Çeviren: Ahmet Cengiz
Marksizm-Leninizm, bilimi, toplumsal bilincin bir biçimi olarak ele almaktadır. Doğa bilimlerinin görevi, topluma, insanların bilinci ve iradesinin dışında ve onlardan bağımsız olarak var olan nesnel doğa yasalarının bilgisini sağlamaktır. Doğa bilimleri, bilimin yasalarında nesnel doğa olaylarını yansıtmakta ve nesnel yasaları; insanın pratiğinde, sanayide, tarımda, sağlık alanında vb. kullanmanın metotlarını geliştirmektedir. Doğa bilimleri aynı zamanda, insanların bilincini, dünya görüşünü şekillendiren ideolojik araçların arasında yer almaktadır.
Doğa bilimlerinin bu ikili işlevinin, insanların üretken etkinliği ve ideolojik üstyapıyla dolaysız bir bağıntısı vardır. Bu nedenledir ki, bütün tarihi boyunca doğa bilimleri, bir taraftan üretimin yol göstericiliği ve belirleyici etkisi altında gelişmiş, diğer taraftan kendisi de üretici güçleri aktif olarak etkilemiştir. Friedrich Engels, bilimi üretimden izole etmek isteyen burjuva bilginlerinin idealist çarpıtmalarını şu saptamayla teşhir etmiştir: “Bugüne dek üretimin bilime borçlu olduğu şeyler övüldü, ama bilim, üretime çok daha fazla şey borçludur.”
Sosyalist toplumda, sosyalist üretim tarzının talepleri doğa bilimlerine yön vermektedir. Doğa bilimleri burada, kaydettiği hızlı gelişmeyle tüm nüfusun maddi ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanabilinmesine yardımcı olmaktadır.
Doğa bilimlerinin gelişmesi büyük oranda egemen ideolojiye bağlıdır. İlerici bir ideoloji bilimin gelişmesini teşvik eder; gerici bir ideoloji ise, bilimin gelişmesini köstekler, araştırmacıyı idealizmin yanlış yoluna iter, çıkmaz sokağa sokar.
Sovyetler Birliği’nde bilimin gelişmesinde Marksizm-Leninizm çok temelli bir faktördür. Doğa bilimleri ve bilimin diğer kolları, Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkelerinde Marksizm-Leninizm’in teorisiyle donanmış olarak gelişme yolunda ilerlemektedir.
Burjuva ülkelerindeki doğa bilimlerinin durumu ise çok daha farklıdır. Emperyalizm bilimin bir krize girmesine neden oldu. Burjuva ülkelerindeki ekonominin militaristleştirilmesi, bilimi, insanların imhasına hizmet eden araçları bulmaya zorluyor; fizikçiler atom silahını geliştirmeye, kimyacılar zehirli ve patlayıcı maddeler bulmaya, biyologlar bakteriyolojik silahlar geliştirmeye zorlanıyorlar. Gerici ideoloji ve mistisizm propagandası araştırmacıyı, doğa görüngülerinin idealist bir yorumuna, bilim tarafından tespit edilen olguların idealist bir açıklamasına sevk ediyor. Gerici egemen ideolojinin etkisi altında çıkartılan teorik sonuçların herhangi bir bilimsel değeri olamaz.
Bugün pragmatizm, kişilikçilik (Personalismus), yeni tomacılık (Neothomismus) ve diğer “modern” felsefi sistemler doğa bilimlerine zararlı bir etkide bulunuyorlar. Bunlar bugün burjuva ülkelerinde büyük bir gayretle yaygınlaştırılıyor -materyalist bilime düşman olan gerici Machizm felsefesinin, XX. yüzyılın başlarında ve hâlâ yaygınlaştırıldığı gibi.
Kapitalist dünyanın bugünkü felsefesinde, tüm felsefi okullarının ortak özelliği olarak pervasız bir sübjektivizm propagandası yapılıyor. Sübjektivist fikirlerin bulanık seli, doğa bilimlerini de sarmış bulunuyor. Bu gelişme, doğa bilimcileri arasında nesnel gerçekliği, bilimin yasalarının nesnel muhtevasını inkâr etme eğilimini doğuruyor.
