Sunu 247

Özgürlük Dünyasının Kasım (247) Sayısı Çıktı!


İÇİNDEKİLER

“Çözüm” süreci: “AKP’siz olmaz”dan “AKP’yle olmaz”a doğru…

Y. Yılmaz Karataş

‘Demokratikleşme paketi’ AKP Hükümeti’nin özgürlük anlayışının belgesidir
İhsan Çaralan

2014 yerel seçimleri, özgünlükler ve görevlerimiz
Abdullah Varlı

Dönüşen kent ve yerel siyaset
Nuray Sancar

Haziran direnişiyle TEKEL direnişi “yeni toplumsal hareket” “teorisi”ni mi doğruluyor?
Yusuf Akdağ

Sermaye basınına karşı emekçi basını

Ali Yaşar

Nazi Örgütü Altın Şafak; sistemin bir unsurudur
Seyit Aldoğan

İbn-i Sina’nın 1000. doğum günü: Usun Zaferi
İ. Braginskij

SUNU
Melih Gökçek Ankara’da bir kez daha adaylığı ve ardından da Belediye Başkanlığını kapmanın yolunu Başbakan’ının yolundan yürümekte bulmuş –anlaşılan o. Zaten hemen de yüksek sesli desteğini sağladı.
Toplam olarak AKP, Başbakanı ve Belediye Başkanı’yla, cümleten, Gezi Direnişi’nden hiç ders almamış. Oysa parayla sermaye medyasına verilmemişti; ama “sağır Sultan da duyacak” şiddette olan milyonların haykırışlarıyla ilan edilmişti ki, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”! Ne mesela? Mesela, ne denli hükmü olabileceğine inanılırsa inanılsın, artık üsttenci bir buyurganlıkla toplumu ilgilendiren kararların yönetici ekabirlerin iki dudaklarının arasında olabileceği imanı beyhude bir imandır.. Karşılığı yoktur. Hemen olmasa ve acısı aheste aheste çıkacak olsa bile, çıkacak; eskisi gibi kimsenin “ah”ı yerde kalmayacağı gibi “dava”sı da “divana” kalmayacaktır!
ODTÜ’nün 3 bine yakın ağacının bir geceyarısı operasyonu ile kesilip karşı çıkan ODTÜ’lülere Belediye’nin faşist güruhunun tekme-tokat saldırısından söz ediyoruz. Tıpkı Gezi odağında Haziran Direnişi’ni patlatan geceyarısı çadırların yakılması çaresizliği..
Ama ilginç olanı ve koca çam devireni Başbakan’dan Gökçek’e gelen destek: “Medeniyet yoldur. Yol için her şeyi feda eder, gerekirse Camii bile yıkarız!” Haydi buyurun: “Halep oradaysa arşın burada”.
Eğer Türkiye’de son ayların bunca gelişmesi olmasaydı bile, sadece bu “açıklaması”, Başbakan’ın fena halde şaşırmış halde ve gidici olduğunu belirtmeye yeterdi. “Müslümanlığı” ile ünlenmiş, buradan ilerleyip bugünlerine gelmiş olan biri için ne iddialı bir söz! Camii yıkarmış! Peki, o zaman neden hem de 2. Dünya Savaşı’nın göbeğinde askeri vb. ihtiyaçlarla bazı Camilerin depo olarak kullanılmasına “olur” vermiş İsmet İnönü’ye yönelik bunca hınç? O hiç olmazsa yıkmamıştı. Başbakan hem de ülkenin esenliği vb. gerekçesiyle de değil tek dişi kalmış “medeniyet”i ileri sürerek yıkacak camiyi. Saraçhane’den inilip Haliç Köprüsü geçilerek Karaköy’e dönüldüğünde gelinen Azapkapı ve Perşembe Pazarı’nın yürümeyen trafiğini bütün İstanbullular bilirler. Önerimiz; “medeniyet”e bir ufuk açmak ve yol kazandırmak için tam köprü dönüşündeki Sokullu Mehmet Paşa Camii’ni yıkmasıdır. Daha benzer pek çok Camii var İstanbul’da. Haydi bir cesaret!
Sonunda Camii duvarına da varılmıştır. Suriye ve Mısır’la Irak’ta Amerikalı efendilerle farklı politikalar izlemeye ve hele “vatan”ını düşünen bir cengaverlikle yerden havaya füzeleri Amerika’nın Patriot’undan değil de Çin’den tedarik etmeye, H. Fidan aracılığıyla iddiaya göre “milli” tutumlar alarak Amerika ve İsrail’i “milli” istihbarat süreçlerinden dışlamaya.. cesaret eden Camii yıkmaya mı cesaret etmeyecekmiş! Ama işte Gezi eleştirilerinin ardından bu ve benzeri konularda da eleştiri üstüne eleştiri alan “milli Hükümet” “fidanı” ileri sürülerek “gıdıklanma”ya başlanmıştır. Daha bunlar ilk peşrevlerdir. “Milli”ymiş! Ancak ezilen Kürt milleti karşısında “milli”, yani milliyetçidir. Ezicidir. Ama güçlüler karşısında yakında ne olacaklarını göreceğiz. Amerikan desteğiyle iktidar olan ve bu süreçte “delikten süpürmeyin, kullanın” ricalarıyla iş görenlerin “millilik”i, ancak Ergenekoncuların Avrasyacı “milliliği” kadar olabilir. Ama yılların Amerikancılarından, bütün eğitimlerini Pentagon okullarından, mühimatlarını Amerikan depolarından tedarik edenlerin “milliliği” “gavur parası ile beş para etmez”, etmemiştir! Türkiye tarihinin en Amerikancı partilerinden birinin ağzına “millilik”e dair ajitasyon denemesi hiç yakışmıyor doğrusu! “Cami yıkmak” herhalde daha kolay, üstelik daha olabilirdir!
Ama tüm bunlar yıkılacak olanın, Camii ya da “milli değerler” değil, AKP olduğuna işarettir. Yolun sonuna gelen AKP, öyle görünmektedir ki “uzatmaları oynama”ya başladı bile.
Sürekli Amerikan ve Avrupa gazetelerinde. İsrail yayınlarını saymak bile gerekmiyor. Bir Avrupalı diplomata yakıştırılan saptama ise, “Erdoğan’ın liderlik ömrünü tamamladığı”na ve düşüşteki lider olduğuna dair Avrupa algısı. Gülen Cemaatıyla da içiçeliği ve ittifakı bozulan, Cemaatin adamlarının tasfiye edildiği “derin” yapılara, yeniden M. Ağar’ın adamlarını doluşturan AKP Hükümeti’nin gidiciliği, bundan da, ama daha çok liderin önüne gelene eskisinden üç misli hışımla yüklenmesinden belli oluyor: “Beraber yürüdüler bu yollarda!.. Beraber ıslandılar yağmurlarda”! Ama işte bitti, bitiyor. Sorun o ki, henüz birleşebilir olanların birleştiği, Türk ve Kürt demeden etrafında birleştirebilecek halkçı bir alternatif oluşmuş değil.

Güçlü bir demokrasi cephesi için; değişen koşullar ve yeni olanaklar

Demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi, bunun için de demokrasi güçlerinin birleşik, ortak mücadelesinin zorunluluğu genel kabul gören bir olgudur. Bugün az çok gerçek bir demokrasiden yana olan işçi, emekçi, kadın, genç, aydın, sanatçı kime sorsanız, size, demokrasi güçlerinin birleşmesi ve ortak mücadele etmesinin öneminden, bunun acil bir ihtiyaç olduğundan söz eder. Hatta bulundukları toplumsal konum, siyasal bilinç ve tecrübeleri oranında bunun gerçekleşmemiş oluşunu sorgulayıp, demokrasiden yana olduğunu düşündükleri parti, örgüt veya kurumları, onların öne çıkan temsilcilerinin tutumlarını eleştirirler.
Bu tablonun genel olarak her dönem için az çok geçerli olduğu söylenebilir ve bu yanlış olmaz. Ancak, her zamankinden farklı olarak, içinden geçtiğimiz dönemin, birçok açıdan kendine has siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarının, sorunlarının, tartışmalarının, demokrasi güçlerinin birleşik ve ortak mücadelesine olan ihtiyacı ve beklentileri artırdığı, üzerinden atlanamayacak bir gerçeklik. Özellikle son bir yıl içerisinde yaşanan, toplumun günlük hayatını derinden etkileyen ve ortaya çıkardığı sonuçlar itibarı ile kendinden önceki maddi-toplumsal koşulları ciddi anlamda değiştiren iç ve dış siyasi olaylar bugünün özgün durumunun temelini oluşturuyor.
Bunların en çok öne çıkan ve dünün koşullarına göre hareket etmeyi imkânsız hale getirenlerini, kronolojik olarak ortaya çıkışlarına, birbirlerini etkileyiş ve tetikleyişlerine göre, olabildiğince özetleyerek şöyle sıralayabiliriz.

1 – Dış politikada inkâr edilemez çöküş
Şüphesiz burada egemen sınıfların ve hükümetin dış politikasının bugün geldiği noktayı ayrıntılarıyla ele almak mümkün değil. Daha çok konumuzla ilgili yönü açısından bir durum tespiti ile yetineceğiz.
Egemen sınıflar ve hükümet cephesi, sistemin yeniden yapılandırılmasını temel alan muhafazakâr-liberal politikalarına halkı yeniden ve yeniden yedekleyebilmek için dış politikalarını en önemli propaganda malzemesi olarak kullandılar. Özellikle 2007’den sonra çok yönlü, kesintisiz ve gürültülü bir propaganda başlattılar ve günümüze kadar getirdiler. Bu propagandaya göre; Türkiye’yi “bölgesel güç”, “lider ve model ülke” yapacak aktif dış politikayla, dünyanın ve bölgenin bozulan/değişen dengelerine en uygun adımlar atılacak ve Türkiye zenginlik, refah ve İslam ülkeleri hinterlandı içerisinde egemenlik açısından hak ettiği yeri alacaktı. Ancak özellikle son bir yıldır dış politika alanında yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkardıkları sonuçların, bu propagandanın etki gücünü, gündeme geldiğinden bu yana en zayıf düzeye çektiğini söyleyebiliriz. “Komşularla sıfır sorun” deyip, sorunu olmayan komşusu kalmayan bir egemen sınıflar Türkiye’si, içeride ve dışarıda herkesin en çok dile getirdiği ve dış politikanın sözde yapıcılarının bile reddedemediği bir gerçekliktir. Suriye ve Mısır başta olmak üzere, İran, Irak, Tunus ve Libya gibi Türkiye’nin uzak ve yakın kara ve deniz komşularıyla olan sorunları büyüyor. Resmi rakamlara göre, Türkiye’nin bu durumdan dolayı sadece ekonomik kaybının 40 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Yani Türkiye egemen sınıfları ve hükümet cephesi dış politikada inkâr edilemez bir çöküş yaşıyor. Toparlanma tartışmaları ise, başta kendi aralarındaki gerilim ve çatışmalar olmak üzere, bölgesel güç merkezleri ve batı ile doğunun büyük emperyalist güç odakları ile ilişkilerini de doğrudan etkiliyor. Artık egemen sınıflar ve hükümet cephesinde dış politika çizgisinde tutarlı, uyumlu ve aktif bir mutabakattan söz edilemez. Bırakalım büyük sermaye çevreleri, cemaat ve hükümet içerisindeki gerilimi, sadece Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın günlük politik açıklamalarındaki “biri Hanya’ya biri Konya’ya” değerlendirmeler bile bunun görülmesi açısından yeterlidir.

2 – “Müzakere süreci ve demokratik siyaset” dönemi
Ocak ayından bu yana Türkiye, Kürt sorunundaki çözümsüzlük nedeniyle günlük hayata hâkim olan çatışma, kışkırtma ve gerilimlerin dışına çıkarak, barış ve çözüm tartışmalarının öne çıktığı bir sürece girdi. “Silahlı mücadele döneminin kapanıp, demokratik siyaset dönemine geçildiğini” ilan eden Abdullah Öcalan’ın açıklaması ve İmralı’da süren görüşmelerle, Kürt sorunun çözümünde bir müzakere döneminin başladığının ilan edilmesi Türkiye’nin günlük hayatında yeni bir iklim yarattı. Özellikle hükümet cephesinin somut adım atmaması, CHP ve MHP’nin ise barışa değil, savaşa hizmet eden tutum ve açıklamaları bugün hala bıçak sırtı bir zeminin varlığına işaret etse de, bu iklimin çeşitli zikzaklara rağmen devam edeceğini söyleyebiliriz. Bugün artık Türk ve Kürt halkının büyük çoğunluğunun Kürt sorununda, diyalog ve barışçıl bir çözümden yana olduğunu ulusalcı, statükocu, ırkçı, faşist çevreler bile reddedemez durumdadır.
Hükümetin özellikle son günlerde “2. Sessiz Devrim” propagandasıyla şişirdiği “demokrasi paketi” hazırlıkları, bu süreç açısından nasıl bir etki yaratacak, bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak bugünden, hükümetin hazırladığı paketin Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin, işçi ve emekçilerin sınıf bilinçli ileri kesimlerinin demokratikleşme talep ve beklentilerine yanıt vermekten uzak olduğu görünüyor. Dahası, yapılan açıklamalar ve kamuoyuna yansıyan bilgiler, paketin, hükümetin adı geçen kesimler başta olmak üzere, bütün bir toplumu bölme, saflaştırma, kendisine karşı oluşan tepki ve güvensizliği durdurma, iç çelişki ve çatışmaları aşmada yeni bir hamle yapma ve hepsinden de önemlisi Başbakan Erdoğan’ın mevzisini güçlendirme amacıyla gündeme getirildiğine işaret ediyor. Tıpkı geçmişin açılım-paket-proje siyaseti ve 12 Eylül referandumunda olduğu gibi, toplumun demokrasi ve barış isteyen, bekleyen büyük kesimini, yeniden hükümetten bir demokratikleşme beklentisi içerisine çekmeyi amaçladığını söylemek sanırız bugünden bir gerçeği ifade etmek olur.
Özetle, Kürt sorununda müzakere ve demokratik siyaset sürecinin yılın başından beri yarattığı toplumsal ve siyasal koşullar, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından olumlu bir ortam, ilerletici dayanaklar ve koşullar ortaya çıkarmıştır.

3 – Haziran halk direnişi

Demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi konusunda son bir yıl içerisinde ortaya çıkan yeni olanaklar açısından en önemli gelişme, Gezi Parkı Direnişi ile başlayıp hızla bütün ülkeye yayılan Haziran halk direnişidir. Halkın büyük kendiliğinden patlaması ve ardından gelişen direniş sürecine dair neden-sonuç bağlamında birçok şey söylendi. Dergimizin sayfalarında da, yazılı ve sözlü işçi basını başta olmak üzere birçok farklı platformda da oldukça değerli ve yol gösterici değerlendirmeler yapıldı, yapılmaya devam edecek. Ancak burada konumuzla bağlantısı açısından dikkat çekilen birkaç yönü paylaşmakla yetineceğiz.
Egemen sınıflar cephesi ve hükümet yıllardır “kahrolsun eski düzen” propagandası eşliğinde sistemin “reform ve demokrasi öncüsü” olduğu iddialı rüzgâr estiriyor. Halk kitlelerini aldatma, baskı altına alma, beklentiye sokma ve bir biçimde yedekleme siyasetinin bu “AKP’li hali”nin ne kadar etkili olduğu gerçeği çeşitli örnekleriyle yakın geçmişte yer aldı. Haziran halk direnişi ile bu egemen politika kuşatması yarılmış, demokrasi mücadelesinde geçmişin birikimi ile birlikte değerlendirilmesi gereken yeni bir dönem başlamıştır. Artık egemen sınıflar ve hükümet cephesinin “kahrolsun eski düzen” sloganı etrafında siyaset kurup, halk kitlelerinin eğilimini buna göre şekillendirme dönemi büyük oranda kapanma sürecine girmiştir. Halk kitlelerinin esas eğilimi, kurulan “yeni düzenin” sorgulanması, baskıcı ve yıkıcı sonuçlarına karşı tepki gösterilmesi, demokratik haklar ve özgürlükler için mücadele edilmesi yönündedir.
Yine egemen sınıfların ve hükümetin yıllardır sistemin yeniden yapılandırılmasına esas teşkil eden muhafazakar-liberal ittifak ve politikalarının “reform ve ileri demokrasi” şalını alaşağı edip, AKP Hükümeti’ni sistemin en baskıcı ve gerici mihrakı olarak ortaya yere atması, Haziran halk direnişinin bir başka önemli sonucu olmuştur. Bu, aynı zamanda, halk yığınlarının egemen politikalara karşı belli başlı yönleriyle de olsa biriktirdiği tepki ve öfkenin büyüklüğünün, demokrasi mücadelesinin maddi-toplumsal temelinin yaygınlığının ve gücünün de dışa vurumudur.
Haziran halk direnişi, uzun zamandır demokrasi mücadelesi açısından lokal, istikrarsız ve zayıf olan batı merkezli mücadele ve eylemlerin yarattığı olumsuz havayı temelden sarsmıştır. Özellikle “Her yer Lice, her yer direniş”, “Diren Lice Taksim seninle” vb. sloganlarla, Gezi Direnişi’nde katledilen gençlerle, Lice’de katledilen Kürt gencini yan yana koyarak, BDP ve Türk bayrağı taşıyan gençlerin polis terörüne karşı el ele tutuşan fotoğrafını tarihe not düşerek, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından ortaya çıkan yeni durumun hem kendisi, hem de dayanağı ve göstergesi olmuştur.
Bütün bunlara, elbette, direnişin ardından ortayı çıkan park forumlarını, mahalle meclisleri temelinde örgütlenme eğilimini, özellikle Hükümet’in ilan ettiği “Eylül sendromu” na rağmen tribünlerden yükselen sesleri ve devlet-polis terörüne rağmen hakkını dile getirmek için sokağa çıkma eğiliminin devam etmesini de eklemek gerekir.

4 – Egemen sınıflar cephesindeki çelişki ve çatışmalar
Egemen sınıflar ve hükümet cephesi yukarıda özet olarak sıraladığımız iç ve dış politikada yaşanan tarihi nitelikteki olaylar ve gelişmeler nedeniyle önemli yaralar almıştır.
Başta hükümetin içeride ve dışarıda savaş politikalarında ısrar etmesi, dış politikasının esas olarak Suriye’ye çarparak çöküş sürecine girmesi; Kürt sorunu, laiklik, basın özgürlüğü, eğitim politikaları başta olmak üzere demokratik hak ve özgürlükler konusunda halkın beklentilerine yanıt verilmemesi ve nihayetinde sistemin restorasyonu üzerinde kurulan “yeni düzen”in her geçen gün baskıcı, yasakçı ve otoriter politikalarla şekillendiğinin daha görünür hale gelmesi, bunun belli başlı nedenlerini oluşturdu.
Gelinen noktada, egemen sınıflar ve AKP Hükümeti’nin oluşturduğu liberal-muhafazakâr ittifak, iç gerilimler ve çatışmalara açıktan açığa sahne oluyor. Ancak hükümet bir yıpranma, iç çatışma ve gerileme sürecine girmiş olsa da, henüz halktan aldığı destekte büyük bir gerileme görülmüyor. Koşullar daha çok hükümetin halk nezdindeki itibar ve güç kaybına neden olacak unsurların artığına işaret ediyor. Hükümetin işinin düne göre oldukça zorlaştığını gösteriyor.
Egemen sınıflar ve hükümet cephesinde yaşanan iç çatışma ve gerilimler nasıl bir seyir izleyecek? Hâkim sınıflar cephesindeki arayışlar nasıl sonuçlanacak? Hükümet kendi iç dengelerini yeniden ne kadar kurabilecek ve AKP etrafındaki ittifak tek parça olarak ne kadar kalabilecek? CHP, sistemin alternatifi bir düzen partisi olarak kendisini ne kadar güçlendirebilecek, bu yöndeki adımları sonuç verecek mi? Muhafazakâr-liberal ittifaka karşı, sol-liberal bir ittifak odağı olabilecek mi?
Elbette bütün bu soruların yanıtları sadece egemenler cephesinin iç ilişkilerine, dengelerine ve onların uzlaşma tercihlerine göre verilmeyecek. Emek, barış ve demokrasi güçlerinin mücadelesi de gidişatın yönünde tayin edici bir etkiye sahip olacaktır. Bunun için de demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi her zamankinden daha acil ve önemlidir.

A) BAHANELERDEN KURTULUP SOMUT ADIM ATILMALI
Burada sıraladıklarımız ve daha da fazlası, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi için değişen koşullar ve yeni olanakların neler olduğuna ana hatlarıyla işaret ediyor. Sadece bu kadarı bile, güçlü bir demokrasi cephesi ihtiyacının, onun değişen ve yeni koşullarının görülebilmesi açısından sanırız yeterince veri sunuyor.
Ancak bunların ortaya konulması ve az çok herkes tarafından kabul ediliyor olması, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından somut, pratik ve ileri adımlar atmak için yeterli olmuyor. Bugün bu ihtiyacı karşılama sorumluğuyla yüz yüze olan çevrelerde öne çıkan bazı gerekçeleri irdelemek ve açıkça sorgulamak gerekiyor.
Geniş bir demokrasi cephesinin oluşması, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi konusunda en çok öne çıkarılan gerekçelerin başında, ideoloji-program farklılıkları geliyor. Bu, başlı başına daraltıcı, bugün demokrasi mücadelesinin ilerletilmesinin orta yerde duran görev ve sorumluluklarının yerine getirilmesinden kaçmak dışında hiçbir sonuç doğurmayan bir gerekçedir. Meseleye ideolojik-program birliği çerçevesinde yaklaşmak, daha başında, bu güçlerin bir araya gelmesinin zeminini büyük oranda ortadan kaldırıyor. Oysa demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi için, en geniş demokrasi cephesinin oluşması için, ideolojik-program birliği değil, en acil ve asgari demokratik talepler etrafında bir araya gelmek ve bunu kabul ederek işe başlamak gerekir.
Bu gerekçeye bağlı olarak öne sürülen ikinci gerekçe ise; “sol ittifak, sol birlik ya da sol cephe” önerisi ve tartışmalarıdır. Bu yaklaşımın da geniş bir demokrasi cephesi anlayışıyla bağdaşmadığı, darlaştırıcı olduğu açıktır. Bugüne kadarki bütün iyi niyetli çabalardan bir sonuç alınamamış, hatta bugünün ihtiyacına yanıt vermediği ve veremeyeceği büyük oranda pratik olarak görülüp paylaşılmışken hala bunda ısrar etmek, topu taca atmaktan, bahane bulmaktan başka bir anlam ifade etmez.
Üçüncü en önemli gerekçe ise, Kürt hareketinin yaklaşımının ve gücünün geniş bir demokrasi cephesinin oluşmasını olumsuz etkilediğidir. Elbette bu ayrıntılı değerlendirmeyi gerektiren bir konudur. Kürt sorununun ve bugüne kadar devletin, hükümetlerin izlediği ırkçı ve imhacı politikaların yarattığı yargıların, geriliklerin özellikle Türk kökenli halk kitleleri içerisindeki etkisi nedeni ile birçok zorlukla karşılaşıldığı ve karşılaşılacağı doğrudur. Ancak Kürt siyasi hareketinin içerisinde yer almadığı bir demokrasi cephesinin hiçbir açıdan geniş bir demokrasi cephesi ihtiyacına yanıt vermeyeceği ve dahası böyle bir cephenin demokrasi cephesi olamayacağı açıktır. Bugünkü koşullarda Kürt siyasi hareketinin kendi isteğiyle bile olsa yer almayacağı bir demokrasi cephesinin eksik, dar ve en önemli dayanaklarından birisinden yoksun olacağı kabul edilmeden, demokrasi mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt vermek mümkün olmaz, olamaz.
En çok öne sürülen gerekçelerin dördüncüsü ise, sendikaların, emek ve meslek örgütlerinin, çevre örgütlerinin, sanatçı örgütlerinin, siyasi açıdan heterojen bir yapıya sahip oldukları için, siyasi, parti ve örgütlerle birlikte ortak bir demokrasi cephesinde kurumsal olarak yer almalarının mümkün ve doğru olmadığıdır. Siyasi parti ve örgütlere, daha çok “siz bir araya gelin, biz destekleyelim” yönlü kolaycı yanıtlar verilmektedir. Uzatmadan söyleyelim; eğer acil ve asgari demokratik taleplerin elde edilmesi için demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi ve ortak mücadele etmesi ihtiyacına bu gerekçeyle yanıt verilmiyorsa, zaten demokrasi mücadelesine ihtiyaç duyulmuyor demektir. Kaldı ki, sadece yakın dönemde, demokratik talepler için yapılan eylemler ve kurulan mücadele platformlarının bileşimlerine bile bakıldığında, böyle bir gerekçeye sığınmanın Türkiye’nin emek, barış ve demokrasi güçlerinin birikimine yakışmayacağı görülecektir. Bu arada, hükümette olanından muhalefette olanına kadar bütün düzen partilerinin temsilcilerinin bu kurumalarda kendi siyasetlerini yapmakta ne kadar istekli oldukları gerçeği de ortada dururken, bu gerekçeler ne kadar anlamlı olabilir?
Sonuçta bütün bu gerekçelerden veya bahanelerden kurtulup, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin gerektirdiği bilinç ve sorumlulukla hareket etmek herkesin yararına olan tek yol ve tutumdur.

B) HDK DENEYİMİ, GÜÇLENMESİ VE YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ
Bütün eksikliklerine ve zayıflıklarına rağmen Halkların Demokratik kongresi (HDK), demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından bugünün tek pratik oluşumu durumundadır.
Bugüne gelen sürecin ilk adımları, esas olarak 2002 seçimlerinin hemen öncesinde, o zaman Kürt siyasi hareketinin legal partisi olan DEHAP ile EMEP’in öncülüğünde oluşan Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’yla atılmıştır. Aradan geçen yıllar içerisinde bu blok deneyimi çeşitli biçimler alarak ilerlemiş, ama esas olarak seçim dönemleriyle sınırlı kalmıştır. Son olarak Haziran 2011 Genel Seçimleri sürecinde de bir güç birliği ve blok oluşmuştur. Bloğun elde ettiği seçim başarısı, demokrasi güçlerinin daha kalıcı ve seçime endeksli olmayan bir demokrasi cephesi oluşturması ve ortak mücadeleyi ilerletmesi açısından önemli bir dayanak yaratmıştır. İşte Halkların Demokratik Kongresi bu birikimin üzerinde örgütlenmiştir.
HDK bugün açısından Türkiye’nin bütün demokrasi güçlerini asgari oranda kapsayan ve onların birliği ve ortak mücadelesine yön veren güçlü bir odak olamamıştır. Bunun objektif ve subjektif nedenlerinden söz edilebilir. Kaldı ki gerek HDK etrafında birleşen güçler, gerekse de çeşitli gerekçeler öne sürerek HDK içerisinde yer almaktan geri duran kesimler bu nedenleri sorgulamakta ve tartışmaktadır. Bu sorgulama ve tartışmalarda öne çıkan unsurlar, bütün demokrasi güçlerini kapsayan bir birliğin ve ortak mücadele cephesinin kurulması konusunda somut adımların atılması ve ilerleme sağlanmasının önündeki engeller olarak, yukarıda öne sürülen gerekçelerin özü itibarı ile aynıdır. Ancak gerek HDK’nın mevcut bileşenleri, gerekse HDK dışında kalan ama geniş bir demokrasi cephesinde yer alması gereken kesimlerin (siyasi parti, kurum, sendika, meslek örgütleri, inanç, çevre ve kadın örgütleri, sanatçı ve aydın örgütleri vb.) mevcut durumun nedenlerini sorgulama ve tartışmakla yetinemeyeceği açıktır. Ne yapılabileceği ve yapılması gerektiği konusunda da somut öneriler sunmak ve adım atmak durumundadırlar. İllerden başlayıp merkeze doğru ilerleyecek şekilde ülke genelinde yeni bir süreç mi başlatılacaktır, yoksa merkezi bir konferans toplanıp, platform açılıp buna bağlı olarak yerellere doğru adımlar mı atılacaktır ya da daha farklı bir yöntem mi izlenecektir? Bütün bunlar konusunda önümüzdeki dönemde mutlaka somut bir çerçeve oluşturup harekete geçmenin zorunluluğu orta yerde durmaktadır.
HDK’nın özellikle Haziran halk direnişinin ortaya çıkardığı yeni koşullar ve olanaklar ile “müzakere ve demokratik siyaset süreci” eksenindeki mücadelenin ortak bir hatta ilerlemesi için atılması gereken adımlar konusunda başlattığı tartışma önemlidir. Ancak henüz gerek kendi cephesinden, gerekse dışındaki güçler açısından yeteri kadar derinlik ve somutluk kazandığını söylemek mümkün değildir. Kaldı ki HDK’nın attığı kimi somut adımları ve yaptığı çağrıları gerekçe göstererek “biz zaten üzerimize düşeni yapıyoruz, bırakalım dışımızda kalanlar ne yapacaklarına karar versin” demekle bir yere varılamayacağı da açıktır.
HDK’nın demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi açısından, bütün eksikliklerine ve zayıflıklarına rağmen bugün için en ileri oluşum olduğunu söylemek, sadece bir olumluluğu teslim etmek anlamına gelmez. Aynı zamanda, daha geniş bir demokrasi cephesinin oluşması için daha fazla sorumluluk taşımak, hatta bu işin öncülüğünü yapmak anlamına da gelir. Bunun için de hiçbir ön koşul öne sürmeksizin, kendisini önceleyen bir tutuculuk yapmaksızın, değişen koşulları ve ortaya çıkan yeni olanakları görerek, bugüne kadarki deneyim ve birikimi de dayanak yaparak adım atmak, ilerlemek gerekir. Böyle bir çalışmayı yürütmek içen HDK merkezinin kararını beklemek de gerekmez. Kaldı ki HDK Genel Meclisi’nin bununla çelişen değil, örtüşen kararları söz konusudur. Dolayısıyla birkaç ilde ve ilçede örnek somut adımların atılması bile yakın ve orta vadede demokrasi mücadelesi ve demokrasi güçlerinin birliği açısından oldukça değerli olacak, etkili, pratik sonuçlar doğuracaktır.
HDK’nın güçlenmesi, büyümesi ve yeniden örgütlenmesi de ancak ve ancak böylesine geniş ve kapsayıcı bir perspektiften hareketle mümkündür. Ancak böyle ele alınırsa, HDK’nın genişlemesi, yeniden örgütlenmesi vb. iddiaların pratik bir anlamı olabilir. HDK’nın veya onun siyasi bir parti olarak iz düşümü olan HDP’nin bu perspektifin dışına düşmesi, yukarıda ortaya konan çerçevenin dışındaki herhangi bir yaklaşım nedeni ile içe dönmesi, her ne vesile ile olursa olsun bir blok-cephe örgütlenmesi olmaktan uzaklaşması ya da bu karakterinin zayıflaması, bugüne kadarki emeklerin heba olmasından başka bir sonuç doğurmaz.

