Ekim ’99’da Türkçe birinci Kara Kitap yayınlandı: “Kapitalizmin Kara Kitabı”. Adında bir de “Polemik” notu vardı. Yazılış amacı, polemik yapmaktı.
Polemik, adı üstünde bir muhatabı gereksinir. Öyleyse kimdi “Kapitalizmin Kara Kitabı”nın muhatabı?
Kitabın önsözünü okuyanlar, muhatabın kapitalizmin bizzat kendisi olduğunu gördüler. Takip eden makalelerde de, kapitalizmin suçları sıralanıyordu. Ancak kitabın pek de değinilmeyen örtük bir muhatabı daha vardı. Türkçe okuyanlar, bu muhatapla yaklaşık altı ay sonra karşılaştılar. Medya tekelinin kolu “Doğan Kitap”, gerçekten kapkara olan bir kitabı Mart 2000’de yayınladı. Adı, “Komünizmin Kara Kitabı”ydı. İlk kez Fransızca yayınlanmış ve “Kapitalizmin Kara Kitabı” ile yanıtlanmıştı. Yanıt, Türkçede, tekellerin devasa olanaklarına rağmen çok önceden okuyucuların eline ulaşmış; kapitalizmin muhaliflerinin kapitalistlerin kendilerinden, en azından Türkiye’de hızlı çalışabildiklerinin kanıtı olmuştu.
Kıyaslanamaz olanaklarına rağmen, “Kapitalizmin Kara Kitabı”nın yayımcısı Evrensel Basım Yayın, “Komünizmin Kara Kitabının yayımcısı Doğan Kitap’tan ilerideydi.
Sıra, içeriklere ve iki kitabın yayın anlayışlarına, tarihi ele alışlarına gelince, yine kıyaslanamaz bir görüntü ile karşılaşıyoruz.
Yazılış sırasıyla ilk kitap olan “Komünizmin Kara Kitabı”, hemen hepsi Maocu vb. tandanslarıyla eski solcu bir ekip tarafından yazılmıştı. Görünüşe göre entelektüeldiler. Üniversitelerle içli dışlıydılar. Türkiye’de de örnekleri olan türden eski solcular gibi düzene entegre olmakla kalmamışlar, onun tarafından bol paralarla doyurulmanın da ötesine geçerek özel olarak görevlendirilmişlerdi.
Bunun sert ve haksız bir saptama olduğunu kimse ileri süremez.
“Soğuk Savaş” yıllarından bu yana istihbarat-psikolojik savaş-“entelektüel” (ya da üniversite ve bilim adamı) ilişkisi, giderek tam bir sektör olmak üzere düzenli olarak gelişmiş; çok sayıda “Komünizmin Kara Kitabı” yazarları türünden “bilim adamı/entelektüel” yine çok sayıda benzer yayına, araştırma ve projeye imza atmıştır. MİT (?), Harvard gibi üniversitelerde üslenmiş “bilim adamları” öteden beri antikomünist histeriye “bilimsel” destek ve malzeme sağlaya-gelmişlerdir. Düğmeye basan başlıca odak, tahmin edileceği gibi, Pentagon ya da Amerikan İmparatorluğuydu, asıl uygulayıcılar ise, dışa karşı CIA, içe karşı FBI. Fransızlar geri mi kalacaktı! Onların hiç CIA’ninkine benzer “entelektüelleri”, bilimin adını kötüye çıkaran “bilim adamları” olmaz mıydı! Oldukları görüldü.
Bu tür “bilim adamları” genellikle, eskiden sol yaklaşımlar sergilemiş olanlar arasından derleniyor. “Üstünlükleri”, saldırıya geçtikleri fikir ya da pratikleri, iç mantıklarıyla birlikte daha yakından bilip tanıma olanağı bulmuş olmaları ve bir moral çöküntüsü, “Yeni Dünya Düzeni” içinde kendilerine “yeni” bir yer kapma ya da eski bir “kuyruk acısı”nın öcünü alma gibi dürtülerle “yeni işleri”ne daha sıkı sarılmaları oluyor.
“Komünizmin Kara Kitabı” ve yazarlarını ele alırsak, satın alınmış ve dolayısıyla sermayenin egemenliği ve kapitalizmin üstünlüğü fikrine bağlanmış “bilim adamları”, satın alınma ve psikolojik savaş ilişkisi bakımından kanıt bolluğu ile karşılaşılır.
En önde geleni, tarih anlayışı ile ilgilidir.
Komünizm ya da sosyalizm üzerine bir kitap yazılabilir kuşkusuz. SSCB ya da Macaristan, Polonya, Romanya gibi 2. Dünya Savaşı sonrasında halk demokrasisi yolundan sosyalizme doğru ilerlemeye uğraşan ülkelerin pratiği üzerine de yayın yapılabilir. Eğer bilimsel olmak ve kalmak gibi bir kaygıya sahip olunursa, ilk olarak nesnel gerçekliği veri almak ve ikinci olarak bu gerçekliği neden-sonuç ilişkisi ve tarihsel koşulları içinde incelemek zorunlu olacaktır. Bilim adamı, dedikodu yazan ya da paparazzici gibi “o şunu dedi”, “bu bunu söylemişti” türünden, söyleyen ve diyenlerin kendi bakış açısı ve isteklerinin ifadesi olan sözlerden hareketle tarih yazmaya ya da “Komünizmin Kara Kitabı”nın makalelerinde sık sık tekrar edildiği gibi bugüne kadarki yazılışını beğenmediği “tarihi yeniden yazmaya” girişmez.
Oysa komünizme kara çalma kitabının yazarlarının tuttuğu yol, tıpkı aynı yolun yolcusu, komünizm yıkıcılığının başını çeken Kruşçev gibi kişisel değerlendirmeler ya da “kişilik çözümlemeleri”dir, ama asla tarihsel gelişmenin materyalist yorumu değildir. Yazarlar ekibinin başındaki kişi olan Stephane Courtois, giriş ya da önsöz yerine yazdığı ilk makalede, Kruşçev’i överek ondan, tarih yorum yöntemini ortaya koyan şu aktarmayı yapar:
“Kaganoviç öyle dalkavuk bir adamdı ki, Stalin’in bir göz işaretiyle ona kendi babasının öldürülmesinin ‘amaç’a -Stalin’ce benimsenen hedef anlamında- hizmet edeceğini söylese, babasının boğazını kesmekte hiç tereddüt etmezdi.” (“Komünizmin Kara Kitabı”, sf. 25.)