Sübjektivist fikirler, bilimin atom içi olaylarla ilgili yaptığı keşiflerin, madde ve enerjinin ayrılmazlığı hakkında ulaşılan yeni tespitlerin; nedensellik, zorunluluk ve yasaların varlığı ilkesiyle açıklanamayacağı iddiasıyla ortaya çıkıyorlar. Fizik ve mekanik tarafından keşfedilen nesnel yasaların karşısına sübjektivist teoriler dikiliyor ve maddenin sakinimi ve enerjinin dönüşümü yasası reddediliyor. Bilim tarafından keşfedilen yasaların yerine, sözgelimi “enerjiyi algılama temayülü” gibi terminolojik yanıltmacalar geçiriliyor. Elektronun irade özgürlüğü “teorisi” veya ‘tamamlama ilkesi’ (Komplementaritätsprinzip) gibi, sözüm ona bilimsel teoriler geliştiriliyor. Zamanında Lenin tarafından çürütülen energetizm yeniden diriltiliyor. Bütün bu idealist eğilimler, nedensellik ve yasaların varlığı ilkesine saldırmaktadırlar. Tanınmış İngiliz fizikçisi Paul Dirac örneğin şunu söylüyor: “Kuantum mekaniğinde ilkesel olarak belirlenmezcilik geçerlidir.” Ünlü fizikçi Werner Heisenberg, fiziksel fenomenlerin açıklanmasında nedensellik ilkesi yerine olasılık ilkesini öneriyor. Heisenberg’in düşüncesine göre, fizik, kimya veya astronomi gibi bilimlerde “doğanın açıklanmasından söz edilemezmiş, yalnızca tasviri mümkünmüş; çünkü ona göre, “bilimin doğayı asıl anlamıyla (yani doğa yasalarının keşfi anlamıyla) kavrama iddiası, gerçekleşen her yeni keşifle birlikte giderek zayıflamakta”ymış. Heisenberg geçen yıl New York’ta yayınlanan “Nükleer Fiziğin Felsefi Sorunları” adlı kitabında, nedenselliğin, yasaların varlığının, maddenin uzay ve zamandaki hareketi ve gelişiminin, nükleer fizikte anlamını yitirdiğini açıklıyor.
California Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Hans Reichenbach, bu idealist tezleri sahipleniyor ve felsefi açıdan genelleştiriyor.
“Bilimsel Felsefenin Oluşumu” adıyla 1951 yılında Los Angeles’te yayınlanan kitabında şunları yazıyor: Reichenbach: “Modern kuantum mekaniği araştırmalarından biliyoruz ki, tek tek atomik fenomenler nedensel yorumlanamıyor ve tümüyle olasılık yasalarına tabidirler. İfadesini Heisenberg’in ünlü belirsizlik ilişkisinde bulan bu olgu, katı nedensellik fikrinden vazgeçmemiz gerektiği ve nedensellik yasasının yerini olasılık yasalarının aldığını kanıtlamaktadır.”
Nedenselliğin ve yasaların varlığının inkarı ve bunların birer sübjektif kategori derekesine indirgenmesi, bilimde sübjektif idealizmin, fizikte ise Kantçılığın ve Machçılığın gizlice sokulmasının bir belirtisidir. J. P. Adams, “nedensellik, temelini tecrübemizin oluşturduğu örgütleyici bir ilkedir,” diye yazıyor. Cambridge’den başka bir idealist, J. Jeans, neredeyse Kant, Mach ve Hume’u kelimesi kelimesine tekrarlayarak, doğada nedensellik yasalarının hüküm sürüp sürmediği sorusunu olumsuz olarak yanıtlıyor. Diyor ki, parçacıkların hareketi ancak, bir kangurunun nedensellik yasalarına tabi olmayan tesadüfî sıçramalarıyla kıyaslanabilir. Yasaları doğanın nesnel bir kategorisi olarak reddeden Jeans şunları söylüyor: “Bilimsel araştırmanın hakiki nesnesi hiçbir zaman doğanın gerçekliği olamaz, tersine [bu nesne] yalnızca kendi gözlemlerimiz olabilir.” Jeans’ın sübjektivist fikri, bilime düşman bir fikirdir, zira bu fikir doğa görüngüleri hakkında güvenilir bir bilgiye ulaşma olanağını reddediyor.
Kuşkusuz, sübjektif-idealist görüşler her zaman bu denli açık propaganda edilmiyor. Gerici düşünceler çoğu kez sözüm ona bilimsel kılıflara bürünerek ortaya çıkıyorlar. N. Bohr tarafından geliştirilen “tamamlama teorisinin taraftarları bu kılıfları kullananlar arasında yer alıyorlar. Tamamlama teorisinde; mikroskobik küçük fenomenlerin uzay ve zamanın dışında oldukları, genel olarak yasalara bağlı olmadıkları gibi, nedensellik yasasına da tabi olmadıkları iddiası ileri sürülüyor. Ve bütün bu özellikler aslında reel de değilmiş, birbirleriyle bağdaşmazmış! Bunlar bütünüyle, gözlemlerin kendisinin yapıldığı aletlere bağlıymış. Her defasında hangi aletin kullanıldığına bağlı olarak, mikroskobik küçük fenomenlerde şu veya bu özellik kendisini gösteriyormuş. “Eğer iki farklı türden alet kullanılıyorsa,” diyor Bohr, “o zaman yapılan gözlemde birbirleriyle bağdaşmayan ve farklı olan iki grup görüngü ortaya çıkmaktadır. Aletlerin bir türü, nedensel bağıntıları gösteren bir tablo sunmakta, ama o zaman da olayları zaman ve uzay içersinde gözleme olanağı ortadan kalkmakta; diğer türden aygıtlar ise, zaman ve uzayda cereyan eden mikroskobik küçük fenomenlerin tablosunu sunmakta, ama bu durumda da nedensellik ilkesi geçerliliğini yitirmektedir.” Bohr’a göre, aynı şey, dalga ve parçacığın belirlenmesinde de söz konusudur: Aletlerden bazıları bize maddenin parçacık özelliğini, diğerleriyse dalga özelliğini gösteriyormuş.
