Gün geçmiyor ki az çok tarih bilinci olanlara, emperyalizmin bölgedeki amaçlarını az çok fark edenlere “Bu kadar da olmaz ki” dedirten gelişmelere tanık olunmasın!
Bir gün Amerika Büyükelçisi bölgede boy gösteriyor, bölgedeki Kürt siyasi çevrelerince adeta “tuz ve ekmek”le karşılandığı duyuluyor. Ertesi gün Kürt siyasi çevrelerinin bu geziyi, “Kürt sorununun çözümüne verilmiş bir destek” olarak yorumlaması gündemi işgal ediyor. Daha ertesi güne kalmadan yabancı ülkelerin elçilerinin sömürge valisi gibi bölgede dolaşmasına ses çıkaramayan hükümetin ve onun başbakanı ya da bakanlarının, kendisini bölgeye “kurtarıcı” olarak çağıran HADEP’i, “terörden daha tehlikeli bir siyasi bölücülük”le suçlaması gündeme geliyor vs. vs.
Ve elbette bölgenin su, tarım, hayvancılık, enerji ve sanayi potansiyelinin uluslararası pazarlara dökülüp haraç mezat satışı için ortamın oluşturulması ve Kürt sorununun bölgedeki egemen güçlerin çıkarına uygun olarak çözümü de işte böyle, bir yanda cadı kazanlarının kaynatıldığı, öbür yanda Kürt milliyetçiliğinin emperyalizmin politikalarına yedeklendiği, Türk milliyetçiliğinin ABD ve bölgede faaliyet gösteren emperyalist güçlerle uyum için aşırı gayret içinde olduğu koşullarda gerçekleşiyor. Ve elbette GAP ve onun ortaya çıkardığı imkânlar, bölgeyi emperyalistler için ayrıca cazip hale getirirken Kürt sorunu üstünden politika yapanların alacakları tutumların sonuçlarının hemen ortaya çıkmasını da birlikte getirmektedir. Dahası, gelişmelerin böyle bir mecraya girmesi; sorun üstünden saflaşmaları da yenilemekte; emperyalizmle işbirliğine soyunan Kürt siyasi çevrelerinin “masumiyetleri” hızla tartışılır hale gelmektedir.
Bu nedenlerle de Kürt sorununun bugünkü boyutlarını ve sorunun çözümü için ortaya çıkan olanakların ne olduğunu ve bunlardan nasıl yararlanılacağını yeniden gündeme getirmek ve tartışmak; uygun tutum ve pozisyonu almak önem kazanmaktadır.
KÜRT SORUNU DENİLİNCE…
Bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca “Kürt sorunu” denilince, Türkiye’yi yönetenlerin değişmez tezi, “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorunu vardır,” olmuştur. Bu tez, kimi zaman Ecevit gibiler tarafından “Kürt sorunu yoktur feodalite sorunu vardır” gibi, “daha bilimsel” bir görünüşle sunulsa da; son tahlilde egemenler, bölgenin tüm sorunları gibi Kürt sorununun da “ekonomik bakımdan bölgenin kalkınmasıyla aşılacağını iddia etmişlerdir.
İşte; temeli 1937 yılında atılan ve aradan geçen 70 yıl içinde henüz meyveleri alınmaya başlayan bir proje olan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), en azından ’60’lı yıllardan beri “Ha bitti, ha bitecek”, “Bittiğinde bölgenin makûs talihi yenilecek”, “Bittiği zaman burası bir masal ülkesi kadar refah içinde olacak”, “GAP tamamlanınca, Kürt sorunu filan kalmayacak” “umudu” körüklenmiştir. Ve açıkça söylenmese de; hep, GAP’la birlikte, Kürt sorununun da kendiliğinden (varsa) çözüleceği resmi yetkililerce iddia edilmiştir. Onların “sivil sözcüleri” ve burjuva medyası ise GAP’ın Kürt sorununu da çözeceğini her platformda açıkça ilan etmekten ve bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmaktan geri durmamıştır.
Projeye bağlı barajların su tutmaya başlamasıyla birlikte “bölgenin tablosunun değiştiğine dair şovlar” düzenlenerek, medya tarafından abartılı bir propagandayla, “tenis kortlu köyler”, “sörf yapan şalvarlı ihtiyarlar” fotoğraflarıyla oluşturulan “sanal ortam”da, Kürt’ün ve bölgenin “makûs talihi”nin yenildiği abartılı bir biçimde ilan edilmiş ve PKK’nin işletmeleri ve kamu yatırımlarını hedef alan saldırılarına da paralel olarak, “Bölgenin temel sorununun Kürt sorunu değil terör sorunu” olduğu, “geri kalmışlık sorunu”nun yanına eklenmiştir.