C) DEMOKRASİ CEPHESİ VE CHP’NİN DURUMU
Demokrasi güçlerinin birliği, ortak mücadelesi ve güçlü, kapsayıcı, geniş bir demokrasi cephesine olan ihtiyaç hangi platformda gündeme gelse, belki de en çok sorulan, konuşulan ve tartışılan konulardan birisi, CHP’nin durumu oluyor. Elbette tarihsel ve güncel belli başlı açılardan bakıldığında bunun nedenleri anlaşılmaz değildir. Ancak asıl anlaşılmaz olan, CHP’nin içerisinde bu fikirde olduğunu söyleyenler de dâhil, bunu en çok soranların ve tartışanların, soruyu asıl muhatabına, yani CHP yönetimine, genel başkanına değil de, CHP dışındaki kesimlere sormasıdır. Hal böyle olunca da, bitmez tükenmez bir ihtimaller ve tahminler üzerine konuşmak kaçınılmaz oluyor. Ancak biz, bu yazıda, konuya ilişkin somut ve temel bazı belirlemelerde bulunmakla yetineceğiz.
Birincisi; CHP’nin programı ve merkez yönetiminin bugünkü güncel politik tutumu, böyle bir cephede yer almaktan uzak olduğunu açık ve somut olarak gösteriyor. Nadir de olsa, doğru muhatapların, doğru sorularla karşılaştıklarında, birleştirici, kucaklayıcı ve kapsayıcı görünme, ama esas olarak “bir oy bir oydur” kaygısıyla, genel geçer değerlendirmelerde bulunarak buna açıkmış gibi bir görüntü verdiği olmuyor değil. Ancak bu durum, CHP’nin böyle bir cephede yer almaktan uzak olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
İkincisi; CHP’nin bugünkü konumuyla ne kadar tek bir parti olarak kalacağı da belirsizdir. Zira iç ve dış politikada yaşanan hızlı değişimler karşısında CHP cephesinden verilen tepkiler, kaç CHP var, hangi CHP ne diyor şeklinde yorumları, biraz da küçüksemek adına, sürekli gündemde tutmaktadır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve merkez yöneticileri ise, Anayasa Komisyonu tartışmalarında olduğu gibi, bu durumu, parti içi demokrasi, siyasetçilerinin kendi görüşlerini söyleme hakkı ve hatta kimi zaman partinin zenginliğinin bir ifadesi olarak geçiştirmeyi tercih etmektedir. CHP’nin bu konumu, onun içerisinde demokrasi güçleriyle ortak hareket etme konusunda bir eğilimi sürekli var etmektedir.
Üçüncüsü; CHP içerisinde gerek milletvekili, gerekse çeşitli düzeylerde parti yöneticisi konumunda olan ve böyle bir birlikten, ortak mücadeleden yana olduğu bilinen azımsanmayacak sayıda kişinin olduğu bilinmektedir. Elbette bu kişilerle ortak hareket edilmesi, onların demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi içerisinde yer alması önemlidir ve bunun için ısrar edilmelidir. Dahası bu kişilerin CHP içerisinde daha cesur ve ısrarlı davranarak, daha örgütlü hareket etmesi de somut bir ihtiyaçtır.
Dördüncüsü; demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin, geniş bir demokrasi cephesinin oluşmasının doğrudan muhatabı durumundaki birçok meslek örgütü, Alevi çevreleri, çevre platformları, kitle örgütleri, sanatçı ve aydın çevreleri içerisinde CHP’nin hala önemli bir etkisinin var olduğu gerçeği inkâr edilemez. Gerek bu dikkate alındığında, gerekse CHP tabanının demokrasi mücadelesine kazanılmasının genel olarak önemi düşünüldüğünde, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi ihtiyacının CHP saflarında tartışılmasını sağlamanın somut bir karşılığı vardır. Hal böyle olunca, bunun pratik sonuçları da olacaktır. Kaldı ki, sadece CHP açısından değil, AKP tabanının kazanılması ve daha düne kadar muhafazakâr-liberal ittifakın etkisindeki aydın çevreleri başta olmak üzere, demokratikleşme konusunda AKP’den medet uman ama bugün onun politikalarını sorgulayan çeşitli inanç çevrelerinin de böyle bir demokrasi cephesinde yer almasına açık olmak gerekir.

D) YEREL SEÇİMLER VE DEMOKRASİ CEPHESİ
Türkiye artık yeni bir yerel seçim sürecine girmiş bulunuyor. Elbette böylesi dönemlerde, demokrasi güçlerinin birliği, ortak mücadelesi ve geniş bir demokrasi cephesinin oluşturulması tartışmalarını yerel seçimlerden bağımsız yapmak ve tartışmak mümkün olmayacaktır. Hatta yerel seçimlerin ardından Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin de geleceği düşünüldüğünde, bu durum daha bir belirginlik ve ağırlık kazanıyor. Sonuçta, bunun böyle olmasında bir gariplik yoktur.
Ancak bugüne kadarki deneyimlerin ve bir bütün demokrasi mücadelesinin tarihsel birikiminin gösterdiği ve unutulmaması gereken gerçek şudur: Demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi ihtiyacı seçimlere endekslenen, ona göre şekillenen, onunla başlayıp biten bir ihtiyaç olarak görülmemelidir. Nihayetinde her seçim demokrasi mücadelesinin gerçekleştiği arenalardan biridir. Bu açıdan demokrasi mücadelesinin seyri içerisinde önemsiz görülemez. Ama asıl ve doğru olan, demokrasi mücadelesinin seçimlere değil, seçimlerin demokrasi mücadelesine bağlı olarak ele alınması ve gerçekte de buna göre anlamlandığının kavranmasıdır.
Dolayısıyla seçim-siyaset takvimi, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesinin bir aracı, canlı birer dayanağı ve olanakların daha da belirginleştiği eşikler olarak değerlendirilmelidir. Güçlü ve etkili bir demokrasi cephesinin oluşması seçimlere bağlı olmamalı, seçimler böyle bir oluşumun etkili ve güçlü bir şekilde kurulması için dayanak olmalıdır.
Şüphesiz, geniş ve güçlü bir demokrasi cephesinin nesnel ve güncel temellerini belirlemekle, yapılacakları temel hatlarıyla ortaya koymakla, demokrasi güçlerinin birliği ve ortak mücadelesi sağlanmış olmuyor. Belki de asıl zor olan bundan sonra başlıyor. Zoru başarmak ise sabır, ısrar ve kararlılık gerektiriyor. Türkiye’nin demokrasi güçlerinin bu açıdan küçümsenemeyecek bir birikimi olduğu ise inkâr edilemez.

Rojava’dan “çözüm süreci”ne Kürt sorununda çelişki ve açmazlar

Kürdistan’ın farklı parçalarındaki gelişmelerin birbirini doğrudan etkilediği ve Kürtlerin bölgesel kamplaşma bakımından öneminin giderek arttığı bir dönemden geçiyoruz. Ülkede Kürt sorununun çözümü yönünde geliştirilen süreçteki tıkanmayı anlamak için Rojava’daki savaşa; Kürt Ulusal Kongresi’nin Kasım ayına ertelenmesini anlamak içinse Federe Kürdistan’daki Barzani yönetimi ile AKP arasındaki ilişkilere bakmak gerekiyor. Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşmada Rojava Kürtlerinin kilit önemde olduğunu gören Rusya, uzun bir aradan sonra yeniden Kürtlerle yakınlaşmak için adımlar atıyor; Cenevre 2 Konferansı’na Kürtlerin katılması yönünde girişimlerde bulunuyor. Suriye’de Kürtlerin üçüncü çizgi olarak açıkladıkları savaşın dışında kalma politikası ile Rojava’da kendi yönetimlerini oluşturmak için attığı adımlar nedeniyle, hem Suriye politikası, hem de ülkede sürdürülen görüşme sürecinde izlediği politikalar giderek daha fazla açmaza sürüklenen AKP Hükümeti’ninse el Kaideci ve Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı gruplara desteği devam ediyor. Bu gelişmeler yaşanırken, KCK Başkanlık Konseyi, Öcalan’ın çağrısıyla Mayıs ayında başlattığını duyurduğu silahlı güçlerini sınır dışına çekme sürecini, AKP’nin atması gereken adımları atmaması nedeniyle durdurduğunu açıkladı. Umudunu ABD’nin kimyasal silahlar gerekçesiyle Suriye’ye olası müdahalesine bağlayan ve hazırlıklarını buna göre yapan AKP Hükümeti, ABD ve Rusya arasında varılan uzlaşmadan sonra yüzünü yeniden Rojava’da Kürt savunma gücü YPG ile savaşan el Kaideci ve ÖSO’cu çetelere dönmüş bulunuyor. Her şeyin böylesine birbiriyle iç içe geçtiği bir siyasal ortamda, Kürt sorunuyla ilgili olası gelişmeleri anlamak için bölgeye daha yakından bakmak gerekiyor.

ROJAVA’DA DEVRİM VE KARŞI-DEVRİM MÜCADELESİ
2011’de ABD ve Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçlerin Arap ülkelerindeki halk hareketlerini yedeklemek için yaptığı hamleler, AKP Hükümeti’ni de harekete geçirmişti. AKP Hükümeti’nin ABD tarafından Türkiye’ye verilen “bölgesel liderlik” rolünü oynamak üzere Suriye’ye müdahale yönünde attığı adımlara ülke içinde de Kürt hareketine yönelik askeri ve siyasi operasyonlar eşlik ediyordu. Türkiye egemenleri “yeni Osmanlı”cı  heveslerle Esad rejimini devirip bölgeye yön veren bir güç olmanın peşinde koşarken, aynı zamanda Suriye Kürdistanı’nda (Rojava) Kürtlerin yönetimi ele almasını engellemek ve dahası ülkedeki Kürt hareketini kuşatacağı yeni bir cephe açarak onu ezmek istiyordu. Ancak S. Arabistan ve Katar’la birlikte Suriye muhalefetine her türlü desteğin verilmesine rağmen Esad rejiminin üç-beş ayda yıkılması hesabı tutmamış, öte taraftan da 2012 Temmuz’unda Kürtler Rojava’da yönetimi ele almışlardı. İran’ın da PJAK (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) ile ateşkes imzalamış olması, PKK’nin sınırları rahatlıkla kullanabileceği koşulları sağlamış ve PKK’nin artık devletle neredeyse “cephe savaşları” yapabilecek bir güç kazanmasının önünü açmıştı. AKP’nin Suriye ve Rojava’da içine düştüğü batak, ülke içinde Kürt sorununda uygulanan politikayı da sürdürülemez hale getirmiş ve Öcalan’la görüşme sürecinin önü açılmıştı.
Rojava’da Kürtlerin yönetimi ele almasından sonra Türkiye egemenlerinin ilk tepkisi, “bu girişimin kabul edilemez” olduğu biçimindeydi. Ancak kısa bir süre sonra söylem değiştirilerek, Rojava’da Kürtlerin değil; PKK ile yakın ilişkisi bulunan PYD’nin (Partiya Yekîtiya Demokrat/Demokratik Birlik Partisi) egemenliğine karşı olunduğu mesajı verilmeye başlanmıştı. Böylece Türkiye egemenleri, PYD’nin gücünü kırmak üzere, Irak’ta merkezi Maliki Hükümeti ile arasındaki gerilim üzerinden ilişki ve işbirliğinin daha da geliştirildiği Federe Kürdistan’daki Barzani yönetimini devreye soktu. Zaten Barzani de Rojava’da aralarında çeşitli konularda anlaşmazlıklar ve rekabet bulunan KCK çizgisi (PKK-PYD-PJAK) yerine büyük oranda kendisine bağlı bulunan ENKS’yi (Encûmena Niştimanî ya Kurdên Surî/Suriye Kürt Ulusal Meclisi) oluşturan partilerin etkin olmasını istiyordu. PYD’nin etkisinin kırılması amacıyla 2012 Sonbaharında Hewler’de Barzani yönetiminin yanı sıra ENKS’ye bağlı partilerin ve Türk istihbaratının katıldığı gizli toplantıların yapıldığı ortaya çıktı. Ancak Rojava’da tamamen sürecin dışına düşmek istemeyen Barzani, bu gizli girişimlerin yanı sıra Hewler’de (Erbil) bir araya getirdiği ENKS ile PYD’nin birlikte Kürt Yüksek Konseyi’ni (KYK) oluşturmasını sağladı. Her iki tarafın 5’er üye ile katıldığı ve eşit temsile dayanan KYK’nin ortak kararı olmadan tarafların bağımsız girişim ve anlaşma yapmaması kararına rağmen fiiliyatta KYK iki başlı bir organ olarak kaldı. Önceleri PYD’nin askeri kolu olarak şekillenen YPG’nin (Yekîneyên Parastina Gel/Halk Savunma Birlikleri) daha sonra KYK’nin askeri gücü olarak kabul edilmesine rağmen, Barzani’nin KDP’sinin Suriye kolu olan El Parti’nin (Suriye Kürdistan Demokrat Partisi) ayrı askeri birlik oluşturma girişimi ve bunun YPG tarafından engellenmesi, aradaki gerilim ve ayrışmayı gösteren dikkat çekici olaylarından biriydi. El Parti’nin Başkanlığını yapan Abdulhakim Beşar, Ağustos 2012’de Hürriyet gazetesinde yer alan röportajında, “Esad düşünce biz kontrolü aldığımızda PKK’nın hiçbir yerde barınmasına izin vermeyeceğiz. (…) Biz Suriye’de Türkiye’nin çıkarlarının garantisi olacağız” diyerek, hem PYD’ye karşı duruşlarını, hem de Türkiye ile yakın ilişkilerini ortaya koyuyordu.
Barzani, bu süreçte her fırsatta PYD’nin diğer Kürt partileri baskı altına aldığı iddiasını gündeme getirerek, aslında PYD’yi baskı altına almaya çalışıyordu. Yine başta Serêkaniyê olmak üzere Rojava kentlerinde YPG ile el Kaideci ve ÖSO’cu çeteler arasında çatışmalar yaşanırken, Barzani, PYD’nin gücünü kırmak için Rojava’ya ambargo uygulamaktan geri durmadı. Barzani yönetimi, bir yandan Rojava’nın Güney Kürdistan’a açılan Semalka kapısını ticarete kapatarak saldırı altındaki Kürtlerin en hayati ihtiyaçlarını karşılamalarını bile engellerken, öte yandan da Rojava’dan göçü teşvik ederek Rojava’da el Kaideci-ÖSO’cu çetelere yeni yaşam alanları yaratmaya yönelik bir politika izliyordu. Rojava’da el Kaideci ve ÖSO’cu çeteler ise, bir yandan YPG ile savaşırken, öte yandan sivil Kürtlere saldırıp katliamlar yapıyordu. Buna rağmen Barzani yönetimi, Rojava’daki katliamları araştırmak için Kürt Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi tarafından Rojava’ya gönderilen heyetin incelemelerinin ardından Rojava’da herhangi bir katliam yaşanmadığı (katliamların PYD propagandası olduğu) yönünde açıklamalar yaparak, Rojava konusunda nasıl bir politika izlediğini bütün açıklığıyla gözler önüne seriyordu.
Rojava’da Kürtlerin PYD öncülüğünde kendi demokratik geleceklerini inşa girişimlerinin karşısında ENKS’ye bağlı partilerin izlediği politikayı gösteren en önemli gelişmelerden biri de, ABD’nin başını çektiği emperyalist koalisyonun Suriye’ye müdahale hesaplarının yapıldığı dönemde yaşandı. Tam da ABD Başkanı Obama’nın kimyasal silahlar gerekçesiyle Suriye’ye ‘sınırlı müdahale’ yapılacağını açıkladığı günlerde, El Parti’nin lideri Abdulhekim Beşar öncülüğündeki ENKS’ye bağlı heyet, İstanbul’da Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) ile muhalefete katılma anlaşması imzaladı. ENKS’nin koalisyona katılma kararının olası müdahaleden sonra Esad yönetiminin gücünün kırılacağı ve yine bağlı olarak Suriye’de inisiyatifi ele geçirecek olan el Kaideci ve ÖSO’cu çetelerin PYD’yi de etkisizleştireceği hesaplarından bağımsız olmadığı ve geliştirilen bu işbirliğinin arkasında Türkiye ve Barzani yönetiminin olduğu açıktı. Ancak bugün Suriye’ye müdahalenin gündemden düşmesine bağlı olarak, ENKS’ye bağlı partiler arasında koalisyona katılma kararı nedeniyle tartışmalar yaşanıyor.
Kürtlerin Rojava’da yönetimi ele almasından sonra Serêkaniyê’de el Kaideci-ÖSO’cu gruplar ile Kürtler arasında zaman zaman çatışmalar yaşanıyordu. Ancak Esad rejiminin Kuseyr gibi Lübnan ve Ürdün sınırı bakımından stratejik kentleri geri alıp bu grupları geriletmesinden sonra sıkışan el Kaideci-ÖSO’cu gruplar için Rojava’nın önemi giderek arttı. Lübnan-Ürdün sınırından desteğin kesilmesi, bu gruplar için Türkiye sınırının denetimini –ki en son sınırdaki Azaz kasabasında yaşananlar bu konuda birbirileriyle bile çatışmaya girmekten çekinmediklerini gösterdi– ve Türkiye’den aldıkları desteği hayati hale getirdi. AKP Hükümeti, zaten Esad rejimine karşı her türlü desteği verdiği çetelerin Rojava’ya yerleşip Kürtlerle çatışmaya girmesini, PYD-YPG’yi zayıflatma politikasının bir dayanağı olarak kullanmaya çalıştı/çalışıyor. Bu gruplar ile Kürtler arasındaki çatışmalar devam ederken (Temmuz ayında) 70 ÖSO komutanı G.Antep’te bir toplantı yapmıştı. Bu toplantı, bir yandan AKP’nin bu gruplara desteğini bütün açıklığıyla ortaya sererken, öte yandan da yaptıkları açıklamalar, Kürtlerle mücadeleyi öncelikli hedef haline getirdiklerini gösteriyordu. ÖSO’nun Halep Askeri Konsey Başkanı Albay Abdulcabbar el-Akidi “Son günlerde PYD-PKK piyasaya çıktı, onlar da rejimin Şebbihalarıdır (Esad rejimine bağlı özel birlikler -yyk). PKK’ya bundan sonra acıma olmayacak, köklerini kurutacağız” derken, “Fatih Sultan Mehmet Tugayı” Komutanı Mahmut Süleyman da, Kürtlerin Rojava’da geçici yönetim oluşturma girişimi hakkında, “Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kuramazlar. İnşallah gelecek haftalarda güzel şeyler duyacaksınız” açıklamasını yapıyordu.
Bu dönemde yaşanan bir başka gelişme de, PYD lideri Salih Müslim’in Rojava’da geçici bir yönetim oluşturacaklarını açıkladıktan sonra Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından davet edilmesiydi. El Nusra Cephesi, Irak-Şam İslam Devleti gibi el Kaideci örgütler Suriye ve Rojava’da ele geçirdikleri bölgelerde “İslam emirlikleri” ilan edip dayattıkları kuralları kabul etmeyenlere zulüm ederken sesini çıkarmayan Türkiye egemenleri tarafından Kürtlerin geçici bir yönetim oluşturmasının “kabul edilemez” olduğu yönünde ardı ardına açıklamalar yapılıyordu. Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan PYD’nin bu girişimiyle barış sürecini de provoke ettiğini ve ateşle oynadığını söylerken, Dışişleri Bakanı Davutoğlu da “PKK bir köyde bile hâkim olursa bunu risk unsuru olarak görürüz. Sınırımızda bir terör yapılanmasına izin vermeyiz” diyordu. Başbakan Erdoğan da Müslim’in “uyarılmak” üzere Türkiye’ye çağrıldığını dile getiriyordu. Oysa Türkiye’nin uyarmaktan çok süreçten duyduğu kaygılar nedeniyle Müslim’le görüşmeler yaptığı söylenebilir. Çünkü Türkiye egemenleri el Kaideci-ÖSO’cu gruplara verdikleri desteğe rağmen PYD ile açıktan karşı karşıya gelmek istemiyordu. Böylesi bir karşı karşıya geliş, öncelikle Öcalan’la sürdürülen görüşme sürecini ciddi şekilde tehlikeye atabilirdi. İkincisi, ancak böylesi bir doğrudan görüşme ile Kürtlerin Rojava’da beklenmedik adımlar atmasının önüne geçilebileceği düşünülüyordu. Nedeni ne olursa olsun, bu görüşmelerin PYD için diplomatik bir kazanım olduğu söylenebilir. Ancak,  son günlerde Türkiye’de “çözüm süreci”nde yaşanan tıkanmaya bağlı olarak KCK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmeyi durduğu açıklamasından sonra Müslim ile görüşmelerin de durması dikkat çekiyor. Bu dönemde PYD lideri Müslim’in Başbakan Erdoğan’ı “Bir yandan bizimle görüşmeler yapacaksın öte yandan da kendi köpeklerini, çakallarını ve tilkilerini üzerimize salacaksın” sözleriyle eleştirmesi AKP’lilerin tepkisini çekmiş ve Yalçın Akdoğan, Müslim’in kendini “kabil-i hitap (kendisiyle konuşulan -yyk) olmaktan çıkarmaya” çalıştığını söylemişti. Gelinen yerde, devletin Öcalan’la yapılan görüşmelere rağmen PYD’nin gücünü kırmak için girişimlerini sürdürmesi ve Rojava’da Kürtlerle savaşan güçlere desteğinin devam etmesi, bu sürecin de belli bir tıkanma noktasına gelmesine yol açmıştır.
Bu süreçte öne çıkan bir diğer önemli güç de Rusya oldu. El Kaideci-ÖSO’cu grupların sivil Kürtlere yönelik saldırılarına tepki gösteren tek ülke olan Rusya’nın Dışişleri Bakanlığı, “Barışçıl Kürt nüfusuna karşı radikallerin saldırısını kararlı bir biçimde kınıyoruz” açıklamasını yaptı. Yine Haziran ayında, içinde PYD lideri Salih Müslim’in yer aldığı Kürt Yüksek Konseyi’nden bir heyet Moskova’da Rusya Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile görüşmüş ve bu görüşmeden sonra Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kürtler olmadan Cenevre 2 Konferansı’nın yapılamayacağını söylemişti. Bölgesel kamplaşmada Esad rejiminin en önemli destekçisi olan Rusya’nın Kürtlere yönelik bu tutumunun arkasında bölgedeki güç ve konumunu koruma hesabının olduğu açıktır. Rusya, Kürtlerin desteğini kendi cephesine çekmek ya da en azından Rojava’da bugünkü pozisyonlarının devamını sağlayarak Suriye’de rejimin elde ettiği üstünlüğü devam ettirmek istemektedir. Kürtlerin Bölgesel kamplaşmada dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline geldiği koşullarda bölgede egemenlik hesabı yapan güçlerin Kürtlerle ilişki geliştirmeye çalışmaları anlaşılmaz değildir. Rusya’nın ilişki geliştirmeye yönelik adımları ve yaptığı açıklamalar bu çerçevede değerlendirilebilir. Ancak her koşulda Rusya’nın geliştirdiği politikanın uluslararası arenada Kürtlerin tanınmasını ve Rojava’daki Kürt oluşumuna meşruiyet sağladığı açıktır.

KÜRTLER ARASI ‘BİRLİK’ ARAYIŞI VE ERTELENEN KONGRENİN BÜYÜTTÜĞÜ SORUNLAR…
Kürtlerin bölgesel dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline gelmesi, Kürtler arası birliğin ve ortak çıkarların tartışılması için bir ulusal konferans/kongre yapılması beklentisini arttırmıştı. Öcalan da çözüm süreci bağlamında önerdiği dört konferanstan birinin (diğerleri Türkiye’deki demokrasi güçleriyle Ankara’da, Kuzey Kürtlerinin katılımıyla Diyarbakır’da ve Avrupa’daki güçlerin katılımıyla Brüksel’de yapılan konferanslardı) Hewler’de dört parçadan Kürtlerin bir araya geldiği bir konferans olmasını önermişti. Ancak bu konferansın/kongrenin (konferansın yapılış sürecindeki tartışmalar sonucunda, konferans yerine bir ulusal kongre yapılması kararı alınmıştı) yapılış süreci, Kürtler arası birlik ve ortak politika geliştirme arayışlarının Kürtlerle sınırlı bir süreç olmadığını; başkaca güçlerin bu süreci ciddi şekilde etkilediğini gözler önüne serdi. Her şey bir tarafa, bu konferansın toplanabilir olması bile, bölgesel güçlerin –sözellikle Türkiye’nin– geliştirdiği politikalarla doğrudan ilişkili olmuştur.
Öncelikle bir Kürt ulusal konferansı toplama tartışması, 2009’a kadar gidiyor. O günlerde ABD, Irak’tan askeri güçlerini çekme kararını almış ve geri çekilme sürecinin sorunsuz olması için girişimlerde bulunmuştu. ABD, askeri güçlerini Irak’tan çekme sürecinde bölgede kendi politikalarının devamını garantiye almak için Türkiye ve Kürdistan Federe Yönetimi arasında ilişki ve işbirliğinin gelişmesini sağlamış ve PKK’nin sorun oluşturan askeri bir güç olmaktan çıkartılması için çeşitli adımların atılmasına ön ayak olmuştu. Tam da bu dönemde Cumhurbaşkanı Gül, Kürt sorunu konusunda “iyi şeyler olacak” açıklamasını yapmış, Oslo’da devlet ve PKK arasında görüşmeler başlamış ve Barzani de Hewler’de bir Kürt konferansı yapma kararını almıştı. ABD ve Türkiye’nin bu konferansa gözlemci olarak katılmak istemeleri ve konferansın amacının “PKK’nin silahsızlandırılması” yönünde bir karar çıkartmak olduğunun ortaya çıkması, bu konferansın belirsiz bir tarihe ertelenmesine neden olmuştu.
2011 Mayıs ayında gelindiğinde ise, Öcalan; devletle yaptıkları görüşmeler sonucu Kürt sorununun çözümü yönünde üç protokol hazırlandığını ve kısa sürede bir ‘barış konseyi’nin kurulmasını beklediğini açıklamıştı. Çözüm yönündeki bu beklenti yeniden Kürt konferansını gündeme getirmiş ve Barzani de 2011 Sonbaharında bu konferansın toplanacağını söylemişti. Fakat 2011 Haziran’ındaki genel seçimlerde Başbakan Erdoğan, hazırlanan protokolleri uygulamaya koymak yerine Öcalan’ın idamı üzerinden siyaset yapmaya başlamış ve ardından Temmuz ayında Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) özerklik ilanı ile aynı gün (14 Temmuz) Silvan’da yaşanan çatışmada 13 askerin ölmesi bu sürecin sona erdirilmesinin gerekçesi yapılmıştı. Oysa AKP’yi süreçten geri döndüren asıl gelişme, yukarıda da değindiğimiz 2011’de emperyalist güçlerin bölgedeki halk hareketlerini yedeklemek için harekete geçmesinin ardından “bölgesel liderlik” hevesiyle içeride ve dışarıda savaşa/müdahaleye dayalı bir politik yönelim içine girmesiydi. Bu gelişmeler, Barzani’nin 2011 Sonbaharında yapılacağını açıkladığı ulusal konferansın yeniden belirsiz bir tarihe ertelenmesine neden olmuştu. Ta ki 2013 Ocak ayında (aslında 2012 Ekim ayında başlatılan) görüşmelerin yapıldığının ortaya çıkmasına kadar.
Son süreç biliniyor. 2013 Newroz’unda Öcalan çatışmasızlık ve PKK’nin silahlı güçlerinin sınır dışına çekilmesi yönünde çağrı yapmıştı. Öcalan, “demokratik siyaset” dönemi olarak adlandırdığı yeni süreçte, Kürt sorununun çözümü yönünde Ankara, Brüksel, Diyarbakır ve Erbil’de olmak üzere dört konferansın yapılmasını da önermişti. İlk üç konferans yapıldmasından ve Diyarbakır’daki Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ndan oluşturulan bir heyetin Erbil’de Kürdistan Federe yönetimi ile görüşmesinden sonra, Erbil’de dört parçadan Kürtlerin katılımıyla bir konferansın yapılması yönünde bir karar alındı. Ancak heyetler arasında yapılan tartışmalardan sonra, kalıcı kurulların seçilmesi ve uluslararası alanda temsiliyet yönünde adımlar atılması için konferans yerine bir ulusal kongrenin toplanması kararı verildi.
Kongre kararının ardından, Kürdistan Federe Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani soluğu Ankara’da almış, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile görüşmüştü. Görüşmede başlatılan “çözüm süreci”ni desteklediklerini söyleyen Barzani,  Türkiye’nin kaygılarının giderilmesi için Kürt kongresine bir Taürk heyetinin gözlemci statüsünde katılması davetini de yapmıştı. MİT’e kongreyi takip talimatını veren Başbakan Erdoğan’sa, Kürdistan Federe Yönetimini “istenmeyen kararlar alınırsa ilişkiler kötüye gider” sözleriyle uyarmıştı. İşte böylesi koşullarda, önce Ağustos sonunda, sonra 15 Eylül’de toplanacağı açıklanan kongre, Kürdistan Federe Bölgesi’ndeki seçimler gerekçe gösterilerek, bir kez daha 25 Kasım tarihine ertelendi. Daha önce de kongrenin tarihi kararlaştırılırken bu seçimlerin yapılacağı belli olduğuna göre, söz konusu gerekçenin ertelemenin asıl nedeni olmadığı açıktır.
Evet, Federal Kürdistan Bölgesi’nde başta 21 Eylül’de yapılan seçimlerden KDP’den sonra ikinci parti olarak çıkan Goran hareketi başta olmak üzere bazı siyasi çevreler Barzani’nin seçimler öncesinde yapılacak olan kongreyi siyasi şov haline getirmesi kaygısını taşıdıkları için kongrenin ertelenmesini istemişlerdi. Ama bu istem görmezden gelinmişti. Kongrenin ertelenmesinin asıl nedeni, Türkiye ve İran’ın başını çektiği güçlerin engellemeleri ve Öcalan çizgisi (KCK) ile Barzani çizgisi (KDP) arasında uzun bir süredir devam eden ve çözümü öyle kolay görünmeyen anlaşmazlıklardı. AKP zaten kaygılarını açıktan ifade ediyordu. Başta Rojava’da Kürtlerin özerkliğinin tanınması olmak üzere, KCK çizgisini güçlendirecek ve hem görüşme süreci bakımından, hem de bölge politikası bakımından kendisini zora sokacak kararların alınmasını engellemeye çalışıyordu. İran da Kürdistan’ın diğer parçaları gibi kendi sınırları içindeki topraklarda statü talepli bir mücadele kararının alınması kaygısını taşıyordu. Söz konusu güçlerin –Türkiye ve İran’ın– kaygıları ve müdahaleleri kongrede delegelik meselesini oldukça önemli hale getirdi. Önceleri Kuzey Kürdistan’a (Türkiye) en fazla delegeliğin verilmesi konusunda anlaşma olmasına rağmen, delegeliğin önem kazanmasından sonra Barzani, KCK çizgisinin etkisini sınırlamak için Kuzey parçasıyla eşit delegelik talebini gündeme getirdi. Ötesinde Rojava’da PYD’nin sınırlı temsil edilmesi dayatması yapılarak, Güney Kürdistan’daki PÇDK’ninse (PKK çizgisindeki Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) kongreye katılması engellenmeye çalışıldı.
Kongrenin ertelenmesinin nedenlerinden biri de, ABD’nin Suriye’ye olası müdahalesinin gündemde olmasıydı. Gerek Barzani ve gerekse Rojava’da onunla aynı çizgideki partiler, bu müdahalenin sonuçlarına göre tutumlarını belirlemek istiyorlardı. Çünkü bu müdahalenin PYD’nin de etkisini kırabileceği beklentisini taşıyorlardı. Öte yandan, belirttiğimiz gibi, Federe Kürdistan’da PKK çizgisindeki PÇDK’nin varlığı ve bu partinin seçimlere girecek olması, Barzani’yi rahatsız ediyordu. Diğer bir rahatsızlık konusu da, KCK ile Güney Kürdistan’ın en önemli muhalefet gücü olan Goran hareketi arasındaki ilişkilerdi. Aslında bütün bu sorunlar bir temel soruna; Barzani ve Öcalan çizgisi arasındaki politik çatışmaya bağlanıyordu. Bu iki güç arasında 90’lı yılların başında yaşanan çatışmalar bir tarafa, Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesini, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanlarından Aytaç Yalman bile, Öcalan’ın Irak’a ABD müdahalesinden sonra Barzani ve Talabani’ye rakip olmasının önüne geçilmesi amacı ile açıklıyordu. Nihayetinde Barzani, bütün Kürtlerin lideri olma iddiasına uygun olarak ve bu amaçla KCK/PKK çizgisini sıkıştıracak kararların alındığı, öte taraftan Türkiye ile ekonomik-siyasi ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde devamını sağlayacak ve yine Rojava’da kendi çizgisindeki siyasetlere güç katacak bir kongre istemektedir. KCK çizgisi de kongrede Öcalan’ın liderliğini pekiştirecek ve üçüncü çizgi olarak adlandırdıkları Kürtleri bölgesel kamplaşmanın dışında tutma ve bu temelde bütün parçalarda siyasi statü mücadelesini geliştirmeye yönelik kararların alınmasını istiyordu. Bütün bunlar üzerinden söylemek gerekirse, coğrafyası yüz yıl önce dörde bölünen bir halk olarak Kürtlerin bugün bölgesel kamplaşmaya bağlı olarak elde ettikleri olanakları kullanarak yaşadıkları topraklarda kendi geleceklerini belirleme yönünde politikalar geliştirmeleri bakımından ulusal kongre tarihi bir önem taşımaktadır. Bu kongre, Kürtlerin Cenevre 2 başta olmak üzere uluslararası platformlarda temsil edilmesinin önünün açılması yönünden de oldukça önemlidir. Ancak kongrenin bu önemi, Türkiye ve İran başta olmak üzere dış güçlerin müdahalesi ve Kürtlerin iki önemli hareketi arasındaki sorunlar nedeniyle hem kongrenin toplanıp toplanamayacağının giderek daha belirsiz bir hale gelmesini ve bunun da ötesinde, kongre toplansa bile, Kürtlerin birliği ve ortak politikalar geliştirmeleri yönünde kararlar almasının hiç de kolay olmayacağı gerçeğini değiştirmemektedir.