Açıktır ki, Bohr’un “tamamlama ilkesi”; nedensellik, zaman, uzay, mikroskobik küçük nesnelerin parçacık ve dalga özelliği gibi, doğal kategorilerin nesnelliğini inkâr ediyor. Böylelikle, bütün mikroskobik küçük fenomenler, gözlemleyenin aletine bağlı olarak sübjektif konstrüksiyonlara indirgenmiş oluyorlar. Bohr, Heisenberg, Dirac vb. araştırmacıların doğadaki nedensellik ilkesini reddetmeleri ve sübjektivist kuruntulara kapılmaları, gerici filozoflar tarafından alabildiğince abartılıyor ve genelleştirilerek bilimsel ilkeler olarak piyasaya sürülüyor. Örneğin Bertrand Russell şunları yazıyor: “Nedensellik yasası, aynı monarşi gibi, geçmiş çağın bir kalıntısıdır. Bu yasaya hâlâ müsamaha gösterilmekte, çünkü yanlışlıkla bunun zararlı olmadığı düşünülmekte… Doğada ne nedensellik, ne de zorunluluk vardır.” Russell, Hume ve Kant’ın sübjektivizminden esinlenerek, doğada “yasaların olmadığı, ama alışkanlıkların olduğunu” düşünüyor. Russell; Eddington, Dirac ve Heisenberg’in idealist kuruntularına yaslanarak bilimi reddediyor ve fiziği bir imgelem olarak açıklıyor. “Fizik bize,” diye yazıyor Russell,”… gerçek olmayan, fantastik bir hayaller dünyasını göstermektedir.”
Russell, bilime savaş ilan ediyor ve silah olarak da fizikteki sübjektivist tahrifatları kullanıyor. “Kim ki bilime olan inancın nasıl yozlaşabildiğini anlamak istiyorsa,” diye duyuruyor Russell, “o, Eddington ‘un ‘Fiziksel cismin doğası’ üzerine verdiği dersleri esas almalıdır.” Neden Eddington’un dersleri’ Çünkü Eddington, kuantum teorisinin “nedenselliğin genel karakterini tartışmalı kıldığını” “kanıtladığı” ve “bu teoriye göre, hareketi herhangi bir yasaya bağlı olmayan elektronun, belirli ölçülerde irade özgürlüğüne sahip olduğunu” savunduğu için. Başka bir deyişle, Eddington’un derslerinde, mikroskobik küçük dünyadaki objektif nedensellik ve yasaların varlığı açıktan inkâr ediliyor. Oysa materyalist bilim, nesnel doğa olayları tarafından doğrulanmayan bu görüşü çoktan mahkûm etmiştir. Atomun mikroskobik küçük parçacıklarının da -elektron, proton, pozitron, nötron vd.- nedensellik yasalarına tabi oldukları ve hareketlerinin yasalara bağlı ve zorunlu olarak gerçekleştikleri çok açık bir biçimde kanıtlanmıştır.
İdealizmi bilime gizlice sızdırma amacıyla giderek görelilik teorisinden de istifade ediliyor. Görelilik teorisi, XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başlarında yapılan çok önemli keşifleri genelleştirmektedir. Bu keşifler; maddenin nesnel varlık biçimleri olarak uzay, zaman, hareket ve bunların maddeyle ayrılmazlığı ve bağıntısı hakkındaki materyalist öğretiyi doğruluyorlar: Hareket olmadan madde olmaz, madde olmadan hareket olmaz, maddenin hareketi zaman ve uzay içersinde gerçekleşir. Zaman ve uzayın dışında madde olmaz, maddenin dışında zaman ve uzay olmaz.
Gerici bilim adamları, görelilik teorisinin bağıntıcı yönlerini; sübjektivizmi propaganda etmek, nesnel hareketi inkâr etmek, maddenin enerjiye dönüşümünü propaganda etmek amacıyla istismar ediyorlar…
Görelilik teorisi; sahte bir bilimsellik görüntüsü altında, materyalizminin çöküşünü “kanıtlamak”, evrensel gravitasyon yasasını ve başka teorileri çürütmek üzere kullanılıyor. “Fizik ve felsefe” adlı idealist makalenin yazarı J. Jeans örneğin bize şunu öğretiyor: “Fiziksel görelilik teorisi, elektrik ve manyetik güçlerin hiçbir suretle reel olmadıklarını kanıtlamıştır artık. Bunlar, tinimizin, parçacıkların hareketini yanlış bir yönde anlama çabasından kaynaklanan konstrüksiyonlarıdır sadece. Aynı şeyler, dünya olaylarını anlama kolaylığını sağlamak için geliştirilen; Newton’cu gravitasyon gücü, enerji, süre-durum anı ve diğer kavramlar için de söylenebilir. Bütün bunların tinimizin konstrüksiyonları oldukları anlaşılmıştır.”