Kaganoviç üzerine söz söylenmek mi isteniyor? Varsayımlara dayalı ve niyetlerle yüklenen fikirler üretilmesi de bir yoldur; ama tarih yazarlığının değil dedikodu yazarlığının işi olabilir. Niyetler, tahminler ve Kruşçev gibi kişilerin kişisel yorumlarından hareketle tarih yazıcılığı, idealist bir şarlatanlık olduğu kadar, 35–40 yıllık bir tarihsel süreç ve sürecin yaşandığı toplumun dev altüst oluşları hakkında en küçük bir fikir vermez. Kaganoviç, bu toplumsal altüst oluşa katkısı, onu olumlu (ileriye doğru) ya da olumsuz etkilemiş olmasıyla değerlendirilebilir. Oysa kitap yazarlarının tuttuğu tam tersi bir yoldur ve tutulan bu yol, amacı toplumu güdüleme olarak belirlenen kitabı ısmarlama bir psikolojik savaş aracı yapan belli başlı bir kanıt durumundadır. Kendilerine peşin olarak tanımlanmış bir mal ısmarlanan, dolayısıyla amaçları komünizmi suçlamak olarak belirlenmiş yazarlar, bu amaca ulaşmak ve kuşkusuz tarihi yeniden yazmak için, başlıca SSCB ile ilgili söylenip yazılmış sözler, anılar, yorumlara dayanmaktan kaçınmamışlar, üstelik daima seçmeci davranmışlardır.
Kara amaçlı kitabın yazarları, kuşkusuz inandırıcı olmaya çalıştıkları için, sadece “dedi ki, demiş” türünden dedikoduları değil üç türden veriyi daha amaçlarının dayanağı olarak kullanmaya çalışıyorlar: Birincisi, bağlantılarına, neden ve sonuçlarına hiç değinmedikleri olaylar ve olgular; ikincisi, Kruşçev’in 1956’daki SBKP 20. Kongresi’nde okuduğu “gizli rapor” ve üçüncüsü revizyonizmin çöküşü sonrasında Yeltsin’in açıkladığı SBKP ve devlet arşivleri.
Olay ve olgular, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi tarih içindeki yerinden koparılarak, Stalin ya da başka bir SBKP ve SSCB yöneticisinin “kötü niyet ve amaçları” ile açıklanmaya ve aynı zamanda bu “kötü niyet”in kanıtı olarak gösterilmeye dayalı ilginç bir yöntemle seçilip belirli bir kronoloji gözetilerek art arda diziliyor. Hiçbirinin nedeni yoktur ya da tümünün nedeni “Sovyet yöneticilerinin şiddet yüceltisi ve insan kanı dökmeye doymaz kötü niyeti ve insanlığa karşı suç işlemeye düşkünlüğü”dür. Böylelikle kuşkusuz Sovyet yöneticilerinin şahsında, kişilerden giderek Sovyet sistemi, sosyalizm “suç” oluşturan, “insanlık karşıtı bir sistem” olarak suçlanmış olmaktadır. Olay ve olguların oluşma koşulları, bir yanda sosyalizmi tarih gündemine kaçınılmazlıkla dayatan kapitalizm ve karşısında sosyalizm, iktidardan devrilmelerine rağmen hâlâ varlıklarını koruyan kapitalist sınıf ve unsurlarla dişe diş bir çatışma içinde komünizme doğru gelişen sosyalizm, bu çatışmanın dış ve iç maddi koşulları kitabın yazarları tarafından hiç ele alınmadığı gibi dışlanmaktadır da.
Tartışma gündemine ve literatüre, yine burjuvazinin propagandasından ve yürüttüğü psikolojik savaştan etkilenen eski solcular tarafından sokulan “teorik olarak sosyalizm” ve “reel sosyalizm” ayrımı, bu kapkara kitabın yazarları tarafından da amaçlarına uygun olarak ele alınmakta; bir dönem sapık solcuların pek rağbet ettiği bu ayrım, yazarlar ekibinin başı tarafından reddedilerek komünist pratikle birlikte komünist fikir ve idealler de suçlanmaktadır. Mantık, bir İtalyan gericisinin “Aslında devrimler ağaçlar gibi meyvelerinden tanınır,” (Agy. sf. 15) pratikçiliğiyle yürütülmekte; “Kederli ya da skolastik zihinler bu gerçek komünizmin ideal komünizmle hiçbir ilişkisinin olmadığını hâlâ iddia edebilse” de, “Komünizmin işlediği suçlar ne tarihi ne de ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutuldu.” (Agy.) diye yazılmaktadır. Bu “ayrım”ın miadı dolmuştur; “çöküş” öncesi sallantılı solcuları etkilemek ve ikna etmek üzere kullanılan “teori doğru ama pratik berbat, bu pratiğin peşinden gidilmez” türünden ayrımlara artık gerek kalmamış, tam zaferini ilan etmiş burjuvazi artık komünizme cepheden saldırmakta, üstelik pervasız ve küfürlü konuşmaktadır. Ürküteceği kimse kalmadığı hesabındadır ve “yılan”ı her şeyiyle öldürmeye çalışmaktadır.