Buna karşılık, PKK tarafından 1984’te öne çıkarılan ve giderek hemen bütün Kürt siyasi çevreleri tarafından savunulan tez ise, yöntem ve amaçlar bakımından “aynı madalyonun öteki yüzü” olarak şekillenmiştir. “Kürt sorunu”, çağın ve bölgenin koşullarından olduğu kadar, sosyal ve ekonomik köklerinden de koparılarak, anlamı, içeriği herkese göre değişen ve bu yüzden de kolayca piyasa kavramı haline gelen belirsiz bir “kimlik sorununa” indirgenmiştir. “Ekmek değil kimlik istiyoruz”, yerine göre, “Ekmek değil barış istiyoruz”a indirgenen, emperyalizmin bölgedeki amaçları, bölge ülkelerinin amaçları ve hegemonya mücadelesi, feodalizm, geri kalmışlık, aşiret yapısı vb.den bağımsız bir sorun olarak ele alınan “Kürt sorunu”, Kürt siyasi çevreleri tarafından “resmi tez”in karşısına konmuştur. Böylece “resmi tez” karşısında başka, karşıt bir tablo çiziliyor gibi olunsa da sonuçta “tersten” aynı tablonun gösterilmesi olarak kalmıştır.
Ortak paydası “kimlik tanınması”na indirgenmiş olan Kürt sorunu, aşiret yapısı ve feodal, yarı feodal toprak düzeni üstünde yükselen geleneklerin şekillendirdiği Kürt yoksullarının, emekçilerinin en zaaflı eğilimleri kışkırtılarak yürütülen bu politikanın yürümediği, aradan 15 sene geçtikten sonra görülmüştür. Dahası bölge ve dünyadaki gelişmeler; inanılmaz bir pragmatizm ve sübjektivizmle, Kürt sorununun emperyalist güçler tarafından, üstelik de PKK’nin ve öteki Kürt siyasi çevrelerinin “baskısıyla dayattıkları” biçimde kabul edildiği varsayılarak, zaman zaman ABD, zaman zaman Avrupalı devletler Kürt sorununun çözümleyicisi “Kürtlerin hamisi” olarak kabul edilmiştir.
Ama bugün, ne “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorun vardır; bu sorunu devletimiz alt edecektir” böbürlenmesiyle ortalıkta dolaşanların “resmi tezi”nin, ne de “Kürt sorunu kimlik sorunudur” diyen Kürt siyasi çevrelerinin tezinin bir geçerliliği olmadığı, gerçek temellere dayanmadığı tartışılmaz bir biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Dahası iki taraf da bugün geldikleri tutumla tezlerinin iflas ettiğini, zımnen de olsa kabul etmiş; çözümü, Amerika Büyükelçisinin himayesinde gelişecek bölge yatırımlarına, İsrail, Avrupalı ve Amerikalı tekellerin bölgeye yapacakları yatırımlara bağlamışlardır. Bu yüzden de devlet tarafı kendi, bakış açısından, “bir çakıl taşını kimseye vermemek için binlerce askerin, sivilin ölümüne göz yumduğu” toprakları, bu topraklardaki sınırsız servetleri yağmalaması için batılı emperyalistleri bölgeye çağırmaktadır. Bölgede dolaşan yabancıların bir sömürge valisi gibi davranmasını sineye çekmektedir. Yine binlerce Kürt gencini “Kürt sorununu çözmek”, “kimliğini kazanmak ve savunmak” için ölüme sürükleyenler; bugün “kültürel haklar”a indirgedikleri “Kürt sorununu ve artık aynı anlamda kullandıkları “bölgenin kalkınması” sorununu, Amerika ve Avrupalı emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına bağlamışlar, OHAL’in kaldırılmasını bile, (aşağıda göreceğiz) onlar istemediği için kaldırılmasını savunur bir hatta gerilemişlerdir.
Elbette ki bu “görüş” köklü bir eleştiri ve özeleştiriyle birlikte gelişmediği, tam tersine uğranılan başarısızlıkların “zafer”, kazanılan büyük başarıların kendilerini ulaştırdığı bir aşama olarak yorumlanması üstünden “yeni bir aşamada” sorunun yeniden değerlendirilmesi olarak ele alındığı için de; aynı platformda ama tersine dönerek; “bölgede işsizlik, geri kalmışlık, yoksulluk ortadan kalksın da nasıl kalkarsa kalksın” denilen bir uca savrulma yaşanmıştır. Yani, sınıfsız zümresiz Kürt toplumu varmış da herkesin çıkarı aynıymış; dolayısıyla izlenen politikalar da tüm Kürtler için “kurtuluş”muş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Ve Kürt siyasi çevrelerinin konularında bir hayli uzmanlaşmış teorisyen ve propagandacılarının, şimdi en önemli yoğunlaşma alanı, emperyalizmin bölgede izlediği politikalara “uyumu”, Yeni Dünya Düzeni’ne, uluslararası sermayenin “küreselleşme” politikalarına adapte olan bir ekonomik-siyasal sistemin parçası olmayı esas alan politikaların halkın da çıkarına olduğunu, hatta sadece Kürtler için değil tüm Türkiye için, tüm bölge için “en hayırlısının olduğunun mantıksal temellerine oturtulmasıdır. Ve bunu başarmak için de her yola başvurulmakta, Makyavelli’ye rahmet okutacak şark usulü bir pragmatizmin en karakteristik örnekleri sunulmaktadır.