Kapitalist dünyadaki fiziğin durumu bu. Her fiziksel keşif sübjektivist bir biçimde yorumlanıyor ve önceden belirlenmiş sübjektivist bir şemaya sığdırılıyor. Ancak bu ülkelerin önemli fizikçileri arasında, materyalizmi savunan, sübjektivizmin gerici eğilimleriyle mücadele eden birçok araştırmacı da bulunuyor. Joliot-Curie, James Bernal ve başka seçkin fizikçiler, sübjektivizmin fizikteki saldırısına karşı durmakta ve bilimdeki gericiliğe karşı başarılı bir mücadele vermektedirler.
İdealizmin etkisi altında olan ve fizikteki keşiflerden sübjektivist sonuçlar çıkartan fizikçiler, bilimin böylesi bir metodolojik temel üzerinde gelişmesinin olanaksız olduğunu çoğu kez fark etmektedirler. Bu nedenle bizzat kendileri, bulundukları çıkmazdan çıkış yollarını aramaktadırlar. Bilimle gericiliği özellikle şu yöntemle uzlaştırma girişimleri bu arada yaygınlık kazanıyor: Bilim iki kışıma bölünüyor; bir teorik kısıma (metafizik denilen) ve bir de pratik, uygulama kısmına (“aklıselim” denilen).
Fiziğin; pratik, uygulama kısmının sözüm ona “bugüne dek olmadığı kadar zaferler kutladığı” söylenirken; metafizik, yani teorik kısmının, kendisini “irreel, fantastik hayaller dünyasında kaybettiği” ve böylelikle her türlü güveni yitirdiği açıktan belirtilmektedir. Bu tür görüşlerle hedeflenen şey, fizikteki keşiflerden çıkartılan ve bilimle hiçbir ilgisi olmayan gerici sonuçları, gericiliğin ideolojik amaçları için muhafaza etmek ve bu idealist teorilerin bilimle ve onun keşif ve kazanımlarıyla ilişkilerini teknik alanda korumaktır. Ancak bu hokkabazlıkla kimse kandırılamaz. Bu hokkabazlık, bilimi; idealizmle, mistisizmle, dinle uzlaştıramaz. Sübjektivist körlükten kurtulmanın yolu, teorik genellemelerin bilimin pratik bulgularından ayrılması değil, tersine, ikisinin birliğidir; bu birlik ise, ancak materyalist bir temelde mümkündür.
Bilimin pratik kazanımları mümkün olmaktadır, çünkü bilim bunlara; “insanın duyumları”yla, “hayal ve imgelem dünyası”yla ulaşmamakta, aksine, bilim burada reel doğa olaylarıyla uğraşmakta, bu olayları keşfetmekte, yasalarını kavramakta ve böylelikle bunların teknik kullanımının araç ve metotlarını yaratmaktadır. Bilimin bugün içinde bulunduğu krizin karakteristik özelliği olarak beliren sübjektivist tahrifatlar, doğa bilimin tüm alanlarına uzanmaktadır. Nedensellik, zorunluluk, yasaların varlığı ve doğa yasaları hakkındaki sübjektivist görüşler, gericiliğin bilimdeki karakteristik belirtileridir.
Astronomi ve kozmogonide, gezegenlerin rastlantı sonucu oluştuğu hipotezi çeşitli varyantlarda “işleniyor”, evrenin gelişmesinde her türlü yasa inkâr ediliyor. Hararetli bir biçimde, zamanıyla Friedrich Engels tarafından çürütülen eski bir teori (“evrenin ısı yokluğu içinde ölümü” teorisi) ile “evrenin genişlemesi” teorisi propaganda ediliyor. Görelilik teorisine yaslanarak, bilimsel bakımdan tutarsızlığı yüzlerce yıl öncesinde kanıtlanmış olan Ptolemy sistemini yeniden diriltmek için uğraşılıyor. Bilimin Samanyolu’nda keşfettiği kırmızıya kayma, burjuva gökbilimcileri tarafından evrenin genişlemesi olarak yorumlanıyor ve dinci gericilik tarafından da evrenin yaratılmış olmasının “kanıtı” olarak kullanılıyor. 1952 yılında Roma’da gerçekleşen 8. Uluslararası Gökbilimcileri Kongresi esnasında, Papa, gökbilimcileri davet etti ve onların huzurunda bir konuşma yaptı. Konuşmasında, gökbilimcilerin Samanyolu’nun tayflarındaki kırmızıya kaymayı gözlemlerken, tanrının evreni yaratışına bir nevi tanık olduklarını iddia etti. Papa, burjuva ülkelerindeki fizik, astronomi ve diğer bilimlerdeki idealist kuruntulara gönderme yaparak ve bunlarla geçmişteki bilimin materyalist gelenekleri arasında bir kıyaslamada bulunarak şu “büyük iddia”yı ilan etti: “Önceki zamanların sonuçlarından farklı olarak bugünkü bilim, tanrının varlığından emindir.” Papa gerici gökbilimcilerine (sadece gerici olanları bu davete katılmıştı), “tanrısal mükemmelliğin izlerini aramayı ve bunun uyumluluğun göstergelerini tespit etme uğraşını sürdürme” çağrısını yaptı.
