Kürt sorunu, GAP ve emperyalizm

Gün geçmiyor ki az çok tarih bilinci olanlara, emperyalizmin bölgedeki amaçlarını az çok fark edenlere “Bu kadar da olmaz ki” dedirten gelişmelere tanık olunmasın!
Bir gün Amerika Büyükelçisi bölgede boy gösteriyor, bölgedeki Kürt siyasi çevrelerince adeta “tuz ve ekmek”le karşılandığı duyuluyor. Ertesi gün Kürt siyasi çevrelerinin bu geziyi, “Kürt sorununun çözümüne verilmiş bir destek” olarak yorumlaması gündemi işgal ediyor. Daha ertesi güne kalmadan yabancı ülkelerin elçilerinin sömürge valisi gibi bölgede dolaşmasına ses çıkaramayan hükümetin ve onun başbakanı ya da bakanlarının, kendisini bölgeye “kurtarıcı” olarak çağıran HADEP’i, “terörden daha tehlikeli bir siyasi bölücülük”le suçlaması gündeme geliyor vs. vs.
Ve elbette bölgenin su, tarım, hayvancılık, enerji ve sanayi potansiyelinin uluslararası pazarlara dökülüp haraç mezat satışı için ortamın oluşturulması ve Kürt sorununun bölgedeki egemen güçlerin çıkarına uygun olarak çözümü de işte böyle, bir yanda cadı kazanlarının kaynatıldığı, öbür yanda Kürt milliyetçiliğinin emperyalizmin politikalarına yedeklendiği, Türk milliyetçiliğinin ABD ve bölgede faaliyet gösteren emperyalist güçlerle uyum için aşırı gayret içinde olduğu koşullarda gerçekleşiyor. Ve elbette GAP ve onun ortaya çıkardığı imkânlar, bölgeyi emperyalistler için ayrıca cazip hale getirirken Kürt sorunu üstünden politika yapanların alacakları tutumların sonuçlarının hemen ortaya çıkmasını da birlikte getirmektedir. Dahası, gelişmelerin böyle bir mecraya girmesi; sorun üstünden saflaşmaları da yenilemekte; emperyalizmle işbirliğine soyunan Kürt siyasi çevrelerinin “masumiyetleri” hızla tartışılır hale gelmektedir.
Bu nedenlerle de Kürt sorununun bugünkü boyutlarını ve sorunun çözümü için ortaya çıkan olanakların ne olduğunu ve bunlardan nasıl yararlanılacağını yeniden gündeme getirmek ve tartışmak; uygun tutum ve pozisyonu almak önem kazanmaktadır.

KÜRT SORUNU DENİLİNCE…
Bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca “Kürt sorunu” denilince, Türkiye’yi yönetenlerin değişmez tezi, “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorunu vardır,” olmuştur. Bu tez, kimi zaman Ecevit gibiler tarafından “Kürt sorunu yoktur feodalite sorunu vardır” gibi, “daha bilimsel” bir görünüşle sunulsa da; son tahlilde egemenler, bölgenin tüm sorunları gibi Kürt sorununun da “ekonomik bakımdan bölgenin kalkınmasıyla aşılacağını iddia etmişlerdir.
İşte; temeli 1937 yılında atılan ve aradan geçen 70 yıl içinde henüz meyveleri alınmaya başlayan bir proje olan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), en azından ’60’lı yıllardan beri “Ha bitti, ha bitecek”, “Bittiğinde bölgenin makûs talihi yenilecek”, “Bittiği zaman burası bir masal ülkesi kadar refah içinde olacak”, “GAP tamamlanınca, Kürt sorunu filan kalmayacak” “umudu” körüklenmiştir. Ve açıkça söylenmese de; hep, GAP’la birlikte, Kürt sorununun da kendiliğinden (varsa) çözüleceği resmi yetkililerce iddia edilmiştir. Onların “sivil sözcüleri” ve burjuva medyası ise GAP’ın Kürt sorununu da çözeceğini her platformda açıkça ilan etmekten ve bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmaktan geri durmamıştır.
Projeye bağlı barajların su tutmaya başlamasıyla birlikte “bölgenin tablosunun değiştiğine dair şovlar” düzenlenerek, medya tarafından abartılı bir propagandayla, “tenis kortlu köyler”, “sörf yapan şalvarlı ihtiyarlar” fotoğraflarıyla oluşturulan “sanal ortam”da, Kürt’ün ve bölgenin “makûs talihi”nin yenildiği abartılı bir biçimde ilan edilmiş ve PKK’nin işletmeleri ve kamu yatırımlarını hedef alan saldırılarına da paralel olarak, “Bölgenin temel sorununun Kürt sorunu değil terör sorunu” olduğu, “geri kalmışlık sorunu”nun yanına eklenmiştir.
Buna karşılık, PKK tarafından 1984’te öne çıkarılan ve giderek hemen bütün Kürt siyasi çevreleri tarafından savunulan tez ise, yöntem ve amaçlar bakımından “aynı madalyonun öteki yüzü” olarak şekillenmiştir. “Kürt sorunu”, çağın ve bölgenin koşullarından olduğu kadar, sosyal ve ekonomik köklerinden de koparılarak, anlamı, içeriği herkese göre değişen ve bu yüzden de kolayca piyasa kavramı haline gelen belirsiz bir “kimlik sorununa” indirgenmiştir. “Ekmek değil kimlik istiyoruz”, yerine göre, “Ekmek değil barış istiyoruz”a indirgenen, emperyalizmin bölgedeki amaçları, bölge ülkelerinin amaçları ve hegemonya mücadelesi, feodalizm, geri kalmışlık, aşiret yapısı vb.den bağımsız bir sorun olarak ele alınan “Kürt sorunu”, Kürt siyasi çevreleri tarafından “resmi tez”in karşısına konmuştur. Böylece “resmi tez” karşısında başka, karşıt bir tablo çiziliyor gibi olunsa da sonuçta “tersten” aynı tablonun gösterilmesi olarak kalmıştır.
Ortak paydası “kimlik tanınması”na indirgenmiş olan Kürt sorunu, aşiret yapısı ve feodal, yarı feodal toprak düzeni üstünde yükselen geleneklerin şekillendirdiği Kürt yoksullarının, emekçilerinin en zaaflı eğilimleri kışkırtılarak yürütülen bu politikanın yürümediği, aradan 15 sene geçtikten sonra görülmüştür. Dahası bölge ve dünyadaki gelişmeler; inanılmaz bir pragmatizm ve sübjektivizmle, Kürt sorununun emperyalist güçler tarafından, üstelik de PKK’nin ve öteki Kürt siyasi çevrelerinin “baskısıyla dayattıkları” biçimde kabul edildiği varsayılarak, zaman zaman ABD, zaman zaman Avrupalı devletler Kürt sorununun çözümleyicisi “Kürtlerin hamisi” olarak kabul edilmiştir.
Ama bugün, ne “Kürt sorunu yoktur, geri kalmışlık sorun vardır; bu sorunu devletimiz alt edecektir” böbürlenmesiyle ortalıkta dolaşanların “resmi tezi”nin, ne de “Kürt sorunu kimlik sorunudur” diyen Kürt siyasi çevrelerinin tezinin bir geçerliliği olmadığı, gerçek temellere dayanmadığı tartışılmaz bir biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Dahası iki taraf da bugün geldikleri tutumla tezlerinin iflas ettiğini, zımnen de olsa kabul etmiş; çözümü, Amerika Büyükelçisinin himayesinde gelişecek bölge yatırımlarına, İsrail, Avrupalı ve Amerikalı tekellerin bölgeye yapacakları yatırımlara bağlamışlardır. Bu yüzden de devlet tarafı kendi, bakış açısından, “bir çakıl taşını kimseye vermemek için binlerce askerin, sivilin ölümüne göz yumduğu” toprakları, bu topraklardaki sınırsız servetleri yağmalaması için batılı emperyalistleri bölgeye çağırmaktadır. Bölgede dolaşan yabancıların bir sömürge valisi gibi davranmasını sineye çekmektedir. Yine binlerce Kürt gencini “Kürt sorununu çözmek”, “kimliğini kazanmak ve savunmak” için ölüme sürükleyenler; bugün “kültürel haklar”a indirgedikleri “Kürt sorununu ve artık aynı anlamda kullandıkları “bölgenin kalkınması” sorununu, Amerika ve Avrupalı emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına bağlamışlar, OHAL’in kaldırılmasını bile, (aşağıda göreceğiz) onlar istemediği için kaldırılmasını savunur bir hatta gerilemişlerdir.
Elbette ki bu “görüş” köklü bir eleştiri ve özeleştiriyle birlikte gelişmediği, tam tersine uğranılan başarısızlıkların “zafer”, kazanılan büyük başarıların kendilerini ulaştırdığı bir aşama olarak yorumlanması üstünden “yeni bir aşamada” sorunun yeniden değerlendirilmesi olarak ele alındığı için de; aynı platformda ama tersine dönerek; “bölgede işsizlik, geri kalmışlık, yoksulluk ortadan kalksın da nasıl kalkarsa kalksın” denilen bir uca savrulma yaşanmıştır. Yani, sınıfsız zümresiz Kürt toplumu varmış da herkesin çıkarı aynıymış; dolayısıyla izlenen politikalar da tüm Kürtler için “kurtuluş”muş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Ve Kürt siyasi çevrelerinin konularında bir hayli uzmanlaşmış teorisyen ve propagandacılarının, şimdi en önemli yoğunlaşma alanı, emperyalizmin bölgede izlediği politikalara “uyumu”, Yeni Dünya Düzeni’ne, uluslararası sermayenin “küreselleşme” politikalarına adapte olan bir ekonomik-siyasal sistemin parçası olmayı esas alan politikaların halkın da çıkarına olduğunu, hatta sadece Kürtler için değil tüm Türkiye için, tüm bölge için “en hayırlısının olduğunun mantıksal temellerine oturtulmasıdır. Ve bunu başarmak için de her yola başvurulmakta, Makyavelli’ye rahmet okutacak şark usulü bir pragmatizmin en karakteristik örnekleri sunulmaktadır.

KÜRT SİYASİ ÇEVRELERİNİN YÖNELİMİ NETLEŞİYOR
PKK başta olmak üzere hemen tüm Kürt siyasi çevreleri; 1960’h, 70’li yıllardaki “sosyalizm” ve güçlü bir anti-emperyalist rüzgâr altında biçimlenmişlerdir. Bu yüzden de politik tutumlarını ifade ederken, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm, giderek azalan bir dozda da olsa, bir biçimde kendisini açığa vurmuştur ve egemenler bu durumdan yararlanarak, gerici-feodal ideoloji etki altındaki geniş kesimleri kazanmak için; “Bunlar Marksist-Leninist, bunlar komünist” gibi iddiaları sıkça tekrarlamıştır. Kaldı ki PKK ve diğer pek çok siyasi çevre, bu tutumlarını saklamamışlar, en azından genel olarak “sosyalizmi” olumlayan bir tutum almışlardır. Bu nedenle de, zaman zaman şu, zaman zaman öteki emperyaliste övgüler dizen politik tutum alsalar da; en azından propaganda düzeyinde emperyalizme karşı oldukları gibi bir imaj, Türkiye kökenli Kürt siyasi çevreleri için olagelmiştir. Nitekim ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler, uzunca bir zaman PKK’nin anti-emperyalist, sosyalist bir karakterde olmasından kuşku duymuş, ona şüpheyle yaklaşmışlardır.
Ancak son 10 yılda, “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” politikalarının giderek dünyadaki eski sol ve sosyalist çevreler üstünde etkisinin artmasıyla, Kürt siyasi çevreleri kendileri için olumlu sayılabilecek bu en iyi yönlerini kaybettikleri gibi, bunun yerine emperyalist ülkelerin ve bölge gericilikleri arasındaki çatışmadan “yararlanma” diye niteledikleri bir emperyalizme ve bölge gericiliklerine teslimiyet çizgisine yönelmişlerdir. Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki savunması, bu politikaya yönelişin açık bir itirafı mahiyetindedir ve “savunma”, Yeni Dünya Düzeni’ne ve küreselleşmeye ideolojik ve politik “katkı” sayılacak “tespitler” ve “öneriler” demeti olarak biçimlenmiştir. “Demokratik cumhuriyet” tezi işte böyle; Yeni Dünya Düzeni’ne uyumlu, küreselleşen kapitalizme entegre olmuş bir “cumhuriyet” formülasyonu olarak öne sürülmüş olup; öne sürüldüğü günden bugüne yapılan girişimlerle de, “demokratik” yönüyle ilgili bir gelişme olmasa da, emperyalizmin dünya hegemonyasına uyumlu “cumhuriyet” yönü daha da geliştirilmiştir.
Öcalan, İmralı’dan basına gönderdiği son mektubunda, “sosyalizmi savunmaktan söz etmektedir, ama emperyalizm ve bölge gericiliklerinin Kürt sorunu üstünden bölge egemenliği için çatışmalarına ve burada onların politikalarını çıkmaza sokacak bir politik hattı benimsemekten, anti-emperyalizmden, anti-emperyalizmin savunulmasından hiç söz etmemektedir. Dahası Öcalan, Rusya, Yunanistan, İtalya gibi ülkeleri, kendisine komplo kurmak ve kendisini Türkiye’ye karşı kullanmaya çalışmakla suçlayarak, Türkiye’yi yönetenlerin politikalarıyla uzlaşmak istediğini açıkça belli etmektedir. Dahası kendisinin yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde başrolü oynayan ve bölgedeki en etkin güçler olan ABD ve İsrail’e ses çıkarmamaya, tersine onlarla uyumlu davranmaya özen göstereceği “mesajını” vermektedir.
Eğer sorun salt “mesaj” olarak kalsaydı; hâlâ tartışılabilir, “Acaba emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmada politikaya yeni bir katkı mı yapılıyor” diye düşünülebilirdi; ama gerek sorunun geldiği aşama gerekse, emperyalistlerin bölgeye müdahalede kat ettikleri mesafe ve ihtiyaçları, sorunu bir “imaj” bir “tartışma” konusu olmaktan çıkarmış; “Emperyalistlerden yana ve onların bölgedeki dayanağı mı yoksa onlara karşı ve işçi sınıfının, halkın, bölge halklarının anti-emperyalist bir yönelişe girmelerinin yandaşı mı olmak istiyorsun?” tercihini yapmayı dayatmıştır.
Amerika Büyükelçisi Mark Parris’in Mayıs 2000 sonunda GAP ye kimi doğu illerini kapsayan bölge gezisi, belki yığınla sayfada anlatılamayacak gerçekleri herkes için anlaşılır bir biçimde ortaya çıkarmıştır.
ABD Büyükelçisi Mark Parris ve Amerikalı “iş adamaları”nın bölgeye ilgileri yıllardır biliniyordu. Örneğin sadece 1999’da, Amerikan Büyükelçisi’nin “himayeleri”nde, “Amerikalı işadamları” ve Büyükelçilik “görevlileri”nden (Siz bunları CIA ve FBI ajanları ve uzmanları olarak anlayın) oluşan heyetler, bölgeye, 13 adet gezi düzenlemişlerdir. Bu gezilerde hem bölgedeki yerel yöneticiler, dernek ve oda yöneticileriyle ilişkiler geliştirilmiş hem de bölgenin ekonomik potansiyeli çıplak gözle görülüp, bölgeye uygun projeler geliştirilmesine yönelinmiştir.
Sadece Amerikalılar değil, İsrail, İngiltere, Fransa gibi bölgede çıkar ve egemenlik peşinde koşan ülkelerin de, Amerikalılar kadar açıkça olmasa da, bölgedeki ekonomik potansiyelden pay almak ve bölgenin stratejik konumundan yararlanmak istedikleri herkesin malumudur. Ve İsrail başta olmak üzere pek çok kapitalist ülkenin tarım ve gıda firmalarının doğrudan ya da yerli işbirlikçileri aracılığı ile bölgeden toprak kiralamaya yöneldikleri hatta bazılarının seralar kurup işletmeye başlattıkları da herkesin bildiği bir gerçektir artık.
İşte Amerika Büyükelçisi’nin son “GAP seferi”, bu ortamda gerçekleşmiştir. Bu yüzden de, gerek Büyükelçi Mark Parris, gerek Kürt siyasi çevreleri, gerekse bölgedeki ticaret erbabı ve yerel yöneticiler yüzlerindeki örtüyü atarak, oldukları gibi görünmüşlerdir.
Sorunun geldiği aşamada HADEP ve öteki çevrelerin tutumu da, Yeni Gündem gazetesi tarafından hiçbir örtüye sarılma ihtiyacı duyulmadan yansıtıldı. Bu nedenle de Mark Parris’in bölgede dolaştığı o günlerde, bölgenin imkânlarının nasıl pazarlanmaya çalışıldığını Yeni Gündem’den izlemek çeşitli spekülasyonlara son verici mahiyettedir.

‘KÜRT TANZİMATÇILIĞI’NDA BİR AŞAMA YA DA ‘YENİ KURTARICI’ MARK PARRİS!
Yeni Gündem’in 27 Mayıs 2000 tarihli 1. Sayısı’nın “etek manşeti”, Ecevit’in bölgeye geleceğini duyuruyor: “Başbakan Ecevit Haziranda Bölgede” başlığı ile verilen haber, “Başbakan Bülent Ecevit, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Kutbettin Arzu başkanlığındaki 19 ilden 40 kişilik işadamı heyetini dün makamında kabul etti. İşadamları yarım saat süren görüşmede, başta köye dönüş olmak üzere bölgenin sorunlarını aktardılar. Ecevit kendisini davet eden iş adamalarına haziran ayında bölgeye geleceğini söyledi…” diye sürüp gidiyor.
Aradan üç gün geçiyor; bu sefer Yeni Gündem’in başlığı; “ABD Erken Davrandı” biçiminde. Gazete, ABD Büyükelçisi Mark Parris’in bölgeye geldiğini böyle haber veriyor ve Ecevit’ten önce davrandığını da belirterek, Ecevit’e hem sitem gönderiyor hem de; “Haydi elini çabuk tut” demeye gelen, “müşteri kızıştırma” üslubunu öne çıkarıyor. Yeni Gündem’in haberine göre, Mark Parris, gezisinin ilk durağı olan Van’da yaptığı açıklamada, “amaçlarının yatırım yapmak ve bölgenin ekonomik durumunu anlamak olduğunu ” söylüyor.
“Mark Parris bölgedeki ekonomik ve siyasi havayı tetkik etmeye başladı” flaşıyla verilen bu haberin çeşitli yönleriyle ilgili olarak 30 Mayıs 2000 tarihli Yeni Gündem’de şunlar belirtiliyor:
“Van Ticaret ve Sanayi Odası tarafından düzenlenen öğle yemeğinde konuşan Parris, bölgenin hidroelektrik potansiyelinin ABD’nin enerji şirketlerini çektiğini ve Hakkâri’de yeni bir hidroelektrik barajın tasarım çalışmalarının hazırlandığını söyledi.”
“Büyükelçi Parris ve beraberindeki heyet, Van Belediye Başkanı Sahabettin Özaslaner ise; burada yaptığı konuşmada, ‘Bölgesel kalkınmanın olabilmesi için ABD’nin hangi alanlarda katkılarının olacağını görüşeceğiz’ diye konuştu.”
“GÜNSİAD (Güneydoğu Sanayiciler ve İşadamları Derneği) Başkanı Bedrettin Karaboğa, Türkiye ile ABD arasındaki ticaret bağlantılarının geliştirilmesi ve ABD kuruluşlarının bilgilendirilmesi amacıyla ortak büro açılmasının kararlaştırıldığını belirterek, büronun kuruluşuyla ilgili protokolün 1 Haziran 2000 tarihinde Şırnak’ta Mark Parris’in de katılacağı bir törenle imzalanacağını söyledi.”
Ve nihayet Yeni Gündemciler bir adım daha atıp haykırıyor: “ABD sermayesi enerji ve hayvancılıkta yatırım yapmak istiyor; OHAL sermayeye engel!”
Ve devam ediyor Yeni Gündem; Parris, “Bugün yeniden bölgeyle ilgilenmek için yeterli sebep var. Bölgedeki petrol, gaz ve diğer doğal kaynakların araştırılması gerekiyor” diye buyurmuş!
Bu haberin spotları da şöyle kurulmuş:
“Van ve Hakkâri’den sonra Şırnak’ta incelemelerini sürdüren ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Parris, ABD sermayesinin ilgisini çeken yatırım alanları olduğunu, ancak yatırımın yapılması için OHAL uygulamasının kalkması gerektiğini söyledi.”
“Özellikle ABD’li sığır yetiştiricileri ve enerji sektörü yatırımcılarının bölgeyi potansiyel alan olarak gördüklerini kaydeden Büyükelçi Parris, çatışmasız ortamın devam etmesinin gerektiğine işaret ederek ‘İlgilenmek için yeterli sebep var’ dedi.”
Bu uzun aktarmalardan da anlaşılacağı gibi, Yeni Gündem ve bölgedeki “işadamları” ve yerel yöneticiler; “Kürt sorununun bölgedeki yatırımlarla çözüleceği” biçimindeki eski “devlet tezi”ne dönmüş bulunuyorlar. Üstelik bu dönüş, yatırımı yapanın kimliğine de bakmıyor. Ecevit’i büyük bir hevesle bölgeye çağırıyor, devletin bölgedeki “iş adamları”na yardım etmesini istiyor, ama ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin bölgeye Ecevit’ten önce gelmesini de ayrı bir sevinçle karşılıyorlar. Aralarında rekabet yaratmak için de, “Amerika hükümetten erken davrandı” diye hükümete sitemde bulunuyorlar, ABD’ye hoşnutluk ifade ediyorlar.
Çok açık ki, bu haberleri hazırlayanlarda, bu haber içinde yer alan “işadamı” ve yerel yöneticilerde, ne anti-emperyalist bir bilinç ve bu bilincin ifadesi olan bir tutum, ne de Kürt yoksullarına, Kürt işçi ve emekçilerine bu girişimlerin ne getireceği konusunda bir endişe söz konusudur. Kürt burjuvalar ve toprak ağaları için yeni imkânlar, onların zenginleşmesi için işbirliği yapacakları yeni yabancı sermaye odakları ve hükümet desteğinin ortaya çıkması yeterli sayılmaktadır. Başka bir söyleyişle, antiemperyalist bilinç gibi sınıfsal kaygılar da tümüyle bir yana atılmış, “Barış olsun da nasıl olursa olsun” biçimindeki sınıflar-dışı formülasyon, “Bölgeye yatırım olsun da kim yaparsa yapsın hangi koşullarda yapılırsa yapılsın”la tamamlanmak istenmektedir.
Aslına bakılırsa PKK, HADEP gibi çevreler de dâhil, Kürt siyasi çevrelerinin temel handikabı baştan beri de bu olmuştur. “Kürt’lerden söz edilince hep, bir zamanların Kemalistlerinin “Türk” için yaptığı formülasyonun ifadesi olan klişe ile karşılaştırılabilecek, “sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle” (“hain” denilen kendilerine biat etmeyen kişiler dışında) varsayılmış, birinin çıkarı hepsinin çıkarı gibi gösterilmek istenmiştir. Dolayısıyla bu anlayış, emperyalizm ve bölge gericiliği ile bütünleşme eğilimindeki ve bundan çıkar sağlayacak kesimlerin çıkarları da tüm Kürt emekçilerinin de çıkarı olarak yorumlanıp, anti-emperyalist, hatta anti-feodal tutumlardan kaçınılmıştır. Bugünün koşullarında bu tutum Amerikan Elçisi ve Amerikan tekellerinin, yabancı ülkelerin firmalarının bölgedeki yatırım ve faaliyetleri, bölgenin tek kurtuluşu olarak görülecek aşamaya kadar “ilerlemiş”tir.
Yeni Gündem’in bırakalım, ABD Elçisi ve işadamlarına övgü sözlerini, haber veriş tarzı ve haberde kullandığı üslup bile, “Kürt Tanzimatçılığı”nın Osmanlı Tanzimatçılarından (Osmanlı Tanzimatçılarının günümüzdeki sürdürücülerinin elbette 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki Tanzimatçılar kadar masum görülecek bir yanları yoktur. Tersine bunlar emperyalizmin en sinsi yandaşları olarak faaliyet sürdürmektedir) çok daha ileri düzeyde bir yabancı hayranlığı, emperyalizmle bütünleşme hevesine kapıldıklarını göstermektedir.

BUGÜN ACİL OLAN ANTİ-EMPERYALİST TEMELDE BİR MÜCADELE PROGRAMINDA BİRLEŞMEKTİR
Yeni Gündem’in haberlerinden de anlaşılacağı gibi bölgedeki ticaret ve sanayi odaları ile yerel yöneticileri bu “yeni Tanzimatçılığın” sınıfsal dayanağı olarak rol oynuyorlar. “Bölgeye yatırım”, “İşsizlik ve yoksulluğa son verilmesi” gerekçesi arkasında ABD ve elbette ki öteki emperyalistleri de bölgeye davet ediyorlar. Ama bununla da kalmıyor çabalar. Bölgedeki “Demokrasi Platformu” adı altında yürütülen çabalar da “demokratik cumhuriyetsin yerel dayanakları, emekçi sınıfların emperyalist-sömürgeci politikaların yedeğine alınmasının araçları olarak kullanılmaya yönelinmiş bulunuluyor. Örneğin Diyarbakır’da sadece kitle örgütü ve sendika şubeleri bir araya getirilerek oluşturulan “Demokrasi Platformu”, diğer illerde partilerin de katılımıyla gerçekleştiriliyor. Yani işlerine nasıl gelirse öyle bir bileşimle oluşturulma keyfiliğine karşın, bu platformların emperyalizmle uzlaşmanın araçları olarak kullanılması elbette ki kabul edilemez. Hele sendikalar ve değişik türden işçi ve emekçilerin az çok kitlesel karakterdeki örgütlerinin, Parris’lerin, öteki emperyalizm temsilcilerinin, patronların ve patron örgütlerinin temsilcilerinin karşılayıcısı ve şakşakçısı yapılması, hiçbir mazeretle örtülemez.
Elbette ki, kitle örgütleri, sendikalar ya da çeşitli partilerin oluşturabileceği “demokrasi platformları” bir işlev görebilir, ancak bölgenin koşulları ve Kürt sorununun bugün kazanmış olduğu kritik özellikler göz önüne alındığında, bu platformların;
a) Kürt sorununun halkların kardeşliği ve eşitliği temelinde çözümü, dil ve kültür üstündeki baskılara son verilmesi,
b) Bölgeye emperyalist güçlerin müdahalesinin önlenmesi, kararlı ve tutarlı bir anti-emperyalizmin bu platformun temeline konması,
c) OHAL’in kaldırılması, kayıp ve faili meçhuller ile bölgede yasadışı faaliyete katılan görevlilerin ortaya çıkarılması ve cezalandırılması, bölgede sendikal örgütlenmenin ve çeşitli türden kitle örgütlenmelerinin kurulup gelişmesinin engellenmesine son verilmesi,
d) GAP’ın yarattığı ve yaratacağı imkânlardan uluslararası gıda ve tarım tekellerinin, emperyalistlerin değil yoksul Kürt köylülerinin, emekçilerin yararlanması için gereken önlemlerin alınması, bölgede yapılacak bir toprak reformu ile topraksız köylülere toprak dağıtılması,
e) İşsizliğe son vermek için tarım ve sanayiye yatırım için bütçeden yeterli miktarda ödenek ayrılması,
f) Özelleştirmeye son verilmesi ve KİT’ler ve hizmet kurumlarında tam kapasite çalışma için personel istihdamı ve finansman sağlanması; Et-Balık, Yem Sanayi, Çimento Sanayi, Zirai Donatım Kurumu, Sümerbank, Tekel, Şeker Fabrikaları, TEAŞ, TEDAŞ ve Telekom gibi hizmet kurumlarının aktivitesinin artırılması, bölgede savaş sürecinde tahrip edilen hizmet kurumlarının yeniden organizasyonu için gerekli imkânların hazırlanması,
g) Tahrip edilen eğitim ve sağlık hizmetlerin parasız ve tüm halka hizmet edecek biçimde yeniden düzenlenmesi,
h) Bölgede işsizliğin ortadan kaldırılması, tarım ve sanayinin gelişmesi için kooperatifçiliğin desteklenip yaygınlaştırılması, tarım ve sanayi projelerinin hayata geçirilmesi amacıyla ticaret ve sanayi odaları ile kooperatiflerin bu faaliyete aktif katılımı için gereken önlemlerin alınması; sınır ticaretinin bürokrasi ve bölgedeki ağaların denetiminden kurtarılıp halkın yararlanacağı biçimde yeniden düzenlenmesi,
i) Bölgedeki Devlet Üretme Çiftliklerinin araştırma geliştirme merkezleri, hibrit tohum yetiştirilmesi ve hayvancılığın ıslahı merkezleri olarak yeniden organize edilmesi,
j) Yerel yönetimlerin inisiyatifinin artırılması ve yerel yönetim hizmetlerinin büyüyen kentlerin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde merkezi bütçeden desteklenmesi, gelirlerini artırıcı önlemlerin alınması,
k) Savaş sırasında köylerinden, mezralarından sürülmüş köylülerin zararlarının tazmin edilmesi ve köylerine güven içinde dönmelerinin sağlanması,
l) Genel sağlık ve eğitimin gereği gibi yapılması amacıyla her önlemin alınması için mücadele edilmesi…
Gibi talepler etrafında oluşturulacak yerel platformlar elbette bölgede son derece önemli bir işleve sahip olabilir. Ancak böylesi antiemperyalist, demokratik ve emek karakterli bir platformla emekçiler birleşip, gericiliğin ve emperyalizmin karşısına çıkabilir. O zaman Mark Parris gibiler gelip bölgede, “galip komutan” gibi dolaşamaz, ancak o zaman bu platformlar bir işleve sahip olabilir. Ve böyle bir program etrafında oluşturulacak illerdeki “demokrasi platformları” çok daha kapsayıcı olur. Bu yüzden de platformun ne olacağı esastır. Böyle bir program ilan edildikten sonra, hiçbir sınırlama konmadan, bütün diğer partiler de dâhil herkes, illerdeki yerel “demokrasi platformları”na (adı başka bir şey de olabilir) çağrılabilir.
Ancak yukarıda Yeni Gündem’de ortaya konulan ABD büyükelçilerinin himayesinde bir bölge kalkınma projesi, emperyalist politikalarla uyumlu bir “çözüm”; OHAL’in kalkmasını bile ABD sermayesinin bölgeye gelmesine bağlayan bir Tanzimatçı anlayışla “Kürt sorununun çözümü” ancak, çözümsüzlük ve kaosun derinleşmesi olur. Bu tutuma, antiemperyalist mücadelenin temposunun yüksek olduğu yıllarda, “emperyalizmin işbirlikçiliği” denirdi. Bu tutumda ısrar edenler, bugün de bu adlandırmayı hak ederler
Dahası bu anlayışın sahipleri, sadece “bölgede” değil ülkenin bütününde de, emperyalizmle uzlaşmayı esas alan bir programı dayatıp, değişik siyasi çevreleri böyle bir tutum etrafında birleştirmek için her yola başvuruyorlar. Örneğin KESK gibi bir emekçi örgütünde bile; “Demokrat cumhuriyet programına karşı olanlarla ittifak yapmayacağız” diyerek bunu basın yoluyla ilan ediyorlar. Ve böylece de anti-emperyalizmle aralarına çizgi çekmek için, sendikalar içinde bölünme yaratmaktan bile geri durmuyorlar.

BÖLGENİN İMKÂNLARI, BÖLGENİN FELAKETİ DE OLABİLİR, KURTULUŞU DA!
Ülkelerin doğal kaynakları, bütün bir sınıflı toplumlar çağında, bu kaynakları koruyamayan halklar ve ülkeler için kendi felaketleri olmuştur.
Özellikle kapitalizm çağında bütün dünyanın servetlerini ana kapitalist ülkelere, metropollere taşıyan gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalizm, çağı ve dünyanın yeniden paylaşılması sürecinde; zengin kaynaklara sahip ülkeleri; yağmanın hedefi yaptıkları gibi aynı zamanda çatışma alanı yapmış, bu ülkelerin bölünüp parçalanması iç kargaşalara sürüklenmesi için her olanağı kullanmışlardır. Afrika, Ortadoğu ülkeleri, Latin Amerika ülkelerinin son 200 yıl içinde içine sürüklendikleri kanlı kavgalar ve kaos, emperyalizmin dünya hegemonyası mücadelesinde bu ülkelere düşen paydır. Bu ülkelerin yeraltı ve yerüstü servetlerinin kaymağı ise, bu ülkeleri kaosa sürükleyen ülkeler tarafından yenmiştir.
Son yüzyıl içinde petrolün temel enerji kaynakları içinde öne fırlamasıyla, sınırlan emperyalistlerin çıkarlarına göre çizilmiş, Ortadoğu’nun “çöl ülkeleri”, tarihte olmadığı kadar önem kazanmıştır. Bu ülkelerin her birinin patron varlıkları en zengin ülkelerin gelirleriyle ölçülür. Ama ulusal gelir dağılımı bakımından bu ülkeler sınıflar arasındaki uçurumun en büyük olduğu ülkelerdir. Ve yine bu ülkeler, yoksulluk sıralamasında da inanılmaz derecede aşağı bir sıradadırlar. Dahası bu ülkelerin başları beladan kurtulamaz. Kimi askeri darbeler kimisi aşiret ve kavim çatışmaları, kimisi komşularıyla olan kronik sanal anlaşmazlıkların girdabındadır. İran, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Nijerya, Orta Afrika ülkeleri; Liberya, Cezayir, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi yeni Orta Asya ülkeleri; bu toprakları altındaki sınırsız petrol ve doğalgaz varlığının başlarına bela olan ülkelerdir. Eğer petrol yatakları olmasaydı Irak herhalde bugünkü gibi emperyalizmin bölgedeki baş problemlerinden birisi olarak görülüp, sürekli hedefte tutulmazdı. Ya da İran eğer petrol ülkesi olmasaydı; muhtemelen emperyalizm tarafından bu ölçüde hedefe konmazdı. Ya da Afrika; zengin altın ve elmas yatakları, tropikal bitkiler bakımından zengin olmasaydı, böylesi soyulup soğana çevrilemezdi.
Son 100 yılın en temel enerji kaynağının petrol olması, petrol rezervleri büyük ama bu servete kendisi sahip olamayan ülkeleri, emperyalist ülkelerin çatışma ve hegemonya mücadelesinin odağı, petrol ve doğalgaz bakımından zengin ama yoksul ve geri ülkeler olarak biçimlendirmiştir.
Ancak, bugün çevre kirlenmesinin boyutları ve dünya nüfusunun artışı ve tarıma elverişli toprakların ve tatlı su kaynaklarının hızla azaldığı bir dünyada kuşkusuz ki, önümüzdeki yılların en önemli kara parçaları, tarıma elverişli topraklar ve temiz tatlı su kaynaklarına sahip bölgeler olacaktır. İşte GAP’ın, bölge ve dünya politikası bakımından önemi de buradan gelmektedir. Çünkü GAP, dünyanın bakir kalmış az sayıda tarım alanlarından birisi olduğu kadar, bölgedeki en geniş tatlı su kaynaklarına sahip bölgesidir. Su sorunu daha şimdiden Suriye ve Irak’ın yanı sıra tüm Arap dünyası ile Türkiye’nin bir sorunu olduğu kadar, İsrail’in de bir taraf olarak katılmasıyla “GAP bölgesinin tatlı suyunun paylaşımı” şimdiden bir bölge sorunu olarak sivrilmektedir. Nehirlerin hidroelektrik potansiyeli ve bölgenin hidroelektrik santralleri kurmaya elverişli jeolojisi düşünüldüğünde “temiz enerji” için de bölgenin bir seçenek olduğu apaçık görülmektedir. ABD Büyükelçisi Mark Parris’in sıkça “enerji yatırımlarına Amerikalı elektrik firmalarının ilgi duyduğuna” dikkat çekmesinin nedeni bölgenin bu özelliğidir.
Yine bölge; Kerkük-Ceyhan, Bakû-Ceyhan petrol boru hatlarının geçiş noktası olarak Orta Asya ve Kafkas petrol ve doğalgazını Avrupa’ya taşıyacağı düşünülen “güvenlik bölgesi”nin en önemli bölümüdür. Bu yüzden de bölge, petrol ve doğalgaz nakli bakımından da stratejik bir öneme sahiptir.
Bakir ve verimli ovalara bitişik yaylalar ve doğal ortamda hayvancılığa elverişli otlaklar ise, kuşkusuz bütün hayvan yetiştirici uluslararası tekellerin ağzını sulandıracak bir imkândır. Mark Parris de buna işaret etmektedir.
Öte yandan bölgenin sınırsız tarım potansiyeli, bölge ikliminin ılımanlığı ve her mevsim tarıma elverişli olması, yılda birkaç kez, hem de doğal ortamda ürün alınma imkânı uluslararası tarım ve gıda tekelleri için bulunmazdır.
Ortadoğu’dan Çin’e kadar geniş bir pazara hitap etme imkânı sunan bölgenin konumu, elbette ki önümüzdeki birkaç yıl içinde bölgeyi bütün uluslararası tekellerin ve başlıca emperyalist ülkelerin pay kapma alanı haline getirecektir. Çünkü tablo gerçekten iştah kabartıcıdır.
Ancak bölge halkı binlerce yıldır bu kurak topraklarda bir ekip iki alan yoksul köylüler, akan nehirleri sadece seyredebilen yoksul marabalar ve ırgatlar, GAP’la birlikte makûs talihlerinin değişeceğini, bire iki veren topraklarının bire 20, bire 100 vereceğini ummakta, bu hayalle beklemekte, pek çok çileye de böyle bir “umut” için katlanmaktadır. Ancak, gerek “GAP tamamlanınca bütün çileniz bitecek,” diyen hükümet ve öteki resmi politika merkezleri, gerekse halka daha “yakın” görünen, “Barış gelince tüm sıkıntılar bitecek” diyen Kürt siyasi çevreleri şimdi dönüp ABD’ye, uluslararası tekellere “Gelin bu dünyanın en verimli topraklarını, meralarını, yaylalarını, ırmaklarını kullanın, bölgeye yatırım yapın ki; bizimkiler de işsiz kalmasın, kaymağı siz yiyin, bizimkilere de kırıntı düşerse ne âlâ!” demekle sınırlı bir politikayı benimsemişlerdir.
Bu halka karşı emperyalizme taşeronluk tutumu öylesine cilalı bir paket içinde sunulmaktadır ki, Amerikalılar gelirse ne OHAL, ne baskı, ne de işsizlik ve yoksulluk kalacağı yabancılar ve yerli büyük patronlar, bölgeye yatırım yaparken, aynı zamanda bölge halkını da kalkındıracağı, (Sanki bunun dünyada tek bir örneği varmış gibi) onları refaha gark edecekleri propaganda edilmektedir.
Bu yanılgının deşifre edilmesi, aslında bölgenin imkânlarının yağmalanması için bir uluslararası sefer hazırlandığı gerçeğinin ortaya konması (Emperyalistler bölgede işlerini bitirdiğinde, halk bugünkünden çok daha sefalet içinde üstelik gelecek umudunu ve doğal zenginliklerini yitirmiş olarak kalacak) bölgedeki anti-emperyalist mücadele için de, Kürt sorununun gerçek bir çözümü için de hayati öneme sahiptir.
Dahası bu gerçek ortaya konmadığı ölçüde, sadece Kürt sorununun çözümsüzlüğe itilmesi değil, aynı zamanda bölgenin yeni bir emperyalist hegemonya çatışmasına sahne olması da kaçınılmaz olacaktır. Çünkü bölgenin nimetlerinin talanı talancıların anlaşmasıyla değil, tersine birbirlerini de itip kakmasıyla, gürültülü çatışmalar eşliğinde süreceği için bölgedeki dengeler yeniden bozulacak, bölge ülkelerinin birbirini boğazlaması ve bölge halklarının birbiriyle çatışması için her tür ayrım, üstelik bu sefer çok somut maddi servetleri bölüşme adına, ortaya çıkarılıp kışkırtılacaktır.
İşte bunun içindir ki; Kürt sorunu da dâhil, bölgede sorunların çözümü, anti-emperyalist bir program temelinde ele alınmak zorundadır. Çünkü artık sadece Kürt sorunu ve Kürt olmaktan gelen sorunların çözümü için değil ama bölgenin kaynaklarının korunması ve bölgede barışın sağlanması, halkların barış içinde, kendi kaynaklarını sahiplenip az çok refah içinde bir yaşam sürmesi için de Türk ve Kürt emekçilerin, antiemperyalist, demokratik bir program etrafında birleşip ülkenin kaderine el koyması acil bir görev olarak kendini dayatmıştır. Çünkü bölgenin kaynaklarını sahiplenmemek, emperyalist talana açmak demek, bölgeyi felakete sürüklemek, emperyalizmin ateş çemberinin içine atmak demektir. Bu yüzden de süslü sözler, dramatik kahramanlık öyküleri bile emperyalizmin dümen suyuna düşmenin üstünü örtmeye yetmiyor artık.