KÜRT SİYASİ ÇEVRELERİNİN YÖNELİMİ NETLEŞİYOR
PKK başta olmak üzere hemen tüm Kürt siyasi çevreleri; 1960’h, 70’li yıllardaki “sosyalizm” ve güçlü bir anti-emperyalist rüzgâr altında biçimlenmişlerdir. Bu yüzden de politik tutumlarını ifade ederken, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm, giderek azalan bir dozda da olsa, bir biçimde kendisini açığa vurmuştur ve egemenler bu durumdan yararlanarak, gerici-feodal ideoloji etki altındaki geniş kesimleri kazanmak için; “Bunlar Marksist-Leninist, bunlar komünist” gibi iddiaları sıkça tekrarlamıştır. Kaldı ki PKK ve diğer pek çok siyasi çevre, bu tutumlarını saklamamışlar, en azından genel olarak “sosyalizmi” olumlayan bir tutum almışlardır. Bu nedenle de, zaman zaman şu, zaman zaman öteki emperyaliste övgüler dizen politik tutum alsalar da; en azından propaganda düzeyinde emperyalizme karşı oldukları gibi bir imaj, Türkiye kökenli Kürt siyasi çevreleri için olagelmiştir. Nitekim ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler, uzunca bir zaman PKK’nin anti-emperyalist, sosyalist bir karakterde olmasından kuşku duymuş, ona şüpheyle yaklaşmışlardır.
Ancak son 10 yılda, “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” politikalarının giderek dünyadaki eski sol ve sosyalist çevreler üstünde etkisinin artmasıyla, Kürt siyasi çevreleri kendileri için olumlu sayılabilecek bu en iyi yönlerini kaybettikleri gibi, bunun yerine emperyalist ülkelerin ve bölge gericilikleri arasındaki çatışmadan “yararlanma” diye niteledikleri bir emperyalizme ve bölge gericiliklerine teslimiyet çizgisine yönelmişlerdir. Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki savunması, bu politikaya yönelişin açık bir itirafı mahiyetindedir ve “savunma”, Yeni Dünya Düzeni’ne ve küreselleşmeye ideolojik ve politik “katkı” sayılacak “tespitler” ve “öneriler” demeti olarak biçimlenmiştir. “Demokratik cumhuriyet” tezi işte böyle; Yeni Dünya Düzeni’ne uyumlu, küreselleşen kapitalizme entegre olmuş bir “cumhuriyet” formülasyonu olarak öne sürülmüş olup; öne sürüldüğü günden bugüne yapılan girişimlerle de, “demokratik” yönüyle ilgili bir gelişme olmasa da, emperyalizmin dünya hegemonyasına uyumlu “cumhuriyet” yönü daha da geliştirilmiştir.
Öcalan, İmralı’dan basına gönderdiği son mektubunda, “sosyalizmi savunmaktan söz etmektedir, ama emperyalizm ve bölge gericiliklerinin Kürt sorunu üstünden bölge egemenliği için çatışmalarına ve burada onların politikalarını çıkmaza sokacak bir politik hattı benimsemekten, anti-emperyalizmden, anti-emperyalizmin savunulmasından hiç söz etmemektedir. Dahası Öcalan, Rusya, Yunanistan, İtalya gibi ülkeleri, kendisine komplo kurmak ve kendisini Türkiye’ye karşı kullanmaya çalışmakla suçlayarak, Türkiye’yi yönetenlerin politikalarıyla uzlaşmak istediğini açıkça belli etmektedir. Dahası kendisinin yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde başrolü oynayan ve bölgedeki en etkin güçler olan ABD ve İsrail’e ses çıkarmamaya, tersine onlarla uyumlu davranmaya özen göstereceği “mesajını” vermektedir.
Eğer sorun salt “mesaj” olarak kalsaydı; hâlâ tartışılabilir, “Acaba emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmada politikaya yeni bir katkı mı yapılıyor” diye düşünülebilirdi; ama gerek sorunun geldiği aşama gerekse, emperyalistlerin bölgeye müdahalede kat ettikleri mesafe ve ihtiyaçları, sorunu bir “imaj” bir “tartışma” konusu olmaktan çıkarmış; “Emperyalistlerden yana ve onların bölgedeki dayanağı mı yoksa onlara karşı ve işçi sınıfının, halkın, bölge halklarının anti-emperyalist bir yönelişe girmelerinin yandaşı mı olmak istiyorsun?” tercihini yapmayı dayatmıştır.
Amerika Büyükelçisi Mark Parris’in Mayıs 2000 sonunda GAP ye kimi doğu illerini kapsayan bölge gezisi, belki yığınla sayfada anlatılamayacak gerçekleri herkes için anlaşılır bir biçimde ortaya çıkarmıştır.
ABD Büyükelçisi Mark Parris ve Amerikalı “iş adamaları”nın bölgeye ilgileri yıllardır biliniyordu. Örneğin sadece 1999’da, Amerikan Büyükelçisi’nin “himayeleri”nde, “Amerikalı işadamları” ve Büyükelçilik “görevlileri”nden (Siz bunları CIA ve FBI ajanları ve uzmanları olarak anlayın) oluşan heyetler, bölgeye, 13 adet gezi düzenlemişlerdir. Bu gezilerde hem bölgedeki yerel yöneticiler, dernek ve oda yöneticileriyle ilişkiler geliştirilmiş hem de bölgenin ekonomik potansiyeli çıplak gözle görülüp, bölgeye uygun projeler geliştirilmesine yönelinmiştir.