“Soğuk Savaş”ın ilk yıllarında ise burjuvazi cephe hattını daha da geriden kurmuştu. Okunması gereken bir kitap olan “Üniversiteler-Amerikan imparatorluğu, Soğuk Savaş Döneminde Sosyal Bilimlerde Para ve Siyaset”in “Truva Projesi ve Sosyal Bilimlerin Soğuk Savaş Tarafından İlhakı” başlıklı makalesinde SSCB’ye yönelik Amerikan radyo yayınlarının geliştirilmesi üzerine hazırlanan “Truva Projesi” üzerinde durulur. Kitap ClA’nın üniversiteler ve “bilimi” kendi hizmetinde bir psikolojik savaş aygıtı haline getirişini anlatmakta ve CIA bilgilerine dayanmaktadır. Amerikan üniversiteleri ve bunların önde gelen mühendis, sosyal bilimci ve psikologları tarafından hazırlanan SSCB tarafından engellenen Amerikan radyo yayınlarının teknik olarak bu engellemeyi nasıl aşacağına ilişkin proje, aynı zamanda yayınların içeriği ile ilgili tavsiyelerle doludur. 1951’de Dışişleri Bakanlığı’na sunulmuş ve uygulamaya konulmuştur. Kitapta proje üzerine şöyle bir bilgi bulunmaktadır; “Örneğin rapor, sabır ve hiç değilse bir nebze hoşgörü tavsiyesinde bulunuyordu. Yazarlar, ‘açıkça ya da ima yoluyla komünizmin kötü olduğu veya komünizmi küçümsediğimizi gösterecek bir konuma düşmekten kaçınmalıyız’ diyordu. ‘Daha ziyade, Stalinizmin, Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet ettiği görüşünü savunmalıyız. Sovyet toplumunun entelektüel temellerine açıktan ve topyekûn bir saldırı görüntüsü verilmemelidir.”
Truva Projesi’nin uzun yıllar uygulandığını, genel olarak komünizme ya da Marksizm’e değil ama “koçbaşı” olarak Stalinizme saldırıldığını yaşayarak gördük. Şimdi, bu kara kitapta olduğu gibi Lenin ve tümüyle komünizme yeni yeni saldırılıyor. Ama Lenin’e ve genel olarak tüm temelleriyle birlikte komünizme saldırmakla birlikte, bu kitap ve yazarları bile, hâlâ hedef tahtasına Stalin’i oturtuyorlar. Psikolojik savaşın hedef daraltma yöntemi ile karşı karşıya olduğumuz bellidir.
Ama Stalin sadece “suçlu” ilan edilmektedir. Ne görüş ve fikirleri tartışma konusu edilmektedir ne de başında bulunduğu devrimci pratiğin neden-sonuç bağlantısı içindeki gelişmesi incelenmektedir. Arka arkaya verilen ölü sayıları, tutuklama ve sürgün kamplarına ilişkin genellikle tahmini rakamlar “suç”un kanıtı sayılmakta, “neden”, “niçin”, “nasıl”, “hangi koşullarda” gibi sorulara yanıt arama zahmetine girilmeden, Stalin ve dolayısıyla komünizmin “suçluluğu” kanıtlanmış olmaktadır.
Burada, yenilgiye uğranılacağı bilinen Marksizm ya da komünizmle teorik bir tartışmadan kaçınıldığı gibi, olay ve olguların tarihsel bağlantısı içinde belirli ve mantıksal bir çerçeveye oturtulmasından yan çizilme kaygısı belirgindir. Artık Truva Projesi’nde önerilenden farklı olarak, komünizme topyekûn bir suçlama yöneltilmekte, ama onun teorik temeli bir yana, pratiğinin iç bağlantılarının hoş olmayan sürprizlere götürecek bir incelenmesinden de uzak durularak, seçmeci bir mantıkla olay ve olgularla istendiği gibi oynanma, onları “suç” ve “suçluluk” genel çerçevesinde bir yoruma tabi tutma yöntemi seçilmektedir. Olayların akışının genel bağlantıları ve tarihselliği bir tarafa, kitapta “suç kanıtı” sayılan olayların neden sonuç bağlantılarıyla koşulları da, Sovyet yöneticileri ve devletinin suç dökümünü yapma histerisi içinde bir yana bırakılmakta, dolayısıyla olay ve olgular anlaşılmaz kılınmaktadır. Örneğin sabotajcılık, yazarların yönteminde “kan içici Sovyet yöneticilerinin kan dökmek için uydurdukları bir suç” türü sayılmakta ve örneğin bir fabrikayı havaya uçuran bir karşı-devrimci grubun Sovyet devleti tarafından cezalandırılması, “şiddeti hükümet etme biçimi haline dönüştüren komünistlerin “caniliğinin kanıtı olarak ortaya atılmaktadır. Ya da örneğin burjuva devletler vergi toplamazmış ve vergisini ödemeyeni süründürmezlermiş gibi, Sovyet devletinin vergi toplaması ve buna karşı direnenlerle çıkan olaylar, yine yöneticilerin “suça düşkünlüğünün işareti olarak gösterilmektedir.
Kara Kitap yazarlar ekibinin şefi Courtois, kitabın girişinde amacın önceden saptanmış “suçluluk”un ve “işlenmiş suçlar”ın bir dökümünü çıkarmak olduğunu belirtir:
“Nelerden bahsedeceğiz? Hangi suçlardan? Komünizmin işlediği o kadar çok suç var ki! … Barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar. Leninist-Stalinist rejim ve genel olarak komünist blok tarafından işlenen suçların bütünü üzerinde yapılacak bir inceleme bize burada her üç kategorinin de mevcut olduğunu gösterecektir.” (Agy, sf. 16–17.)
“Suçluluk” önceden kararlaştırılmış, suçlar kategorilere ayrılmış ve araştırmaya geçilmiş; sonunda ortaya “Komünizmin Kara Kitabı” çıkıyor!
“Barışa karşı suç” mu? Burada, tarihin yeniden yazımının gerekli olacağı ortadadır. Çünkü suçlanan pratiğin en zorlu günlerinin dünya barışı için fedakârca zorlu mücadelelere sahne olduğunu herkes biliyor. İngiliz ve Fransız emperyalistleri Hitler’i yatıştırma ve onu SSCB’nin üstüne sürme siyaseti izler ve Amerikan emperyalistleri sözde “tarafsızlık” peşinde koşarken dünya barışını neredeyse tek başına başında Stalin’in bulunduğu komünistler savunuyordu. Barışın düşmanı Nazi saldırganlarına karşı koyan da en başta komünistler oldu ve SSCB bu uğurda 20 milyona yakın kayıp verdi.