Temmuz 2000

Bir aldatma aracı olarak slogan ve karşı-slogan

Slogan, sosyal olaylar ve bilinç ilişkisi açısından temel kategorilerden birini oluşturur.
Sosyal olay ve olgulara müdahale durumundaki insan iradesi, kendisini, kuşkusuz pek çok biçimler alan kategoriler içinde ifadelendirir. Topluma ve sosyal olaylara, demagojik ya da idari ve polisiye önlemlere varıncaya kadar geniş bir çeşitlilik gösteren insan müdahalesinin biçimleri, her şeyden önce, belirli amaçlara sahiptir; az çok düzenli her insan müdahalesi ise, belirli programlar çerçevesinde gelişir, strateji ve taktik gibi belirli kategoriler oluşturur.
İnsanın doğaya yönelik müdahalelerinde, ilişkinin bir yönünde insan ve insan ilişkilerinin bulunmaması, görece bir kolaylık getirir; çünkü değişkenlerde bir azalma vardır. Sosyal olaylara müdahale ise, çok yönlü değişkenler hesaba katılmadan ve müdahale, toplumsal faktörlerle insan ve insan ilişkilerindeki hızlı değişmeler göz önünde bulundurulmadan, ne denli programlara konu edilir ve planlanırsa planlansın başarıyla uygulanamaz. En başta gelen neden, müdahalenin konusu olan olayların, yalnızca müdahaleden değil ama toplumsal gelişmelerin nesnelliğinden ve müdahalelerin çok yönlülüğünden etkilenen değişkenliğidir. Ve insan, sadece bilgiye dayalı bilinçli hareket içinde değildir. İnsanın kendisi de, yaşadığı toplumsal koşullar ve geçmişten gelen kalıntılar tarafından şekillendirilmiştir. Doğru ya da yanlış bilincini de biçimlendiren bu koşulların iniş çıkışları ve insanların bu koşullar içindeki hareketi, bunlardan birbirinden farklı etkilenen insanların ruh hali ve moral durumu da içinde olmak üzere etkilenmesini şartlar. İnsanların toplumsal koşullardan maddi bakımdan etkilenmelerinin yanına eklenen ve buradan kaynaklanan moral etkilerle yüz yüze kalmaları, bugün şöyle ama yarın böyle davranmalarını açıklar. Daha kalıcı faktörler olarak, önyargı ve alışkanlıklar, toplumsal yaşama ve insana politik ve ideolojik bakımdan dayatılan kural ve kurumların oluşturdukları baskı, insan eğilimleri ve düşüncesiyle eylemini koşullandıran etkenler durumundadır ve sosyal olaylara doğrudan müdahalenin unsurları olan ve sürekli beslenen bu etkenler dikkate alınmadan, sosyal olaylara başarılı hiçbir müdahale girişiminde bulunulamaz.
Buraya kadar sayılan etkenleri temelden koşullandıran ise, artık dünyanın hemen her yerinde, köleci ya da feodal türden daha geri toplumsal örgütlenme biçimlerine yer bırakmamacasına egemenlik sağlayan, toplumun emek/sermaye karşıtlığına dayalı kapitalist örgütlenmesidir. Toplum, çıkarları uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıflara bölünmüştür ve küçük bir sömürücü azınlık büyük çoğunluğu egemenliği altında tutmakta ve yönetmektedir.
Bu çerçeve, sosyal olaylara insan müdahalesinin her değişik alanında belirleyicidir. İnsanların tüketim hırsını ortaya çıkarıp körükleyen tamamen kapitalist bir kategori olan reklamcılık sektörü örneğin, taktiği ve stratejisi ile hedef kitlesi ve sloganları ile etkide bulunmayı hedeflediği ve yönlendirmeyi amaçladığı insanı, onun ilişkilerini ve sosyal koşullarını dolaysızca hesaba katmadan işini göremez; başarısı, bu hesabı doğru yapmasıyla sınırlanır.
Politikada da işler farklı yürümez. Hatta sermaye partilerinin giderek daha çok politik kampanyalarını reklâm şirketlerine ısmarlamaları ve her gün daha fazla -reklâm şirketlerinden belli başlı farkları, gerçeği onlardan daha büyük oranlı çarpıtma ve yanlış bilgilendirmeyi yönlendirme olan- medyaya dayanmaları, düzen yanlısı politika açısından reklâmcılarla politikacılar arasındaki farkı azaltmaktadır. İkisi de tapon mallarını satma peşindeki tüccar türündendir. Amaçları, kendilerini ve mallarını (sermaye politikacısının belli başlı malı, bu malı satmaya çalıştığı halkın çıkarlarıyla taban tabana zıt programı ve bundan da çok, bu programın temsil ettiği büyük sermayenin çıkarlarıdır) hedef kitlelerine beğendirmek ve halkın mallarına rağbet etmelerini sağlamaktır.
Reklâmcılar bir yana bırakılırsa, sermaye partileri, varlık nedenleri olan büyük sermayenin ve emperyalizmin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politika ve uygulamalarını, ülkenin ve halkın çıkarına politika ve uygulamalar olarak gösterme zorluğu içindedirler. Halkı, ülkenin ve halkın çıkarlarının ifadesi gibi sunmaya uğraştıkları kendi sömürücülerinin, büyük sermaye ve emperyalistlerin çıkarlarının peşine takmaya çalışırlar. Bu aldatma, kuşkusuz her sermaye partisi açısından, ancak kendisi aracılığıyla gerçekleşebilir bir yürüyüş olarak sunulur ve halk sermaye partilerine oy vermeye ve onları desteklemeye çağrılır.
Halka, emperyalist ve gericilerin, büyük sermayenin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politikaları “en inandırıcı” biçimde hangi sermaye partisi ülke ve halkın çıkarlarının gereği olarak göstermeyi başarırsa, oy desteğini sağlama ve halkı soyma ve ezme yarışını o kazanır; “derin devlet” açısından da sorun yoksa belirli bir süre için halkın ensesinde boza pişirme işini o yürütür.
Yarışı kazanmanın birçok koşulu vardır. Halkın körüklenen dini, milliyetçi vb. önyargıları, yarışı kazanmak için elverişli bir pozisyon sağlamalıdır. Bu, sermaye partilerinin tümünün bu önyargıları besleme ve istismar etmede de birbirleriyle ciddi bir yarış içinde bulunmalarını açıklar. Genellikle düşünmeye, duygu ve inançlara vb. ilişkin geleneksel eğilim ve davranış kodları, bu nedenle tüm sermaye partilerinin en başta yücelttikleri değerler arasındadır. Gerçeği az çok yansıtsa ya da hiç ifade etmese de, bütün sermaye partileri “vatan” ve bayrağı, “ulus” ve “toprak bütünlüğümü çok sever ve savunurlar; tümü dini siyaset aracı olarak kullanmak üzere teşvik eder ve savunur vb. 28 Şubat günlerinde bu nedenle açmazda kalan ve zorlanan bu partiler, bir yandan durumlarını açıklamaya, diğer yandan da bu alandaki boşluklarını, -zaten süre giden yaman bir demagojik propaganda etrafında- başka alanlarda doldurmaya yönelirler. Ama bir şey değişmez: sermaye partileri halkın önyargılarını gözetmekle kalmaz, kışkırtır ve bunlar üzerinden halk içindeki desteklerini artırmaya çalışırlar.
Toplumsal gelişmenin aldığı biçim ve içinde bulunduğu düzeye uygun ideolojik biçimlerden hareket etmekte olan sermaye partileri, verili süreçlerde diğerlerine göre halkı aldatmada bir adım önde olma yeteneği göstermeye adaydırlar. Örneğin Kürtlere karşı imha savaşının dayatıldığı koşullarda en azgın milliyetçi, ABD yönelimi “yeşil kuşak” konseptinin yaygınlık kazanmasının ardından en dinci, 12 Mart zorbalığının halkı tam teslim almaya güç yetiremediği koşullarda zorbalığa tepki ve gericilik açısından yatıştırma ihtiyacının karşılanması zorunluluğunun kesiştiği noktada sosyal demokrasi vb. toplumsal siyasal koşullar ve genellikle egemen sınıfların ihtiyaçlarını karşılama bakımından öne çıkar.
Ancak sermaye partilerinden biri ya da birkaçının diğerlerine göre öne çıkışı, emperyalizm ve büyük burjuvazinin yalnızca dolaysız çıkarları tarafından değil ama her özel durumda halkı en çok yatıştırma yeteneğine sahip görünene daha fazla değer kazandıran egemenlerin dolaylı çıkarları tarafından da koşullandırılır. En son, başka benzer etkenleri de sayılabilecek elverişli imkânların geçer akçe kılınabilmesi için, sıra, şu ya da bu sermaye partisinin politikalarını halka kabul ettirebilme konusunda göstermek zorunda olduğu ustalığa sıra gelir. Söylendiği gibi medya ve reklâmcılık sektörünün gösterdiği gelişme karşısında, bu alanda partiler arasındaki ustalık yarışının neredeyse sonuna gelinmiştir.
Sağ ya da “sol” görünümlü, milliyetçi ya da dinci, “liberal” ya da şimdi pek para etmese de bir gün yine edebilecek “devletçi” programlarıyla sermaye partilerinin, kendi çaba ve yürüttükleri mücadelelerle en azından tamı tamına ilgili olmayan yükseliş ve düşüşlerine tanık olunuyor. Belirli koşullar (dönemsel olarak emperyalizm ve büyük sermaye açısından değer kazanan ve halk kitlelerini etkilemeye yatkın ideolojik biçim, önyargılarla ilişkisi ya da liderin sürükleyiciliği gibi daha ikincil olan çekicilikler vb.) bakımından elverişli pozisyonlara sahip sermaye partileri, çoğu kez bu kadarı da olmaz, dedirtecek konumlara yükseltilmek de dâhil olmak üzere, sağlanan sermaye ve devlet destekleri ve medya ve reklâm oyunlarıyla, ülkenin “kaderine egemen” olacak yüceltilme sürecinden geçip iktidar merdivenlerinden tırmandırılıyorlar. Bunda, kendi program, strateji, taktik üstünlükleri, politikaları ve ürettikleri sloganların değeri giderek düşüyor. Sermaye partilerinin iktidara tırmanışlarında kendi etkinliklerinin payının azalması, olsa olsa giderek sermaye partilerinin değer kaybını gösteriyor; ama kuşkusuz, politika ve onun araçlarının, örneğin propagandanın önemini, taktiğin ya da sloganlarının eskisine göre daha da değerlendiğini görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Halk kitlelerini sahte hedeflere yöneltmek, bölerek yönetmek ve buna uygun seferber etmek, kuşkusuz eski önemini koruyor. İzledikleri politikaların, onlara da kapitalizmin dorukları tarafından dikte ettirilmesine bağlı olarak, sermaye partileri birbirine benzeşip tekleştikçe, partiler yerine bu “doruklar” ve onların politika, taktik, slogan vb. üretimleri belirleyici oluyor. Hareket alanları, gönüllü ya da gönülsüz emperyalist ve tekelci sermaye odakları tarafından belirlenen politikaları izlemeye daraltılan sermaye partileri, program, taktik, slogan vb. yönlerden de kendileri dışında üretilmiş malları tüketme durumuna geriliyorlar. Kapitalist toplumun yönetilmesi, daha uzmanlaşmış birimlerin devreye girmesiyle, giderek sermaye partilerinin etkisizleştiği bir süreç olarak gelişiyor.
Parlamentolar, parlamentolarda toplumun yönetilmesi sürecine katılan partiler, en gelişkin burjuva demokrasilerinde bile, asıl iktidar taçlarını başlarında taşıyamamışlar ve devlet işleri kurmay bürolarında ve askeri ve sivil yüksek bürokratlar tarafından daha gizli kapaklı ama ince hesaplarla planlanıp kararlaştırılmış; politikalar, parlamento toplantılarında ve sermaye partilerinin genel kurul ya da yönetim toplantılarında değil ama buralarda üretilip geliştirilmiştir. Öteden beri politika, politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi işlerden sayılmış; politikacılara, sermaye partilerine ve parlamentolara kararlaştırılanı halka benimsetmek üzere nutuk atma işlevi düşmüştür. Şimdi medya ve reklâmcılık sektörünün gelişmesine bağlı olarak “nutuk atma” ya da halk kitlelerini etkileme işlevi bile, burjuva politikacısı, partisi ve parlamentoların dışına kayma eğilimi göstermektedir. Eski hummalı seçim kampanyalarının yerini şimdi daha çok TV şov ve programlarında arzı endam etmeler almakta, birkaç büyük gazete ve TV kanalı halkın eğilimlerini oluşturma ve yönlendirme işini sermaye partilerinden daha fazla üstlenmektedir. Sadece politikaların halka dayatılması değil, ama şu ya da bu sermaye partisinin övgüsü ya da reklâmının öne çıkarılmasıyla partilerin ve hatta kişisel reklâmlarıyla liderlerinin halka dayatılması, giderek medyanın daha çok yüklendiği görevlerden olmaktadır. Medyanın dar siyasi çıkarlarla değil, ama tekelci sermayenin doğrudan kuruluşu olarak, sermayenin bütünsel çıkarları açısından işini yürütmesi, bu tür işlevleri yüklenmesinin temel nedenini oluşturmaktadır. Üstelik propaganda ve yönlendirme medyanın başlıca işi değil midir?
Politikaların Pentagon, Beyaz Saray, ABD Merkez Bankası ve diğer doruklarda oluşturularak, ABD emperyalizminin elde etmiş olduğu güce bağlı olarak, Avrupa, Japonya vb. odakları da kuşatıp oluşturma sürecine çekerek, IMF, DB, DTÖ, BM, NATO vb. kurmaylarının ve son moda “think tank” kuruluşlarının da katkısıyla dünyaya yayılması; hem neredeyse tüm ülkelerin hem de tüm sermaye partilerinin programlan ve izledikleri politikalar bakımından birbirlerine benzemelerine götürmüştür. Hâlâ Blair’in “üçüncü yolu” benzeri “özgün” politik konumlar geliştirilme çabası yok değildir; ancak gerek “üçüncü yol”un gerekse hemen bütün geri ülkelerde gündemde olan “düşük yoğunluklu demokrasi”lerin temelinde, tekellerin çıkarları ve buna uygun olarak geliştirilen politikalar yatmaktadır. Kuşkusuz her ülke kurmay ve üst bürokratlarına bu politikaları kendi ülkeleri özgülüne uygulama işi düşmektedir; ancak çerçeve hiç de geniş ve esnek olmayan biçimiyle verilmiştir.
Çerçeve böylesine verilmiş olunca, az çok farklarıyla hemen bütün ülkelerde hangisi olursa olsun tüm sermaye partileri yürüttükleri belli başlı propagandalar, belirlenmiş olan politikaları uygulamaya yönelik tarz ve üslupları, taktikleri ve kullandıkları sloganlar neredeyse bütünüyle aynılaşmıştır.
Sosyal yardımlar mı kısıtlanacak; hemen bunların “bütçeye getirdikleri ağır yükler”in üzerinden bir propaganda kampanyası gündeme oturur. İşsizlik mi; yabancı işçileri hedef alan bir kampanyayla desteklenen “kamu kuruluşlarının arpalık olduğu” edebiyatı ortalığı kaplar, çare bellidir: özelleştirme. Ekonominin geriliği, “yabancı sermaye düşmanlığı” ile açıklanır; yoksulluk, bütün bunlarla. Ülkeye yabancı sermaye girişini teşvik edecek önlemler ya da rantiyeye milyonlarca dolar hortumlanması demek olan borsanın işlerlik ve etki alanını genişletici önlemler “devrim” olarak sunulur. Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi ya da memurların işten çıkartılmasını düzenleyecek personel yasası, “reform” olarak nitelendirilir. Sermaye partilerinin yalnızca politikaları değil ama sloganları da, kendi özgünlükleri de hesaba katılmak koşuluyla buralardan türetilir. “Dürüst Ecevit” ya da “Baba” payeleri, “Tonton”, “Sarışın Kadın” övgüleri, sloganlaşmış haliyle sermaye partilerinin hizmetine sunulur. “Kopenhag Kriterleri” ya da insan hakları, işkenceyi olumlayan ve işkencecileri el üstünde tutan bütün sermaye partilerinin sloganı olur. “Hukukun üstünlüğü” sloganı, hukukun ayaklar altına alınışını gizlemeye yarayarak, tüm sermaye partilerinin dilindedir. “Demokrasi” ve ikna edici olamadığı yerlerde “demokratikleşme”, tümünün ortak sloganıdır. Ama daha da öğretici olan, “hukuk”, “demokrasi” vb. içerikli demagojik propagandif değeri olanların ötesinde, ajitasyon ve eylem içerikli özelleştirme, enflasyon, sosyal güvenlik vb. konulu sloganların “evrensel” ve partiler-üstü karakteridir. “İşletme hastane-müşteri hasta” ya da “işletme okul-müşteri öğrenci” sloganlaştırmaları, ülkeler ve partiler-üstü nitelikleriyle, tamamen ideolojik kaynaklı olmalarının ötesinde, belirli bir programın (“Yeni Dünya Düzeni programı) ve belirli politikaların (globalleşme politikaları) ürünü olarak üretilmişlerdir.
Özelleştirme ya da sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi politikasının uygulanma süreci ise, propaganda ve sloganlar üretilmesi bakımından öğreticidir.
Özelleştirme politikası ’80’lerin ilk yıllarından itibaren gündeme sokulmuştur; ancak hızlı bir özelleştirme son yılların uygulamasıdır. Önce yoğun bir propaganda süreci işletilmiş ve mağdur olacak işçilerle halkın bütününün “istihdamı artıracak”, “işsizliği önleyecek” vb. özelleştirme politikasına kazanılması gözetilmiştir. Bu dönemi karakterize eden, “KİT’lerin oluşturduğu kambur” ve “ülkenin bu kamburdan kurtulmadan düze çıkamayacağının ikna edici pratiklerle halka benimsetilmesi uğraşı olmuştur. Örneğin Zonguldak madenlerinin bir çırpıda kapatılmasının oluşturacağı tepki ya da TÜPRAŞ’ın ön hazırlıksız özelleştirilmesi ile SSK’nın aniden kapatılmasının yaratacağı öfke dikkate alınarak; önce yoğun bir özelleştirme ve sağlayacağı kazançlar propagandası eşliğinde” halkın “kendi pratiğiyle” KİT’lerden bıkması için elden gelen yapılmıştır. Zonguldak madenlerine ya da İskenderun Demir Çelik’e tek kuruşluk yatırım yapılmayıp ürün maliyetlerin yükselmesine seyirci kalınmış, ardından zararına çalıştıkları ve dolayısıyla işçi çıkarma zorunluluğu içinde oldukları propaganda edilmiştir. SSK prim borçlarının ödenmemesi karşısında hiçbir patron soruşturulmaz ve devlet tek kuruş sigorta primi ödemezken, SSK hastanelerine hiç yatırım yapılmadığı gibi personel de alınmamış, üstelik SSK fonları çarçur edilmiştir. Ama sorumluluk SSK’nın ve SSK hastanelerinin “devletçi” yapısına yüklenmiş; asıl olarak ise emekçi ve emekli sigorta primi ödeyenler doktor, hemşire kıtlığı ve ekipman yokluğu ile ek yatırımlarla yenilenmeyen hastanelerin dar olanaklarının zorunlu sonucu kuyruklar ve bakımsızlık ile “terbiye edilme” yoluna gidilmiştir. Aynı süreç, özel hastanelere teşviklerle beslenen “paralı olsun, bari tedavi olalım”, “özelleştirilsin kurtulalım” propagandasının yaygınlaştırılması süreci kılınmış ve sloganlar bu temelde üretilmiştir. Bugünkü özel sigortalar ajitasyonuna, emeklilik yaşının yükseltilmesi ya da TÜPRAŞ ve Telekom gibi yeni yatırımlarla özelleştirmeye hazırlanan “pasta”nın asıl dilimlerinin satışı eylemlerine böyle gelinmiş; sermaye, “yaptım oldu” çizgisi izlememiş ya da sadece uzak amaç ve hedeflerini açıkladığı ama özelleştirmeyi adım adım gerçekleştirmeye girişmediği bir yol tutturmamıştır.
Bu, kuşkusuz karşıtlarına bir karşı tutum geliştirme süresi verme anlamına da geldi ve örneğin “mezarda emeklilik” sorununda ciddi boyutta bir karşı koyuş ortaya çıktı; ancak bu, bir çırpıda ve ön hazırlıksız bir uygulamanın taşıdığı tehlikeye kıyasla tercih edilmişti. Üstelik bu süreç, ’80 başlarından beri defalarca değişen hükümet partilerinin birinden diğerine tümünün, politika tarzı, üslubu, taktik ve sloganlaştırma yönleriyle olağanüstü bir uyumu sergiledikleri bir süreç olarak yaşandı. Tümü birden tek parti gibi davrandılar ya da belirli odaklarca kararlaştırılmış olan sadece belirli bir politikayı değil ama belirli taktiği, tarzı ve sloganları da uyum içinde hayata geçirmeye yöneldiler.

***
Peki, durum emeğin cephesinden, emeğin politikacıları açısından nasıl görünüyor?
Emeğe yakınlıklarından söz edilebilecek parti ve örgütlerin, sloganlar ya da genel olarak toplumsal gelişmeye siyasi iradeyi yansıtan müdahaleleri sorununda doğru bir pozisyon alabildikleri söylenemez.
Sloganlar sorunu, her şeyden önce nesnel olarak sınıfın çıkarlarını yansıtan politik bakımdan doğru bir konumlanışı zorunlu kılar. Doğru bir dünya görüşü ve programa ve doğru bir politik hatta sahip olmak, kuşkusuz tayin edicidir. Bu olmadan, doğru sloganlar üretilmesi baştan olanaksızlaşır ve bu sorunda sermayenin gerçek olmayanı gerçek göstermek, emekçileri ve halkı kendi çıkarlarıyla ilgisiz bir yönde seferber etmeye yönelik platformuna gönüllü ya da gönülsüz bir kayış kaçınılmaz olur. Örnek, Avrupa Birliği karşısında ÖDP’nin durumudur. Yaklaşım ve tutumuyla AB’yi “ehvenişer” ve Türkiye’nin üyeliğini karşı çıkılması gerekmez sayan ÖDP’nin, bu sorunda doğru sloganlar üretmesi imkânı kalmamaktadır.
Ama sorun doğru bir politik hat ve tutuma sahip olmakla çözülmemektedir. Örneğin yine ÖDP, Kongresi sonrasında, “özelleştirmeye hayır” demeyi kararlaştırmıştır; ama emperyalistler ve gericilikle başta işçi sınıfı olmak üzere halk arasındaki özelleştirme konulu çatışmayı şimdiden kaybedilmiş saymaktadır. Bu haliyle ÖDP’nin bu çatışmayı yönlendirmeye katkıda bulunacak yerinde ve zamanında atılacak doğru sloganlar geliştirmesi düşünülebilir mi? Anlaşılması gerektiği gibi, doğru sloganlar üretilmesinde taktik tutumun doğruluğu da zorunlu koşuldur. Geriye, özelleştirme örneği üzerinden konuşulursa, sermayenin bu saldırısının püskürtülmesine katkıda bulunmak üzere, her durumda emekçileri ve halkı sermaye karşısında birleştirmeye ve birleşik mücadelelerini geliştirmeye hizmet edecek, kendi tecrübeleriyle doğruluğuna inanacakları, mücadelenin her yol ayrımı ve virajında yenisi ile değiştirilecek ama her seferinde hem taktik çizgi ve hem de programda ifadesini bulan ana doğrultu ve bunları ifade eden başka sloganlarla uyum içinde olacak sloganların üretilmesi kalacak ve kuşkusuz tek bir “özelleştirmeye hayır” sloganıyla yetinilemeyecektir. Bu noktada ise belirleyici olan, sloganların sınıfın, emekçilerin ve mücadelelerinin içinden üretilmesi ama sınıftan ve mücadelesinden kopuk, masa başında ve sınıfın durumuyla mücadelesinin düzeyini ve o anki taleplerini bir sonraki ve genel talepleriyle bağlantısı içinde dikkate almayan slogancılığa düşülmemesidir. Slogan, slogan yarışı niyetiyle ya da şan olsun diye veya öfkeyi haykırmak üzere bağırmak için değil ama sınıfın ve genel olarak emekçilerin bir önceki talebinin elde edilmesinden bir sonrakinin elde edilmesine geçişi kolaylaştırmak, dolayısıyla mücadelenin ilerletilmesine hizmet etmek üzere gereklidir. Kapitalizme ve egemenlerin iktidarına karşı öfkenin dışa vurulmasını ifade eden sloganlar kuşkusuz belirli bir ihtiyacı karşılar; ama her durumda bunların tekrar edilmesi, tekrar edeni sadece slogancı yapar ama sınıfın mücadelesinin ilerlemesi ve düzeyinin yükselmesine olumlu bir katkıda bulunmasını olanaksızlaştırır.
Ancak bırakalım “özelleştirmeye hayır” sloganıyla yetinilmesini, birçok durumda, genel program hedeflerinin, son amacın ya da ana doğrultunun belirtilmesiyle yetinildiği çok oluyor. SİP’in sözde sosyalizmi vurgulamak ya da sosyalistliğini belgelemek üzere, hemen her sosyal olay ve gelişme karşısında “sosyalizmi” slogan olarak ileri sürmesi, bunun en göze batar örneğidir. Çeteler sorunu mu, “çetelere hayır, yaşasın sosyalizm”; IMF dayatmaları mı, “IMF’ye hayır, yaşasın sosyalizm”! Bu yaklaşım ve tarzla sosyalizmin yakınlaştırılamayacağı kesindir. Aynı şey, demokrasi genel hedefine ilişkin sloganlarla iktidar sorununa işaret eden “kahrolsun faşist diktatörlük” türünden sloganların yeri ve zamanı gözetilmeden durmadan tekrarlanması açısından söylenmelidir. Kuşkusuz sosyalizme vurgu yapılmalı, bir iktidar sorunu olarak faşist diktatörlük konusunun emekçilerin gündemi haline getirilmesine çalışılmalı ve faşizm sorununa dikkat çekilmelidir. Ama eğer, sorun, zaten politik olarak aydınlanmış emekçi kitlelerin henüz küçük bir bölümünü oluşturan sınıf bilinçli ileri unsurların, devrimci ya da sosyalistlerin bir kez daha “kazanılmaları”, kendi kendilerini ajite etmeleri ya da hareketlendirmeleri değil emekçi kitlelerin aydınlatılması, kazanılması ve harekete geçirilmesine katkı yapmaksa -ki öyledir-, sloganların kitlelerin durumunu, eğilimlerini, ruh hallerini, önlerindeki sorunlar karşısındaki kavrayış ve tutumlarını hareket noktası olarak almasından kaçınılamaz.
Toplum, emekçi kitlelerle emperyalistler ve başlıca kaynağı tekelci sermaye olan gericilik arasındaki karşıtlık üzerinde hareket etmektedir. Toplumsal gelişmeye damgasını vuran derinlerinde emek-sermaye karşıtlığı bulunan karşıtlık budur; emperyalistler ve gericilerle devrimciler ya da ileri unsurlar arasındaki karşıtlık değil. Ve yine toplumsal gelişme ve olaylar, sağ-sol ya da faşist-sosyalist veya devrimci gibi düşünsel karşıtlıklara dayanarak oluşmuyor. Dolayısıyla toplumsal gelişmeye sınıf bilinçli ya da devrimci politik müdahale, bunun bir biçimi ve gereği olarak taktik ve sloganların belirlenmesi, sosyalistleri ve onların düşünce ve ihtiyaçlarını değil ama nesnel toplumsal etkenleri, siyasal güç ilişkilerini, emperyalizm ve büyük sermaye karşısında emekçi kitlelerin nesnel ve öznel açıdan içinde bulundukları durum ve eğilimlerini çıkış noktası olarak almak zorundadır.
Bu durumda, yalnızca sosyalizm ve faşist diktatörlük karşısında emekçi kitlelerin hangi pozisyonda bulundukları ve ne tür bir ilgiye sahip oldukları değil, ama asıl olarak, toplumun gerçek dönüştürücüsü güçler haline gelebilmeleri için sınıf bilinçli öncünün yapacağı çalışmanın içeriği önem kazanır.
Açıktır ki, faşizmi yenilgiye uğratıp diktatörlüğünü alaşağı edecek ve sosyalizmi kuracak güç, bütün diğer emekçi kitleleri peşinden sürükleme yeteneğindeki, kendisini kendisinden başka kimsenin kurtaramayacağı işçi sınıfıdır. Bu durumda sorun, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kitlelerin bu gerçeğin bilinciyle donatılması sorununa dönüşür; buradan, bir aydınlatma faaliyetinin zorunluluğu sonucuna varılır. Eğer sınıfın ve sınıf mücadelesinin içinden davranılır ve sorun dışarıdan sınıfa akıl verme ya da emekçilere, masa başında üretilmiş, dolayısıyla dar grupların çıkar ve ihtiyaçlarının ifadeleri olan politikaları dayatmak olarak anlaşılmazsa, yapılacak tek şey, budur.
Evet, faşist diktatörlük yıkılarak sosyalizmin kurulması gibi sonal ve genel amaçlar kuşkusuz açıklanmalıdır. Ancak sınıf mücadelesinin bugünkü koşulları, emekçilerin durumu ve güç ilişkileri dikkate alındığında bu amaçların dolaysızca emekçileri harekete geçirmesinin olanaksızlığı ortadadır. Bundan iki sonuç çıkar: Birincisi, henüz büyük çoğunluğuyla sosyalizm ve üstünlükleri konusunda bilgisiz, hatta önemli bir çoğunluğu faşist vb. partilere oy veren ve sosyalizme karşı önyargılarla doldurulmuş emekçileri politik olarak dönüştürme, nesnel ve tarihsel olarak kendilerine yüklenmiş işlev ve amaçların bilgisine sahip kılmak üzere bugünkü durumdan ve emekçilerin acil taleplerinden hareket etme ve ikincisi, belirli bir aydınlanma yaşamış görece ileri unsurları sosyalizm bilgisiyle eğitme zorunluluğu.
Ya da başka bir söyleyişle, bugün “yaşasın sosyalizm” türü sloganlar, henüz az sayıda ileri unsuru etrafında toplayabilen, hedef kitlesi ilerleme halindeki yeni unsurlar ve onların birleştirilmesi olan, ama bugün harekete geçiremediği çoğunluğu gelecekte harekete geçirebilmesi için yerli yersiz tekrarlanmasından kaçınılması zorunlu propaganda sloganları durumundadır. İktidar hedefini dile getiren örneğin “kahrolsun faşist diktatörlük” sloganı açısından da aynı şey geçerlidir. Bugün ancak bir propaganda sloganı olan ve iktidar sorununun niteliğine işaret eden bu slogan, çoğunluğu hareketlendirmek üzere etkilemeye başlayacağı zaman, bu niteliği değişecek ve ajitasyon sloganı haline gelebilecektir. Ancak bu slogan, yalnızca iktidar sorununa değil iktidarın niteliğine de vurgu yapan bir özelliğe sahiptir ve bu yönüyle örneğin “işçiler birleşin iktidara yerleşin” ya da yer yer işçiler tarafından atılan “sermaye mezara emek iktidara” gibi iktidar değişikliği talebinin dile getirildiği sloganlardan ayrılmaktadır. Bu ikincileri, henüz hâlâ, örneğin faşist partilerin etkisinden tam kurtulmamış emekçi kitleler rahatlıkla kullanabilir ve bu sloganlar emekçileri bölücü hiçbir özellik taşımazken; “faşist diktatörlük”le ilgili olanı, bugün için aynı geniş katılımı doğal olarak sağlayamamakta ve bu yönü mutlaka göz önünde bulundurulması gerekmektedir. (Aynı titizlik, genel hedefi belirli bir yönüyle ortaya koyan ya da mücadelenin belirli bir yönünü dile getiren “faşizme ölüm halka hürriyet” sloganı açısından da gösterilmelidir.) Ancak kuşkusuz bu sloganlar da, katılımcılarının sayısı ne olursa olsun, bugün propaganda sloganı durumundadır; ama gelecekte iktidar hedefine yürüyüşün ajitasyonunu yapan bir işlev kazanacaklarını söyleyebiliriz. Aynı sloganın işlevindeki değişikliğin bu seyri, sloganın eylem sloganı, geniş yığınları eyleme çağıran bir slogan haline gelmesi ile ilerleyecektir. Örneğin “genel grev genel direniş” sloganının sırasıyla propaganda, ajitasyon ve eylem sloganı halinde ortaya çıkışını ülkemizde de yaşadık ve bugün aynı slogan, yeniden ajitasyon sloganı olarak işlev görmektedir.
Önemli olan her sloganın her somut durumda hangi işlevi yüklendiğini bilmek ve buna uygun davranarak henüz propaganda sloganı durumundakileri yerli yersiz ve kullananları geniş çoğunluktan ayırıp tecrit edecek biçimde kullanmayı zorlamamaktır. Bilinmelidir ki, sosyalizm, ne kadar çok “sosyalizm” sloganı atıldığına değil, ama nesnel koşullarının olgunlaşmasının yanında, bir toplumsal dönüşüm ve gerekli iktidar değişikliği için hazırlığın yeterince iyi yapılmasına bağlı olarak gerçekleşebilir.
Hazırlığın en temel koşulu, kapitalizm koşullarında yalnızca dini ve etnik değil ama mesleki, bölgeci, işletme içinde bölümcü vb. ayrımlar körüklenerek bölünmüş ve önyargıları beslenerek sermaye partilerinin yedeği haline getirilmiş işçi ve emekçilerin kendi sınıf çıkarları temelinde sermaye karşısında birleştirilerek politikleşmesinin sağlanması ve diğer emekçi kesimleri peşinden sürükleme yeteneğindeki işçi sınıfının çıkarlarının bilincine varan bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmesidir. Bu, kuşkusuz işçi ve emekçilerin sermaye karşısındaki mücadelesi içinde gerçekleşebilir. Bu nedenle, temel sorunu, işçi ve emekçilerin sermaye karşısında birleşmeleri ve mücadelelerinin ilerletilmesine hizmet etmek olan taktik ve slogan olarak tüm politik müdahaleler, ne genel amaçların tekrarlanmasıyla yetinebilir ne masa başında belirlenebilir ve ne de bir kez belirlendikten sonra değişmez sayılabilirler. Taktik ve sloganlar, doğrudan mücadelenin içinden ve her özel dönem ve süreçte onun nesnel ve öznel koşulları göz önünde bulundurularak ve sonal amaçlan yakınlaştırmak üzere, her somut durumda, emekçilerin birleşmesi ve mücadelelerini bir adım ileriye taşıma hedefiyle saptanmak zorundadır. Üstelik sloganlar, belirli hedefler konusunda aydınlatmanın kısaca formüle edilmiş özlü ifadeleri olarak, belirli fikirleri işçi ve emekçi yığınlara taşıyan araçlardır. Ve her somut durumda, sınıf çıkarları etrafında birleşmelerine yardım edeceği işçi ve emekçi kitlelerin yarınki değil ama içinde bulunulan anda karşı karşıya olduğu kavranabilir somut sorunlar üzerinden kafalarını açmalı, ufuklarını genişletmeli ve birleştirici olmalıdır. Söylenen, ekonomik sorunların açıklanması ile sınırlanmak değildir; politik aydınlatma faaliyetinin kitlelerin o gün için ilgilerinin yoğunlaştığı ve bu yoğunlaşmanın kaçınılmaz olduğu sorunlardan hareketle yürütülmesidir. Emek ile sermaye arasındaki çatışma, örneğin yaygınlaştırman özelleştirme uygulamaları ya da örneğin grevlerin gündeme girdiği toplu iş sözleşmeleri üzerinde yoğunlaşmışsa; IMF dayatmaları ve emperyalizm sorunu ile hükümetin rolünü, kolluk güçlerinin belirli tutumları nedeniyle devletin yönelimlerini vb. vb. bu çatışmaların somut gelişmesi üzerinden açıklamaktan başka bir yol çıkmazdır.
Kitleler, belirli politika, taktik ve sloganların doğruluklarına, onları sınayacakları tek alan olan kendi mücadeleleri içinde, kendi pratik tecrübeleriyle inanacak ya da inanmayacaklardır. Bir taktik ve bir slogan, kuşkusuz genel amaçlarla uyumlu olmalı; ancak kitlelere ulaştırılmasına aracılık ettikleri fikir ve politikaların doğruluğunu pratik olarak kanıtlayıcılıkları kuşkulu olmamalıdır. Dolayısıyla slogan, tek başına emekçilerin içinde bulundukları koşulları ve kısa vadede yapmaları gerekenleri değil, ama kendi çıkarlarının gereği olan politikaları kabul etmelerine yardım edici, o anın sorunları açısından kafalarını açarak, onları doğru politikaları benimsemeye hep bir adım yakınlaştırıcı olmalıdır. Bu başarıldığında, hem ajitasyon sloganı eylem sloganına dönüşecek ve hem de birleşen kitleler parti politikalarını deneyden geçirerek benimseme yolunda adım atacaklardır. Yaşanan anda propaganda sloganları durumundaki sloganların yerli yersiz tekrarlanmalarının, henüz bu sloganların doğruluğunu kabule hazır olmayan ve doğruluğunu teslim etmeleri açısından daha bir dizi kendi tecrübeleriyle eğitilmeye ihtiyacı olan kitleleri, aydınlatma faaliyetiyle birlikte yaşayacakları bu tecrübelerden geçmelerini reddetmeye yöneltmesi, karşılaşılabilecek en olumsuz durum olacaktır. Slogan kitlelerin ve mücadelelerinin ilerlemesine hizmet etmiyorsa, bir hiçtir.
Sonuç olarak, her sloganın somut olması, somut durumu yalnızca çözümlemekle kalmayıp ona alternatif oluşturması, kitleleri birleştirici ve mücadeleye çekici ve politik bakımdan ilerletici nitelik taşıması, dolayısıyla ve son olarak nihai amacı yakınlaştırıcı özelliğe sahip olması, sloganlar belirlenirken dikkat edilecek başlıca kıstaslardır. Emeğin politikacıları, propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütmede, kitleleri aydınlatmada ve bunun araçlarını doğru, yerinde ve zamanında kullanmada, en az, kitleleri benzeri araçları kullanarak aldatan ve köleleri olarak kalmaya bugüne kadar böylelikle ikna eden burjuvazi kadar ustalaşmadan, sermaye egemenliğine katlanmaktan kaçınılamayacak.

