“Birlik”, politik alandaki kullanımında genellikle sihirli anlamlar yüklenen kavramlardan olmuştur. Bugün de bu kavrama benzer anlamlar yüklenmeye çalışılmaktadır.
Ancak, aynı zamanda, bir yönüyle sihrini kaybediyor, çünkü emekçi sınıflar birleşmeye ve üstelik ülke tarihinde ilk kez bir program etrafında bir araya toplanmaya başlamışlardır.
Şimdi sihir ya da büyü, daha çok ezen ve yönetenlerin bir ihtiyacı durumuna gelmiştir. Amerikalı Derviş’in Mehdi ya da “kurtarıcı” olarak varsayılması ve lanse edilmesi kapsamında, özellikle medya kalemşorları Karanlıklar Tanrısı’nın büyücüleri rolüne soyunmuşlar; büyülü bir kurtarıcı program ve etrafında oluşturulacak birliğin vazgeçilmezliğine dair yoğun bir kampanya yürütmektedirler.
Emekçiler, sermaye ile uluslararası ve işbirlikçi tekellerle “aynı gemide” yer almadıklarını görüp algıladıkça ve kendilerine dayatılan emperyalist IMF politikaları ve programına karşı tepkileri önce giderek dozu yükselen homurdanmalara, ardından bir karşı program etrafında birleşme eğilimine giren eylemlere dönüşmeye başladıkça, sermaye ve adamlarının “aynı gemideyiz” türünden büyüleri, değerini yitirmiştir denebilir. Sermaye açısından büyünün tazelenmesi ihtiyacı büyümüştür.
Sermayenin büyüye olan ihtiyacı ile emekçileri birleşmeye ve mücadeleye iten zemin aynıdır.
BİRLİK BÜYÜSÜ VE GERÇEK
“Büyüme”, “gelişme”, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” adına Türkiye’ye dayatılan emperyalist politikaların son özeti olan IMF programının hızlandırdığı ekonominin çöküşü, üç ay içinde iki kez içine yuvarlanılan mali krizin sanayi ve ticareti de kapsayarak neden olduğu sarsıntı, ezen ve ezilenlerin iradeleri de içinde olmak üzere hemen tüm toplumsal gelişmeleri ve yönlerini belirler hal almıştır.
24 Ocak Kararları’yla önü bütünüyle açılan ülke ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyonu ve dolayısıyla sanayi, madencilik, tarım ve hayvancılığın öldürülmesi süreci, zaten kendi ayakları üzerinde duramayan Türkiye ekonomisinin buluttan nem kapacak ölçekte dışa bağımlılık düzeyini koşullandırmış, ülkenin talan edilmesi ve emekçilerin ellerinde hiçbir hak kalmamacasına köleler olarak soyulmaları süreci olarak ilerlemiştir. Yolsuzluk ve kayıt-dışı ekonomi süreçleriyle pekişen rantiye niteliğiyle ülke ekonomisinin bugün gelip dayandığı tıkanma, sonuçta kaçınılmaz olmuştur.
IMF eliyle dayatılan emperyalist çıkarların ve işbirlikçi tekellerin kemik yalayıcılığının derinleştirdiği kapitalizmin krizi; yıllardır “aynı gemide bulunuyoruz”, “fedakârlık”, “hep birlikte kemer sıkma” zorunluluğu masallarıyla kandırılan emekçilerin önlenemez öfkeleriyle kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda hareket etmeye ve birleşmeye, birleşik mücadeleye yönelmelerine hız katarken, madalyonun öbür yüzünde, sermaye ve adamlarının büyüye olan ihtiyaçlarını büyütmüştür.
Büyü ya da sihir, genel olarak doğaüstü güçlerden keramet bekleme veya eşanlamlı olarak çeşitli kavram ve olgulara doğaüstü anlamlar yükleme; insan iradesinin yetmez göründüğü sorunların hayalde oluşturulan çözümleri ve bu çözümlerin maddi olmayan “anahtarları” ya da dayanaklarını elde etme bakımından, tarihsel olarak insan aczinin boşluğunu dolduran bir anlam ifade etmiştir. Dünyevi gelişmeleri gerçek içerikleriyle kavrayıp anlamlandıramayan, dolayısıyla çözümleyemeyen, bu gelişmelerin kendisini kör egemenliği altına alan yasaları karşısında aciz kalan, sihire, büyüye ya da başka uhrevi “çözümler”e bel bağlamaktan kaçınamaz.
