(Atina’da düzenlenen 3. Uluslararası Sendikal Konferans’a Türk Delegasyonumun sunduğu tebliğ.)
Dünya sendikal hareketi, tarihinin en ağır saldırısı altında ve çok zor bir süreçten geçiyor. Uluslararası sermaye güçleri, sendikaları işlevsizleştirmek ve sadece işçilerin kontrol altında tutulduğu örgütler haline getirmek için ellerindeki her aracı kullanıyorlar. Sendikaların yönetimlerini uzun yıllar önce ele geçirmiş olan işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikacılık akımlarının temsilcisi sendika bürokratları da; sermayeye teslim olmuşluktan gelen bir çaresizliğe eşlik eden sınıfa ve emeğe ihanet çizgileriyle sermayenin saldırılarına destek veriyorlar. Sermayenin ve uluslararası kurumlarının saldırıları, tek merkezden yönetilircesine planlı ve kesintisiz bir biçimde sürerken; işçi ve emekçilerin bu saldırılar karşısındaki direnişi, kimi istisnalar dışında hemen her ülkede dağınıklık içinde, kendiliğinden ve ancak işbirlikçi ve reformcu bürokrasinin direnci aşılabildiği ölçüde gelişebiliyor. Denilebilir ki, işçi sendika hareketinin bugünkü en önemli sorunu; işçi ve emekçi kitlelerin, sendikalarını; sermayenin saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak kullanamıyor olmalarında dile geliyor.
SON ON YIL VE ULUSLARARASI SERMAYENİN SALDIRISI
Özellikle son 10 yıl içinde uluslararası sermayenin amacı çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Sermayenin tek amacı; işçi ve emekçilerin hakları, halkların bağımsızlıkları, dinsel farklılıklar ve benzeri hiçbir kaygı ve engel tanımaksızın tüm dünyada, kendi koyacağı kurallar dışında hiçbir kural ve yasaya tabi olmadan egemen olmak, dolaşmaktır. Bu kuralsızlığa, eskiden vardığı; “sosyal devlet ilkeleri” olarak ifade edilen, bir zamanlar sermayenin uygarlaşmasının kanıtı olarak pek yüceltilen, işçi ve emekçilerin yasalara ve anayasalara geçmiş sosyal haklarını tanıma konusundaki uzlaşmalar da dâhildir. Son yirmi yıldan beri, yoğunluklu olarak da son on yıldan beri uluslararası ölçekte yürütülen saldırı süreci bu durumu açıklamaya yetmektedir.
On yıldır yaşandığı ve bilindiği gibi, en gelişmiş ülkelerde bile işçilerin çalışma ve yaşam koşulları giderek daha da kötüleşmiş, gerçek ücretler düşmüş, iş güvencesi ve sosyal haklar bakımından önemli hak kayıplarına uğranmıştır. Bunun da ötesinde sadece işçi, emekçi hakları değil, tüm halk kitlelerini ilgilendiren parasız eğitim ve sağlık hakkı, genel sigorta, çocuk ve ailenin korunmasına ilişkin önlemler gibi anayasalara geçmiş haklar da önemli oranda budanmıştır. Ve en gelişmiş ülkelerde bile devletler bu türden “sosyal giderleri”, “yük” olarak tarif etmeyi çizgi haline getirmişler ve ortadan kaldırmak için sistemli bir çaba içinde olmuşlardır. Bu süreçte sermaye güçleri; özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma gibi yöntemleri devreye sokarak, işçi ve emekçi örgütlenmelerini ve bu örgütlenmenin en geniş ve etkili ifadesi olan sendikaları; olduğu kadarıyla da olsa bir işleve sahip olmaktan alıkoymak için, işçi ve emekçi yığınları arasında yeni bölünmeler yaratma, kendi ürünleri olan kronik işsizliği de kullanarak grevleri ve öteki hak mücadelelerini etkisizleştirme amacıyla da hareket etmişlerdir.
1990’ların başında, ABD’nin patronluğunda ilan edilen Yeni Dünya Düzeni (YDD); bütün “evrensel barış”, “uluslar arasında adalet”, “demokrasinin her yere yayılması”, “refahın yaygınlaşması” iddialarına karşın, tam tersini amaçlamış ve girilen süreci; savaşları, iç karışıklıkları, ırk ve din çatışmalarını Avrupa’nın ortasına taşırken, sermaye egemenliğinin sınırsız genişlemesi; geri ülke halklarının tam teslim alınması, işçi sınıfı ve emekçi örgütlerinin etkisizleştirilmesi, yığınların siyaset dışına itilerek ne idiğü belirsiz “sivil toplum örgütleri “nin öne çıkarılması ve zaten kütleşmiş olan demokrasinin tümden güdükleşmesi süreci olarak değerlendirmek istemiştir. Nitekim, her ülkede zenginliklerin daha küçük bir kesimin elinde toplanması ve dünyadaki bütün servetlerin birkaç metropol ülkeye akması amacıyla hareket edilmiş ve bu amaç doğrultusunda hayli adımlar da atılmıştır.
Görülüp yaşandığı gibi, son on yıldır Ortadoğu’da, Balkanlar ve Kafkasya’da yaratılan karışıklık, çatışma ve kriz bölgeleri yetmemiştir. 11 Eylül’le birlikte YDD, yüzündeki “güler yüzlü” maskeyi de çıkararak; “terörizme karşı savaş”, “ya güvenlik ya demokrasi”, “ya bizden yanasınız ya da terörizmden” dayatmaları arkasında; gelecek 30 yılı “savaşlar” ve dünyanın her köşesine askeri müdahaleler dönemi olarak ilan etmiştir. ABD’nin kendi özel birlikleri ve ağır savaş araçlarıyla Avrupa’nın ortasından Çin’e kadar yerkürenin en sorunlu bölgelerinde “askeri üsler” kurması; Orta Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Orta Asya’ya ABD askerlerinin üslenmesi, Afganistan’a müdahale, Kolombiya ve Orta Amerika’ya karşı operasyon yığınağı, Venezüella’daki darbe girişimi, İsrail’in ABD’nin himayesinde Filistin toprağında giriştiği katliam ve işgal, Irak’a müdahale için yapılan hazırlık; bütün bunlar, kurulmak istenen “yeni düzen”in, silahların gücü ve ön açıcılığına duyduğu ihtiyacın ifadesinden başka bir şey olarak görülemezler.