“BİLEŞİK KAPLAR” TEORİSİ VE ÇÖZÜM SÜRECİNİN AÇMAZLARI
Kimyadaki bileşik kaplar teorisinin aynı zeminde birleşen farklı kaplardaki farklı yoğunluktaki sıvıların birbirine etkisi gibi, bölgedeki her gelişme, Kürt sorununu ve Kürt sorunu ile ilgili her gelişme, bölgesel dengeleri etkilemektedir. Kürtlerin tutumu, Suriye üzerinden sürdürülen bölgesel kamplaşma/çatışmayı; Suriye’deki savaş, Rojava’nın geleceğini; çözüm süreci, ulusal kongrenin yapılıp yapılamayacağını; Rojava’nın durumu,  çözüm sürecinin ne olacağını ve dolayısıyla bütün bu gelişmeler birbirini etkilemektedir. Öcalan’ın çatışmasızlık ve geri çekilme sürecini ilan ettiği Newroz mesajından sonra nasıl çözüm yönünde ciddi bir beklenti ortaya çıktıysa, bugün KCK’nin geri çekilme sürecini durdurduğu açıklaması da kaygıları ve çözüm sürecinin geleceğine dair soru işaretlerini arttırmıştır. Çözüm sürecinin yazımız boyunca dile getirdiğimiz sorun ve belirsizliklerle iç içe geçmiş olması, bir taraftan bu sürecin ne olacağı sorusunun cevabını belirsizleştirirken, öte taraftan da tarafların süreci lehlerine çevirmeye yönelik girişimlerinin devam etmesine neden olmaktadır. Gelinen yerde, KCK’nin çatışmasızlık ilanı ve geri çekilmeyi başlatmasından sonra, devletin çözüme yönelik adımlar atmak yerine sürdürdüğü çok yönlü müdahalelerle Kürt hareketini etkisizleştirme ve onu kendi dayattığı “çözüm”e mahkûm etme arayışına bağlı olarak zaman kazanmaya yönelik oyalayıcı tutumu, geri çekilme sürecinin durmasına yol açmış bulunmaktadır. Elbette geri çekilmenin durdurulması, sürecin bittiği anlamına gelmemektedir; ancak bu karar, çözümün önündeki engelleri ve AKP’nin demokratik çözüme mesafesini göstermesi bakımından önemlidir.
Aslında daha Öcalan Newroz mesajında çatışmasızlık ve geri çekilme kararını yeni açıklamışken, sürecin öyle sorunsuz ilerlemeyeceği görülmüştü. Öcalan, geri çekilmenin Haziran ayına kadar bitirilebileceğini, ama bunun için Meclis’ten bir yasa çıkartılması gerektiğini söylemişti. AKP Hükümeti, geri çekilme sürecinde PKK ile bir pazarlık olmadığı yönünde açıklamalar yaparak, geri çekilme yasası çıkarmayı reddetti. Öte taraftan, bu adımın atılmamasına rağmen geri çekilme başlamışken, bu sefer Kürdistan coğrafyasının başta sınır bölgeleri olmak üzere güvenlik bakımından stratejik öneme sahip yerlerine kalekollar yapılmaya başlandı. Lice’de karakol yapımını protesto eden halka açılan ateş sonucu Medeni Yıldırım adlı genç yaşamını yitirdi. AKP’nin bu tutumu, PKK’de bir güvensizlik yarattığı için önce geri çekilme süreci yavaşlatıldı ve sorunun çözümü yönünde benimsenen “merdiven stratejisi”ne göre ikinci aşamada (ilk aşama: çatışmasızlık ve geri çekilme) devletin atması gereken adımların atılmaması nedeniyle geri çekilme durduruldu.
Bu süreci etkileyen bir diğer önemli gelişme de, Türkiye’de Gezi olaylarıyla başlayan Haziran Direnişi oldu. Kürt Hareketi ilk başlarda bu eylemlerin Ergenekoncu-ulusalcı çevreler tarafından barış sürecini baltalamaya yönelik kullanılacağı kaygısıyla hareketten uzak durmuş olsa da, başta Öcalan ve KCK olmak üzere yapılan açıklamalar bu hareketin demokrasi ve özgürlük talepli bir hareket olduğu ve desteklenmesi gerektiği yönünde oldu. Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde önemli bir rol oynayan Sırrı Süreyya Önder’in bu rolü nedeniyle Öcalan’la görüşen BDP heyetinden çıkartılması, AKP’nin Kürt Hareketinin Haziran direnişine destek vermesinden duyduğu rahatsızlığın en açık ifadesi oldu. Özellikle Medeni Yıldırım’ın öldürülmesinden sonra İstanbul ve birçok kentte yapılan eylemler, Kürt hareketinin tabanı ile Haziran Direnişi’ne katılan kesimler arasındaki mesafenin (kaygı ve önyargıların) kırılmasında önemli oldu. 2007 genel seçimlerinde Kürt siyasetçilerin yaptıkları açıklamalar üzerinden Batı’daki Kürt seçmenlerin AKP’den beklenti içine girmesinin aksine, Kürt hareketinin 2014’teki yerel seçimlere Batı’da HDP (Halkların Demokratik Partisi) ile seçime girme kararı da, AKP’ye karşı demokrasi güçleriyle birleşme yönelimini gösteren diğer bir adım oldu.
Öcalan’ın BDP heyetiyle (Eşbaşkan Selahahttin Demirtaş ve Eşbaşkan yardımcısı Pervin Buldan’la) yaptığı onuncu görüşmede, süreçteki tıkanıklığın aşılması için “görüşme” sürecinin “müzakere” sürecine evrilmesi gerektiğini belirtmesine ve bunun için kendi konumunun değiştirilmesini talep etmesine rağmen, bu konuda AKP Hükümeti tarafından hiçbir adım atılmamaktadır. Öcalan, farklı toplum kesimlerinin sürece katılması için avukatları, gazeteciler, akil insanlar gibi farklı toplum kesimlerinden heyetler ile görüşmek istemekte, ancak Adalet Bakanı bu talebi herhangi bir mahkûmun talebi gibi gösterip yasal engelleri öne sürmektedir. Zaten süreci tıkanma noktasına getiren de, AKP’nin sürecin en başından bu yana süren dayatmacı, üstenci yaklaşımı (geri çekilme için yasa çıkarmayarak, Öcalan ile ne zaman görüşme yapılacağına ve heyette kimin olacağına kendisi karar vererek, Öcalan’ın koşullarının değiştirilmesi talebini görmezden gelerek ve demokratikleşme paketi meselesinde içeriğinin belirlenmesinde Kürt hareketini taleplerini görmezden gelerek) olmuştur.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Rojava’nın durumu, bu sürecin ilerlemesinin önündeki en önemli engellerden biri durumundadır. Öcalan, kendisiyle Ağustos ayında yapılan görüşmede, başta Rojava olmak üzere –ki o günlerde devlet PYD lideri Salih Müslim ile de görüşüyordu– bölgede rol oynayabilmesi için artık konumunun “araçsal” değil “stratejik” olarak ele alınması gerektiğini söylemişti. Devlet cephesinin görüşme sürecindeki en önemli isimlerinden Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, bu açıklamadan duyulan rahatsızlığı “PYD üzerinden stratejik rol tahayyülü” başlıklı yazısında, “Öcalan Suriye’deki gelişmeler üzerinden kendisine bölgesel bir aktörlük ve rol üretmeye çalışıyor (… ) PKK üzerinden ulaşmaya çalıştığı araçsal rolü, PYD üzerinden stratejik role çıkarmaya çalışıyor” sözleriyle dile getirmişti. Akdoğan, PYD/Rojava’nın sürece etkisini de kendi cephesinden şöyle açıklıyor: “PYD’nin Suriye’de yaşanan kaosu fırsat bilerek yakın zamanda bir statü elde edeceği tahayyülü, Türkiye’deki demokratik reformları küçümseyen bir tatminsizlik ve şımarıklık üretiyor.” Akdoğan’ın bu sözleri, AKP’nin Rojava’da PYD’nin etkisinden ve olası özerklik ilanından rahatsızlığını da bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Akdoğan, Rojava’da “statü tahayyülü”nün –ki bir buçuk yıldır Rojava’da yönetimi elinde bulunduran Kürtler için statüyü bir tahayyül olarak nitelendirmek, hem tahammülsüzlüğün, hem de bu statüyü engellemek için her türlü arayışın devam edeceğinin itirafıdır– Kürtlerde tatminsizlik yarattığını söylerken, aslında Rojava’daki statünün Kürt hareketine kendi dayatacakları çözümünün kabulünü zorlaştıracağını söylemektedir. Öte taraftan, Akdoğan’ın söylemi, AKP’nin derdinin, Kürtlerin demokratik taleplerini kabul etmek değil; Kürtleri kendi dayatacakları çözüme razı etmek olduğunu da göstermektedir. Ve Rojava’da Kürtlerin statü sahibi olması, bu çözümü olanaksızlaştırmaktadır. Öcalan’ın Rojava’da rol üstlenmek istemesi de –ki PYD zaten Öcalan’ı ideolojik önderi olarak kabul etmektedir–, AKP’nin bundan rahatsızlık duyması da, Rojava’nın süreçteki öneminin anlaşılması için yeterince açıklayıcıdır.
AKP’nin süreci bir müzakere sürecine ilerletmek istememesinin önemli göstergelerinden biri de, “demokratikleşme paketi” konusundaki tutumu olmuştur. AKP kurmayları, “akil insanlar” heyetlerinin hazırladıkları raporların kendileri için demokratikleşme konusunda yol gösterici olacağını açıklamalarına rağmen, bu raporlarda halkın öncelikli talepleri olarak yer alan “anadilde eğitim hakkının tanınması”, “TMK’nın kaldırılması”, “siyasi bir genel af ilan edilmesi” ve “yüzde on seçim barajının kaldırılması” gibi taleplerin AKP’nin “demokratikleşme paketi”nde yer almayacağı bizzat Başbakan Erdoğan tarafından açıklanmıştır. Halkın talep ve beklentilerini karşılamaktan uzak olduğu için içeriği saklanıp açıklanması sürekli ertelenen bu paket, üstelik sürecin muhatabı durumunda olan ne Öcalan’la ne de BDP ile paylaşılmayarak, üstenci, dayatmacı yaklaşım bu konuda da devam ettirilmiştir. AKP, bir yandan, “anayasa referandumu” sürecinde olduğu gibi; bazı yer adlarının değiştirilmesi ve Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na koyduğu bazı çekinceleri kaldırıp Kürt halkı ve demokrasi güçlerinde beklenti yaratarak ya da en azından sürecin kopma noktasına gelmesini engelleyerek, yerel seçimler sürecinde çözümü rölantiye almaya çalışmaktadır. Öte yandan, yeni anayasada, CHP ve MHP ile “tekçilik”te (anayasanın üçüncü maddesi; tek dil, tek vatan, tek bayrak) anlaşarak, milliyetçi kesimleri yedeklemeye yönelik bir politika izlemektedir. Sonuç olarak, AKP’nin güven vermekten uzak ve zaman kazanmaya yönelik bu oyalayıcı tutumu, “çözüm süreci”ni bölgedeki her türlü gelişmenin etkisine açık, geleceği belirsiz bir süreç haline getirmektedir.

SONSÖZ: SÜRECİ HALKLARIN MÜCADELESİ BELİRLEYECEK
Peki, yukarıda çeşitli boyutlarıyla ele alınan gelişmelerin halklar için anlamı nedir?
Öncelikle Öcalan ile devlet heyetleri arasındaki görüşmeler başladığında ulusalcı-milliyetçi çevreler (ülkenin bölündüğünü söyleyen MHP’sinden Suriye’de Esad rejimine karşı ittifak yapıldığını söyleyen TKP’sine kadar) AKP ile Kürt hareketinin anlaşıp işbirliği halinde olduklarını söylüyorlardı. Oysa, geri çekilme sürecinin durdurulmuş olması ve AKP’nin Kürt halkının demokratik istemlerini karşılayacak demokratik adımları bir türlü atmaması, bunların da ötesinde, Rojava’da Kürtlere karşı sürdürülen çok yönlü saldırılar, ortada olmuş bitmiş bir pazarlığın olmadığını gösteriyor. AKP, bir yandan Rojava’da Kürtlerin kendi geleceklerini belirlemesinin önüne geçmeye çalışırken, öte yandan bu süreçle de bağlantılı olarak, ülkede Kürt hareketine sınırlarını kendisinin belirlediği ve gerçek bir demokratikleşmeye dayalı olmayan bir çözümü dayatmaya çalışıyor. Yani, ortada olmuş bitmiş bir pazarlık/anlaşma bulunmuyor. O yüzden, her milliyetten işçi ve emekçilerin devrimci partisi, Kürt sorununun çözüm sürecini, ülkede gerçek bir demokratikleşme, halklar arası eşitlik ve kalıcı barış için bir mücadele süreci olarak tarif etmiştir.
Bugün her milliyetten işçi ve emekçiler, ezilen tüm halk kesimlerinin önünde iki yol bulunmaktadır: Ya AKP’nin Suriye ve Rojava’ya müdahale politikalarına ve demokratikleşme adına kendi egemenliğini pekiştirmeye yönelik hamleler yapmasına seyirci kalınacak; ya da ülkede ve bölgede barış için; Kürt sorununun tam hak eşitliğine dayalı kalıcı çözümü ve ülkede gerçek bir demokratikleşme için mücadelede güçlerini birleştirecekler. İlk yol, ülkenin bölgedeki savaş batağına hızla çekilmesi ve dahası ülkede çatışmalı sürece geri dönülmesi tehlikesinin yanı sıra her türlü demokratik hak ve özgürlüğün ortadan kaldırıldığı baskıcı bir rejime razı olmak anlamına gelmektedir. Öyleyse tutulacak yol bellidir: Ülkede ve bölgede gericiliğin hesaplarının tutup tutmaması, halk güçlerinin bu yolda güçlerini ne kadar birleştirebilip mücadeleyi ne kadar ilerleteceği belirleyecektir.

Suriye ve Türkiye…

Konumuz Suriye. Ama Suriye eğer Türkiye’de tartışılıyorsa, yalnızca Suriye ve Suriye ile ilgili olarak uluslararası arenada tanık olunan gelişmelerle sınırlı bir tartışma açıklayıcı olmayacağı kadar doyurucu da olmayacaktır. Türkiye çıkışlı bir tartışma, bunca Suriye krizinin içinde konumlanmış Türkiye dışta ya da hatta ikinci planda tutularak yürütülemez.
Dış politika zaten iç politikadan koparılamaz, ayrı ve bağımsız olarak ele alınamaz, ancak çoğu kez dış politika sorunları neredeyse dolaysızca iç politika sorunları olarak şekillenirler; iç politika nerede biter, nerede dış politika başlar, ve tersi, ayırtedilemez olur. Türkiye bakımından Suriye, artık tam böyle bir sorun, bir iç politika sorunu haline gelmiş; AKP Hükümeti’nin yaklaşımları ve izlediği politika işi buraya vardırmıştır. Artık Türkiye Suriye sorununu kendi dışında bir sorun olarak, az ötesinde bile tutabilme, üzerine kan ve barut sıçratmaktan kaçınma olanağına hiç sahip değildir; ÖSO ve El Kaide çetelerinin dolaysız desteklenerek yönlendirilmeleri sayılmasa bile patlayan bombalar, düşürülen uçak ve helikopterlerle Türkiye Suriye ile çoktan askeri bakımdan ilişkilenmiş haldedir.
Öyleyse Suriye sorununu Suriye sorunu olarak tartışacağız; ancak bilelim ki, bu, aynı zamanda Suriye dolayımıyla bir Türkiye tartışması da olacak. Bir Amerikalı ya da Avrupalı veya Rus tartışmacı da bundan geri duramaz, Türkiye’yi dışta tutup tartışmadan Suriye sorununu ele alıp tartışamaz, ama Türkiye’den bu hiç yapılamaz, biz de yapmayacağız.

“AHLAKİ VE İLKELİ DIŞ POLİTİKA”

Başta Başbakan Erdoğan’la Dışişleri Bakanı Davutoğlu, tüm AKP yetkilileri Türkiye’nin dış politikasının “ahlaki ve ilkeli” olduğunu durmaksızın açıkladılar, açıklıyorlar. Örnekse, “halkına ateş açan Esed” ve rejimi karşısında kayıtsız kalamayacaklarını, Esad muhaliflerini cansiperane destekleyerek Suriye’nin içişlerine bu nedenle müdahil olduklarını söylüyorlar! “İlke” ve “ahlak”ın “halkını katleden diktatörler” karşısında sessiz kalmamayı zorunlu kıldığını, aksi halde “dilsiz şeytan” durumuna düşeceklerini ileri sürerek, sonunda, büyüğü küçüğüyle denizaşırı ya da Ortadoğu’lu hemen tüm ülkeler Rus-Amerikan planı üzerinde fikirbirliği sağlamışken havadan havaya füzeyle helikopter düşürerek savaşı provoke etme noktasına kadar ilerlediler! Keza “Mısır darbesine darbe dememe” lükslerinin olmadığını belirttiler. Tersine “darbeye darbe demeyen” başta BM Güvenlik Konseyi üyesi ülkeler olmak üzere her ülkeyi, açık söylemeseler ve isim vermeseler bile, “ahlaksızlık” ve “ilkesizlik”le suçlayarak, tıpkı Suriye sorununda olduğu gibi neredeyse tek başlarına kaldılar: “Değerli yalnızlık”!
Dış ya da iç politika sorunlarının “ahlak” ve “ilke” ile açıklandığı nerede görülmüştür? Politika devlet işleriyle uğraşmak demektir; iç politikanın zemini ülke sathımailidir, egemen ve ezilen sınıf ve tabakalarla etnik, dinsel vb. topluluklarla devlet arasındaki ilişkileri konu alır, dış politikanınkiyse içinde bulunulan bölge başta olmak üzere dünyadır, o da uluslararası ilişkileri konu edinir. Sınıflar ve –son çözümlemede yine sınıflarla kaim– ulusal vb. toplulukların olduğu yerde çıkarın değil ama “ahlak”ın belirleyici olduğunun ileri sürülmesi saf yutturmacadır. Tersine ahlak çeşitli sınıflara göre farklılaşır, her sınıf ve tabakanın ahlakı kendisine göredir. Birine göre ahlaki olanın diğerine göre salt ahlaksızlık olması üstelik kuraldır! Örneğin Bush yönetimiyle ABD Irak’ı “kitle imha silahlarına sahip insanlık düşmanı diktatör Saddam’ı devirerek Irak’a demokrasi getirme” gerekçesiyle son derece “ahlaki” görünen bir yaklaşımla bombalayıp işgal etmiş ve bu süreçte 1,5 milyon suçsuz Iraklıyı öldürmüştür. Amerika ve müttefiklerine göre “ahlak” buradadır! Peki ya Amerikalılar tarafından bombalanarak öldürülen Iraklılara, çeşitli inanç ve milletlerden Irak halkına ve bölge halklarına göre “ahlak” yine aynı yerde midir?
Sınıf temellerinden hareket eden ve sınıf çıkarlarına dayanan ve bu çıkarları yansıtan iç ya da dış politikanın bütünüyle “ilkesiz” olduğu ve olacağı tabii ki düşünülemez. Tabii ki az çok tutarlılık, belirli ilkelere riayeti gerektirir. Ancak bu ilkeler de başta sınıflar ve sınıf çıkarları olmak üzere bir dizi başka belirleyene göre değişirler. Örneğin başka bir ülkenin içişlerine karışmamak ilkesi sömürülen yığınların çıkarını yansıtırken, hammadde kaynaklarıyla pazarlara el koyma eğilimindeki tekelci burjuvazinin çıkarı bir başka ilkeyi koşullar: Saldırı ve işgal.. İçişlere karışma.. Yayılmacılık.. Sömürgecilik.. Emperyalist müdahale. İkisinin iki ayrı ahlakı yansıttığı da tartışmasızdır.
Bununla kalmaz. AKP’nin “ahlakilik” tanımlamasının çıkış noktası “halkını öldürmek” fiilidir. Evet; Esad Suriye halkının en azından bir bölümü üzerine ateş açtırmaktadır. “Muhalif” denilenler, Esad rejiminin ateşi altındadır. Ama kim Suriye’de tek yanlı bir “öldürme”den söz edebilir? “Muhalifler” kurşun değil gül mü atmaktadırlar muhataplarının üzerine? Üstelik sadece Esad askerlerine mi ateş açmakta, halkın beğenmedikleri kesimleri üzerine ateş etmemekte, pala sallamamakta mıdır? Eylül ortasının Amerikan Times ve Fransız Paris Match dergileri bile artık “muhalif” çetelerin palalı infaz görüntülerini yayınlamaktan kaçınamamıştır.
Bu kadar da değildir. Esad’ı “halkına ateş edip öldürmek”le, kimyasal silah kullanmakla suçlayan AKP en küçük muhalif gösteri üzerine zehirli gaz sıkmayı adet edinmiş, Gezi Direnişi ile birlikte gazdan kimseye nefes aldırmaz olmuştur. Artık sıkılan gazdan dükkanındaki esnaf ölmeye başlamıştır. Şimdiden 6 gösterici doğrudan polis müdahalesi -gazın kapsülü ve kurşunla- öldürülmüştür. Bunun adı “halkına ateş etmek”, “halkını öldürmek” değil midir?
“İlke” ve “ahlak”ın AKP tarafından hükümet edilen Türkiye’nin Suriye politikasını haklı çıkarmak üzere eğilip büküldükleri ortadadır.
Peki yine de AKP Hükümeti’nin Suriye politikasında bir “ahlak” ve “ilke” yok mudur? Varsa bunlar ne türdendirler?
“Ahlak” ve “ilke”, AKP sözcüleri tarafından ileri sürüldüğü üzere “halkına zulüm eden”, “ateş açarak öldüren Esed rejimi”yle uzlaşmazlık dolayımıyla şekillenmemektedir. AKP “ahlakı”, “halkına ateş açan”a karşı çıkmada oluşsa, bu durumda, Türkiye’de kendi halkına ateş açıp su ve gaz sıkarak halkının evlatlarını öldürmemesi gerektiği kadar, “halkına ateş açan” başka ülke yönetim ve rejimlerini de karşısına alarak onlara yönelik olarak da savaşkan bir tutum içine girmesi gerekecektir. Oysa AKP Hükümeti, “kendi halkını katleden” polise talimat vermekle övünür ve onları mükafatlandırırken, Suriye ve Mısır dışında “halkına ateş açıp öldüren” ülkelerin rejimlerini, örneğin Bahreyn yönetimini ve Bahreyn halkının öldürülmesine katkıda bulunmak üzere binlerce askerle bu yönetimin “yardımına” koşan Suudi Krallığını da tek bir kelimeyle suçlamamaktadır!
Hayır! AKP’nin “ahlakı”, “halkın öldürülmesi”ne karşıtlık esası üzerine oturmamakta, buradan şekillenmemektedir.
Peki, neden Mısır’la Suriye’de farklı, Türkiye ve Bahreyn’de farklı ahlak ve ilkeler geçerlidir? Ölçüt nerededir? AKP “ahlak” ve “ilke” sınırını nereden çizmekte, tanımı nereden yapmaktadır? Ya da Suriye’de ne olmaktadır ve Baas rejiminde AKP Hükümeti’nin hoşlanmadığı ne vardır, neden hoşlanmamaktadır?

SURİYE’DE NE OLUYOR?
Yüz yıllarca Osmanlı egemenliği altında kalan Suriye, sınırları cetvelle çizilen 1. Emperyalist Savaş sonrası ülkelerdendir; ancak 1946’ya (2. Savaş sonrasına) kadar Fransız egemenliğinde kalmıştır. 2. Savaş ile birlikte Arap milliyetçiliğinin yükseldiği bir ülkedir. Bu çerçevede, 1958’de Nasır yönetimindeki Mısır’la üç yıl süren bir birlik oluşturmuş; 1963’de Baas iktidarı kurulmuş, ’70’teyse Baba (Hafız) Esad yönetime gelmiştir. Ortadoğu’da İngiliz egemenliğinin zayıfladığı 1. Savaş’ın ardından yeni sömürgeci Anglo-Amerikan hegemonyası tartışılır olmamakla birlikte, Suriye, gerek Fransız egemenliğinden gelişi, gerek güçlü Arap milliyetçiliği ve gerekse “sosyalizm” ve “anti emperyalist ittifak ve destek” görüntüsü ardında ’60’larla birlikte bölgede etkisi yükselmeye başlayan Sovyetlerin el atmasıyla bir “Amerikan zone” ülke olarak gelişmedi. Hele ’60’lar itibariyle yakın tarihinde Suriye, ünlü “Soğuk Savaş” tabiriyle Batı yandaşı bir “Hür Dünya” ülkesi olmadı. Devlet kapitalizmi ve “Baas sosyalizmi” söylemli otoritarizmi ile Suriye’de Batılı “değerler” belirleyici olmadığı gibi, bu ülke tersine Batı karşısında konumlandı. Bu, bugünkü “Suriye Krizi”nin asıl temelidir; çünkü rahatça “at oynatamadığı” bu ülke her daim Amerika’nın hedefinde oldu, her fırsattan istifade eden Amerikalı emperyalistlerin müdahalelerine uğradı, şimdi de öyle olmaktadır.
“Milli değerler”i dilinden düşürmeyen AKP ve yetkilileriyle sözcülerinin iddia ettikleri “ahlak” ve “ilke”nin yön verdiği dış politika, birincil olarak, bu zeminden fışkırmaktadır: Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin Suriye’ye yönelik emelleri ve bu emelleri gerçekleştirme amaçlı müdahaleleri. Türkiye, AKP Hükümeti aracılığıyla, Suriye’ye müdahalenin taşeronu rolünü üstlenmiştir.
Yalnızca Suriye değil, ama özellikle Ortadoğu ve hatta –Özal’ın dediği gibi “Çin Seddi’ne kadar” uzak Asya’yı kapsama alanında varsayan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından formüle edilen AKP dış politikasının çıkış noktasında bu taşeronluk işlevi açık seçik tanımlanmıştır:
“Uluslararası fiili güç kullanımı kapasitesi bakımından Soğuk Savaş sonrası dönemin yegane örgütlü gücü olan NATO’nun bu dönemde üstlendiği düzen kurucu ve koruyucu rol, bu örgütün özellikle Avrasya’yı doğu-batı doğrultusunda kuşatan ve kuzey-güney derinliğinde kesen jeopolitik hatlar üzerindeki stratejik derinliğini güçlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Soğuk Savaş dönemindeki çift kutuplu statik dengenin dağılması ile ortaya çıkan jeopolitik boşluk alanları denetim altına alınmaksızın kalıcı bir uluslararası düzen oluşturabilmek mümkün değildir.” (Stratejik Derinlik, 2010, sf. 232)
Akademik “derinliği”yle Davutoğlu, bu analiziyle, ABD ve peşindeki Batı’nın “stratejik ortak” yaklaşımının ötesine geçerek “bölge gücü” Türkiye’ye “model ülke” rolü yüklemek zorunda kaldığını/kalacağını haber verir gibidir. İddiası odur ki, “boşluk alanları”nın Türkiyesiz denetim altına alınması olanaksızdır. Öyleyse Türkiye’ye “bölgesel güç” payesi biçilmesinden kaçınılamayacak ve üzerinden hesap kurmak zorunlu olunca bölgeye “model” gösterilmesinden geri durulamayacaktır. Buradan, Türkiye’nin Batı’nın taşeronu olarak aracı rolünü gizleyip saklamadan ilan etmiştir: “Türkiye, NATO’nun yeni küresel stratejik misyon tanımlaması için vazgeçilmez bir öneme sahiptir.”
Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale hem Batı ve hem de Türkiye’nin bu doğrultuda rol üstlenmeleriyle başladı, sürüyor.
Önce yine “ahlaki ve ilkesel” dış politika geçerliydi; ama “komşularla sıfır sorun” ve “soft power” (yumuşak güç) taktikleri uygulanmaktaydı. Türkiye, yine Batı adına üstlendiği taşeronluk rolü çerçevesinde Esad rejimi ile iyi (“kardeşim Esad”) ilişkiler kurarak izlemekte olduğu “havuç” politikasıyla işlevseldi. Batı “sert” yapıyor, “kötü polis”i oynuyor, tehdit ediyor; Türkiye’yse bunu tamamlayan “iyi polis” rolüyle elini uzatmış Suriye’yi Batı’ya çekmeye çalışıyordu: Tehdit altında köşeye sıkışmış Suriye’nin Türkiye’nin uzattığı eli tutacağı düşünülmüş, hatta belirli bir mesafe de alınmıştı. Ama sonra hayal kırıklığına uğranıldığında AKP’nin tepkisi sert oldu: Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında işlediği temel kavramlardan olan “komşularla sıfır sorun” politikasından hızla vazgeçen AKP Hükümeti bu kez “halkını katleden Esed” politikasıyla Batı’nın en ileri giden saldırgan gücü haline dönüştü. “Muhalifler”, Lübnan ve Ürdün’ün yanı sıra asıl olarak Türkiye üzerinden örgütlendirilip silahlandırıldılar. Türkiye topraklarında karargahlarını kurmaları sağlandı, eğitilip hatta yönetildiler. Sınırdan tanklar ve zırhlı araçlarla giriş-çıkış yapma olanağını kullandılar.
Ancak ilkesi ve ahlakiliği en başta taşeronluk ilişkisi üzerine kurulu bu öngörüsüz politika pek basitçe kurgulanmıştı. Batı ve özellikle ABD’nin Türkiyesiz “kalıcı bir uluslararası düzen oluşturamayacağı” saptamasına dayandırılmış AKP dış politikası hem fazlasıyla tek yanlı hem de fazlasıyla iddialıydı.
Amerikasız ve NATO’suz olmayacağı kararlaştırılmıştı; kesindi. Türkiye’nin onlarla çatışacak hali yoktu. Ancak bunun yeter sayılarak, “fırtınalı denizler”e açılmanın, “kör cesareti”yle, yalnızca ABD ve Batı’yla ilişkilenerek başarılabileceğinin sanılması, AKP dış politika “açılımı”nın birinci zaafıydı. ABD ve NATO dışındaki ülkelerin, Soğuk Savaş ve eski Rus İmparatorluğunun çöküşünün ardından az-çok eşitlendikleri ve Batı’yla uyumun onlarla başetmeye yeteceği varsayımı kendini “dev aynası”nda görmekten başka bir şey değildi. ABD ile el ele verildikten sonra ne Rusya, ne Çin, ne İran önemli görünüyordu!
Üstelik, eskiden, Soğuk Savaş öncesinde, ABD ve NATO, Türkiye’yi “stratejik ortak olarak değil, ucuz insan gücü icab ettiğinde kullanılabilecek bir destek stratejik kaynak gibi görmekte”yken  artık Türkiye’nin “NATO’nun yeni küresel stratejik misyon tanımlaması için vazgeçilmez bir öneme sahip” olduğu analizi yeterince güvenilir değildi. Türkiye’nin gelişmesi ve gücünün büyümesine bağlı olarak öneminin artığı tezi belirli bir gerçek payına sahip olsa bile abartılmamalıydı, abartıldı. Bu abartıda, jeopolitik önemin  yanı sıra “ecdat”, “tarihi ilişkiler”, “Osmanlı bakiyesi topraklar” vurgularıyla tarihi ilişkilerin öneminin olduğundan büyük varsayılması rol oynadı. Ama asıl abartı kaynağı ideolojikti: “Yeni-Osmanlıcılık”, Osmanlı’nın yeniden ihya edilmesi ve yeniden bir “cihan imparatorluğu” kurulması.
Öyle ki, sadece Rusya ve Çin gibi büyük emperyalist ülkeler değil, İran da değil, hatta neredeyse ABD ve NATO bile küçümsenecekti! “Stratejik ortaklık” deniyor, ABD ve NATO’nun uluslararası düzen kuruculuğunda Türkiye’ye vermesi kaçınılmaz önem üzerinde duruluyor; ama “ip”in ucu kaçırılarak, Türkiye’nin de “düzen kurucu”luğu ve “merkez ülke” olması üzerine hayaller kuruluyordu: “Türkiye’yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak dünya ana kıtasının merkezini, tarihi olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye’nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.
“Modernite, Avrupa-merkezli bir tarihi sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihi birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye tarihi derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.”
Yani? Diğerlerini kendi etrafında toplayıp kendi ekseninde yönlendiren ülke! “Merkez ülke” budur. Bu, aynı zamanda kendi çıkarlarını dayatan “düzen kurucu” ülke de demektir. Peki, AKP bakış açısı nerelere uzanmaktadır; Davutoğlu’nun belirttiği “yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları” nereleridir?
İşte yine jeopolitiğinin abartılışına dayalı yanıt: “Türkiye bu dış politika stratejisini ileride uluslararası çevreye kademeli bir tarzda açılabilmek için kullanabileceği üç önemli jeopolitik etki alanı içinde taktik önceliklere dayandırmak zarureti ile karşı karşıyadır:
1. Yakın kara havzası: Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar
2. Yakın deniz havzası: Karadeniz – Adriyatik – Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez – Hazar Denizi
3. Yakın kıta havzası: Avrupa – Kuzey Afrika – Güney Asya – Orta ve Doğu Asya
“İç içe geçen dairevi kuşaklardan oluşan bu havzalar Türkiye’nin bölgesel etki alanlarının (hinterlant) kademeli bir tarzda genişletilerek uluslararası küresel konumunun güçlendirilmesi hedefine yönelik dış politika stratejisinin jeopolitik temelidir.”
“İpin ucu” gerçekten kaçıktır! Erdoğan-Davutoğlu dış politika stratejisinin jeopolitiği, tıpkı Özal’ınki gibi “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” uzanmakta, hatta “Seddi” bile geçmektedir! Ve Özal’nkinden bir farkı vardır: Özal kanaatkarlıkla ABD ve NATO’nun dizinin dibinden ayrılmazken, AKP iddialıdır; “merkez ülke” olmak bakımından koşulların uygun olduğu görüşündedir. Bu fark, şüphesiz Amerikan karşıtlığına götürmemekte, ABD’yi hesaba katmazlık anlamına da gelmemekte; ama “Türkiye’nin vazgeçilmezliği”nden hareketle, taşeronluk payının ciddi biçimde yükseltilmesi eğiliminde yansımakta, ötesinde bütün “jeopolitik boşluk alanları”nın doldurulması için atağa kalkılması “açılımı”nı ifade etmektedir. Buradan AKP ile Amerika’nın sık sık çeşitli “boşluk alanları”na ilişkin politik yaklaşımlarında “nüans” farklılıkları oluşmakta ve bu farklılıklara ilişkin makas az da değildir. Üstelik bu “makas”, Washington ziyaretlerinde, örneğin sonuncusunda “görüşlerimi değiştirdim” söylemiyle açıktan ABD tarafından yapılan “balans ayarları”nın gereğini yerine getirmesine rağmen geçerliğini korumaktadır.
“Kardeşim Esad”tan “zalim Esed” politikasına geçtiğinde, AKP’nin dönüşü çok hızlı olmuş, “boynuz kulağı geçti” misali, bu kez, Suriye’ye savaş açılmasını en ileriden savunan AKP olmuştur. “Uçuşa yasak bölge” ya da “tampon bölge” oluşturulması ısrarı ABD tarafından kabul görmemesine karşın, AKP tarafından savunulmuş, “muhalifler”in desteklenmesinde de yine en ileri giden AKP olmuştur.
Rusya’nın inisiyatifi ile 2. Cenevre Konferansı’nın toplanması ve siyasi çözüm arayışları gündeme geldiğinde, bu, Amerika, sair Batılılar ve hatta o dönem Suriye “muhalefeti”nin başındaki M. Hatip tarafından kabullenmesine rağmen Erdoğan ve AKP’si ayak diremeyi sürdürmüş, Rusya’yı ikna edeceğini ileri sürmüş, Washington’da bu nedenle “görüşlerimi değiştirdim” açıklamasını yapma noktasına gelmekten kaçınamamıştır. Amerika bu konuda manevra yapmasına karşın, AKP görüşme ve siyasi çözüme tümüyle karşıdır ve “zalim Esed devrilmeli” çizgisindedir. Bu, iki ülke arasında bir taktik farklılığa denk düşmektedir.
En son “kimyasal silah” krizinde ABD ve sair Batılılarla AKP Hükümeti aynı “Esad güçleri yaptı, cezalandırılmalı” çizgisinde bir aradayken ve Suriye’ye müdahale somut olarak tartışılmaya başlanmışken, “en sonuna kadar gitme” tutumu –Suriye “muhalifleri”nin yanı sıra– sadece AKP tarafından savunulmuştur. Genel kabul gören “Esad’ı devirmeye ve bir rejim değişikliğine varmayacak” “sınırlı” bir cezalandırma operasyonuyken ve üstelik böyle bir operasyon bile –İngiltere’nin parlamentodan geçirememesi, Almanya’nın başlangıçtaki karşı çıkışı, Obama’nın bu durumda topu taça atarak konuyu Kongre’ye götürmesi gibi nedenlerle– gündemden düşme belirtileri gösterirken, Erdoğan ve Davutoğlu, hatta “sınırlı”lığın kabul edilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
Rusya yeniden inisiyatif alıp “Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması” planını ortaya attığında ve bütün büyük emperyalist ülkeler –aynı zamanda kendilerini çıkışsız bir durumdan kurtardığı için kolaylıkla– bu planı kabul ettiklerinde AKP Hükümeti’nden, Erdoğan ve Davutoğlu’ndan yükselen ses olumsuz oldu. Hükümet Sözcüsü olarak B. Arınç, planı ve planla varılan yeri “Şu ana kadar itirazlarımız, taleplerimiz, ikazlarımız dikkate alınmamıştır. Gelinen nokta tatmin edici olmaktan uzaktır” sözleriyle değerlendirdi.
Değerlendirmeler farklı. Makas açık!