Sadece Amerikalılar değil, İsrail, İngiltere, Fransa gibi bölgede çıkar ve egemenlik peşinde koşan ülkelerin de, Amerikalılar kadar açıkça olmasa da, bölgedeki ekonomik potansiyelden pay almak ve bölgenin stratejik konumundan yararlanmak istedikleri herkesin malumudur. Ve İsrail başta olmak üzere pek çok kapitalist ülkenin tarım ve gıda firmalarının doğrudan ya da yerli işbirlikçileri aracılığı ile bölgeden toprak kiralamaya yöneldikleri hatta bazılarının seralar kurup işletmeye başlattıkları da herkesin bildiği bir gerçektir artık.
İşte Amerika Büyükelçisi’nin son “GAP seferi”, bu ortamda gerçekleşmiştir. Bu yüzden de, gerek Büyükelçi Mark Parris, gerek Kürt siyasi çevreleri, gerekse bölgedeki ticaret erbabı ve yerel yöneticiler yüzlerindeki örtüyü atarak, oldukları gibi görünmüşlerdir.
Sorunun geldiği aşamada HADEP ve öteki çevrelerin tutumu da, Yeni Gündem gazetesi tarafından hiçbir örtüye sarılma ihtiyacı duyulmadan yansıtıldı. Bu nedenle de Mark Parris’in bölgede dolaştığı o günlerde, bölgenin imkânlarının nasıl pazarlanmaya çalışıldığını Yeni Gündem’den izlemek çeşitli spekülasyonlara son verici mahiyettedir.
‘KÜRT TANZİMATÇILIĞI’NDA BİR AŞAMA YA DA ‘YENİ KURTARICI’ MARK PARRİS!
Yeni Gündem’in 27 Mayıs 2000 tarihli 1. Sayısı’nın “etek manşeti”, Ecevit’in bölgeye geleceğini duyuruyor: “Başbakan Ecevit Haziranda Bölgede” başlığı ile verilen haber, “Başbakan Bülent Ecevit, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Kutbettin Arzu başkanlığındaki 19 ilden 40 kişilik işadamı heyetini dün makamında kabul etti. İşadamları yarım saat süren görüşmede, başta köye dönüş olmak üzere bölgenin sorunlarını aktardılar. Ecevit kendisini davet eden iş adamalarına haziran ayında bölgeye geleceğini söyledi…” diye sürüp gidiyor.
Aradan üç gün geçiyor; bu sefer Yeni Gündem’in başlığı; “ABD Erken Davrandı” biçiminde. Gazete, ABD Büyükelçisi Mark Parris’in bölgeye geldiğini böyle haber veriyor ve Ecevit’ten önce davrandığını da belirterek, Ecevit’e hem sitem gönderiyor hem de; “Haydi elini çabuk tut” demeye gelen, “müşteri kızıştırma” üslubunu öne çıkarıyor. Yeni Gündem’in haberine göre, Mark Parris, gezisinin ilk durağı olan Van’da yaptığı açıklamada, “amaçlarının yatırım yapmak ve bölgenin ekonomik durumunu anlamak olduğunu ” söylüyor.
“Mark Parris bölgedeki ekonomik ve siyasi havayı tetkik etmeye başladı” flaşıyla verilen bu haberin çeşitli yönleriyle ilgili olarak 30 Mayıs 2000 tarihli Yeni Gündem’de şunlar belirtiliyor:
“Van Ticaret ve Sanayi Odası tarafından düzenlenen öğle yemeğinde konuşan Parris, bölgenin hidroelektrik potansiyelinin ABD’nin enerji şirketlerini çektiğini ve Hakkâri’de yeni bir hidroelektrik barajın tasarım çalışmalarının hazırlandığını söyledi.”
“Büyükelçi Parris ve beraberindeki heyet, Van Belediye Başkanı Sahabettin Özaslaner ise; burada yaptığı konuşmada, ‘Bölgesel kalkınmanın olabilmesi için ABD’nin hangi alanlarda katkılarının olacağını görüşeceğiz’ diye konuştu.”
“GÜNSİAD (Güneydoğu Sanayiciler ve İşadamları Derneği) Başkanı Bedrettin Karaboğa, Türkiye ile ABD arasındaki ticaret bağlantılarının geliştirilmesi ve ABD kuruluşlarının bilgilendirilmesi amacıyla ortak büro açılmasının kararlaştırıldığını belirterek, büronun kuruluşuyla ilgili protokolün 1 Haziran 2000 tarihinde Şırnak’ta Mark Parris’in de katılacağı bir törenle imzalanacağını söyledi.”
Ve nihayet Yeni Gündemciler bir adım daha atıp haykırıyor: “ABD sermayesi enerji ve hayvancılıkta yatırım yapmak istiyor; OHAL sermayeye engel!”
Ve devam ediyor Yeni Gündem; Parris, “Bugün yeniden bölgeyle ilgilenmek için yeterli sebep var. Bölgedeki petrol, gaz ve diğer doğal kaynakların araştırılması gerekiyor” diye buyurmuş!
Bu haberin spotları da şöyle kurulmuş:
“Van ve Hakkâri’den sonra Şırnak’ta incelemelerini sürdüren ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Parris, ABD sermayesinin ilgisini çeken yatırım alanları olduğunu, ancak yatırımın yapılması için OHAL uygulamasının kalkması gerektiğini söyledi.”
“Özellikle ABD’li sığır yetiştiricileri ve enerji sektörü yatırımcılarının bölgeyi potansiyel alan olarak gördüklerini kaydeden Büyükelçi Parris, çatışmasız ortamın devam etmesinin gerektiğine işaret ederek ‘İlgilenmek için yeterli sebep var’ dedi.”