Bu girişim ve gelişmelerin esas olarak ABD’nin belirleyici egemenliği altında gerçekleştiği bir gerçektir. Ancak bu, AB olarak da “bir araya gelmiş” öteki büyük güçlerin “masumca” boş durdukları anlamına gelmemektedir. Bu Avrupalı “demokratik” güçler ve Japonya gibileri, sermayenin işçi sınıfı ve bağımlı halklara saldırısında ve yukarıda söz konusu edilen bölgelere müdahalelerde ABD ile tam bir birlik içinde hareket etmişlerdir. Ayrıca ve özellikle ‘91′ Irak saldırısından bu yana; belli başlı bütün ekonomik bölgelerde yayılma ve stratejik önem taşıyan her kriz bölgesine asker yerleştirme, politik etki ve askeri üs sahibi olma çizgisi izlemişlerdir.
Bunlar, bir yandan ABD ile AB ve tek tek ülkeler olarak her biri, değişik oranlarda ve giderek daha girişken bir şekilde mücadele yolunu tutarken, öte yandan birbirleriyle rekabette ve ön sırayı almada başta İngiltere ve Japonya olmak üzere ABD’den yararlanma politikası da izlemişlerdir. Her biri çoğunlukla “üçüncü yolcu” sosyal demokrasinin akıl hocalığı ile hareket eden bu güçlerin, işçi ve emekçilere ve sendikalara saldırıdaki ortak sloganları “tekellerin rekabet gücünü koruma” olmuştur. Bunların, YDD’nin ortağı olduklarını ve ABD’ye “muhalefet”lerinin “düzen”in katı Amerikancılığı ile ilgili olduğunu göstermeye, sanırız kullandıkları sloganlar bile yetmektedir.
Uluslararası sermayenin ve başta ABD olmak üzere başlıca büyük güçlerinin “demokrasi, barış ve refahın evrensel egemenliği”ni ilan ettikleri günden bu yana ki on yıl içinde; dört kıtadaki belli başlı stratejik bölgelere yaptıkları müdahaleler, yarattıkları karışıklıklar ve sorumlusu oldukları vahşet görülemez ve anlaşılamaz değil, zira gözler önünde. Öte yandan, ileri ülkelerde ve kuşkusuz geri ve bağımlı ülkelerde uluslararası sermayenin gözü dönmüşçesine ve intikam alırcasına yürüttüğü saldırının sonuçlarından sanırız söz etmeye bile gerek yok. Bütün bu olup bitenlerin; sermayenin işçileri ve halkları sınırsızca yağmalaması önündeki engellerin kaldırılmış bulunduğu ve “dümdüz edilmiş” bir dünya için olduğu kuşkusuz anlaşılırdır.
Fakat bu on yılın, söz konusu bu saldırılar içinde yeniden altını çizdiği bir şey var ki, bu da, sermaye ve emperyalizmin saldırıları karşısında meydanın boş olmadığıdır, işçi sınıfı ve esas olarak sendikalar çatısı altında birleşen ve “artık bitti” denilirken kendini yeniden kabul ettiren hareketi. Geride kalan on yıl, bütün halklara ve emekçilere umut ve esin verecek bir güç olarak işçi sınıfını sahneye yeniden sürmekle kalmamış; geçen yüzyılın ilk yarısındaki kazanımların sağladığı mevzilerden atılmış ve birçok araç ve olanaktan mahrum duruma düşmüş bu sınıf ve hareketi için sendikaların taşıdığı ve asla küçümsenemez olan öneme yeniden dikkat de çekmiştir.
SALDIRILARA KARŞI DİRENİŞ VE SENDİKAL HAREKET
1980’lerin sonları ve ’90’ların başlarında saldırılar; “artık işçi sınıfının değiştiği, öneminin kalmadığı, dolayısıyla sınıf mücadelelerinin bittiği” ve “sendikaların işlevlerinin de değişmesi gerektiği” propagandası eşliğinde başlatılmıştı. Ayrıca dönem, Doğu Bloğu’nun dağılması ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden yola çıkılarak yürütülen işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi karşıtı demagojinin görülmedik bir yükselişi dönemiydi. Bütün bunlara karşın, işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketi; 1990’ların ilk yıllarından itibaren, özellikle de “ebedi barış” ve “evrensel refah” ile ilgili demagojileri sarsan Irak müdahalesi ve ’93-’94 Krizi’nin ardından kendini göstermekte ve sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığını tekrar kabul ettirmekte gecikmedi.
90’lı yılların ortalarında Fransa’daki işçi hareketi saldırıların karşılanması ve hızının kesilmesinde temel bir dönemeç oldu. Bu yıllarda başta Fransa olmak üzere Almanya, İtalya, Belçika, Norveç ve Yunanistan gibi Avrupa ülkeleri ile Meksika, Rusya, Türkiye, Güney Kore, Ekvador, Brezilya ve hatta ABD (1999–2000 grevleri) gibi birçok öteki ülkede işçi sınıfı ve emekçi kitleler grev, genel grev, gösteri ve diğer kitlesel protesto ve direniş eylemlerine başvurarak haklarını savunmaya, sermayenin saldırısını püskürtmeye çalıştılar. Öte yandan, uluslararası sermayenin temsilci ve kurumlarının “zirvelerinin yapıldığı kentler, son on yıl boyunca işçi ve emekçilerin giderek büyüyen protestolarına da sahne oldu. Kesintili, inişli çıkışlı, birbirleriyle bağlantısız gelişmeleri, saldırıları püskürtme amacıyla sınırlı olmaları ve sonuç almada yeterince başarılı olamamaları nedeniyle; eski “solcu” kimi aydınlarca haksız şekilde küçümsense de, bu mücadelelerin aslında hemen tamamı, sermayenin; işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını yok sayma, emekle sermaye arasındaki ilişkileri kendi ihtiyaçlarına göre yeniden ve keyfilikle biçimlendirme girişimlerine karşı mücadele olarak şekillendi. Ama kuşkusuz, bu on yıllık mücadele dönemi, sadece sermayenin saldırılarının hızını kesmekle kalmadı; başka şeylerin yanı sıra, unutulmaya, unutturulmaya çalışılan şu iki olguyu da yeniden ve açıklıkla vurguladı.