Papanın bu çağrısıyla bilim adamlarının uğradığı tahkir ne denli büyüktür! Bilimsel keşifleri ve teorik genellemeleriyle dinin dogmalarını yıktıkları için meydanlarda yakılan, engizisyonlarda işkence edilerek vahşice katledilen insanlar unutulmamıştır. Papa bu çağrısını Katolik cehalet taraftarlığının merkezinde, Vatikan’da yaptı; o Vatikan ki, Galilei’yi ölüme mahkûm etti, Giordano Bruno’yu canlı canlı yaktı, Kopernikus’u aforoz etti. Ancak burjuva biliminin çaptan düşüşü ve yozlaşması bilim adamlarına yönelik böylesi utanılacak bir çağrıya fırsat verebilmiştir. Fakat bilimin saflarındaki gericiler açısından, bütün bunlarda garipsenecek bir şey yoktur. Doğaldır; özellikle de Rutherford, Eddington ve Jeans gibi fizikçi ve gökbilimcilerin, Vatikan’da Papa’ya bağlı Akademi’nin hatırı sayılır üyeleri arasında yer aldıkları göz önünde tutulursa!
Astronomi ve kozmogonide içine düşülen idealist çıkmaz, yurtdışında bu bilim dallarının gelişmesini oldukça engelledi. Gerçi şu veya bu düzeyde de olsa, belirli miktarda gözlem materyali biriktirilmekte, ancak teorik genelleme açısından durum oldukça kötüdür. Yapılan araştırmalar, esasını; yasaların ve nedensel bağıntıların inkârı, rastlantı veya pervasız bir fideizm ve din erkçiliği propagandasının oluşturduğu sözüm ona bilimsel hipotezler için kanıt bulmaya endekslenmiştir. Haldane, astronomide gerek sübjektif idealist Jeans’ın, gerekse objektif idealist Eddington’un dinin dayanakları olduklarını söylerken yerden göğe kadar haklıdır. Haldane; Eddington, Jeans vd. maskesini şu saptamasıyla yüzlerinden çekip almaktadır: “Sir Jeans, tanrıya inanmanın zorunluluğunu bize anlatıyor, çünkü ona göre evren o kadar mükemmel düzenlenmiş ki, mutlaka sağduyulu bir yaratıcısı olması gerekiyor. Sir A. Eddington ise, evrenin düzeninin kendi usumuza bağlı olduğunu iddia ediyor. Her iki iddia da dine dayanak olma rolünü üstleniyor.” Bu durum, idealizmin boyunduruğuna giren bir “bilimin” kaçınılmaz olarak varacağı yeri gösteriyor.
Doğa görüngülerinin idealist yorumu olarak sübjektivizm, burjuva ülkelerindeki doğa bilimlerinin çeşitli kollarına veba gibi yayılıyor. Şu veya bu tezi bilimin bir dalından diğerine aktarmak, doğru dürüst bir metodolojiye sahip olmayan bir bilimin her zaman karakteristik bir özelliğini oluşturmuştur. Bugün bu eğilim (örneğin fiziğin bir tezini kimya dalma aktarmak ve tersi), özellikle gerici amaçlar için kullanılıyor. Maddenin kimyasal ve biyolojik hareket biçiminin objektif yasaları yerine, fizikteki sübjektivist kuruntular koyulmaya çalışılıyor. Bu amaçla, kimyada, hararetli bir biçimde ‘rezonanz’ ya da ‘mezomeri teorisi’ propaganda ediliyor. Bu “teori” kimyasal formülleri, moleküllerin kimyasal birleşmedeki gerçek yapısını yansıtmayan sıradan işaretler olarak değerlendiriyor. Fizikte nasıl hareket edildiyse burada da aynı şekilde hareket edilmektedir.
Bu sübjektivist teorinin yaratıcılarından biri olan Wieland şunu açıklıyor: “Rezonans fikri spekülatif bir fikirdir… Bu fikir, molekülün kendisinin herhangi bir iç özelliğini yansıtmıyor, aksine fizikçinin veya kimyacının kendi rahatı için uydurduğu matematik bir yöntemdir.” Evet, kimyacının kendi rahatı için uydurduğu matematik bir yöntem -işte bu “teori”nin tüm içeriği bundan ibarettir. Aslında, kimyayı sübjektivizm yoluna sokma çabası, kimya formüllerini objektif içeriğinden yoksun kılma girişimi, A. M. Butlerow’un kimyanın yapısı hakkındaki teorisini hedefliyor.