Temmuz 2000

Küreselleşme ve borç kıskacı

Emperyalist kapitalizmin ideologları, görevleri kapitalizmi allayıp pullamak olan burjuva ekonomistler, “Yeni Dünya Düzeni”, “globalleşme”, “küreselleşme” sloganları ile dile getirilen düzenin tüm insanlığın ortak çıkarlarına olduğuna dair yoğun bir propaganda sürdürüyorlar. Yanı sıra, küçük burjuva reformistleri de küreselleşmenin kaçınılamaz bir olgu olduğuna, küreselleşmenin önünde hiçbir gücün duramayacağına ikna edildiler. Elbette bunu ‘tanrı yazgısı” gibi kabul etmeye çağırmanın, bıktırıncaya dek tekrarlamanın özel bir amacı vardı. Çünkü bu bir kere kabul edildi mi, arkasından pek çek şeye de evet denmek zorunda kalınacaktı. Kapitalist sistemin dışında ve ondan bağımsız bir dünyanın olamayacağı, kapitalizmin asla yenilemeyeceği, kapitalizmin sürekli kendini geliştirdiği, hatalarından dersler çıkartarak, sadece üst sınıfların değil, tüm halkın ihtiyaçlarını düşündüğü ve buna uygun programlar geliştirdiği, gelişen kapitalizmin tüm insanlığın sistemi haline geldiği iddia ediliyor. Ve sonuçta, kaçınılmaz bir şeyin önünde çaresiz ve aptalca durmaya, tarihin gelişimini tersine çevirmeye çalışmaktansa, -ona karşı mücadele edilecekse bile(!)-, içinde yer alarak olumlu yönde ilerletmenin çok daha akılcı olduğu dile getiriliyor.
Burjuva kuramcıların, yalan üreten propaganda merkezlerinin başlattığı ve küçük burjuva reformizminin de içinde yer aldığı koro tarafından yürütülen propagandalara göre, Yeni Dünya Düzeni ve küreselleşme; barış, demokrasi ve hukuk düzeni demekti. Geçmişin den dersler çıkartan kapitalizm, savaşların kendisine de zarar verdiğini, toplumların içinde demokrasi isteklerinin geliştiğini, dahası, demokrasinin kapitalist gelişme, bireyin yeteneklerinin ve yaratıcılığının ortaya çıkması için şart olduğunu kavramıştı. Demokrasinin olmadığı, diktatörlerin başında bulunduğu rejimlerin insanlığa ve aslında kapitalist gelişmeye zarar verdiği, diktatörlerin kendilerini bile dinlemediği anlaşılmış, tüm insanlığın çıkarlarını savunmaya karar veren kapitalizm de, dört elle demokrasiye sarılmıştı.
Bunların yanı sıra, küreselleşme, dünyadaki kaynakların daha etkin dağılımını sağlayacak, refah, istikrar ekonomisi geri veya gelişmekte olan ülkelere taşınacaktı.
“Teknolojik devrim” ve “bilgi çağı” insanlığın tümünün hizmetine girecek, insanlık için yepyeni bir dönem, bir altın çağ başlayacaktı. Küreselleşme, “teknolojik devrim”, “bilgi çağı” öyle ileri bir düzeye ulaşmıştı ki, artık sınırlar yıkılmış, dünya “global” bir köye dönmüştü. Ulaşılan devasa gelişmenin sonucu olarak, ülkeler arasındaki gelir dağılımı, gelişim düzeyindeki uçurumlar kapanacak, büyük sanayi devletleri en gelişmiş teknolojiyi dünyanın en ücra köşesine kadar taşıyıp oraları da kalkındıracaktı. En geri kalmış köşeler bile teknoloji ile tanışacak, kapitalizmin ve dolayısıyla gelişimin nimetlerinden faydalanacaklardı. Kapitalizm en olgun dönemine giriyor, bilgi birikimini, gelişmişliğini tüm insanlığın hizmetine sunuyordu.
Artık tüm ilişkiler değişiyordu. Toplumsal sınıflar erimişti, sınıf mücadeleleri yerini ortak küresel çıkarlara bırakıyordu. Gelinen noktada, sınıfların ayrı hedef ve idealleri yerine, tüm insanlığın ortak hedef ve idealleri vardı. Toplumsal mücadele, davranış ve güdüler sona ermiş, bireysel yetenekler ön plana çıkmıştı. Artık birey vardı. Birey özgürleşmişti ve daha da özgürleşecekti, vs. vs.
Ancak geride kalan süreçte görüldü ki, ne barış geldi, ne demokrasi, ne refah toplumu. Ne ülkeler arasındaki uçurumlar kapandı, ne toplumsal tabakalar arasında gelir dağılımındaki çelişkiler giderildi. Propaganda edilen ne varsa tam tersi oldu. Birkaç büyük emperyalist devlet tam bir haydutluğa soyunur, dünya kaynaklarına, üretim ve gelirlerine el koyar, sayıları gittikçe azalan küçük bir mutlu azınlık tüm değerleri sahiplenirken, milyarlarca insan daha fazla yoksullaştı, açlık ve sefaletin korkunç yüzüyle daha fazla insan tanıştı.
Dünyanın en yüksek gelirine sahip % 20’lik kesim, dünyada üretilen tüm mal ve hizmetlerin % 86’sını tüketiyor. Dünyada en zengin 225 kişinin serveti 2,5 milyar yoksul insanın tüm gelirine eşit. Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti, en yoksul 48 ülkenin milli gelirinden fazla. Dünyanın faal nüfusunun yaklaşık üçte biri, 1 milyarın üstünde sayıda insan işsiz veya eksik istihdam durumunda. Dünyadaki tüm çocuklara temel eğitim verebilmenin maliyeti olan 6 milyar dolar olmadığı için milyonlarca çocuk temel eğitim alamıyor. Buna karşılık Microsoft’un patronu Bili Gates’in kişisel serveti 100 milyar dolar.
Bütün dünyada çocuklara temel gıda maddesi verebilmek için gerekli 13 milyar dolar bulunamadığı için dünyanın -Türkiye de dâhil- pek çok yerinde çocuklar açlıktan, yetersiz beslenmeden ölüyor, sağlıksız ve sakat büyüyor. Oysa ABD ve Avrupa’da kedi-köpek maması için bir yılda harcanan para 12 milyar dolar.
Burjuva propagandaya göre, küreselleşme, dünyadaki eşitsizlikleri giderecek, ülkeler arasındaki uçurumları ortadan kaldıracaktı. Oysa Dünya Bankası raporlarına göre, nüfusu 780 milyon olan G7 ülkeleri, dünya tüketiminden % 78,2’lik bir pay alıyordu. Buna karşılık 4 milyar civarında insanın yaşadığı diğer ülkeler % 21,8’lik bir pay alabiliyordu. Ancak son 12 yılda G7 ülkelerinin aldığı pay % 78,2’den % 87’e çıkarken, 4 milyar insanın yaşadığı ülkelerin payı % 13’e düştü.
Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gelir farkı 1990’da 30 kat iken, son on yılda bu fark 82 kata çıktı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çünkü yaşanan süreç, “Yeni Dünya Düzeni” veya “küreselleşme”, tüm insanlığın refahını sağlamamış, daha adil ve adaletli bir dünya yaratmamıştır, ama giderek küçülen ve zenginliği elinde toplayan çok küçük bir azınlığın, milyarlarca insan üzerindeki korkunç sömürü, baskı, terör ve haydutça soygununu çok daha üst boyutlara çıkarmıştır.

EMPERYALİST TALAN VE MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ
Son yirmi yıl üretimde yoğunlaşma, sermayenin giderek daha kişinin ellerinde toplanmasında ve sermaye fazlasında artış yaşandı. Emperyalistler-arası pazar kavgalarına, etkinlik alanlarını arttırma, birbirlerinin nüfuz alanlarına müdahale çabalarına daha sık rastlanmaya başlandı. Özellikle Rusya’nın kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesinden sonra, nispeten rahatlayan Avrupa, henüz tam karşı çıkma, açıkça başkaldırma aşamasına gelmese de ABD karşısında eskisinden daha ileri düzeyde manevralara girişiyor, koşullan zorlamaya çalışıyor, nüfuz ve etki alanlarını geliştirmede nispeten daha atak davranmaya başlıyor. Özellikle Almanya, Doğu Avrupa ülkeleri ve balkanlara büyük bir atak yapıyor, Rusya ile ilişkilerini geliştiriyor, Uzakdoğu pazarına el atıyor. Fransa daha yüksek sesli konuşuyor.
ABD, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika ülkeleri üzerinde tam hegemonyasını ilan ederken, Rusya Federasyonu’nu parçalamak, bağlı cumhuriyetleri kopartıp kendi egemenliği altına almak, bölgede karışıklıklar çıkartmak, diğer yandan geniş bölgesel konumu ve nüfusuyla bakir bir pazar olan Rusya üzerinde sermaye ve meta hareketleri bakımından ve enerji alanları üzerinde tam bir hâkimiyet kurmak dâhil pek çok hedefle hareket ediyor. Yine ABD uzun süredir gönlünde yatan Balkanlara girmek ve buraya kalıcı olarak yerleşme planları dâhilinde her türlü oyuna başvuruyor. Güneydoğu Asya’da var olan etkinliğini daha da artırmak, bölgede Japonların etkinliğini azaltmak, kendileri açısından muhtemel tehdit oluşturabilecek dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip Çin’in önünü şimdiden kesmek, olası belayı önlemek için yeni manevralara girişiyor.
Japonya bir yandan bölgesinde bulunan ülkelerde hâkimiyetini yitirmemek, pazar alanlarını geliştirmek, ABD ve Avrupa pazarında sağlam yer tutmak, Rusya ile ilişkilerini geliştirmek için mücadele veriyor.
Petrol bölgesi uzun süreden beri iğneli fıçıydı. ABD petrol bölgesinde sahip olduğu avantajları kaptırmamak, rakiplerini bölgeden püskürtmek için savaş dâhil her türlü yol ve yöntemi kullanıyor, ama başta Alman ve Fransız emperyalistleri olmak üzere boş durmuyorlardı.
Emperyalistler, sahip oldukları pazarları sağlamlaştırmak, yeni pazar alanları yaratabilmek, daha fazla kâra ulaşabilmek için bağımlı ülkeleri tam olarak talan etmek, sömürgeleştirmek dâhil her türlü aracı uygulasa, kendi aralarında gümrük duvarları, mevzuatlara başvursa, tekeller-arası birleşmeler en yoğun dönemini yaşasa da tüm bunlar biçimsel değişiklikler olmaktan öteye geçemiyor. Üretim yoğunlaşıyor, sermaye daha az elde birikiyor, tekeller-arası rekabet en hareketli dönemini yaşıyor, ama kapitalizmin temel özellikleri değişmiyor.
Kapitalizm artık öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, meta üretimi ve sermaye ihracı ekonomik işleyişin temeli sayılmakla birlikte aslında bir yandan da ciddi biçimde sarsılıyor, mali sermaye egemenliği kendini daha güçlü bir şekilde hissettiriyor.
Bununla birlikte anarşik, plansız, aşırı üretim kapitalizmin tipik özelliği olmaya devam ediyor. Krizler kendini daha sıkı gösterirken, tekeller-arası rekabet büyüyor. Rekabeti ortadan kaldırarak, bir düşmanı piyasadan silmek, pazar üzerinde daha güçlü bir hegemonya kurabilmek için şirket evlilikleri, yani şirketlerin birbirini yutması en yoğun dönemini yaşıyor.
Ancak burjuva kuramcıların ve küçük burjuva reformcularının söylediği gibi, bu birleşmelerin çelişkileri azaltacağı, dolayısıyla barış sağlayacağı iddiası tam bir aldatmacadır. Şirketler, mali olanaklarını birleştirip insanlığa deha iyi ve yararlı hizmet için değil, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek, insanlığın tepesine daha büyük bir güçle çökmek için birleşiyor. Birleşmeler, rekabet ortamını yok ederken birleşmiş işletmelere daha güvenli bir kâr ortamı sağlıyor. Birleşmiş şirketler, pazar payını arttırıyor, pazarlar için daha avantajlı hale geliyor. Hammadde kaynakları üzerindeki hâkimiyetlerini genişletirken, kriz dönemlerinde daha kuvvetli kalarak birleşmemiş veya basit işletmeler karşısında durumlarını pekiştiriyorlar. Kriz sonrası güç kaybeden işletmeleri ucuza kapatma olanağı elde ediyorlar.
Yeni küresel mali ortam, şirket evliliklerini, bankaların kurumsal yatırım araçları olarak sahnede daha fazla görünmesini, ağırlığını en üst boyutlara taşımasını, borsa aracı şirketlerinin daha fazla rol kapmasını beraberinde getirirken, bunların çevresinde yeni bir finansçılar kuşağı ortaya çıkarttı. Ve bu para yöneticileri, işçi sınıfı ve emekçilerin sırtından kazanılan ve halktan borç karşılığı toplanan paralarla dünyanın dört bir yanında cirit atıyor. Bunlar, spekülatif oyunlarla para piyasaları ve ekonomik gidişat üzerinde belirleyici konuma sahip oldular.
Asalaklık, rantiyecilik muazzam boyutlara ulaşırken, üretmeden kazanmak, başkalarının yarattığı değerlerin tepesinde keyif çatmak övünülecek bir şey haline geldi. Öyle bir anlayış yaratıldı ki, çalışmak aptallık; rantiyecilik, asalaklık ise akıllılık sayılıyor. Para sermaye birikimi, küpünü doldurup da yeniden üretim sürecinden elini çeken kimselerin sayısını da etkiliyor. Çünkü bu alanda elde edilen kârlar öyle yükseldi ki, bunların sayısı da durmadan arttı. Spekülatif sermayenin bu muazzam artışının bir nedeni de budur.

MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ
Her yere refahı, sanayi ve teknolojiyi taşıyacağı ve bunu insanlığın hizmetine sunacağı propagandası ile ortaya atılan küreselleşmede mali sermayenin rolü çok fazla artmıştır. Artık emperyalistlerin dış ülkelere yaptığı yatırımlar esas olarak mali alandadır.
Örneğin, IMF’nin kontrolünde bağımlı ülkelere verilen 1,2 trilyon dolar kredinin % 70’i spekülasyonda kullanılan, üretken olmayan kredidir.
Dünya döviz işlemlerinin günlük hacmi 1 trilyon doları aşarken, bu miktarın yalnızca % 15’i gerçek mal ticaretine ve sermaye hareketlerine tekabül ediyor; % 10’u sermaye, % 5’i mal. Buna karşılık % 85’i kredi, hisse senedi, tahvil ve bonodur.
Para, tahvil ve hisse senedi piyasalarının büyüklüğü 1990 yılında, yirmi yıl öncesine göre 80 misli arttı. Son on yılda bu farkın kat kat daha fazlalaştığından kimsenin kuşkusu yok.
Ancak bu durumun kapitalizmin krizlerinin sıklaşmasında payının olduğu ve olacağı da açık bir gerçektir. Aşırı üretim ile birlikte, servetin çok küçük bir azınlık elinde toplanması, buna karşılık yoksul nüfusun durmadan kabarması, azınlığın artan servetiyle, büyük halk tabakalarının yoksullaşması arasındaki büyüyen çelişki, sermayenin yeniden üretim sürecine girmeyerek, üretim dışı alanlara yönelmesi ve bunun dünya tarihinde eşine benzerine rastlanmayan bir büyüklüğe erişmesi, kendini daha çok hissettiriyor. En son Güneydoğu Asya’da yaşananlar, “Asya Kaplanları mucizesi” balonunun patlaması, patlayan krizin kısa zamanda dünyaya yayılması, burjuva ekonomistlerin paniği, daha öncesinde 1997’de New York, 1990’da Tokyo borsalarının çöküşü vb. Yine son dönemde Japon mali piyasalarında yaşananlar, diğer piyasalardaki istikrarsızlık yakın zamanda olabileceklerin işaretini teşkil ediyor.
Sadece şu karşılaştırma bile gidişatın ne yönde olduğunu gösterebilir: 1930 büyük krizi patladığında para, tahvil ve hisse senedi piyasalarında yapılan işlem değeri meta ticaretinin iki katıydı. 1990 yılında bu oran 50 misline ulaştı. Yani 1930’da üretim sürecindeki her 1 dolara karşılık, rantiyede 2 dolar dolaşırken, 1990’da üretim sürecindeki her 1 dolara karşılık rantiye alanında 50 dolar dolaşıyor.
Bu durum Türkiye açısından da böyledir. Geçen yıl ve önceki yıllar, holding bilânçoları açıklandığında görüldü ki, üretimdeki gerilemeye, % 70’lere düşen kapasite kullanımına karşın holdinglerin kârı artmıştı. Ve bu kârın kaynağı üretim dışı alanlardı. Holdingler, hükümetle arası iyi olan şirketler, arkalarında banka desteği bulunanlar, ceplerinden bir kuruş çıkartmadan, devletten ucuza aldıkları kredileri, yine devlete daha pahalıya vererek muazzam kârlar elde etmişlerdi.
Dünyada spekülatif alana yönelen sermaye öyle boyutlara ulaşmıştı ki, finans yatırım şirketlerinin, uluslararası tekellerin finans yatırımlarının günlük işlem hacmi 1,3 katrilyon dolardı. Bu rakam, günlük dünya ticaret toplamının 100 katına eşitti.

BORÇ KISKACI
Aşırı üretimin kaçınılmaz ve aynı zamanda muazzam boyutlara ulaşan sermaye birikimi ve fazlalığının sonucu olarak emperyalist tekeller kendi kârlarını arttırmanın, rakiplerine üstünlük sağlamanın yolu olarak geri ülkelere sermaye ihraç ederler. Geri kalmış ülkelerde kâr daima yüksektir. Çünkü buralarda sermaye az, toprak fiyatları nispeten düşük, ücretler ve hammadde ucuzdur.
Mali sermaye açısından bakıldığında, emperyalist devletler ve tekeller mali sermaye aracılığıyla etki ve baskı altına aldıkları ülkelere karşı tam bir üstünlük elde etmişler, ayrıcalıklı konuma kavuşmuşlardır. Bağımlı ülkelerin hükümetlerine istediklerini yaptırır durumdadırlar. Ücretlerin belirlenmesinden tarıma müdahaleye ve ulusal sanayinin tahribine kadar ülke yönetiminde asıl söz sahibi durumuna gelmişlerdir.
Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği anlamını da taşıması, mali yönden güçlü birkaç devletin, bütün öbür devletler karşısındaki üstünlüğünün açıklaması da buradadır.
Artık emperyalistlerin dış ülkelere yaptığı yatırımlarda ilk sırayı mali sermaye almaktadır. Borçlanma yoluyla siyasal olarak bağlanan ülkeler, emperyalistlerin, ülkede ve bölgede jandarması, koruma memuru rolünü üstlenirler. Bunun en yakın örneği Türkiye’dir.
Mali sermayenin kıskacına giren bir devletin artık kendi adına hareket etme, karar alma şansı kalmamış demektir. Kredi faiz ilişkisi öyle işler, yaptırımlar birbiri ardına öyle gelir ki, ülke yönetiminin anahtarı fiili anlamda emperyalist tefeci kuruluşların eline geçer. Ekonomik ve siyasi ilişkileri belirleyen onlardır. Bağımlı devlete düşen ise, emperyalistleri isteklerini yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Küreselleşme ile birlikte mali sermayedeki muazzam artış, birkaç büyük tefeci devletin dünyanın geri kalanı üzerinde söz sahibi olması, bağımlı ülkelerin son yıllarda müthiş bir şekilde patlama yapan borçlarıyla açıklanabilir. Borç/alacak ilişkisi bir kez kuruldu mu, emperyalist tefeci kredi kuruluşları aracılığıyla mali sermaye ekonomik, politik her anlamda yaşamın bütün alanlarına sızar.
Kredi sisteminin özünde yatan şey, kapitalist üretimin temeli olan başkalarının emeğini sömürerek zenginleşmeyi, en ileri boyutlara kadar geliştirmek, toplumsal serveti elinde tutan azınlığı gitgide küçültmektedir.
Mali sermayenin egemenliği altına girmiş bağımlı ülkenin hammadde kaynaklarını yitirmesi, sanayi ve tarımın tahribatı, ulusal sanayinin emperyalist ve işbirlikçi sermaye tarafından baskı altına alınması, iç piyasayla ilişkisinin koparılması, en kârlı ve temel işletmelerin emperyalist tekeller tarafından yutulması veya onun için üretim yapma kıskacıyla rekabet sahnesinden silinmesi, gelirlerine emperyalist tefeci devletler tarafından el konulmasıyla ülkelerin borçlarını ödeyemez duruma gelmesi, bilinen klasik bir sonuçtur:
Borçlu ülke, biriken borçların vadesi geldiğinde borçların ertelenmesi ve yeni krediler için masaya oturur. Bunun faturası bir öncekinden ağır olur. Borçlu ülkenin, uluslararası tefeci kuruluşların koyduğu şartları kabul etmekten başka çaresi yoktur. Her yeni anlaşmada şartlar bir öncekine göre daha ağıdır. Örneğin, yeni kredilerin vadesi bir öncekine göre kısalır, faiz oranı ise yükselir. Bu koşulları yeni maddeler izler; mali sermayeye ayrıcalıklar tanınması, vergi indirimi sağlanması veya vergilerin tamamen kaldırılması. Yeni sermaye yatırımları için teşvikler, bedava toprak… Özelleştirmelerin başlaması, en kârlı işletmelerin, yerli ortakla yabancı sermayeye tahsisi. Enerji alanının devri…
Çoğunlukla krediler, borçlu ülkenin bir cebine girmeden öbür cebinden çıkar. Kredi anlaşması yapılırken, kredinin nerelere harcanacağı koşula bağlanmıştır. Buna göre genellikle krediler üretken olmayan alanlara yatırılır ve tabii ki, eski borçların faizlerinin ödenmesine. Bu durum bağımlı ülkeyi daha da zora sokar. Bağımlı ülke, ihtiyaç duyduğu şeyleri piyasa değerinin çok üstünde satın almak, satacaklarını ise piyasa değerinin çok altında satmak zorunda kalır. Elbette karşılığında, söz konusu ülkelerdeki bir avuç zengin, üst düzey bürokratlar, hükümet çevrelerine yakın kaynaklar bu işlerden paylarını alır, servetlerine servet katar, emperyalistlerin güvenilir işbirlikçileri ve ortakları olarak siyasi güce ulaşırlar.
Borç ödeme koşulları giderek artar. Bağımlı hale gelen ülke eskiden 100 lira borç alıyorsa, artık 150 lira almak zorundadır. Eskiden % 6 faiz ödüyorsa, artık % 7–8, % 10 ödemek zorundadır. Fiktif krediye dönüşen sistem sonucu, kredi karşılığı almak zorunda kaldığı mallar ve elinden neredeyse dünya fiyatlarının yarısına elinden çıkartmak zorunda kaldığı hesaplandığında, yeni borcun gerçek maliyeti yüzde birkaç yüzü bulur.
Emperyalist devletler ve onların uluslararası tefeci kuruluşları, kredi değerlendirme merkezleri, borç talebine karşılık güvence ister. Ve bir süre sonra bağımlı ülkenin en köklü işletmeleri, ekonomisinin can damarları emperyalistlerin ipoteği altına girer. Sonuç olarak milyarlarca doları çekip çeviren mali sermaye, siyasi gücü elinde toplar. Ülkenin yönetimini üstlenir. Şimdi dünyanın 100 ülkesinde ve Türkiye’de olduğu gibi, maliye bakanı IMF’nin bir büro elemanı gibi çalışır, raporları ona verir. IMF onayı olmadan hiçbir adım atamaz, yatırıma girişemez. IMF’nin bir görevlisi üç-dört ayda bir ekonomiyi denetler. Tarım, hayvancılık, eğitim, sağlık, enerji gibi bakanlıkların denetimi ise işbölümü gereği Dünya Bankasının denetimine girer. Bu bakanlıklarda Dünya Bankasının görevlileri bulunur. Her şey onlara açıktır ve onların denetiminde yürür. Tarım politikalarından hayvancılığa, eğitimden sağlığa her şeyin gerçek söz sahibi Dünya Bankası’dır.
Hükümetlerin bağımsızlığı, önemli konularda karar yetkisi çoktan bitmiştir. Hükümetlerin ve bakanların görevi emperyalist tefeci devletlerin önlerine koyduğu işleri yürütmek, bu kararların emniyetli bir biçimde sürdürülmesi için işçi sınıfı hareketini kontrol altında tutmak, muhalif hareketleri ezmektir. Tabii ki, onlara da hizmetlerinin karşılığı kırıntılar verilir; ihale takip edebilir, rüşvet alabilir, ihale ve kredi komisyonculuğu yapabilirler.
Üst düzey bürokratların hizmetleri de karşılıksız bırakılmaz. Onlar işin büyüklüğüne göre komisyon alırlar. Örneğin yabancı bir silah tekeli, silah fiyatı verirken bunun içine rüşvet ve komisyonları dâhil eder. Başarılı bürokratlar, bir süre sonra özel şirketlere transfer edilerek, holding yönetim kurullarında ödüllendirilir.
Bağımlı ülkelerde mali sermaye öyle boyutlara ulaşmış, öz kaynaklar öylesine emperyalistlerin eline geçmiştir ki, emperyalist tefeci kuruluşların önlerine koyduğu, “ekonomik istikrar paketi”, “yapısal uyum projeleri”, “şok kararlar”, “kamu açıklarını kapatma programı” vb.yi uygulamakta tereddüt eden, yeterli kararlılığı göstermeyen hükümetlerin tepesine binilir. Uluslararası kredi değerlendirme kuruluşları tarafından, bu ülkenin borç ödemelerini düzenli yapmadığı, ekonomisinin iyiye gitmediği vb. gerekçelerle kredi notu düşürülür. Bunun uluslararası mali piyasalar için anlamı şudur; adı geçen ülkeye yeni krediler verilmeyecektir.
Bağımlı ülkede emperyalizm öyle nüfuz etmiş, mali sermaye öyle bir egemenlik kurmuştur ki, böyle bir durumda uluslararası iki-üç banka, finans kuruluşu aralarında anlaşıp o ülkeye verdikleri kredi karşılığı aldıkları yüksek faizli garantili bonoları, fonlar, hisse senedi ve tahvillerin bir kısmını elden çıkartıp piyasadan para çekerek bir gecede bunalım yaratabilirler. Para piyasasını çökertebilirler. (Bu sadece bağımlı devletler açısından değil, özellikle bunalım dönemlerinde en gelişmiş ülkeler için de böyledir. Örneğin dünyanın en büyük spekülatörü Macar asıllı Amerikan vatandaşı Soroz’un Avrupa para sisteminin yaşadığı sarsıntı sırasında bir gecede 1 milyar dolar kazandığı söylenir.)
Yine Türkiye açısından bakıldığında, İstanbul Borsasında dönen paranın % 50’sinin, bazılarına göre % 60’ının yabancı spekülatif sermaye olduğu söylenmektedir. Bu şu demektir: Yabancı spekülatif sermaye, uluslararası kuruluşlar karar verdiğinde, ellerindeki kağıtlardan bir kısmını satıp dolaşımdaki parayı çekmeye kalktıklarında, Türkiye’nin para piyasaları bir gecede çöker, ekonomi iflas eder. Nitekim Uzakdoğu’da patlayan 1997 krizinden sonra yabancı sermaye parasının 6–7 milyar dolarlık kısmını çektiğinde Türkiye para piyasaları çökmüş, bankalar sarsılmış, birkaçı batmış, batmak üzere olan birkaçı da hükümet desteğiyle ayakta kalmış, borsa iflasın eşiğinden dönmüştü.
Spekülatif sermaye, bunu sadece spekülasyon amaçlı yapmışsa, tekrar geri gelir, dibe vuran hisse senetlerini, tahvilleri, bonoları en düşük fiyattan geri toplar ve milyon dolarları cebe indirir. Bunu hükümete şantaj, hizaya getirmek amaçlı yapmışsa, hükümetlerin önünde diz çöküp salya sümük yalvarmasını bekler, yeni imtiyazlar, ayrıcalıklar elde eder. Ve asıl efendinin kendisi olduğunu bir kez daha hatırlatırken, ağır bir faturayı hükümetlerin önüne koyar. Spekülatif sermayenin hükümetleri hizaya getirmesi, şantaj ve tehdit yoluyla isteklerini elde etmesi sadece yabancı sermaye ile sınırlı değildir. Yerli tekeller ve mali sermayenin de sık sık aynı yolu izlediği, bu yolla hükümetleri istediklerini yapmaya mecbur ettikleri, hükümetleri görevden düşürüp, yenilerini işbaşına getirdikleri malumdur.
Öte yandan, kısmen poliçe dalavereleri, kısmen de sırf poliçe icat etmek için yapılan meta alışverişleri, kredi alışverişleri ile bütün bir süreç öyle karmaşık hale getirilmiştir ki, geriye ödemelerin düzenli olduğu, çok kârlı bir iş yapıldığı ve her şeyin büyük bir istikrar ve uyum içinde yürüdüğü görüntüsü uzun süre devam eder. Böylece çöküşün tam arifesinde, tıpkı “Asya Kaplanları” krizinde yaşandığı gibi, neredeyse fazla sağlıklı bir görünüştedir. Ancak bunalım bir kez patladı mı, zincirin halkaları gibi birbirine geçmiş ve bağlanmış emperyalist ekonominin tümünü kapsar. Bir yerde patlayan kriz, diğer bir tarafı içine çeker. Bir yerde başlayan borçların geri ödenmemesi, mali piyasaları sıkıntıya sokar, ihracata darbe vurur, tüketim yavaşlar, stoklar büyür. Paraya olan talep artar, faizler yükselir, krediler durdurulur veya vadeleri çok kısaltılır, kredilerin geri ödenmesi istenir. Ve yaylım ateşi gibi bütün emperyalist kapitalist sistemi sarar. İşte o zaman bütün ülkelerin aşırı üretimde bulundukları, aşırı ihracat ve ithalat yaptıkları, hepsinde fiyatların şiştiği, kredilerin gereğinden fazla ve muazzam bir biçimde yayıldığı meydana çıkar.