KİMYASAL SİLAHLARIN GÖSTERDİĞİ
Üzerinde anlaşma sağlanan son Rus planı göstermiştir ki, Rusya artık eski Rusya değildir. Plan bir şeyi daha göstermiştir ki; Esad rejimi görülebilir gelecekte gidici değildir.
Üzerinde anlaşma sağlanan plana varılan görüşmeler sürecinde ABD ve Rusya’nın rivayetlerinin farklı olduğu, bu iki ülkenin anlaşmayı da hâlâ farklı anladıkları ortada. Ancak bu beklenen bir şey olmalıdır. ABD herhalde bir çırpıda “diz çökecek” değildir ve gerileme durumunu bir türden izah edecektir, “olmazsa, askeri harekat”, “planın yaptırımı var” vb. yorumlarıyla izah etmeye çalışmaktadır da. Geniş pencereden şunlar görülecektir.
ABD “önleyici savaş” türü doktrin ve bu yönde taktiklerle 2. Emperyalist Savaş’ın ardından elde ettiği, bir süre sonra Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından dengelenen, ama SB’nin çöküşüyle yeniden “tek”e düşen süper devlet pozisyonunu sürdürme peşindedir. “Stratejik Derinlik”inde Davutoğlu’nun da kendilerine düşecek “pay”ın hayalini kurduğu “soğuk savaş”ın kendisi tarafından kazanılmasının ardından, ABD, “tek kutuplu dünya”da hegemonyasını sürdürme, hegemonya alanlarını –özellikle eski Sovyet bakiyesi alanlarda genişletme– ve tartışılmaz üstünlüğünü sona erdirme girişiminde bulunabilecek potansiyel rakiplerine kendisini dayatma, onları kuşatarak ve zamansız çatışmalara sürükleyerek boyun eğdirme ve bu amaçla bütün fırsatlardan yararlanma tutumu izlemiştir.
“Renkli devrimler”.. “Haydut devletler”.. “Ya bendensin ya karşı taraftan”.. söylemleri hatırlardadır. Bunlarla ABD, özellikle Sovyet bakiyesi topraklarda yayılmaya girişmiş Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkaslar’da yeni bir “uluslararası düzen”i pek zorluk çekmeden tesis etmiştir. SB’nin çöküp dağılmasının ardından Rusya’nın kolunu kıpırdatamaz hali ve takatsizlik koşullarında sarhoş Yeltsin’in elinde Amerikan dümen suyundan çıkmamaya özen göstermesi işini kolaylaştırmıştır.
Önce Yugoslavya’nın NATO bombardımanıyla bölünüp parçalanmasını Rusya hoşnutsuzluk homurtularıyla izlemekle yetinmiştir.
Sonra “ikiz kuleler” ve Afganistan işgalinde ABD geri kalan tüm emperyalist devletlerin onayını alıp katılımını sağlamış, Rusya da çatlak ses olmamış,  güneyinden kuşatılmakta olduğunun farkında olmasına rağmen itirazda bulunmamıştır. Yeterince toparlanamamıştır, hala kolu kanadı kırıktır çünkü.
Daha sonra Irak işgali gelmiştir. Irak’ta “yeter artık” sesleri yükselmeye başlamış; Almanya ve Fransa işgale karşı çıkmış, BM ciddi bir tartışmanın zemini haline gelmiş ve Bush “eski Avrupa-yeni Avrupa” ayrımını yaparken işgal BM dışlanarak gerçekleşmiştir. Rusya da bu kez Fransa ve Almanya ile birlikte karşı tutum almış, ama bir noktada durmayı bilmiştir; hâlâ yeterince güçlenmemiştir.
Gerçi sosyalizm döneminden kalma çok güçlü bir sanayi temeline sahiptir Rusya, ama Yeltsinli ilk dağınıklık döneminde neredeyse tümü paslanmış ve tahrip olmuştur. Bir dönem Mafya egemenliği altında “kapanın elinde kalan” Rus ekonomisi, imparatorluktan arta kalanı bir araya toplayarak yeniden organize eden ve yükselen petrol fiyatlarından yararlanarak yeni yatırımlara yönelen Putin’in yönetiminde toparlanmaya başlamış, eski sanayi temelinin üzerine yenisini koymak çok zor olmamıştır. Ve elde zaten ABD ile boy ölçüşecek bir nükleer ve konvansiyonel silah yığınağı vardır; Rusya askeri bakımdan, bir dönemki organizasyon yeteneksizliği dışında, hiçbir zaman güçsüz olmamıştır.
Giderek güçlenen Rusya, önce, 2008’de Gürcistan’da Amerikancı Saakasvili’nin, arkasındaki efendisine güvenen böbürlenmeleri ve Osetya ile Abhazya’ya yönelik saldırısına silahla karşılık verdi. Mesaj asıl ABD’yeydi ve şuydu: “Yeter, her şeyin bir sınırı var!” Rusya bir noktadan sonra dikileceğini göstermişti!
Libya’da Rusya sesini fazla yükseltmedi, bu ülkeyle doğrudan çıkar bağlantısı bulunmuyordu. Kaddafi gerçi eski SB müttefikliği yapmıştı; şimdi her açıdan durum değişikti, ne Rusya eski SB idi, ne de “nerede akşam orada sabah” zigzaglarla ayakta kalmaya çalışan ve sırtını her yere dayamaya, her yere kapılanmaya hazır görüntü veren, üstelik bir de halkını denetim altında tutmada zorlanan ve öngörülebilir olmayan rejimi güven telkin ediyordu. Sonunda “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildi”! En başta seçimlerde yüksek meblağlarla yardımına koştuğu Sarkozy Fransa’sı tarafından bombalandı.
Ama sıra Suriye’ye gelince iş değişti. Birincisi, Rusya’nın Suriye ile geleneksel ilişkileri güçlüyür ve sürmektedir. Örneğin Rusya Suriye’nin önde gelen iktisadi-ticari partneri olduğu gibi, başlıca silah kaynağıdır. İç savaş öncesinde Suriye de, Rusya gibi, kontrollü bir liberalleşme süreci yaşamaktaydı; özelleştirmeler başlamıştı, ancak hala bürokrat kapitalizm baskındı. Bu, Batılıların ülkeye mali iktisadi sızması bakımından ek bir zorluk oluşturuyor, iki ülkenin ilişkilerinin sağlamlığını ise güvenceye alıyordu. İkinci olarak, Rusya’nın tek deniz-aşırı deniz üssü Suriye Tartus’tadır ve bu üs iki ülkenin askeri bağlantısını garanti etmenin yanında Rusya’nın geleneksel “sıcak denizlere açılma” politikasının başlıca dayanağı durumundadır. Üstelik Gürcistan’da kendi çıkarlarını hiçe sayan Batı ve özellikle ABD karşısında “dikilen” Rusya, Suriye’nin düşmesiyle sıranın İran’a geleceğini ve hemen güney sınırlarının ötesinin çatışma alanına dönüşerek kuşatılmasının neredeyse tamamlanacağını ve dünden ve bugünden daha içinden çıkılmaz bir duruma düşeceğini bilmiyor ve daha uzun süre ABD karşısında “dikilmeden” edebileceğini sanıyor olamazdı. Çin ve İran’la yakın temas halinde, Rusya, sonunda “olmaz” dedi. Önce BM Güvenlik Konseyi’nde veto üzerine veto kullandı ve BM karar mekanizmasını bloke ederek Suriye’ye yönelik “yasal” Batılı müdahaleye izin vermedi. Sonra “muhalifler” dışarıdan silahlandırıldıkça o da, Baas rejimine silah sevkiyatına başladı. Yerden havaya en gelişkin füze sistemi olan S 300’leri Suriye’ye vereceğini açıklaması büyük tartışma yaratmıştı ki, bir süre sonra Rusya’nın bu sevkiyatının önemli bir bölümünü zaten yaptığı yine Rusya tarafından açıklandı.
Bu arada, Türkiye, Başbakanı’nın ziyaret ve davetlerinde Putin’i “ikna etme” uğraşındaydı! Garip ve “değerli yalnızlık” içinde tecrit olmuş bir “düzen” ya da “oyun kuruculuk”la “merkezi ülke” hayalleri Amerika’yla “taktik ayrılıklar”ın üstüne bir de Rus duvarına çarpmıştı. Rusya’ysa “oyun kuruculuk” ve “merkez ülke” nasıl olunur onu kanıtlıyor, Suriye sorununda, neredeyse tüm ülkeleri kendi ekseninde dönendiriyordu.
En son “kimyasal silah” krizi Rusya’nın kendisini ABD’ye de dayatmayı başardığını gösterdi. Rusya, krizin ortasında, “oyunu”nu kurarak uygulamaya soktu ve karşı pozisyon alarak tecrit olan bir Türkiye ve bir de Suriye “muhalefeti” oldu.
Büyük ihtimalle “muhalifler”, özellikle El Nusra türü Kaide örgütlerinin bir povokasyonu olarak, yine ihtimaldir ki Türkiye’nin de el vermesiyle gündeme getirilen “kimyasal silah” krizi sonunda en başta “muhalifler”le Türkiye’nin ayağına dolanmış oldu. Cenevre toplantıları başladı. Anlaşma sağlandıktan sonraki Paris’teki son toplantıya öngörülebilir olmadığı ve problem çıkarabileceği varsayıldığı için Türkiye de çağrıldı. Toplantı sırasındaysa, Türkiye’nin bir Suriye helikopterini düşürdüğü haberi geldi. Türkiye de herhalde “oyun kurma” çabasındaydı! Ya da sitemlerini bu tür provokasyonlarla belli etme ve savaşı tahrik etmeyi sürdürme tutumu izliyordu.
Suriye ve özellikle son “kimyasal silah” krizi, dünyanın artık net olarak “tek kutuplu” olmadığını, Amerikan emperyalizminin her istediğini yapabilme yeteneğine sahip olduğunu dönemin kapandığını ya da esneklik gerekirse kapanmakta olduğunu gösterdi. ABD’nin etkili gazetelerinden New York Times, “Putin(in), Suriye hamleleriyle dünya liderliğini Obama’nın elinden kaptı”ğını yazdı.
“Kimyasal krizi” odağında gelinen son nokta, aynı zamanda, bırakın öyle birkaç ay içinde Emevi Camiinde namaz kılma hayalini, zaten yaz aylarından bu yana “muhalifler”i –Kusayr ve arkasından Humus gibi stratejik mevzilerde– geriletmekte ve geriledikçe karşıtları birbirine düşüp kendi aralarında savaşmakta ve özellikle Kaide örgütleri eliyle palalı infazlar ve kitlesel kırımlarla halka yönelik zulmü tırmandırmakta olan Esad rejiminin ve dayanaklarının, ülkenin bir yıkıntı alanına dönüşmesinin ortasında da olsa, hâlâ sağlam olduğunu ve kolay kolay çökmeyeceğini göstermiştir.
“Muhalifler” ne yeterince güçlü ne birlik halinde ve ne de yeterince örgütlü ve donanımlıdır. “Muhalifler” arasında ABD’nin “terör örgütü” listesine aldığı El Nusra ve Irak Şam İslam Devleti türü Kaide örgütlerinin öne çıkmaları ve gösterdikleri gelişme Batı’yı isteksizleştiren ve “muhalifler”i silahlandırmada kararsızlaştırıp ağırdan almaya yönelten önemli bir faktördür. Üstelik bu örgüt Kürt bölgesinde Kürt halkına saldırdığı gibi, “ÖSO” ile de çatışmaktadır. Bunlar Baas rejiminin dayanıklılığının iç dinamiklerindendir; ancak rejimin asıl gücü ve dayanıklılığı, görülmüştür ki, dış dayanağının –en azından AKP Hükümetinin hiç ummadığı– gücündedir.
“Kimyasal silah” krizine gelindiği süreçte, bir başarı elde etmek bir yana geri püskürtülmeleri ortamında, güçsüzlüklerinin bir kanıtı olarak ve Türkiye’nin itirazlarına karşın, M. Hatip başkanlığında “muhalifler” “2. Cenevre süreci”nin başlamasına olur vermişlerdi. Bu konuda yine bir Rus-Amerikan anlaşması geçerliydi, direnen Türkiye, Washington’da ancak ikna edilerek “görüş değiştirme”ye zorlanmıştı, ama yine savaş kışkırtıcısı tutumunu sürdürüyor ve “muhalifleri” silahlandırıp özellikle Kaide örgütlerini Kürt halkının üzerine sürmeye devam ediyordu. “Kimyasal silahlar” tam bu ortamda patlatıldılar! Batı’da herkes Esad tarafından patlatıldıklarından emin görünüyor, ancak Adana’da Nusra’ya gidecekken yakalanan “Sarin Gazı” yapımında kullanılan kimyasal maddelerle ilgili açılan dava sürmektedir.
Rusya’nın “kimyasal silah” krizine müdahalesiyle girilen yeni yolda ise, artık Cenevre sürecinin devamı ve önce kimyasal silahlarının teslimi ve imhası içerikli olarak başlayacak görüşmelerin siyasal çözüm içerikli olarak sürmesi uygulanabilir hemen tek “senaryo” durumundadır. Dış faktörlerin yanında iç faktörler de buna işaret etmektedir.
Ancak bölümü bitirmeden söylenmelidir ki, üstelik Amerikan tutumunu da “tatmin edici” bulmayıp ondan da ileri giderek, kimyasal silah provokasyonunda rol alma, helikopter düşürme ve hala Kaide örgütlerine destek sunma vb., Türkiye’nin AKP elinde girdiği Amerikan patronajlı savaşçı politikanın ne denli “ahlaki” ve “ilkeli” olduğunu belirtmektedir!

ULUSLARARASILAŞMIŞ İÇ DİNAMİK
“Muhalifler”in örgütlülük ve birleşiklik bakımından gücünün yetersizliği nereden gelmektedir? Uluslararası desteğinin sınırlılığının da nedeni olan bu yetersizliğin bir kaynağı Suriye’nin inançsal (dinsel ve mezhepsel) ve etnik çeşitliliğinde ve Esad rejiminin bu çeşitliliği dayanağı olarak değerlendirmesindedir ki, bu rejimin gücü ve “muhalifler”in güçsüzlüğünü koşullamaktadır ve nesneldir.
Suriye, yaklaşık %12-13’lük bir Nusayri (Arap Alevisi) ve Hıristiyan nüfusa sahiptir. Benzer bir oranda Kürt nüfus yaşamaktadır. Yüzde 4-5 Ermeni, Dürzi, Çerkez, Yahudi nüfusa da sahip Suriye’de Sünniler ise %60-65’lik bir dilim oluşturmaktadır.
Başlangıçta hemen her toplumsal kesimin hoşnutsuzluğu ve öfkesine muhatap olap rejim kitlesel gösterilerle genel bir halk muhalefeti ile yüz yüze kalmış, ancak özellikle Sünniler içinde örgütlenmeye girişen Müslüman Kardeşlerle Selefiler ve giderek yurt dışından da devşirdiği cihatçı/şeriatçı militanlarla tümünü geride bırakan El Kaideci örgütlerin, halkın bu muhalefetinin üzerine yaslanarak silahlı eylemlere yönelmesi durumu değiştirmiştir. .
Dışarıdan örgütlendirilip silahlandırılan “muhalefet”in yükselişinden duyduğu korkuyla kendisini yeniden rejimin kollarına atan başlangıçtaki halkın yaygın hoşnutsuzluk ve muhalefeti hemen tamamen yatışmış, farklı toplumsal kesimlerden halk siyasal İslamcı kalkışmadan duyduğu korkuyla rejime bel bağlamaya rücu etmiş; “muhaliflik”, rejimle mücadelesinden belki daha çok –rejimin dayanaklarını kurutma amacıyla hedeflenen Sünni aşiretler de dahil olmak üzere– etnik ve mezhepsel nedenlerle halka saldırmasıyla ünlenen besleme Arap milliyetçisi İslamcıların özelliği durumuna gerilemiştir.
Dışarıdan, özellikle Türkiye, Katar, ve Suudiler tarafından beslenen mezhepçi İslamcı akımın iktidar alternatifi olarak bu ileri sürülüşüyse “muhalifler”in güçsüzlüğü ve ama rejimin güçlülüğünün öznel dayanağı olarak rol oynamıştır/oynamaktadır.
Batılıları alternatif arayışıyla isteksizleştiren bu etken Türkiye’nin AKP eliyle izlediği mezhepçi İslamcı çizgi ile Batı ve ABD’yle arasındaki “makas”ın açılmasına götüren bir etken durumundadır da.
“Muhalifler”in başlıca sloganı “Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a” olunca, aynı “muhalifler” Arap milliyetçiliğinde rejimden aşağı kalmayarak, Esad’ın da gereken manevrayı yapmasıyla Kürt halkına da saldırıya yönelince, Suriye’de Baas dışında bir iktidar alternatifi öngörülemez olmuştur: Ülke nüfusunun üçte birini yok ve düşman sayan bir “yönetim” olanaklı bulunmamaktadır. Ne halk ve ne de “muhalifler”in uluslararası destekçileri tarafından.
Üstelik bundan ibaret değildir. Özellikle El Kaide çetelerinin gaddarlıkları ve zalimlikleri yalnız Alevi, Hıristiyan, Kürt, Dürzi, Ermeni vb. nüfus değil, ama Sünni nufus üzerinde de korku salmıştır ki, Baas rejiminin öteden beri özellikle Sünni burjuvazi ve aşiretleriyle kurduğu çıkara dayalı iyi ilişkilerle yine rejimin Sünniliği bir inanç sistemi olarak kısıtlamasız biçimde devlet düzeyinde destekliyor ve kullanıyor olması hesaba katıldığında, tümü, Sünni nüfusun da önemli çoğunluğunun rejimle birlikte saf tutmayı sürdürmesine götürmüş, Esad’ın Sünniler içindeki dayanaklarının gücü kırılamamıştır. Esad’ın hâlâ birçok sayıda bakanı ve komutanı Sünni olduğu gibi, belirli bölünmelere uğrasalar da hâlâ önemli ölçüde örgütlülüklerini koruyan aşiretler Esad’ın yanındadır. Ve önemlisi, bu yıl içinde camide uğradığı suikast sonucu Kaideci militanlar tarafından öldürülen, Türkiye’nin Fethullah’ını andıran, ancak etkisi belirli bir “cemaat”le sınırlı olmadığından ondan daha kapsayıcı bir güce sahip olan ve Baba Esad’ın cenaze namazını da kıldıran Sünni din ulusu –büyük İmam– Şeyh el Boudi Esad’ı desteklemekteydi.
Saldırılarıyla, Esad’ın nüfusun çeşitli kesimlerine yayılmış ve zedelenmiş olan birçoğu bu saldırılarla dağılmak bir yana tersine yenilenen dayanaklarını dağıtamayan dışarıdan yönlendirilip beslenen besleme “muhalif” etkinlik, tıkanmış görünmektedir.
Üstelik dış bağlantısı da problemlidir. Kaideci İslamcı yükselişin Batılı bir dizi müdahale ile önü alınmaya çalışılmış ve “muhalif” örgütlülük birkaç kez elden geçirilmiştir. Başlangıçta “Suriye Ulusal Konseyi” olarak örgütlendirilen bu “muhalefet”, Doha’da bizzat H. Clinton’un da katıldığı toplantıyla, 1) Kaideci unsurlar dışlanıp, 2) Kürtlere “muhalefet”te yer açılma kararı alınarak “Suriye Muhalifleri ve Devrimcileri Koalisyonu” adıyla yeniden örgütlendirilmiştir.
Yenilenmenin amacı şudur ki, “muhalefet”in İslamcı olmasında bir sakınca yoktur, silahlı etkinlik içinde olmalarında da kuşkusuz ki bir sakınca yoktur, bu tersine onlardan istenmektedir; ama “İslam” “Ilımlı İslam” olacaktır.
Bu nokta, AKP Türkiye’sinin “efendi” ABD’yle “makas” açıklığına neden olan asıl “çekişme konusu”nu oluşturmaktadır; ama aynı zamanda AKP dış politikasının “ahlaki” temeli ve “ilkeli”liğinin dayanağıdır da.
Uluslararasılaşmış bu iç dinamiğin kökünde din var.
Dinler insanın acizliğinden kaynaklanır. Dünyevi sorunları çözümleyemeyip bugünün modern dünyasında sermayenin kör egemenliğinin altında kalanlar durumlarını katlanılır kılabilmek için “esrik bir içki”ye ihtiyaç duymuşlardır. Buradan insanın samimi inanç sahipliği türer. Samimi inananlar, mütedeyyin kitle bu kategoridendir.
Ancak doğuş koşullarından başlayarak ya da bir kez egemenler tarafından da kabul edildikten sonra, dinler hep belirleyici siyasal bir yöne sahip olmuş ya da siyasallaşmışlardır. İslam’da baştan itibaren siyaset olmuş; İslam hep devlet olarak varolmuştur. Hıristiyanlığın siyasallaşması Roma tarafından benimsenmesi sonrasıdır.
Sömürülen ezilen yığınların “bu dünyaya katlanmak” üzere “öteki dünyada kurtuluş” arayışı olarak din, bu dünyayı yönetmeye değil, inananın kendisini rahatlatmaya yöneliktir. Burada acz, cehalet ve önyargı bulunabilir, ama samimiyetsizlik ve istismar yoktur. Ama ne zaman ki dinler dünyayı yönetmeye koşulur, dünyevi amaçlarla kullanılırlar, orada, sömürülen yığınların samimi inançlarını istismar eden sömürücü egemenlerin elinde egemenliklerini sürdürmenin güçlü kaldıracına dönüşmüşlerdir.
Samimi inananlar bir yana, bugün onların üzerinde tepinilen inançlarının istismarı olarak İslam’ın iki başlıca siyasallaşmasından söz etmek gerektir. Birincisi, kapitalizmin ihtiyaçlarının hizmetine girmiş, bu ihtiyaçları karşılamak üzere çeki-düzen verilmiş, en başta ise büyük kapitalist patron Amerikan emperyalizmi tarafından güdülen “ılımlı İslam”dır. “Ilımlı İslam” inananların inançlarını Amerikan çıkarları doğrultusunda istismar eder. Ve ikincisi, Amerika ya da başkalarıyla el ele vermiş vermemiş fazla önemli olmadan, çıkarı gerektirdiğinde herkesle ele ele veren, ama dolaysızca dini siyasal odak olarak öne sürüp din siyaseti yapan, sonuçta –mali sermayenin ağlarını yaymadığı yer kalmayan bugünün modern dünyasında– kapitalize olması ve kapitalizme bağlanmasından kaçınılamayacak olsa da din devletini (şeriat) amaçlayan “radikal İslam”. “Ilımlılık” “radikallik” arasındaki fark, birinin silah kullanması diğerinin kullanmaması ya da birinin “devrimci” diğerinin “reformcu” yöntemler kullanmasından değil, ama dolaysızca kapitalizme bağlanıp özellikle Amerikan hizmetine koşulur olma ya da olmamada ortaya çıkar.
Mısır, Suriye, Türkiye.. gibi ülkelerde son dönemde yaşanan gelişmelerde bu iki siyasallaşmış “İslam” ve aralarındaki fark küçümsenemeyecek bir etken olarak rol oynamıştır.
Mısır’da eskinin “radikal İslam”ı Müslüman Kardeşler, neoliberal süreç içindeki palazlanma ve “yumuşama” döneminin ardından, Mübarek’in de devrilmesiyle, denendiği ABD tarafından, kapitalizmin hizmetine gireceğini de belli ettiğinde önü açılarak iktidara taşınmıştır. Ancak kolay değildir; İhvan dönüşümünü başarıyla tamamlayamamış, Amerikan çıkarlarını ihmal etmiş ve kendi dinselliğine oynamaya yöneldiğinde Amerikan darbesiyle karşılaşmıştır. Erdoğan’ın Mısır’da “darbe” karşıtlığının temelinde, Müslüman Kardeşlerin “sonu”nda kendi sonunu görerek feveran etmesi vardır! Çünkü Türk Müslüman Kardeşleri’nde de biraz Amerikancı “ılımlı İslam” biraz “dolaysız dincilik” ya da “siyasal İslam” el eledir. İslami amaçlar bazen gözleri kör edebilmekte ve “yeni-Osmanlı”cı yöneliminin de etkisiyle ABD ile çeşitli alanlarda makas açılabilmektedir. Zaten Türkiye bakımından yeni-Osmanlıcılıkla siyasal İslamcılık Amerikancılıkla birlikte AKP şahsında iç içe geçmiş haldedir.
Suriye’ye gelince; bu ülkeye müdahalenin “patronu” ABD’dir. Müdahalenin siyasal İslam üzerinden yürütülmesi, sadece iç İslamcı takımının değil, onun da tutumudur. Suriye’de, bugün, üstelik geleneksel olarak da, başka türden bir muhalefetin tutma şansı olmadığını ABD de bilmektedir. Üstelik, bölgede İran’ın başını çektiği bir “Şii hilali” oluşmuş durumdadır ve onun bertaraf edilmesi ihtiyacı, bir de mezhepçiliği, doğal olarak Sünniciliği gündeme almasına götürmüştür ki, mezhepçilik, ABD’ye ülkenin iç “dengeleri” bakımından da zorunlu görünmüş, mezhepçi bir çizgiyle Esad rejiminin devrilmesi kolay görünmüştür. Esad’ın Alevi kimliğinden hareketle, Hıristiyan nüfus tarafsızlaştırılıp Alevi nüfus tecrit edilerek iktidar değişikliği öngörülmüştür. Ama içildiğinde “içkinin şişede durduğu gibi durmaması” örneğinde olduğu gibi, sahaya inildiğinde, bu hesap da tutmamıştır. Amerikan planı uygulamada tamamen Amerikancı İslam’ı gereksinirken, Amerika’nın üzerine oynadığı Suriye Müslüman Kardeşleri dahi “ılımlı İslam”ın ötesinde kılıç sallarken, bir de sürülen münbit topraktan ayrık otu gibi fışkıran El Kaide çeteleriyle yüz yüze kalınmıştır.
Türkiye gerek ÖSO’da ağırlık taşıyan Suriye Ihvan’ı ve gerekse Kaide çeteleriyle işbirliği yapmaktan kaçınmamıştır. İki önemli gerekçesi vardır. Suriye ABD’ye binlerce mil uzak olsa da Türkiye’ye komşudur ve Türkiye’nin (Türkiye burjuvazisi ve AKP’nin) çıkarı, mümkün olan en kısa zamanda rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesindedir. Türkiye, bu nedenle siyasal İslamcı çeteleri Esad iktidarına karşı desteklemiştir. Ve ikincisi, Suriye’nin kuzeyinde, Rojava’da bir Kürt özerk bölgesi kurulma ihtimalinin tüylerini diken diken ettiği Türk-İslam sentezci AKP Hükümeti, İslamcı çeteleri kezeyde Kürt halkına karşı sadece desteklemekle de yetinmemiş, besleyip özellikle bu hedefe yönlendirmiştir.
Ama işte bu noktada Amerika ile Türkiye’nin Suriye yaklaşımları farklılıklar içerirken Türk dış politikasının “ahlaki” ve “ilkesel” temeli iyice görünür olmuştur. Dış politikada “ahlak” mezhepçilikte, Müslümanın Müslüman tarafından kırılmasının kışkırtılmasında olagelmiş, “ahlak” ve “ilke” adına, Amerikancı taşeronluğun yanı sıra bir de mezhepçi bölücülük temel alınmıştır.
Ve bu ne ahlak ne de ilkeyle ilgisi kurulabilecek hayalperest dış politikayla, Türkiye, Suriye’de tam tecrit olur tek başına kalırken, göçmen yığılması yükünün de altında kalmakta, Mısır’a ilişkin politikası da eklendiğinde, Körfez ülkelerine ihracatını sürdüremez olmakta; “görüşmeler” ve “kimyasal silahların imhası” planını “hala ipe un seriyorlar.. Yok şu toplantı.. Yok bu toplantı..” eleştirisiyle karşılayıp “dünya beşten büyüktür” noktasında “demirlemekte” ya da karaya oturmaktadır! AKP dış politikasının onu getirdiği nokta, tam tecrit ve net fiyasko, başta komşular olmak üzere bölge ülkeleri ve özellikle halklarından kopma ve Amerika’nın beşten biri olduğu BM GK beşlisini suçlama noktasıdır! Başbakan, yoksa artık Batı ve Batı’yla birlikçilikten son olarak Necip Fazıl gecesindeki ajitasyonunda olduğu gibi “İnşallah hep birlikte Büyük Doğu’yu inşa edeceğiz!” noktasına mı kaymaktadır? “Ilımlı”lıktan “radikal”liğe, düpedüz siyasal İslamcılığın öne çıkarılmasına mı? “Unutmayın, güneş Doğu’dan doğar” diyor Başbakan gençlik döneminden hatırında kalanlarla! İslamcılığın bu şiarı mı, yoksa ne varsa Batı’da mı var? İslamcılık mı kapitalizm mi, Amerikancılık mı ya da kapitalizmin hizmetine koşulmuş İslamcılık mı? İçiçelik ve uyumun sonuna gelindiği, kandi “çöplüğünde” de denetimi elinden kaçırdığı ve hızla yönetemez noktaya sürüklenmekte olduğunun güçlü belirtilerini vermekte olan Türk Müslüman Kardeşliğinin Mısır’dan sonra Türkiye’de de üzeri çiziliyor görünmektedir!