İlkin, işçi sınıfının ve sınıf mücadelelerinin olduğu gibi, sendikaların da önemini kaybettiği, ya sivil toplum örgütü olarak değişmekle veya yok olmakla yüz yüze oldukları iddia ediliyordu. Oysa son on yıldaki mücadeleler, sendikaların otoritesi altında ve çağrısıyla gerçekleşmiştir. Üye ve itibar kaybının nedenleri farklıdır; bu on yıl yeniden vurgulamıştır ki, koşullar ne kadar “aldatıcı” olursa olsun sendikalar, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin birleşme ve mücadele merkezleridir. İşçi sınıfı var olduğu sürece, işçi ve emekçilerin mücadelesi ve dolayısıyla sendikalar da var olacaklardır.
İkinci olarak, işçi ve emekçilerin mücadele ve direnişi sendikaların çatısı altında gerçekleşmiş olmasına karşın, az sayıdaki mücadeleci sendikacı ve sendika bir yana; Fransa’dan Almanya’ya, ABD’den Türkiye’ye genel olarak sendika üst yönetimleri hiçbir şekilde gönüllü olmamıştır. Hareket yolunu, sendika aristokrasisinin tarihte az görülmüş ihanet ve baltalayıcılığı altında ve işçi ve emekçilerin aşağıdan gelen baskısı ile açabilmiş, ancak sendika bürokrasisi geriye itilebildiği oranda ilerlemiştir. Gerek gelişmiş, gerekse az çok gelişmiş bağımlı ülkelerde işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi iki katlı çürümüş bulunmaktadır. Sosyal demokrat partilerin Avrupa’da sağa yeni bir savrulmasıyla da karakterize olan bu çürüme; ölü birer bürokratik aygıt olarak yeniden dizayn edilmeye çalışılan sendikaların bağrında, sendika kodamanlarıyla işçiler arasında henüz “bitmiş”(1) olan mücadelenin yeniden patlak vermesinin iticisi de olmuştur.
İşçi ve emekçi hareketinin son on yıl içinde yenilediği ve yeniden kabul ettirdiği olgulardan ikisi böyle. Ama şu da bir olgudur: 1980’lerin sonları ve ’90’ların başlarında bütün ileri ülkelerde dibe vuran işçi sınıfının mücadelesi; sonraki gelişimi ile bir dalga biçimindeki saldırının hızını kesmekle birlikte, onu püskürtmeyi ve gündemden çıkarmayı başaracak kadar ileri de gidemedi. Daha da önemlisi, 11 Eylül olayından sonra, saldırı yeni bir yön alacak ve siyasal alana da genişleyerek yeni bir hız da kazanacaktı. Buna karşın, işçi ve emekçilerin mücadelesi sürmekte ve yeni bir yükselişe doğru gidişin belirtilerini vermektedir. Öte yandan, giderek sönmesi (rejim içindeki yeri önemsizleştirilmesi istenilen) beklenen ve bizzat başındaki bürokrasi tarafından ölü birer kabuk haline getirilmekte olan sendikaların; mücadele içinde canlanma belirtileri gösterdiği ve onlara can veren ve verecek güçlerin mücadele içinde oluştuğu, oluşmakta olduğu görülür hale de gelmiştir.
İŞÇİ ARİSTOKRASİSİ VE SENDİKALARIN GELECEĞİ
İşçi aristokrasisi 19. yüzyılın sonlarında İngiltere’de oluştu ve 20. yüzyılın başlarında diğer gelişmiş ülkeler ve kapitalizmin az çok geliştiği öteki ülkelerde ortaya çıktı ve genelleşti. O dönemlerden bu yana, yaşamı ve düşünce tarzı ile işçi sınıfından ayrılan bu burjuva tabakanın sendikalara sermaye hesabına musallat olduğu; sınıf içinde ve sendikalarda uzlaşmaz bir çelişkiye ve çatışma ve mücadelelere yol açtığı tarihi bir olgudur.
İşçi sendika hareketinin bu dönemden sonraki bütün tarihi, sendikal hareketin ve sendikaların sendika aristokrasisi tarafından sermaye yararına parçalanması ile anılır olmuştur. Ya var olan sendikaların hemen bütünü işçi aristokrasisinin elinde bürokratikleşmiş ya da parçalanmışlardır. Öncesi bir yana bırakılırsa, ilk büyük aristokratik ve bürokratik bozulma ve sendikaların bu bozulmanın ardından gelen dönemdeki parçalanması; 1. Büyük Savaş’taki sosyal demokrat yozlaşma ve ihanet ile doğan uzlaşmacı reformist sendikacılık akımının şekillenişi ile ortaya çıkmıştır, denilebilir.
Sınıf işbirlikçisi sendika aristokrasisinin sendikal harekette ve sendikalarda yarattığı bölünmeden uluslararası sermayenin büyük yararlar elde ettiğinden; işçi sınıfının sendikal geleneği ve sınıf sendikacılığı akımının, sınıfın öteki alanlardaki kazanımları gibi büyük kazanımlar sağladığından; bu akımın, 20. yüzyılın ikinci yarısının başlarındaki en büyük kazanımlarının ardından giderek gerilediği, sermayenin teşvik ettiği eğilimlere teslim olduğu, ağır bir çürümenin ardından aynı yüzyılın sonunda (genel çöküş içindeki Doğu Bloğu’nun çöküşüne paralel) uzlaşmacı reformist sendikal akıma ve sendikalara iltihak (kısmi istisnalar dışında) ettiğinden de söz etmeyeceğiz. Sendikal akımlar ve sendikalar açısından bugün önemli olanı belirtmekle yetinelim: Geride kalan on yıl, sendikal hareket ve sendikalar açısından tarihteki en zor dönem olmuştur. Zira sendikal hareket ve sendikalar üzerinde sermayenin etkisi ve onun ifadesi olan işbirlikçi ve uzlaşmacı sendikacılık akımlarının egemenliği hiçbir zaman bu dönemdeki kadar güçlü ve yıkıcı olmamıştır.