MALİ SERMAYENİN ARACI KURUMLARI OLARAK IMF VE DÜNYA BANKASI
Dünyanın her yerine refahı getireceği söylenen küreselleşme, refahı getirmedi ama üç-beş emperyalist dışında gelişmekte veya gelişmemekte olan ülkelerin borçlarını 1970 yılından 1995 yılma kadar 32 kat artış göstererek 62,5 milyon dolardan 2 trilyon dolara ulaştı. Şimdi bu rakamın çok daha yükseklere tırmandığı ortadadır. 1970 yılında dış borçlar GSMH’nin (gayri safi milli hâsıla) % 14,4’ü iken, 1992 yılında % 38’ine yaklaşmıştı. Şimdi bu oran % 50’leri bulmuş durumda. Yani bağımlı ülkeler, bütçelerinin % 50’sine yakın bir kısmını borç ödemeye ayırmak zorunda.
Emperyalist tefeci devletler ve uluslararası mali sermaye, gelişmekte olan veya geri kalmış ülkelerle kredi ilişkilerini IMF, Dünya Bankası, Bretton Wodds, Moddy’s ve Standart and Poor gibi kredi ve kredi derecelendirme kuruluşları aracılığıyla yürütüyor. IMF’nin şu anda dünyada 100 civarında ülke ile alacak-borç ilişkisi bulunuyor. Ve bu güne kadar IMF ve Dünya Bankası ile ilişkiye giren, ekonomisini IMF ve Dünya Bankası’na teslim eden veya müdahalesine izin veren ülkelerde ekonomisi iyiye giden olmazken, bunlardan 40 civarındakilerin durumu son derece kötüye gitti. Diğerleri de adım adım aynı yolu izliyor.
Uluslararası mali sermayeye kolunu kaptıran ülkelerin yeni anlaşmalar yapabilmeleri, yeni kredi bulmaları her seferinde bir öncekinden ağırlaşan şartlara bağlı. IMF kredileri bu ülkelere “yapısal uyum” sağlamak için veriliyordu! Kredi peşinde dolaşan ve buna mahkûm hükümetlerin en önce “yapısal uyum reformlarını” kabul etmeleri şarttı. Elbette sadece kabul etmek yeterli değildi. Krediler, kabul edilen koşulların belli bir zaman dilimi içerisinde yerine getirilmesi şartıyla veriliyordu. Aksi takdirde ödemeler durduruluyor, söz konusu ülke, IMF, Dünya Bankası ve kredi derecelendirme kuruluşları tarafından kara listeye alınıyordu.
IMF kredi anlaşmaları esas olarak şu şartlara bağlıydı:
— Para ve meta hareketinin ve yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılacak. Yabancı sermayeye her türlü güvence verilecek.
— Vergi reformu gerçekleştirilerek, uluslararası sermayeye ayrıcalıklar sağlanacak. Vergi indirimleri uygulanacak, hatta yabancı sermaye giderek vergi dışı bırakılacak. Bağımlı ülkelerde çoğalan serbest bölgeler ülkenin her tarafına yayılacak, sonuçta bu ülkelerin tamamı serbest bölgeler haline gelecek.
— Özelleştirmeler yoluyla kârlı kamu işletmeleri özel sermayeye devredilecek. Kârlı olmayanlar kapatılacak.
— Eğitim ve sağlıkta devlet desteği kaldırılacak. Her hizmetin bir bedeli olacak.
— Kamu açıklarını kapatmak için, kamuda çalışanların sayısı azaltılarak, tenkisata gidilecek.
— İşçi ücretleri düşürülecek.
— Tarım alanında “yapısal uyum programlarına” uygun davranılacak. Destekleme alımları, sübvansiyonlar kaldırılacak. Tarım ilaçlarına, mazota, gübreye zam yapılacak, bunların fiyatları dünya fiyatları ile uyumlu hale getirilecek.
— Sabit kur politikası izlenecek.
— Hükümetler işçi hareketlerini ve muhalifleri sıkı kontrol altında tutup gelişmelerine izin vermeyecekler.
IMF ve Dünya Bankası’nın koşulları hemen hemen her yerde aynıydı. Daha önce belirttiğimiz gibi, aralarındaki işbölümü gereği IMF işin maliye tarafıyla, Dünya Bankası ise, sağlık, milli eğitim, tarım-hayvancılık, bayındırlık, sanayi, çevre vb. bakanlılarla ilgileniyordu. IMF anlaşma gereği her dört ayda bir ekonomiyi denetliyordu. Bu arada maliye bakanları raporlarını doğrudan IMF’ye veriyorlardı.
Böylece IMF, Dünya Bankası ve kredi kuruluşları devletin her türlü ekonomik ve sosyal faaliyetlerini incelemeye yetkili olarak, ülkenin ekonomik durumunu a’sından z’sine kadar öğreniyorlardı. Ülkenin gelirleri, bu gelirlerin hangi alanlardan olduğu, giderler ve bunların ne şekilde nereye olacağı, yatırım planları, ihale zamanları ve koşulları, krediler, teşvikler, ihracatın durumu ve hangi ülkelere yapıldığı, ithalatın hangi ülkelerden yapıldığı, diğer devletlerle ilişkiler, işçi ücretleri, tarımın durumu, ürün rekolteleri, bankaların durumu, mevduat hacmi, döviz rezervlerinin miktarı vb. her şeyi ama her şeyi öğreniyorlardı. -Hal böyleyken İçişleri Bakanının ‘nüfuz casusu’ aramasının ne kadar yanıltıcı ve komik bir şey olduğu daha iyi anlaşılıyor.- Bu durumda her şeyi bilen ve kontrol altında tutan bir tefeci kuruluş olarak IMF, kredi gelişini azaltıp çoğaltabilir, kredi ertelemelerinde her türlü baskı ve şantajı yaparak daha ağır koşullar ileri sürebilir. Yeni borçlardan mahrum bırakabilir veya borçların hemen ödenmesini isteyebilir. Kısaca ülkeyi emperyalist haydutlar adına haraca kesebilir. Ve bu güne kadar IMF ve Dünya Bankasının uygulamaları aynen böyle olmuştur.
Emperyalist tefeci kuruluşlar isteklerini artık yalnızca kredi anlaşmaları söz konusu olduğunda dayatmıyorlar. “Yapısal uyum programları” ile yerine getirilmesini istediği şartlar yerleşik bir düzen ve süreklilik kazandı. Örneğin, ticaretin liberalizasyonu, yabancı yatırımın önündeki engellerin kaldırılması, WTO anlaşmasının maddeleri günlük bir kural haline geldi. MAI, MIGA gibi anlaşmalarla iç hukuklar devreden çıkartılarak, yabancı sermayeye, bağımlı ülkenin aleyhine, tefeci devletlerin lehine ayrıcalıklar ve güvence sağlandı.
Denetimi eline geçiren IMF ve Dünya Bankası, her türlü harcamalar için üst sınır getirir ve hedef açıklar. Bu hedefe ulaşıldığında hedef daha da küçültülür. Yeni altyapı, hastane vb. izin vermez. Yeni yatırımları engeller. Çünkü bu tefeci kuruluşlara göre devlet bu alanlardan çekilmeli, bu işi özel sektöre bırakmalıdır. Her şeyin bir parasal karşılığı olmalı, herkes aldığı hizmetin karşılığını ödemelidir, illa da sağlık alanına yatırım gerekiyorsa, devlet teşvikleri hazırlar, parayı verir, bunu özel sektör yapar. Sonuçta bu alana yönelik yatırımlar giderek küçülür, bu tip yatırımlara izin verilmez. Hangi türden yatırımlara kaynak sağlanacağı, bu tefeci kuruluşlar tarafından belirlenir.
Anlaşmalarla, kamu yatırım programları çerçevesinde tüm proje kredileri, kamu projelerinin yürütülmesini uluslararası tekellere açar. Yeni altyapı projeleri için açılan şartlı krediler sayesinde, alınan kredilerin büyük bölümü yine dışarıya gider. Üstelik üretken alanlara ve sosyal harcamalara yönelik kamu projeleri “istikrar”, “tasarruf”, “bütçe açıklarını kapamak” adına kesilirken, üretken olmayan alanlara dönük müteahhitlik hizmetleri şartlı kredilerin sonucu en yüksek fiyata yaptırılır. Böylece dış borçlar sürekli artar.
Tarımda destek alımları, sübvansiyonlar kaldırılır. Üretim girdileri, ilaç, gübre, mazot, benzin fiyatları yüksek tutulur. Tarıma yönelik düşük faizli krediler kaldırılır, normal piyasa koşullarında faiz uygulamasına geçilir. Belli ürünler için kota uygulaması başlatılır. Böylece, tarım ürünleri fiyatlarının dünya fiyatları ile eşitlenerek rekabet şansı ortadan kaldırılır. İleri ülkeler bu yolla düşük fiyatlı tarım ürünlerinin rekabete yol açmasının önünü keserler.
Bağımlı ülkelere tarım destekleme alımlarını kaldırtan, sübvansiyonları engelleyen tefeci devletler, özellikle son yıllarda kendi ülkelerindeki tarıma büyük sübvansiyonlar ve destekleme alımları uygulamaktadırlar. Bu yüzden, düne kadar tarım ürünü ithal eden bu gelişmiş emperyalist ülkeler, son yıllarda bağımlı ülkelere tarım ve et ithalatına başlamışlardı.
Bağımlı ülkelerin gümrük duvarları yıkılarak, tahrip edilen ulusal sanayinin rekabet şansı ortadan kaldırılır. Önemli sanayi sektörleri, uluslararası sermayenin bir parçası haline getirilerek onun için üretime zorlandığında, yabancı tüketim malları iç pazarı doldurur. Daha çok lüks tüketim malları özendirilir. Böylece bir yandan gümrük gelirleri azalırken, aşırı ithalat nedeniyle dış ticaret açığı aleyhte olarak büyür.
Özelleştirme, kredi görüşmelerinde her zaman önemli bir yer tutar. En kârlı ve ulusal sanayi açısından en önemli ve stratejik sektörler yağma edilir. Özelleştirme gelirleri ile kamu açıklarının kapatılacağı iddia edilse de, uygulama daima bunun tersi olur. Özelleştirmeler sonrası, devletin kasasına para girmez, ama çıkar. Daha da önemlisi devlete kâr sağlayan, en çok vergiyi ödeyen kurumlar elden çıkartılmış, süreklilik arz fiden gelirler düşmüştür.
Eğitim, sağlık gibi sosyal alanlardan devlet desteğinin sona ermesini telkin eden Dünya Bankası, bu alana dönük yardımların sivil kuruluşlar eliyle yürütülmesini savunur. Bütçelerdeki sosyal harcamaların kısıtlanmasını şart koşan Dünya Bankası’nın bir kişiye yeterli olacağını varsaydığı paranın yıllık miktarı sadece 8 dolardır (Türk parası karşılığı beş milyon lira civarı). Oysa ülkemizde doktor muayene bedeli 20–30 milyon civarında. Demek ki Dünya Bankası’nın kişi başına bir yıl boyunca yeter dediği devletin ayırması gereken para ile bırakın bir yıl boyunca sağlık hizmetlerinden yararlanmak, ilaç, tetkik, hastane masraflarının karşılanması, bir tek kez bile doktora gidilemez.
Peki, tefeci devletler ve onların bir kuruluşu olarak IMF, Dünya Bankası ve diğer kredi kuruluşları niçin böyle davranmaktadır? Bağımlı ülkelere karşı duydukları kişisel nefretten, onların kötü duruma düşmesinden, milyarlarca insanın daha fazla yoksullaşmasından duydukları büyük hazdan, içlerindeki sadist duygulardan ötürü mü? Elbette ki hayır! Emperyalist kapitalizm bunu içindeki hain duygularından ötürü değil, kapitalizmin ulaştığı tekelci aşamanın bir sonucu, aşırı kâr hedefine ulaşmak için yapmaktadır. Bağımlı ülkeler daha fazla bağımlı hale getirilmeli, ulusal sanayi ve tarım çökertilerek iç pazarla ilişkisi kesilmeli, emperyalistlerle rekabet şansı ortadan kaldırılmalı, yabancı sermayeye daha geniş ve engelsiz pazarlar yaratılmalıdır.

IMF VE DÜNYA BANKASI’NIN UYGULAMALARINDAN ÖRNEKLER
Tekellerin ve sermaye fazlasının ulaştığı boyut, pazar kavgası, rekabet, emperyalistleri, maliyetlerin ve emek gücü fiyatının ucuz olduğu ülkelere yöneltiyor. IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods gibi kuruluşlar, MAI-MIGA anlaşmaları, WTO, AB, NAFTA, OECD vb. örgütlenmeler sermaye hareketlerinin önündeki engelleri süpürüyor.
ABD, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’yı kelimenin tam anlamıyla haraca bağlıyor. NAFTA çerçevesinde ABD ve Kanada pek çok üretim birimini kapatıp Meksika’ya taşıyor veya üretimlerini fason olarak oralara yaptırıyor. Çünkü Meksika’da emek gücü maliyeti ABD’ye göre % 80 daha ucuz. NAFTA bölgede tam olarak ABD hegemonyasını sağlarken, Meksika’nın denetimi ABD’nin eline geçmiş bulunuyor. Pek çok önemli Meksika şirketi ABD’li tekellerin yönetimine geçti veya onlar adına ve onların oyuncağı durumunda üretime mahkûm edildi. Küçük ve orta ölçekli işletmeler rekabete dayanamayarak iflas ediyor. Üretim belli merkezlerde yoğunlaşıyor, ama Meksika ekonomisinde bir iyileşme görülmüyor. Meksika halkı her geçen gün yoksulluğun batağına daha fazla itiliyor. Artan borçlarını ödeyemez duruma geliyor ve ekonomik bunalımlar altında kıvranıyor.

PERU
1970’li yıllardan başlayarak IMF ile anlaşmalar imzalayan ve bu anlaşmaları yürürlüğe sokmak için CIA destekli askeri darbelerle kendine yol arayan Peru’da 1990 yılında imzalanan yeni anlaşmalar başkan Alberto Fujimori eliyle yürürlüğe kondu. “Şok önlemler” adıyla yürürlüğe konan bu anlaşma çerçevesinde ülkedeki tüketim maddeleri iğneden ipliğe zamlanırken, reel ücretler büyük ölçüde geriliyordu. Halkın alım gücü inanılmaz seviyelere inmişti. Bir ayda gıda maddeleri % 446 oranında zamlandı. Halk beslenemiyor, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Sonunda kolera salgını patlak verdi. Resmi rakamlar iki bin insanın yaşamını yitirdiğini belirtiyordu. Ki resmi rakamların gerçeğin yalnızca çok küçük bir bölümünü dile getirdiğinden, ölümlerin bu sayının kat be kat üstünde olduğundan az çok tarafsız herkes emindi. Yapılan küçük çaplı bir araştırma sonucu görüldü ki, salgının nedeni, kötü ve yetersiz beslenme, tüp-gaz fiyatlarına yapılan 30 kat artış karşısında halkın sularını kaynatamaz, yemek pişiremez, temizlik yapamaz duruma gelmeseydi. Koleranın yanı sıra tüberküloz, sıtma, humma ve şark çıbanı yeniden canlanmıştı.
Temel tüketim maddelerine bu büyüklükte zamlar yapılırken, aylık ücretler 45–70 dolar arasındaydı ve reel anlamda sürekli geriliyordu.
Peru’da halk açlıktan, hastalıktan kırılır her dört çocuktan biri beş yaşına gelmeden ölürken, uluslararası tefeci kuruluşlar, Başkan Fujimori’yi başarılı ve kararlı ekonomik politikaları için kutluyorlar, övüyorlardı.
Uygulanan ekonomik politikalar karşılığı uluslararası kredi kuruluşları Peru ile yeni krediler için görüşmeye razı oldular. Öncelikli şartları eski borçların ödenmeye başlamasıydı. Böylece yeni krediler açıldı. Ancak bu paranın bir kuruşu bile Peru kasasına girmeden eski borçlar karşılığı geri alındı. Ama olsun, Peru kararlılığını göstermiş, iyi niyetini sergilemiş, emperyalist haydutların gözünde güvenilir olmaya başlamıştı! Böylece Peru’nun dış borcu 60 milyon dolardan, 1991 yılında 150 milyon dolara çıktı. Başkan Fujimori ve bir avuç işbirlikçi ise küplerini dolduruyorlardı.
Bu arada ülkede halkın hoşnutsuzluğu büyüyor, yönetime karşı büyük bir muhalefet gelişiyordu. ABD, “halkın sesine kulak vererek” Peru’da demokratikleşme istediğini ilan etti! Fujimori, orduyla görüştü. IMF programlarının eksiksiz uygulanması için tüm ülkede sıkıyönetim ilan edildi. Aynı zamanda parlamenter demokrasi güldürüsü de sahneye konuldu. Ve yine aynı anda infaz mangaları oluşturuldu. CIA tarafından organize edilen “Comondo Rodrigo Franco” adlı ölüm timleri ölüm kusuyor, halk, işçiler, gençlik, öğrenci önderleri, sendika liderleri, Türkiye insanının yakından tanıdığı yöntemlerle, sokak ortasında, ev baskınlarında veya kaçırılarak katlediliyorlardı. ABD’nin demokrasi isteği yerine getiriliyordu!
IMF programı ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum” programları çerçevesinde küçük üretici tamamen yıkıma uğratıldı. Tarım girdilerine, ilaç, tohum, gübre, mazot, benzine yüksek oranlı zamlar yapıldı. Toprak yasası çıkartılarak 10 hektardan küçük üreticilere tarım kredileri kesildi. Bunlar tarlalarını yok pahasına satmak zorunda kaldılar. Ürün fiyatları maliyetlerin altında tespit edildi. Böylece küçük üreticilerden sonra, orta köylülük de yıkıma uğratıldı.
1990 kararları ile birlikte uyuşturucu ticareti büyük bir artış gösterdi. Tarımsal çöküntünün ardından hububat, mısır vb. tarımsal ürünlerin yerini kokain hammaddesi olan koka yaprağı aldı.
Tüm bunlar yaşanırken, dünyanın gözü önünde büyük bir komedi sahneleniyordu.
Oyunun baş aktörleri ABD ve Peru yönetimleri idi; ABD yönetimi, Peru yönetimine uyuşturucu ticaretini engellemesi için baskı yapıyordu! 1991 yılında ABD ile Peru arasında uyuşturucu ticareti ile mücadele anlaşması imzalandı ve ABD yardımı bu şarta bağlandı.
Ancak tesadüfe bakın ki (!) bu anlaşmadan sonra Peru’da uyuşturucu imali ve ticareti büyük ölçüde büyüdü! Çünkü kâğıt üzerindeki anlaşmaların tersine köylülüğe koka yaprağından başka bir şey ekme şansı tanınmıyordu. 1974’de 16 bin dönüm olan koka yaprağı üretim alanı 1991’de 90 bin dönüme, 1974’de 12 bin ton olan koka üretimi 1991’de 85 bin tona çıktı. Ve Peru, sonradan belgelerle ortaya konulduğu gibi CIA’nın eroin ticaretini örgütlediği merkezlerden biri haline gelmişti.
Durumdan IMF ve Dünya Bankası memnundu, uyuşturucudan gelen paralarla Peru, borç faizlerini ödüyordu. Halk işsizmiş, köylülük yıkıma uğramış, sanayi tahrip edilmiş, çocuklar beş yaşına gelmeden ölüyormuş, salgın hastalıklar kol geziyormuş, bunlar tefeci haydutları ilgilendirmezdi. Önemli olan kendi programlarının yürümesi, bir ülkenin gelirlerine el konulması, borçların geri dönüşünün sağlanması idi. Bunlar oluyorsa işler iyiydi. Sonuçta Peru ekonomisi tam bir çöküşün içine yuvarlandı.
Aynı olaylar, Bolivya’da da yaşanıyordu.

AŞAĞI SAHRA AFRİKASI
Bir aşağı Sahra Afrika ülkesi olan Somali, 1970’lere kadar geri bir tarım ve hayvancılık ülkesiydi. Ama yine de ürettikleri kendine yetiyordu. Bu tarihten sonra IMF ile kredi anlaşmalarına girişti. 1980’lerde IMF müdahalesi Somali’nin çöküşünü hızlandırdı. IMF ile yapılan anlaşma gereği “yapısal uyum” programı yürürlüğe konuldu. Ve kendine yeter durumda olan Somali tarımı, ihtiyacı karşılamaz oldu. Tarım tahrip edildi. IMF dayatmaları sonucu gerçekleştirilen devalüasyonlar, yakıt, gübre, zirai ilaçlara yapılan sürekli zamlar tarımda girdileri arttırdı. IMF reçeteleri doğrultusunda kuyular ve otlaklar özelleştirildi. En verimli ve geniş topraklar zengin tüccarlar ve subaylar tarafından ele geçirildi.
Hayvancılık, Dünya Bankası’nın baskıları ile köreltildi. Yine yapısal uyum programları gereği ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla veterinerlik hizmetleri paralı hale getirildi. Veteriner ilaçları için özel bir pazar oluşması teşvik edildi. Su ticarileştirildi. Ülkenin temel gelirini oluşturan hayvan ihracatı, salgın hastalık gerekçesiyle Avrupa Birliği ve ABD tarafından engellendi. Böylelikle 10 yıl içersinde Somali’de tarıma ve hayvancılığa yapılan yatırımlar % 85 oranında düşürüldü.
“Yapısal uyum programları” gereği, kamu harcamalarını kısma adı altında sağlık ve eğitimde devlet yatırımları kaldırıldı. 1989’a gelindiğinde sağlık harcamaları 1975 yılına göre % 78 oranında azaltılmıştı. Eğitimde bir ilkokul çocuğu başına yıllık harcama 1982’de 82 dolar iken, bundan sadece 7 yıl sonra 1989’da 4 dolara düşmüştü. Sonuçta Somali’de eğitim ve sağlık sistemi harap oldu, okul ve hastanelerin bir kısmı kapanırken, var olanların büyük bölümü hizmet veremez duruma geldi.
Dünya Bankası tahminlerine göre gerçek ücretler 1989’da 1970’e göre % 90 oranında azalmıştı. Kamu sektöründe ortalama ücret ayda 3 (üç) dolara düşmüştü.
Dünyanın IMF ile iş yapan pek çok ülkesinde olduğu gibi Afrika’nın da pek çok ülkesi Somali ile aynı kaderi paylaşıyor.
Geçimini esas olarak hayvancılıkla sağlayan Zimbabve, Afrika’nın ekmek sepeti olarak görülürdü. 1992’deki büyük kuraklık üretimi etkiledi. Fakat asıl ilginci, kuraklık doruk noktasındayken uluslararası sigara tekellerinin isteğiyle ve modern su kanalları, kredi, ulaştırma ile desteklenen tütün üretimi arttı. Yani halk kıtlık içinde kıvanır, bebekler gıdasızlıktan can verirken, tütün üretimi artırıldı.
Yine bir başka Afrika ülkesi ve bir zamanlar gıda ihracatçısı olan Malawi’de Dünya Bankası programları gereğince mısır üretimi 1992’de % 40 oranında azalırken, sigara tekellerinin isteği doğrulusunda, Bretton Woods kuruluşları nezaretinde yürütülen tarıma yönelik “sektörel uyum” modeli çerçevesinde tütün üretimi ikiye katlandı. En verimli araziler tütün ekimine ayrıldı.
1980’li yıllar boyunca tarıma müdahale edilerek tarım çökertildi. Su paralı hale getirildi. Küçük üretici yok edildi. Tütünden gelen para ise, sürekli artan borç ödemelerine verildi. Ancak emperyalist propagandaya göre Afrika’daki açlığın nedeni bunlar değil, kötü iklim koşullarıydı!
Bir başka Afrika ülkesi Ruanda, dünya kahve üretiminin merkezlerinden biriydi. Buradaki etnik ayrılıklar, böl-yönet politikalarının gereği olarak emperyalistler tarafından sürekli gündemde tutuluyordu.
Kahve satışları Ruanda’nın döviz gelirlerinin % 80’ini oluşturuyordu. 1980’lerde Ruanda ekonomisi Aşağı Sahra Afrika’sının en iyi ekonomilerinden biriydi ve o yıla kadar GSMH’si % 4,9 oranında artıyordu. Yıllık enflasyon % 4 civarındaydı ve bölgenin en düşük enflasyonuydu. Köylülerin % 70’i kahve ekiyordu, ama diğer tarımsal ürünler de yetiştiriliyordu.
Dünya kahve kartelinin dayatması, kahve tekellerinin oyunları sonucu gelirler birden düştü. GSMH eksiye geçti. Borç ödemelerinde sıkıntılar baş gösterdi.
1988 Kasımında IMF heyeti “ekonomiyi ve kamu harcamalarını incelemek” üzere Ruanda’ya gitti! İnceleme sonucu devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, kamuda çalışan işçilerin ve emekçilerin işten atılması kararı çıktı. Ruanda parası % 50 oranında devalüe edildi. Temel tüketim maddelerine, benzine, mazota zamlar yapıldı.
Dış borçlar sadece 1989–1992 arasındaki üç yıllık sürede % 34 arttı.
Eğitimde, sağlıkta özelleştirmeler başladı, sosyal harcamalarda kısıtlamalara gidildi. Ve sonucunda bulaşıcı hastalıklarda ve sıtmada büyük patlamalar yaşandı.
Yine IMF ve Dünya Bankası’nın dayatması sonucu 300 bin kahve ağacı kökünden söküldü. Dünya kahve fiyatları yükseldi. Ama Ruanda bundan nasibini alamadı, çünkü Bretton Wodds isimli kredi kuruluşuyla yeni kredi alabilmek için yaptığı anlaşma sonucu kahve fiyatını 1988’deki fiyat düzeyinde dondurmuştu.
Ruanda ekonomisi çökertilmişti. Halk öfkesi kabarıyordu. İşte tam bu sırada emperyalizmin böl-yönet taktiği devreye girdi. IMF yeni kredi için yeşil ışık yaktı. Ama verilecek kredi şartlı krediydi ve silah alımında kullanılacaktı. Halk açlık içindeyken Ruanda ordusunun asker sayısı bir gecede 5 binden 40 bine çıkartıldı! Açılan şartlı kredi karşılığı yeni makineli tüfekler, roketler, toplar alındı. Ruanda’nın dış borcu arttı.
Bundan hemen sonra savaş, etnik çatışmalar, katliamlar başladı. Bunlar halen sürüyor.
Aynı olaylar değişik biçimde Afrika’nın birçok yerinde hüküm sürüyor. Bir zamanlar tarımı kendine yeten, dışarıya hayvan ihraç eden Afrika’da, bugün kıtlık kol geziyor. Avrupa’dan ithal edilen gümrüksüz et ve süt ürünleri hayvancılığı öldürüyor. Avrupa’nın Batı Afrika’ya yaptığı et ihracatı 1984’den bu yana yedi kat arttı. Tüm bunlar bir yanda IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla tarım ve hayvancılığı öldürürken, her geçen gün büyüyen dış borçlar ödenemez duruma gelmekte, Afrika’nın büyük bölümü, küreselleşmenin nimetlerinden açlık biçiminde nasiplenmektedir.

HİNDİSTAN
1991 yılında yürürlüğe konulan IMF programı sonucu Hindistan’da kronik açlık baş gösterdi. Hükümet uluslararası mali piyasaların isteğini yerine getirebilmek için 47 ton altını güvenlik teminatı olarak uçakla Bank of England kasalarına emanet etmek zorunda kaldı.
IMF ve Dünya Bankası ile olan anlaşmalar çerçevesinde Hindistan’da hükümet sosyal programları ve altyapı harcamalarını kesti. Tarımda destekleme fiyat uygulaması kaldırıldı. En kârlı kamu işletmeleri özelleştirilerek yabancılara satıldı. Vergi sistemi değişti. Yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıldı. Birçok kamu işletmesi kârlı olmadığı gerekçesiyle kapatıldı. 4 ila 8 milyon arasında kamu işçisi işten atıldı. İş yasaları değiştirilerek kuralsızlaştırıldı. Yabancı bir ayakkabı imalatçısı olan Bota, sendikalı fabrika işçisine günlük 3 dolar ödüyor. Ancak bu para çok geliyor. İş yasalarında yapılacak yeni değişikliklerle bunun 1 dolara düşürülmesi hedefleniyor.
Hindistan’da 900 milyonluk nüfusun 400 milyonu tarım alanında. IMF anlaşmalarının temel koşullarından biri olan tarıma desteğin çekilmesi, tarım ürünlerine ve gübreye sübvansiyonun kaldırılması, tarımsal ilaç, mazot, benzin vb. sürekli artması sonucu küçük ve orta ölçekli çiftçi iflasa sürüklendi. Milyonlarca tarım işçisi açlığın kollarına itildi. Büyük bir işsizlik baş gösterdi. İnsanlar açlık karşılığı çalıştırılmaya başlandı. 1992’de hükümetin Tamil Nadu’da tarım işçileri için belirlediği asgari ücret günlük 15 rupeydi (0,57 dolar. Yaklaşık 370 bin Türk Lirası civarı). Ancak bu bile uygulanmıyordu. Gerçekte günlük işçi yevmiyesi 3 ile 5 rupe civarındaydı. Ağır işkolu olan inşaat sektöründe günlük ücretler 10–15 rupe, kadınlara 8–10 rupeydi.
IMF programının ardından halkın temel besin kaynaklarından pirincin fiyatı % 50 oranında yükselirken, 17 milyon insanın geçimini sağlayan el tezgâhlarında dokumacıların geliri % 60 düştü. Açlıktan ölümler başladı.
IMF ve Dünya Bankası, işçileri açlık karşılığı çalışmaya zorlar, küçük ve orta ölçekli tarım üreticisini yıkıma sürüklerken, kamu arazilerinin ellerine geçmesi için kastlarla ve toprak ağalarıyla işbirliğine girdi. Köy tefecileri muazzam ölçüde güçlendi.
Uluslararası emperyalist tefeci sermayenin isteği doğrultusunda tarımsal üretim düşerken, fiyatı % 50 yükselen pirinç üretimi arttı ve ihraç ediliyordu. Ve 1940’lardan bu yana ilk kez, Hindistan tarihinde görülmemiş bir açlık yaşandı. Halkın öfkesi hissediliyordu, işte burada bir kez daha emperyalizmin artık klasikleşen oyunu sahneye kondu. Üstelik İngiltere dünyada etnik, mezhepsel, dinsel çatışmalar ile oynamanın, bu yöntemle halkı birbirine kırdırırken sömürüsünü devam ettirmenin en deneyimli usta devletiydi ve Hindistan’ı sömürgesi altında bulundurmuş, buraların özelliklerini avucunun içi gibi biliyordu. Böylece yıllardan beri canlı tutulan iç çatışmalar şiddetlendi. Halen Kaşmir, Pencap ve Assam sorunları bitmiyor, Hindu-Müslüman çatışmaları sürüyor, Pakistan ile ilişkiler her zaman gergin tutuluyor.
Ülke ekonomisinin altı oyulur, tarım çökertilir, açlık ve kıtlık yaşamı çekilmez hale getirir, insanlar birbirine düşürülürken, yolsuzluk ve rüşvet kol geziyor, yağma ve talan artarak devam ediyor, bir avuç rantiye, sömürücü ve yönetici servetlerine servet katıyor.

BANGLADEŞ
1975 yılında Başkan Mujibur Rahman’ın CIA tarafından düzenlenen bir askeri darbe ile devrilmesinin ardından Bangladeş’te yeni ekonomik programlar devreye sokuldu.
ABD yardımları, IMF programlarının tam olarak uygulanması şartına bağlandı.
IMF anlaşmaları sonucu Bangladeş tam anlamıyla IMF ve Dünya Bankası denetimine girerken, IMF ve Dünya Bankası’nın bilinen politikaları yürürlüğe kondu. Tarımda destekleme alımları, sübvansiyon kaldırıldı, tarım girdilerine ve temel tüketim maddelerine büyük oranlı zamlar yapıldı. Küçük ve orta çiftçilik yerle bir oldu.
Bangladeş’in en önemli gelir kaynağı Hint keneviriydi. IMF bu sanayinin üçte birinin kapatılmasını, 35 bin işçinin işten atılmasını istedi. Aksi takdirde kredi muslukları kapanacaktı.
Tarımda yıkım sonucu büyük bir işgücü fazlası oluştu. IMF’ye göre Bangladeş’in en büyük avantajı buydu! Elbette zenginler bu işgücü fazlasını kendileri için büyük bir avantaj olarak kullanıyorlardı. Bir tekstil işçisinin ortalama aylık ücreti 20 dolar civarındaydı.
Dünya Bankası’nın “bütçe ve kamu açıklarını kapatma” adı altında klasik uygulamaları sonucu Bangladeş’te sağlık ve eğitim harcamaları büyük oranda kısıldı. Dünya Bankası’nın dayatması sonucu sağlık için bütçeden kişi başına ayrılan para yıllık 1,5 dolara düşürüldü (900 bin TL). Buna karşılık Dünya Bankası; Bangladeş’te sosyal harcamaların hâlâ çok yüksek olduğunu söylüyordu!
Sonuçta hastalıklar arttı. Yalnız tahıl ile beslenme nedeniyle A vitamini eksikliği yüzünden on binlerce çocuk kör oldu.