Çin makyaj tazeliyor

Nüfus yönünden dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in her şey gibi ekonomik rakamları da büyük. İstatistikî verilerin arka planına yeterince bakılmadığında yanlış sonuçlara varılabiliyor. Gerçekten de “Çin mucizesi”, “Çin’in piyasa sosyalizmi” lafları da bunlardan biri. Aslında, Çinli yöneticilerin sürekli sözünü ettikleri, ”Çin‘e özgü”, “Çin karakterli sosyalizm” lafları, Çin’de gelişenin, bildik/tanıdık kapitalizm olduğunun üzerini örtmeyi amaçlıyor. Çin’in gelinen yerde, çok kutuplu emperyalist dünyanın önemli emperyalist gücü olarak tarih sahnesinde yerini alması; kapitalist emperyalizmin eşitsiz gelişme yasalarına uygun, sermayenin, yoğun ucuz emek sömürüsü sonucu gerçekleşmiş; anormal ve ‘özgün’ olmayan bir sonuçtur. Kapitalist Çin’in özellikle Deng sonrası, emperyalist bir süper güç olma hedefiyle sürekli ivme verdiği bu gidişat, gelinen yerde, “Çin Mucizesi”ne yeni bir makyaj dayatıyor. Çin, sadece dışarıdan, yabancı sermaye yatırımı çekerek büyüyen bir ülke olmanın ötesinde, dışarıya yönelerek, doğrudan sermaye yatırımlarını hızla artıran; bu sermaye ihracıyla da, dünya piyasasında diğer emperyalist güçlerle, barışcıl ya da askeri, ama daha keskin bir rekabete; nesnel olarak zorlanıyor. Dünya kaynaklarını yağmalama, rakiplerinin önünü kesme; salt Çin kapitalizmine özgü bir durum değil, kapitalist emperyalist gelişmenin zaten özünde olan bir şeydir.
Çin, doğrudan dış sermaye yatırımlarında, diğer emperyalist devlerle rekabette hayli mesafe aldı, ama önümüzdeki dönem katedilecek yolun sonunda, “ABD gibi süper bir dünya gücünün önüne geçip, geçemeyeceği” spekülasyonu; Çin ekonomisinin gelişme sürecinde bünyesinde barındırdığı zayıflıkları altedebilme kapasitesiyle doğrudan bağlantılı görünüyor. Bu yazıda esas olarak, istatistikî verilerin ışığında, Çin ekonomisinin aksak, topallayan yönlerini ve Çin’in son dönemde dünya sathında gerçekleştirdiği doğrudan dış sermaye yatırımlarını ele alacağız. Bu, Çin’in, emperyalistler arasında paylaşım ve rekabette giderek nasıl öne çıktığını ve rakiplerinin onu neden sürekli göz hapsine aldıklarını; ekonomik ve askeri stratejilerinde, Çin’in tutumunu niçin gözettiklerini anlamak açısından olduğu kadar, Çin emperyalizmini, nesnel ekonomik verileri tersyüz ederek ,”sosyalizmin ön aşaması” olarak piyasaya süren, “liberal solcu” tezlerin yaslandığı zemini görmek açısından da gereklidir.

‘ÇİN KAPLANI’NIN ÖZGÜN OLMAYAN EKONOMİK GELİŞMESİ
Mao Ze Dung’un ölümü ardından Deng Siao Ping’le birlikte, ulusal kapitalist gelişme modelinden batılı tekelci sermayenin ülkeye buyur edilmesine geçiş; Çin’deki kapitalistleşme sürecini hızlandırdı ve Çin’i, diğer emperyalist güçlerle rekabete girişen ve ekonomik, politik ve askeri hegemonya mücadelesinde en birinci olmayı hedefleyen bir güç olarak ortaya çıkardı. Kapitalistleşmedeki gelişim süreci, Asya ülkelerinin (“Asya kaplanları”, Güney Kore, Japonya vb.) daha önce gerçekleştirdiğine benziyor. Ama bu, ekonomik standartları, yaşam ve refah düzeyi yönünden de, batılı emperyalistler ve Japonya düzeyine ulaştığı anlamına gelmiyor. Çin halen orta gelişmişlik düzeyinde bir ülkedir. Çin, dünyanın ikinci büyük ihracatçısı ve dünyanın üçüncü büyük ithalatçısı durumuna geldi. Yüzlerce serbest bölgede, batılı emperyalistlerin yüzlerce tekeli ve markası, Çin’in doğu sahillerini, “Dünyanın atölyesi” haline getirmiş, üretimlerini oraya taşımışlardı. Buradan dünyaya ihraç edilen ürünler de, Çin’in ihracatı olarak görünüyor.
Çin, bugün dünya ihracatından aldığı payı arttırmış görünmektedir. Dünyanın ikinci büyük ihracatçısı konumuna gelmiştir. 2008 yılında ABD dünya ihracatının %8’ini, Hindistan % 11‘ ini gerçekleştirirken, Çin bir çeyreğini (%25) yapar düzeye geldi. Ancak, bu rakamın ardına bakıldığında, Çin’in ülke içinde eklemiş olduğu gerçek değeri görmek mümkün. Çin’deki bazı firmalar, iç piyasa tarifesine girmeden ihraç ürünlerinde kullandıkları girdileri, serbest bölgeden ihraç edebiliyorlar. Bunların çoğu, sahipleri yabancı olan şirketlerdir. Bu yabancı şirketler, aynı zamanda büyük çaplı üretimlerinde yüksek ithalat avantaji sağlayan “kıyaklar”a sahipler. Teknolojiyle bağlantılı ürünlerde gerçekten içeriden eklenmiş değere baktığımızda, bu çok düşük düzeydedir. Bu eklenen değer, kompüterlerde %4, telekomünikasyon parçalarında % 15 kadardır. 2002 yılında telekomünikasyon alanındaki son giriş ve çıkış tablosuna baktığımızda, ülke içinin eklediği değer payı, diğer ürünlerde %88 olmasına karşın, telekomünikasyon alanında bu %18 olarak görünmektedir. İçerideki özel şirket ve firmaların ihracata eklediği değer payı, %84 gibi yüksek bir rakamken, sahibi yabancı olan firmalarda bu oran, şimdilik %3 düzeyindedir. Bu, göreli düşük değer eklenmesinden ötürü, Çin ekonomisinin iddia edilen ihracata bağımlılığı, göründüğü gibi değildir. İhracata bağımlılığı daha düşüktür. 2008 yılında ihracat malları, bu bağlamda, Çin ulusal hasılasının %33’ü kadar bir gelir payına sahipti.Yapılan hesaplamalara göre, ihraç ürünlerinde eklenen değer payı %49 dur. Sadece ihraç gelirlerinin payında ise, %16 dır. Gayri safi hasılanın ihracata bağlılığı giderek düşüyor. Önceden vergi avantajına sahip firmalar, Çin’deki serbest bölgelerdeki üretimlerinde ve özellikle telekomünikasyon alanında, Vietnam, Kore vb. Asya’nın diğer bölgelerinden hammadde, yarı mamul madde ithal ederek üretimlerini gerçekleştiriyor, Çin’in bu üretimlerdeki katkısı düşük kalıyor.. Yabancı firmalar, böylece değerin yarıdan fazlasını eklediğinden, kârlarına ek kâr katıyorlar. Yani ihracatın önemli bir bölümü yabancı firmaların kendi ihracatıdır. Bu nedenle Çin’in açıkladığı büyüme rakamlarını (daha önceleri %10 -12 olarak açıklanmış rakamlar son yıllarda % 7.5’a düşürülmüştü) gerçekçi bulmayan, bunun yanıltıcı olduğunu ileri süren ekonomistler de vardır.
Tüm bunlara karşın, Çin kuşkusuz ki büyüyor, ama bu büyümede bir hız düşüşü olduğu Çinli yetkililerin kendi beyanlarıyla da sabittir. Çin, büyüme esnasında doğabilecek görece düşüşün sınırını, daha önce %7 olarak belirlemişti. 2006 yılında Çin Bilim ve Teknoloji Bakanı Xu Guanhua, Xinhua, ajansına verdiği bir demeçte, “Çin’in refah ve zenginliği için, 40 yıl boyunca %7 büyümesi zorunluluğunu” dile getirmişti. Yabancı birçok uzman, zaten Çin ekonomisi için %6  ‘lık büyümeyi, büyüme değil, ciddi bir kriz unsuru olarak görmekte. Çin’in ekonomi uzmanları Daily People’da yazdıkları makalelerde, “Çin ekonomisinde tasarruf ve yatırımların yapısında dengesizlik bulunduğunu, Çin’in geleceğinin planlanmasından (Dünya kapitalizmiyle entegre olmuş, krizlerin etkisine açık Çin, bunu nasıl becerecekse !)” bahsediyorlar.. Ve 2013 ekonomik büyüme hızının % 7.5’a düşürülmesini; “Makro ekonomik dengeleri kontrol altına almak ve büyümeyi istikrarlı sürdürmek” gerekçesiyle açıklayarak; ekonomik daralmayı ve krizden etkilenme düzeylerini, açıkça kabule yaklaşmıyorlar. (Bkz. 11.Temmuz 2012 tarihli Peoples Daily. No second dip in China’s economy: Experts).
2008’le başlayan dünya krizinden etkilenmediği, aksine dünya büyüme oranlarına ve batı ülkelerinin ekonomisine katkı yaptığı söylenen  Çin; elbette ki krizden derinden etkilendi, çünkü 2008 dünya krizi ‘aşırı üretim’ kriziydi ve bunun dünyanın atelyesi haline gelmiş, dünya ekonomisine entegre olmuş Çin’i etkilemeyeceğini ummak mantık dışı boş bir kuruntuydu.. Çin nasıl dünyanın atelyesi oldu? Ucuz emek cenneti ve köle işçiler sayesinde. İşgücü fiyatının, ücretlerin ucuz tutulmasıyla yabancı sermayeyi çekti. Ama dünya kriz sürecinde, dünyadaki talep daralması, Çin’de dünya pazarları için üretilen mallara talebi de düşürdü. İhracata belli ölçüde bağlı Çin ekonomisi; içeride de işgücü bedelinin düşüklüğü, reel talebin yetersizliği (Gerçekte, Çin emekçileri birçok mal ve metadan yoksundur, yani potansiyel talep çok yüksektir.) nedeniyle, ihracatta daralma yaşadı. Benzer durumu, daha önceki Asya Kaplanı Japonya da yaşamış, sürekli hızlı büyümenin ardından, bir yavaşlama sürecine girmişti.
ABD ve Avrupalı emperyalistler, Çin’deki bir krizin, dünya için yıkım haline dönüşeceğini biliyor ve “bunun hiç olmamasını ya da mümkün olduğu kadar geç olmasını“ arzu ediyordu. Çin’in geçen yılki, büyüme oranının düşmesi, bu yilki hedefin de %7.5 olarak belirlenmesi, Avrupa ve dünyadaki talep azalışı, ihraç ekonomisinin aşırı birikimi, kapasite kullanımının düşmesini ve küçülmeyi de beraberinde getirdi. Bu yılki Davos’ta, yine Çin’den hizmet bekleyen -Çin’in birikmiş 4 trilyon doları bulan Federal Rezervlerinden nemalanmak gibi- batılı emperyalistler, Çin başkanının konuşmaları ve aldırmaz tavırlarından, “Çin’in içerideki talebi artırmaya yöneleceğini, bir parça içe dönerek yaralarını sarmakla meşgul olacağını, dışarıya yönelme stratejisi izleyeceği” mesajını net olarak aldılar. Zaten, bir süredir batılı sermaye, işgücü bedelinin görece yükselmesinden ötürü, ücretlerin daha düşük olduğu Meksika ve Asya’nın diğer ülkelerine kayma eğilimine girmişti. Çin, artık “yabancı sermayeyi her ne pahasına olursa olsun çekme ‘anlayışı’ndan ‘dışa yönelme’ ve etkili büyüme-gelişme konsepti”ne geçti. Geçtiğimiz yılın 14 Kasım’ında toplanan Ç‘K’P 18. Kongresi’nde, parti genel sekreteri Xi Jinping; selefi Hu Jianto’dan devraldığı, önümüzdeki dönemde de kesinlikle sürdürüleceğini açıkladığı‚ “Çin’e özgü, Çin karekterli sosyalizm” palavrasını kutsayarak; ekonomide dışa kırılan direksiyonu ve bu vites değişikliğini ilan etmişti.

ÇİN DOĞRUDAN DIŞ SERMAYE YATIRIMLARINI HIZLANDIRDI
Çin uzun süredir, dünyada rekabet edebilir konumda olan kendi öz markalarına sahip olamamaktan yakınıyordu. Sıfırdan dünyada rekabet edebilecek firmalar kurması ve bunları yaratması hayli zordu. Çoğu kapitalist devlet sektörü dışından gelme 18.000 Çinli kapitalist firma, bu zorluğu, son 10 yılda, özellikle 2008 dünya kriziyle birlikte aştı. Zor duruma düşen, iflas yaşayan işletmeleri satın alma, ortak olma ve hisse satın alma yoluyla, dünya çapındaki doğrudan yatırımlardan daha çok pay almaya, bu arada yeni markalara da sahip olmaya başladı.
Çin’in 178 ülkeye yayılmış durumda, 1.5 trilyon dolarlık toplam servete sahip 18.000 şirketi bulunmaktadır. Bu firmaların, denizaşırı dış yatırımlarında çalıştırdığı işçi sayısı ise, 1.2 milyona ulaştı. Çin’in denizaşırı doğrudan yatırımları, 178 ülke ve bölgede 437.3 milyar dolara ulaştı. 2002 yılı itibariyle ise, Çin’in dış sermaye ihracı, sadece 35 milyar dolardı. Bu, dünya doğrudan yatırım toplamının binde sekizi, Amerika’ nın binde beşi, Japonya’nınkinin yüzde biri ediyordu. Oysa günümüzdeki Çin, dünya bazında denizaşırı doğrudan sermaye yatırımlarında bulunan ülkeler arasında 6. sıraya yükseldi. Ayrıca Çin, 2020 yılına kadar da, doğrudan dış sermaye yatırımlarını 1-2 trilyon dolara çıkarmayı planlıyor. Bu sermaye ihracıyla, Çin, sadece kendi ülke işçi sınıfının sömürüsünden değil, ek olarak küresel düzeyde de işçilerin sömürüsünden pay almakta ve azami kâr peşinde koşmaktadır. Ayrıca 750.000 civarında Çinli emekçi, Başta Japonya ve Singapur olmak üzere yurtdışı yatırımlarda istihdam edilmektedir.
Çin, özellikle ABD’ye olan denizaşırı doğrudan yatırımlarında, ABD Hükümeti’nin çeşitli oyunlarıyla önünün kesildiğini düşünüyor, bu nedenle ABD özelinde fazla ısrarcı olmayıp Avrupa’ya yöneliyor. Avrupa’daki firmaların ABD’deki kadar büyük olmaması, orta ölçekli firmaların daha kolay yoldan satın alınabilir ve yutulur olması, ortak girişimler ve hisse satın alımlarının Avrupa’nın kriz ortamında daha kolaylaşması; Çin’in Avrupa tercihinin önemli nedenleriydi. Çin bu şekilde dünya markalarına kestirmeden sahip olma şansını yakaladı. Çin ayrıca kendi ürün ve markalarıyla ülkesinin tanıtımına da büyük önem vermekte. Çin, dünya reklam piyasasında yaptığı harcalamalar açısından da, ABD ve Japonya’nın ardından dünya üçüncüsüdür. 2016 yılına kadar, Çin’in yapacağı reklam ve tanıtım harcamalarının 70 milyar doları aşması bekleniyor.
Bir çok batılı firmayı bünyesine katması, Çin emperyalistlerinin bu konuda becerikli olduğunu ve hayli yol katettiğini gösteriyor. Burada, alım değeri yüksek olan Çin’in bazı satınalımlarını vereceğiz. Çin, sadece Avrupa bazında, son yıllarda satın alma ve birleşme yöntemleriyle, ölü değeri 11 milyar euro tutan iş organizasyonu ve yatırım gerçekleştirdi. Çin’in oto imalatçısı Zheijang Geely Holding Groups, Volvo’nun Belçikada kurulu fabrikasının yönetimini ele geçirdi. En son Kanada’nın enerji alanındaki Nexen şirketini, China National Oil Corp 15.1 milyar dolara satın alarak, enerji alanındaki en büyük kazanımını zor olsa da gerçekleştirdi. Ayrıca bir başka büyük satın alma da; devlet holdingi olan Dalian Wanda Group Corp tarafından, dünyanın ikinci büyük tiyatro ve sinema devi olan AMC Entertainment Holding Inc’ın (Carly Group, Apollo Global Managment ve Bain Capital’den oluşuyor), 2.6 milyar dolara satın alınmasıydı. Çin’in Avrupa özelinde satınaldığı şirketler ve hisse alımı yoluyla ortak olduğu işletmeler hayli artmış durumda. Çin, 2011’de onaylanan 12. Kalkınma Planı’na göre, 27 endüstri kolunda, 2015 yılına kadar, 1 trilyon 200 milyar euroluk yatırım yapmayı planladı. Çin’in halihazırda 64 milyar doları bulan Avrupa’daki yatırımlarının yarıdan fazlası, 2010 yılından sonra gerçekleşti. Çin Macaristan’da 1.7 milyar dolara kimyasal madde üreten bir kuruluş satın aldı. İspanyol devi Rapsöl, Brezilya’daki iştiraklerini, 7 milyar dolara Çin Şirketi Sinopec’e devretti. Çin, ayrıca Norveç’te önde gelen bir slikon üretecisi firmayı, 2 milyar dolara satın aldı.
Çin, 2011 yılında, 50 milyar dolarlık dış yatırım hedefine ulaştı. Sinopec, Petrogal Brasil’in %30 hissesini 4.8 milyar dolara satın aldı. China Three Georges Corparation, Enerjias de Portugal ile 3.5 milyar dolarlık stratejik ortaklık antlaşması imzaladı. China İnvestment Corparation, GDF Suez’in (doğal gaz alanında) araştırma ve üretim bölümü için 4.3 milyar dolar yatırma kararını verdi. Çin şirketleri ayrıca Avustralya ve ABD’de petrol ve doğalgaz alanlarını kendi yararlarına işletme, kullanma hakkı elde etti. Komputer sektöründe Lenova, NEC’in kişisel komputer (PC) işlerini satın aldı ve Almanya’nın eletronik mallar üreticisi Medion’da %37 hisse sahibi oldu. Ayrıca Çin, 2011’de uluslararası liman satın alma operasyonlarına da imza attı. Çinli şirketler 2012’de özellikle tarım ve gıda sektöründe, cesur satın almalar gerçekleştirdi. Sinopec, Devon Energi’s US’ın (petrol ve doğalgaz alanında) bir başka azınlık hissesini 2.44 milyar dolara satın aldı. China Guandong Nuclear Power Holding’s, Avustralya’nın uranyum şirketi olan Extract Resources’in, % 57 hissesini 1.3 milyar dolara satın aldı. Yine Sany Heavy Industry’s 700 milyon dolara Alman beton pompaları üreticisi Putzmeister’i satın aldı. Çin, 2013 yılının ilk çeyreğinde, bir önceki yıla oranla dış yatırımlarını %30 artırdı ve 88.7 milyar dolara çıkardı. Ayrıca ilk kez, özel sektör kapitalistleri, kapitalist devlet şirketlerini, denizaşırı doğrudan yatırımlarda solladılar. Çin’in son yıldaki yatırımları, en çok ASEAN ülkeleri ve AB ülkelerine yöneldi. 2013 yılının tüm satın almaları ve dış yatırımlar panoraması ise, henüz tamamlanmış değil.. Çin’in denizaşırı aktivitelerinde, dış yatırımlarda göze batan 50 şirketi arasında 5 şirketi çok etkin. Bunlar sırasıyla, IT devi Lenovo Group, informatik ve komünikasyon alanında Huawei, elektronik cihazlar üreticisi Haier Group, petrol devi CNOOC Ltd ve China Petrochemical Corporation (Sinopec Group) olarak sıralanıyor.
Çin’in doğrudan sermaye yatırımları, daha çok enerji, petrol, madencilik, altyapı, inşaat, gıda, parekende satış sektörlerinde yoğunlaşmış görünüyor. Bunu 2005-2012 yılları arasında Çin’in dış yatırımlarının yöneldiği sektör paylarını gösteren istatistikî verilerde de görmek olanaklı:
Enerji ve hammadde kaynakları %28, dayanıklı tüketim malları, nakliye %18, imalat sanayi %17, teknoloji, medya ve telekomunikasyon %15; global malî hizmetler endüstrisi %6, diğer alanlar %16.
Çin, özellikle gerek ülke içinde gerekse yurtdışında yaptığı altyapısal yatırımlar yönünden şu anda dünya birincisi ülke konumuna geldi. Bu alanda yapılan yatırımlar, yol, enerji, demiryolu, su, telekom, liman ve havalanı inşası alanlarındadır. Dünya ülkeleri arasında toplam altyapı yatırımlarına harcama açısından, ABD ulusal gelirinin % 2.6’sını, AB ülkeleri % 2.6’sını ayırırken Çin altyapıya ulusal hasılasının % 8.5’unu ayırmaktadır.
Çinli firmaları denizaşırı yatırımlarında en çok zorlayan faktörler, ideolojik ve kültürel farklılıklar oluyor. Ama Çin yaşadığı dış pratiklerden hızla ders çıkararak bu dezavantajını kapamaya çalışıyor. Çin, salt Avrupa’da değil, Kanada, Asya, Ortadoğu ve özellikle de, Avrupa ve Afrika kıtasında yatırımlara yöneldi.
Özellikle Kara Afrika alanı, emperyalist rekabette, Çin için kilit önemde görünüyor. Kıtanın halen talan edilmeyi bekleyen önemli yeraltı doğal kaynaklarına sahip oluşu, petrol ve doğal gaz rezervleri, batılı emperyalistler gibi, Çin’in de iştahını kabartıyor. Ve bu nedenle, daha önceki yağmacı batılı güçlerden özellikle Fransa ve ABD ile kıta özelinde karşı karşıya gelişinin, salt barışcıl ve yumuşak sınırlar içinde geçmeyeceğinin şimdiden birçok işareti var. Çin’in Afrika somutunda geliştirdiği “Kazan, kazan” politikası, hem Afrika’nın hem de Çin’in, her iki partnerin de yapılan ticaretten ve Çin sermayesinin Afrika’ya akışından kazançlı çıktığını vurguluyor. Çin Sosyal Bilimler Akademisi, Batı Asya ve Kuzey Afrika araştırmaları Enstitüsü‘nde Afrika Çalışmaları Başkanı olan By He Wenping; emperyalist yayılma stratejisini, tıpkı diğer emperyalistler gibi, şu sözlerle kamufle ediyor: “Çin, Afrika’da batının yapamadığı şeyin üstesinden geldi. Batı, Çin’in Afrika’ya gelişinden daha önce geldi, ama, Batı az gelişmiş kıtaya somut bir değişiklik getirmedi. Çin Afrika’ya 20 milyar dolar yatırım yaptı, bir sonraki 3 yıl içinde 20 milyar dolar daha yatırım yapacak. Çin, Afrika piyasasına daha öncelik vererek saldıracak, Çin, içtenlikle kendi büyümesi ve dönüşümüne yardımcı olan Afrika ülkelerinin de, daha hızla gelişeceğine inanmaktadır. Bu, ‘Kazan, kazan’ durumudur.”  Bu bakış açısıyla Afrika’ya çok eski dönemlerden bu yana önem veren Çin emperyalizmi, Afrika ile, 2000 yılında 10 milyon dolar olan ticaret hacmini, 2012 yılında 200 milyar dolara çıkardı. 2009’da ise, Afrika ile ticareti en fazla olan ABD’yi solladı. Çin Afrika’ya olan doğrudan yatırımlarının düzeyini, 10 yıl önceki 500 milyon dolardan, 2013 Nisan sonunda 15.3 milyar dolara çıkardı. Afrika’da 50 ülkeyi kapsayan Çin’in doğrudan sermaye yatırımları, daha çok ticaret, taşıma, tarım, üretim ve kaynakları geliştirme alt yapı inşasına yönelmektedir. Çin, Afrika’da 2000 km.’den daha fazla demiryolu, 3.000 km.’den daha fazla yol, 100’den fazla okul, 60’dan daha fazla hastahane inşa etti. Çin, ek olarak, Afrika ülkelerinin kendine olan 3,2 milyar dolarlık borcunun üzerine çizgi çekti, geri almaktan vazgeçti.
Çin’in dünya geneline yayılan dış yatırımlarının kıtalara göre coğrafi dağılımı ise şöyledir: Batı Avrupa %18, ABD %17, Güneydoğu Asya %15, Avustralya %15, Kuzey Asya %9, Kuzey Amerika %8, Güney Asya %5, Diğer yerler %13.
Çin, emperyalist sermaye ihracını artırmaya koşut olarak, yeni markalar edinmede  belli mesafeler katetse de, en birinci dünya gücü olma iddiasındaki bir ülke için, bu henüz yeterli değildir. Çünkü, Çin tüm çabalarına karşın, halen uluslararası piyasalarda satış cirosu ve kârları yönünden; dünya klasmanında en üst sıralarda bulunan ünlü markalara sahip değildir. Özbe öz Çin markası sayılan IBM’den melezleme Lenova, bilgisayar sektöründe, yine China Mobil, mobil telefon sektöründe belli başarıları yakaladı. Ancak bu firmalar, halen dünyanın bu alandaki ünlü markalarını, ancak beşincilikten, altıncılıktan itibaren izler konumdadır.Yani kendi alanlarında ilk üç içine girememişlerdir.. Kaldı ki, Çin’in, ihracat düzeyi, dış yatırımları vb.’den hareketle, yakında (2020) ABD’yi geçeceği spekülasyonu yapılmaktadır. Oysa şu an, tüm gelişmesine karşın Çin’in, dünya ölçeğinde en büyük 500 firma listesine, orta sıralardan girebilmiş sadece 13 şirketi mevcuttur. Kişi başı ulusal gelirini, bırakalım emperyalist büyük ülkelerle kıyaslamayı, Türkiye’ninkinden bile 5 bin dolar daha düşüktür. Yani her şey yolunda gitse bile, Çin’in ABD’yi geçebilmesi için daha alması gereken çok yol vardır.
İşçilerin durumu çok kötü ve uzun süre daha ‘bir tas pirinç çorbasıyla, bir koğuş ranzası’na katlanacak durumda değiller. Buna karşın, Çin’de ücretlerin görece iki kat artış gösterdiğini, ortalama 656 dolara (1180 TL) çıktığını belirtelim. Ama bu rakam şimdiki düzeyiyle yine de dünya ücret ortalamasının yarısı kadardır.  Çin’de aslan payını hep büyük sermaye kapmaktadır. OECD kaynaklarına göre, ulusal gelir içinde sermayenin payı sürekli artmakta, işçilerse yoksullaşmaktadır. Örneğin 1998 ile 2008 yılları arasında ulusal gelirden emeğin aldığı pay azalmıştır. %9’luk büyüme içinde sermaye payı %6’ya çıkarken, emeğin payı %0.7’den 0.3’e düştü.
Çin’in hane halkı gelir düzeyinde görece bir iyileşme olmakla birlikte, bu yeterli olmayıp, Çin’in 5 yıl önce belirlemiş olduğu; “gelir durumu gelişkin, her türlü elektronik tüketim araçlarına sahip, evi, arabası olan ve dış ülkelere seyahat edebilir durumda olan 400-500 milyonluk orta sınıf (ortadirek) yaratılması” hedefinden hayli uzak bir iyileşmedir(!). Şehirlerde elektrikli ev aletleri (klima, renkli TV, mobil telefon, mikrodalga fırın ve kompüter) sahibi olanların sayısı bir miktar arttı. 65 metrekarelik evlere sahip olanların sayısı da bir miktar çoğaldı. Ama bu, yine de 50 milyon hane halkı sayısının ancak küçük bir kesimini, yani toplam hane halkının ancak % 30’nu oluşturmaktadır. Gerçekten, şehirlerdeki bu hane halkı kesiminin geliri, ABD’deki aynı kesimin gelirlerinin % 30’u kadardır. Kırsal kesimdeki hane halkı gelirleri ise çok daha düşüktür. Şehir hane halkı gelirinin % 60’ı kadardır. Çin’de, 2007 yılında, nüfusun üçte ikisi yoksul kategorisindeydi. Tüketim gelirleri düzeyine göre yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus; toplam nüfusun % 4’üydü.  En yoksul nüfus kategorisinin büyüklüğü, 2001’deki 90 milyondan, en iyimser durumda günümüzde 30 milyona düşmüş olabilir.
İşşizlik her geçen yıl artıyor. Resmi rakamlara göre işşizlik 16 milyon. Her yıl istihdam bekleyen 10 milyon kişi yedek sanayi ordusuna ekleniyor. OECD’nin Raporu’na göre, 2008 yılında, şehirlerde yaşayan işçi sayısı, toplam 774.8 milyon olan çalışan emekçi sayısının 302.1 milyonudur. 472.7 milyon ise kırsal alanda yaşamaktaydı. 1. sektör olarak bilinen üretim araçları üreten sektörde 306.5 milyon işçi çalışırken, 2. Sektör olarak bilinen tüketim araçları sektöründe ise 211.3 milyon işçi çalışmaktadır. İşşizlik ise, bu durumda %5.7 itibariyle 16 milyon olarak görünmektedir.  Gerçekte ise, işşizliğin daha fazla olduğu hesaba katılmalıdır. Çin’de her yıl çalışan nüfus sayısı 10 milyon artmaktadır. Ayrıca Çin’deki işletmelerde sözleşmeli olarak çalışanların sayısı 103.7 milyon olarak görünüyor. İşçilerin büyük çoğunluğu haksız, hukuksuz, kayıt dışı konumda bulunuyor.
Emeğin %40’ı kırsal alanda istihdam edilmiş durumda. 10 yıl içerisinde, kırsal alanda yaşayan 200 milyon insanın daha şehirleşmiş alanlara dahil olması bekleniyor. Kırsaldan şehirlere serbest dolaşım ise yoktur. Emeğin şehirlere serbest akışı ve dolaşımı, yani göçü engelleniyor. ‘Hukou’ adı verilen sistemle, kırsal alanda ikamet eden yüz milyonlarca kişinin hareketi kayıt altına alınmış durumda. Şanghay, Pekin vb. büyük kentlere kırsal alandan geçişler, pasaportla (izinle) yapılabiliyor. Kırsal alanda çalışanların saat ücreti çok düşüktür ve şehirdekiler gibi sosyal güvenlik sistemine dahil değildirler.  Ayrıca bu alandaki insanlar, şehire göç ettikleri durumda, kendi bölgelerinde daha önce sahip oldukları haklardan, Hukou Sistemi gereğince mahrum bırakılmaktadır. Hükümetin doğrudan denetiminde bulunan tek sendika ise, işçi eylemlerini kontrol alıp bastırmakla yükümlü olup, serbest bölgelerde çalışan milyonlarca işçinin hiçbir sendikal hakkı ve hukuku yoktur. Her yıl binlerce, protesto ve işçi eylemi kaydediliyor.
Şehirleşmiş alanlarda ikamet eden işçilerin sektörel dağılımına bakacak olursak, OECD kaynaklarına göre görülen şudur: 2008’de toplam 302.1 milyon işçinin 36 milyonu tarımsal işlerde, 59 milyonu diğer işlerde çalışırken, serbest meslek olarak çalışanların sayısı 36.1 milyona çıkmıştı. İşçilerin 171.1 milyonunun 106.5 milyonu özel sektörde, 64.5 milyonu devlet sektöründe çalışıyordu. Devlet sektöründe çalışanların 15.5 milyonu endüstri kesiminde, 13.1 milyonu hizmet alanında, 35.8’i ise hükümetin resmi idari yönetsel işlerinde çalışmaktaydı. Kamu sektöründeki hizmetli memur vb. çalışanları çıkardığımızda, kamu sektörü denen devlet kapitalizmi altında çalışan işçi sayısı hayli düşüktür. Zaten bu durum ihracat içindeki kamunun payında da görünmektedir. 2004’teki istikrar sonrasında, yabancıların kontrolündeki şirketler ve içerideki özel şirketler toplam ihracatın %85’ini gerçekleştirirken; devlet işletmeleri ihracatın ancak %5’inden daha azını yapıyordu. Zaten 2007 yılında ülkedeki özel şirketlerin mal varlığı, devletin 100 büyük işletmesinin mal varlığını aşmıştı. Ayrıca bu özel şirketlerin yurt dışında sahip oldukları mal varlıkları da buna eklendiğinde, çoktan devlet işletmelerinin malvarlığını geçmişlerdi. Bu da, “kamu sektörü” kapitalizminin Çin’de ne kadar cılızlaştığını, “özel sektör” kapitalistlerinin ne ölçüde büyüdüğünü gösterir. Aslında iki sektör de kapitalist, ne fark ediyor denebilir. Orası öyle de, Çin kapitalizmini kendilerine kâbe yapan, “Çin halen kamu sektörünün hakim olduğu sosyalizmin ön aşamasında yaşayan bir ülke” diye kafa bulandırmaya çalışan‚ “piyasa sosyalizmi” savunucusu Doğu Perinçek/Aydınlık çevresi manüplasyon peşinde. Bu nedenle belirtme gereği duyduk.
Çinde emek üretkenliği düşük düzeyde olduğu gibi, altyapı yetersizliği ve eskimişliği de Çin’in emperyalist politikalarını frenlemektedir. Tarımda istihdam edilen emek gücünün halen %40’larda olması bir yana, bu alandaki emek ürtekenliği, diğer ülkelere oranla 6 kez daha düşüktür. Yani kas gücüne daha fazla dayanan bir üretkenlik sözkonusudur. Çin’in ulusal geliri içinde sektörlerin aldığı paya bakıldığında, tarımsal alanda emeğin % 40’ının istihdam edilmesine karşın, tarımın aldığı payın %10.1 düzeyinde bulunması, kırsal alandaki sömürüyü, kentlere ve batılı tekellere değer akışını gösterdiği gibi, Çindeki kır–kent çelikisinin vahim düzeyini de yansıtmaktadır.
OECD’nin 2013 Raporu’na göre, Çin’deki toplam ulusal gelirden, sektörlerin aldığı pay şöyledir:

Tarım- Ormancılık- Balıkçılık ……… %10.1
Endüstri…………………………………… %40.1
Alt yapı-inşaat……………………………%6.7
Hizmetler ………………………………… %43.1

Çin, kır ile kent arasındaki çelişkileri azaltmak, Batılı tekellere kaptırdığı değer akışını engellemek için; her durumda emek üretkenliğini artırıcı yatırımlara girmeye kendini zorunlu hissediyor. Çünkü Çinli yatırımcı ve üretici firmalar, mobil telefon, komputer ve bilgisayar programı vb. alanlarda yabancı firmalara yüksek düzeyde patent bedeli ödemek zorunda kalıyor. Bu nedenle Çin, emperyalist rekabette de üstünlük sağlayıcı önemli bir araç olarak emek üretkenliğini artıracak yeni teknoloji üretmeye dönük yatırımları öncelikli yatırım hedefi olarak belirlemiş durumdadır. Ay’da üs kurma, Mars’a araştırma amaçlı araç yollama, uydu fırlatma kapasitesini arttırma vb. uzay teknolojilerini geliştirmeye dönük projelerle uğraşmasının asıl amacı; teknolojik atılım sağlayarak üretimi modernize etmek, emek üretkenliğini artırarak Batılı ülkelere yetişmek,”azami kârın” azamisini gerçekleştirmektir. Bu nedenle, son yıllarda Çin, araştırma ve geliştirme harcamalarına ayırdığı pay açısından dünya lideri konumuna geldi. Çin şirketlerinin araştırma – geliştirmeye neden fazla pay ayırdığını ve diğer emperyalistleri yakalama çabasını, onun şimdiki cılız üretkenlik düzeyini, bazı ülke ve ülke topluluklarıyla mukayaseli olarak gösteren aşağıdaki tablodan görmek olanaklı:

OECD, Avrupa ve Diğer bazı ülkeler ( 2005)    ÇİN
Eklenen Değer (%)    OECD    ABD    Japonya    Avrupa    2005    2007
Yüksek teknolojili şirketler     30.2    38.3    29.2    24.3    3.9    5.0
Orta düzeyde teknolojili şirketler     10.1    10.3    14.6    8.4    2.7    2.7
Düşük teknolojili şirketler     0.6    0.7    0.6    0.4    0.7    0.8

Tablo -1 Bazı ülke şirketlerinin teknolojik düzeyiyle, üretime kattıkları değer ve Çin’in pozisyonu:(KAYNAK: OECD, R&D araştırma Geliştirme veri tabanı ve Ulusal İstatistik Bürosu mikro veri tabanı.)

Gelir dağılımı, hem bölgeler arasında hem de hane halkı bazında giderek daha da bozuluyor. Çin’in geniş bir orta sınıf yaratma hedefi gerçekleşmiyor, aksine her yıl milyar dolarlık kişisel serveti olanların sayısı artıyor. 2.7 milyon kişinin kişisel servetleri 6 milyon yuandan ( 950.000 Dolardan) daha fazladır. Bu tabakaya mensup 63.500 kişi, süper net varlıklara ve kişisel servete (100 milyon Yuandan fazla) sahiptirler. Yaş ortalaması 41 olan bu türedi süper zengin tabakanın uğraş alanları, işletme sahipliği, gayrımenkul spekülatörlüğü, profesyonel yatırımcılık ve tefecilik olarak saptandı.
Çin, Forbes Dergisi’nin bu yıl açıkladığı “Dünya Milyarderler Listesi”nde dünya ikincisi olarak klasmana girdi. Listede Anakara Çin’den 122, Hong Kong’tan 39, Taywan’dan ise 26 milyarder bulunuyor. 2012 yılında Çin’in milyarder sayısı, 2011‘ deki 110 rakamından 95’e inmişti. Bu yılın Forbes listesinde, dünyadan toplam 1426 milyarder yeralıyor. Klasmanda ABD 442 milyarderle birinci, ardından Çin 122 miyarderle ikinci, Rusya 110 milyarderle üçüncü ve 58 milyarderle Almanya dördüncü sırayı paylaştı. Çin’in en zengin kişisi olana Hangzhou Wahaha Grubunun başı olan Zong Qinghou, 11.6 milyar dolarlık servetiyle, Forbes listesinde 86. sırada bulunuyor. Bu şahıs, bir önceki yıla oranla sıralamada 60 basamak yukarı fırladı. Gelir dağılımındaki adaletsizlik böyle devam ederse, Çin milyarderleri, sayı ve servet yönünden çoğaldıkça; Çin’in bir orta sınıf yaratma ve iç talebi canlandırma politikaları, bu yönde yaptığı hesaplar hüsranla sonuçlanacaktır. Sınıflararası uçurumun derinleşmesi, sert sınıf çatışmalarını gündeme getirecek görünüyor.
Çin’de, bilindiği gibi, burjuvazinin tüm kesimleri, 80 milyon üye sayısına sahip sözde “Çin Komunist Partisi”ne üye olabilmektedir. Milyarder ve milyon dolarlık serveti olan birçok kişinin Parti üyesi olduğu ise biliniyor. Ç‘K’P içindeki gruplaşmalar ve yönetime gelme hesapları bu eksende gelişiyor. Toplumdaki mevcut burjuvalaşma, doğal olarak parti safları ve üst kademelere de yansımakta, suyun başını tutmaya yönelik gruplaşmalar, hizipler her dönem karşı karşıya gelmektedir. Özellikle ekonomik politikaların saptanmasında, kişisel servetlerin hangi parti politikasıyla artırılacacağı, işçilerin sömürüsünün ülke bütünlüğünü bozmadan nasıl gerçekleştirileceği tartışmaları belirleyici rol oynuyor. Bu bağlamda, yönetime gelme hesaplarında ve ayak kaydırmalarda; yöneticilerin rüşvet aldığı ya da zimmetlerine para geçirdiği suçlamaları, sık sık dünya basınına sızıyor. Partinin ve sembollerinin varlığı, tek merkezi yönetim ve yerel parti örgütleri; istikrarlı bir sömürü ortamının devamı açısından zorunlu görülüyor. Çin, ister dışarıdan sermaye çekme yoluyla, isterse de dışarıya sermaye akıtarak dış piyasaların sömürüsü üzerinden büyüme rakamlarını dengelesin; sonuçta Çin emekçileri kazanmıyor, büyümeden onların payına yoksulluk düşüyor. Fakat bazıları Ç‘K’P yöneticisi olan milyarder oligarklar ise yağmadan büyük pay kapıyor.
“Çin ekonomik mucizesi” bitiyor mu diye sorulabilir? Ortada bir mucize olmadığı, sanırız şimdiye kadar söylenenlerden anlaşılmıştır. Ama Çin’in kapitalist emperyalist yolculuğunun ve diğer Batılı emperyalist güçlerle olan rekabetinin nasıl seyredeceği, güç kapasitesi; ele almaya çalıştığımız bu veriler ışında değerlendirilmek durumundadır. Dahası, Batılı emperyalistlerin ve özellikle ABD’nin, Çin’i “kendi geleceklerini tehtid eden şeytan” olarak gösteren manipülatif propaganda; “Çin mucizesi”, “Çin dünya süper gücü oluyor” söylemlerini besleyen ana etkendir. Çin, öncelikle bulunduğu Asya bölgesinde eskiden beri dünyanın önemli bir gücüdür, Asya’da güç olunmadan da dünyada süper güç olunmayacağı ise bellidir. Çin, ABD’nin Asya’daki etkisini kırmaya, kendi etkisini artırmaya yönelik bir çaba içerisinde, ayrıca emperyalist sermaye ihracıyla tüm kıtalara da yayılmakta, rakipleriyle rekabete girişmektedir. Çin, bu rakebeti, “barışcıl ekonomik gelişme ve rekabet olarak” adlandırıyor. Ama ekonomik durumu güçlendikçe, aslan payını salt ekonomik olarak değil, askeri olarak da almaya girişmesi elbette kaçınılmaz olacaktır.
Çin, BRİCS ülkeleriyle ve özellikle Rusya ile ekonomik işbirliğini, yeni bir dünya Rezerv parası belirleme vb. girişimlerinde ortaklığını geliştirirken, BM’de veto gücüne sahip ülke olarak, dünya diplomasisi alanında söz sahibi olmaya, Suriye’ye müdahale gibi sorunlarda Rusya ile ortak davranmaya çalışıyor. Rusya gibi, Çin de, ABD’nin Asya’daki girişimlerinden, bölgeye ağırlık koyma çabasından rahatsız ve bunu her fırsatta dile getiriyor. Aslında gerek Asya’da, gerekse dünya çapında emperyalist saflaşmada, özellikle ABD karşısında, Rusya ve Çin ekseninin oluşmakta olduğu söylenebilir.

SONUÇ OLARAK
Çin’in resmi devlet rakamları ve OECD kaynaklarına göre, “Çin’e özgü piyasa sosyalizmi”nin, “Çin mucizesi”nin manzarası özetle böyle.. Çinli yöneticilerin oynadığı bu sözde “sosyalizm”  oyununu, Deng’ten miras olarak devralınan süper emperyalist dünya gücü olma hedefiyle yapılmış, barışcıl ya da zora dayalı olarak emeğin sömürüsüne ilişkin planları bozacak yegane gücün ise, bugünden geleceğe büyüyen, bilinci ve öfkesi giderek bilenen işçi sınıfı olduğu ve olacağı açıktır. Son olarak “dışa yönelme konsepti” makyajıyla dışarıya yoğun sermeye akıtmaya başlayan, yenilenmiş “Çin mucizesi”, ABD’yi tahtından ederek, süper emperyalist bir dünya gücü olmaya evrilebilecek mi? İzleyelim hep birlikte göreceğiz.

Danimarka işçi sınıfı kadınlarının mücadele deneyimleri (Danimarka Komünist İşçi Partisi)

2012 Uluslararası Konferansı
Danimarka Komunist İşçi Partisi

Danimarka’daki kadın mücadelesinin güçlü tarihsel kökleri bulunmaktadır. Kadınların eşit haklar, iyi bir yaşam ve daha iyi bir gelecek mücadelesinde işçi kadınlar itici bir rol oynamıştır. Politik mücadele, emek mücadelesi ve kadın mücadelesi arasındaki etkileşimde önemli adımlar atılmıştır. Bu etkileşim, kuzey refah devletlerinin biçimlenişindeki önemli unsurlardandır. Ne var ki tüm bu kazanımlar şu an emperyalizm, gericilik ve burjuvazinin ağır saldırıları altındadır. Kapitalist toplumlardaki pozitif reformlar hiçbir zaman süreklilik arz etmemektedir.

DANİMARKA’DA KADINLARIN DURUMU HAKKINDA BAZI KİLİT GERÇEKLER
Kadınların yüzde yetmişi kayıtlı iş gücünün parçasıdır. Geçen yüzyılın başında (1900’ler) kadınların henüz üçte biri işgücü ve sanayide yer alıyordu. Danimarka’da kadınlar bugün kağıt üstünde ve yasalar karşısında eşit haklara sahiptir –oy kullanma hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı, ekonomik ve yasal konularda kendi kaderini belirleme hakkı– ancak yine de kadınlar gerçekte hala yedek işgücünün çekirdeği ve ailenin korunmasının asli sorumlusu pozisyonundadırlar.
Avrupa Birliği ülkeleri içinde en yüksek kadın istihdam oranına sahip olan Danimarkalı kadınlardır. Bu oran, 2007-2008 yıllarındaki kapitalist krizlerden beri düşmektedir. Sanayideki işgücünün yüzde 32’sini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınların yarısı sağlık, bakım, eğitim, hizmet alanı gibi kadın emeğinin yoğun olduğu kamu alanlarında çalışıyor. Bunların üçte biri ise, yarı zamanlı işlerde çalışıyor. Kadınların çalıştığı işlerdeki artış da kamu sektöründe olmuştur.
Kamu sektöründeki neoliberal kesintilerin kadınlar üzerinde çok ağır etkileri olmuştur. Bu etkiler, iş kaybı; sosyal yardımların azalması; çocuk, yaşlı ve hasta bakımındaki kamu hizmetlerinin azaltılması ile görünür hale gelmiştir. Bu işler, hızla kadınların omuzlarına binmektedir. Bu işler hızla kadınların omuzlarına binerken, aynı zamanda kadınlar, giderek artan şekilde esnek emek gücü olmaları talebiyle karşı karşıyadır. İşsizlik oranındaki artış, özellikle de uzun süreli işsizlik oranlarındaki artış değerlendirildiğinde, kadınlar burada da rekoru ellerinde tutmaktadır.
Danimarka’da, çalışan kadınların sendikalarda örgütlenme gelenekleri var olmuştur. Hatta, sadece kadınlardan oluşan sendikaları da olmuştur. Günümüzün en güçlü sendikası, kamu alanındaki vasıfsız işçiler için kurulan sendikadır ve üyelerinin yüzde doksanını kadınlar oluşturmaktadır.
Son zamanlarda toplu sözleşme sisteminden bireysel sözleşmelere geçilmiş olması, çalışma koşulları ve ücretler konusundaki temel saldırılardan biridir; bu da sömürünün artmasına neden olmuştur. Bugün kadınların ücretleri erkeklerin ücretlerinin neredeyse yüzde 20 gerisindedir. “Kadınların ücretleri” terimi düşük ücret ile aynı anlama gelmektedir.
Gençler ve daha genç kadınlar açısından iki farklı gelişmeden söz edilebilir. Yüksek eğitimlilerin sayısında büyük bir artış olmuştur; öyle ki, ilk defa genç kadınlar erkeklere göre daha iyi ve daha yüksek eğitimli hale gelmişlerdir. Diğer taraftan, aynı zamanda şunu da fark ediyoruz ki, iş ve işgücündeki kitlesel kesintilere bağlı olarak, 16-29 yaş arasındaki nüfus içinde eğitim ve işe sahip olmayanların sayısı hızla artmaktadır. Bunlardan bazıları kayıtlarda işsiz olarak bile değil, ama “ziyan olmuş işgücü” olarak geçmektedir. Bununla birlikte bu iki gruptaki genç kadınlar da yoğun bir ideolojik baskı ile karşı karşıyadır: iyi bir kariyer sahibi olmaları, iyi bir aile kurmaları, güzel bir görünüm ve cinsel hayata sahip olmayı başarmaları beklenmektedir. “Her konuda mükemmel olun, eğer olamıyorsanız bu sizin kendi kişisel ve bireysel başarısızlığınızdır.”
Eşit ücret ve sosyal güvence, sadece kadınların bağımsızlığı için değil, aynı zamanda yoksulluktan kurtulmak için de kilit faktörlerdendir. Yoksullar içerisinde kadınlar, özellikle göçmen kadınlar en yüksek sayıyı oluşturmaktadır.
Diğer bazı faktörler ise şunlardır: Kadınların fiili ücretleri ve hayat boyu elde edebilecekleri gelirleri erkeklere göre daha düşüktür. Her on çocuktan biri evli olmayan bir anne tarafından büyütülmektedir. Geçmişte eşit bir sosyal hak olan emeklilik ücreti, gelecekte kadınlar için erkeklerden daha düşük olacaktır, çünkü emekli aylığı miktarı yaşam boyu elde edilen gelire ve bireysel emekliliğe bağlı olacaktır.

KADINLARIN MÜCADELESİ ŞİMDİYE KADAR NASIL ÖRGÜTLENMİŞTİR VE DENEYİMLERİMİZ NELERDİR?
Kadınların mücadelesi sendikalar, kadın örgütleri aracılığıyla ve devrimci güçler ve bu mücadelede kilit bir role sahip komünist parti ile birlikte örgütlenmiştir. Bu saydığımız örgütler, kitlesel kadın hareketlerinin seferber edilmesi için birlikte çalışmışlardır (örneğin grevler, gösteriler ve kampanyalarla yürütülen eşit ücret hareketi). Bu gösteriler farklı gruplardan ve farklı kuşaklardan kadınları birleştirmiştir.
Ayrı bir kadın örgütü oluşturma ve onunla birlikte çalışma deneyimimiz 1970’li ve 1980’li yıllara uzanıyor; önceki partimiz (DKP/ML), Kvindefronten, Danimarka Kadınlar Cephesi ismiyle bir kadın örgütü kurulmasını örgütlemiş ve ona önderlik etmiştir. Bir yandan Kadınlar Cephesi, o zamanlar ayrı ekonomik, sosyal ve ideolojik konular etrafında atomize olmuş büyük kitlesel kadın hareketi içerisinden doğmuştur. Ve diğer yandan ise, partinin taktiği, kadınları kendi acil talepleri etrafında mücadele etmelerine ve gelişmelerine olanak sağlayacak ve bunu güvenceye alacak bir şekilde; aynı zamanda ortak sınıf mücadelesi ve devrimci hareket içerisinde örgütlemekti. Kadın hareketi içerisindeki sosyal demokrat, revizyonist ve feminist çizgilerin –burjuva, küçük burjuva ve işçi aristokrasisi– karşı çıkış ve tepkilerinden sonra kadın hareketinde proleter bir çizgi oluşturmak için büyük çaba harcandı.
Kadınlar için temel birleştirici soruyu –‘Aynı anda ÇALIŞMA, bir İŞ SAHİBİ olma ile AİLE olma HAKKI’ sorusunu– kadınların önüne koymayı ve bu temel talebi politik gündemimize yerleştirmeyi başardık. O dönemde bu, radikal olmayan ve stratejik bir talepti. Kadınların işgücü piyasasında ve toplumda daha iyi bir konuma erişebilmesi için devletin çocuk bakımı ve doğum iznini güvenceye alma konusunda göstereceği gelişim son derece önemli idi. Kadınlar, ilerleyebilmek için bu bariyerleri aşma ihtiyacı hissediyorlardı.
Kadınlar Cephesi bölgeler ve işyerlerindeki yerel gruplarıyla ulusal ölçekte bir örgüttü. Anti-emperyalist, anti-kapitalist ve sosyalist bir program ve pratiğe sahipti. İşçi kadınlar ve mücadeleleriyle dayanışmayı geliştirmek için çalıştık. Örneğin bir grev ortaya çıktığında, cephe, grev gözcüleri ağı oluştururdu. Yerel topluluklarda parasız kamusal çocuk bakımı ve bunların koşullarının iyileştirilmesi türü işlerde faaliyet gösterdik. Kadınları Filistin halkıyla dayanışma ve faşist Türk diktatörlüğüne karşı dayanışma için harekete geçirdik vb.
Düzenli bir kadın dergisi çıkarıyor, her yıl yaz kampları ve festivaller düzenliyorduk. Diğer bir deyişle, kadınların kendi deneyimlerinden, birlikte çalışarak ve birlikte hareket ederek öğrendiklerinin bilinciyle, birbirinden farklı birçok yöntem kullandığımız bir çalışmaydı bu.
Bugün bir kadın örgütümüz yok. Peki neden? Bu sorunun cevabının bir yönü, bir kadın örgütünün sonradan partiye çok daha fazla güç katacağını biliyor olsak da, ayrı bir kadın örgütünü bugünkü koşullarda yürütmenin getireceği güçlüktür. Sorunun cevabının ikinci yönü de şu olacaktır: Genç kadın yoldaşlarımız ve ilerici genç kadınlar toplumda, işgücü piyasasında ve kendi durumlarındaki baskıyı özel bir kadın sorunu olarak değil, daha ziyade genel bir sorun ve mücadele olarak algılıyorlar.
Bu yüzden nesnel duruma rağmen, özel bir kadın örgütü ihtiyacı bugün daha genç kadınlar tarafından öznel olarak algılanmıyor. Bu durum, kadın mücadelesi ve sınıf mücadelesi içerisinde yeni çözümler bulacağımız bir sorundur.
Kadın mücadelesinin konuları üzerinde oldukça bilinçli bir şekilde çalışıyor ve burada partinin deneyimlerinden yararlanıyoruz. Parti içerisinde bile karşılaşılacak sorunlar olabiliyor; örneğin çok pratik bir konu: Bir miting ya da bir eylem varsa çocuğa kim bakar? Eğer bu ortak bir sorumlulukla kolektif bir şekilde çözülmüyorsa, evde kalan kadınlar oluyor.
Size, bugün çalıştığımız konularla ilgili bazı örnekler verebilirim:
8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü, sınıf mücadelesinin temel konuları etrafında geniş bir eylem birliği için çalışma yürüttüğümüz bir seferberlik günü olarak değerlendiriliyor. Kadın mücadelesine özgü gündemlerin gerici, neo-liberal ve kadın karşıtı Avrupa Birliği’ne ve Danimarka’nın da içinde yer aldığı emperyalist savaşlara karşı mücadele ile birleştirilmesi örneğinde olduğu gibi. Savaş karşıtı hareket, Avrupa Birliği karşıtı hareket gibi, kadınların içinde yer aldığı ve büyük rol oynadığı hareketler de mevcuttur.
Geçtiğimiz on yıllık süre içerisinde kadınların eşit ücret talebi için yürüttükleri, kamu alanındaki kadınların ön cephede yer aldığı ve büyük grev hareketleri yarattıkları yeni mücadele döneminde partimiz olumlu bir rol oynamıştır. Şu anda daha fazla iş imkanı için, kesintilerin hizmetin niteliğini düşürdüğü ve çalışma koşullarının dayanılmaz hale geldiği kamu alanında daha fazla kişinin istihdam edilmesi için yeni grevler yapıldığını deneyimliyoruz. Başka bir örnek olarak da, göçmen işçilerle (kölelik koşullarındaki sözleşmelerle Filipinler’den ev işleri ve bakıcılık işleri için getirilenler gibi) dayanışma içinde çalışma yürütmek verilebilir.

ULUSLARARASI KADIN MÜCADELESİ
Uluslararası kadın mücadelesi, Danimarkalı kadınlar için her zaman çok önemli bir faktör ve esin kaynağı olmuştur. Partilerin 2011 Mart ayında Venezuella’da yapılan Dünya Kadın Konferansı’ndaki uluslararası konferansa  katılımları oldukça önemlidir. Konferans, kadınların taleplerinin uluslararası ifadesi için üç tarih belirlemiştir: 8 Mart; 1 Mayıs tüm işçilerin ve emekçilerin uluslararası günü; ve 25 Kasım kadına yönelik şiddetle mücadele günü.
Farklı ülkelerde kadınların durumları arasındaki somut farklılıklara ve farklı tarihsel gelişimlere rağmen, Avrupa Birliği içerisinde de kadınlar Avrupa burjuvazisi ve onun hükümetleri tarafından aynı sınıf stratejisine tabi tutulmaktadırlar.
Bu nedenle, farklı emekçi sınıflar birbirlerine karşı konumlandığından bizim de aramızdaki işbirliğini güçlendirmemiz son derece önemlidir.
Kadınların mücadelesi, sınıf mücadelesinin bir parçasıdır ve gerçek çözümüne ancak bu sınıf mücadelesi ile bağlantılı olarak, sosyalizmin zaferinde ulaşacaktır.

Sınıfın diyalektiği

Belki de yakın bir döneme kadar toplumsal sınıfların varlığı gerek sosyal bilimler gerek güncel politika açısından önemli bir tartışma konusu değildi. Burjuva “bilimciliği” ve burjuva siyasi yelpazesinin büyük kısmı için kabul edilir bir olguydu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bunun Fukuyama gibi ideologlarca “tarihin sonu” ve kapitalizmin “insanlığın şimdiye kadar gördüğü en iyi ve tek alternatif” olarak sunulması, sınıfların varlığı ve mücadelesi kabulünü de bir ölçüde sarstı. 1970’lerin başından itibaren “moderniteyi sorgulama” adına yola çıkan birçok akım da sınıfların varlığını ancak ikincil önemde bir gerçeklik olarak benimseme yoluna girmişti. Gorz’un “Elveda Proletarya”sında (Gorz, 1986) simgeleşen işçi sınıfının artık eski rolünü oynayamayacağı fikrinden sınıfların aslında gerçeklik olmadığı, ancak ideolojik olarak kurulduğunu iddia eden post-Marksist tezlere (Laclau ve Mouffe, 1992) kadar geniş bir yelpazede “sınıf”lar yorumlanıyordu. Yeni Dünya Düzeni hülyasının dağılması ve krizlerle birlikte sınıf karşıtlıklarının kendini apaçık gösteriyor olması, bütün bu tezlerin geçerliliğini hızla ortadan kaldırdı. Bu apaçıklık, 2008 Krizi’nden sonra gündeme gelen “Marx haklı mıydı?” sorusunun da nesnel temeliydi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında burjuva toplum teorileri çerçevesinde türetilen sınıf teorileri sınıfların varlığını kabul etmekle birlikte, sınıfların çatışmasını kapitalizmin zorunlu, “işlevsel” ve yararlı olan bir olgusu olarak görüyordu. Buna göre; kapitalizm bir makineyse, onun her parçası, dolayısıyla sınıflar da bir işlev sahibiydi ve onları anlamlı kılan da bu işlevleriydi. Bu işlevselci yaklaşım esas olarak (Parsons’la beraber) Amerikan sosyolojisinde (Parsons, 1991) ve onun etkisindeki bizim gibi ülkelerde etkisini gösteriyordu. Diğer bir burjuva okul ise, kapitalizmi tarihsel bir süreç, bir hareket olmaktan çok bir bina/yapı olarak görüyordu. Binanın temeli, gövdesi, çatısı tarif ediliyor, üretim süreci ve sınıflar da bu yapının temeli olarak çiziliyordu. Yapısalcı yaklaşımla işlevselcilik birçok açıdan da aynı safta yer alıyor, ayırt edilmez bir hal alabiliyorlardı. Weberci çalışmalardaki “gelire”, “piyasa fırsatlarına” (Weber, 1996:269-270), “mesleğe” göre toplumun (mesela yüzde 20’lik dilimler halinde ) katmanlara bölünmesi, yapısalcı yaklaşımın tipik örneğidir.
Tezleri sıralamamızın nedeni; sınıfların algılanmasında bu yaklaşımların bugün de yarattığı kafa karışıklıkları. Bütün bunlara günümüzün kimlikçi ve toplumsal hareketçi tezleri de eklenince, sınıfın kavranmasına dair ince eleyip sık dokumak gerekli hale geliyor.
Bu yaklaşımların sınıf kavrayışı üzerine çarpıtma ve yanlışlıklarından uzun bir liste halinde bahsetmek mümkün. Ancak bu yazının amacı, sınıfa dair çeşitli yaklaşımların serimlenmesi ve eleştirisi değildir. Böyle bir iddiası yoktur. Biz, burada, daha genel bir çerçevede; iki temel yön üzerinde, sınıf gerçekliğine ve kavsamsallığına yaklaşımda diyalektik yöntemin iki temel bileşeni üzerinde duracağız: Bağlantılılık (ilişkisellik) ve tarihsellik… Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ancak biz sunum açısından iki ayrı başlık halinde ele alacağız.