“Savaş suçları” mı? Yazarlar ısrarla Nazilerle komünistleri aynılaştırma peşinde olsalar da, Soğuk Savaş döneminde ortaya atılan Polonyalıların katledildiği Katin Ormanı soykırımı türünden psikolojik savaş dezenformasyonları hiçbir biçimde gerçek bilgilerle desteklenememiş ama Sovyetlerin savaş suçları değil savaştaki dayanıklılığı ve kararlılığı üzerine ciltlerce yazı yazılmış ve Sovyet askeri birçok ülkede kurtarıcı olarak karşılanmıştır. Burada da tarihin yeniden yazımı ihtiyacı doğmaktadır!
Peki, “insanlığa karşı suç” mu? Kapitalistlerin bu konuda konuşmaya hiç hakları olmadığını binlerce, milyonlarca örnekle yaşıyor ve biliyoruz, bu suçlar “Kapitalizmin Kara Kitabı”nda yeterince ortaya konmaktadır. İnsanı insan olmaktan çıkarmış olan, kapitalizmdir, insanı kendisine yabancılaştıran, azınlığın büyük çoğunluğun sömürülmesi üzerinden keyif sürmesinin örgütlenmesi olan ve bu keyfin bozulmaması için katliamlardan faili meçhullere, suikastlardan idamlara şiddeti kurumsallaştıran kapitalizmdir ve zaten kapitalizmin bağrında sosyalizmi olgunlaştıran ve ona davetiye çıkaran, bu nedenlerdir. Dolayısıyla komünizmin “insanlığa karşı işlediği suçlar”dan değil, insanlığın kurtuluşunun ve kendisinin efendisi oluşunun zeminini oluşturmasından söz edilebilir. Burada da, yine tarihi yeniden yazma ihtiyacı baş göstermektedir.
Yazarlar da bu “yeniden yazımı” gerekli görmektedirler. “Kimileri bize, bu suçların büyük kısmının, uluslararası planda tanınan ve liderleri bizim yöneticilerimiz tarafından gösterişli törenlerle karşılanan rejimlerin kurumları tarafından uygulanan bir ‘yasallığa’ dayandığı yanıtını verecektir.” (Agy., sf. 15) Evet böyle değil mi? Ve kapitalistler sadece karşılamakla kalmayıp SSCB’nin örneğin savaştaki tutumunu övmediler mi?
Kitabın “Yeni Dünya Düzeni” ve “globalizm” hayranı olmakla kalmayıp bu “yeniliğin” -CIA gibi- başındaki kurumlarca toptancılığa yöneltilmiş yazarları, bu noktada, komünizmi suçlamanın ötesine de geçerek, tarih içinde Stalin ve diğer yöneticileriyle SSCB ve komünizmle yakınlık içinde olmuş ya da (örneğin tarımdaki ileri hamleyi öven Fransız Radikal Partisi lideri milletvekili E. Herriot gibi -sf. 209-) olumlayıcı bir tutum almış veya (ABD Başkanı Roosevelt gibi -sf. 37-) zorunluluk nedeniyle işbirliği yapmış herkese “körlük” ve “suç ortaklığı” “suçu”nu yüklemektedir.
“İktidardaki komünistlerin doğrudan sorumluluğu konusu dışında ortaya çıkan bir diğer husus da suç ortaklığıdır,” (Agy. sf. 25) diye başlayan tirad örnekleriyle devam eder: “19201i yıllardan 1950’li yıllara kadar, bütün dünyadaki komünistler ve diğer birçoğu Lenin’in ve sonra da Stalin’in politikalarına alkış tuttu. Yüz binlerce insan Komünist Enternasyonal’in, yani ‘dünya devriminin partisi’nin mahalli seksiyonlarının saflarına katıldı. Gizliliği ayrıcalıklı savunma yöntemlerinden biri olarak benimseyen komünist rejimlerin uygulamalarından haberdar olmak her zaman kolay değildi. Fakat yine de, denilebilir ki, bu cehalet, militanca bir inanıştan kaynaklanan körlüğün bir sonucuydu… Ve zaman zaman Stalin dönemini eleştiriyor gibi görünse de, Louis Aragon’un 1931 ‘de yazdığı bir şiirinde, Fransa’da komünist bir siyasi polisin oluşturulmasını dilemekten dolayı üzüntü duyduğunu alenen açıklaması hatıralarımız arasında değil mi? … Peki ya NKVD’nin doğrudan baskısı altında bulunmayan Batı Avrupalı komünistleri, nasıl bir körlük, sisteme ve şefine methiyeler düzmeye itmiştir? Onları boyunduruk altına alan büyü gerçekten güçlü olsa gerek!” (sf. 25–27) “Büyü”nün güçlülüğü gerçeğinin, kendisini karşı-devrimci yazarlara bile kabul ettirmesi eğitici olduğu kadar ibret vericidir. Devrim ve coşkusu gerçekten büyük ve etkileyicidir.
Yazarlar ekibinin başı hayıflanır; Naziler itibar kaybetmişlerdir ama “Lenin, Mao, Ho Chi Minh, ve hatta Stalin’e gelince, onlar hâlâ şaşkınlık veren bir saygıyla anılıyor. Bir Fransız devlet kuruluşu olan LOTO, Stalin ve Mao’nun isimlerini reklâm kampanyalarından birinde kullanma gafletine düştü. Böyle bir kampanyada Hitler ya da Goebbels’in isimlerini kullanmak kimin aklına gelirdi?” (sf. 33) Ne olursa olsun gerçekler ve insanlığın ortak hafızası inatçıdır ve hayıflanmak işe yaramaz. Ama bir şey daha var ki, “globalist” (toptancı) yazarlar Lenin ve Stalin’in adının aslında düzene bağlanmasını ifade eden reklâm kampanyalarının konusu edilmesine bile tahammül edemiyor, bu adların tarihten olduğu kadar bugünden de silinmesini öngörüyorlar. Bu kin, anlaşılmaz değildir: Kapitalistler karşısına, hiç bu kadar ciddi ve etkili düşmanlar çıkmamıştır.