RUSYA
Soğuk savaştan sonra, ABD ve diğer emperyalistlerin öncelikli hedefi Rusya idi. Sosyalizm yıkılmış, ancak geriye güçlü bir altyapı, sanayi, teknoloji, bilimsel birikim, eğitimli insan malzemesi kalmıştı. Bu durum Rusya’nın ileride yeniden toparlanıp bir süper güç olarak dünya pazarlarına el atması, güçlü ve büyük bir devlet olarak pazar savaşımında boy göstermesi tehlikesini ortaya koyuyordu. Üstelik yıllar boyunca bir bloğun başı olarak Doğu Avrupa ülkeleriyle ciddi bağlara, dünyanın pek çok ülke ve bölgesinde etkiye sahipti. Öyleyse hedef, bu tehlikeyi bertaraf etmek, Rusya’yı toparlanmaya fırsat vermeden güçsüz düşürmekti. Bunun birkaç yolu vardı; Rusya Federasyonu’nu dağıtmak. Bağlı ülkeleri Rusya’dan kopartmak, sözüm ona bağımsızlıklarını ilan ettirmek, yani ABD’nin nüfuz alanına girmelerini sağlamak gibi.
Bu amaç doğrultusunda iç karışıklıklar çıkartmak, bölgeyi sürekli gergin, karışık ve savaş halinde tutmak, etnik, ırkçı kavgaları kışkırtmak faaliyetlerinden bazıları idi. Bu konuda en büyük görev Türkiye’ye verilmişti.
Diğer yandan da sanayinin altını oymak, enerji kaynaklarını ele geçirmek, tarımı çökertmek ve sonuç olarak ekonomiyi tahrip ederek dışa açık ve mahkûm hale getirmek hedeflerin diğer ucuydu.
Rusya, nükleer yatırım ve gelişmişliği, yeraltı kaynakları ve enerji alanındaki zengin kaynakları ile iştah kabartıyordu. Gerçi enerji alanına ABD’li ve İngiliz petrol şirketleri daha önceden girmiş, petrol alanları üzerinde etkinlik kazanmışlardı, ama enerji kaynaklarının ele geçirilmesi, üzerlerinde tam bir hakimiyet kurulması, önümüzdeki dönem bölgeye kimin hâkim olacağını belirleyecek önemli bir etmendi.
Biz konumuz açısından, emperyalist hegemonya planlarını, emperyalistler-arası işbirliği ve dalaşmaları bir kenara bırakarak, Rusya’nın ekonomik yaşamına, emperyalist tefeci devlet ve kuruluşlarla ilişkilerine, IMF, Dünya Bankası ile anlaşmalarına dönelim.
Emperyalistler açısından hedef saptanmıştı; ulusal ekonomi çökertilecek, bilim, teknoloji alanları ve yatırımları ele geçirilecek, sanayi dinamitlenecek, tarım tahrip edilecekti. Öyle bir darbe indirilmeliydi ki, hasta bir daha normal hayata dönememeli, bitkisel hayatta, başkalarına mecbur halde kalmalıydı.
Rusya’da IMF ve Dünya Bankası’nın telkinleriyle “ekonomik reform” programı uygulamaya konuldu. Ve daha reformların ilk ayında sanayi üretimi % 27 azaldı. 1992 yılına gelindiğinde bu rakam % 50’ye düşmüştü.
IMF, Yeltsin’in başında bulunduğu Rusya’ya Sahra Afrika’sı muamelesi yapıyordu. Burada uygulamaya koyduğu programların aynısını Rusya’da uygulamaya koydu. ” Demokrasi”, “küreselleşmeye ayak uydurma”, “Yeni Dünya Düzeninin dışında kalmama” vb. propagandalarla uygulamaya konulan “ekonomik istikrar paketi” sonucu tüketici fiyatları bir yıl içersinde yüz kattan fazla arttı.
Ekmeğin fiyatı bir yıl içinde 18 köpekten 2 rubleye çıktı. Ülke içinde üretilen televizyonun fiyatı 800 rubleden 85 bin rubleye yükseldi.
Halk bir avuç zengin, işbirlikçi, yönetici ve mafya dışında açlık ve yoksulluğun pençesine itiliyordu. Geçmişi sosyalizmin başarıları ile dolu, eğitimden sağlığa, sosyal hizmetlerin ücretsiz olduğu, dünyanın en gelişmiş altyapısına sahip, halkın yarınlardan hiçbir endişe duymadığı, sosyalizm bayrağı altında barış ve kardeşlik içinde yaşayan koca bir ülke, kapitalizmin restorasyonu ile başlayan sürecin sonucunda bir köpeğe muhtaç hale düşürülmüştü. “Demokrasi geliyor” yalanları altında açlık, yoksulluk çekiliyor, enerji kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkesinde doğalgaz dışarıya aktarılırken konutlarda ısınma sorunu ile karşı karşıya kalınıyor, yıllardan sonra ilk kez soğuktan donarak ölme olayları yaşanıyordu.
Ancak IMF, ekonomik istikrar programının sertleştirilerek sürdürülmesini istiyordu. Çünkü IMF’ye göre, “halkta likidite fazlası” vardı ve bunun emilmesi gerekiyordu! Oysa bütün dünya, basın kanalıyla halkın nasıl yoksulluk içinde kıvrandığını görüyordu. IMF’nin demek istediği şuydu; ücretler daha fazla düşürülmeli, tüketim maddelerine daha fazla zam yapılmalı.
Yoksulluk ve açlık öyle noktaya ulaşmıştı ki, yaşlı Ruslar durumu şu çarpıcı sözlerle özetliyordu; “2. Dünya Savaşı yıllarında bile daha çok yiyecek bulabiliyorduk!”
Ortalama maaşlar 10 dolara karşılık geliyordu. Oysa bir palto 60 dolardı!
IMF ve Dünya Bankası bilinen nakaratları tekrarlamaya başladı; okullar, hastaneler, anaokullarından devlet desteği çekilmeli, buraları kendi kendini finanse eder duruma gelmeliydi. Yani özelleştirilmeliydi. Aynı şeyler sanat kurumları için de geçerliydi. Uygulama sonucu eğitim, sağlık ve sanat iflasa sürüklendi. Tüm bunlar küreselleşmeliydi. Küreselleşme ise uygarlıktı! Ve o uygarlık eğitimi engelliyor, hastane kapatıyor, en köklü sanat kurumlarının kapısına kilit vuruyor, sanatçıyı sokağa, çöplüğe atıyordu. İşte küreselleşme buydu; insanlığın en büyük zaferi ve son mucizesiydi!
“Yapısal uyum programları” gereği özelleştirmeler yürürlüğe girdi. En büyük devlet işletmeleri, en gelişmiş devlet çiftlikleri yağmalandı. Enerjide korkunç bir soygun başladı. Yabancı petrol tekellerince 17 dolar karşılığı alınan petrol, uluslararası piyasada 150 dolara satılıyordu. 1993 yılında Rusya’daki bankaların yarısı artık mafyanın elindeydi.
Ayda 1 milyar civarında olduğu tahmin edilen para yurt dışına kaçırılıyordu.
Buna karşın iç pazarı ithal lüks malları kaplamıştı. Yağmadan elde edilen ganimet ithal lüks tüketim mallarına harcanıyordu. Mercedes, BMW araçlarına ilgi büyüktü. ABD’den ithal edilen özel ambalajlı bir şişe kaliteli içki 345 dolara, yani bir Rus işçisinin 4 yıllık gelirine alıcı bulabiliyordu.
IMF, Dünya Bankası ve uluslararası tefeci kredi kuruluşları ile imzalanan anlaşmalar doğrultusunda özelleştirmelere hız verildi, inanılmaz bir yağma yaşanıyordu. En büyük sanayi tesisleri satışa çıkartıldı. Satış rakamları öylesine komikti ki; örneğin komple bir füze tesisi 1 milyon dolara satılmıştı. (GS’li Hakan Şükür’ün satış bedelinin 17 milyon dolar olduğunu hatırlayınız!)
Satışlar yalnızca fabrikalarla sınırlı değildi. Topluma ait ne varsa satılıyordu. Moskova Belediyesi, şehir merkezindeki apartman dairelerini satışa çıkartmıştı.
Kısa zaman içersinde pek çok alan emperyalist tekellerin denetimine girdi. Ancak yabancı sermaye yine de temkinliydi. Kontrollü girişi tercih ediyorlardı. Çünkü kendileri açısından Rusya hâlâ geleceği belirsiz ve riskliydi.
1992’nin sonlarına gelindiğinde IMF, ekonomik istikrar için sanayi işletmelerinin % 40’ının kapatılması gerektiğini söyledi. Ancak bu karar Rus parlamentosunda muhalefetle karşılaştı. Öneri tam olarak uygulanmadı.
Bunun üzerine IMF, Rusya parlamentosunun engellemesi yüzünden ekonomik istikrar programının tam olarak uygulanamadığını söyleyip 3 milyar dolarlık ikinci dilim kredinin verilmeyeceğini açıkladı. Yüreği demokrasi aşkıyla dolu olan Clinton da, yardımın “demokratik reformların başarılmasına bağlı” olduğunu ilan etti!
İşte bu açıklamaların hemen ardından o meşhur saldırı; Beyaz Eve topçu saldırısı gerçekleştirildi. Saldırının amacı açıktı; IMF programının tam olarak işlemesini engelleyen, ulusal sanayinin gelişmesinden yana olan muhaliflerin korkutulup kaçırtılması…
Saldırının ardından Yeltsin, meclisi feshettiğini açıkladı. Sonradan belgelerle açığa çıktı ki, Yeltsin bu kararı ABD ve G7 ülkeleriyle birlikte almıştı. Daha topçu saldırısından bir gün önce ABD ve G7 ülkeleri ertesi gün parlamentoya saldırı olacağını Moskova’daki elçiliklerine bildirmişlerdi.
Saldırıyı IMF kararlarının tam olarak uygulanacağını bildiren Yeltsin imzalı bir dizi kararname izledi. Faiz oranları yükseltildi, özelleştirmeler hızlandı. İç piyasaya yönelik krediler azaltıldı.
Kararlar etkisini çok kısa bir zaman içinde gösterdi. Ekmek fiyatları bir gece içinde dört misli arttı. Tarımda sübvansiyonlar kaldırıldı. Tarım desteklemesine ayrılan para dış borç ödemelerine aktarıldı.
Özelleştirmelerin sanayi üzerinde yıkıcı bir etkisi oldu. Sanayi işletmelerinin % 50’sinden fazlası 1993’de iflasa sürüklendi. İşçiler ücretlerini düzenli alamıyor, açlık, yoksulluk ve sefalet sınır tanımıyordu. Halk yoksulluk içinde kıvranır, en değerli sanayi işletmeleri kapatılır, tarıma büyük darbeler indirilir, halklar arasında düşmanlık tohumları serpilirken, emperyalist tekeller ülkeyi yağmalıyor, bir avuç işbirlikçi zengin, yönetici, mafya, milyar dolarları istifliyor, yurt dışına kaçırıyordu.

MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ KAÇINILMAZ DEĞİLDİR
Küreselleşmenin yeni bir umut, insanlığın tümü için paha biçilmez bir fırsat, uygarlığın dünyanın en ücra köşesine taşınmasının yegâne yolu vb. olduğu biçimindeki sözler, üstü cilalı sloganların kapitalizmin tükenmişliğini, asalaklığını, gözlerden saklayıp, yeni bir umut yaratma, kitleleri beklentiye sokma peşinde olanların adice propagandasından başka bir şey olmadığı meydandadır. Yaşanan gerçekler hiçbir biçimde üstü örtülemeyecek kadar korkunçtur. Ve mali sermaye egemenliğinin eriştiği düzeyi, tefeci devletlerin ağına düşenlerin ne hale geldiklerini acı deneylerle de olsa göstermektedir.
Son süreçte bağımlı ülkelerin borçları artmış, 561 milyar dolardan 2 trilyon dolara ulaşmış, ancak yatırımlar 1980–1995 yılları arasında 4 milyar dolardan sadece 5,5 milyar dolara çıkabilmiş. Bir başka ifadeyle, borçlar % 400 artarken, aynı zaman dilimi içerisinde yatırımlar sadece % 40 artmış. Demek ki alınan krediler, borç faiz ödemelerinde, şartlı krediler sonucu ithalatta, silah alımında vs. kullanılmış. Yeni yatırımlar yapılmadığına, krediler üretken alanlarda kullanılmadığına göre, ülkenin gelirlerine el koyan emperyalistlerin ve yerli ortaklarının kefaretleri işçi sınıfının, emekçi halkın, küçük ve orta ölçekli köylünün sırtına yüklenmiş. Ücretler düşürülmüş, tüketim maddelerine sürekli zamlar yapılmış, taban fiyatları düşük tutulmuş, toplu işten atılmalar yaşanmış, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurum kat be kat büyümüş.
Vaziyet öyle ürkütücü noktalara varmış ki, dünyanın en büyük spekülatörlerinden Soroz ve kapitalizmin akıl hocaları Amerika’daki “düşünce üretme merkezleri” think-tang kuruluşları bile, işin aşırı boyutlara ulaştığını, sermayenin fazla düşüncesiz hareket ettiğini, zenginlikle yoksulluk arasındaki uçurumların çok büyüdüğünü, bu gidişin sistem açısından tehlikeler arz ettiğini, yakında toplumsal patlamaların olabileceğini söylemeye başlamışlardır.
Ancak tesadüfe bakın ki (!) küçük burjuva reformistlerinin de ağızlarından aynı yakınmalar duyulmaktadır. Onlar da, küreselleşmenin aslında iyi bir şey olduğunu, teknolojiyi ve bilimi her tarafa taşıyacağını, demokrasi getireceğini, bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği’ne girmenin Türkiye halkı açısından iyi olacağını, Avrupa’nın Türkiye’ye demokrasi ve refah getireceğini, üstü kapalı ve utangaçça da olsa söylemektedirler. Kendi işçi sınıfı ve emekçi halkından umut kesenlerin, kapitalizme içten içe hayranlık duyanların böyle düşünmesinden doğal bir şey yoktur. Onlar da, Amerika’daki kapitalist ideologların ve Saroz’un kaygılarını paylaşmakta, kapitalizmin sömürüyü fazla aşırıya kaçtığını düşünmektedirler; bilim ve teknolojiyi, uygarlığı dünyanın dört bir yanına taşıyan kapitalizm (!) biraz daha adil davranıp gelirlerinden bir kısmını halklarla paylaşabilir, daha adil ve yaşanabilir bir dünya kurabilir.
Oysa tatlı su solcuları şu gerçeği asla hatırlamak istemiyorlar. -Ya da hatırlıyorlar da, gerçeklerle yüz yüze gelmek istemiyorlar.- Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça insanların refah seviyesini yükseltmeyi, yaşam kalitesini arttırmayı değil, daha fazla kâr elde etmeyi, büyük boyutlara ulaşan sermaye fazlasını geri ülkelere aktarmayı, bu ülkeleri kendi egemenliği altına almayı sürdürecektir. Kapitalistlerin, dünya pazarlarında daha fazla pay sahibi olmak, daha fazla kâr elde etmek varken, bunu bırakıp, kitlelerin refah düzeyini yükseltmekle uğraşacağını ancak, kapitalizmin pisliklerini örtmek, onu şu veya bu biçimde övmek, beğendirmek isteyenler düşleyebilir.
Oysa yapılması gereken, sermayenin sanal âleminde hayallere dalmak değil, en acı ve yalın gerçeklerle yüz yüze gelmek ve buna karşı mücadele etmektir.
Kapitalizm tam kapitalizm gibi davranmaktadır. Varlığını insanların sömürüsü ve asalaklık üzerine kurmuş bir sistemin başka türlü davranması zaten beklenemez. Aksi takdirde kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar.
Öyleyse nasıl ki kapitalizm kapitalizm olarak davranıyorsa, kapitalizme hayranlık duyanların, onun “tanrısal gücüne” inananların da ıkınıp sıkılmadan öyle davranmaları, yok eğer öyle değilseler, o zaman yine ıkınıp sıkınmadan işçi sınıfı davasının açıkça yanında olmaları ve kapitalizmin vicdanı olma hayallerini bırakıp, mali sermaye egemenliğinin son bulması, işçi sınıfının ve emekçi halkın gerçek kurtuluşu için işçi sınıfı partisiyle birlikte mücadele etmeleri gerekir. Ara yol yoktur.

Temmuz 2000

İnternetin iki yüzü

Otuz yıllık bir geçmişi olan uluslararası bilişim ağı internet, 20. yüzyıldaki bilimsel-teknolojik ilerlemelerin en önemli unsurlarından biri. İnternet, özellikle son 10 yıl içinde, burjuva ideologların “baş döndürücü” bulduğu bir hızla yayılıp gelişerek, insanlığın geleceğinde etkili olabilecek bir noktaya ulaştı. Ancak internet, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda üretilmiş ve aynı ihtiyaçlar doğrultusunda geliştirilen bir teknolojik yapı olarak, bu sistemin bütün çelişkilerini, çürümüşlüklerini bünyesinde barındırıyor. Sürekli bir değişim ve gelişim içinde olması nedeniyle “toplumsal bir organizma”ya benzetebileceğimiz internet’in doğduğu eller, büyüme aşamasında onu tıpkı buyurgan bir ebeveyn gibi yönlendiriyor, kendisi için çizilen “gelecek”ten sapmaması için gizli-açık yöntemlerle baskı altına alıyorlar. Ancak internet’in, çağımızın tanık olduğu en önemli bilimsel-teknolojik atılımlardan biri olarak, kapitalistlerin değil insanlığın çıkarına sunulması için çaba sarf edenler de var. 21. yüzyılın başında, çıkarların çatıştığı bir arenaya dönen internet, bu özelliğiyle, sınıflı toplumlarda uygarlığa dair “bütün gelişmenin, sürekli bir çelişme içinde oluştuğu”nun (F. Engels) en güncel kanıtlarından biri.
Bu temelden yola çıkılarak, internet’in “iyi”liğine de, “kötü”lüğüne de, daha da önemlisi, “iyilik içinde kötülüğü” ve “kötülük içinde iyiliğine” dair sayısız kanıt sunulabilir. Ne de olsa, istendiğinde herhangi bir ülkenin Marksistlerinin yürüttüğü tartışmaları veya Marx’ın baskısı tükenmiş bir yapıtını, istendiğinde ise pornografi, dinci gericilik veya ırkçılığın en soysuz örneklerini bilgisayar ekranlarımıza taşıyan, “aynı” internet’tir.
Bu yazımızın konusu da, internet’in birbiriyle çelişen iki yüzü: İnternetin bir araç olarak uluslararası işçi sınıfı mücadelesine sunduğu olanaklar, ama diğer yandan da, kendi sunduğu olanaklara ket vuran, geriletici ve çürütücü yüzü.

İNTERNET NEDİR?
İnternet, ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü “Soğuk Savaş”ın bir parçası olarak doğdu. Genellikle, internet’in “ön-tarihi”nin 1958 yılında başladığı kabul edilir. ABD Başkanı Eisenhower, bu tarihte, Sovyetler Birliği’nin uzay çalışmalarında Amerika’ya attığı farkı kapatmak amacıyla, Gelişmiş Araştırma Projeleri Ajansı’nı (ARPA) kurdu. ARPA’nın hedefi, ABD’deki tüm bilimsel faaliyetleri militarist ve anti-Sovyet bir niteliğe büründürmekti; ilerleyen yıllarda ARPA, Amerikalı bilimcilerin başlarının üzerinde, bir Demokles Kılıcı gibi sallandırılacaktı. ARPA, bilgisayar teknolojisinin, söz konusu amaç için sunduğu potansiyelin farkına ilk kez 1962’de vardı. Ajansın yöneticisi Dr. Licklider, “birden fazla bilgisayarın aynı ağ içinde etkileşimi”nin, denetim açısından örgüte sunduğu olanakları fark ederek, ajansı üniversitelere açmaya başladı. (Dr. Licklider, burjuva propagandistlerin yaydığı ve bugün her renkten sermaye yanlısının ağzına sakız olan “bilgi toplumu” teranelerinin ilk “resmi” sözcülerinden biriydi. ARPA şefi, bir dergiye yazdığı makalede, bilgisayar üzerinde iletişimin “bireylerin entelektüel potansiyelini açığa çıkaracak ortamı sağlayacağını” söylüyordu. Söylenmeyen ise, bu “ortam”ın, aynı potansiyeli bilimsel faaliyetin emperyalist çıkarlara göre yönlendirilmesini kolaylaştırıyor olmasıydı. ARPA şefinin mirası, “tarihin sonu” tezinin “mucidi” ve bir CIA ajanı olan Francis Fukuyama tarafından sahiplenildi!) 1969 yılında, ABD’nin dört üniversitesi arasında ilk bilgisayar ağı oluşturuldu; bu tarih, internet’in “miladı” olarak kabul edilmektedir. ARPA, aynı tarihten itibaren, tipik bir “halkla ilişkiler” taktiği olarak, üzerindeki “gizlilik” perdesini de kısmen kaldırmaya başladı. Dört yıl sonra, Ajans, Amerikan kamuoyunu “hayran etmeye” yönelik ilk “şov”unu gerçekleştirdi. Bir otelin bodrum katında yapılan gösteriye katılanlar, ülkenin çeşitli bölgelerindeki 23 bilgisayarın birbirine elektronik mektup geçmesini hayretle izlediler. Bu gösteri, muhtemelen, ABD yönetiminin projeye daha fazla para akıtmasını sağlamak için gereken “kamuoyu desteği”ni almayı hedefliyordu.
1979’da, sistemin anahtarı halen ABD ordusunun elindeydi, ama sistemin kendisi, üniversitelerin katılımı nedeniyle yarı-akademik bir kimlik kazanmıştı. Aynı tarihte, internet’in kurucularının hiç akıllarında olmayan bir “sapma”da kaçınılmaz olarak gerçekleşti ve iki Amerikan üniversitesinin mezunları, kendi aralarında iletişimi kolaylaştırmak için bir elektronik haber grubu oluşturdular.
“İnternet” sözcüğü ise ilk kez 1982’de kullanıldı. Bundan iki yıl sonra, bilimkurgu yazarı William Gibson’un Neuromancer adlı romanında kullandığı “siber-uzay” terimi de hemen tuttu; sistem, henüz “sokaktaki insan” ile buluşmasa da, “haki” görünümünden kurtulmuştu. 1985’te elektronik posta ABD üniversitelerinde, öğrenciler de dâhil olmak üzere günlük yaşamın bir parçası olmuştu. ABD yönetimi tarafından yayılan anti-komünist histerinin doruğa ulaştığı 1980’li yıllar boyunca internet, esas olarak Amerikan üniversitelerinin ve ordunun “ortak girişimi” olarak varlığını sürdürdü. Reagan’ın “kötülük imparatorluğu” olarak nitelendirdiği Sovyetler Birliği’nin çözülmesine paralel olarak, 1980’lerin sonunda, başta NATO müttefikleri olmak üzere, diğer ülkelerin kullanımına açıldı. 1977 yılında bünyesinde 100 sunucu bilgisayar bulunan sistem, 1992’de 1 milyon sunucuya ulaşmıştı. Yine de kullanıcı kitlesi, halen akademisyenler ve öğrencilerdi. Bu durumu değiştiren ve sistemi çok daha geniş bir kitleye açan, World Wide Web (WWW) oldu.
1993 yılında piyasaya çıkan ilk grafik tabanlı ağ tarayıcısı olan Mosaic ile internet trafiği % 300.000 (yüzde üç yüz bin) arttı. Bu rekor artışın bir nedeni, Mosaic’in, internet’in kullanılmasını olağanüstü kolay bir hale getirmesiydi. (Diğer neden ise, “küreselleşme”nin tekellere sunduğu olanaklar (üretim merkezlerinin kaydırılması, esnek çalışma vb. yoluyla işgücü maliyetinin düşürülmesi gibi) ve teknolojik gelişmeler sayesinde, bilgiişlem sektöründeki maliyet düşüşüydü. Sanayileşmiş ülkelerde bu düşüş, bilgisayar fiyatlarına da yansıdı ve bilgisayar, büyük bir hızla “lüks mal” olmaktan çıkmaya başladı. Mosaic ve onu takip eden grafik tabanlı tarayıcılar öyle egemen bir hale geldi ki, “ftp” gibi eski uygulamaların kullanım alanı giderek daraldı ve “Web” ile “internet”, giderek aynı anlama gelmeye başladı. Peki, neydi Web? Kısaca, ona, HTML (HyperText Mark-Up Language – Hipermetin İşaretleme Dili) adlı özel bilgisayar dilinde düzenlenmiş belgelere adanmış sunucu (server) bilgisayarların birbirine bağlı olduğu bir sistem diyebiliriz. HTML’ye gömülmüş adreslerin kullanımı, tarayıcı program aracılığıyla, bir bilgi parçasından diğerine kesintisiz gidilmesine olanak tanır, bu bilgi parçaları nerede olursa olsun. Tarayıcı programlar ve onların işlediği özel “protokol”ler, bilgi parçalarının yazı, grafik, ses ve video görüntüleri içermesini sağlayabilir. Bu da, Web’in, kullanımı kolay ve oldukça çekici bir grafik arabirime sahip olması demektir.
Bu kullanım kolaylığının sonucu olarak, 1996 yılma gelindiğinde, 10 milyon sunucu bilgisayar, 40 milyon insanı sisteme ve birbirine bağlıyordu. 1998 sonu itibarıyla ise, bu rakamlar 60 ve 200 milyona fırladı. (ABD’li akademik çevreler ise, “internet’in ellerinden alınmasına” tepki olarak, sadece kendi aralarında kurulacak yeni bir ağ projesine giriştiler. Bu proje, birkaç yıl önce “lnternet-2” adıyla ve sadece akademik faaliyetlere hizmet etmek üzere, gerçeğe dönüşmüş bulunuyor.)

İNTERNET ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN GERİCİ PROPAGANDA
Böylesi büyük bir hızla yayılan ve gelişmiş kapitalist ülkelerde orta sınıflara dek ulaşan internetin, kimi zaman Hollywood yapımı uyduruk bilimkurgulara taş çıkaran bir propagandayı da beraberinde getirmesi kaçınılmaz oldu. Burjuvazinin sözcüleri, ABD emperyalizmi tarafından ilan edilen ve “nedense” artık pek ağızlara alınmayan “Yeni Dünya Düzeninin en önemli ideolojik dayanaklarından birini, “bilginin emeğin yerine geçtiği” iddiasında buldular. (“Bilgi toplumu”, “enformasyon toplumu”, “teknoloji toplumu” gibi tezlerin temelinde, bu iddia yatmaktadır.) Bu iddianın temel dayanağı ise, bilindiği gibi, Internet idi. Özellikle, kendilerini “futurolog” (gelecek-bilimci!) olarak adlandıran Alvin Toffler gibilerinin dilinden düşmeyen bu “Internet aşkı”na birkaç örnek verelim:
“İnternet, insanlık tarihindeki en büyük ve en önemli başarıdır. Internet piramitlerden daha mı etkileyici? Michelangelo’nun Davut’undan daha mı güzel? Sanayi devriminin olağanüstü buluşlarından daha mı önemli? Bu soruların hepsine yanıt; evet, evet ve yine evet.” (Hahn ve Stout).
“Sanal gerçeklik, sınıfsal veya ırksal ayrımların silindiği tek ortamdır.” (Jaron Lanier)
“Bilgi; potansiyel olarak sonsuzdur. Herkes onu ekip biçebilir, herkes hasada katılmakta serbesttir.” (Lewis J. Perelman)
“Veriye erişim olanağı, insanların öne çıkıp bağımsız bir ekonomik varoluşa ulaşmalarına olanak tanır” (Mitch Kapor)
Bu sözlere “abartma” deyip geçmek tehlikeli; çünkü bu anlayış; bizzat interneti mümkün kılan kültürel, toplumsal ve bilimsel gelişimi, birikimi toptan yok saymakta. Son 10 yıl içinde özellikle aydın çevrelerde hatırı sayılır bir kafa karışıklığı yaratan bu iddiaların, bilgiyi “insani etkinlik alanı dışında ve yine tüm toplumsal yaşantıyı etkileyen bağımsız bir olgu olarak değerlendirdiği” (“Post-kapitalist” Paradigmalar, İlker Belek, sf. 176) açıktır. “Teknolojik determinizm” olarak niteleyebileceğimiz bu bakış açısı, “insan” ile onun etkinliğinin bir ürünü olan “bilgi”yi birbirinden koparması nedeniyle, kapitalist yabancılaşmanın daha da derinleştirilmesine hizmet etmektedir. Marx, Kapital’in hazırlık çalışması sırasında bu iddialara yeterince özlü bir yanıt vermiş:
“Doğa makina yapmaz, lokomotifler, demiryolları, elektrikli telgraflar… üretmez. Bunlar insan çabasının, sanayinin ürünleridir: doğal hammaddelerin insanın doğaya hâkim gelen iradesinin ya da insanın doğaüstündeki etkinliğinin organlarına dönüştürülmesidir. İnsan beyninin, insan eliyle yaratılmış organlarıdır; bilimin nesnelleşmiş gücüdür. Sabit sermayenin gelişme düzeyi genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar dolaysız bir üretici güç haline geldiğini re dolayısıyla toplumsal yaşam sürecinin koşullarının ne dereceye kadar genel entelektüalitenin kontrolü altına girmiş olduğunu, ne dereceye kadar dönüştürülüp ona uyarlı biçime sokulmuş olduğunu gösterir. Toplumun üretici güçlerinin, salt bilgi biçiminin ötesinde, ne dereceye kadar toplumsal pratiğin, maddi yaşam sürecinin dolaysız organları halinde üretilmiş olduklarını ortaya koyar.” (Grundrisse, Karl Marx. sf. 654)
Internet karşısında, insani bir heyecan ve coşkuyla değil ama insanın yapabileceklerine inanmadıklarından hayrete düşmüş çevreler ise, bilerek ya da bilmeyerek, burjuvazinin yürüttüğü gerici propagandaya güç vermektedirler. Oysa bu “şaşkınlık” hiç de yeni ve internete özgü değil:
“Toplumdaki her şeyi uyumlu bir işbirliğine yöneltecek, zaman ve mekânın kısıtlamalarını yenecek, önyargıları yumuşatacak ve her yeri hızlı ve dostça bir iletişim ile birbirine bağlayacak, büyük bir devindirici etmen. “
“Bizi evrensel hayat standartlarına ulaştıracak, yeni ve eğlendirici işler yaratacak, özgürlük getirecek, angaryaya, gürültüye, dumana ve kirliliğe bir son verecek. Buhar enerjisine dayanan uygarlığımızın sorunlarını çözebilir.”
Yukarıdaki sözlerden ilki “buhar enerjisine dair; ama içerdiği kehanetlerin hiçbiri gerçekleşmediğinden, yeni “kehanet’ler için “elektrik enerjisi” beklenmiş; ikinci alıntımız da bu enerjinin getireceklerine dairdi. Oysa her iki teknolojik ilerleme de, bilindiği gibi, yukarıda sıralanan beklentilerini karşılamadı. Aksine, her iki buluş da ezilen sınıfların sömürüsünü katmerleştirdi, sorunlarını daha da ağırlaştırdı.
“Öyleyse, uygarlık ilerledikçe, kaçınılmaz bir sonuç olarak meydana getirdiği kötülükleri, iyilikseverlik örtüsüyle örtmek, telleyip pullamak, ya da yadsımak, uzun sözün kısası, ne geçmiş toplum biçimlerinde, hatta ne de uygarlığın ilk aşamalarında bilinen danışıklı bir ikiyüzlülüğe bürünmek zorundadır.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, F. Engels)

‘HERKESE İNTERNET’ Mİ?
Bu ikiyüzlü propagandanın örtmeye çalıştığı gerçeklere, kısaca da olsa göz atmak gerekli. İnternetin “yayıldığı” alan, esas olarak ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi sanayileşmiş batı ülkelerinin orta ve üst sınıfları. 1993 yılında yapılan bir araştırma; İnternet girişlerinin yüzde 90’ından fazlasının ABD, Kanada ve İngiltere’den yapıldığını gösteriyor. Bu oran, dünyanın en kalabalık iki ülkesi olan Hindistan için yüzde 0.01, Çin başta olmak üzere yüzlerce ülke için ise ölçülemeyecek kadar küçük. Bir diğer araştırmaya göre, dünyadaki İnternet kullanıcılarının yüzde 88’i sanayileşmiş ülkelerin yurttaşları. 750 milyon nüfuslu, dünya uygarlıklarının beşiği olan Afrika’da sadece 1 milyon İnternet kullanıcısı var. Afrika’yı yıllarca yağmalayan İngiltere’de ise bu oran 10,5 milyon. Güney Asya, dünya nüfusunun yüzde 20’sini barındırıyor. Ama İnternet erişimine sahip olanların oranı sadece yüzde 1. Yine Afrika ve Asya’da yüz milyonlarca insan, bırakalım interneti ve bilgisayarı, bir telefon bağlantısına dahi sahip değil. Verili ülkelerdeki kadınlar ve azınlıkların İnternet kullanımına dair istatistikler de, benzer bir eşitsizliği yansıtıyor.
Web üzerindeki sayfaların dağılımında da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. WWW bünyesinde en çok alana sahip olan ilk 10 ülke, sırasıyla ABD, Japonya, İngiltere, Almanya, Avustralya, Kanada, Hollanda, Finlandiya, Fransa ve İsveç. Bu sıralamanın doğal sonucu olarak, birçok alanda olduğu gibi internette egemen olan dil de İngilizce, daha doğrusu “Amerikan İngilizcesi”. (Bu terimi kullanmamızın nedeni, dil alanındaki ABD hegemonyasının, binlerce yıllık bir birikimin üzerinde yükselen İngilizcenin bizzat kendisini de tahribe yönelmiş, onu deforme etmekte olmasıdır.) Bu egemenlik, bir yandan interneti hakkıyla kullanmanın zorunlu koşulu olarak “İngilizce bilme”yi gerektirirken, bir yandan da diğer dilleri büyük bir hızla “çağın gerisinde” bırakıyor.
Dolayısıyla, örneğin Endonezya’ya ait olan -zaten az sayıdaki- Web sayfası, ek olarak mutlaka bir İngilizce versiyon içermek zorunda kalıyor. Aynı zamanda, bilgi-işlem süreçleri, araçları ve keşiflerinin “orijinal” -elbette İngilizce- isimleri, hiç değişmeden bir dilden diğerine aktarılıyor ve bu dillerin kendi doğal gelişim ve uyum süreçleri felç ediliyor. (Kültürel hegemonyanın bir yansıması olan bu felç edici sürece “içeriden” de destek verildiğini eklemek gerekir. Birkaç yıl önce Türkiye’deki bilgisayar dergileri, Microsoft Windows işletim sistemindeki kimi abartılı “Öz-Türkçe” terimleri gerekçe göstererek bir tartışma başlatmışlardı. Tartışmada görüldü ki, Türkiye’deki cılız bilgi-işlem sektörünün “öncü” kişi ve kuruluşlarının büyük bir bölümü, işletim sistemleri ve programların Türkçeleştirilmesine karşı çıkmakta ve “İngilizceye” dönülmesini talep etmekteydiler. İşin ilginci, buna karşı çıkan Amerikan tekeli Microsoft’un kendisi oldu ve Microsoft Türkiye yöneticileri, pazarın daralması olasılığına işaret ederek Türkçede ısrar ettiler! Kuşkusuz benzer trajikomediler, diğer bağımlı ülkelerde de sahnelenmektedir.)
Fransız Le Monde Diplomatique’in yazarı, derginin mayıs sayısında şu saptamayı yapıyor: “ABD hegemonyası… Birçok alanın kelime dağarcığını, kavramlarını ve anlamlarını elinde tutuyor. Bizleri, sorunları onun buluşları ve kendi önerdiği sözcüklerle formüle etmeye zorluyor. İlk elden ürettiği bilinmezleri çözmek için kodlar sağlıyor. Sadece bu amaca yönelik olarak binlerce analist ve uzmanın çalıştığı araştırma merkezleri ve düşünce kuruluşları oluşturmuş durumda…”(Ignacio Ramonet, Keyfimizin Kâhyası, aktaran Evrensel Pazar, 11 Haziran 2000)
Bütün bu veri ve saptamalardan yola çıkarak, İnternet kullanıcıları arasında ezici bir çoğunluk oluşturan kitlenin profilini çıkarmamız mümkün: “Sanayileşmiş ülke yurttaşı, orta-üst sınıf üyesi, İngilizce bilen, beyaz ve erkek.” Kapitalizmin sunduğu “eşitlik” daha özlü bir biçimde tarif edilemez!