Avrupa’da ve dünyanın birçok ülkesinde sendikalara egemen olan akım, tepesini işbirlikçi kliklerin tuttuğu uzlaşmacı sosyal demokrasinin iyiden iyiye liberalize olmuş sendikacılığıdır. ABD ve bazı bağımlı ülkelerde ise, geçmişi ve gelenekleri gangster sendikacılığına dayanan ve son yıllarda “reformize” olduğu da öne sürülen CIA adı ile ünlü sarı sendikacılıktır. Zayıf Hıristiyan sendikacılık ve yerel akımlar bir yana bırakılırsa, uluslararası işçi sendika hareketine ve sendikalara bu akımların egemen olduğu söylenebilir.
Amerikan sarı sendikacılığının tarihi ve bugün YDD’yi savunduğu biliniyor. Hem tipik olması, hem de Avrupa ve genel olarak dünyada egemen olması nedeniyle, sosyal demokrat ve liberal reformist sendikacılık akımı ve sendikaların durumuna bir bakmakla yetinmek sanırız doğru olacaktır.
Sosyal liberal düzenin ve “sosyal devlet”in “sosyalizm” karşısındaki “zaferi” ilan edildiğinde; bu zafer, işbirlikçi ve uzlaşmacı sosyal demokrat sendikal akımın da zaferi olacaktı. Fakat ne var ki, uluslararası sermaye ve ileri ülkelerin sözcüleri, pazar koşulları ve ekonomilerin “rekabet gücünün korunması” zorunluluklarını ileri sürerek “sosyal devlet”in artık bittiğini söylemekte gecikmediler. Bu gelişme aslında, o güne kadar tepe tepe kullanılmış olan sendikalara verilen “değer”in en aza indirilmesi; düşük ücret, esnek çalışma, kiralık işçinin kabulü, toplusözleşme, sigorta ve sağlık sigortası sisteminin aşındırılması ve tasfiyesinin ve kuşkusuz “iş için birlik”in(2) onaylanması anlamına geliyordu. Sermaye, kendi egemenliği ve açgözlülüğünün ürünü olan kronik işsizliği kullanmış; sendikaların tepesindeki işbirlikçi bürokratlar ise, bu “gerekçeyi” bahane ederek sermayenin platformunu kabul etmeyi ve onu neredeyse kendi platformları olarak ilan etme anlamına gelecek bir tutumla savunmayı “aziz” bir görev bilmişlerdi.
Sendika bürokratlarının sermaye ve hükümetler karşısındaki bu tutumları; onların uluslararası pazar yarışındaki tüccar ve managerlerin ve etki alanı mücadelesindeki hükümetler diplomasilerinin basit birer uzantısı haline gelmekte olduklarını da ifade ediyordu. Bunların sermayenin pervasızlığı karşısındaki teslimiyetçilik ve işbirlikçiliklerinin hak mücadeleleri ve grevlerde acizlik, umutsuzluk ve çaresizlik biçiminde dışa vurması; işçi ve emekçi kitleleri arasında ister istemez sendikalara güvensizlik, giderek ilgisizlik ve onlardan uzaklaşmanın yaygınlaşması olarak yansıyacaktı. Öyle de oldu; başta ileri ülkeler olmak üzere hemen bütün ülkelerde sendikalar, itibar ve üye kaybı ile yüz yüze kalmak ve küçülmekten kaçınamadılar.
Sendikalarda ortaya çıkan bu durum; “beklenmedik” şekilde gelişen işçi ve emekçi hareketinin yok veya önemsiz gösterilmesinin vesilesi yapıldığı gibi, sendikaların gelecekleriyle ilgili tartışmalar açılmasına da neden olacaktı. Tıpkı “tarihin sonu” tartışmaları gibi, “sendikaların da sonunun geldiği”ni iddia eden uçuk tartışmaları bir yana bırakıyoruz. Hemen her ülkede değişik işçi ve sendikacı çevrelerinde, sendikaların üye kayıpları ve gelecekleri tartışılmaktadır. Bu tartışmalar kuşkusuz, her ülkede kendine özgü bir seyir izleyerek yürümektedir. Buna karşın, sendika üst yöneticileri açısından bu tartışmaların ortak bir özelliğinin bulunduğu açıktır: Yukarıda belirtilen sermaye dayatmalarının “bilimsel teknik devrim”in zorunlulukları olarak ilan ve kabul edilmesi! Bilim ve teknikteki devrim, iş ve pazar koşullarını ve sektörler arasındaki ilişkileri değiştirmiştir ve eğer içinde bulundukları gerileme ve kriz aşılacaksa sendikalar yeni duruma uygun görevlerle görevlendirilmelidir! Sendika üst yöneticilerinin bu tartışmalardaki genel amaçları hemen her ülkede bu özellikleriyle şekillenmiştir, denilebilir.
Bilim ve teknikteki devrimin bazı değişikliklere yol açtığı doğrudur. Emek verimliliği olağanüstü gelişmiştir, iletişim ve ulaşımdaki hız; pazar genişleme ve yoğunlaşması çok büyük oranlarla artmıştır. Ayrıca, yeni sektörler oluştuğu ve değişik sektörlerin istihdam ettiği işçi oranlarında kısmi değişiklikler olduğu vs. de bir gerçektir. Ancak ne var ki, işçilerin, tekellerin “rekabet gücü”ne bağlanmaya; düşük ücrete, esnek çalışmaya, kiralık işçiliğe, sözleşme ve grevlerin “esnetilmesi”ne, sigorta, sağlık sigortası, eğitim ve kültür vs. haklarından vazgeçmeye razı olmalarının, bu gelişme ve değişikliklerle bir ilgisinin bulunmadığının anlaşılmaması da olanaksızdır.