BAĞLANTILILIK
Sınıf mücadelesi ve sınıfların varlığının bir bütün olarak bağlantılılık (ilişkisellik) çerçevesinde anlaşılması, günlük yaşamda ve sosyal bilimlerde sınıfların doğru bir biçimde kavranması açısından elzemdir.
Nedir ilişkisellik?
Belirleyici midir? Önemli midir?
Mesela, patron patrondur. Sermaye de sermaye… Burada ilişkisellik nerededir, gerekli midir? Kâr eden patron, ücret alan işçidir… Bu, meselenin algılanması açısından yeterli değil midir?
Kısaca cevap vermek gerekirse; bu dış görüntü; en azından günlük pratik açısından ihtiyacı karşılar. Ama bu gerçekliği değiştirmek istiyorsak, bu görüntü ve görüntünün kavramsallaştırılması yeterli değildir.
Engels bilimsel diyalektik yöntemi tanımlarken; “şeyleri ve onların algılanan imgelerini öz olarak bağıntıları içinde, zincirlenmeleri, hareketleri, oluş ve yok oluşları içinde ele alır” (Engels’ten alıntılayan Stalin, 1998:142) der. Başka bir yerde Engels, olguların ilişkiselliğine/bağlantılılığına yaptığı vurguyla diyalektiği “iç bağıntıların bilimi olarak” ifade eder (Engels, 2006:85).
Toplumsal yaşamdaki gelişmeleri ve olguları kendinden menkul ve “kendi içinde” ele almanın (ilişkiselliği göz ardı etmenin), önemli hata ve sorunlara yol açacağı görülebilir.
Örneğin neoliberalizm; işsizliğin sebebi olarak bireyin kendi kabiliyetlerinin yetersizliğini ya da onun piyasa koşulları ve gereklerine uyum sağlamamasını görür. İşsizler, piyasanın gerekleri doğrultusunda kendilerini geliştirip “hayat boyu eğitim” sürecine girerlerse, ona reva görülen piyasa ücretini kabul ederlerse, mutlaka işgücü piyasasına gireceklerdir! Neoliberal bireyci yaklaşımda; işsizlik sorunu esas olarak toplumsal ilişki ve koşullardan soyutlanmış bir bireyin sorumluluklarına havale edilmiştir (MacGregor, 2007:240). “Şunu yapsaydı işsiz kalmazdı” gibi. Peki, ya diğer işsizler?
Bu yöntemin aynı biçimde yoksulluğu ve diğer toplumsal meseleleri de açıkladığı, en azından açıklamaya çalıştığı biliniyor. Tabii, neoliberalizmin bireyciliğini aktarırken, örneklerimiz bir ölçüde indirgemeci. Hiçbir yöntem toplumsal ilişkileri tamamen göz ardı edemez. Ancak örnekteki ifademiz; neoliberalizmin genel perspektifi ve yöneliminin ağırlık noktasını göstermektedir.
Marx’ın sınıf, sınıf mücadelesi ve toplum kavrayışı, açık ve mevcut toplumsal ilişkileri göz ardı eden yaklaşımların aksine; bu ilişkiselliği hep göz önünde tutar. Örneğin Marx’ta makine ya da üretim araçları kendi başlarına ya da kendi içinde sermaye değildir (Marx, 1997:716). Kapitalist de, sırf üretim araçlarına sahip olduğu için (böylece zanaatkar da olabilir) kapitalist değildir.
İşte, burada hem Kapital gibi ekonomi-politik hem de tarihsel eserlerini yazarken Marx’ın yönteminin, diyalektiğin önemli bir ögesi gündeme geliyor.
Doğada ve toplumda hiçbir şey, diğer olgu ve olaylardan bağımsız değildir. İnsanlar asla tek başına ‘insan’ değildir. Adada tek başına yaşayan bir Robinson  hikayesi toplumsal tahlilde model oluşturamaz (Marx, 1999:22). İnsanlar ancak diğer insanlarla ilişkileri temelinde insan olarak var olurlar. Dil, düşünme, konuşma ancak diğer insanlarla birlikte söz konusu olabilir.
İşte bu ilişkisellik ve bağlantılarla birlikte düşünme; sınıf gibi toplumsal karşıtlıkların en temel ögelerinden birisi için olmazsa olmazdır. Örneğin doğa ile ilişkisinde emek harcayarak yaşamını sürdüren ‘genel’ insanın işçi olabilmesi, sermaye ile, ‘para sahibi’nin kapitalist olabilmesi de, kapitalist üretim süreci ile ilişkisine bağlıdır. Üretim araçlarına sahip bir kişinin, zanaatkar ya da küçük burjuva değil de kapitalist olmasını sağlayan, onun işçilerle girdiği karşılıklı ilişkidir. Marx, Kapital’in 3. Cildinin son bölümünde, sermayenin (dolayısıyla işçi sınıfının) bu ilişkisel varlığını şöyle tanımlıyor (Marx, 1997:715-716):
“Ne var ki, sermaye, bir nesne değil, toplumun belli bir tarihsel oluşumuna ait bulunan belirli bir toplumsal üretim ilişkisidir ve bir nesnede kendisini ortaya koyarak bu şeye belirli bir toplumsal nitelik kazandırır. Sermaye, maddi ve üretilmiş üretim araçlarının toplamı değildir. Sermaye daha çok, sermayeye dönüştürülmüş üretim araçlarıdır ve tıpkı altın ya da gümüşün bizatihi para olmaması gibi, bunlar da bizatihi sermaye değillerdir. Sermaye, toplumun belli bir kesiminin tekeline aldığı üretim araçlarıdır ve canlı emek gücünün karşısına, bu emek gücünden soyutlanmış ve sermayedeki bu zıtlık yoluyla kişiselleşmiş ürünler ve iş koşulları olarak çıkar.”
Marx, burada, sermayeyi günlük kullanımdan bir ölçüde farklı bir anlamda kullanıyor. Sermaye ile, işçi sınıfının emek sömürüsü temelinde meta üretmek üzere kullanılacak üretim araçları bütününü kastediyor. Ama dikkat çekilen husus şu: Makine kendi başına sermaye değildir. Makine, toplumsal ilişkilerden soyutlandığında fiziki özelliklere sahip bir nesne, bir kullanım değeridir. Bu açıdan bakıldığında ve bununla sınırlı kalındığında, makine de, üretim araçları da sermaye değildir. Onun sermaye olması ya da sermayeleşmesi; kapitalist üretim sürecinde, kapitalist için meta üretmek üzere işçiler tarafından kullanılması ile mümkündür. Yani bir toplumsal ilişki, bir üretim ilişkisidir sermaye… Sermayedar ya da kapitalist de işte bu ilişkiyle birlikte vardır (Marx, 1997:716).
Aynı durum işçi sınıfı için de geçerlidir. Kapitalist toplumsal ilişkiler bütünü içinde işçi sınıfı, burjuvazi ile ilişkisi içinde işçi sınıfıdır. Onu sınıf yapan sadece ücret alıyor oluşu (gelirinin biçimi) ya da emek harcaması değil, sermaye ile girdiği ilişkidir (Marx, 1997:717):
“Ücretli emek ve toprak mülkiyeti, sermaye gibi, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal biçimlerdir; biri emeğin, diğeri tekel altına alınmış karasal yeryüzünün; ve aslında her iki biçim de sermayeye tekabül etmekte ve toplumun aynı ekonomik yapısına ait bulunmaktadır.”
Marx, sermaye ve işçi sınıfı da dair, “aynı ekonomik yapıya ait” olma vurgusuyla, bu iki olgu ve kavramın ilişkiselliğine atıf yapmaktadır. Bu ilişkisellik, iki olgunun karşılıklı etkileşiminin ötesindedir.
Şöyle ki: Evet, her olgu ve olay karşılıklı olarak birbirini etkiler. Bazı durumlarda biri büyük ölçüde diğerini belirler. İşçi sınıfı ve sermaye arasındaki ilişki açısından da bir karşılıklı etkileşimden bahsetmek mümkündür. Ama bu iki sınıf; elma ile armut gibi herhangi iki nesne değildir. Varlığı ve ortaya çıkışı, diğerinin varlığına bağlı olan, günümüzdeki varlığı da ancak karşısındakiyle sömürü ilişkisi nedeniyle olan iki sınıftır.
Bu, en az iki yönden açıklanması gereken bir ilişkidir.
Birincisi; tarihsel olarak kapitalist burjuvazinin (kapitalist üretim ve esas olarak da sanayi burjuvazisinin) ortaya çıkışı işçi sınıfının ortaya çıkışıyladır. Öncesinde zenginler vardır, ticaret yapan sermaye vardır; loncalıktan meta üretimine geçmiş küçük burjuvazi de vardır. Ancak modern anlamda kapitalist burjuvaziden bahsedebilmek için işçi sınıfının bir sınıf olarak oluşumundan ve sömürüsünden bahsetmek kaçınılmazdır. Burjuvazinin varlığı işçi sınıfının varlığı, ona olan karşıtlığı ve sömürüsüyledir.
Aynı durum, işçi sınıfı için de geçerlidir. Feodal çiftliklerden kovulan ve kente gelen köylüler, kapitalist üretim ilişkileri henüz gelişmemişken kentli ve damgalı serseri idiler. Ancak modern burjuvazinin ve onun teknik temelinin ortaya çıkışı ile serseri ve eski köylüler, sermaye sömürüsünün altında işçi sınıfını oluşturmaya başladılar.
Ortaya çıkışı bir yana, bugün de doğa ile ilişkisi içinde insanın ‘işçileşmesi’, kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumuyla, sermaye ile üretim sürecinde girdiği sömürü ilişkisiyle ilgilidir. Keza sermaye de, işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyduğu için sermayedir. Buradaki ilişkinin temel mekanı, kuruluş ve varoluş yeri üretim sürecidir. Dolayısıyla; işçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişkinin şekillenmesi ve tüm topluma yayılmasında; kapitalist meta üretimi ve sömürü ilişkileri belirleyicidir.
Burada ilişki ve karşılıklı etkileşim, görüldüğü gibi içseldir. Çünkü varoluşsaldır, onun varoluş biçimidir. Başka türlüsü olamaz halidir. İşçi sınıfı olmasaydı, burjuvazi de olmazdı. Ve tersi. Buradaki ilişkisellik herhangi iki olgunun ilişkisi değil, varlığı birbirine varoluşsal bir biçimde bağlı olan iki sınıfın ilişkisidir. Ancak bu ilişkisellik sömürü temelinde olduğu için, varoluşsal olan, sadece karşılıklı etki değil, mücadeledir de.
Bu açıdan, işçi sınıfı ve burjuvazinin sömürü temelinde ‘birliği’ ve mücadelesi, sınıf mücadelesi yaklaşımının da temeli olmak durumundadır. Söz konusu olan kavramlar üzerinden yapılan türetmeler değildir. İşçi, nesnel olarak sermayenin boyunduruğu altında kapitalist işe sürülmüş olduğundan ve bu ilişki bir sömürü ilişkisi olduğundan, işçi sermaye ile kaçınılmaz bir karşıtlık içindedir. Bu nedenle MHP’li işçilerin olduğu bir işyerinde de, patronun ağır bir dinsel/kültürel hegemonyasının olduğu işyerlerinde de işçi sınıfının direniş ve mücadele potansiyeli vardır. Sık sık da örnekleri görülmektedir.
İkincisi; işçi sınıfı ve sermayenin ilişkiselliği ve sınıf mücadelesinin hem sınıflar hem de kapitalizm açısından varoluşsal bir zorunluluk olması, eşit bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Yani, buradan “işçi sınıfı, burjuvazi sayesinde var oluyor” gibi tek yönlü bir teorik sonuç çıkarmak mümkün olmadığı gibi, “burjuvazi işçi sınıfını yaratıyor, besliyor” gibi bir sonuç çıkarmak da mümkün değildir. Bahsi geçen, varoluşsal bir ilişkisellik ve mücadeledir. Sınıfların ilişkisel varlığı, ayrıca belirtmeye gerek olmaksızın bir mücadele, karşıtlık, düşmanlık ilişkiselliğidir. Uyumlu bir bütünlük olarak değil, iki düşmanın karşılıklı var olması anlamındadır.
İlişkisellik ve sınıf tartışmaları açısından çelişkinin tarafları olan karşıtlar; Hegelci diyalektikteki gibi onların özdeş olduğu (Hegel, 1976:176-177,184-189) anlamına gelmez. Bu açıdan materyalist (Marksist) diyalektik; kavramlar oyunu haline gelme potansiyeli taşıyan Hegelci diyalektikten ayrılır. Sermaye ve işçi sınıfı, özdeş değil karşıttırlar. Eşit iki tarafı oluşturmazlar. Sermayenin varlığının teminatı, üretim sürecinde emeğin ürettiği değerin bir kısmını artı-değer olarak çekip alması, yani sömürü ilişkisidir. Sermaye, emek gücünün sömürüsü ile varlık kazanabilir. Bu açıdan sermaye, işçi sınıfının belirli bir disiplin ve komuta altında çalışmasına, üretim sürecinin gerekleri doğrultusunda çalışmasını yoğunlaştırmasına vb. muhtaçtır. İşçi sınıfı açısından ise, sermayenin varlığı bir dayatmadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik zorudur, onu sermayenin boyunduruğuna iten. Bu ekonomik zor da, her zaman siyasi zor ile, ideolojik ve kültürel kuşatma ile iç içedir. Dolayısıyla sermayeye varoluşsal bir karşıtlık ve mücadele içinde olan işçi sınıfı ve onun emeği, sermayenin varlık koşuludur.
Bunu ekonomi-politik bir tartışmaya derinlemesine girmeden de olsa açmaya ihtiyaç var: Daha geride, işçi sınıfı ve sermayenin hem varoluşsal bir birlik, hem de varoluşsal bir karşıtlık/düşmanlık/mücadele içinde olduğunu ifade ettik. İlişkiselliği de böyle tanımladık. Ancak bir önceki paragrafta ise, işçi sınıfının sermayenin varlık koşulu olduğunu kaydettik. Bu ikisi çelişkiymiş gibi gözükmekle birlikte, değildir. Çünkü; en genel anlamda sınıfların varlık koşulu; karşısındaki sınıftır . Bu doğrudur. Ancak işçi sınıfı da bugünkü varlık biçimiyle, yani sermayenin sömürüsüyle işçi sınıfı olmaktan hoşnut değildir. Dolayısıyla varoluşsal karşıtlık ve birlik günümüz işçi sınıfı ile sermaye ilişkisi açısından nesnel bir durumdur. Ancak bu kapitalist sömürü ilişkisi; sermaye açısından varlık ve kendini gerçekleştirme koşulu, işçi sınıfı açısından (bugünkü biçimiyle) bir sömürü nesnesi olma ve dayatma halidir. İşte, varoluşsal karşıtlığın özü de budur: Sömürü. Bu karşıtlıktan sermayenin varoluşsal bir şikayeti olması düşünülemez, keza bu biçimin dışında varolma şansı yoktur. İşçi sınıfı içinse, bu bir diktatörlüktür, baskı ve sömürü ağıdır. Bu ilişkiselliğin, kapitalist üretim ve toplumsal ilişkilerinin parçalanması işçi sınıfının kurtuluşudur. Bu kurtuluş; karşıtlığın ve birliğin dağıtılmasıyla hem sermayenin yok edilmesi, hem de işçi sınıfının kendi kendisini ortadan kaldırmasıdır. Engels, bu hareketi şöyle açıklar (Engels, 2003:400):
“Bunu yapmakla (iktidarı ele geçirmekle – A.K.), proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.”
Dolayısıyla işçi sınıfı, kurtuluşu için kendini, kendi varlık koşullarını ve ilişkisellik ağını ortadan kaldırmak zorundadır. Bu, kapitalist toplumsal formasyonun ve onun ilişki ağının parçalanması, yerine sosyalist toplumsal ilişkilerin kurulmasıdır. Sosyalist ilişkiler içindeki emekçiler ise, sermaye düzeninde varolan işçi sınıfı değil, bambaşka bir “sınıf”, “işçi sınıfı olmayan bir işçi sınıfı”, sınıfların bir bütün olarak ortadan kaldırılmasına doğru ilerleyen bir “sınıf” olacaktır. Bu; bir ölçüde Engels’in proletarya diktatörlüğünü tanımlarken ifade ettiği “ilişkisel” değişikliğe benzer (Engels’in Bebel’e yazdığı, 18-22 Mart 1878 tarihli mektubu):
“Proletarya devrimden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, buna özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır. Ve, özgürlükten söz etmenin olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, biz her yerde, Fransızca ‘komün’ sözcüğünü çok iyi karşılayan o nefis eski Almanca sözcüğün, ‘ortaklık’ (Gemeinwesen) sözcüğünün konmasını önerirdik.”
Proletaryanın devleti, bilindik anlamda devlet değildir. Ama işin aslı o da bir devlettir. Ancak, sönümlenmek üzere varolan ve kapitalist sömürü ilişkilerinden kopmuş, sosyalist ilişkilerin kurulmasına odaklanmış bir araç olarak, onu, kapitalizmdeki anlamıyla devlet olarak tanımlamak mümkün değildir.
Lenin, Engels’in bu değerlendirmesini şöyle yorumlar (Lenin, 1989:77): “Komün, artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmesi gerektiği ölçüde, devlet olmaktan çıkıyordu; burjuva devlet makinesini parçalamıştı; özel bir bastırma gücü yerine, sahneye halk kalabalığının kendisi giriyordu. Bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamında devlete aykırı şeylerdir. Ve, eğer Komün devam etseydi, Komün içinde varlığını sürdürmekte olan devlet kalıntıları kendiliklerinden ‘sönerlerdi’; Komün, kurumlarını ‘kaldırma’ gereksinimini duymazdı: Bu kurumlar, artık yapacak hiçbir şeyleri kalmadığı ölçüde, işlemez olurlardı.”
Devletin kapitalizmdeki işlev ve niteliğinin, sosyalist ilişkiler bütünlüğünde tamamen farklı bir nitelik ve varoluş kazanması gibi, işçi sınıfı da sosyalizmde başka bir varoluş kazanır. Sosyalist üretim ilişkilerini kuran işçi sınıfı, kapitalizmdeki anlamıyla, sermaye ile ilişkisi çerçevesinde var olan bir sınıf değil, kendisi ile birlikte tüm toplumsal sınıfları ve devleti ortadan kaldırmak üzere ilerleyen özgür bir ‘sınıf’tır. Bugünkü anlamıyla değil gelecekteki anlamıyla işçi sınıfıdır.

TARİHSELLİK
Sınıf kavramına yaklaşımda önemli bir yöntemsel diyalektik uğrak da tarihselliktir ya da süreçselliktir. Aslında ilişkisellik, aynı zamanda tarihselliği, tarihsellik de ilişkiselliği içerir. Birbirinden ayrılamaz. Tam da bu nedenle, sermaye ile işçi sınıfı arasındaki varoluşsal karşıtlıktan bahsederken, kapitalist üretim ilişkileri koşullarında, başka bir deyişle verili bir tarihsellik çerçevesinde tartışıyoruz. İlişkiselliği, tarihselliği göz ardı ederek ele almak mümkün değildir.
1960’ların burjuva toplum teorileri, esas olarak tarihselliği, tarihsel hareket ve eğilimleri göz ardı eden sabit-işlevselci modellere dayanıyordu. Böylece sınıfların varlığı bir tehlike olarak değil, araçsalcı bir çerçevede uyum amacıyla ifade ediliyordu. Tarihselliğin göz ardı edilmesindeki bir diğer ‘gizli’ hesap ise kapitalizmin tarihin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış, hareket halinde, çelişki ve çatışkılarla dolu bir süreç değil, geleceği de bugünle en azından temel özellikleri itibarıyla aynı olan bir yapı olarak tanımlanmasıydı. Böylece tarihsel hareket ve olgunun süreçselliği göz ardı ediliyor; mevcut durum ve çatışmalar, yapının işlevleri, hatta yapıyı güçlendiren işlevler olarak tanımlanıyordu. Dunlop gibi işlevselciler de, Ralph Dahrendorf, Lewis Coser, Randall Collins gibi ‘çatışmacılar’ da, sınıf mücadelelerini, bir biçimde yapının işlevlerine indirgiyordu (Jonathan, 1991:15).
Bunun böyle olmadığı açıktır. Kapitalizm sabit bir yapı olsaydı, sınıf mücadeleleri de bu sabit yapı içindeki işleyiş olsaydı, devletin ve askeri zorun sınıf mücadelelerini bastırmak, onu kapitalizmin sınırları içinde tutmak gibi bir görevi olmazdı. Her şey işlevsel olsaydı; kapitalizm –elbette siyasal, ideolojik ve kültürel etkenlerle birlikte– askeri güçle korunmak zorunda kalınmazdı.
Tarihselliği en azından iki biçimde tartışabiliriz:
Marx, kapitalist üretim ilişkilerinin genelleştirilmesinin karşısında onun tarihsel olarak belirli koşullarda ortaya çıktığını özellikle vurgular. Örneğin, daha önce verdiğimiz örnek gibi; modern sermaye genel olarak “birikmiş mal-para” ile eşitlenemez. Sermaye denildiğinde, kaçınılmaz olarak belirli tarihsel koşullarda varolan bir ilişkiden söz ediliyor demektir. En azından 17. yüzyılın sonundan bugüne kadar süren ve devam eden bir dönemin tarihselliği içinde konuşuluyor anlamına gelir.
Marx, genel soyutlamalarla tarihsellik arasındaki ilişkiyi Grundrisse’de üretim kavramı üzerinden şöyle tartışır (Marx, 1999:23):
“Biz, üretim dediğimiz zaman, söz konusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki üretimdir – toplumsal bireylerin bir üretimidir.”
Marx, neden belirli bir tarihsel aşamaya dikkat çekiyor? Çünkü burjuva iktisatçılar, kapitalist üretim ilişkilerini, genel bir üretim kavramından yola çıkarak, sanki tarih boyunca üretim kapitalist ilkeler temelinde sürmüş, başka bir deyişle kapitalizm –en azından onun temel ilke ve eğilimleri– ezelden beri var ve tarihsel koşullardan bağımsız olarak ebediyete kadar sürecek fikri üzerinden ele alırlar. Marx şöyle açıklar (Marx, 1999:25):
“Mill’in örneğinde görüldüğü gibi, söz konusu olan, daha çok, üretimi, bölüşümden vb. farklı olarak, tarihten bağımsız, ölümsüz doğa yasaları içine hapsedilmiş olarak göstermek, ve bu fırsattan yararlanarak burjuva ilişkilerin, soyut olarak kavranan toplumun değişmez doğa yasaları olduğu fikrini el altından ileri sürmektir. Bütün bu yöntemin bilinçli ya da bilinçsiz olarak güttüğü amaç, işte budur.”
Tarihselliğin göz ardı edilmesi, ister istemez, mevcudun olumlanmasına dönüşür. Bu açından kapitalist üretim ilişkilerini ele alırken, sermayenin, işçi sınıfının, devletin ve diğer toplumsal olguların belirli tarihsel-toplumsal koşullar ve ilişkisellikleri çerçevesinde var olduklarını gözden ırak tutmamak gerekir.
Kısacası; her tarihsel olgunun, ortaya çıkışı ve yaşamı, onu çevreleyen tarihsel koşullarla ilgilidir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğuşu ve gelişimi, bir yandan feodal toplumsal yapıda meta üretiminin kapsamının genişlemesi, diğer yandan emekçinin hem üretim araçlarından hem de feodal mülkiyetten özgürleşmesi, öte yandan da üretimin teknik temelinin giderek gelişmesi, hatta işçinin ekonomik zorlukla birlikte kapitalist çalışma disiplinine uyum sağlamasıyla mümkün olmuştur. Burada bir kısmını sayabildiğimiz tarihsel koşullar dizisinin, karşılıklı etkileşimiyle kapitalist üretim ilişkileri bir gerçeklik haline gelmiştir. Elbette, burada her koşul ‘eşit’ değildir. Üretim süreci ve onun öznelerindeki değişim belirleyicidir. Ama buradaki tartışmamız bunlar değil, her toplumsal olgunun kendini çevreleyen ve koşullayan tarihsel koşullarda ortaya çıkmış olması, onlarsız değerlendirilemez oluşudur.
Bu açıdan, tarihsellik, belirli tarihsel koşullarda ‘varolma’ anlamına geldiği gibi, belirli tarihsel koşullarda da ‘yok olma’ anlamına gelir. Tarihselliğin temeli de budur. Her şey değişir. Her olgu belirli tarihsel koşullarda varolduğu gibi, yine belirli tarihsel koşullarda ortadan kalkar. Kapitalist toplum gibi… İşçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişki gibi… Ve bir tarihsel olgu olarak sınıfın bizzat kendisi gibi.
Bu açıdan sermaye de, işçi sınıfı da tarihsel-toplumsal kategorilerdir. Modern kavram ve sınıflardır. Kapitalizm öncesi, para yığını, ticaret, servet vardır, küçük öncel ‘kapitalist’ işletmelerden de söz edilebilir ama sermayeden ve işçi sınıfından bahsedilemez. Bu sınıfların ortaya çıkışı, kısaca kapitalizm olarak tanımlayabileceğimiz belirli tarihsel koşulların ortaya çıkışıyla ilgilidir. Bu koşullar ve ilişkiler ağı kökten bir değişimden geçtiğinde, sermayeden de bugünkü haliyle işçi sınıfından da bahsetmek olanaklı değildir. Bu açıdan her gerçeklik ve kavram tarihseldir, belirli tarihsel koşulların sonucu, diğer yandan da onun nedenidir.
Tarihsellikten ikinci bir açıdan da bahsetmek gerekir: Süreçsellik… Hiçbir olgu ve olay, donuk, durmuş, sabit değil, hareket halindedir. Toplum da sınıflar da. Bu açıdan her olguya; onun bir hareket, bir süreç olması göz önünde bulundurarak yaklaşılmalıdır. Kapitalist toplum denildiğinde, akıllara, sabit bir bina değil, ‘hareket’ gelmelidir. Bu açından sınıflar da, donuk kavram ve olgular değil, süreçsel, hareket halindeki olgulardır. Hareketsiz, hareket etmeyen hiçbir olgu yoktur. Kapitalist toplumun temel dinamikleri olarak sınıflar ve onların karşılıklı mücadelesi, bu süreçselliği içsel olarak barındırır. Çünkü, ilişkisellik başlığı altında ifade edilen varoluşsal mücadele durmaksızın bir harekete ve bu hareketin kavramlaştırılması olarak süreçselliğe işaret eder.
Yani, işçi sınıfı, bir sınıf olarak sadece belirli bir tarihselliğin donuk ve edilgen sonucu değil, onun öznesidir. İşyerinde üretmesi, çalışması, çay molasının başlaması ve bitişi, işten çıkışı, yorgunluğu, aklının işte kalışı, iş dışı yaşamının metalaşması ile her gün ve her gün sermaye ile karşı karşıya gelmesiyle mücadele içindedir. Üretimi ve harcadığı emek; kendisi için değil sermaye için üretmesiyle birlikte öfke, tepki, sıkıntıyla paraleldir. İşin bitişini, evine gitmeyi istemektedir. Mesaiye kalma emri gelince, ya içinden ya da açıkça tepki göstermektedir. Yani işçinin her anı, en ‘uysal’ üretim koşullarında da grev, işgal gibi açık sınıf mücadelesi biçimlerinde de sermayeye karşıtlık ve mücadeleyi içinde barındırmaktadır. Bu açıdan her an; işçi sınıfının mücadele ve varlığı açısından değişimi, süreçselliği barındırmaktadır. Aynı şey, işçi sınıfının karşısındaki sermaye için de geçerlidir.
Tarihselliği (süreçsellik), yani her olgunun belirli tarihsel koşullarda ve hareket halinde var olmasını tek tek olgularda ele aldığımızda, karşımıza olgunun ‘tarihi’ çıkar. Çünkü her olgunun bir geçmişi, bugünü ve geleceği vardır. Olgu, geçmişteki ilişkileri ve içsel çelişkileriyle birlikte ‘şimdi’ye gelir. Geçmişi; çelişkileri, etkileşimleri ve onların bir ölçüde aşılmış haliyle ‘bugün’de mevcuttur. Gelecek ise, hem geçmişin birikimi, hem de ‘şimdi’nin etkileşimi ve deneyimleri ile ‘şimdi’nin içinde tohum ve olanaklar dahilinde bulunmaktadır. Dolayısıyla geçmiş ve gelecek olguya dışsal değil içseldir, onun niteliği açısından belirleyicidir.
İşçi sınıfı ve sınıf mücadelesi için de böyledir. Onun bir geçmişi ve bugünü vardır. Geçmişi, yaşadıkları, deneyimleri ve bugünü, geleceğin olanaklarını şekillendirir. Ve işçi sınıfının sermaye ile varoluşsal karşıtlığı, kaçınılmaz olarak sosyalizmin nesnel koşullarını ve olanaklarını hazırlar.

***
Buraya kadar yapılan tartışmalar, sınıf tartışmalarının çok ama çok küçük bir bölümüne işaret eder.
Sınıfın ekonomik, siyasal, ideolojik etkenlerle birlikte düşünülmesi gerekirken; bu yönlerinin tartışılmadan bırakılması kaçınılmaz olarak bir eksiklik duygusu yaratır.
Ancak, bu makalede amaçlanan, sınıf ve sınıf mücadelesinin kavranmasında iki noktayı ele almaktı: Bağlantılılık (ya da ilişkisellik) ve tarihsellik (süreçsellik).
Sonuç olarak, toplumu, toplumsal yaşamı anlamak için, işçi sınıfını sermayeye olmazsa olmaz (varoluşsal) karşıtlığı ve bunun sonucu olmazsa olmaz mücadelesi temelinde kavramak gerekir. Aksi halde, sınıf, diğer toplumsal kimliklerden birisi olarak, listenin arada kalmış bir maddesine indirgenebilir. Bu karşıtlık, hem tarihsel, hem de kaçınılmaz olarak ilişkiseldir. Sınıfın kurtuluşu, bu çelişkisel birlik ve karşıtlık ilişkisinin ortadan kaldırılması, yeni bir ilişki ağının kurulmasıyla mümkündür.