Fizik ve kimyadaki sübjektivist tahrifatlar, idealizmi savunan biyologlar için de karakteristiktir. Doğanın gelişmesinde yasaların varlığının inkarı hepsinin ortak yanıdır. Tanınmış idealist fizikçi Schrödinger, “Fizik açısından yaşam nedir?” adında bir broşür yazdı. Schrödinger bu çalışmasında, cansız doğada olduğu gibi canlı doğada da, ne nedensel bağıntıların ne de gelişme yasalarının olduğu görüşünü ileri sürüyor. Bunu derken, Weismann ve Morgan’ın metafizik ve idealist düşüncelerinden esinleniyor ve şu sonuca ulaşıyor: “Bir biyologun başarabileceği en büyük şey, tanrının varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamaktır.” Bütün mesele bundan ibaret! Kafası alabildiğine karışan Schrödinger, şimdi de biyologların kafasını karıştırıyor…
Batı Avrupalı bazı burjuva fizikçileri, biyolojinin teorilerini, mikro-fiziğin en önemli tezleriyle açıklamaya çalışıyorlar. Mikro-fiziğin, yaşamın sırlarını anlamamıza yardımcı olabileceğini düşünüyorlar. Bu sırları çözme adına, memeli hayvanlardaki fizyolojik süreçlerin mikroskobik türden olduğunu açıklıyorlar. Genleri, yaşamsal olayların bir nevi örgütleyicileri olarak açıklayabilmek için, bunu böyle iddia etmek zorundadırlar. Bu genler, “yaşamın tüm dinamizmini yönlendiriyor ve örgütlüyorlar.” Geriye galiba bir tek şunu eklemek kalıyor: Genlerin kendisi değişmez ve ölümsüzdür. (Zaten böyle de diyorlar.) Böylelikle, kendi içinde bütünlüklü olan idealist bir düşünce ortaya çıkıyor.
Franklin Young’un 1951 yılında New York’ta yayınlanan bir broşüründe doğrudan ve çok açık bir biçimde fideizm propagandası yapılıyor. Young diyor ki: “Evrim yasaları tanrı tarafınca belirlenmiştir.” Young; Weismann ve Morgan’ın postulatlarından çıkardığı bu sonuçla şu iddiayı ortaya atıyor: Canlı doğanın evrimi objektif bir süreci yansıtmıyor, tersine “… tinimizin yapısına dayanıyor olup, yönlendirici bir araştırma ilkesini teşkil ediyor.” Young’a göre, bu yönlendirici ilkenin temelini, “örnek almamız ve esinlenmemiz gereken Aquino’lu Aziz Thomas’ın tini” oluşturmaktadır. Biyolojinin yüzyıllara dayanan araştırmalar sonucunda edindiği bilgileri Young işte böyle geminin bordasından atıyor…
Weismann ve Morgan okulu kapitalist dünyanın biyolojisinde uğursuz bir rol oynadı ve hâlâ da oynuyor. Biyolojideki bu akım, fizikteki idealist akımla birlikte (ve onun gibi Machçılığın ve Kantçılığın metodolojik temeli üzerinde yükselmiş olarak), emperyalizm çağının genel ideolojik gericiliğinin bir parçasıdır. Gerek metodolojisi, gerekse amacı itibarıyla, fizikteki idealist akımla birlikte ortak olan yanı sübjektivist felsefesidir. Görüngülerin bilinemez olduğu iddiası, doğadaki gelişme yasalarının, nedenselliğin ve zorunluluğun inkârı; bütün bunlar idealist fizikçiler ile Weismann gibi biyologların ortak özelliğidir…
Fizikteki ve biyolojideki idealistlerin sübjektivist metodolojileriyle ne kadar iç içe geçmiş olduklarını, A. Beacham’ın Ekim 1952’de Amerikan “Philosophy of Science” dergisinde yayınlanan bir makalesi gösteriyor. Bu makalenin de gösterdiği gibi, fizikteki idealist tezleri biyolojiye aktarmaya dayanan gayri bilimsel eğilim, biyolojide idealizmin önünü açıyor. Nitekim Beacham, biyolojik görüngülerle birlikte psişik görüngülerin de nedensel olmadığını açıklamaya çalışıyor.