Yazarlar-başı hayıflanmaya devam eder: “Seksen yıldır dört kıta üzerinde insanlığın üçte birini ilgilendiren bu komünist felaket konusundaki ‘akademik sessizlik’ neden? Böylesine hayati bir unsur olan suçu; kitleleri hedef alan, sistematik, insanlığa karşı işlenen suç unsurunu, komünizmin analizinin merkezine yerleştirmek konusundaki bu beceriksizlik neden?” (sf. 34) Yazarlar-başı, tüm akademisyenleri, kendisi gibi satılmaya ve koca bir toplumsal altüst oluşu sosyal bilim ışığında değil ama suç ve ceza gibi hukuk normları merkezinde analiz etmeye çağırmaktadır. Komünizm başka bir şey değildir, ama “suçlu”dur ve yardımcı olan herkes “suç ortağı”dır: Bu, kitabın bakış açısıdır!
Komünistler, öylesine bir baskı uygulamış (sf. 34–35) ve öylesine bir karşı propaganda (“psikolojik savaş” demeye yazarların dili varmıyor, yoksa öyle diyecekler) yürütmüşler ki (sf. 36–37), Soljenitsin ve Bukovski gibi karşı-devrimciler uzun yıllar seslerini çıkaramamışlar ve M. Gorki ve H. Barbusse gibi onurlu yazarlar, “suç ortaklığına savrulmuşlardır! Roosevelt ve De Gaulle de “körlükleri” ve “suç ortaklıkları” nedeniyle yakalarını toptancı yazarların ellerinden kurtaramıyorlar, (sf. 37)
Tüm bu nedenlerle kara kitabın yazarları tarihin yeniden yazımını gerekli görüyorlar. Diyorlar ki: “Bütün gözlemcilerin kendilerine tekrar tekrar sordukları soruyu bilimsel -reddedilemez olaylarla belgelenmiş ve oluşmasına yol açan politik, ideolojik durumdan soyutlanmış- bir şekilde ele almanın zamanı geldi.” (sf. 46) ve çalışmalarının amacını şöyle anlatıyorlar: “Çalışmamız ilk olarak tarihsel bir göreve cevap veriyor. Tarihçi için hiçbir konu tabu değildir ve içinde olduğu durum ve her türlü baskı -siyasi, ideolojik, kişisel- onu bilgiyi gün ışığına çıkarmaktan ve olayların -özellikle de bunlar uzun süre boyunca ve istenerek arşivlerin ve belleklerin karanlık köşelerinde kalmışsa- açıklanması yolundan alıkoymamalıdır. Oysa bu komünist şiddetin tarihi, totalitarizmin büyük sorununun iki boyutuna da sıkı sıkıya bağlı bir Avrupa tarihinin en önemli parçalarından birini oluşturuyor. Avrupa tarihinin bu yüzü, Hitler’ci yorumu olduğu kadar, Leninci ve Stalinci yorumu da içermekte ve komünist boyutu görmezden gelerek yarı felçli bir tarih yazılması artık kabul edilemez… Bu kitabın üstlendiği ikinci görevse bir bellek görevidir. Hem bellek hem de tarih oluşturmaya yönelik bu çifte görev, çok farklı alanlara yayılır.” (sf. 46)
Yazar-başı bu görevin nasıl bir ideolojik yaklaşımla yerine getirildiğini/getirilmesi gerektiğini de açıklar: “(Bu kitabın yazarları -ÖD)… Bıkıp usanmadan bu çalışmayı yürütüyorlarsa, bu, gerçeği söyleme ayrıcalığını giderek daha fazla varlık gösteren aşırı sağa bırakmama bilincine sahip olduklarındandır; komünizmin suçları, nasyonal-faşist idealler adına değil, demokratik değerler adına incelenmeli ve mahkûm edilmelidir.” (sf. 49)
Yazarlar, SSCB ve komünizmin analizinde, olayların iç bağlantılarının ele alınmasında ideoloji vb. etkenini bir yana bırakıyor ve bunun gerekli de olduğunu söylüyorlar. Ama burjuvazinin bugünkü -ve kuşkusuz eski- yüceltisi olan “demokratik değerler adına” bir inceleme ve mahkûmiyet peşinde olduklarını itiraf ediyorlar. İtirafları bile “iyi niyetli”: Yoksa inceleme ve mahkûmiyet nasyonal faşist değerler adına yapılacakmış! Ve üstelik “belli ideolojik ve siyasi kuramların doğrudan sebep olduğu olağanüstü büyük insanlık trajedileri karşısında, tarihçi, Yahudi-Hıristiyan uygarlığımızdan ve demokratik kültürümüzden gelen insancıl bir anlayışın izlerini taşıyan her türlü ifade tarzını, örneğin insana duyulan saygıyı bir kenara bırakamaz”mış!
Anlaşılıyor: Komünizm, “Yahudi-Hıristiyan uygarlığı” ve kapitalist bir “büyücülük” olan “demokratik kültür” adına yargılanıyor kara kitapta. Bu “uygarlık”ın, bu kültür ve “insancıl”lığın ne türden olduğunu “Kapitalizmin Kara Kitabı”, gerçekten iyi açıklıyor ve zaten hepimiz yaşayarak görüyoruz. Daha birkaç gün önce ABD Başkan adayı Bush tarafından suçsuz yere idama gönderilen Graham ya da idamı bekleyen Abu Jamal örneklerinde olduğu türden bir “uygarlık” ve “insancıllık” ve tabii ki “kültür”!
Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi’ne sunduğu Stalin ve komünizme karşı “gizli” raporu, yazarların adına hareket ettikleri değerleri doğrulamak ve komünizmi suçlamak üzere kullandıkları dedikodu ve çarpıtılmış olaylar ve rakamlar sıralama yanındaki kanıtların ikincisi durumundadır. Sevinçle, “24 Şubat 1956 günü, komünist suçların resmikabulüne ilişkin ilk büyük dönüm noktası oldu. O akşam N. Kruşçev, XX. Kongresi’nde kürsüye çıktı. Oturum kapalı olarak yapılmış ve kongreye sadece delegeler katılmıştı. Delegeler, tam bir sessizlik ve şaşkınlık içinde parti genel sekreterinin 30 yıl boyunca dünya komünizminin kahramanı olan ‘halkların babası’, ‘dahi Stalin’in imajını yöntemli bir biçimde yerle bir edişini dinledi.” (sf. 41) diye yazıyor yazarlar-başı. Sonra, ikinci makalenin yazarı N. Werth de, Kruşçev’in bu raporunu “tarihin yeniden yazımına” dayanak yapmaktadır: “Parti kadroları ve yöneticilerine karşı 1936–1938 yıllarında uygulanan sayısız sosyalist yasallığın ihlali fiilleri üzerindeki perdenin kalkabilmesi için, Kruşçev’in SBKP’nin XX. Kongresi’ne sunduğu ‘gizli raporu’ beklemek gerekecekti.” (sf. 244)
Yine de toptancı yazarlar Stalin zamanında Ukrayna parti sekreterliği yapmış “suç ortaklığı” kesin Kruşçev’i aklamaktan kaçındılar. Kruşçev, 1950’lerin ikinci yarısı ile 1960’ların ilk yarısında emperyalistlerin baş tacıydı; şimdi zaman ve ihtiyaçlar değişmişti, raporunun kullanılmasının ötesinde Kruşçev de artık gözdelerden değildi. Kruşçev’in Stalin’e ve komünizme düşmanlık kusan raporunu “eserleri” kara kitabın tarih yazımının bir dayanağı olarak kullandılar; ama bizatihi bu kullanmanın kendisi “yeniden tarih yazımını” gözden düşürücü bir nitelik taşımaktaydı. Raporunda Kruşçev, parti yöneticisi Kirov’un bizzat Stalin tarafından düzenlenen bir komployla öldürüldüğünü söylemişti. Werth’in de kabul ettiği gibi (sf. 237), bu yalandı; dolayısıyla hem Kruşçev’in raporunu hem de onu dayanak yapan kara yazarların tarihçiliği ve kanıtlarını çürütüyordu. Kruşçev’in Kirov’a ilişkin iddiasını çürüten, kara kitabın bir başka “kanıt belge bankası”nı oluşturan 1990 sonrası açıklanan Sovyet arşivleriydi. Sovyet arşivlerinden yerli yersiz seçmece belgelerle dedikoducu “tanıklar”ın ifadelerinin doğrulanması, kara kitapçıların başlıca tarih yazma yöntemlerinden biri olmuştu: “Bugün arşivler sadece bu eşzamanlı tanıklıkları doğrulamıyor, daha ileriye gitmeye de imkân sağlıyor. Eski Sovyetler Birliği’nin baskıcı sisteminin, eski halk demokrasilerinin, Kamboçya’nın arşivleri, ürkütücü bir gerçeği gün ışığına çıkarıyor: birçok olayda insanlık suçuna varan şiddetin sistemli ve kitlesel niteliği.” (sf. 45–46)
Bu arşivlerin, Rusya’da Yeltsin ve diğer ülkelerde yine kapitalist karşı-devrimciler tarafından kuşkusuz istendiği ve işe geldiği gibi açıklanmış olmasından kuşku duyulabilir mi? Arşivler yalan söylemez, ancak bu, açıklayan ve kullananların amaçlarının önemli olmadığı anlamına gelmeyeceği gibi, sadece arşivin olayların gidişini açıklamada yetersiz olduğu anlaşılır şeydir. Olay ve kanıt belgelerin tutarlılıkla kullanılması, olayların bağlantılarını dışlamayan bir bakış açısı, kuşkusuz önemli ve gereklidir ki, kara yazarların hem amacı hem de yöntemi hakkında fikir sahibiyiz.
Yazarların makaleleri, “suç” saptamaları üzerine kuruludur ve bu saptamalar, “belge” ve arşivlerle “kanıtlanmakta”, yüzlerce rakam sık sık tekrarlanıp durmaktadır.
Baştan saptanmış amaca örnek vermek gerekirse, bir suçlama Stalin ve Sovyet yöneticilerinin “halka karşı şiddeti” her seferinde “kotaya bağladıkları” iddiasına değinilebilir.
Kara yazar-başı Courtois, “1920’li yılların sonundan itibaren, GPU kota uygulamasını başlattı: her bölge, her kaza, yüzde hesabına göre belirlenen ‘düşman’ sosyal katmanlara mensup belli sayıda insanı tutuklamak, sürgüne yollamak veya kurşuna dizmek zorundaydı. Bu yüzdeler merkezi olarak parti yönetimince tespit ediliyordu.” (sf. 31) Werth, aynı kota iddiasını, ürün olarak alınan vergi konusunda tekrarladı: “Her eyalet, her kaza, her nahiye, her köy topluluğu tahmini hasat üzerinden önceden belirlenmiş kotalara göre devlete ürünlerini vermek zorundaydı.” (sf. 124) ya da “‘Cezalandırılacak karşı-devrimci kotasının doldurulabilmesi için sokaklarda tutuklanan sade vatandaşlardan Politbüro üyelerine kadar, Sovyet halkının her katmanından birçok insan baskı gördü.” (sf. 243)
Böylelikle, Sovyet toplumundaki devrim/karşı-devrim çatışması ve ancak bu çerçevede kavranabilecek vergi, tasfiye, suç ve ceza gibi sorunlar kısa yoldan ve “komünizmin suçluluğu” dayatılarak çözümleniyor, devrimin istisnasız tüm uygulamaları gayrı-meşru ilan ediliyordu. Komünistler “kafalarına takmışlar” ve “cezalandıracaklardı” ya da rasgele vergi topluyorlardı; öyle ya, bütün adımlarına yön veren “kotacı” yaklaşımlardı. Bu “analiz yöntemi”yle örneğin bir fabrikayı havaya uçuran bir kişinin “kotayı doldurmak için” cezalandırıldığına inanmamız istenmiş ve bütün can sıkıcı tartışmalardan da kaçınılmıştı!
Ya da yüzlerce rakam ve “belge” ile desteklenmiş, inandırıcılığı örneğin Harkov İtalyan konsolosunun tanıklığıyla güçlendirilmiş (sf. 216) komünistlerin “açlıkla cezalandırma” yöntemi üzerine yazılıp çizilenler örnek verilebilir.