KAYNAKÇA
Defoe, D. (2005) Robinson Crusoe, İstanbul: İskele Yayıncılık.
Engels, F. (2003) Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları.
Engels, F. (2006) Doğanın Diyalektiği, Ankara: Sol Yayınları.
Gorz, A. (1986) Elveda Proletarya, İstanbul: Afa Yayınları.
Hegel, F. (1976) Bütün Yapıtları (Seçmeler), Ankara: Sol Yayınları.
Jonathan H. T. (1991) The Structure of Sociological Theory, Çeviren: Ümit Tatlıcan, California: Wadsworth Publishing Company, http://www.umittatlican.com/files/Catismaci%20Yaklasimin%20Kokenleri%20-Jonathan%20H.%20Turner%20%281991%29.pdf, 24.09.2013.
Laclau, E. ve Mouffe , C. (1992) Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İstanbul: Birikim Yayınları.
Lenin, V.İ. (1989) Devlet ve İhtilal, Ankara: Sol Yayınları.
MacGregor, S. (2007) “Refah Devleti ve Neoliberalizm”, Alfredo S. F. ve Deborah J. (der.), Neoliberalizm Muhalif Bir Seçki (çev. Ş. Başlı ve T. Öncel) içinde, İstanbul: Yordam Kitap.
Marx, K. (1997) Kapital – Üçüncü Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (1999) Grundrisse – Birinci Cilt, Ankara: Sol Yayınları.
Parsons, T. (1991) The Social System, London: Routledge.
Stalin, J. (1998) Bolşevik Parti Tarihi, Ankara: Sol Yayınları.
Weber, M (1996) Sosyoloji Yazıları, İstanbul: İletişim Yayınlar

1970’li yıllarda işçi sınıfı mücadelesi ve sendikalar

1970’li yıllar, işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket açısından zengin ve bir o kadar da karmaşık olayların yaşandığı yıllar olarak bilinir. Türkiye işçi sınıfının en büyük eylemi olarak bilinen 15-16 Haziran Direnişi ile doruğuna ulaşan işçi sınıfı mücadelesi, 1970’li yıllar boyunca dalgalı bir seyir izlemiştir.
1960’lı yılların son çeyreğinden itibaren, hem ülke, hem de uluslararası alandaki, karşılıklı sınıf ve güç ilişkilerine bağlı olarak, sendikal mücadelenin yaygınlaştığı ve güçlendiği görülmektedir. Bu dönemde, işyeri örgütlülüklerinin güçlü olmasının da etkisiyle sendikal hareket, dönem dönem devletten ve sermayeden bağımsız olarak hareket edebilmiş, yapılan eylem ve grevler sonucunda somut kazanımlar elde edebilmiştir. Öte yandan işçi eylemlerinin yaygınlaşmasına paralel olarak giderek güçlenen sendikal bürokrasi, bazen patronlardan bile daha güçlü ve etkili bir engel olarak işçi sınıfının hareket alanını daraltmaya ve sınıf mücadelesini zayıflatmaya çalışmıştır.
İşçi sınıfı ve örgütlü sendikal hareket açısından 1970’li yıllarda sendikal ve siyasal alanda oldukça hızlı gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. 1970’te 15-16 Haziran başkaldırısına yol açan ve işçi hareketini kendi siyasal yürüyüşünden başka bir mecraya sokmak isteyen yasal düzenleme girişimlerinin ardından, sermaye, örgütlü ya da örgütsüz ayrımı yapmadan işçi hareketine karşı daha örgütlü ve planlı hareket etmeye başlamıştır. Bu dönemde Türk-İş ile DİSK arasındaki sürtüşme ve rekabet artarak devam etmiş, sendikal rekabetin de etkisiyle, işçilerin sık sık sendika değiştirdikleri görülmüştür.
DİSK, 12 Mart muhtırası karşısında onaylayıcı bir tavır takınmış, Türk-İş’ten bile erken davranarak ve Türk-İş’ten çok daha kesin ve köşeli ifadeler kullanarak 12 Mart darbesinin haklılığını ileri süren açıklamalar yapmıştır.  12 Mart muhtırasının radyolardan ilanının hemen arkasından dönemin DİSK Yürütme Kurulu tarafından aynı içinde yayımlanan ve bildiride geçen ifadeler dikkat çekicidir:
“DİSK, Atatürk devrimlerinin ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanmasında ve geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu belirtmekten kıvanç duyar. Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetin ısrarla yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar, memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir. İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızın da perişanlığını artıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetlerin bu vahim durum karşısında aldığı kararlar, işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır.
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, Atatürk devrimlerini hakim kılmak ve Anayasanın öngördüğü reformları gerçekleştirmek, özellikle Anayasamızın temel ilkelerine yürekten bağlı kalmak yolunda görev başında olduğunun radyolardan ilanı, karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur. ”
12 Mart darbesi sonrasında, daha önce DİSK ile yakın ilişkileri olan Türkiye İşçi Partisi ve demokratik öğretmen hareketinin en önemli mücadele örgütlerinden birisi olan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kapatılırken, DİSK’e dokunulmamış olmasında, 12 Mart rejimine övgüler dizen bildiride yer alan ifadelerin etkili olduğu açıktır. Ancak ilerleyen yıllarda DİSK’e bağlı sendikaların ve işçilerin mücadelesini yükselmesi, kısa süre içinde DİSK’i yeniden hedef haline getirmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN GELİŞİMİ
1970’li yıllar, gerek sendikaların ve sendikal mücadelenin gerekse devrimci gençlik mücadelesinin baskı ve şiddet uygulamalarıyla ezilmeye çalışıldığı yıllar olarak bilinmektedir. 1970’li yıllarda sınıf mücadelesi şiddetlenerek sürmüş, mücadelenin tarafları arasındaki saflar daha da netleşmeye başlamıştır. Türkiye sendikal hareketinin ciddi anlamda siyasallaşma sürecine girdiği bu yıllarda, 1960’lı yılların ortalarından itibaren temel tartışma konusu olan “partilerüstü politika” ilkesi, 1976 yılında Türk-İş tüzüğünden çıkarılmıştır. Ancak bu ilke tüzükten çıkarılmış olsa da, Türk-İş partilerüstü politika anlayışını sonraki yıllarda da fiilen savunmaya devam etmiştir.
Türk-İş ağırlıklı olarak kamu kesiminde, DİSK ise özel sektörde, özellikle Koç grubuna bağlı işyerlerinde örgütlenmiştir. İmalat sanayi açısından ihracata yönelik üretim yapan gıda ve dokuma iş kollarında Türk-İş’in hâkimiyeti, lastik ve metal gibi iç pazara yönelik üretim yapan işkollarında ise DİSK’in hâkimiyeti söz konusudur. 1980 öncesinde Türk-İş ve DİSK, toplam 1 milyon 200 bin sendikalı işçinin (gerçek üye olarak) üçte ikisini kapsamaktadır. DİSK, 1967 yılında yaklaşık 50 bin üyeye sahipken, 1976 yılında DİSK’e bağlı 25 sendikada 190 bin üye bulunmaktadır. DİSK 1967-1970 döneminde, ağırlıkla Marmara Bölgesi’nde özel sektöre ait işyerlerinde örgütlenmiştir. Sendika kayıtlarına göre, 1980 yılında DİSK’in üye sayısı 500 bine ulaşmıştır.
O yıllarda devleti yönetenler kamuda çalışan işçilerin Türk-İş’te örgütlenmesini işçi sınıfını denetleyebilmenin ve iş uyuşmazlıklarını denetimleri altına almanın önemli bir aracı olarak görmüştür. Ayrıca, kamu işletmelerindeki istihdam politikasının doğrudan bir sonucu olarak, bu işletmelere o dönem hangi parti iktidardaysa, o partinin yandaşı olanlar işçi olarak alınmaya çalışılmıştır. Bu durum, kapitalist devlet işletmelerinde çalışan işçilerin sınıf mücadelesinin büyük ölçüde dışında kalmaları ve sınıf bilinci alanında daha geri bir noktada durmaları sonucunu doğurmuştur.
1970’li yılların başlarından itibaren sosyal demokrat sendikacılık hareketinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, 1966 yılından itibaren “ortanın solu” anlayışını benimseyen CHP, özellikle Bülent Ecevit’in başkan olmasından sonra, sendikal hareket üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Ancak sosyal demokrat sendikacıların Türk-İş’te başarılı olamamaları, bazı sendikaların ayrılarak DİSK’e katılmasına neden olmuş ve DİSK-CHP arasında bu dönemden itibaren gelişen ilişkiler, 1973 ve 1977 seçimlerinde DİSK’in CHP’yi desteklemesiyle en üst noktaya ulaşmıştır.
1970’li yılların başında DİSK’in CHP’yi destekleme kararından ve bu kararın gazetelere yansımasından DİSK daha fazla yararlanmış, 1971’de kapatılan TİP ile geçmişte kurduğu ilişkilerin kendince sakıncalarından kurtulma imkanı bulmuştur. Türk-İş’e tepki duyan ve DİSK’in görünürdeki siyasal çizgisinden çekinen bazı bağımsız sendikalar, bu açıklamalardan sonra DİSK’e yönelmiştir. DİSK’in 1974 yılı ortalarından itibaren kurulan sosyalist partilerle ilişkisinin olmadığına ilişkin açıklamaları da bu kanıyı ve bazı bağımsız sendikaların DİSK’e yönelmesini güçlendirmiştir.
DİSK’in gelişim çizgisinin, 1970’li yıllarla birlikte, yükselen sınıf hareketinin gerisine düştüğü görülmüştür. Bu durumun en önemli nedeni, işçi sınıfının “kendisi için sınıf” olma yolunda en önemli unsurlardan olan işçi sınıfının kendi siyasi partisinin olmaması ve sınıf sendikacılığı çizgisinin izlenmemesidir. Bu eksiklik, hiç kuşku yok ki, o dönem sendikacıların, sendika bürokrasisinin sorumluluklarını azaltıcı bir etken olarak değerlendirilemez.
1960’lı yılların ikinci yarısı ile birlikte 1970’lı yıllar, işçi sınıfının gerek sayısal olarak gerekse işçi hareketi, örgütlenme ve mücadele geleneği yaratma bakımından Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin en önemli dönemi olarak değerlendirilir. Ancak aynı dönem, gerek sivil ve gerekse resmi açılardan geliştirilen baskı ve sindirme eylemlerinin en yüksek boyutlarına ulaştığı yıllar olmuştur. Dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini kapsayan kesin ayrışmalar üzerinden artarak süren sınıf mücadelesi, bizzat patronlar ve onların koruyucusu hükümetlerin sendikal hareketi bölme ve güçsüzleştirme girişimlerini de gündeme getirmiştir.
23 Haziran 1970 tarihinde, sınıf mücadelesini bölmek amacıyla Türkiye Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) kurulmuştur. MİSK, “tek ve mecburi sendikacılık” anlayışını benimseyen ve faşist ve otokratik ülkelerde görülen “devlet sendikacılığı”nı savunan bir yapıda ortaya çıkmıştır. Ancak kendisinden beklenenin aksine işçiler içinde önemli bir başarı sağlaması mümkün olmamıştır. 1975 yılında Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulmasından sonra, devlet ve işveren destekli olarak bazı işyerlerine girmeye çalışmış, bu nedenle işçiler arasında sık sık çatışmalar yaşanmıştır.
15-16 Haziran Başkaldırısı sonrasında kurulan MİSK, 1970’li yılların ikinci yarısında giderek daha faal hale gelmeye başlamıştır. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümetleri ise, DİSK’in iyice sağa kayışını hızlandırıcı etkenlerden birisi olmuştur. DİSK’in 5. Kongresi’nde, CHP’nin faşizan gidişe karşı verdiği mücadeleyi olumlu bir gelişme sayan DİSK için artık hedef bellidir. İzleyen dönemde TKP’nin iç kadrolarının da faşizme karşı “Ulusal Demokratik Cephe” altında mücadele etme çağrıları yapması, “Faşizme ve emperyalizme karşı savaşım ve güç birliği” ilkesini benimsemiş olan DİSK’in üst yönetimini rahatlatmış, sağa kavisinin ideolojik temellerini sağlamlaştırmıştır.
MİSK faaliyet yürüttüğü dönemde, mücadeleci sendikacıları, işçi önderlerini, devrimci-yurtsever işçileri ve sınıf mücadelesini zorla sindirmek amacıyla MHP’nin yan kolu olarak örgütlenmiş bir konfederasyon olarak dikkat çekmiştir. MİSK’in en başta gelen görevi işçileri örgütlemek değil, “komünizme karşı mücadele etmek” olmuştur. MİSK sendikaların “milli” ve “tek tip” olmasını ve tüm işçilerin “milliyetçi” sendikalara zorunlu üye sayılmasını savunmuştur. Tüm bunlarla birlikte MİSK, sınıf mücadelesini ve sınıflar arası kavgayı değil, “sınıflar arası ahenk ve işbirliği”ne dayanan siyasetini savunarak, sendika olmanın temel özelliğini reddeden bir çizgiyi benimsemiştir.
MHP’nin açık desteği ile örgütlenen MİSK’e bağlı 19 sendikada, 1979 yılında örgütlü olan işçi sayısı 285 bin 496 olarak kayıtlara geçmiştir. 12 Eylül 1980’de faaliyeti durdurulduğunda MİSK’e bağlı sendikalara üye işçi sayısının azaldığı görülmüştür. 12 Eylül darbesi ile faaliyeti durdurulan MİSK’in 1984 yılında yeniden faaliyete geçmesine izin verilse de, kendisine yüklenen tarihsel görevini tamamlamış olduğu için daha sonra herhangi bir faaliyeti görülmemiştir.
22 Ekim 1976 tarihinde Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) kurulmuştur. Hak-İş’in kuruluş beyannamesinde; konfederasyonun işçi ve işverenin hakkını “hak terazisinde” tartarak, korkmadan, yılmadan haklı olana hakkını teslim edeceği belirtilmektedir. Bir başka deyişle; Hak-İş kendisine işçilerle işverenler arasında bir “hakem” rolü vermiştir.
Hak-İş, milli ve manevi değerlere saygıyı ve sosyal düzen kurallarına bağlılığı, işçi-işveren arasında iş ahengi ve iş barışını sağlamayı, işçilerin refah seviyesinin yükseltilerek, milli birlik ve beraberliğe dayanan bir Türkiye oluşturmayı amaç edinmiş, çıkar paralelliğine dayanan yarışmacı ve dayanışmacı bir sendikal anlayışı benimsemiştir. Kuruluşundan kısa süre sonra sıkıyönetim ilan edilmesi nedeniyle etkili olamamıştır.  Milli Güvenlik Konseyi 15 Eylül 1980’de Hak-İş’in malvarlığını kontrol altına almış, 19 Şubat 1981’de ise malvarlığı ve faaliyeti serbest bırakılmıştır. Hak-İş, 19-20 Aralık 1981 tarihinde yapılan genel kurulunda, 12 Eylül faşist yönetimini açık bir şekilde desteklediğini ilan etmiştir.
Sendikalar genelde bu dönemde oldukça geri mevzilerde kalmış, salt ücretleri korumak ve biraz daha iyileştirmek için mücadele etmişlerdir. Biraz farklı tondan ses çıkaran, işçi sınıfının “yaramaz” ve “radikal” çocuğu DİSK ise, 1970’lerin ilk yarısına göre oldukça geri plana çekildiğinden, bu süreci büyük ölçüde CHP iktidarına tutunarak aşmaya çalışmıştır. Oysa dış pazarlara açılmak açısından bakıldığında, ne sosyal demokrat bir iktidarın, ne de ona destek veren bir sendikacılığın şansı vardır. Bu yeni süreçte sermaye birikiminin önündeki engellerin ortadan kaldırılması sermaye için bir gerekliliğin ötesinde bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu engeller ise geçici olarak değil, tam tersine, kalıcı bir seklide ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için de işçi sınıfının ve örgütlerinin hem ekonomik hem de siyasal kazanımları kalıcı bir biçimde geriletilmek zorundadır.

İŞÇİ EYLEMLERİ VE GREVLER
1970’li yıllar, işçilerin tüm baskı ve engelleme girişimlerine rağmen çeşitli nedenlerle hareketlendiği, örgütlenmeye ve talepleri için mücadeleye giriştiği, kendisi için sınıf olma çabası içine girdiği bir dönem olarak bilinmektedir. İşçiler bu dönemde, sendikaların işyeri düzeyinde örgütlenmesi ve toplusözleşme imzalayabilmesinin de verdiği avantajları iyi kullanmış, önemli örgütlenme başarıları ve mücadele deneyimleri yaratmıştır. Bu dönemde özellikle işçilerin kendi inisiyatifleri ile gerçekleştirilen işçi eylemlerinin son derece etkili ve caydırıcı olduğu görülmüştür. Dönem dönem işçi eylemleri, sendikal yapıların önüne geçmiş, böylesi durumlarda harekete geçen sendikal bürokrasi birçok eylem ve direnişin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur.
1970’ler, işçi eylemlerinin politik bir karakter kazanmaya başladığı yıllar olarak da bilinmektedir. Uzun bir yasak döneminin ardından 1976’dan itibaren yeniden kutlanmaya başlanan ve işçi sınıfının en geniş ve en yaygın kitle gösterilerine dönüşen 1 Mayıs’lar, DGM’lere karşı yürütülen kitlesel direnişler, faşist saldırı ve katliamlara karşı gerçekleştirilen faşizme ihtar eylemleri, örgütlü ya da örgütsüz işçilerin işyeri düzeyinde yaptığı eylemler, bu dönemin sadece sendikal açıdan değil, siyasal açıdan da, özellikle siyasal karakterli işçi eylemlerinin yaşandığı bir zaman dilimi olarak da dikkat çekmektedir.
Türkiye’de işçi sayılarına ilişkin sağlıklı verilere ulaşılması mümkün olmamasına rağmen, 1970 sonrasında toplam işçi sayısında büyük bir artış yaşanmıştır. Bu yıllarda ülkede hızlı bir sanayileşme süreci yaşanmış, sanayi dışındaki alanlarda da üretimin boyutu ve teknolojisi önemli ölçüde gelişmiştir.
1970’li yıllarda, başını özel sektör işçilerinin çektiği çok sayıda işçi eylemi yaşanmıştır. Özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren ekonomik krizin derinleşmesi ve siyasal krizin sık sık hükümet değişikliklerini zorunlu kılması nedeniyle, kitlesel işten atılmaların yoğunlaşmasına bağlı olarak, işçiler, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenmeye başlamışlardır.
1970’lerin ortasından itibaren gerek sendikal mücadele alanında, gerekse siyasal mücadele alanında karşıt güçler son derece kesin bir biçimde ayrılmış, sonraki süreçteki çatışma çok sert bir biçimde gelişmiştir. Metal işçilerinin Metal Eşya Sanayicileri Sendikası’na (MESS) karşı yürüttükleri grevler ve giderek yoğunlaşan yasa dışı grev ve işçi direnişleri sınıf mücadelesinin son derece gerilimli bir ortamda gelişmesine neden olmuştur.
1970’li yıllarda en dikkat çekici eylemlerin başında MESS’e karşı metal işçilerinin (DİSK ve Maden-İş’in) yürüttüğü grevler gelmektedir. 1976-77’deki ilk MESS grevlerinde en önemli tartışma, sözleşmenin herbir işyerinde ayrı ayrı patronlarla mı, yoksa MESS ile Maden-İş’in bütün işyerleri ve bütün işçiler için tek bir grup sözleşmesi olarak mı yapılacağı üzerinde olmuştur.
DİSK’in en büyük sendikası olan Maden-İş, grup sözleşmesinin patronları birleştireceğini ve birlikte davranmaya iteceğini, bunun da MESS üyesi patronlarla işçiler lehine sözleşme yapmayı zorlaştıracağını belirterek, “grup sözleşmesine evet” demenin işçi sınıfına ihanet olacağını ifade etmiştir. Grup sözleşmesi yapılmasının temel amacı, işçilerin daha fazla sürece katılabildiği işyeri toplu sözleşme düzeninin yerini işkolu sözleşmesine bırakmasıdır. Böylece bir işçi sendikası, o işkolundaki işveren sendikasına üye tüm işyerlerini aynı anda birleşmiş bir şekilde karşısında bulmaktadır. Genel grev, dayanışma grevi, uyarı grevinin olmadığı, grev hakkının alabildiğine kısıtlandığı dönemin koşullarında grevin hemen hiçbir etkinliğinin kalmayacağı Maden İş’in yayınlarında açıkça belirtilmiştir.
Maden İş’in bütün itirazlarına rağmen dönemin DİSK yönetimi, MESS’in bu tehlikeli tuzağını dikkate almayarak, grup sözleşmesi yapmanın, işçilerin lehine olduğunu, bunun burjuvazi karşısında işçileri birleştireceği ve daha güçlü kılacağı, bu nedenle grup sözleşmesi yapmanın sınıf açısından daha yararlı olacağı propagandasını yapmış ve sonuçta MESS’in istediği olmuştur.
1974 ve sonrasında ise işçi eylemlerinin ve bu eylemlere katılan işçilerin sayısı artmış, eylemlerin biçimleri sertleşmiştir. Bu dönemde yaşanan ekonomik gelişmelerin de etkisiyle kamu kesimi işyerleri de hareketlenmeye başlamış, hatta bazen işçi eylemlerinin odak noktası haline gelmiştir. MESS verilerine göre, 1976 ve 1977 yıllarında sadece MESS’e bağlı işyerlerinde yasadışı eylemlere ilişkin veriler şöyledir:

MESS’e bağlı işyerlerinde yapılan eylemler

Eylem biçimi    1976     1977
Oturma grevi    22    7
İşgal     1    1
Verim düşürme    13    8
Yemek boykotu    5    3
Diğer     4    6
Toplam     45    25

1977’de MESS’e karşı yapılan grevler, metal işkolunun o güne kadar tanık olduğu en büyük grevler olmuştur. MESS’in tespitine göre, 1977 grevleri, yalnızca o işkolunun sınırları içinde kalmayıp bütün işkollarındaki işçi-işveren ilişkilerini yakından ilgilendiren bir mücadele haline geldiği gibi, Türkiye solunun iktidardaki Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni düşürmek için yürüte geldiği mücadelenin de merkezi olmuştur. Böylesi geniş ölçekli ve etkili sonuçlar yaratan bir kitle grevinin nedenlerinin salt işkolunun ve işyerlerinin ekonomik koşulları ve işçi talepleri çerçevesinde açıklanması elbette mümkün değildir.
İşçilerin yasaları karşılarına alarak gerçekleştirdikleri eylemler özellikle 1980 yılında artarak yaygınlaşmış, işyeri işgalleri ve güvenlik güçleriyle çatışma biçiminde de görülmüştür. Ayrıca yine bu dönemde farklı sendikalara üye işçilerin de ortaklaşa eylemler yaptığı görülmüştür.

1970-1980 arası grevler ve katılan işçi sayısı

Yıllar        Grev sayısı    Greve katılan     İşçi sayısı
1970    72    21.156
1971    78    10.916
1972    48    14.879
1973    55    12.286
1974    110    25.546
1975    116    13.708
1976    58    7.240
1977    59    15.682
1978    87    9.748
1979    126    21.011
1980    220    84.832

Ekonomik krizin derinleşmesi ve kitlesel işten atılmaların yoğunlaşmasına bağlı olarak, kamu sektöründe çalışan işçiler de 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenmeye başlamıştır. 1972-1980 arasında 1250 civarında grev eylemi gerçekleştirilmiştir.
1972-1980 dönemi, özellikle İstanbul işçilerinin Türkiye işçi hareketi içindeki ağırlıklarını yeniden duyurmaya başladıkları yıllardır. Bu dönemde işçilerin grev dışı eylemlerinin yüzde 40’ını İstanbul işçileri gerçekleştirmiştir. İstanbul’un tüm grevler içindeki payı 398 grevle yüzde 33’e yükselmiştir. Bu dönem, zaman zaman direnişlerin grevleri aştığı bir dönem olarak da bilinmektedir. Bu dönemde işyeri işgali eylemlerinde önemli bir azalma görülürken, dönem boyunca 200 kadar direniş saptanmıştır. Özellikle 1975, 1976 ve 1978 yılları direnişlere yoğun bir şekilde başvurulduğu yıllardır.
1976 yılında gerçekleştirilen DGM Direnişi, siyasal önderlik altında gelişen ve sendikal yaşamla bağlantısı sınırlı siyasal taleplerle ülke çapında gerçekleştirilen ilk eylemdir. 15-16 Haziran olayları DİSK’in dışında gelişirken, DGM Direnişi, dolaylı da olsa DİSK’in kararıyla gerçekleştirilmiştir. Dönemin DİSK yöneticileri, “işçileri serbest bıraktık” gibi açıklamalar yapsa da, o dönem işyerlerinde kurulan işyeri komiteleri bu direnişte etkili bir rol üstlenmiştir. DGM Direnişi sonrasında gelişen Profilo Direnişi ise işyeriyle sınırlı kaldı. Profilo’da örgütlü ve siyasallaşmış bir direniş gelişmiştir.
1970’li yıllarda belirgin bir yükseliş içine giren işçi-emekçi hareketinin ve sosyalist hareketlerin yükselişini engellemek adına gerçekleştirilen ilk ciddi katliam, 1 Mayıs 1977 yılında İstanbul Taksim’de 1 Mayıs kutlamaları sırasında yaşanmıştır. Ancak 1 Mayıs 1977’de bu amacın tam olarak başarılamamış olması, sonraki süreçte kontrgerilla faaliyetlerinin daha geniş bir alanda yürütülmesini beraberinde getirmiştir. Kontra faaliyetler sağ-sol çatışması, Alevi-Sünni çatışması (Maraş ve Çorum olayları) üzerinden geliştirilmiş ve bütün bu olaylar 12 Eylül’e giden yolun temel kilometre taşları olmuştur.
1977’den itibaren kriz koşulları belirginleşmeye başlamıştır. Bu dönemde işçi sınıfının örgütlülük düzeyi, kriz döneminde sermaye lehine önlemlerin alınmasının ve kaynak dağılımını sermaye lehine düzenlemenin önündeki en önemli engel olmuştur. Sendikal mücadele sonucunda ücretlerin yükselmesi, işçilerin özellikle büyük işletmelerde elde ettikleri haklar, kıdem tazminatının yaygınlaşması gibi gelişmeler, patronların işini zorlaştırmış ve krizi derinleştiren bir rol oynamıştır. Bütün bunlar, krizin sadece ekonomik önlemlerle atlatılamayacağını, işçi sınıfı mücadelesinin ve yükselen kitle hareketinin bastırılması için ekonomik olduğu kadar, siyasal baskı mekanizmalarının da devreye girmesini beraberinde getirmiştir.
1980 yılında 24 Ocak Kararları sonrasında grevlerde büyük bir artış görülmüştür. 25 Ocak 1980 tarihinde ülke çapında sadece 6.414 işçi grevdeyken, 27 Haziran 1980 tarihinde grevdeki işçi sayısı 57 bini aşmıştır. 1980 yılının ilk sekiz ayında 131 bin işçinin grevleri ertelenmiştir. 1980 darbesi grevleri yasaklamamış olsa, 1980’de yapılan grevlere katılan işçi sayısının 200 bini bulacağı belirtilmektedir.
Dönem boyunca, özellikle 1978 sonrasında, pek çok kez işçi eyleminde devlet güçleriyle silahlı çatışmalar yaşanmıştır. 1967-1970 döneminde yoğunlaşan fabrika işgallerinin bir benzeri, 1978 sonrası işçi hareketinin en tipik eylem biçimleri arasında yer almış, TARİŞ direnişi bu eylemlilik sürecinin en son, en büyük ve en etkili halkası olmuştur.

TARİŞ DİRENİŞİ
1970’li yılların sonuna gelindiğinde hem işçi eylemleri artmış, hem de ekonomik kriz derinleşmiştir. Buna ek olarak sık sık yaşanan hükümet değişiklikleri, özellikle kamuya ait fabrikalarda kadrolaşma girişimlerini gündeme getirmiş, o dönem koşullarında zor olmakla birlikte, işçilerin siyasi görüşleri doğrultusunda işe alınıp, işten çıkarılması sık sık gündeme gelmiştir.
1980 başında Süleyman Demirel azınlık hükümetinin İzmir TARİŞ’te faşist kadrolaşma amacı ile daha önce işe alınmış işçileri çıkarıp, yandaşı olan işçileri işe alma girişimine karşı direnen işçilere polis saldırmıştır. Bunun üzerine başlayan ve tüm şehre yayılan TARİŞ direnişi, 22 Ocak’ta polisin arama yapma bahanesiyle fabrikaya girmesiyle başlamıştır. Dönemin DİSK yönetimi kanlı olayların çıkacağı gerekçesiyle 31 Ocak 1980’de direnişi bitirmeye karar vermiş, ardından TARİŞ yönetimi bir hafta üretime ara verdiğini duyurmuştur.
TARİŞ, sosyalist-komünist siyasal örgütlenmelerin işçiler arasında etkili olduğu bir işyeridir. Demirel Hükümeti’nin oluşmasından kısa bir süre sonra, İzmir’de Devrimci Yol, Halkın Kurtuluşu, TEP, Devrimci Kurtuluş, Devrimci Sol ve Kurtuluş isimleriyle kendilerini ifade eden yapılanmalarının taraftarı TARİŞ işçileri “Devrimci Eylem Birliği” adı altında “anti-emperyalist, anti-faşist, anti-şovenist ilkeler temelinde” bir işbirliğine gittiklerini açıklayan ve “TARİŞ’e yapılacak herhangi bir saldırıya” tüm güçleriyle karşı koyacaklarını belirten bir bildiri yayınladılar. Bu işbirliği çok uzun sürmedi; ancak işyerindeki havayı yansıtması açısından önemlidir.
DİSK yöneticilerinin “yoğun” çabalarıyla TARİŞ işçilerin direnişi sona erdirmesi iktidardaki Milliyetçi Cephe (MC) hükümetini cesaretlendirmiş ve TARİŞ yönetimi 6 Şubat’ta gazetelere ilan vererek fabrikaları bir hafta süreyle kapatmıştır. İşçilerin kitlesel olarak işten çıkarılacağı haberlerinin duyulması üzerine işçiler işyerini terk etmeme eylemi başlatarak direnişe geçmiştir.
Çiğli İplik Fabrikası’nda 1500 işçinin fabrika kapılarını kapatarak barikat kurmasının ardından Çimentepe ve Gültepe halkı sokaklara barikatlar kurarak, mahalleye girişlere engel olmuştur. Mahallelerden çok sayıda devrimcinin silahlarla fabrikaya gelerek direnişçi işçilere katılması ve işçilerle polis arasında çıkan çatışma direnişin şehrin çeşitli bölgelerine, özellikle gecekondu mahallerine yayılmasını sağlamıştır. 14 Şubat’ta güvenlik güçleri büyük bir operasyona girişmiş ve 10 bin jandarma komandosunun panzerlerle kapıları kırarak fabrika bahçesine girmesinin ardından direniş zorla bastırılmıştır. Direnişin bastırılmasından hemen sonra 15 Şubat 1980’de İzmir’de sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Türkiye işçi sınıfı tarihinde birçok kitlesel grevler, işyeri işgalleri gibi direnişler görmek mümkündür. Türkiye işçi sınıfı, 15-16 Haziran Direnişi, fabrika işgalleri gibi çok sayıda başarılı eylemlere imza atmıştır. TARİŞ direnişini, o ana kadar yapılan bütün grev ve direnişlerden ayıran en önemli nokta, Türkiye’nin ekonomik ve politik değişiklerinin nirengi noktası 24 Ocak Kararları’nın arifesine denk gelmiş olması ve sadece işçilerin değil, İzmir halkının önemli bir bölümünün de bu direnişe sahip çıkmasıdır.
TARİŞ olayları sosyalist-komünist örgütlenmelerin büyük bir işyerinde işçilerle birlikte ve mahalle halkının ve öğrencilerin de desteğini alarak devlet güçleriyle ilk kez silahlı çatışmaya girdiği olaydır. Bu olay, hem devlet, hem de işçi üzerindeki kontrolünü yitirdiğini gören DİSK yönetimi açısından da son derece önemlidir.
TARİŞ Direnişi’nin, orada çalışan işçilerin olağanüstü çabalarıyla, sendikalar, devrimci örgütler, meslek örgütlerinin yanı sıra İzmir halkının Gültepe, Çimentepe, Çiğli ve diğer semtlerdeki halkın olağanüstü çabalarıyla, her türlü polis ve jandarma baskısına rağmen günlerce sürmesi önemlidir.
Kuşkusuz TARİŞ Direnişi kendi başına sınıfa pek çok dersler sunan, bu nedenle de, ayrıca değerlendirilmesi gerek bir direniştir. TARİŞ Direnişi gerçekleştiği günlerde sınıf hareketinin birleşmesinin olanaklarını yaratmakla birlikte, İzmir başta olmak üzere ülke çapında yarattığı duyarlılıkla, olası bir genel grev için en ideal ortam oluşmuştur.
1980 yılının başında gerçekleşen TARİŞ Direnişi’nin arkasından çok sayıda grev ve direniş peş peşe gerçekleşmiş, işkenceler ve siyasi cinayetler hızla artmıştır. Bütün bu yaşananlar, ülke tarihinin en önemli olaylarından birisi olan 12 Eylül darbesiyle birlikte, işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket açısından çok daha zorlu ve sancılı bir döneme girilmiştir.

SONSÖZ
Bir bütün olarak 1970-1980 dönemine bakıldığında, eylemlerin ve bu eylemlere katılan işçilerin sayısında, işyerleri ve sendikalar arasında işbirliği ve dayanışmada, “yasa dışı” eylemlerin ve bu olaylara katılan işçilerin sayısında bir artış; taleplerde ise tek bir işyerini ilgilendiren sorunlardan daha geniş kapsamlı sorunlara doğru bir gelişim gözlenmiştir.
Genel olarak 1980 öncesi dönemde, işçi sınıfı, yürüttüğü mücadele içinde nasıl bir güce sahip olduğunu görebilmiş, kendi gücünün farkına varmaya başlamıştır. Mücadele pratiği işçi sınıfına hem kendisi hem de diğer sınıflar ve devlet hakkında küçümsenmeyecek bir eğitim sağlamıştır. İşçi sınıfı içinde ayrı bir sınıf olma bilinci, Türkiye topraklarında ilk kez bu dönemde belirgin bir şekilde derinleşmiştir.
1970’li yılların sonuna gelindiğinde hem işçi eylemleri artmış, hem de ekonomik kriz derinleşmiştir. Artık kâr oranları ve sömürü oranı düşmekte, özellikle 1979 ve 1980 yılındaki grevler emek ile sermaye arasında çetin bir mücadelenin başladığını göstermektedir. Krizin derinleştiği bu dönemde sermayenin yeniden yapılanmasını sağlayacak dönüşümün başlatılmasını amaçlayan yeni istikrar ve yapısal uyum politikaları, ancak 24 Ocak 1980 Kararları’nın alınması ve ardından bu politikaların uygulanması için gerekli ortamın 12 Eylül askeri darbesiyle oluşturulmasından sonra uygulanabilmiştir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