Gerici ideolojinin doğa bilimleri üzerindeki etkisinin ne denli zarar verici olduğunun diğer bir örneğini ise, Charles Darwin’in torununun 1952 yılında “Gelecek Milyon Yıl” adıyla yayınlanan broşürü sunmaktadır. Dalton Charles Darwin dedesinin muazzam bilimsel mirasını inkâr ediyor ve karamsarlığı ve yozluğu vaaz ediyor. O, yaşamın gelişme yasalarını reddediyor ve yaşamı sübjektivist bir bakış açısıyla atom içi süreçlerle kıyaslıyor. Torun, dedesinden farklı olarak, yeni bir türün ancak bir milyon yıl sonra oluşabileceğini öngören bir teoriyi savunuyor. İnsanlık. Darwin’in torununa göre, yalnızca biyolojik bir türdür! Ve bu türün ancak bir milyon yıl yaşayacağını ilan ediyor. Ona göre, toplumsal gelişmenin temelini Malthuscu “yasa” oluşturmaktadır: Zira insanlık soyu aşırı nüfustan yıkıma uğrayacaktır. İnsanlığın kurtuluşunun en önemli aracı doğum kontrolüdür. İşte söz konusu broşürün bütün içeriği bundan ibarettir. Ve kuşkusuz bu içerik, broşürün amacı konusunda da bir fikir vermektedir. Gerici Malthusculuk propagandası emperyalizme yaltaklanmanın bir ifadesidir. Emperyalizmin insanlık düşmanı emellerinin savunmasıdır. Bu emellere sözüm ona bilimsel bir meşruiyet kazandırmaktır. Aslında bu kitap, burjuva ülkelerindeki bilimin esaslı bir karışıklığın içine yuvarlandığının somut bir göstergesidir, Yurtdışının idealist biyologlarının çoğu için şaşkınlık ve umutsuzluk karakteristiktir Fransız biyologu Albert Rank, “Mercure de France” dergisinde 1951 yılında “20. yüzyıl ve biyologları” adıyla yayınlanan bir dizide, çağdaş biyologların durumunu oldukça karamsar değerlendiriyor. Rank, biyolojide belirlenmezciliğin egemenliğinden söz ediyor ve şu sonucu çıkarıyor: “Bizim kuşağımız biyolojide, … 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan deneysel ve teorik karışıklığın cezasını çekiyor.” Rank şu bir noktada haklı: Sübjektivist metodoloji ve Weismann’ın etkisi biyolojiyi gerçekten de teorik karışıklığa götürdü. Buradan çıkmanın yolu, idealizme sırt çevirmekten ve bilimdeki tek doğru metodolojiyi, yani diyalektik materyalizmi esas almaktan geçiyor. Burjuva ülkelerindeki doğa bilimleri -fizik, astronomi, kimya, biyoloji- teorik sonuçlarını sübjektivist bir metodoloji üzerine inşa ettikleri sürece, bu çıkmazdan kurtulamayacak ve araştırmacılar, aynı Rank gibi, ümitsizliğe kapılıp şöyle hayıflanacaklar: “Her şey bulanıklaşmakta, kesin bilgi kaybolmakta, tinin açıklığı kararmakta, aydınlığa doğru atılan her adım yeni bir karanlığa neden olmakta!”
Ve gerçekten de; doğa görüngülerinin sübjektivist yorumlanmasında her şey bulanıklaşıyor, tinin açıklığı, kararmak şöyle dursun baştan var olmuyor. “Aydınlığa doğru atılan her adım karanlığa” yol açıyor.
Bu sözler, yalnızca burjuva ülkelerindeki doğa bilimleri için geçerlidir. Doğayı sübjektivist bir tarzda yorumladıklarından ve doğa görüngülerindeki yasaları ve nedenselliği inkâr ettiklerinden, ışığa değil karanlığa düşüyorlar ve dolayısıyla giderek daha çok çıkmaza ve idealizme saplanıyorlar.
Lenin, bilimdeki bu gerici eğilimi ortaya çıkardı ve günümüz gericiliğinin bilime, doğa ve toplum yasalarına karşı sürdürdüğü saldırının asıl anlamı ve nedenini ortaya koydu “Günümüzü bilimsel olarak tahlil etme olanağından şüphelenmek,” diye yazıyordu Lenin, “bilimden vazgeçmek, her türlü genelleştirmeye hiçbir değer vermeme arzusunu taşımak, tarihsel gelişmenin her türlü ‘yasaları’ndan saklanmak, ağaçlardan ormanı görmemek -işte moda olan burjuva şüpheciliğin ve ölü ve uyuşturucu skolâstiğin sınıfsal anlamı budur…”
Bugünkü gerici bilim adamlarının kuruntuları, ne orijinal ne de yenidir. Bunlar, Lenin’in 40 yıl öncesinde maskesini düşürdüğü Kantçı-Machçı sübjektif idealizmin birer tekrarıdır. Örneğin sübjektif idealist Kant şöyle yazıyordu: “Yasalar, yalnızca görüngülerde var olmamakta, tersine; yasalar, görüngünün ait olduğu özne ile ilişkide var olmaktadırlar.” Mach ise şunu iddia ediyordu: “Doğa yasaları psikolojik ihtiyacımızdan doğmaktadırlar.” Machçı Charles Pearson ise yaptığı şu açıklamayla bilimi idealizmin bataklığına itti: “Aslında yasalar, insan tininin bir ürünüdür. Bu ürünün ise, insanın dışında herhangi bir anlamı bulunmamaktadır.” Machçı Poincare de şu görüşü savunuyordu: “Doğa yasaları, insanın kendi rahatlığı için yarattığı sembollerdir, birer konvansiyondur.”