Kara yazarlar, SSCB’de 1932–33 yıllarında yaşanan kuraklık ve kıtlığı, Sovyet halkının özellikle komünistlere karşı çıkan bölgelerde yaşayan kesimlerinin (sf. 221) açlık ve ölümle cezalandırılması olarak, bugüne kadar kimsenin aklına gelmemiş biçimde değerlendirmektedirler. Yazarlara inanılacak olursa, komünistler öyle büyük ayni vergi (ürün olarak vergi) koymuşlar ve köylüye öylesine yaşama ve üretime devam etme şansı tanımamışlardır ki, sonunda açlıktan (ve tifüsten) 6 milyon kişi ölmüştür! Kıtlık olduğu biliniyor; ama yazarlarınki gibi “kriminal analistler” ilk kez ortaya çıktığından olsa gerek, bu “açlıkla cezalandırma yöntemi” ilk kez komünistlere suç olarak yöneltiliyor!
Yazarlar, kapitalizmle sosyalizm arasında bir çatışma değil ama Sovyet yöneticilerinin köylülere karşı zulmü olarak açıkladıkları tarımın kolektifleştirilmesi ve ürün olarak vergiyi açlıktan ölümlerin nedeni olarak gösterseler de, çarpık kurgularında yine de Sovyet devletine karşı bir “hile”nin sözünü etmek zorunda kalıyorlar: “Ürünlerinin bir kısmını kendilerine saklayabilmek için her türlü hileyi göze alan köylü sınıfı ile git gide gerçekçilikten uzaklaşan bir planı her ne pahasına olursa olsun uygulamak zorunda olan yerel yöneticiler arasında bir çatışma yaşanması kaçınılmazdı.” (sf. 211) Tabii ki asıl “suçlu”, tarımı kolektifleştirerek hem tarımdan kapitalizmi tasfiyeye girişen hem de sonunda üretimi olağanüstü artıran merkezi yönetimdi! Ama yazarlar örneğin kolektifleştirmenin bir ihtiyaç olup olmadığını, nedenini ve göz kamaştırıcı sonuçlarını tartışmaya hiç yanaşmıyor. Kitap boyunca olduğu gibi tartıştıkları, “suç” ve “suçluluk”tur! Bu bakış açısıyla, köylülük tek bir “köylü sınıfı” olarak el çabukluğuna getirilip köydeki sınıf çatışması, varlıklı ve yoksul köylü arasında bir çatışma olarak gelişen kolektifleştirme de anlaşılmaz olmakta; komünistlerle “köylü sınıfı”nın çatıştığı iddia edilmektedir.
Açlığın nedeni olarak ileri sürülen iddia, “komünistlerin” “köylü sınıfı”na ne kendi tüketimlerinde kullanacak ve ne de tohumluk olarak kullanacakları tahıl bırakmadıkları yönündedir. “Arşivlere dayanarak” bu iddialarını desteklemişlerdir de. Örneğin aktarılan bir “belgeye göre”, bir bölge sekreteri olan Hatayaviç, Kasım 1932’de Molotov’a şunları yazmış: “Üretimin, gelecekte proletarya devletinin ihtiyaçlarına göre artması için, kolhozcuların asgari ihtiyaçlarını göz önüne almalıyız. Aksi takdirde, ekin ekmek ve üretimi sürdürmek için ortada adam kalmayacaktır.” (sf. 215) Ama bu uyarılar sonuç vermemiş ve “Birkaç gün sonra Politbüro yerel yetkililere, planlarını henüz gerçekleştirmeyen kolhozlardan ‘sözde tohumluk rezervler de dâhil tüm tahılın’ derhal çekip alınmasını emreden bir genelge gönder”mişti. (Agy.) Yazarlar, “Çaresiz ve satın alma imkânından yoksun olan, tehditle, hatta işkence zoruyla azıcık stokunu da vermek zorunda bırakılan, SB’nin en zengin tarım bölgelerindeki milyonlarca köylü, böylece açtığa teslim oldu…” (Agy.)
Yazılanlardan anlaşılan, Sovyet yöneticilerinin bilinçli bir biçimde “köylü sınıfı”na karşı kırıma giriştiğidir; köylünün elinde ne tohumluk ve ne de yiyecek bırakılmadığından açlık baş göstermiştir!
Aynı kara kitabın 235 ve 236. sayfaları ise, sayfalar boyu bol rakam ve “belge” ile desteklenen “köylü sınıfına karşı açılan savaş” ve “komünistlerin açlıkla cezalandırma suçu”na ilişkin bütün yazılanların koca bir yalan olduğunun itirafını kapsamaktadır: “Yine de, havaların normalin üzerinde iyi gitmesi, eldeki tüm kentli işgücünün seferber edilmesi ve köylerinde mahsur kalıp artık kendilerine ait olmayan toprakları işlemekten ya da ölmekten başka çareleri olmayan köylülerin hayatta kalma içgüdüsü sayesinde, 1932–1933 yıllarında kıtlıktan kırılan bölgeler, 1933 sonbaharında bol miktarda mahsul verdi.”
Nasıl oluyor bu? Komünistler köylerde tohumluk bile bırakmıyor, elinde tahıl olmadığı için köylü ölüyor; ama yılsonunda bol ürün derleniyor! Ne kadar görmezden gelinse de kolektifleştirme daha ilk yıllarında başarılı sonuçlar vermiştir ve kimse de açlıkla terbiye edilmemiştir. Kara kitapçılar büyük yalancılar ve psikolojik savaşçılardır.