KAPININ BEKÇİLERİ: GİZLİ KAPİTALİST DENETİM
Yukarıda tanımlanan “profil”e uyan veya istisnaları oluşturan kullanıcının bilgisayarın başına oturup internete girmesiyle birlikte, ikinci ve en az ilki kadar acımasız bir “seleksiyon” süreci başlar. İnternetin, içinde bulunulan toplumsal ilişkilerin bir yansıması olduğu gerçeği, en açık olarak bu ikinci aşamada, yani bilgisayarın başına oturduktan sonra görüldüğü için, bu süreci ayrıntılı olarak incelemekte fayda var. Çünkü bu süreç, internetteki “demokrasi”nin, “kapitalist demokrasi” ve “bireyin seçme hakkı” kavramı ile ilişkisini ortaya koyuyor.
Bugünlerde televizyonlarda gösterilen bir reklâmda, “herkesin internete bağlanmaktan bahsettiği, ama asıl sorunun bağlandıktan sonra ne yapılacağı” olduğu belirtiliyor. Gerçekten de, kişi, her gün milyonlarca sayfanın eklendiği devasa Web’e girdikten sonra ne yapacaktır? Reklâmın soruya verdiği yanıt, bir medya tekeline ait Web sitesine girerek “istediği içeriğe ulaşmak”.
İnternetin bugünkü hâkimi olan uluslararası tekeller de, soruya benzer bir yanıt veriyor. İnternete ilk kez bağlanan bir “acemi”yi ele alalım. Bu kişinin, Web sayfalarını okumak için bir tarayıcı programa ihtiyacı var elbette. Önüne sunulmuş iki ana “seçenek” bulunuyor: Her ikisi de ücretsiz yazılımlar olan İnternet Explorer (Microsoft) ya da Navigator (Netscape) kullanacak. Belki de araştırma-inceleme gereksinimleri için çok daha uygun olabilecek diğer tarayıcılar, bu iki tekelin baskısı altında çoktan ezilmiştir çünkü. Zaten internete bağlanmak için şart olan servis sağlayıcı şirketler de bu iki tarayıcıdan birini bilgisayara otomatik olarak yüklemekte veya “önermekte”dirler.
Kullanıcımız, modemden gelen o cazırtılı bağlantı sesini duydu, tarayıcısını açtı. Kendi isteği dışında, ilk gideceği yer, tarayıcı programlara otomatik olarak yüklenmiş olan Netscape veya Microsoft tekellerine ait Web siteleri. Kullanıcımız kendisi adına önceden yapılan bu “seçim”i, programı öğrendikçe değiştirebilir elbette, ama işler, onun müdahalesini gerektirmeyecek kadar “kolaylaştırılmış”tır. Hem bu iki tekelin Web sitelerinde, hem de tarayıcı programın “bookmark” (belirteç) klasöründe bağlantılar verilen noktalara uğramaya başlar. Bu bağlantıların ne olması gerektiğine de, kullanıcımız adına çoktan karar verilmiştir: Haber istiyorsa CNN veya Hürriyet, kitap istiyorsa Amazon.com veya Barnes&Noble gibi. “Tavsiye üzerine” gidilen bu adreslerin her birinin de, kendi benzer “bağlantı”larına sahip olduğunu eklemeliyiz. Bu bağlantılar ağı, baştan itibaren öyle sıkı örülmüştür ki, kullanıcımızın sistemi araştırma, inceleme olanakları kısıtlıysa -veya buna ihtiyaç duymadığını düşünüyorsa- bir ay sonra çok ilginç sonuçlar elde ederiz. O, artık Web’in, “yemek tarifleri, ajans haberleri veren ve kitap satan” sitelerden oluştuğuna inanan bir “dolap beygiri” olmuştur. İşini kolaylaştırdığını düşündüğü “bağlantılar” ise, aslında hareket özgürlüğünü kısıtlayan, elini kolunu bağlayan sımsıkı bir zincirdir.
Aynı kullanıcı, deneyim kazanmasına paralel olarak, birkaç ay içinde ilgi ihtiyaç duyduğu konularda, “arama motorları” adı verilen özel siteleri öğrenecektir. .Artık arama motorlarına sorgulama yaptırıp, önüne çıkan yüzlerce benzer site arasından tercih yapmaktadır. Ama bu aşamada da, tüm tercihleri AltaVista veya Yahoo gibi “arama tekelleri”nin insafındadır ve büyük ölçüde, yine kendi adına verilmiş kararlan onaylamaktan başka bir şey yapmamaktadır. Çünkü her sektörden yüzlerce uluslararası tekel, bu sitelerde akla gelen her konudaki sorgulamaları bir şekilde kendilerine yönlendirmektedirler. Başta, en çok kullanılan bu iki arama motoru olmak üzere hemen tüm motor sistemleri, arama sonuçlarını “açık artırmaya” çıkarmışlardır çünkü. Yani kullanıcı, aradığı bir kitapla ilgili sorgulama yaptığında, karşısına ilk çıkmak isteyen yayın tekeli, arama motoruna yüksek bir bedel ödeyerek “müşteriyi kapmakta”dır!
Basit örneklerle açıklamaya çalıştığımız bu taktikler sistemi İnternet uzmanlarından Andrew Shapiro tarafından “asgari direniş patikası” olarak tanımlanıyor. Shapiro, sistemi yaşama geçirenlere de “kapının bekçileri” diyor. Çünkü kullanıcı, “hür tercihler” yaptığını sanırken, aslında kendisine önceden çizilen patikalarda ilerlemektedir; kapının bekçileri onu öyle ince yöntemlerle yönlendiriyor ki, durumun farkında bile değil.
Bugün İnternet kullanıcılarının ezici bir çoğunluğu, akla gelebilecek her alanda, kendileri için önceden çizilmiş “patika”ları takip etmekten başka bir şey yapmamaktadır.

GİZLİ DENETİM YETERLİ OLMADIĞINDA…
İnternet üzerindeki “seleksiyon” sisteminin son halkası, polisiye yöntemlerin devreye sokulduğu açık baskı ve zordur. Baskının genel hedefi, “dolap beygiri” olmayı reddederek interneti, giderek daha ticari bir araç olmaktan kurtarmaya çalışanlar, özel olarak ise onu ezilen sınıf ve katmanların taleplerini dile getiren bir siyasi mücadele platformu haline getirmek için çaba sarf edenlerdir.
Bu baskının günümüzdeki gerekçeleri, “interneti anarşik yapıdan kurtarmak, ona bir çekidüzen vermek” ve “pornografi-ırkçılık içeren siteleri önlemek” olarak görünüyor. Peki, bu iddia ne kadar doğru? Yanıtı, Web üzerindeki en etkili işçi sitelerinden biri olan ve özellikle Liverpool liman işçilerinin iki yıllık direnişini uluslararası alana taşımada büyük katkı sağlayan LabourNet (www.labournet.org) sitesinin yöneticisi Chris Bailey veriyor: “Servet ve nüfuzları ile bilgi kanallarını kendilerine saklaya-gelenler, internetin, bu denetim mekanizmalarını aşarak, daha önce böylesi olanaklara sahip olmayan kitlelerin ellerine güç verdiğini giderek daha iyi kavrıyor. Örneğin, ABD’de geçtiğimiz yıl düzenlenen bir deniz nakliyat şirketleri konferansında konuşan bir avukat, liman işçilerinin uluslararası grev örgütlemek için interneti kullandığını söyledi. Bu sözler, patronlara milyonlarca dolara patlayan Liverpool işçilerinin direnişine ve LabourNet’e gönderme yapıyordu. Böylesi merkezler, internetin denetim altına alınması için girişimlerini giderek artırıyor. İnternetin demokratik niteliğini kısıtlama yönündeki bu girişimler, genellikle kendilerini internetteki çocuk pornografisi ve ırkçılık gibi sorunlar ile kamufle ediyor ve geniş kitlelerin desteğini almaya çalışıyorlar.” (Ekim 1998, İlerici İletişim Örgütü [APC] Konferansı’na sunulan rapordan)
Başta ABD ve Avrupa Birliği olmak üzere emperyalistler, LabourNet gibi “baş belaları”na karşı, kapalı kapılar ardında yapılan üst düzey toplantılarla çözümler arıyor, yeni ve baskıcı yasalar ile İnternet kullanımının daha katı bir biçimde denetlenmesi için adımlar atıyorlar. Örneğin, Kasım 1999’da Güney Kore’nin başkenti Seul’de düzenlenen Interpol toplantısında bir araya gelen 127 ülkeden 900 polis şefi, Internet konusunu masaya yatırdılar. Toplantının hedefi, Interpol Başkanı tarafından şu sözlerle ilan ediliyordu: “internet’in kanayan yaraya, suç batağına dönüşmesine rıza gösteremeyiz. Bugünkü yaklaşım sürerse, İnternet orman kanunlarının hâkim olduğu bir alana dönüşür.”
Bu toplantının ardından, çeşitli ülkelerde İnternet kullanımını denetim altına alıcı bir dizi “bilişim yasası”nın çıkarılmasına hız verildiğini belirtmeliyiz. Bu yasaların doğrudan sonucu olarak, son bir yıl içinde, özellikle çeşitli ülke ve sektörlerden işçilerin seslerini duyuran onlarca Web sitesi kapatıldı veya adres değiştirmek zorunda kaldı.

AVRUPA BİRLİĞİ’NDE DURUM
Türkiye’nin Avrupa Birliği aday üyeliği ile ilgili tartışmaların sürdüğü bu günlerde, Avrupa Birliği’nin İnternet konusunda aldığı tutumu büyüteç altına almakta da fayda var. Ne ilginçtir ki, “demokratlığı” üzerine hevesli nutuklar atılan AB, internetin polis copuyla “çekidüzene” sokulması çabasında en önde giden emperyalist blok. Avrupa Konseyi, daha 24 Nisan 1996’da, Avrupa Komisyonu’ndan, “İnternetin hızlı gelişiminin yol açtığı sorunları, özellikle de interneti uluslararası geçerliliği olan kurallara bağlamanın ne ölçüde gerekli olduğunu özetlemesini” talep etti. Komisyonun raporu, 23 Ekim tarihinde hazırdı. Rapor, “İnternet üzerindeki yasadışı ve zararlı içerikten dem vuruyordu.
17 Şubat 1997’de toplanan Avrupa Bakanlar Konseyi, konu ile ilgili bir dizi “önlem” almaya karar verdi. Üye ülkeler ve Avrupa Parlamentosu ile yapılan fikir alışverişi sonunda, 26 Kasım tarihli “internetin Güvenli Kullanımını Teşvik Etmek İçin Eylem Planı” adlı belge ortaya çıktı.
Belge, bir dizi değişiklikten geçtikten sonra, 16 Eylül tarihinde Konsey ve Parlamento tarafından kabul edildi ve 31 Aralık 2001 tarihinde yürürlüğe girmek üzere, yasalaştı. Planın gerekçesi, “AB’nin, sektörlerinin rekabet gücünü koruması için gerekli koşulları sağlamak” olarak açıklandığından, hazırlayıcısı da, AB Sanayi Politikası Komisyonu Başkanı Martin Bangemann. Eylem Planı, özetle şu şartları getiriyor:
1. İnternet üzerindeki “yasadışı” içeriğin önlenmesi için “bilişim sektörü, özdenetim mekanizmaları ve ilgili yetkili kurumlar” işbirliği yapacaktır.
2. Söz konusu “yasadışı” içeriğin kapsadığı alanlar, “çocuk pornografisi, ırkçılık ve Yahudi düşmanlığının yanı sıra, “ulusal güvenlik, mali güvenlik, veri güvenliği, özel hayatın ve saygınlığın korunması ve kamu sağlığı” olarak tanımlanmıştır.
3. Servis sağlayıcı şirketler, kullanıcılar üzerinde yapacakları özdenetimde “polis yetkililerinin deneyimlerinden yararlanacaktır”.
4. “Yasadışı içerik”in sorumluluğu, sadece içeriğin bulunduğu siteye değil, siteye ev sahipliği yapan servis sağlayıcı şirkete de aittir.
Tam bir “İnternet için Terörle Mücadele Yasası” olan bu belgenin yasalaşma sürecinin, onun doğrudan etkileyeceği milyonlarca kullanıcıdan habersiz olarak gerçekleştiğini eklemek gerekiyor. Sadece bu bile, Avrupa Birliği yöneticilerinin demeçlerinde sık sık kullandığı “hükümet-dışı örgütlerin söz ve karar süreçlerine katılımı”, “demokratik süreçler”, “yurttaşların bilgilenme hakkı” gibi sözlerin demagojiden ibaret olduğunu göstermeye yetiyor. Chris Bailey, belgeyi ele geçirdikten sonra yaptığı çağrıda şöyle sesleniyordu: “İnternette demokrasinin gelişmesine karşı çıkanlar, gerçek amaçlarını gizlemek için çocuk pornografisi ve ırkçılık sorunlarının arkasına gizleniyor. Bu maskeyi yırtıp atmalı, bu tip konularda kendi kurallarımız ve mekanizmalarımızın çok katı olduğunu göstermeliyiz. Birçoğumuz yaşamı boyunca ırkçılık karşıtı mücadelenin ön saflarında yer aldı. Bu konuyla ilgili polis öğüdüne ihtiyacımız yok; çünkü polis, bu mücadelede genellikle karşı tarafta yer almıştır ve bugün hâlâ birçok ülkede, kurumsallaşmış ırkçılığın bir numaralı temsilcisidir.”
AB’nin İnternet konusundaki faaliyetleri, yasa çıkarmakla sınırlı değil. Avrupalı emperyalistler, ABD’nin İnternet de dâhil olmak üzere dünya iletişimini gizli bir biçimde takip etmekte kullandığı ECHELON adlı uluslararası casusluk ağına bir “rakip” çıkarmak üzereler. AB’nin askeri ve teknolojik alanda kendisine giydirilen ABD üniformasını çıkarma hazırlıkları içinde olduğu bugünlerde, ENFOPOL adlı bu rakip sistemin hazırlıkları da hızlandı. Hazırlıkları kamuoyundan gizli bir biçimde süren ENFOPOL hakkındaki kimi bilgiler, basına ilk kez 7 Ocak 1999 tarihinde sızdı. Avrupa Birliği Adalet ve İç İlişkiler Komisyonu desteğiyle süren proje tamamlandığında; Avrupa çapındaki tüm mobil telefon, İnternet, faks ve teleks görüşmeleri dinlenebilecek. Projenin amacı, “ulusal sınırları aşan kesintisiz bir telekomünikasyon takip sistemi” oluşturmak.
ENFOPOL hayata geçtiğinde, tüm İnternet servis sağlayıcıları ve telefon şirketleri, istihbarat servislerine “24 saat boyunca ve istendiği anda”, Avrupa çapındaki tüm iletişim sistemlerine erişim hakkı tanımak zorunda kalacak.
ENFOPOL; ortak para birimi ve AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) ile hız kazanan Avrupa’nın entegrasyonu sürecinde, casusluk örgütlerinin de “entegre” olması anlamına geliyor.
Avrupa Birliğine aday üye olan Türkiye’de de, benzer bir yasa çıkarılmak üzere. BTHaber dergisinin 15–21 Kasım 1999 sayısında “Bilgi Çağının RTÜK’ü” başlığıyla verilen habere göre, Milli Savunma Bakanlığı tarafından 2 yıldır üzerinde çalışılan Ulusal Bilgi Güvenliği (UBG) Teşkilatı Kanun Tasarısı Taslağı, bilgi güvenliği adı altında, “çok büyük bir denetim mekanizması” getiriyor. Taslağın yasalaşması durumunda, Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde Ulusal Bilgi Güvenliği (UBG) Kurumu Başkanlığı Teşkilatı, UBG Üst Kurulu, UBG Merkezi, Bilgi Güvenliği Dairesi Başkanlığı, Kriptoloji Dairesi Başkanlığı ve Bilgi Destek Dairesi Başkanlığı gibi birimler oluşturulacak. Tıpkı ENFOPOL gibi, UBG de, “gerekli gördüğü bilgileri, yasa kapsamına giren kamu ve özel kurum ve kuruluşlardan doğrudan istemeye yetkili” olacak. Bu isteğin yerine getirilmemesi, örneğin bir servis sağlayıcı şirketin, konuk ettiği Web sitesine ilişkin bilgileri UBG’ye vermemesinin karşılığı “2 ila 5 yıl hapis”. İnternet üzerinde yürütülen her türlü faaliyeti de kapsamına alan UBG’nin üyeleri ise şöyle sıralanmış: “Başbakan; Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Ulaştırma, Sanayi ve Ticaret Bakanları, MGK Genel Sekreteri, Genelkurmay Muhabere Elektronik ve Bilgi Sistemleri Başkanı, MİT Müsteşarı ve TÜBİTAK Başkanı.” Öyle anlaşılıyor ki Türkiye, AB yolunda “hızlı adımlarla” ilerliyor!

İNTERNET VE ULUSLARARASI İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ
Buraya kadar anlattıklarımızdan, internetin hiç de “uğraşmaya değer” olmadığı sonucu çıkabilir. Ancak bu erken sonuç, bir soruyu yanıtsız bırakır: İnternet neden ve neye karşı “kontrol altına” alınmaya çalışılıyor? Bu soruya verilecek yanıt, internetin, kapitalizmden menkul tüm zaaf ve sorunlarına rağmen, işçi sınıfı açısından uğruna mücadele vermeye değer bir araç olmasında yatıyor. Eğer İnternet toplumun bir aynasıysa, onda daha iyi bir toplum için mücadelenin yansımalarını da bulmak mümkündür. İnterneti, doğru kullanıldığında sınıf mücadelesinin ilerletilmesinde katkı sağlayacak bir araç olarak görmek için var olan nedenler, işçi ve emekçilerin onu “zengin oyuncağı” olarak görüp bir kenara atmasını önleyecek kadar güçlü. Üstelik internetin sınıf mücadelesine katkı sunucu niteliği, son yıllarda yaşanan bir dizi önemli grev ve direniş ile kanıtlanmış bulunuyor.
İnternetin sınıf mücadelesinin hangi somut ihtiyaçlarına yanıt verebileceğine dair ipuçları, 152 yıl önce yazılmış olan Komünist Parti Manifestosu’nda yer almaktadır: “… İşçilerin mücadelesinin esas sonucu, o anki başarı değil, sürekli genişleyen birleşmeleridir. Bu birleşmeye, büyük sanayinin ürettiği ve değişik yerlerdeki işçilerin birbiriyle bağlantısını sağlayan gelişen ulaşım ve iletişim araçları da yardımcı olur.” (K. Marx, F. Engels, sf. 57, Evrensel Basım Yayın)
Modern sınıf mücadelesinin deneyimleri; işçilerin, mücadelelerini yerel düzeyden ulusala, ulusal düzeyden uluslararası düzeye genişletmek ve birleşmek zorunda olduklarını gösterir. İnternet, farklı bölge ve ülkelerden işçilerin mücadelelerini uluslararası alana taşımasında, aralarındaki dayanışmayı güçlendirmekte, bir iletişim aracı olarak önemli role sahiptir.
İşçi-emekçi sendikalarının bilgisayar ağlarını kullanması, 19 yıl öncesine dayanır; 1981 yılında İngiltere Columbia Öğretmenler Federasyonu’ndan Larry Kuehn ve Arnie Myers, sendikaları içinde ilk bilgisayar ağının kurulmasına ön ayak olmuşlardır. Bu ağın sendikanın faaliyetlerine sunduğu katkıyı, LabourStart adlı işçi-haber sitesi yöneticisi Eric Lee’den öğreniyoruz: “Sendika, ilerleyen yıllarda sağcı yerel hükümetin acımasız saldırılarına karşı, hızlı ve etkili tepkiler vermesi sayesinde direnebildi; bu hızın nedenlerinden biri, bilgisayar destekli iç iletişiminin sunduğu esneklikti.” (İnternet Sendikaları Nasıl Değiştiriyor, 9 Haziran 2000, Working USA).
1980’lerin ortalarında ise, Kanada Kamu Çalışanları Sendikası (CUPE), bilgisayar destekli ilk ulusal iletişim ağını kurdu. Bu ağ, şubeler ile merkez arasında iki dilde elektronik konferanslar düzenlenmesine olanak tanıyordu. (Solinet (Dayanışma Ağı) adlı bu sistem, Web faaliyetini www.solinet.org adresinde halen sürdürmektedir.) Ardından, ilk uluslararası sendikal ağ oluşturuldu: ICEM ve ITF, birkaç yıl sonra ilk bilgisayar destekli küresel iletişim ağını oluşturdular. 1992 yılında ise, İnternet ve sendikalar konulu ilk uluslararası konferans, İngiltere’nin Manchester kentinde gerçekleştirildi. Ve ardından, yine çoğu Avrupa ve ABD ülkelerinde olan işçi-emekçi sendikaları, şube ve merkezlerini İnternet ağına açmaya başladılar.
Çoğu sınıf işbirlikçisi yönetimlere sahip bu sendikaların internete yönelik ilgilerinin nedeni “sınıf mücadelesini yükseltmek” değildi; sayısız grev ve direnişte üyelerini gözlerini kırpmadan satan yöneticilerden böyle bir tutum beklenemezdi zaten. Onların asıl ilgisi, telefon ve faksa alternatif olarak elektronik posta, konferans vb. uygulamaların sağladığı tasarruf -ki bu tasarruf işçilere hiçbir biçimde yansımış değildir- ve bir yandan da, “artık İnternet sahibi olup çağın gerisinde kalmadığını gösterme” isteğiydi. Ama internete geçiş, bu niyetlerden bağımsız olarak, sendikalı işçiler arasındaki iletişimi de kolaylaştırdı.
Bu kolaylaşmış iletişimin avantajları, en açık biçimiyle, Liverpool liman işçilerinin direnişi sırasında görüldü. 1995 yılında, liman işçilerinin işten atılmasıyla başlayan direniş, esas olarak Liverpool işçilerinin bir ülkeden diğerine inanılmaz bir maraton koşması, ama LabourNet adlı Web sitesinin de katkılarıyla, işçi sınıfının yıllardır görülmeyen bir uluslararası birlik içinde hareket etmesini sağladı. Yirmiden fazla ülkede on binlerce işçi, iki buçuk yıl süren direnişe, dayanışma grevleri de dâhil olmak üzere çeşitli yöntemlerle destek verdiler. Kendisi de bir işçi olan Chris Bailey’in yönettiği LabourNet, direniş boyunca verdiği haberler ve yaptığı çağrılar sayesinde, “uluslararası sendikal dayanışmanın internetteki en parlak örneği” olarak haklı bir ün kazandı.
Liverpool direnişi, yenilgiyle sonuçlanması ile de önemli bir ders verdi. Direniş, uluslararası alanda önemli yankı yarattı, ama İngiltere’deki işbirlikçi sendika yönetimleri tarafından sürekli kösteklendiği için sonunda yenildi. Bu durum, internetin işçilerin mücadelesine, önemli de olsa, sadece bir “katkı” sağladığını gösterdi.
Liverpool’un ardından, Avustralya liman işçileri, Amerikan ABC televizyonu çalışanları, ABD’deki nakliyat işçileri sendikası Teamsters ve KCTU (Güney Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu) da interneti etkin bir biçimde kullanmaya başladı. Bütün bu grev ve direnişlere katılan işçiler, internetin, mücadelelerini uluslararası platforma taşımada “çok önemli” bir rol oynadığı görüşünde birleşiyordu.
Türkiye’de benzer ilk örnek, Temmuz 1998’de Adana, İncirlik, İzmir ve Ankara’da bulunan Amerikan üslerinde çalışan 1800 işçinin greviydi. Harb-İş sendikası, kendisine ait Web sitesinde grevle ilgili olarak, sürekli güncellenen İngilizce ve Türkçe haberler vererek, internetin bir “prestij unsuru” veya “süs” olarak değil, mücadelenin bir parçası olarak kullanılabileceğini gösterdi. Harb-İş grevi, LabourNet ve LabourStart gibi işçi sitelerinde de geniş yer buldu. Bu siteler, sendikanın ABD ve Avrupalı işçi ve emekçilere dolaysız seslenebilmesi için birer aracı işlevi gördüler.
İnternet, sadece işçi sendikaları için değil; devrimci komünist siyasi partiler, kitle örgütleri, insan hakları kuruluşları, emek yanlısı yayın organları ve ilerici bilim-kültür çevreleri için de benzer bir işlev gördü. Ağ, kısa süre içinde bu geniş kesim için karşılıklı ilişki kurma, deneyim aktarımı, tartışma, kaynaklara ulaşma ve örgütlenmenin vazgeçilmez yöntemlerinden biri haline geldi.
İnternetin geleceğine ilişkin tartışmalardan, ortada iki seçenek olduğu ortaya çıkıyor: Sistem, paranın egemen olduğu bir “süpermarket-banka-borsa-şirket-tarikat-sexshop ağı” haline mi gelecek, yoksa paylaşımı teşvik eden, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünyanın kuruluşuna katkı sunan bir dayanışma kürsüsü mü olacak? Bugün İnternet “her ikisi birden”, ancak sistem üzerindeki egemenliğini mutlaklaştırmak isteyen burjuvazi, ikinci seçeneğin ortadan kaldırılması için saldırılarını sürdürüyor. İşçi sınıfı ve emekçiler ise, bütün olanaksızlıklara rağmen, ikinci seçenek için mücadele etmeye değer olduğunu, kendi deneyimleriyle, her geçen gün daha iyi görmektedir.

Temmuz 2000

Kara ve Kızıl’a dair iki “kara kitap”