Bu uzun aktarmalardan da anlaşılacağı gibi, Yeni Gündem ve bölgedeki “işadamları” ve yerel yöneticiler; “Kürt sorununun bölgedeki yatırımlarla çözüleceği” biçimindeki eski “devlet tezi”ne dönmüş bulunuyorlar. Üstelik bu dönüş, yatırımı yapanın kimliğine de bakmıyor. Ecevit’i büyük bir hevesle bölgeye çağırıyor, devletin bölgedeki “iş adamları”na yardım etmesini istiyor, ama ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin bölgeye Ecevit’ten önce gelmesini de ayrı bir sevinçle karşılıyorlar. Aralarında rekabet yaratmak için de, “Amerika hükümetten erken davrandı” diye hükümete sitemde bulunuyorlar, ABD’ye hoşnutluk ifade ediyorlar.
Çok açık ki, bu haberleri hazırlayanlarda, bu haber içinde yer alan “işadamı” ve yerel yöneticilerde, ne anti-emperyalist bir bilinç ve bu bilincin ifadesi olan bir tutum, ne de Kürt yoksullarına, Kürt işçi ve emekçilerine bu girişimlerin ne getireceği konusunda bir endişe söz konusudur. Kürt burjuvalar ve toprak ağaları için yeni imkânlar, onların zenginleşmesi için işbirliği yapacakları yeni yabancı sermaye odakları ve hükümet desteğinin ortaya çıkması yeterli sayılmaktadır. Başka bir söyleyişle, antiemperyalist bilinç gibi sınıfsal kaygılar da tümüyle bir yana atılmış, “Barış olsun da nasıl olursa olsun” biçimindeki sınıflar-dışı formülasyon, “Bölgeye yatırım olsun da kim yaparsa yapsın hangi koşullarda yapılırsa yapılsın”la tamamlanmak istenmektedir.
Aslına bakılırsa PKK, HADEP gibi çevreler de dâhil, Kürt siyasi çevrelerinin temel handikabı baştan beri de bu olmuştur. “Kürt’lerden söz edilince hep, bir zamanların Kemalistlerinin “Türk” için yaptığı formülasyonun ifadesi olan klişe ile karşılaştırılabilecek, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle” (“hain” denilen kendilerine biat etmeyen kişiler dışında) varsayılmış, birinin çıkarı hepsinin çıkarı gibi gösterilmek istenmiştir. Dolayısıyla bu anlayış, emperyalizm ve bölge gericiliği ile bütünleşme eğilimindeki ve bundan çıkar sağlayacak kesimlerin çıkarları da tüm Kürt emekçilerinin de çıkarı olarak yorumlanıp, anti-emperyalist, hatta anti-feodal tutumlardan kaçınılmıştır. Bugünün koşullarında bu tutum Amerikan Elçisi ve Amerikan tekellerinin, yabancı ülkelerin firmalarının bölgedeki yatırım ve faaliyetleri, bölgenin tek kurtuluşu olarak görülecek aşamaya kadar “ilerlemiş”tir.
Yeni Gündem’in bırakalım, ABD Elçisi ve işadamlarına övgü sözlerini, haber veriş tarzı ve haberde kullandığı üslup bile, “Kürt Tanzimatçılığı”nın Osmanlı Tanzimatçılarından (Osmanlı Tanzimatçılarının günümüzdeki sürdürücülerinin elbette 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki Tanzimatçılar kadar masum görülecek bir yanları yoktur. Tersine bunlar emperyalizmin en sinsi yandaşları olarak faaliyet sürdürmektedir) çok daha ileri düzeyde bir yabancı hayranlığı, emperyalizmle bütünleşme hevesine kapıldıklarını göstermektedir.
BUGÜN ACİL OLAN ANTİ-EMPERYALİST TEMELDE BİR MÜCADELE PROGRAMINDA BİRLEŞMEKTİR
Yeni Gündem’in haberlerinden de anlaşılacağı gibi bölgedeki ticaret ve sanayi odaları ile yerel yöneticileri bu “yeni Tanzimatçılığın” sınıfsal dayanağı olarak rol oynuyorlar. “Bölgeye yatırım”, “İşsizlik ve yoksulluğa son verilmesi” gerekçesi arkasında ABD ve elbette ki öteki emperyalistleri de bölgeye davet ediyorlar. Ama bununla da kalmıyor çabalar. Bölgedeki “Demokrasi Platformu” adı altında yürütülen çabalar da “demokratik cumhuriyetsin yerel dayanakları, emekçi sınıfların emperyalist-sömürgeci politikaların yedeğine alınmasının araçları olarak kullanılmaya yönelinmiş bulunuluyor. Örneğin Diyarbakır’da sadece kitle örgütü ve sendika şubeleri bir araya getirilerek oluşturulan “Demokrasi Platformu”, diğer illerde partilerin de katılımıyla gerçekleştiriliyor. Yani işlerine nasıl gelirse öyle bir bileşimle oluşturulma keyfiliğine karşın, bu platformların emperyalizmle uzlaşmanın araçları olarak kullanılması elbette ki kabul edilemez. Hele sendikalar ve değişik türden işçi ve emekçilerin az çok kitlesel karakterdeki örgütlerinin, Parris’lerin, öteki emperyalizm temsilcilerinin, patronların ve patron örgütlerinin temsilcilerinin karşılayıcısı ve şakşakçısı yapılması, hiçbir mazeretle örtülemez.