Aslına bakılırsa, sermayenin istekleri ve sendika bürokratlarının yürüttüğü tartışmalarda sendikalara yeni bir görev, yeni bir “gelecek” de var: Sermayenin kesintisiz yenilenen isteklerinin işçi ve emekçilere kabul ettirilmesi; bunun başarılamadığı koşullarda, onların eylem ve mücadelelerini kontrol altında tutma, denetleme amacıyla çalışan bürokratik bir aygıt olma. Bunun abartı olmadığı görülemez değil; aksi takdirde, kimi yerlerde “üretim sendikacılığı”, kimi yerlerde “üyelerine servis götüren sendikacılık” denilen ve bürokrat çevrelerce dillendirilen tartışmalar açıklanamaz olurdu. Kaldı ki, “esnek sözleşme” ve “esnek grev” girişim ve uygulamaları; üst bürokrasinin, hangi plan üzerinde bulunduğunu göstermeye sanırız yeterlidir.
Gerek emeğin haklarına yönelik sermaye taleplerinin, gerekse yüksek sendika yöneticilerinin sendikaların “geleceği” tartışmalarının “bilimsel teknik devrim” ve çalışma ve iş koşullarındaki “değişiklikler”le bir ilgisi yoktur. Şunlar çok açık: bilim ve teknikteki devrim ve sonucu olan emek verimliliğinin artışından çıkarılacak sonuç, sermayenin sendika bürokrasisi aracılığıyla da dayattığı saldırılar değil; aksine, işgünü ve iş haftasının kısaltılması; işçi ve emekçilerin teknoloji geliştikçe çok yönlü artan yaşam gereçlerini karşılayacak bir ücret düzeyi ile çalıştırılmaları olabilir. Nereden bakılırsa bakılsın şu kesindir: bilim ve teknikteki devrim ve sonuçları nedeniyle, sermayenin işçi ve emekçilerden talep edebileceği hiçbir şey yoktur; aksine, durumlarıyla yetinmemesi ve sermaye ve hükümetlerden taleplerde bulunması gerekenler, işçi ve emekçiler ve onların sendikalarıdır.
Sadece yukarıda belirtilenlerden bile anlaşılabileceği gibi; sermayenin dayatmaları ve yüksek sendika yöneticilerinin hesaplarında işçi ve emekçilerin yanı sıra, sendikalar açısından da herhangi gerçek bir gelecek yoktur. Sendikalar, işçi ve emekçilerin sermaye ve saldırılarına karşı mücadelesinden doğmuşlardır. Önceki dönemlerde olduğu gibi, sendikaların geleceğinin; sermaye ile işbirliği ve tekellerin “rekabet gücünün korunması”nda değil, işçi ve emekçilerin yeni talepler de içeren mücadelesinde yattığı kesindir.
Başka bir deyişle: sermayenin saldırılarına karşı işçi ve emekçi mücadelesi; sendikaları hareketlendirmeyi, mücadele içine çekmeyi ve mücadeleyi baltalayan sendika bürokrasisine karşı eylemi de kapsamalıdır. Hareketi örgütleyen ileri işçi ve emekçi güçlerin, sendikalarda ısrarla çalışmaları; mücadeleye çekme çizgisi izleyerek bu örgütlerde daha ileri mevziler kazanmaları; gerici, reformist bürokratların elinden kurtararak, emeğin birleşme ve mücadele merkezleri olarak onları yenibaştan inşa etmeleri. Sendikal hareket ve sendikaların geleceği buradadır ve bu gelecek açık ki ancak, sermayenin saldırılarına karşı mücadele içinde ortaya çıkan güçlerin büyümesi, ısrarlı, kararlı ve ortaklaşan çabalar içine girmesi yoluyla inşa edilebilir.
İşbirlikçi sendika aristokratlarının yolunun, sendikaların geleceğinden; itibar kazanmaları, büyümeleri, gelişmeleri ve mücadele merkezleri olarak yenilenmeleri yolundan ayrı olduğu açıktır. Bu açıktır da, acaba sendikaları hareketin içine çekecek; mücadele içinde canlı ve demokratik kurumlar olarak yeni baştan örgütleyecek ileri işçi, emekçi kitlesi var mı ve bu kitlenin, sendikaları kodamanların elinden kurtarmaya güçleri yetecek midir?
Bu soru belki de dönemin en önemli sorununu yansıtmaktadır ama bu güçlerin var ve giderek büyümekte olduğundan asla kuşku duyulamaz. Hareket, kendi güçlerini ortaya çıkarıp, eğiterek, örgütleyerek gelişmektedir. ABD’den Almanya’ya, İtalya’dan Yunanistan’a, Fransa’dan Türkiye, Brezilya ve Ekvador’a hareketin az çok ortaya çıktığı bütün ülkelerde, bu güçler, çeşitli platformlar, bloklar, komiteler halinde örgütlenmiş olarak çalışmaktadırlar, işçi ve emekçilerin mücadelesi ilerledikçe, hareketin bu ileri güçlerinin yeni katılımlarla çoğalması, örgütlenmesi olağan olduğu gibi, önlenemezdir de. Nitekim henüz çoğunluğunu temsil etmese dahi, bu uluslararası konferans, emeğin ileri güçlerinin gelişmesi ve büyümesinin bir ifadesi değil midir?
Bürokratlara güç yetirip yetirememe sorununa gelince; sorun kuşkusuz, sermaye dünyasında güç yetirilemeyecek bir şeyin bulunmadığı genel gerçeğinin ardına sığınmadan ele alınmalıdır. Şu bir gerçektir ki, işbirlikçi sendika bürokrasisi (aristokratik tabaka da) tarihindeki en güçlü dönemini olduğu gibi, birçok bakımından en zayıf dönemini de yaşamaktadır. “Sosyal devlerin bitişinin ilanı, sermayenin önüne koyduğu saldırı programı ve sendikalara biçilen “yeni” rol ve görevler, sendika bürokrasisini zora da sokmaktadır. Nitekim son on yıl boyunca en güçlü dönemini yaşadığı halde, hemen hiçbir ülkede kontrolünün giderek zayıflaması, aygıtının hırpalanması ve kürsüler kaybetmekten kaçınamamıştır. Saflarının çatlamakta, çevresinin aşınmakta olduğu; tabanı ve çevresindeki uyanışı ve işçi ve emekçilerin muhalefeti saflarına katılış yönündeki gelişmeyi önleyemediği bir olgudur. Sendikalarla ilgili olarak sermayenin uluslararası ölçekte yürüttüğü platformun hemen her yerde, sendika bürokrasisini yeni zorluklarla yüz yüze getirmesi önlenemezdir.