Bilimin burjuva ülkelerindeki yozlaşması, bunaklığı ve ideolojik çıkmazı rastlantı değildir, tersine kaçınılmaz olguların bir ifadesidir. Bunlar; bir bütün olarak emperyalizm sisteminden, kapitalizmin genel krizinden ve sistemin bir bütün olarak çürümesinden kaynaklanmaktadırlar. Bilim ancak, doğa görüngülerinin açıklanmasında ve buradan çıkartılan teorik sonuçlarda materyalist teoriye ve diyalektik metoda dayanılması itibarıyla yozlaşmaktan korunabilir. Ancak kapitalist koşullar altında bu yol genellikle kapalıdır, zira kapitalistlere bağımlı olan bilim adamları, kapitalizmi yadsıyan bir teori ve metodu benimseyemezler. Bilimin tek tek temsilcileri, ilerici bir bilim için cesurca mücadele edenler yalnızca bu yolu tutuyorlar. Ve bunu yaparken de, kapitalizmle bağlarını koparıyor ve barışın, demokrasinin “ve sosyalizmin kampına geçiyorlar. Bu bakımdan, ünlü Fransız fizikçisi Joliot-Curie ve İngiliz bilim adamı James Bernal gibi seçkin bilginler bilime çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Engels yaklaşık yüz yıl öncesinde, doğa bilimcilerine, diyalektik düşünüş tarzı olmaksızın kaçınılmaz olarak idealist çıkmaza girileceği, mistisizm, tinselcilik ve sübjektivizme kayılacağı uyarısında bulunmuştu. Engels, diyalektiğin doğa bilim için mutlak bir gereklilik haline geleceğini açıklamıştı. Diyalektik görüşün doğruluğu, doğa bilimlerince giderek daha çok teyit edilmektedir. Nitekim doğa bilim öyle bir gelişme düzeyine ulaşmıştır ki, diyalektik genellemelerden kaçınması onun için olanaksız hale gelmiştir.
Materyalist teori ve diyalektik metot, bunlardan esinlenen doğa bilimcilerin elinde, Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkelerindeki doğa bilimlerinin gelişmesi için çok güçlü bir aracı ifade etmektedir. Sovyetler Birliği bugün bilimin tüm dallarında dünya ölçeğinde birinci sırayı alma doğrultusunda yol almaktadır. Bu çok önemli görevin yerine getirilmesi; Marksizm’in bilime girmesiyle, ondan bilimin tüm dallarında yaratıcı bir şekilde yararlanılması zorunluluğuyla, idealizm ve metafiziğe karşı mücadeleyi yürütme zorunluluğuyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Materyalist ve diyalektik bir temel üzerinde yükselen Sovyet doğa bilimi için, idealist, metafizik ve sübjektivist eğilimler yabancıdır. Kuşkusuz buradan, Sovyetler Birliği’ndeki doğa bilim üzerinde burjuva düşüncelerin etkisinin olamayacağı sonucu çıkmaz. Sovyet bilimcilerinin bir kısmı için, bilime aykırı idealist “teorilere” karşı eleştirisiz bir tutum almaları karakteristiktir. Yurtdışındaki bilimin “çok yeni” kazanırdan adı altında, Sovyet ideolojisine ve ilerici bilime yabancı olan burjuva düşünceler sık sık Sovyetler Birliği’ne sızabiliyor. Açıktır ki, bunun karşısında kaygısız ve kayıtsız olmak, uyanıklık göstermemek, doğa bilimdeki bu tahrifatlarla mücadele etmemek büyük bir hata olacaktır.
Dirac, Bohr, Heisenberg ve başka yabancı fizikçilerin “yeni teorilerinin eleştirisiz bir şekilde benimsenmesi, L. I. Mandelstamm, S. M. Rytow ve başkalarının örneğinde görebildiğimiz gibi, fizikte sübjektivist hatalara yol açtı. Burjuva ideolojisinin etkisinde kalan bir kısım Sovyet biyologu, Weismann ve Morgan’ın materyalist bilimle hiçbir ilgisi bulunmayan görüşlerini propaganda etti, hararetle övdü. Ve fizyolojideki anti-Pawlovcu sübjektivist tahrifatlar da, yabancı bilimin ve onun sübjektivizminin etkisiyle ancak açıklanabilir.
İlerici materyalist bilimin gelişimi, burjuva ideolojisinin etkisine karşı mücadeleyi sürdürme, bu ideolojinin gerici idealist özünü açığa çıkarma zorunluluğuyla yakından bağlıdır.
Temmuz 2000