Ekim ’99’da Türkçe birinci Kara Kitap yayınlandı: “Kapitalizmin Kara Kitabı”. Adında bir de “Polemik” notu vardı. Yazılış amacı, polemik yapmaktı.
Polemik, adı üstünde bir muhatabı gereksinir. Öyleyse kimdi “Kapitalizmin Kara Kitabı”nın muhatabı?
Kitabın önsözünü okuyanlar, muhatabın kapitalizmin bizzat kendisi olduğunu gördüler. Takip eden makalelerde de, kapitalizmin suçları sıralanıyordu. Ancak kitabın pek de değinilmeyen örtük bir muhatabı daha vardı. Türkçe okuyanlar, bu muhatapla yaklaşık altı ay sonra karşılaştılar. Medya tekelinin kolu “Doğan Kitap”, gerçekten kapkara olan bir kitabı Mart 2000’de yayınladı. Adı, “Komünizmin Kara Kitabı”ydı. İlk kez Fransızca yayınlanmış ve “Kapitalizmin Kara Kitabı” ile yanıtlanmıştı. Yanıt, Türkçede, tekellerin devasa olanaklarına rağmen çok önceden okuyucuların eline ulaşmış; kapitalizmin muhaliflerinin kapitalistlerin kendilerinden, en azından Türkiye’de hızlı çalışabildiklerinin kanıtı olmuştu.
Kıyaslanamaz olanaklarına rağmen, “Kapitalizmin Kara Kitabı”nın yayımcısı Evrensel Basım Yayın, “Komünizmin Kara Kitabının yayımcısı Doğan Kitap’tan ilerideydi.
Sıra, içeriklere ve iki kitabın yayın anlayışlarına, tarihi ele alışlarına gelince, yine kıyaslanamaz bir görüntü ile karşılaşıyoruz.
Yazılış sırasıyla ilk kitap olan “Komünizmin Kara Kitabı”, hemen hepsi Maocu vb. tandanslarıyla eski solcu bir ekip tarafından yazılmıştı. Görünüşe göre entelektüeldiler. Üniversitelerle içli dışlıydılar. Türkiye’de de örnekleri olan türden eski solcular gibi düzene entegre olmakla kalmamışlar, onun tarafından bol paralarla doyurulmanın da ötesine geçerek özel olarak görevlendirilmişlerdi.
Bunun sert ve haksız bir saptama olduğunu kimse ileri süremez.
“Soğuk Savaş” yıllarından bu yana istihbarat-psikolojik savaş-“entelektüel” (ya da üniversite ve bilim adamı) ilişkisi, giderek tam bir sektör olmak üzere düzenli olarak gelişmiş; çok sayıda “Komünizmin Kara Kitabı” yazarları türünden “bilim adamı/entelektüel” yine çok sayıda benzer yayına, araştırma ve projeye imza atmıştır. MİT (?), Harvard gibi üniversitelerde üslenmiş “bilim adamları” öteden beri antikomünist histeriye “bilimsel” destek ve malzeme sağlaya-gelmişlerdir. Düğmeye basan başlıca odak, tahmin edileceği gibi, Pentagon ya da Amerikan İmparatorluğuydu, asıl uygulayıcılar ise, dışa karşı CIA, içe karşı FBI. Fransızlar geri mi kalacaktı! Onların hiç CIA’ninkine benzer “entelektüelleri”, bilimin adını kötüye çıkaran “bilim adamları” olmaz mıydı! Oldukları görüldü.
Bu tür “bilim adamları” genellikle, eskiden sol yaklaşımlar sergilemiş olanlar arasından derleniyor. “Üstünlükleri”, saldırıya geçtikleri fikir ya da pratikleri, iç mantıklarıyla birlikte daha yakından bilip tanıma olanağı bulmuş olmaları ve bir moral çöküntüsü, “Yeni Dünya Düzeni” içinde kendilerine “yeni” bir yer kapma ya da eski bir “kuyruk acısı”nın öcünü alma gibi dürtülerle “yeni işleri”ne daha sıkı sarılmaları oluyor.
“Komünizmin Kara Kitabı” ve yazarlarını ele alırsak, satın alınmış ve dolayısıyla sermayenin egemenliği ve kapitalizmin üstünlüğü fikrine bağlanmış “bilim adamları”, satın alınma ve psikolojik savaş ilişkisi bakımından kanıt bolluğu ile karşılaşılır.
En önde geleni, tarih anlayışı ile ilgilidir.
Komünizm ya da sosyalizm üzerine bir kitap yazılabilir kuşkusuz. SSCB ya da Macaristan, Polonya, Romanya gibi 2. Dünya Savaşı sonrasında halk demokrasisi yolundan sosyalizme doğru ilerlemeye uğraşan ülkelerin pratiği üzerine de yayın yapılabilir. Eğer bilimsel olmak ve kalmak gibi bir kaygıya sahip olunursa, ilk olarak nesnel gerçekliği veri almak ve ikinci olarak bu gerçekliği neden-sonuç ilişkisi ve tarihsel koşulları içinde incelemek zorunlu olacaktır. Bilim adamı, dedikodu yazan ya da paparazzici gibi “o şunu dedi”, “bu bunu söylemişti” türünden, söyleyen ve diyenlerin kendi bakış açısı ve isteklerinin ifadesi olan sözlerden hareketle tarih yazmaya ya da “Komünizmin Kara Kitabı”nın makalelerinde sık sık tekrar edildiği gibi bugüne kadarki yazılışını beğenmediği “tarihi yeniden yazmaya” girişmez.
Oysa komünizme kara çalma kitabının yazarlarının tuttuğu yol, tıpkı aynı yolun yolcusu, komünizm yıkıcılığının başını çeken Kruşçev gibi kişisel değerlendirmeler ya da “kişilik çözümlemeleri”dir, ama asla tarihsel gelişmenin materyalist yorumu değildir. Yazarlar ekibinin başındaki kişi olan Stephane Courtois, giriş ya da önsöz yerine yazdığı ilk makalede, Kruşçev’i överek ondan, tarih yorum yöntemini ortaya koyan şu aktarmayı yapar:
“Kaganoviç öyle dalkavuk bir adamdı ki, Stalin’in bir göz işaretiyle ona kendi babasının öldürülmesinin ‘amaç’a -Stalin’ce benimsenen hedef anlamında- hizmet edeceğini söylese, babasının boğazını kesmekte hiç tereddüt etmezdi.” (“Komünizmin Kara Kitabı”, sf. 25.)
Kaganoviç üzerine söz söylenmek mi isteniyor? Varsayımlara dayalı ve niyetlerle yüklenen fikirler üretilmesi de bir yoldur; ama tarih yazarlığının değil dedikodu yazarlığının işi olabilir. Niyetler, tahminler ve Kruşçev gibi kişilerin kişisel yorumlarından hareketle tarih yazıcılığı, idealist bir şarlatanlık olduğu kadar, 35–40 yıllık bir tarihsel süreç ve sürecin yaşandığı toplumun dev altüst oluşları hakkında en küçük bir fikir vermez. Kaganoviç, bu toplumsal altüst oluşa katkısı, onu olumlu (ileriye doğru) ya da olumsuz etkilemiş olmasıyla değerlendirilebilir. Oysa kitap yazarlarının tuttuğu tam tersi bir yoldur ve tutulan bu yol, amacı toplumu güdüleme olarak belirlenen kitabı ısmarlama bir psikolojik savaş aracı yapan belli başlı bir kanıt durumundadır. Kendilerine peşin olarak tanımlanmış bir mal ısmarlanan, dolayısıyla amaçları komünizmi suçlamak olarak belirlenmiş yazarlar, bu amaca ulaşmak ve kuşkusuz tarihi yeniden yazmak için, başlıca SSCB ile ilgili söylenip yazılmış sözler, anılar, yorumlara dayanmaktan kaçınmamışlar, üstelik daima seçmeci davranmışlardır.
Kara amaçlı kitabın yazarları, kuşkusuz inandırıcı olmaya çalıştıkları için, sadece “dedi ki, demiş” türünden dedikoduları değil üç türden veriyi daha amaçlarının dayanağı olarak kullanmaya çalışıyorlar: Birincisi, bağlantılarına, neden ve sonuçlarına hiç değinmedikleri olaylar ve olgular; ikincisi, Kruşçev’in 1956’daki SBKP 20. Kongresi’nde okuduğu “gizli rapor” ve üçüncüsü revizyonizmin çöküşü sonrasında Yeltsin’in açıkladığı SBKP ve devlet arşivleri.
Olay ve olgular, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi tarih içindeki yerinden koparılarak, Stalin ya da başka bir SBKP ve SSCB yöneticisinin “kötü niyet ve amaçları” ile açıklanmaya ve aynı zamanda bu “kötü niyet”in kanıtı olarak gösterilmeye dayalı ilginç bir yöntemle seçilip belirli bir kronoloji gözetilerek art arda diziliyor. Hiçbirinin nedeni yoktur ya da tümünün nedeni “Sovyet yöneticilerinin şiddet yüceltisi ve insan kanı dökmeye doymaz kötü niyeti ve insanlığa karşı suç işlemeye düşkünlüğü”dür. Böylelikle kuşkusuz Sovyet yöneticilerinin şahsında, kişilerden giderek Sovyet sistemi, sosyalizm “suç” oluşturan, “insanlık karşıtı bir sistem” olarak suçlanmış olmaktadır. Olay ve olguların oluşma koşulları, bir yanda sosyalizmi tarih gündemine kaçınılmazlıkla dayatan kapitalizm ve karşısında sosyalizm, iktidardan devrilmelerine rağmen hâlâ varlıklarını koruyan kapitalist sınıf ve unsurlarla dişe diş bir çatışma içinde komünizme doğru gelişen sosyalizm, bu çatışmanın dış ve iç maddi koşulları kitabın yazarları tarafından hiç ele alınmadığı gibi dışlanmaktadır da.
Tartışma gündemine ve literatüre, yine burjuvazinin propagandasından ve yürüttüğü psikolojik savaştan etkilenen eski solcular tarafından sokulan “teorik olarak sosyalizm” ve “reel sosyalizm” ayrımı, bu kapkara kitabın yazarları tarafından da amaçlarına uygun olarak ele alınmakta; bir dönem sapık solcuların pek rağbet ettiği bu ayrım, yazarlar ekibinin başı tarafından reddedilerek komünist pratikle birlikte komünist fikir ve idealler de suçlanmaktadır. Mantık, bir İtalyan gericisinin “Aslında devrimler ağaçlar gibi meyvelerinden tanınır,” (Agy. sf. 15) pratikçiliğiyle yürütülmekte; “Kederli ya da skolastik zihinler bu gerçek komünizmin ideal komünizmle hiçbir ilişkisinin olmadığını hâlâ iddia edebilse” de, “Komünizmin işlediği suçlar ne tarihi ne de ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutuldu.” (Agy.) diye yazılmaktadır. Bu “ayrım”ın miadı dolmuştur; “çöküş” öncesi sallantılı solcuları etkilemek ve ikna etmek üzere kullanılan “teori doğru ama pratik berbat, bu pratiğin peşinden gidilmez” türünden ayrımlara artık gerek kalmamış, tam zaferini ilan etmiş burjuvazi artık komünizme cepheden saldırmakta, üstelik pervasız ve küfürlü konuşmaktadır. Ürküteceği kimse kalmadığı hesabındadır ve “yılan”ı her şeyiyle öldürmeye çalışmaktadır.
“Soğuk Savaş”ın ilk yıllarında ise burjuvazi cephe hattını daha da geriden kurmuştu. Okunması gereken bir kitap olan “Üniversiteler-Amerikan imparatorluğu, Soğuk Savaş Döneminde Sosyal Bilimlerde Para ve Siyaset”in “Truva Projesi ve Sosyal Bilimlerin Soğuk Savaş Tarafından İlhakı” başlıklı makalesinde SSCB’ye yönelik Amerikan radyo yayınlarının geliştirilmesi üzerine hazırlanan “Truva Projesi” üzerinde durulur. Kitap ClA’nın üniversiteler ve “bilimi” kendi hizmetinde bir psikolojik savaş aygıtı haline getirişini anlatmakta ve CIA bilgilerine dayanmaktadır. Amerikan üniversiteleri ve bunların önde gelen mühendis, sosyal bilimci ve psikologları tarafından hazırlanan SSCB tarafından engellenen Amerikan radyo yayınlarının teknik olarak bu engellemeyi nasıl aşacağına ilişkin proje, aynı zamanda yayınların içeriği ile ilgili tavsiyelerle doludur. 1951’de Dışişleri Bakanlığı’na sunulmuş ve uygulamaya konulmuştur. Kitapta proje üzerine şöyle bir bilgi bulunmaktadır; “Örneğin rapor, sabır ve hiç değilse bir nebze hoşgörü tavsiyesinde bulunuyordu. Yazarlar, ‘açıkça ya da ima yoluyla komünizmin kötü olduğu veya komünizmi küçümsediğimizi gösterecek bir konuma düşmekten kaçınmalıyız’ diyordu. ‘Daha ziyade, Stalinizmin, Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet ettiği görüşünü savunmalıyız. Sovyet toplumunun entelektüel temellerine açıktan ve topyekûn bir saldırı görüntüsü verilmemelidir.”
Truva Projesi’nin uzun yıllar uygulandığını, genel olarak komünizme ya da Marksizm’e değil ama “koçbaşı” olarak Stalinizme saldırıldığını yaşayarak gördük. Şimdi, bu kara kitapta olduğu gibi Lenin ve tümüyle komünizme yeni yeni saldırılıyor. Ama Lenin’e ve genel olarak tüm temelleriyle birlikte komünizme saldırmakla birlikte, bu kitap ve yazarları bile, hâlâ hedef tahtasına Stalin’i oturtuyorlar. Psikolojik savaşın hedef daraltma yöntemi ile karşı karşıya olduğumuz bellidir.
Ama Stalin sadece “suçlu” ilan edilmektedir. Ne görüş ve fikirleri tartışma konusu edilmektedir ne de başında bulunduğu devrimci pratiğin neden-sonuç bağlantısı içindeki gelişmesi incelenmektedir. Arka arkaya verilen ölü sayıları, tutuklama ve sürgün kamplarına ilişkin genellikle tahmini rakamlar “suç”un kanıtı sayılmakta, “neden”, “niçin”, “nasıl”, “hangi koşullarda” gibi sorulara yanıt arama zahmetine girilmeden, Stalin ve dolayısıyla komünizmin “suçluluğu” kanıtlanmış olmaktadır.
Burada, yenilgiye uğranılacağı bilinen Marksizm ya da komünizmle teorik bir tartışmadan kaçınıldığı gibi, olay ve olguların tarihsel bağlantısı içinde belirli ve mantıksal bir çerçeveye oturtulmasından yan çizilme kaygısı belirgindir. Artık Truva Projesi’nde önerilenden farklı olarak, komünizme topyekûn bir suçlama yöneltilmekte, ama onun teorik temeli bir yana, pratiğinin iç bağlantılarının hoş olmayan sürprizlere götürecek bir incelenmesinden de uzak durularak, seçmeci bir mantıkla olay ve olgularla istendiği gibi oynanma, onları “suç” ve “suçluluk” genel çerçevesinde bir yoruma tabi tutma yöntemi seçilmektedir. Olayların akışının genel bağlantıları ve tarihselliği bir tarafa, kitapta “suç kanıtı” sayılan olayların neden sonuç bağlantılarıyla koşulları da, Sovyet yöneticileri ve devletinin suç dökümünü yapma histerisi içinde bir yana bırakılmakta, dolayısıyla olay ve olgular anlaşılmaz kılınmaktadır. Örneğin sabotajcılık, yazarların yönteminde “kan içici Sovyet yöneticilerinin kan dökmek için uydurdukları bir suç” türü sayılmakta ve örneğin bir fabrikayı havaya uçuran bir karşı-devrimci grubun Sovyet devleti tarafından cezalandırılması, “şiddeti hükümet etme biçimi haline dönüştüren komünistlerin “caniliğinin kanıtı olarak ortaya atılmaktadır. Ya da örneğin burjuva devletler vergi toplamazmış ve vergisini ödemeyeni süründürmezlermiş gibi, Sovyet devletinin vergi toplaması ve buna karşı direnenlerle çıkan olaylar, yine yöneticilerin “suça düşkünlüğünün işareti olarak gösterilmektedir.
Kara Kitap yazarlar ekibinin şefi Courtois, kitabın girişinde amacın önceden saptanmış “suçluluk”un ve “işlenmiş suçlar”ın bir dökümünü çıkarmak olduğunu belirtir:
“Nelerden bahsedeceğiz? Hangi suçlardan? Komünizmin işlediği o kadar çok suç var ki! … Barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar. Leninist-Stalinist rejim ve genel olarak komünist blok tarafından işlenen suçların bütünü üzerinde yapılacak bir inceleme bize burada her üç kategorinin de mevcut olduğunu gösterecektir.” (Agy, sf. 16–17.)
“Suçluluk” önceden kararlaştırılmış, suçlar kategorilere ayrılmış ve araştırmaya geçilmiş; sonunda ortaya “Komünizmin Kara Kitabı” çıkıyor!
“Barışa karşı suç” mu? Burada, tarihin yeniden yazımının gerekli olacağı ortadadır. Çünkü suçlanan pratiğin en zorlu günlerinin dünya barışı için fedakârca zorlu mücadelelere sahne olduğunu herkes biliyor. İngiliz ve Fransız emperyalistleri Hitler’i yatıştırma ve onu SSCB’nin üstüne sürme siyaseti izler ve Amerikan emperyalistleri sözde “tarafsızlık” peşinde koşarken dünya barışını neredeyse tek başına başında Stalin’in bulunduğu komünistler savunuyordu. Barışın düşmanı Nazi saldırganlarına karşı koyan da en başta komünistler oldu ve SSCB bu uğurda 20 milyona yakın kayıp verdi.
“Savaş suçları” mı? Yazarlar ısrarla Nazilerle komünistleri aynılaştırma peşinde olsalar da, Soğuk Savaş döneminde ortaya atılan Polonyalıların katledildiği Katin Ormanı soykırımı türünden psikolojik savaş dezenformasyonları hiçbir biçimde gerçek bilgilerle desteklenememiş ama Sovyetlerin savaş suçları değil savaştaki dayanıklılığı ve kararlılığı üzerine ciltlerce yazı yazılmış ve Sovyet askeri birçok ülkede kurtarıcı olarak karşılanmıştır. Burada da tarihin yeniden yazımı ihtiyacı doğmaktadır!
Peki, “insanlığa karşı suç” mu? Kapitalistlerin bu konuda konuşmaya hiç hakları olmadığını binlerce, milyonlarca örnekle yaşıyor ve biliyoruz, bu suçlar “Kapitalizmin Kara Kitabı”nda yeterince ortaya konmaktadır. İnsanı insan olmaktan çıkarmış olan, kapitalizmdir, insanı kendisine yabancılaştıran, azınlığın büyük çoğunluğun sömürülmesi üzerinden keyif sürmesinin örgütlenmesi olan ve bu keyfin bozulmaması için katliamlardan faili meçhullere, suikastlardan idamlara şiddeti kurumsallaştıran kapitalizmdir ve zaten kapitalizmin bağrında sosyalizmi olgunlaştıran ve ona davetiye çıkaran, bu nedenlerdir. Dolayısıyla komünizmin “insanlığa karşı işlediği suçlar”dan değil, insanlığın kurtuluşunun ve kendisinin efendisi oluşunun zeminini oluşturmasından söz edilebilir. Burada da, yine tarihi yeniden yazma ihtiyacı baş göstermektedir.
Yazarlar da bu “yeniden yazımı” gerekli görmektedirler. “Kimileri bize, bu suçların büyük kısmının, uluslararası planda tanınan ve liderleri bizim yöneticilerimiz tarafından gösterişli törenlerle karşılanan rejimlerin kurumları tarafından uygulanan bir ‘yasallığa’ dayandığı yanıtını verecektir.” (Agy., sf. 15) Evet böyle değil mi? Ve kapitalistler sadece karşılamakla kalmayıp SSCB’nin örneğin savaştaki tutumunu övmediler mi?
Kitabın “Yeni Dünya Düzeni” ve “globalizm” hayranı olmakla kalmayıp bu “yeniliğin” -CIA gibi- başındaki kurumlarca toptancılığa yöneltilmiş yazarları, bu noktada, komünizmi suçlamanın ötesine de geçerek, tarih içinde Stalin ve diğer yöneticileriyle SSCB ve komünizmle yakınlık içinde olmuş ya da (örneğin tarımdaki ileri hamleyi öven Fransız Radikal Partisi lideri milletvekili E. Herriot gibi -sf. 209-) olumlayıcı bir tutum almış veya (ABD Başkanı Roosevelt gibi -sf. 37-) zorunluluk nedeniyle işbirliği yapmış herkese “körlük” ve “suç ortaklığı” “suçu”nu yüklemektedir.
“İktidardaki komünistlerin doğrudan sorumluluğu konusu dışında ortaya çıkan bir diğer husus da suç ortaklığıdır,” (Agy. sf. 25) diye başlayan tirad örnekleriyle devam eder: “19201i yıllardan 1950’li yıllara kadar, bütün dünyadaki komünistler ve diğer birçoğu Lenin’in ve sonra da Stalin’in politikalarına alkış tuttu. Yüz binlerce insan Komünist Enternasyonal’in, yani ‘dünya devriminin partisi’nin mahalli seksiyonlarının saflarına katıldı. Gizliliği ayrıcalıklı savunma yöntemlerinden biri olarak benimseyen komünist rejimlerin uygulamalarından haberdar olmak her zaman kolay değildi. Fakat yine de, denilebilir ki, bu cehalet, militanca bir inanıştan kaynaklanan körlüğün bir sonucuydu… Ve zaman zaman Stalin dönemini eleştiriyor gibi görünse de, Louis Aragon’un 1931 ‘de yazdığı bir şiirinde, Fransa’da komünist bir siyasi polisin oluşturulmasını dilemekten dolayı üzüntü duyduğunu alenen açıklaması hatıralarımız arasında değil mi? … Peki ya NKVD’nin doğrudan baskısı altında bulunmayan Batı Avrupalı komünistleri, nasıl bir körlük, sisteme ve şefine methiyeler düzmeye itmiştir? Onları boyunduruk altına alan büyü gerçekten güçlü olsa gerek!” (sf. 25–27) “Büyü”nün güçlülüğü gerçeğinin, kendisini karşı-devrimci yazarlara bile kabul ettirmesi eğitici olduğu kadar ibret vericidir. Devrim ve coşkusu gerçekten büyük ve etkileyicidir.
Yazarlar ekibinin başı hayıflanır; Naziler itibar kaybetmişlerdir ama “Lenin, Mao, Ho Chi Minh, ve hatta Stalin’e gelince, onlar hâlâ şaşkınlık veren bir saygıyla anılıyor. Bir Fransız devlet kuruluşu olan LOTO, Stalin ve Mao’nun isimlerini reklâm kampanyalarından birinde kullanma gafletine düştü. Böyle bir kampanyada Hitler ya da Goebbels’in isimlerini kullanmak kimin aklına gelirdi?” (sf. 33) Ne olursa olsun gerçekler ve insanlığın ortak hafızası inatçıdır ve hayıflanmak işe yaramaz. Ama bir şey daha var ki, “globalist” (toptancı) yazarlar Lenin ve Stalin’in adının aslında düzene bağlanmasını ifade eden reklâm kampanyalarının konusu edilmesine bile tahammül edemiyor, bu adların tarihten olduğu kadar bugünden de silinmesini öngörüyorlar. Bu kin, anlaşılmaz değildir: Kapitalistler karşısına, hiç bu kadar ciddi ve etkili düşmanlar çıkmamıştır.
Yazarlar-başı hayıflanmaya devam eder: “Seksen yıldır dört kıta üzerinde insanlığın üçte birini ilgilendiren bu komünist felaket konusundaki ‘akademik sessizlik’ neden? Böylesine hayati bir unsur olan suçu; kitleleri hedef alan, sistematik, insanlığa karşı işlenen suç unsurunu, komünizmin analizinin merkezine yerleştirmek konusundaki bu beceriksizlik neden?” (sf. 34) Yazarlar-başı, tüm akademisyenleri, kendisi gibi satılmaya ve koca bir toplumsal altüst oluşu sosyal bilim ışığında değil ama suç ve ceza gibi hukuk normları merkezinde analiz etmeye çağırmaktadır. Komünizm başka bir şey değildir, ama “suçlu”dur ve yardımcı olan herkes “suç ortağı”dır: Bu, kitabın bakış açısıdır!
Komünistler, öylesine bir baskı uygulamış (sf. 34–35) ve öylesine bir karşı propaganda (“psikolojik savaş” demeye yazarların dili varmıyor, yoksa öyle diyecekler) yürütmüşler ki (sf. 36–37), Soljenitsin ve Bukovski gibi karşı-devrimciler uzun yıllar seslerini çıkaramamışlar ve M. Gorki ve H. Barbusse gibi onurlu yazarlar, “suç ortaklığına savrulmuşlardır! Roosevelt ve De Gaulle de “körlükleri” ve “suç ortaklıkları” nedeniyle yakalarını toptancı yazarların ellerinden kurtaramıyorlar, (sf. 37)
Tüm bu nedenlerle kara kitabın yazarları tarihin yeniden yazımını gerekli görüyorlar. Diyorlar ki: “Bütün gözlemcilerin kendilerine tekrar tekrar sordukları soruyu bilimsel -reddedilemez olaylarla belgelenmiş ve oluşmasına yol açan politik, ideolojik durumdan soyutlanmış- bir şekilde ele almanın zamanı geldi.” (sf. 46) ve çalışmalarının amacını şöyle anlatıyorlar: “Çalışmamız ilk olarak tarihsel bir göreve cevap veriyor. Tarihçi için hiçbir konu tabu değildir ve içinde olduğu durum ve her türlü baskı -siyasi, ideolojik, kişisel- onu bilgiyi gün ışığına çıkarmaktan ve olayların -özellikle de bunlar uzun süre boyunca ve istenerek arşivlerin ve belleklerin karanlık köşelerinde kalmışsa- açıklanması yolundan alıkoymamalıdır. Oysa bu komünist şiddetin tarihi, totalitarizmin büyük sorununun iki boyutuna da sıkı sıkıya bağlı bir Avrupa tarihinin en önemli parçalarından birini oluşturuyor. Avrupa tarihinin bu yüzü, Hitler’ci yorumu olduğu kadar, Leninci ve Stalinci yorumu da içermekte ve komünist boyutu görmezden gelerek yarı felçli bir tarih yazılması artık kabul edilemez… Bu kitabın üstlendiği ikinci görevse bir bellek görevidir. Hem bellek hem de tarih oluşturmaya yönelik bu çifte görev, çok farklı alanlara yayılır.” (sf. 46)
Yazar-başı bu görevin nasıl bir ideolojik yaklaşımla yerine getirildiğini/getirilmesi gerektiğini de açıklar: “(Bu kitabın yazarları -ÖD)… Bıkıp usanmadan bu çalışmayı yürütüyorlarsa, bu, gerçeği söyleme ayrıcalığını giderek daha fazla varlık gösteren aşırı sağa bırakmama bilincine sahip olduklarındandır; komünizmin suçları, nasyonal-faşist idealler adına değil, demokratik değerler adına incelenmeli ve mahkûm edilmelidir.” (sf. 49)
Yazarlar, SSCB ve komünizmin analizinde, olayların iç bağlantılarının ele alınmasında ideoloji vb. etkenini bir yana bırakıyor ve bunun gerekli de olduğunu söylüyorlar. Ama burjuvazinin bugünkü -ve kuşkusuz eski- yüceltisi olan “demokratik değerler adına” bir inceleme ve mahkûmiyet peşinde olduklarını itiraf ediyorlar. İtirafları bile “iyi niyetli”: Yoksa inceleme ve mahkûmiyet nasyonal faşist değerler adına yapılacakmış! Ve üstelik “belli ideolojik ve siyasi kuramların doğrudan sebep olduğu olağanüstü büyük insanlık trajedileri karşısında, tarihçi, Yahudi-Hıristiyan uygarlığımızdan ve demokratik kültürümüzden gelen insancıl bir anlayışın izlerini taşıyan her türlü ifade tarzını, örneğin insana duyulan saygıyı bir kenara bırakamaz”mış!
Anlaşılıyor: Komünizm, “Yahudi-Hıristiyan uygarlığı” ve kapitalist bir “büyücülük” olan “demokratik kültür” adına yargılanıyor kara kitapta. Bu “uygarlık”ın, bu kültür ve “insancıl”lığın ne türden olduğunu “Kapitalizmin Kara Kitabı”, gerçekten iyi açıklıyor ve zaten hepimiz yaşayarak görüyoruz. Daha birkaç gün önce ABD Başkan adayı Bush tarafından suçsuz yere idama gönderilen Graham ya da idamı bekleyen Abu Jamal örneklerinde olduğu türden bir “uygarlık” ve “insancıllık” ve tabii ki “kültür”!
Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi’ne sunduğu Stalin ve komünizme karşı “gizli” raporu, yazarların adına hareket ettikleri değerleri doğrulamak ve komünizmi suçlamak üzere kullandıkları dedikodu ve çarpıtılmış olaylar ve rakamlar sıralama yanındaki kanıtların ikincisi durumundadır. Sevinçle, “24 Şubat 1956 günü, komünist suçların resmikabulüne ilişkin ilk büyük dönüm noktası oldu. O akşam N. Kruşçev, XX. Kongresi’nde kürsüye çıktı. Oturum kapalı olarak yapılmış ve kongreye sadece delegeler katılmıştı. Delegeler, tam bir sessizlik ve şaşkınlık içinde parti genel sekreterinin 30 yıl boyunca dünya komünizminin kahramanı olan ‘halkların babası’, ‘dahi Stalin’in imajını yöntemli bir biçimde yerle bir edişini dinledi.” (sf. 41) diye yazıyor yazarlar-başı. Sonra, ikinci makalenin yazarı N. Werth de, Kruşçev’in bu raporunu “tarihin yeniden yazımına” dayanak yapmaktadır: “Parti kadroları ve yöneticilerine karşı 1936–1938 yıllarında uygulanan sayısız sosyalist yasallığın ihlali fiilleri üzerindeki perdenin kalkabilmesi için, Kruşçev’in SBKP’nin XX. Kongresi’ne sunduğu ‘gizli raporu’ beklemek gerekecekti.” (sf. 244)
Yine de toptancı yazarlar Stalin zamanında Ukrayna parti sekreterliği yapmış “suç ortaklığı” kesin Kruşçev’i aklamaktan kaçındılar. Kruşçev, 1950’lerin ikinci yarısı ile 1960’ların ilk yarısında emperyalistlerin baş tacıydı; şimdi zaman ve ihtiyaçlar değişmişti, raporunun kullanılmasının ötesinde Kruşçev de artık gözdelerden değildi. Kruşçev’in Stalin’e ve komünizme düşmanlık kusan raporunu “eserleri” kara kitabın tarih yazımının bir dayanağı olarak kullandılar; ama bizatihi bu kullanmanın kendisi “yeniden tarih yazımını” gözden düşürücü bir nitelik taşımaktaydı. Raporunda Kruşçev, parti yöneticisi Kirov’un bizzat Stalin tarafından düzenlenen bir komployla öldürüldüğünü söylemişti. Werth’in de kabul ettiği gibi (sf. 237), bu yalandı; dolayısıyla hem Kruşçev’in raporunu hem de onu dayanak yapan kara yazarların tarihçiliği ve kanıtlarını çürütüyordu. Kruşçev’in Kirov’a ilişkin iddiasını çürüten, kara kitabın bir başka “kanıt belge bankası”nı oluşturan 1990 sonrası açıklanan Sovyet arşivleriydi. Sovyet arşivlerinden yerli yersiz seçmece belgelerle dedikoducu “tanıklar”ın ifadelerinin doğrulanması, kara kitapçıların başlıca tarih yazma yöntemlerinden biri olmuştu: “Bugün arşivler sadece bu eşzamanlı tanıklıkları doğrulamıyor, daha ileriye gitmeye de imkân sağlıyor. Eski Sovyetler Birliği’nin baskıcı sisteminin, eski halk demokrasilerinin, Kamboçya’nın arşivleri, ürkütücü bir gerçeği gün ışığına çıkarıyor: birçok olayda insanlık suçuna varan şiddetin sistemli ve kitlesel niteliği.” (sf. 45–46)
Bu arşivlerin, Rusya’da Yeltsin ve diğer ülkelerde yine kapitalist karşı-devrimciler tarafından kuşkusuz istendiği ve işe geldiği gibi açıklanmış olmasından kuşku duyulabilir mi? Arşivler yalan söylemez, ancak bu, açıklayan ve kullananların amaçlarının önemli olmadığı anlamına gelmeyeceği gibi, sadece arşivin olayların gidişini açıklamada yetersiz olduğu anlaşılır şeydir. Olay ve kanıt belgelerin tutarlılıkla kullanılması, olayların bağlantılarını dışlamayan bir bakış açısı, kuşkusuz önemli ve gereklidir ki, kara yazarların hem amacı hem de yöntemi hakkında fikir sahibiyiz.
Yazarların makaleleri, “suç” saptamaları üzerine kuruludur ve bu saptamalar, “belge” ve arşivlerle “kanıtlanmakta”, yüzlerce rakam sık sık tekrarlanıp durmaktadır.
Baştan saptanmış amaca örnek vermek gerekirse, bir suçlama Stalin ve Sovyet yöneticilerinin “halka karşı şiddeti” her seferinde “kotaya bağladıkları” iddiasına değinilebilir.
Kara yazar-başı Courtois, “1920’li yılların sonundan itibaren, GPU kota uygulamasını başlattı: her bölge, her kaza, yüzde hesabına göre belirlenen ‘düşman’ sosyal katmanlara mensup belli sayıda insanı tutuklamak, sürgüne yollamak veya kurşuna dizmek zorundaydı. Bu yüzdeler merkezi olarak parti yönetimince tespit ediliyordu.” (sf. 31) Werth, aynı kota iddiasını, ürün olarak alınan vergi konusunda tekrarladı: “Her eyalet, her kaza, her nahiye, her köy topluluğu tahmini hasat üzerinden önceden belirlenmiş kotalara göre devlete ürünlerini vermek zorundaydı.” (sf. 124) ya da “‘Cezalandırılacak karşı-devrimci kotasının doldurulabilmesi için sokaklarda tutuklanan sade vatandaşlardan Politbüro üyelerine kadar, Sovyet halkının her katmanından birçok insan baskı gördü.” (sf. 243)
Böylelikle, Sovyet toplumundaki devrim/karşı-devrim çatışması ve ancak bu çerçevede kavranabilecek vergi, tasfiye, suç ve ceza gibi sorunlar kısa yoldan ve “komünizmin suçluluğu” dayatılarak çözümleniyor, devrimin istisnasız tüm uygulamaları gayrı-meşru ilan ediliyordu. Komünistler “kafalarına takmışlar” ve “cezalandıracaklardı” ya da rasgele vergi topluyorlardı; öyle ya, bütün adımlarına yön veren “kotacı” yaklaşımlardı. Bu “analiz yöntemi”yle örneğin bir fabrikayı havaya uçuran bir kişinin “kotayı doldurmak için” cezalandırıldığına inanmamız istenmiş ve bütün can sıkıcı tartışmalardan da kaçınılmıştı!
Ya da yüzlerce rakam ve “belge” ile desteklenmiş, inandırıcılığı örneğin Harkov İtalyan konsolosunun tanıklığıyla güçlendirilmiş (sf. 216) komünistlerin “açlıkla cezalandırma” yöntemi üzerine yazılıp çizilenler örnek verilebilir.
Kara yazarlar, SSCB’de 1932–33 yıllarında yaşanan kuraklık ve kıtlığı, Sovyet halkının özellikle komünistlere karşı çıkan bölgelerde yaşayan kesimlerinin (sf. 221) açlık ve ölümle cezalandırılması olarak, bugüne kadar kimsenin aklına gelmemiş biçimde değerlendirmektedirler. Yazarlara inanılacak olursa, komünistler öyle büyük ayni vergi (ürün olarak vergi) koymuşlar ve köylüye öylesine yaşama ve üretime devam etme şansı tanımamışlardır ki, sonunda açlıktan (ve tifüsten) 6 milyon kişi ölmüştür! Kıtlık olduğu biliniyor; ama yazarlarınki gibi “kriminal analistler” ilk kez ortaya çıktığından olsa gerek, bu “açlıkla cezalandırma yöntemi” ilk kez komünistlere suç olarak yöneltiliyor!
Yazarlar, kapitalizmle sosyalizm arasında bir çatışma değil ama Sovyet yöneticilerinin köylülere karşı zulmü olarak açıkladıkları tarımın kolektifleştirilmesi ve ürün olarak vergiyi açlıktan ölümlerin nedeni olarak gösterseler de, çarpık kurgularında yine de Sovyet devletine karşı bir “hile”nin sözünü etmek zorunda kalıyorlar: “Ürünlerinin bir kısmını kendilerine saklayabilmek için her türlü hileyi göze alan köylü sınıfı ile git gide gerçekçilikten uzaklaşan bir planı her ne pahasına olursa olsun uygulamak zorunda olan yerel yöneticiler arasında bir çatışma yaşanması kaçınılmazdı.” (sf. 211) Tabii ki asıl “suçlu”, tarımı kolektifleştirerek hem tarımdan kapitalizmi tasfiyeye girişen hem de sonunda üretimi olağanüstü artıran merkezi yönetimdi! Ama yazarlar örneğin kolektifleştirmenin bir ihtiyaç olup olmadığını, nedenini ve göz kamaştırıcı sonuçlarını tartışmaya hiç yanaşmıyor. Kitap boyunca olduğu gibi tartıştıkları, “suç” ve “suçluluk”tur! Bu bakış açısıyla, köylülük tek bir “köylü sınıfı” olarak el çabukluğuna getirilip köydeki sınıf çatışması, varlıklı ve yoksul köylü arasında bir çatışma olarak gelişen kolektifleştirme de anlaşılmaz olmakta; komünistlerle “köylü sınıfı”nın çatıştığı iddia edilmektedir.
Açlığın nedeni olarak ileri sürülen iddia, “komünistlerin” “köylü sınıfı”na ne kendi tüketimlerinde kullanacak ve ne de tohumluk olarak kullanacakları tahıl bırakmadıkları yönündedir. “Arşivlere dayanarak” bu iddialarını desteklemişlerdir de. Örneğin aktarılan bir “belgeye göre”, bir bölge sekreteri olan Hatayaviç, Kasım 1932’de Molotov’a şunları yazmış: “Üretimin, gelecekte proletarya devletinin ihtiyaçlarına göre artması için, kolhozcuların asgari ihtiyaçlarını göz önüne almalıyız. Aksi takdirde, ekin ekmek ve üretimi sürdürmek için ortada adam kalmayacaktır.” (sf. 215) Ama bu uyarılar sonuç vermemiş ve “Birkaç gün sonra Politbüro yerel yetkililere, planlarını henüz gerçekleştirmeyen kolhozlardan ‘sözde tohumluk rezervler de dâhil tüm tahılın’ derhal çekip alınmasını emreden bir genelge gönder”mişti. (Agy.) Yazarlar, “Çaresiz ve satın alma imkânından yoksun olan, tehditle, hatta işkence zoruyla azıcık stokunu da vermek zorunda bırakılan, SB’nin en zengin tarım bölgelerindeki milyonlarca köylü, böylece açtığa teslim oldu…” (Agy.)
Yazılanlardan anlaşılan, Sovyet yöneticilerinin bilinçli bir biçimde “köylü sınıfı”na karşı kırıma giriştiğidir; köylünün elinde ne tohumluk ve ne de yiyecek bırakılmadığından açlık baş göstermiştir!
Aynı kara kitabın 235 ve 236. sayfaları ise, sayfalar boyu bol rakam ve “belge” ile desteklenen “köylü sınıfına karşı açılan savaş” ve “komünistlerin açlıkla cezalandırma suçu”na ilişkin bütün yazılanların koca bir yalan olduğunun itirafını kapsamaktadır: “Yine de, havaların normalin üzerinde iyi gitmesi, eldeki tüm kentli işgücünün seferber edilmesi ve köylerinde mahsur kalıp artık kendilerine ait olmayan toprakları işlemekten ya da ölmekten başka çareleri olmayan köylülerin hayatta kalma içgüdüsü sayesinde, 1932–1933 yıllarında kıtlıktan kırılan bölgeler, 1933 sonbaharında bol miktarda mahsul verdi.”
Nasıl oluyor bu? Komünistler köylerde tohumluk bile bırakmıyor, elinde tahıl olmadığı için köylü ölüyor; ama yılsonunda bol ürün derleniyor! Ne kadar görmezden gelinse de kolektifleştirme daha ilk yıllarında başarılı sonuçlar vermiştir ve kimse de açlıkla terbiye edilmemiştir. Kara kitapçılar büyük yalancılar ve psikolojik savaşçılardır.
Aynı yalancılık ve yalan üzerine psikolojik savaş aleti bir kitap kaleme alıcılık, kitabın 9. Bölümünü oluşturan “Toplumsal bakımdan yabancı unsurlar ve dönemsel baskılar”, 10. Bölüm olan “Büyük Terör” ve 11. Bölüm olan “Kamplar İmparatorluğu”nda yine bol “tanık”, “belge” ve rakam eşliğinde ileri sürülen iddialar açısından da geçerlidir. Bu bölümlerde, “parti devlet” (sf. 24) olarak tanımlanan SSCB’de komünizmin “suçları” tefrika edilmektedir. Komünist Partisi içindeki tasfiyelere kadar uzanan suçlamalarla dolu olan bu bölümlerdeki iddiaların toplamı, “Stalin’in etrafındaki bir avuç komünist”in “toplumun geri kalan bütününe karşı açmış olduğu savaş”a ilişkindir. Eski Çar subaylarından “köylü sınıfı”ndan grev yapan ve hatta yapmayan işçiye (sf. 279) ve “Lenin’in eski silah arkadaşlarına kadar herkesi “düşman” ilan eden ve kılıçtan geçiren Stalinci komünistlerin, bu bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla yine herkesin düşmanlığını üzerlerinde toplamış olmaları gerektir! Yazarlar, kimsenin sesini çıkarıp muhalefet edememesini “dev baskı aygıtının varlığına” bağlıyorlar. Peki, bir şey açıklamasız kalıyor. “Bu baskı aygıtı”nın da işlevini yitirdiği Naziler tarafından işgal edilen bölgeler de içinde olmak üzere, iddiaya göre büyük zulüm gören Sovyet halkı, nasıl oldu da milyonlarca ve milyonlarca ölü vermesine rağmen Stalin’in ve “baskı aygıtı”nın peşinden ayrılmadı, nasıl oldu da anti-faşist zaferi kazandı? Mantığa sığar yanı var mıdır? Böyle bir savaşın yanından bile geçmemesine rağmen nice diktatörün devrilip gittiğine ve halkı tarafından cezalandırıldığına tanıklık eden tarih nasıl oluyor da kara kitaba göre “en zalim diktatöre” hem de en zor koşullarda bağlı kalmaya devam ediyor?
Kara yazarlar kendilerini şu yanıtı verme zorunda hissediyorlar: “Bununla birlikte, Nazi barbarlığı, yok edilmeye ya da en iyi durumda köleliğe mahkûm Sovyet aşağı insanlarına hiçbir gelecek vaat etmediğinden, sonunda sıradan bir yurttaş ile yönetimi büyük bir vatanseverlik atılımı içinde uzlaştırdı.” (sf. 280)
Peki, onca “komplo” ile tasfiye edildikleri ileri sürülen eski Genelkurmay Başkanı Tuhaçevski de içinde olmak üzere subaylar, “Lenin’in silah arkadaşı Troçkist ve diğer sapmacılar ve parti yöneticilerinin” işbaşından uzaklaştırılmaları bu durumda doğru mu oluyor yoksa yanlış mı? Ya da Tuhaçevski ve diğerleri ile girilecek bir Nazilerle savaştan zaferle ayrılmak mümkün olur muydu? Bu ve benzeri sorular, kara kitap yazarlarının ilgi alanına girmiyor; çünkü “komünistlerin suçları”na ilişkin değiller. Ama bu sorular ve yanıtları, kara kitabı koca bir yalanın kitabı yapıyor.
Kitabın bir başka ve temel güdülemesi, adına “tarihi yeniden yazmaya” yeltendiği “temsili demokrasi”nin eski yalanıdır: Naziler ve faşistlerle komünistlerin aynı yöntemleri kullandıkları ve aynı totaliter ideolojinin insanları oldukları yalanı. Bu yalan makaleler içinde sürekli tekrarlanmaktadır. “Aynı iplikten dokundukları” için Hitler-Stalin Paktı’nın mümkün olabildiğinden tutun Polonya’nın paylaşılması yalanına kadar psikolojik savaşın eskimiş bütün iddialarını yineleyen kara kitap, haddini aşsa da, “komünizmi mezara gömmeye” yemin etmiş kalemlerin ürünüdür! Bu eskiden çok tartışılmış kara çalmalarla uzun uzun uğraşmayacağız. Ancak iki konuda birer söz söylemek gerekiyor.
Polonya, asla Hitler Almanyası ile SSCB arasındaki bir anlaşmayla paylaşılmadı. Batı Polonya’nın Nazilerce işgal edilmesinden sonra, Sovyet ordusu Alman istilacılara karşı cephesini düzenlemek durumda oldu ve kara kitap da bunu üstü örtülü olarak onaylamak zorunda kalmıştır: “Polonya’ya gelince; geride Polonya devleti diye bir şeyin kalıp kalmayacağı sorunu askıda bırakılsa da, Sovyetlerin ve Almanların Polonya’ya yönelik askeri müdahalesinden sonra, 1920’de imzalanan Riga Antlaşmasını müteakip… Polonyalı olan toprakların da bir bölümünü, her halükarda SSCB’nin alması gerekiyordu.” (sf. 271)
Ve SSCB ile Almanya arasındaki saldırmazlık paktı, SSCB’nin yıllarca faşizm tehlikesine karşı uyarmaya ve ittifak kurmaya çalıştığı İngiltere ve Fransa’nın Hitler’i SSCB’nin üzerine yöneltmeye yönelik “taviz politikası” ya da “Münih politikası” karşısında yaptığı bir manevradan başka bir şey değildi. Stalin, büyük bir öngörüyle emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak, bu pakt aracılığıyla Hitler’in ilk elde SSCB’ye saldırmasının önünü aldı ve İngiliz-Fransız emperyalistlerinin taktiğini boşa düşürdü. Bu paktın ne faşizmle komünizmin “bir madalyonun iki yüzü” olmasıyla ilgisi vardır ne de SSCB’nin faşizm karşıtlığından caymasıyla. Ama kapitalist demokrasinin üstünlüğü yutturmacasını hareket noktası alan herkes gibi kara kitap yazarları da bu yalanı yaygınlaştırmaktan medet ummuşlardır. İşin aslı odur ki, yöntemleri farklı olsa da temsili demokrasi ile faşizm tekelci burjuvazinin iki yönetme biçimidir ve “Kapitalizmin Kara Kitabı”nda açıklanan suçları işlemişlerdir ve işlemektedirler. Komünizm ise, sermayeye karşı işçi sınıfının ideolojisi olduğu kadar devletine de yön veren öğretinin adıdır.
Son olarak söyleyelim ki, yinelenen sıkıcı rakam ve iddialarla kendisini yormayı göze alan okuyucu “Komünizmin Kara Kitabı”nı da okuyabilir ama herkes mutlaka “Kapitalizmin Kara Kitabı”nı okumalıdır.