Elbette ki, kitle örgütleri, sendikalar ya da çeşitli partilerin oluşturabileceği “demokrasi platformları” bir işlev görebilir, ancak bölgenin koşulları ve Kürt sorununun bugün kazanmış olduğu kritik özellikler göz önüne alındığında, bu platformların;
a) Kürt sorununun halkların kardeşliği ve eşitliği temelinde çözümü, dil ve kültür üstündeki baskılara son verilmesi,
b) Bölgeye emperyalist güçlerin müdahalesinin önlenmesi, kararlı ve tutarlı bir anti-emperyalizmin bu platformun temeline konması,
c) OHAL’in kaldırılması, kayıp ve faili meçhuller ile bölgede yasadışı faaliyete katılan görevlilerin ortaya çıkarılması ve cezalandırılması, bölgede sendikal örgütlenmenin ve çeşitli türden kitle örgütlenmelerinin kurulup gelişmesinin engellenmesine son verilmesi,
d) GAP’ın yarattığı ve yaratacağı imkânlardan uluslararası gıda ve tarım tekellerinin, emperyalistlerin değil yoksul Kürt köylülerinin, emekçilerin yararlanması için gereken önlemlerin alınması, bölgede yapılacak bir toprak reformu ile topraksız köylülere toprak dağıtılması,
e) İşsizliğe son vermek için tarım ve sanayiye yatırım için bütçeden yeterli miktarda ödenek ayrılması,
f) Özelleştirmeye son verilmesi ve KİT’ler ve hizmet kurumlarında tam kapasite çalışma için personel istihdamı ve finansman sağlanması; Et-Balık, Yem Sanayi, Çimento Sanayi, Zirai Donatım Kurumu, Sümerbank, Tekel, Şeker Fabrikaları, TEAŞ, TEDAŞ ve Telekom gibi hizmet kurumlarının aktivitesinin artırılması, bölgede savaş sürecinde tahrip edilen hizmet kurumlarının yeniden organizasyonu için gerekli imkânların hazırlanması,
g) Tahrip edilen eğitim ve sağlık hizmetlerin parasız ve tüm halka hizmet edecek biçimde yeniden düzenlenmesi,
h) Bölgede işsizliğin ortadan kaldırılması, tarım ve sanayinin gelişmesi için kooperatifçiliğin desteklenip yaygınlaştırılması, tarım ve sanayi projelerinin hayata geçirilmesi amacıyla ticaret ve sanayi odaları ile kooperatiflerin bu faaliyete aktif katılımı için gereken önlemlerin alınması; sınır ticaretinin bürokrasi ve bölgedeki ağaların denetiminden kurtarılıp halkın yararlanacağı biçimde yeniden düzenlenmesi,
i) Bölgedeki Devlet Üretme Çiftliklerinin araştırma geliştirme merkezleri, hibrit tohum yetiştirilmesi ve hayvancılığın ıslahı merkezleri olarak yeniden organize edilmesi,
j) Yerel yönetimlerin inisiyatifinin artırılması ve yerel yönetim hizmetlerinin büyüyen kentlerin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde merkezi bütçeden desteklenmesi, gelirlerini artırıcı önlemlerin alınması,
k) Savaş sırasında köylerinden, mezralarından sürülmüş köylülerin zararlarının tazmin edilmesi ve köylerine güven içinde dönmelerinin sağlanması,
l) Genel sağlık ve eğitimin gereği gibi yapılması amacıyla her önlemin alınması için mücadele edilmesi…
Gibi talepler etrafında oluşturulacak yerel platformlar elbette bölgede son derece önemli bir işleve sahip olabilir. Ancak böylesi antiemperyalist, demokratik ve emek karakterli bir platformla emekçiler birleşip, gericiliğin ve emperyalizmin karşısına çıkabilir. O zaman Mark Parris gibiler gelip bölgede, “galip komutan” gibi dolaşamaz, ancak o zaman bu platformlar bir işleve sahip olabilir. Ve böyle bir program etrafında oluşturulacak illerdeki “demokrasi platformları” çok daha kapsayıcı olur. Bu yüzden de platformun ne olacağı esastır. Böyle bir program ilan edildikten sonra, hiçbir sınırlama konmadan, bütün diğer partiler de dâhil herkes, illerdeki yerel “demokrasi platformları”na (adı başka bir şey de olabilir) çağrılabilir.
Ancak yukarıda Yeni Gündem’de ortaya konulan ABD büyükelçilerinin himayesinde bir bölge kalkınma projesi, emperyalist politikalarla uyumlu bir “çözüm”; OHAL’in kalkmasını bile ABD sermayesinin bölgeye gelmesine bağlayan bir Tanzimatçı anlayışla “Kürt sorununun çözümü” ancak, çözümsüzlük ve kaosun derinleşmesi olur. Bu tutuma, antiemperyalist mücadelenin temposunun yüksek olduğu yıllarda, “emperyalizmin işbirlikçiliği” denirdi. Bu tutumda ısrar edenler, bugün de bu adlandırmayı hak ederler
Dahası bu anlayışın sahipleri, sadece “bölgede” değil ülkenin bütününde de, emperyalizmle uzlaşmayı esas alan bir programı dayatıp, değişik siyasi çevreleri böyle bir tutum etrafında birleştirmek için her yola başvuruyorlar. Örneğin KESK gibi bir emekçi örgütünde bile; “Demokrat cumhuriyet programına karşı olanlarla ittifak yapmayacağız” diyerek bunu basın yoluyla ilan ediyorlar. Ve böylece de anti-emperyalizmle aralarına çizgi çekmek için, sendikalar içinde bölünme yaratmaktan bile geri durmuyorlar.