Sendika kodamanları ve bunların gelenek ve aygıtlarıyla mücadele; gelişmiş ülkelerde kuşkusuz daha zor ve zahmetli olmaktadır. Fakat işçi ve emekçilerin ve sınıfına bağlı, emekten yana temsilci ve sendikacıların(3) sermaye ve saldırılarına karşı mücadelesinin yıkamayacağı bir kale yoktur. Bugün tedrici ve yavaş yavaş da olsa gelişen hareket, sendikalarda önemi küçümsenemez mevzi ve olanaklara sahip olduğu gibi; (aristokrasinin anavatanı) İngiltere’de iki büyük sendikanın üst bürokrasi ve işçi Partisi’nin karşı çabalarına karşın, değişime daha bugünden girmiş olduğu da bir gerçektir.
Kuşkusuz, sendikalardaki mücadele, kendi başına özel bir amaç değil; sermaye ve saldırılarına karşı mücadelenin, bu mücadele geliştikçe genişleyecek bir parçasıdır. Dolayısıyla asıl olan, işçi ve emekçilerin ve onlarla kümelenen ileri temsilci ve sendikacılar kitlesinin olanaklarının çoğalması ve saldırılara karşı mücadele yolunun genişlemesinin başarılmasıdır.
Fabrika ve işletmelerde kümelenerek hareketi örgütleyen ve hareket ilerledikçe büyüyerek gelişecek olan ileri, bilinçli işçi, emekçi ve temsilciler kitlesi ve bunlara katılan ileri sendikacılar topluluğu, sermayeye karşı hareketin, yanı sıra sendikaların büyümesi ve geleceği bugün buradadır.
SERMAYENİN SALDIRILARI VE SENDİKALARIN GÖREVLERİ
Başta ABD olmak üzere, büyük ve gelişmiş ülke ekonomilerinde artan durgunluk eğilimleri; tekeller arasında genişleyen pazar mücadelesi; artan bu durgunluk ve genişleyen bu mücadele ile bağlantılı olarak ekonomilerde yaşanan yeni askerileşme girişimleri ve büyük güçler arasında on yıl aradan sonra başlayan silah gücünü yenileme ve silahlanma yarışı. Bu gelişmeye eşlik eden dış ve iç “güvenlik” kampanyaları; dışta, ticaret savaşları tehditleri, halklara giderek daha fazla müdahale, kriz bölgelerini genişletme, askeri üsleri her yere yaygınlaştırma, orduları müdahale orduları olarak yenileme ve ortak ordular kurma; içte ise, bütün bu ülkelerde ortaklaştırılmış “güvenlik” paketleri, demokratik hakların daha fazla kısıtlanması, ortamın terörize edilmesi, yabancı düşmanlığını teşvik ve faşist akımların yükselişini tahrik edecek girişim ve önlemler vs. Geri ülkelerin işbirlikçi sınıflarına gelince; patronlarının yönettiği gelişmiş ülkelerdeki bu nitelikte gelişme ve değişimlerin; gericiliğin yükselişi ve uluslararası ilişkilerdeki belirsizlik, karışıklıkların vs. artmasının onların dört gözle bekledikleri “gelişme ve değişimler” olduğunu söylersek, sanırız bu, yanlış olmaz.
Bütün bu gelişmelerin anlamı şudur: içeriğinden önceki bölümde söz edilen saldırının kapsamı, uluslararası mücadele ve “iç güvenlik” politikasının (bunlar kendileri zaten birer saldırıdır) faturaları ile daha da ağırlaşacaktır. Nitekim saldırılardaki bu ağırlaşma bir süredir bütün ülkelerde hissedilmektedir. Ayrıca, ekonominin “rekabet gücü”, ülke “güvenliği” vs. söz konusu olduğunda, bütün düzen partilerinin tek bir parti olarak hareket etmeleri, işçi ve emekçilere kesilen faturaların katlanarak büyümesi anlamına da gelmektedir. Nasıl bakılırsa bakılsın; görülen odur ki, girilen dönem, işçi ve emekçiler ve halklar açısından zor bir dönem olacaktır.
Koşullar böylesine ağır olduğuna göre; saldırıları püskürtmek, dünyadaki gidişatın yönünü değiştirmek olanaksız mıdır? İşçi ve emekçiler ve ezilen halklar açısından olanaksızlık ve dezavantajların daha fazla olduğu doğrudur. Buna karşın, avantaj ve olanakların çoğalması ve saldırıların püskürtülmesinin olanaksız olduğu da düşünülemez. Son on yılın olayları bile; örneğin Fransa ve İtalya’da(4) hükümetlerin düşmesine yol açan direnişler, işçi ve emekçi kitlelerin saldırıları püskürtme ve gidişatı değiştirme güç ve olanağına sahip olduklarını göstermeye tek başlarına bile yetmektedirler.
İşçi ve emekçilerin ve ezilen halkların hareketinde 1994-’95-’96’larda yaşanan hareketlenme ve yükselişin ardından başlayarak bugüne kadar gelen durgunluk ve belli başlı ileri ülkelerde eski zamanlardaki gibi, sınıfın ve emekçilerin ana kitlesini kucaklayan büyük kitle partilerinin bulunmayışının sermaye ve gericiliklere cesaret verdiği doğrudur. Bunlara karşın, kitle hareketinde son dönemde görülen canlanma belirtileri ve sermayenin kolayca geri dönemeyeceği, giderek kışkırtıcı özellikler de kazanan pervasızlığı birer veridir; önümüzdeki dönemde hareketin gelişme göstereceğini ve yükseliş dönemine gireceğini varsaymamak için bir neden de yoktur.
İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin hareketinin hemen her yerde yükseliş belirtileri verdiği bir olgudur. Arjantin’den İngiltere’ye, ispanya’dan İtalya’ya, Venezüella’dan Filistin’e bakıldığında bu olgu rahatça görülebilir. Ayrıca, İtalya’daki zıtlaşma, Fransa 1 Mayıs’ı ve Avrupa’da yayılan anti-Amerikan duygular, hareketin yönü ile ilgili diğer veriler olarak görülebilir.