Aynı yalancılık ve yalan üzerine psikolojik savaş aleti bir kitap kaleme alıcılık, kitabın 9. Bölümünü oluşturan “Toplumsal bakımdan yabancı unsurlar ve dönemsel baskılar”, 10. Bölüm olan “Büyük Terör” ve 11. Bölüm olan “Kamplar İmparatorluğu”nda yine bol “tanık”, “belge” ve rakam eşliğinde ileri sürülen iddialar açısından da geçerlidir. Bu bölümlerde, “parti devlet” (sf. 24) olarak tanımlanan SSCB’de komünizmin “suçları” tefrika edilmektedir. Komünist Partisi içindeki tasfiyelere kadar uzanan suçlamalarla dolu olan bu bölümlerdeki iddiaların toplamı, “Stalin’in etrafındaki bir avuç komünist”in “toplumun geri kalan bütününe karşı açmış olduğu savaş”a ilişkindir. Eski Çar subaylarından “köylü sınıfı”ndan grev yapan ve hatta yapmayan işçiye (sf. 279) ve “Lenin’in eski silah arkadaşlarına kadar herkesi “düşman” ilan eden ve kılıçtan geçiren Stalinci komünistlerin, bu bölümlerden anlaşıldığı kadarıyla yine herkesin düşmanlığını üzerlerinde toplamış olmaları gerektir! Yazarlar, kimsenin sesini çıkarıp muhalefet edememesini “dev baskı aygıtının varlığına” bağlıyorlar. Peki, bir şey açıklamasız kalıyor. “Bu baskı aygıtı”nın da işlevini yitirdiği Naziler tarafından işgal edilen bölgeler de içinde olmak üzere, iddiaya göre büyük zulüm gören Sovyet halkı, nasıl oldu da milyonlarca ve milyonlarca ölü vermesine rağmen Stalin’in ve “baskı aygıtı”nın peşinden ayrılmadı, nasıl oldu da anti-faşist zaferi kazandı? Mantığa sığar yanı var mıdır? Böyle bir savaşın yanından bile geçmemesine rağmen nice diktatörün devrilip gittiğine ve halkı tarafından cezalandırıldığına tanıklık eden tarih nasıl oluyor da kara kitaba göre “en zalim diktatöre” hem de en zor koşullarda bağlı kalmaya devam ediyor?
Kara yazarlar kendilerini şu yanıtı verme zorunda hissediyorlar: “Bununla birlikte, Nazi barbarlığı, yok edilmeye ya da en iyi durumda köleliğe mahkûm Sovyet aşağı insanlarına hiçbir gelecek vaat etmediğinden, sonunda sıradan bir yurttaş ile yönetimi büyük bir vatanseverlik atılımı içinde uzlaştırdı.” (sf. 280)
Peki, onca “komplo” ile tasfiye edildikleri ileri sürülen eski Genelkurmay Başkanı Tuhaçevski de içinde olmak üzere subaylar, “Lenin’in silah arkadaşı Troçkist ve diğer sapmacılar ve parti yöneticilerinin” işbaşından uzaklaştırılmaları bu durumda doğru mu oluyor yoksa yanlış mı? Ya da Tuhaçevski ve diğerleri ile girilecek bir Nazilerle savaştan zaferle ayrılmak mümkün olur muydu? Bu ve benzeri sorular, kara kitap yazarlarının ilgi alanına girmiyor; çünkü “komünistlerin suçları”na ilişkin değiller. Ama bu sorular ve yanıtları, kara kitabı koca bir yalanın kitabı yapıyor.
Kitabın bir başka ve temel güdülemesi, adına “tarihi yeniden yazmaya” yeltendiği “temsili demokrasi”nin eski yalanıdır: Naziler ve faşistlerle komünistlerin aynı yöntemleri kullandıkları ve aynı totaliter ideolojinin insanları oldukları yalanı. Bu yalan makaleler içinde sürekli tekrarlanmaktadır. “Aynı iplikten dokundukları” için Hitler-Stalin Paktı’nın mümkün olabildiğinden tutun Polonya’nın paylaşılması yalanına kadar psikolojik savaşın eskimiş bütün iddialarını yineleyen kara kitap, haddini aşsa da, “komünizmi mezara gömmeye” yemin etmiş kalemlerin ürünüdür! Bu eskiden çok tartışılmış kara çalmalarla uzun uzun uğraşmayacağız. Ancak iki konuda birer söz söylemek gerekiyor.
Polonya, asla Hitler Almanyası ile SSCB arasındaki bir anlaşmayla paylaşılmadı. Batı Polonya’nın Nazilerce işgal edilmesinden sonra, Sovyet ordusu Alman istilacılara karşı cephesini düzenlemek durumda oldu ve kara kitap da bunu üstü örtülü olarak onaylamak zorunda kalmıştır: “Polonya’ya gelince; geride Polonya devleti diye bir şeyin kalıp kalmayacağı sorunu askıda bırakılsa da, Sovyetlerin ve Almanların Polonya’ya yönelik askeri müdahalesinden sonra, 1920’de imzalanan Riga Antlaşmasını müteakip… Polonyalı olan toprakların da bir bölümünü, her halükarda SSCB’nin alması gerekiyordu.” (sf. 271)
Ve SSCB ile Almanya arasındaki saldırmazlık paktı, SSCB’nin yıllarca faşizm tehlikesine karşı uyarmaya ve ittifak kurmaya çalıştığı İngiltere ve Fransa’nın Hitler’i SSCB’nin üzerine yöneltmeye yönelik “taviz politikası” ya da “Münih politikası” karşısında yaptığı bir manevradan başka bir şey değildi. Stalin, büyük bir öngörüyle emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak, bu pakt aracılığıyla Hitler’in ilk elde SSCB’ye saldırmasının önünü aldı ve İngiliz-Fransız emperyalistlerinin taktiğini boşa düşürdü. Bu paktın ne faşizmle komünizmin “bir madalyonun iki yüzü” olmasıyla ilgisi vardır ne de SSCB’nin faşizm karşıtlığından caymasıyla. Ama kapitalist demokrasinin üstünlüğü yutturmacasını hareket noktası alan herkes gibi kara kitap yazarları da bu yalanı yaygınlaştırmaktan medet ummuşlardır. İşin aslı odur ki, yöntemleri farklı olsa da temsili demokrasi ile faşizm tekelci burjuvazinin iki yönetme biçimidir ve “Kapitalizmin Kara Kitabı”nda açıklanan suçları işlemişlerdir ve işlemektedirler. Komünizm ise, sermayeye karşı işçi sınıfının ideolojisi olduğu kadar devletine de yön veren öğretinin adıdır.
Son olarak söyleyelim ki, yinelenen sıkıcı rakam ve iddialarla kendisini yormayı göze alan okuyucu “Komünizmin Kara Kitabı”nı da okuyabilir ama herkes mutlaka “Kapitalizmin Kara Kitabı”nı okumalıdır.
Temmuz 2000