BÖLGENİN İMKÂNLARI, BÖLGENİN FELAKETİ DE OLABİLİR, KURTULUŞU DA!
Ülkelerin doğal kaynakları, bütün bir sınıflı toplumlar çağında, bu kaynakları koruyamayan halklar ve ülkeler için kendi felaketleri olmuştur.
Özellikle kapitalizm çağında bütün dünyanın servetlerini ana kapitalist ülkelere, metropollere taşıyan gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalizm, çağı ve dünyanın yeniden paylaşılması sürecinde; zengin kaynaklara sahip ülkeleri; yağmanın hedefi yaptıkları gibi aynı zamanda çatışma alanı yapmış, bu ülkelerin bölünüp parçalanması iç kargaşalara sürüklenmesi için her olanağı kullanmışlardır. Afrika, Ortadoğu ülkeleri, Latin Amerika ülkelerinin son 200 yıl içinde içine sürüklendikleri kanlı kavgalar ve kaos, emperyalizmin dünya hegemonyası mücadelesinde bu ülkelere düşen paydır. Bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerinin kaymağı ise, bu ülkeleri kaosa sürükleyen ülkeler tarafından yenmiştir.
Son yüzyıl içinde petrolün temel enerji kaynakları içinde öne fırlamasıyla, sınırlan emperyalistlerin çıkarlarına göre çizilmiş, Ortadoğu’nun “çöl ülkeleri”, tarihte olmadığı kadar önem kazanmıştır. Bu ülkelerin her birinin patron varlıkları en zengin ülkelerin gelirleriyle ölçülür. Ama ulusal gelir dağılımı bakımından bu ülkeler sınıflar arasındaki uçurumun en büyük olduğu ülkelerdir. Ve yine bu ülkeler, yoksulluk sıralamasında da inanılmaz derecede aşağı bir sıradadırlar. Dahası bu ülkelerin başları beladan kurtulamaz. Kimi askeri darbeler kimisi aşiret ve kavim çatışmaları, kimisi komşularıyla olan kronik sanal anlaşmazlıkların girdabındadır. İran, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Nijerya, Orta Afrika ülkeleri; Liberya, Cezayir, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi yeni Orta Asya ülkeleri; bu toprakları altındaki sınırsız petrol ve doğalgaz varlığının başlarına bela olan ülkelerdir. Eğer petrol yatakları olmasaydı Irak herhalde bugünkü gibi emperyalizmin bölgedeki baş problemlerinden birisi olarak görülüp, sürekli hedefte tutulmazdı. Ya da İran eğer petrol ülkesi olmasaydı; muhtemelen emperyalizm tarafından bu ölçüde hedefe konmazdı. Ya da Afrika; zengin altın ve elmas yatakları, tropikal bitkiler bakımından zengin olmasaydı, böylesi soyulup soğana çevrilemezdi.
Son 100 yılın en temel enerji kaynağının petrol olması, petrol rezervleri büyük ama bu servete kendisi sahip olamayan ülkeleri, emperyalist ülkelerin çatışma ve hegemonya mücadelesinin odağı, petrol ve doğalgaz bakımından zengin ama yoksul ve geri ülkeler olarak biçimlendirmiştir.
Ancak, bugün çevre kirlenmesinin boyutları ve dünya nüfusunun artışı ve tarıma elverişli toprakların ve tatlı su kaynaklarının hızla azaldığı bir dünyada kuşkusuz ki, önümüzdeki yılların en önemli kara parçaları, tarıma elverişli topraklar ve temiz tatlı su kaynaklarına sahip bölgeler olacaktır. İşte GAP’ın, bölge ve dünya politikası bakımından önemi de buradan gelmektedir. Çünkü GAP, dünyanın bakir kalmış az sayıda tarım alanlarından birisi olduğu kadar, bölgedeki en geniş tatlı su kaynaklarına sahip bölgesidir. Su sorunu daha şimdiden Suriye ve Irak’ın yanı sıra tüm Arap dünyası ile Türkiye’nin bir sorunu olduğu kadar, İsrail’in de bir taraf olarak katılmasıyla “GAP bölgesinin tatlı suyunun paylaşımı” şimdiden bir bölge sorunu olarak sivrilmektedir. Nehirlerin hidroelektrik potansiyeli ve bölgenin hidroelektrik santralleri kurmaya elverişli jeolojisi düşünüldüğünde “temiz enerji” için de bölgenin bir seçenek olduğu apaçık görülmektedir. ABD Büyükelçisi Mark Parris’in sıkça “enerji yatırımlarına Amerikalı elektrik firmalarının ilgi duyduğuna” dikkat çekmesinin nedeni bölgenin bu özelliğidir.
