yeni-Osmanlıcılıkla siyasal İslamcılık Amerikancılıkla birlikte AKP şahsında iç içe geçmiş haldedir.
Suriye’ye gelince; bu ülkeye müdahalenin “patronu” ABD’dir. Müdahalenin siyasal İslam üzerinden yürütülmesi, sadece iç İslamcı takımının değil, onun da tutumudur. Suriye’de, bugün, üstelik geleneksel olarak da, başka türden bir muhalefetin tutma şansı olmadığını ABD de bilmektedir. Üstelik, bölgede İran’ın başını çektiği bir “Şii hilali” oluşmuş durumdadır ve onun bertaraf edilmesi ihtiyacı, bir de mezhepçiliği, doğal olarak Sünniciliği gündeme almasına götürmüştür ki, mezhepçilik, ABD’ye ülkenin iç “dengeleri” bakımından da zorunlu görünmüş, mezhepçi bir çizgiyle Esad rejiminin devrilmesi kolay görünmüştür. Esad’ın Alevi kimliğinden hareketle, Hıristiyan nüfus tarafsızlaştırılıp Alevi nüfus tecrit edilerek iktidar değişikliği öngörülmüştür. Ama içildiğinde “içkinin şişede durduğu gibi durmaması” örneğinde olduğu gibi, sahaya inildiğinde, bu hesap da tutmamıştır. Amerikan planı uygulamada tamamen Amerikancı İslam’ı gereksinirken, Amerika’nın üzerine oynadığı Suriye Müslüman Kardeşleri dahi “ılımlı İslam”ın ötesinde kılıç sallarken, bir de sürülen münbit topraktan ayrık otu gibi fışkıran El Kaide çeteleriyle yüz yüze kalınmıştır.
Türkiye gerek ÖSO’da ağırlık taşıyan Suriye Ihvan’ı ve gerekse Kaide çeteleriyle işbirliği yapmaktan kaçınmamıştır. İki önemli gerekçesi vardır. Suriye ABD’ye binlerce mil uzak olsa da Türkiye’ye komşudur ve Türkiye’nin (Türkiye burjuvazisi ve AKP’nin) çıkarı, mümkün olan en kısa zamanda rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesindedir. Türkiye, bu nedenle siyasal İslamcı çeteleri Esad iktidarına karşı desteklemiştir. Ve ikincisi, Suriye’nin kuzeyinde, Rojava’da bir Kürt özerk bölgesi kurulma ihtimalinin tüylerini diken diken ettiği Türk-İslam sentezci AKP Hükümeti, İslamcı çeteleri kezeyde Kürt halkına karşı sadece desteklemekle de yetinmemiş, besleyip özellikle bu hedefe yönlendirmiştir.
Ama işte bu noktada Amerika ile Türkiye’nin Suriye yaklaşımları farklılıklar içerirken Türk dış politikasının “ahlaki” ve “ilkesel” temeli iyice görünür olmuştur. Dış politikada “ahlak” mezhepçilikte, Müslümanın Müslüman tarafından kırılmasının kışkırtılmasında olagelmiş, “ahlak” ve “ilke” adına, Amerikancı taşeronluğun yanı sıra bir de mezhepçi bölücülük temel alınmıştır.
Ve bu ne ahlak ne de ilkeyle ilgisi kurulabilecek hayalperest dış politikayla, Türkiye, Suriye’de tam tecrit olur tek başına kalırken, göçmen yığılması yükünün de altında kalmakta, Mısır’a ilişkin politikası da eklendiğinde, Körfez ülkelerine ihracatını sürdüremez olmakta; “görüşmeler” ve “kimyasal silahların imhası” planını “hala ipe un seriyorlar.. Yok şu toplantı.. Yok bu toplantı..” eleştirisiyle karşılayıp “dünya beşten büyüktür” noktasında “demirlemekte” ya da karaya oturmaktadır! AKP dış politikasının onu getirdiği nokta, tam tecrit ve net fiyasko, başta komşular olmak üzere bölge ülkeleri ve özellikle halklarından kopma ve Amerika’nın beşten biri olduğu BM GK beşlisini suçlama noktasıdır! Başbakan, yoksa artık Batı ve Batı’yla birlikçilikten son olarak Necip Fazıl gecesindeki ajitasyonunda olduğu gibi “İnşallah hep birlikte Büyük Doğu’yu inşa edeceğiz!” noktasına mı kaymaktadır? “Ilımlı”lıktan “radikal”liğe, düpedüz siyasal İslamcılığın öne çıkarılmasına mı? “Unutmayın, güneş Doğu’dan doğar” diyor Başbakan gençlik döneminden hatırında kalanlarla! İslamcılığın bu şiarı mı, yoksa ne varsa Batı’da mı var? İslamcılık mı kapitalizm mi, Amerikancılık mı ya da kapitalizmin hizmetine koşulmuş İslamcılık mı? İçiçelik ve uyumun sonuna gelindiği, kandi “çöplüğünde” de denetimi elinden kaçırdığı ve hızla yönetemez noktaya sürüklenmekte olduğunun güçlü belirtilerini vermekte olan Türk Müslüman Kardeşliğinin Mısır’dan sonra Türkiye’de de üzeri çiziliyor görünmektedir!