Açık kitle hareketi açısından durum böyle olduğu gibi; on yıl öncesi veri olarak alındığında, işçi ve emekçilerin, sağı solu ile ve kırmızı yeşili ile düzen partilerinin politikalarından ve giderek partilerden kopuş süreci yaşadıkları da bir olgudur. Bu hareket görülebilir dönemde nereye kadar varabilir ve süreç nasıl örgütlenebilir denildiğinde ise, akla ilk gelen kuşkusuz işçi sınıfı ve emekçi hareketinin içinde bulunduğu zayıflıklardır.
Hareketin sendikalar dışındaki zaaflarına konu dışı olması nedeniyle, geçerken ve kısaca da olsa daha önce işaret(5) edildi. Bugünün gerçeği şudur: Bugün gidişatı değiştirecek ve öteki sınıf ve tabakalara yön verecek yegâne güç olduğunu son on yılda yeniden kanıtlamış olan işçi sınıfının elinde, hareketin dinamik ve olanaklarını kullanmasını etkileme özellik ve yeteneğine sahip büyük ülkelerde sendikalardan(6) başka bir araç yoktur.
Bu ve daha başka nedenlerle sendikaların öneminin olağanüstü artmış olduğunu; buna karşın, sendikaların esas olarak işbirlikçi sendika bürokrasisinin elinde bulunduğunu ve bunun sendikaların işçi ve emekçi örgütleri olarak işlev görmesini en ileri derecede baltaladığını vs. biliyoruz. O halde, hareketi (sendikaları da içine çekerek) örgütleme; aynı zamanda sendikaların değişmesi ve gerçek mücadele merkezleri olarak yenilenmesi için mücadele ile görevli fabrika ve işyerlerinde ve sendikalardaki ileri, bilinçli işçi, emekçi, temsilci ve sendikacı kümeleri nasıl çalışmalıdırlar ki, görevlerini başarıyla yerine getirebilsinler, herhalde şimdi en önemli olan şey budur. Sendikaların değişimi, yenilenmesi ve hareketin gelişmesi ve örgütlenmesinin en önemli dinamiği, dayanağı bu güçlerdir. Bu güçler, görevlerini en ileri derecede üstlenmedikleri takdirde; sendikaların, değişim ve dönüşüm yoluna girmeleri olanaksız olacağı gibi; sermayenin saldırılarına karşı mücadele ve emperyalizme karşı hareketin potansiyel ve olanaklarını kullanmaları olasılıklarının en aza inmesi de kaçınılamaz olacaktır.
Nasıl çalışılması gerekiyor deyince; sermaye güçleri ve sendika bürokrasisi ile bölünme ve işçi ve emekçi güçlerin birleşme platformunun, işçi ve emekçilerin sermayenin saldırısı karşısındaki çıkarları temeline (elbette sendikal bölünmüşlük ve rekabetin aşağıdaki birlikle giderilmesini ve sendikaların ortak hareketi ve birleşmesi çabasını da dıştalamadan) oturmasının zorunlu olduğundan söz etmeyeceğiz. Öte yandan, ileri ve öncü sınıf güçlerinin işyerleri ve sendikalardaki çalışmalarının; sadece hareketlenmeler ortaya çıktıkça değil, kesintisiz yapılan ve daha geriden gelen işçi ve emekçi kesimlerini giderek daha etkin şekilde kapsayan bir çalışma olarak planlanması ve yürütülmesi gerektiğini de bahis konusu yapmayacağız.
Fakat bunlara karşın, verilmiş olan görevin kapsamına uygun olarak yerine getirilmesi için; sendikaların değişiminin temel sorunu olan sendikal demokrasi ve sendikal eylemin kapsam ve hedefleriyle ilgili olarak gene de bazı sorunlara işaret etmemiz gerekmektedir. Ki bu sorunlar, kitleler arasındaki çalışmanın verimliliğinin temel sorunları durumundadırlar.
a- Sendika bürokrasisinin sendikalardaki egemenliğinin bir ayağı sendikalarda demokrasinin ortadan kaldırılmasına dayanmaktadır. Sendikal demokrasi, işçi ve emekçi kitlesinin ilgi ve girişkenliğinin gelişmesi ve iradesinin ortaya çıkmasının aracı ve aynı zamanda biçimidir. Oysa sendika bürokratları, kitleleri sendikal mücadelenin dışına sürdüğü içindir ki, örgüt yaşamı oluşmadığı gibi, örgüte ilgi ve örgüt bilinci de tahrip olmaktadır. Öte yandan bir örgüt yaşamı oluşmadığı içindir ki, demokrasinin en temel araçları olan seçme, seçilme hakkının ve öteki demokrasi araçlarının biçimsel kalması adeta kaçınılamaz hale gelmektedir. Ayrıca, sendika yasa ve tüzük hükümleri, sanki bürokratları korumak amacıyla yapılmış gibidir.
Dolayısıyla, sendikal platformlar ve onların işyeri örgütlenmeleri, sendikalarda demokrasi için; işçi ve emekçilerin sendikanın her türlü bilgisini alma, irade oluşturma, örgütünü yönetme, denetleme bilinç ve girişkenliğinin gelişmesi için özel bir mücadele yürütmek zorundadırlar. Bunun için, her şeyden önce sendikal örgüt yaşamının oluşması zorunludur. Örgütlü güçlerin, hem kendi iç ilişkilerinin hem de kitlelerle aralarındaki ilişkilerin demokratik olarak gelişmesine önem verirken; sendikal iş ve sorunlara ilginin artması, işçi ve emekçilerin sendika ve yöneticilerden taleplerde bulunma; tüzükten yasaya, günlük sendikal işlerden seçimler ve eğitim vb. sorunlara, sendikanın gelirlerinden ücretler dâhil harcama kalemlerine her şeyin kitleler arasına inmesini isteme anlayış ve isteğinin gelişmesi için uğraşmaları gerekir. Ayrıca, yasa ve tüzüklerin incelenmesi ve değişimi için üye kitlesinin aydınlatılması ve harekete geçirilmesi özel bir önem arz eder.