Temmuz 2000

Bilim mücadelesi tarihinden Bilim ve felsefe

Çeviren: Ahmet Cengiz

Marksizm-Leninizm, bilimi, toplumsal bilincin bir biçimi olarak ele almaktadır. Doğa bilimlerinin görevi, topluma, insanların bilinci ve iradesinin dışında ve onlardan bağımsız olarak var olan nesnel doğa yasalarının bilgisini sağlamaktır. Doğa bilimleri, bilimin yasalarında nesnel doğa olaylarını yansıtmakta ve nesnel yasaları; insanın pratiğinde, sanayide, tarımda, sağlık alanında vb. kullanmanın metotlarını geliştirmektedir. Doğa bilimleri aynı zamanda, insanların bilincini, dünya görüşünü şekillendiren ideolojik araçların arasında yer almaktadır.
Doğa bilimlerinin bu ikili işlevinin, insanların üretken etkinliği ve ideolojik üstyapıyla dolaysız bir bağıntısı vardır. Bu nedenledir ki, bütün tarihi boyunca doğa bilimleri, bir taraftan üretimin yol göstericiliği ve belirleyici etkisi altında gelişmiş, diğer taraftan kendisi de üretici güçleri aktif olarak etkilemiştir. Friedrich Engels, bilimi üretimden izole etmek isteyen burjuva bilginlerinin idealist çarpıtmalarını şu saptamayla teşhir etmiştir: “Bugüne dek üretimin bilime borçlu olduğu şeyler övüldü, ama bilim, üretime çok daha fazla şey borçludur.”
Sosyalist toplumda, sosyalist üretim tarzının talepleri doğa bilimlerine yön vermektedir. Doğa bilimleri burada, kaydettiği hızlı gelişmeyle tüm nüfusun maddi ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanabilinmesine yardımcı olmaktadır.
Doğa bilimlerinin gelişmesi büyük oranda egemen ideolojiye bağlıdır. İlerici bir ideoloji bilimin gelişmesini teşvik eder; gerici bir ideoloji ise, bilimin gelişmesini köstekler, araştırmacıyı idealizmin yanlış yoluna iter, çıkmaz sokağa sokar.
Sovyetler Birliği’nde bilimin gelişmesinde Marksizm-Leninizm çok temelli bir faktördür. Doğa bilimleri ve bilimin diğer kolları, Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkelerinde Marksizm-Leninizm’in teorisiyle donanmış olarak gelişme yolunda ilerlemektedir.
Burjuva ülkelerindeki doğa bilimlerinin durumu ise çok daha farklıdır. Emperyalizm bilimin bir krize girmesine neden oldu. Burjuva ülkelerindeki ekonominin militaristleştirilmesi, bilimi, insanların imhasına hizmet eden araçları bulmaya zorluyor; fizikçiler atom silahını geliştirmeye, kimyacılar zehirli ve patlayıcı maddeler bulmaya, biyologlar bakteriyolojik silahlar geliştirmeye zorlanıyorlar. Gerici ideoloji ve mistisizm propagandası araştırmacıyı, doğa görüngülerinin idealist bir yorumuna, bilim tarafından tespit edilen olguların idealist bir açıklamasına sevk ediyor. Gerici egemen ideolojinin etkisi altında çıkartılan teorik sonuçların herhangi bir bilimsel değeri olamaz.
Bugün pragmatizm, kişilikçilik (Personalismus), yeni tomacılık (Neothomismus) ve diğer “modern” felsefi sistemler doğa bilimlerine zararlı bir etkide bulunuyorlar. Bunlar bugün burjuva ülkelerinde büyük bir gayretle yaygınlaştırılıyor -materyalist bilime düşman olan gerici Machizm felsefesinin, XX. yüzyılın başlarında ve hâlâ yaygınlaştırıldığı gibi.
Kapitalist dünyanın bugünkü felsefesinde, tüm felsefi okullarının ortak özelliği olarak pervasız bir sübjektivizm propagandası yapılıyor. Sübjektivist fikirlerin bulanık seli, doğa bilimlerini de sarmış bulunuyor. Bu gelişme, doğa bilimcileri arasında nesnel gerçekliği, bilimin yasalarının nesnel muhtevasını inkâr etme eğilimini doğuruyor.
Sübjektivist fikirler, bilimin atom içi olaylarla ilgili yaptığı keşiflerin, madde ve enerjinin ayrılmazlığı hakkında ulaşılan yeni tespitlerin; nedensellik, zorunluluk ve yasaların varlığı ilkesiyle açıklanamayacağı iddiasıyla ortaya çıkıyorlar. Fizik ve mekanik tarafından keşfedilen nesnel yasaların karşısına sübjektivist teoriler dikiliyor ve maddenin sakinimi ve enerjinin dönüşümü yasası reddediliyor. Bilim tarafından keşfedilen yasaların yerine, sözgelimi “enerjiyi algılama temayülü” gibi terminolojik yanıltmacalar geçiriliyor. Elektronun irade özgürlüğü “teorisi” veya ‘tamamlama ilkesi’ (Komplementaritätsprinzip) gibi, sözüm ona bilimsel teoriler geliştiriliyor. Zamanında Lenin tarafından çürütülen energetizm yeniden diriltiliyor. Bütün bu idealist eğilimler, nedensellik ve yasaların varlığı ilkesine saldırmaktadırlar. Tanınmış İngiliz fizikçisi Paul Dirac örneğin şunu söylüyor: “Kuantum mekaniğinde ilkesel olarak belirlenmezcilik geçerlidir.” Ünlü fizikçi Werner Heisenberg, fiziksel fenomenlerin açıklanmasında nedensellik ilkesi yerine olasılık ilkesini öneriyor. Heisenberg’in düşüncesine göre, fizik, kimya veya astronomi gibi bilimlerde “doğanın açıklanmasından söz edilemezmiş, yalnızca tasviri mümkünmüş; çünkü ona göre, “bilimin doğayı asıl anlamıyla (yani doğa yasalarının keşfi anlamıyla) kavrama iddiası, gerçekleşen her yeni keşifle birlikte giderek zayıflamakta”ymış. Heisenberg geçen yıl New York’ta yayınlanan “Nükleer Fiziğin Felsefi Sorunları” adlı kitabında, nedenselliğin, yasaların varlığının, maddenin uzay ve zamandaki hareketi ve gelişiminin, nükleer fizikte anlamını yitirdiğini açıklıyor.
California Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Hans Reichenbach, bu idealist tezleri sahipleniyor ve felsefi açıdan genelleştiriyor.
“Bilimsel Felsefenin Oluşumu” adıyla 1951 yılında Los Angeles’te yayınlanan kitabında şunları yazıyor: Reichenbach: “Modern kuantum mekaniği araştırmalarından biliyoruz ki, tek tek atomik fenomenler nedensel yorumlanamıyor ve tümüyle olasılık yasalarına tabidirler. İfadesini Heisenberg’in ünlü belirsizlik ilişkisinde bulan bu olgu, katı nedensellik fikrinden vazgeçmemiz gerektiği ve nedensellik yasasının yerini olasılık yasalarının aldığını kanıtlamaktadır.”
Nedenselliğin ve yasaların varlığının inkarı ve bunların birer sübjektif kategori derekesine indirgenmesi, bilimde sübjektif idealizmin, fizikte ise Kantçılığın ve Machçılığın gizlice sokulmasının bir belirtisidir. J. P. Adams, “nedensellik, temelini tecrübemizin oluşturduğu örgütleyici bir ilkedir,” diye yazıyor. Cambridge’den başka bir idealist, J. Jeans, neredeyse Kant, Mach ve Hume’u kelimesi kelimesine tekrarlayarak, doğada nedensellik yasalarının hüküm sürüp sürmediği sorusunu olumsuz olarak yanıtlıyor. Diyor ki, parçacıkların hareketi ancak, bir kangurunun nedensellik yasalarına tabi olmayan tesadüfî sıçramalarıyla kıyaslanabilir. Yasaları doğanın nesnel bir kategorisi olarak reddeden Jeans şunları söylüyor: “Bilimsel araştırmanın hakiki nesnesi hiçbir zaman doğanın gerçekliği olamaz, tersine [bu nesne] yalnızca kendi gözlemlerimiz olabilir.” Jeans’ın sübjektivist fikri, bilime düşman bir fikirdir, zira bu fikir doğa görüngüleri hakkında güvenilir bir bilgiye ulaşma olanağını reddediyor.
Kuşkusuz, sübjektif-idealist görüşler her zaman bu denli açık propaganda edilmiyor. Gerici düşünceler çoğu kez sözüm ona bilimsel kılıflara bürünerek ortaya çıkıyorlar. N. Bohr tarafından geliştirilen “tamamlama teorisinin taraftarları bu kılıfları kullananlar arasında yer alıyorlar. Tamamlama teorisinde; mikroskobik küçük fenomenlerin uzay ve zamanın dışında oldukları, genel olarak yasalara bağlı olmadıkları gibi, nedensellik yasasına da tabi olmadıkları iddiası ileri sürülüyor. Ve bütün bu özellikler aslında reel de değilmiş, birbirleriyle bağdaşmazmış! Bunlar bütünüyle, gözlemlerin kendisinin yapıldığı aletlere bağlıymış. Her defasında hangi aletin kullanıldığına bağlı olarak, mikroskobik küçük fenomenlerde şu veya bu özellik kendisini gösteriyormuş. “Eğer iki farklı türden alet kullanılıyorsa,” diyor Bohr, “o zaman yapılan gözlemde birbirleriyle bağdaşmayan ve farklı olan iki grup görüngü ortaya çıkmaktadır. Aletlerin bir türü, nedensel bağıntıları gösteren bir tablo sunmakta, ama o zaman da olayları zaman ve uzay içersinde gözleme olanağı ortadan kalkmakta; diğer türden aygıtlar ise, zaman ve uzayda cereyan eden mikroskobik küçük fenomenlerin tablosunu sunmakta, ama bu durumda da nedensellik ilkesi geçerliliğini yitirmektedir.” Bohr’a göre, aynı şey, dalga ve parçacığın belirlenmesinde de söz konusudur: Aletlerden bazıları bize maddenin parçacık özelliğini, diğerleriyse dalga özelliğini gösteriyormuş.
Açıktır ki, Bohr’un “tamamlama ilkesi”; nedensellik, zaman, uzay, mikroskobik küçük nesnelerin parçacık ve dalga özelliği gibi, doğal kategorilerin nesnelliğini inkâr ediyor. Böylelikle, bütün mikroskobik küçük fenomenler, gözlemleyenin aletine bağlı olarak sübjektif konstrüksiyonlara indirgenmiş oluyorlar. Bohr, Heisenberg, Dirac vb. araştırmacıların doğadaki nedensellik ilkesini reddetmeleri ve sübjektivist kuruntulara kapılmaları, gerici filozoflar tarafından alabildiğince abartılıyor ve genelleştirilerek bilimsel ilkeler olarak piyasaya sürülüyor. Örneğin Bertrand Russell şunları yazıyor: “Nedensellik yasası, aynı monarşi gibi, geçmiş çağın bir kalıntısıdır. Bu yasaya hâlâ müsamaha gösterilmekte, çünkü yanlışlıkla bunun zararlı olmadığı düşünülmekte… Doğada ne nedensellik, ne de zorunluluk vardır.” Russell, Hume ve Kant’ın sübjektivizminden esinlenerek, doğada “yasaların olmadığı, ama alışkanlıkların olduğunu” düşünüyor. Russell; Eddington, Dirac ve Heisenberg’in idealist kuruntularına yaslanarak bilimi reddediyor ve fiziği bir imgelem olarak açıklıyor. “Fizik bize,” diye yazıyor Russell,”… gerçek olmayan, fantastik bir hayaller dünyasını göstermektedir.”
Russell, bilime savaş ilan ediyor ve silah olarak da fizikteki sübjektivist tahrifatları kullanıyor. “Kim ki bilime olan inancın nasıl yozlaşabildiğini anlamak istiyorsa,” diye duyuruyor Russell, “o, Eddington ‘un ‘Fiziksel cismin doğası’ üzerine verdiği dersleri esas almalıdır.” Neden Eddington’un dersleri’ Çünkü Eddington, kuantum teorisinin “nedenselliğin genel karakterini tartışmalı kıldığını” “kanıtladığı” ve “bu teoriye göre, hareketi herhangi bir yasaya bağlı olmayan elektronun, belirli ölçülerde irade özgürlüğüne sahip olduğunu” savunduğu için. Başka bir deyişle, Eddington’un derslerinde, mikroskobik küçük dünyadaki objektif nedensellik ve yasaların varlığı açıktan inkâr ediliyor. Oysa materyalist bilim, nesnel doğa olayları tarafından doğrulanmayan bu görüşü çoktan mahkûm etmiştir. Atomun mikroskobik küçük parçacıklarının da -elektron, proton, pozitron, nötron vd.- nedensellik yasalarına tabi oldukları ve hareketlerinin yasalara bağlı ve zorunlu olarak gerçekleştikleri çok açık bir biçimde kanıtlanmıştır.
İdealizmi bilime gizlice sızdırma amacıyla giderek görelilik teorisinden de istifade ediliyor. Görelilik teorisi, XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başlarında yapılan çok önemli keşifleri genelleştirmektedir. Bu keşifler; maddenin nesnel varlık biçimleri olarak uzay, zaman, hareket ve bunların maddeyle ayrılmazlığı ve bağıntısı hakkındaki materyalist öğretiyi doğruluyorlar: Hareket olmadan madde olmaz, madde olmadan hareket olmaz, maddenin hareketi zaman ve uzay içersinde gerçekleşir. Zaman ve uzayın dışında madde olmaz, maddenin dışında zaman ve uzay olmaz.
Gerici bilim adamları, görelilik teorisinin bağıntıcı yönlerini; sübjektivizmi propaganda etmek, nesnel hareketi inkâr etmek, maddenin enerjiye dönüşümünü propaganda etmek amacıyla istismar ediyorlar…
Görelilik teorisi; sahte bir bilimsellik görüntüsü altında, materyalizminin çöküşünü “kanıtlamak”, evrensel gravitasyon yasasını ve başka teorileri çürütmek üzere kullanılıyor. “Fizik ve felsefe” adlı idealist makalenin yazarı J. Jeans örneğin bize şunu öğretiyor: “Fiziksel görelilik teorisi, elektrik ve manyetik güçlerin hiçbir suretle reel olmadıklarını kanıtlamıştır artık. Bunlar, tinimizin, parçacıkların hareketini yanlış bir yönde anlama çabasından kaynaklanan konstrüksiyonlarıdır sadece. Aynı şeyler, dünya olaylarını anlama kolaylığını sağlamak için geliştirilen; Newton’cu gravitasyon gücü, enerji, süre-durum anı ve diğer kavramlar için de söylenebilir. Bütün bunların tinimizin konstrüksiyonları oldukları anlaşılmıştır.”
Kapitalist dünyadaki fiziğin durumu bu. Her fiziksel keşif sübjektivist bir biçimde yorumlanıyor ve önceden belirlenmiş sübjektivist bir şemaya sığdırılıyor. Ancak bu ülkelerin önemli fizikçileri arasında, materyalizmi savunan, sübjektivizmin gerici eğilimleriyle mücadele eden birçok araştırmacı da bulunuyor. Joliot-Curie, James Bernal ve başka seçkin fizikçiler, sübjektivizmin fizikteki saldırısına karşı durmakta ve bilimdeki gericiliğe karşı başarılı bir mücadele vermektedirler.
İdealizmin etkisi altında olan ve fizikteki keşiflerden sübjektivist sonuçlar çıkartan fizikçiler, bilimin böylesi bir metodolojik temel üzerinde gelişmesinin olanaksız olduğunu çoğu kez fark etmektedirler. Bu nedenle bizzat kendileri, bulundukları çıkmazdan çıkış yollarını aramaktadırlar. Bilimle gericiliği özellikle şu yöntemle uzlaştırma girişimleri bu arada yaygınlık kazanıyor: Bilim iki kışıma bölünüyor; bir teorik kısıma (metafizik denilen) ve bir de pratik, uygulama kısmına (“aklıselim” denilen).
Fiziğin; pratik, uygulama kısmının sözüm ona “bugüne dek olmadığı kadar zaferler kutladığı” söylenirken; metafizik, yani teorik kısmının, kendisini “irreel, fantastik hayaller dünyasında kaybettiği” ve böylelikle her türlü güveni yitirdiği açıktan belirtilmektedir. Bu tür görüşlerle hedeflenen şey, fizikteki keşiflerden çıkartılan ve bilimle hiçbir ilgisi olmayan gerici sonuçları, gericiliğin ideolojik amaçları için muhafaza etmek ve bu idealist teorilerin bilimle ve onun keşif ve kazanımlarıyla ilişkilerini teknik alanda korumaktır. Ancak bu hokkabazlıkla kimse kandırılamaz. Bu hokkabazlık, bilimi; idealizmle, mistisizmle, dinle uzlaştıramaz. Sübjektivist körlükten kurtulmanın yolu, teorik genellemelerin bilimin pratik bulgularından ayrılması değil, tersine, ikisinin birliğidir; bu birlik ise, ancak materyalist bir temelde mümkündür.
Bilimin pratik kazanımları mümkün olmaktadır, çünkü bilim bunlara; “insanın duyumları”yla, “hayal ve imgelem dünyası”yla ulaşmamakta, aksine, bilim burada reel doğa olaylarıyla uğraşmakta, bu olayları keşfetmekte, yasalarını kavramakta ve böylelikle bunların teknik kullanımının araç ve metotlarını yaratmaktadır. Bilimin bugün içinde bulunduğu krizin karakteristik özelliği olarak beliren sübjektivist tahrifatlar, doğa bilimin tüm alanlarına uzanmaktadır. Nedensellik, zorunluluk, yasaların varlığı ve doğa yasaları hakkındaki sübjektivist görüşler, gericiliğin bilimdeki karakteristik belirtileridir.
Astronomi ve kozmogonide, gezegenlerin rastlantı sonucu oluştuğu hipotezi çeşitli varyantlarda “işleniyor”, evrenin gelişmesinde her türlü yasa inkâr ediliyor. Hararetli bir biçimde, zamanıyla Friedrich Engels tarafından çürütülen eski bir teori (“evrenin ısı yokluğu içinde ölümü” teorisi) ile “evrenin genişlemesi” teorisi propaganda ediliyor. Görelilik teorisine yaslanarak, bilimsel bakımdan tutarsızlığı yüzlerce yıl öncesinde kanıtlanmış olan Ptolemy sistemini yeniden diriltmek için uğraşılıyor. Bilimin Samanyolu’nda keşfettiği kırmızıya kayma, burjuva gökbilimcileri tarafından evrenin genişlemesi olarak yorumlanıyor ve dinci gericilik tarafından da evrenin yaratılmış olmasının “kanıtı” olarak kullanılıyor. 1952 yılında Roma’da gerçekleşen 8. Uluslararası Gökbilimcileri Kongresi esnasında, Papa, gökbilimcileri davet etti ve onların huzurunda bir konuşma yaptı. Konuşmasında, gökbilimcilerin Samanyolu’nun tayflarındaki kırmızıya kaymayı gözlemlerken, tanrının evreni yaratışına bir nevi tanık olduklarını iddia etti. Papa, burjuva ülkelerindeki fizik, astronomi ve diğer bilimlerdeki idealist kuruntulara gönderme yaparak ve bunlarla geçmişteki bilimin materyalist gelenekleri arasında bir kıyaslamada bulunarak şu “büyük iddia”yı ilan etti: “Önceki zamanların sonuçlarından farklı olarak bugünkü bilim, tanrının varlığından emindir.” Papa gerici gökbilimcilerine (sadece gerici olanları bu davete katılmıştı), “tanrısal mükemmelliğin izlerini aramayı ve bunun uyumluluğun göstergelerini tespit etme uğraşını sürdürme” çağrısını yaptı.
Papanın bu çağrısıyla bilim adamlarının uğradığı tahkir ne denli büyüktür! Bilimsel keşifleri ve teorik genellemeleriyle dinin dogmalarını yıktıkları için meydanlarda yakılan, engizisyonlarda işkence edilerek vahşice katledilen insanlar unutulmamıştır. Papa bu çağrısını Katolik cehalet taraftarlığının merkezinde, Vatikan’da yaptı; o Vatikan ki, Galilei’yi ölüme mahkûm etti, Giordano Bruno’yu canlı canlı yaktı, Kopernikus’u aforoz etti. Ancak burjuva biliminin çaptan düşüşü ve yozlaşması bilim adamlarına yönelik böylesi utanılacak bir çağrıya fırsat verebilmiştir. Fakat bilimin saflarındaki gericiler açısından, bütün bunlarda garipsenecek bir şey yoktur. Doğaldır; özellikle de Rutherford, Eddington ve Jeans gibi fizikçi ve gökbilimcilerin, Vatikan’da Papa’ya bağlı Akademi’nin hatırı sayılır üyeleri arasında yer aldıkları göz önünde tutulursa!
Astronomi ve kozmogonide içine düşülen idealist çıkmaz, yurtdışında bu bilim dallarının gelişmesini oldukça engelledi. Gerçi şu veya bu düzeyde de olsa, belirli miktarda gözlem materyali biriktirilmekte, ancak teorik genelleme açısından durum oldukça kötüdür. Yapılan araştırmalar, esasını; yasaların ve nedensel bağıntıların inkârı, rastlantı veya pervasız bir fideizm ve din erkçiliği propagandasının oluşturduğu sözüm ona bilimsel hipotezler için kanıt bulmaya endekslenmiştir. Haldane, astronomide gerek sübjektif idealist Jeans’ın, gerekse objektif idealist Eddington’un dinin dayanakları olduklarını söylerken yerden göğe kadar haklıdır. Haldane; Eddington, Jeans vd. maskesini şu saptamasıyla yüzlerinden çekip almaktadır: “Sir Jeans, tanrıya inanmanın zorunluluğunu bize anlatıyor, çünkü ona göre evren o kadar mükemmel düzenlenmiş ki, mutlaka sağduyulu bir yaratıcısı olması gerekiyor. Sir A. Eddington ise, evrenin düzeninin kendi usumuza bağlı olduğunu iddia ediyor. Her iki iddia da dine dayanak olma rolünü üstleniyor.” Bu durum, idealizmin boyunduruğuna giren bir “bilimin” kaçınılmaz olarak varacağı yeri gösteriyor.
Doğa görüngülerinin idealist yorumu olarak sübjektivizm, burjuva ülkelerindeki doğa bilimlerinin çeşitli kollarına veba gibi yayılıyor. Şu veya bu tezi bilimin bir dalından diğerine aktarmak, doğru dürüst bir metodolojiye sahip olmayan bir bilimin her zaman karakteristik bir özelliğini oluşturmuştur. Bugün bu eğilim (örneğin fiziğin bir tezini kimya dalma aktarmak ve tersi), özellikle gerici amaçlar için kullanılıyor. Maddenin kimyasal ve biyolojik hareket biçiminin objektif yasaları yerine, fizikteki sübjektivist kuruntular koyulmaya çalışılıyor. Bu amaçla, kimyada, hararetli bir biçimde ‘rezonanz’ ya da ‘mezomeri teorisi’ propaganda ediliyor. Bu “teori” kimyasal formülleri, moleküllerin kimyasal birleşmedeki gerçek yapısını yansıtmayan sıradan işaretler olarak değerlendiriyor. Fizikte nasıl hareket edildiyse burada da aynı şekilde hareket edilmektedir.
Bu sübjektivist teorinin yaratıcılarından biri olan Wieland şunu açıklıyor: “Rezonans fikri spekülatif bir fikirdir… Bu fikir, molekülün kendisinin herhangi bir iç özelliğini yansıtmıyor, aksine fizikçinin veya kimyacının kendi rahatı için uydurduğu matematik bir yöntemdir.” Evet, kimyacının kendi rahatı için uydurduğu matematik bir yöntem -işte bu “teori”nin tüm içeriği bundan ibarettir. Aslında, kimyayı sübjektivizm yoluna sokma çabası, kimya formüllerini objektif içeriğinden yoksun kılma girişimi, A. M. Butlerow’un kimyanın yapısı hakkındaki teorisini hedefliyor.
Fizik ve kimyadaki sübjektivist tahrifatlar, idealizmi savunan biyologlar için de karakteristiktir. Doğanın gelişmesinde yasaların varlığının inkarı hepsinin ortak yanıdır. Tanınmış idealist fizikçi Schrödinger, “Fizik açısından yaşam nedir?” adında bir broşür yazdı. Schrödinger bu çalışmasında, cansız doğada olduğu gibi canlı doğada da, ne nedensel bağıntıların ne de gelişme yasalarının olduğu görüşünü ileri sürüyor. Bunu derken, Weismann ve Morgan’ın metafizik ve idealist düşüncelerinden esinleniyor ve şu sonuca ulaşıyor: “Bir biyologun başarabileceği en büyük şey, tanrının varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamaktır.” Bütün mesele bundan ibaret! Kafası alabildiğine karışan Schrödinger, şimdi de biyologların kafasını karıştırıyor…
Batı Avrupalı bazı burjuva fizikçileri, biyolojinin teorilerini, mikro-fiziğin en önemli tezleriyle açıklamaya çalışıyorlar. Mikro-fiziğin, yaşamın sırlarını anlamamıza yardımcı olabileceğini düşünüyorlar. Bu sırları çözme adına, memeli hayvanlardaki fizyolojik süreçlerin mikroskobik türden olduğunu açıklıyorlar. Genleri, yaşamsal olayların bir nevi örgütleyicileri olarak açıklayabilmek için, bunu böyle iddia etmek zorundadırlar. Bu genler, “yaşamın tüm dinamizmini yönlendiriyor ve örgütlüyorlar.” Geriye galiba bir tek şunu eklemek kalıyor: Genlerin kendisi değişmez ve ölümsüzdür. (Zaten böyle de diyorlar.) Böylelikle, kendi içinde bütünlüklü olan idealist bir düşünce ortaya çıkıyor.
Franklin Young’un 1951 yılında New York’ta yayınlanan bir broşüründe doğrudan ve çok açık bir biçimde fideizm propagandası yapılıyor. Young diyor ki: “Evrim yasaları tanrı tarafınca belirlenmiştir.” Young; Weismann ve Morgan’ın postulatlarından çıkardığı bu sonuçla şu iddiayı ortaya atıyor: Canlı doğanın evrimi objektif bir süreci yansıtmıyor, tersine “… tinimizin yapısına dayanıyor olup, yönlendirici bir araştırma ilkesini teşkil ediyor.” Young’a göre, bu yönlendirici ilkenin temelini, “örnek almamız ve esinlenmemiz gereken Aquino’lu Aziz Thomas’ın tini” oluşturmaktadır. Biyolojinin yüzyıllara dayanan araştırmalar sonucunda edindiği bilgileri Young işte böyle geminin bordasından atıyor…
Weismann ve Morgan okulu kapitalist dünyanın biyolojisinde uğursuz bir rol oynadı ve hâlâ da oynuyor. Biyolojideki bu akım, fizikteki idealist akımla birlikte (ve onun gibi Machçılığın ve Kantçılığın metodolojik temeli üzerinde yükselmiş olarak), emperyalizm çağının genel ideolojik gericiliğinin bir parçasıdır. Gerek metodolojisi, gerekse amacı itibarıyla, fizikteki idealist akımla birlikte ortak olan yanı sübjektivist felsefesidir. Görüngülerin bilinemez olduğu iddiası, doğadaki gelişme yasalarının, nedenselliğin ve zorunluluğun inkârı; bütün bunlar idealist fizikçiler ile Weismann gibi biyologların ortak özelliğidir…
Fizikteki ve biyolojideki idealistlerin sübjektivist metodolojileriyle ne kadar iç içe geçmiş olduklarını, A. Beacham’ın Ekim 1952’de Amerikan “Philosophy of Science” dergisinde yayınlanan bir makalesi gösteriyor. Bu makalenin de gösterdiği gibi, fizikteki idealist tezleri biyolojiye aktarmaya dayanan gayri bilimsel eğilim, biyolojide idealizmin önünü açıyor. Nitekim Beacham, biyolojik görüngülerle birlikte psişik görüngülerin de nedensel olmadığını açıklamaya çalışıyor.
Gerici ideolojinin doğa bilimleri üzerindeki etkisinin ne denli zarar verici olduğunun diğer bir örneğini ise, Charles Darwin’in torununun 1952 yılında “Gelecek Milyon Yıl” adıyla yayınlanan broşürü sunmaktadır. Dalton Charles Darwin dedesinin muazzam bilimsel mirasını inkâr ediyor ve karamsarlığı ve yozluğu vaaz ediyor. O, yaşamın gelişme yasalarını reddediyor ve yaşamı sübjektivist bir bakış açısıyla atom içi süreçlerle kıyaslıyor. Torun, dedesinden farklı olarak, yeni bir türün ancak bir milyon yıl sonra oluşabileceğini öngören bir teoriyi savunuyor. İnsanlık. Darwin’in torununa göre, yalnızca biyolojik bir türdür! Ve bu türün ancak bir milyon yıl yaşayacağını ilan ediyor. Ona göre, toplumsal gelişmenin temelini Malthuscu “yasa” oluşturmaktadır: Zira insanlık soyu aşırı nüfustan yıkıma uğrayacaktır. İnsanlığın kurtuluşunun en önemli aracı doğum kontrolüdür. İşte söz konusu broşürün bütün içeriği bundan ibarettir. Ve kuşkusuz bu içerik, broşürün amacı konusunda da bir fikir vermektedir. Gerici Malthusculuk propagandası emperyalizme yaltaklanmanın bir ifadesidir. Emperyalizmin insanlık düşmanı emellerinin savunmasıdır. Bu emellere sözüm ona bilimsel bir meşruiyet kazandırmaktır. Aslında bu kitap, burjuva ülkelerindeki bilimin esaslı bir karışıklığın içine yuvarlandığının somut bir göstergesidir, Yurtdışının idealist biyologlarının çoğu için şaşkınlık ve umutsuzluk karakteristiktir Fransız biyologu Albert Rank, “Mercure de France” dergisinde 1951 yılında “20. yüzyıl ve biyologları” adıyla yayınlanan bir dizide, çağdaş biyologların durumunu oldukça karamsar değerlendiriyor. Rank, biyolojide belirlenmezciliğin egemenliğinden söz ediyor ve şu sonucu çıkarıyor: “Bizim kuşağımız biyolojide, … 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan deneysel ve teorik karışıklığın cezasını çekiyor.” Rank şu bir noktada haklı: Sübjektivist metodoloji ve Weismann’ın etkisi biyolojiyi gerçekten de teorik karışıklığa götürdü. Buradan çıkmanın yolu, idealizme sırt çevirmekten ve bilimdeki tek doğru metodolojiyi, yani diyalektik materyalizmi esas almaktan geçiyor. Burjuva ülkelerindeki doğa bilimleri -fizik, astronomi, kimya, biyoloji- teorik sonuçlarını sübjektivist bir metodoloji üzerine inşa ettikleri sürece, bu çıkmazdan kurtulamayacak ve araştırmacılar, aynı Rank gibi, ümitsizliğe kapılıp şöyle hayıflanacaklar: “Her şey bulanıklaşmakta, kesin bilgi kaybolmakta, tinin açıklığı kararmakta, aydınlığa doğru atılan her adım yeni bir karanlığa neden olmakta!”
Ve gerçekten de; doğa görüngülerinin sübjektivist yorumlanmasında her şey bulanıklaşıyor, tinin açıklığı, kararmak şöyle dursun baştan var olmuyor. “Aydınlığa doğru atılan her adım karanlığa” yol açıyor.
Bu sözler, yalnızca burjuva ülkelerindeki doğa bilimleri için geçerlidir. Doğayı sübjektivist bir tarzda yorumladıklarından ve doğa görüngülerindeki yasaları ve nedenselliği inkâr ettiklerinden, ışığa değil karanlığa düşüyorlar ve dolayısıyla giderek daha çok çıkmaza ve idealizme saplanıyorlar.
Lenin, bilimdeki bu gerici eğilimi ortaya çıkardı ve günümüz gericiliğinin bilime, doğa ve toplum yasalarına karşı sürdürdüğü saldırının asıl anlamı ve nedenini ortaya koydu “Günümüzü bilimsel olarak tahlil etme olanağından şüphelenmek,” diye yazıyordu Lenin, “bilimden vazgeçmek, her türlü genelleştirmeye hiçbir değer vermeme arzusunu taşımak, tarihsel gelişmenin her türlü ‘yasaları’ndan saklanmak, ağaçlardan ormanı görmemek -işte moda olan burjuva şüpheciliğin ve ölü ve uyuşturucu skolâstiğin sınıfsal anlamı budur…”
Bugünkü gerici bilim adamlarının kuruntuları, ne orijinal ne de yenidir. Bunlar, Lenin’in 40 yıl öncesinde maskesini düşürdüğü Kantçı-Machçı sübjektif idealizmin birer tekrarıdır. Örneğin sübjektif idealist Kant şöyle yazıyordu: “Yasalar, yalnızca görüngülerde var olmamakta, tersine; yasalar, görüngünün ait olduğu özne ile ilişkide var olmaktadırlar.” Mach ise şunu iddia ediyordu: “Doğa yasaları psikolojik ihtiyacımızdan doğmaktadırlar.” Machçı Charles Pearson ise yaptığı şu açıklamayla bilimi idealizmin bataklığına itti: “Aslında yasalar, insan tininin bir ürünüdür. Bu ürünün ise, insanın dışında herhangi bir anlamı bulunmamaktadır.” Machçı Poincare de şu görüşü savunuyordu: “Doğa yasaları, insanın kendi rahatlığı için yarattığı sembollerdir, birer konvansiyondur.”
Bilimin burjuva ülkelerindeki yozlaşması, bunaklığı ve ideolojik çıkmazı rastlantı değildir, tersine kaçınılmaz olguların bir ifadesidir. Bunlar; bir bütün olarak emperyalizm sisteminden, kapitalizmin genel krizinden ve sistemin bir bütün olarak çürümesinden kaynaklanmaktadırlar. Bilim ancak, doğa görüngülerinin açıklanmasında ve buradan çıkartılan teorik sonuçlarda materyalist teoriye ve diyalektik metoda dayanılması itibarıyla yozlaşmaktan korunabilir. Ancak kapitalist koşullar altında bu yol genellikle kapalıdır, zira kapitalistlere bağımlı olan bilim adamları, kapitalizmi yadsıyan bir teori ve metodu benimseyemezler. Bilimin tek tek temsilcileri, ilerici bir bilim için cesurca mücadele edenler yalnızca bu yolu tutuyorlar. Ve bunu yaparken de, kapitalizmle bağlarını koparıyor ve barışın, demokrasinin “ve sosyalizmin kampına geçiyorlar. Bu bakımdan, ünlü Fransız fizikçisi Joliot-Curie ve İngiliz bilim adamı James Bernal gibi seçkin bilginler bilime çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
Engels yaklaşık yüz yıl öncesinde, doğa bilimcilerine, diyalektik düşünüş tarzı olmaksızın kaçınılmaz olarak idealist çıkmaza girileceği, mistisizm, tinselcilik ve sübjektivizme kayılacağı uyarısında bulunmuştu. Engels, diyalektiğin doğa bilim için mutlak bir gereklilik haline geleceğini açıklamıştı. Diyalektik görüşün doğruluğu, doğa bilimlerince giderek daha çok teyit edilmektedir. Nitekim doğa bilim öyle bir gelişme düzeyine ulaşmıştır ki, diyalektik genellemelerden kaçınması onun için olanaksız hale gelmiştir.
Materyalist teori ve diyalektik metot, bunlardan esinlenen doğa bilimcilerin elinde, Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkelerindeki doğa bilimlerinin gelişmesi için çok güçlü bir aracı ifade etmektedir. Sovyetler Birliği bugün bilimin tüm dallarında dünya ölçeğinde birinci sırayı alma doğrultusunda yol almaktadır. Bu çok önemli görevin yerine getirilmesi; Marksizm’in bilime girmesiyle, ondan bilimin tüm dallarında yaratıcı bir şekilde yararlanılması zorunluluğuyla, idealizm ve metafiziğe karşı mücadeleyi yürütme zorunluluğuyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Materyalist ve diyalektik bir temel üzerinde yükselen Sovyet doğa bilimi için, idealist, metafizik ve sübjektivist eğilimler yabancıdır. Kuşkusuz buradan, Sovyetler Birliği’ndeki doğa bilim üzerinde burjuva düşüncelerin etkisinin olamayacağı sonucu çıkmaz. Sovyet bilimcilerinin bir kısmı için, bilime aykırı idealist “teorilere” karşı eleştirisiz bir tutum almaları karakteristiktir. Yurtdışındaki bilimin “çok yeni” kazanırdan adı altında, Sovyet ideolojisine ve ilerici bilime yabancı olan burjuva düşünceler sık sık Sovyetler Birliği’ne sızabiliyor. Açıktır ki, bunun karşısında kaygısız ve kayıtsız olmak, uyanıklık göstermemek, doğa bilimdeki bu tahrifatlarla mücadele etmemek büyük bir hata olacaktır.
Dirac, Bohr, Heisenberg ve başka yabancı fizikçilerin “yeni teorilerinin eleştirisiz bir şekilde benimsenmesi, L. I. Mandelstamm, S. M. Rytow ve başkalarının örneğinde görebildiğimiz gibi, fizikte sübjektivist hatalara yol açtı. Burjuva ideolojisinin etkisinde kalan bir kısım Sovyet biyologu, Weismann ve Morgan’ın materyalist bilimle hiçbir ilgisi bulunmayan görüşlerini propaganda etti, hararetle övdü. Ve fizyolojideki anti-Pawlovcu sübjektivist tahrifatlar da, yabancı bilimin ve onun sübjektivizminin etkisiyle ancak açıklanabilir.
İlerici materyalist bilimin gelişimi, burjuva ideolojisinin etkisine karşı mücadeleyi sürdürme, bu ideolojinin gerici idealist özünü açığa çıkarma zorunluluğuyla yakından bağlıdır.

Temmuz 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