Yine bölge; Kerkük-Ceyhan, Bakû-Ceyhan petrol boru hatlarının geçiş noktası olarak Orta Asya ve Kafkas petrol ve doğalgazını Avrupa’ya taşıyacağı düşünülen “güvenlik bölgesi”nin en önemli bölümüdür. Bu yüzden de bölge, petrol ve doğalgaz nakli bakımından da stratejik bir öneme sahiptir.
Bakir ve verimli ovalara bitişik yaylalar ve doğal ortamda hayvancılığa elverişli otlaklar ise, kuşkusuz bütün hayvan yetiştirici uluslararası tekellerin ağzını sulandıracak bir imkândır. Mark Parris de buna işaret etmektedir.
Öte yandan bölgenin sınırsız tarım potansiyeli, bölge ikliminin ılımanlığı ve her mevsim tarıma elverişli olması, yılda birkaç kez, hem de doğal ortamda ürün alınma imkânı uluslararası tarım ve gıda tekelleri için bulunmazdır.
Ortadoğu’dan Çin’e kadar geniş bir pazara hitap etme imkânı sunan bölgenin konumu, elbette ki önümüzdeki birkaç yıl içinde bölgeyi bütün uluslararası tekellerin ve başlıca emperyalist ülkelerin pay kapma alanı haline getirecektir. Çünkü tablo gerçekten iştah kabartıcıdır.
Ancak bölge halkı binlerce yıldır bu kurak topraklarda bir ekip iki alan yoksul köylüler, akan nehirleri sadece seyredebilen yoksul marabalar ve ırgatlar, GAP’la birlikte makûs talihlerinin değişeceğini, bire iki veren topraklarının bire 20, bire 100 vereceğini ummakta, bu hayalle beklemekte, pek çok çileye de böyle bir “umut” için katlanmaktadır. Ancak, gerek “GAP tamamlanınca bütün çileniz bitecek,” diyen hükümet ve öteki resmi politika merkezleri, gerekse halka daha “yakın” görünen, “Barış gelince tüm sıkıntılar bitecek” diyen Kürt siyasi çevreleri şimdi dönüp ABD’ye, uluslararası tekellere “Gelin bu dünyanın en verimli topraklarını, meralarını, yaylalarını, ırmaklarını kullanın, bölgeye yatırım yapın ki; bizimkiler de işsiz kalmasın, kaymağı siz yiyin, bizimkilere de kırıntı düşerse ne âlâ!” demekle sınırlı bir politikayı benimsemişlerdir.
Bu halka karşı emperyalizme taşeronluk tutumu öylesine cilalı bir paket içinde sunulmaktadır ki, Amerikalılar gelirse ne OHAL, ne baskı, ne de işsizlik ve yoksulluk kalacağı yabancılar ve yerli büyük patronlar, bölgeye yatırım yaparken, aynı zamanda bölge halkını da kalkındıracağı, (Sanki bunun dünyada tek bir örneği varmış gibi) onları refaha gark edecekleri propaganda edilmektedir.
Bu yanılgının deşifre edilmesi, aslında bölgenin imkânlarının yağmalanması için bir uluslararası sefer hazırlandığı gerçeğinin ortaya konması (Emperyalistler bölgede işlerini bitirdiğinde, halk bugünkünden çok daha sefalet içinde üstelik gelecek umudunu ve doğal zenginliklerini yitirmiş olarak kalacak) bölgedeki anti-emperyalist mücadele için de, Kürt sorununun gerçek bir çözümü için de hayati öneme sahiptir.
Dahası bu gerçek ortaya konmadığı ölçüde, sadece Kürt sorununun çözümsüzlüğe itilmesi değil, aynı zamanda bölgenin yeni bir emperyalist hegemonya çatışmasına sahne olması da kaçınılmaz olacaktır. Çünkü bölgenin nimetlerinin talanı talancıların anlaşmasıyla değil, tersine birbirlerini de itip kakmasıyla, gürültülü çatışmalar eşliğinde süreceği için bölgedeki dengeler yeniden bozulacak, bölge ülkelerinin birbirini boğazlaması ve bölge halklarının birbiriyle çatışması için her tür ayrım, üstelik bu sefer çok somut maddi servetleri bölüşme adına, ortaya çıkarılıp kışkırtılacaktır.
İşte bunun içindir ki; Kürt sorunu da dâhil, bölgede sorunların çözümü, anti-emperyalist bir program temelinde ele alınmak zorundadır. Çünkü artık sadece Kürt sorunu ve Kürt olmaktan gelen sorunların çözümü için değil ama bölgenin kaynaklarının korunması ve bölgede barışın sağlanması, halkların barış içinde, kendi kaynaklarını sahiplenip az çok refah içinde bir yaşam sürmesi için de Türk ve Kürt emekçilerin, antiemperyalist, demokratik bir program etrafında birleşip ülkenin kaderine el koyması acil bir görev olarak kendini dayatmıştır. Çünkü bölgenin kaynaklarını sahiplenmemek, emperyalist talana açmak demek, bölgeyi felakete sürüklemek, emperyalizmin ateş çemberinin içine atmak demektir. Bu yüzden de süslü sözler, dramatik kahramanlık öyküleri bile emperyalizmin dümen suyuna düşmenin üstünü örtmeye yetmiyor artık.
Temmuz 2000