İleri, öncü işçi, emekçi ve sendikacı kümelerinin kitle hareketi içinde kurdukları ilişkilerin demokrasisi; sendikaların iç demokrasisi haline gelmediği sürece, onların, gerçekten değişim geçireceği ve işçi ve emekçilerin mücadele ve direniş merkezleri haline geleceğinden söz bile edilemez.
b- Sendikaların sermayeye karşı mücadelesinin kapsamına gelince; hareketin son kırk yıldan bu yana ki gerileyişi ve gene aynı yıllar boyunca sendika bürokrasisinin ilerleyişi dönemi, sendikaların giderek ekonomik mücadele dahi veremez bir pozisyona gerilemesi süreci de olmuştur. Oysa işçi ve emekçiler, yüz ya da iki yüz yıl öncesinin okuma yazma bilmez işçi ve emekçileri değildir. Sendikal hareketin kapsamı, “kendiliğinden” olarak bile, hayatın bütün sorun ve alanlarına çoktandır genişlemiş bulunmaktadır.
• Sendikaların ekonomik mücadelesi, patronlarla ücret, işyeri ve sektör sorunları (ve öteki emekçilerin ücret, fiyat ve destek sorunları) için mücadele ile sınırlı değildir. Bütün olarak sermaye ve hükümete karşı; “rekabet gücünü koruma”, “ESK” ve iş için birlik politikalarına, çalışma yaşamı (işgünü ve haftasını koruma ve kısaltma ve çocuk ve kadın emeğini koruma dâhil) ve vergi, sigorta, eğitim, sağlık, konut vb. ekonomik ve sosyal sorunlarla ilgili hükümet politikalarına karşı mücadeleyi de içermektedir.
• Sendika bürokrasisi geleneği, bağlı bulundukları partiler veya hükümetler istemedikleri sürece, işçi ve emekçi kitleler bir yana, sendikaları dahi demokrasi ve siyaset sorunlarının dışında tutma geleneğidir. Oysa anti demokratik gelişme ve girişimlere karşı çıkmak, demokratik hakları savunmak, yeni hak taleplerinde bulunmak, faşizme veya ırkçılık ve faşizm eğilimlerine karşı mücadele açmak; bu alandaki mücadele, işçi ve emekçilerin ekonomik sosyal yaşamlarıyla doğrudan ilgilidir ve işçi ve emekçi sendikaları demokrasi mücadelesinin en temel gücü olmak zorundadırlar.
• Ekonomilerdeki askerileşme, silahlanma yarışı, halkları tehdit, müdahale ve ilhak, askeri ittifak ve bloklaşma, emperyalist rekabet ve savaş; bütün bunlar, işçi ve emekçilerin başı üzerinden yürütülen girişim ve eylemlerdir ve sendikalar sermayenin uluslararası yayılma ve emperyalizmine karşı mücadele etmek zorundadır. Sendika yüksek bürokrasisi, sermayenin uluslararası faaliyetinin yedek gücü olarak hareket etmektedir; oysa sendikalar, uluslararası alanda, işçi sınıfı ve emekçilerin birliği ve halkların özgürlüğü ve enternasyonal dayanışma için mücadeleyle yükümlüdürler.
Uluslararası tekelci sermaye ve emperyalizm, “yeşiller”i de yedeklemiş olarak, doğayı kâr ve egemenlik hırsına kurban etmeyi bir çizgi haline getirmiştir. Ayrıca, sadece ilerici demokratik kültürü değil, halkların ve insanlığın biriktirdiği bütün kültürü toptan imha çizgisi üzerindedir; oysa insanlığın temsilci ve mirasçısı işçi sınıfı ve öteki emekçi tabakalar, halkların kültürlerini ve bütün insani kültürü savunmalıdırlar. Dolayısıyla, işçi ve emekçi sendikalarının görevlerinden biri de, emperyalizmin çevre yağması ve kültür yıkıcılığına karşı sistematik bir mücadele olmalıdır. Sonuç olarak söylersek; işçi ve emekçilerin ve onların sendikalarının (işçi, köylü ve emekçi sendikaları ve ortak platformları) mücadelesinin kapsamını esas olarak bu yukarıdaki sorun ve hedefler belirlemelidir, denilebilir. İşçi ve emekçi hareketi ancak, bu kapsamda bir mücadele ile ilerletilebileceği gibi; sendikaların, bürokrasiden kurtulması ve demokratik temelde ve mücadele merkezleri olarak yeniden örgütlenmesi de bu yoldan başarılabilir.
Ama şu var ki, asıl tayin edici olan da budur: Gerek hareketin gelişme yolunu açabilmesi, gerekse sendikaların bu hareketin birleştiği örgütler olarak değişim yoluna girmesi, sınıfın ve halkın ileri, bilinçli kitlesinin eylemi ile doğrudan bağlıdır. Bunun kavranması ve gereğinin yerine getirilmesi için ortak bir çizgi ile ve girişkenlikle mücadele, her şeyin tayin edicisidir.
Öte yandan, kanımızca: uluslararası ve ulusal ölçekte örgütlenmiş sermaye ve sendika bürokrasisi karşısında; birbirleriyle ilişkisiz, yalıtık işçi ve emekçi kümeleri yenilgiye her zaman mahkûmdur. Dolayısıyla, sınıfın ve emeğin ileri güçlerinin bağımsız ortak bir çizgiye sahip olmaları ve giderek de ulusal düzeyde örgütlenmeye yönelmeleri bir zorunluluktur. Bu uluslararası konferansın, sınıfın ve emeğin bütün ileri güçlerini kucaklayabilen bir konferans düzeyine genişlemesi dileği ile.
Dipnotlar:
(1) Mücadelenin “bitmesi” on yıl önce bunu iddia edenlerin görüşüdür.
(2) İş için birlik, deyim olarak Almanya’ya özgü. Ama her yerde var olan “Ekonomik Sosyal Konseyler” gerçekte bunu da ifade ederler.
(3) Buraya ileri sendikaları da katmak gerekir.
(4) ’90’ların ortalarında Berlusconi ve Juppe hükümetini düşüren direniş.
(5) Geçen yüzyılın ilk yarısının sonradan giderek yitirilen mevzilerinden ve büyük ülkelerde eski büyük partilerin olmayışından söz edilmektedir.
(6) Burada işçi sendikalarından söz edilmekle birlikte metin köylü ve öteki emekçi sendikalarını da gözeten temelde hazırlanmıştır.