“Birlik” kavramı açısından da bugüne kadar böyle olagelmiştir. Şimdi söylendiği gibi, emekçileri yedeklemekte zorlanması aşikâr olan, çıkmazın paylaşım kavgalarını sertleştirmesi yanında, emekçilerin sermaye karşısında birleşmeye yönelmesi nedeniyle birbirleriyle dalaşması artma eğilimine giren ezen ve yönetenler, “birlik” büyüsüne daha çok bel bağlar olmuşlardır. Bu, kuşkusuz mecazdır. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmekte, sorunu kavramakta, aşırı kâr hırslarının koşullandırdığı çıkarları toplumsal gerçeklerle çeliştiği için akıntıya kürek çekmekte ve kaçınılmaz olarak emekçileri dışlamakta, karşılarında militanlaşacakları bir yola girmeye zorlamaktadırlar. Geriye, -paylaşım kavgalarının yanı sıra- kendi aralarındaki birlik açısından olsun emekçileri bugüne kadar olduğu gibi yedeklerinde tutabilmek açısından olsun, ellerinde avuçlarında masallar kalmaktadır. “Krizi aşmak”, “düze çıkmak”, “istikrar” gibi kendi amaçlarına ulaşmak ve egemenliklerini sürdürebilmek için “birlik” ve bunun için gereken “fedakârlık”! Artık sihirli sözcük bulmakta da zorlanmaktadırlar. Sihir yerini maddiyata, maddi güçlere bırakmaktadır. Bu anormal değildir; her büyü önünde sonunda belirli maddi güçlere dayanmış, onlardan hareket etmiş, bu maddi güçlere değiştirilmiş anlamlar yüklemiştir. Dervişle birlikte, şimdi, sihir ya da büyülü beklentiler, ABD’den, ABD Hazine Bakanlığı’ndan, teşhir olmuş IMF’nin yanı sıra daha çok Dünya Bankası’ndan, G–7 ülkelerinden ve buralardan alınacak kredilerden yana kaymıştır. Pek de tutmayan “ulusal program” aldatmacasıyla açıktan çelişerek ve eşzamanlı olarak “İkinci Kurtuluş Savaşı” ilan edilen “krizin aşılması” ve “Türkiye’nin düze çıkarılması”nın “çaresiz dış desteğe dayanması” zorunluluğu, “dış desteğin de ABD’siz, DB’siz, IMF’siz sağlanamayacağı” tezleri, bugün için büyünün ana eksenini oluşturmaktadır.
Ama bu, büyüden çok dünyevi bir halüsinasyondur. ABD ve diğerleri, işbirlikçi sermayenin çeşitli kesim ve örgütleri açısından, yeterince birleştirici maddi zorlama merkezleridir; çıkarları bu merkezlerinkiyle taban tabana zıt olan emekçiler ve örgütleri açısından ise zorlayıcı ve aldatıcı olacağı öngörülmektedir. “Denize düşen yılana sarılır” hesabı, bir kez daha dünya devi ABD ve onun harekete geçireceği “dış yardımların, kurtuluş yolu olarak sunulduğu emekçilerden; ABD egemenliğindeki tefeci kuruluş IMF’nin kılavuzluğunda üç ay içinde iki kez vahim deneyleri yaşamamış ve ellerinden tüm hakları alınmaya çalışılmamış gibi, bu yalana inanmaları istenmektedir. Emekçiler bakımından bu yalanın büyülü bir yanı kalmamıştır. Bu nedenle, büyüden çok, dayatmalarının gücü ve emekçilerin örgütsüzlüğü, eylemlerinin istikrarsızlığı, dolayısıyla güçsüzlüğü, sermayenin bugünkü hesabının hareket noktası olmaktadır. Güçlü bir karşı harekete yönelmelerine zaman tanımadan, emekçilere yöneltilecek baskın saldırılar tasarlanmış ve uygulanmaktadır.
Uluslararası ve işbirlikçi sermaye dışında kalan kesimlerde ise, büyünün sonuna hâlâ gelinmemiştir.
İşçi ve emekçilerin güçlerini birleştirdikleri Emek Platformu’na son derece önemli iki katılım olmasına, Türkiye Ziraat Odaları Birliği ile platform kırsal alana açılmasına ve iktisatçı bilim adamlarıyla, platform, ilk kez kendisine ve eylemine süreklilik ve istikrar kazandıracak bir programa sahip olmanın eşiğine gelmesine -önemli bir aksilik olmazsa, yazı okunurken platform programına kavuşmuş olacaktır- rağmen, hâlâ çeşitli kesimler ne yazık ki büyü ihtiyacından kurtulamamış görünmektedirler. Emekçilerin birliği üstelik her yönden gelişmeye başlamasına rağmen, bu yönde hem de ciddi bir hareketlenme yokmuşçasına, Emek Platformu’nu, emekçilerin böyle bir platformda birleşmekte olduklarını dikkat merkezine almayan, hatta kimi durumlarda görmezden gelen, yok sayan “birlik”i büyüye dönüştürmüş “projeler” ileri sürülebilmektedir.
Oysa işbirlikçi sermayenin, kendileri krizi de fırsat olarak değerlendirip rantını yerken, emekçileri fedakârlığa ve Amerikalı Derviş’in IMF, DB ve Amerikan Hazine Bakanlığı uzmanlarınca ABD’de hazırlanan programı etrafında birliğe razı etme amacıyla yapmakta olduğu propaganda-büyü faaliyeti yetip artmaktadır. Artık onların dışındaki kesimlerden kaynaklanacak ve ister istemez onlarınkini besleyecek, üstelik onlarınkinin uzantısı olmaktan kurtulamayacak “solcu”, “ilerici”, “demokratik”, “emek yanlısı” vb. görünüşlü büyüler tümüyle gereksizdir; bunların nesnel zemini kalmadığı gibi öznel olarak da ya bütünüyle anlamsızlaşmış ya da emekçileri sermayenin yedeğine koşucu olmaktan başka anlamları kalmamıştır.
Emekçilerin birleşmesini öngörmeyen ve buna dayanmayan, dolayısıyla içi boşaltılmış “birlik” koşullandırmasının “her derdin ilacı” ilan edildiği “birlik” sihiri, IMF karşıtı bir emek programı etrafında birleşmekte olan emekçileri ve birlik eğilimlerini tehdit ederek birkaç koldan yürütülmektedir.
CHP’deki dalgalanmalara bağlı olan “Zeytin Dalı Projesi” bunlardan biridir. CHP’nin muhalif hizipleri ya da “yeni oluşumcu”lar tarafından, içeriği ve programı belirsiz bir Baykal karşıtlığı ya da CHP içinde barınamama/barındırılmama ve parti içi çekişmeler kaynaklı olarak gündeme getirilmektedir. Çeşitli sendikaları, “sivil toplum örgütlerini” ve siyasi partileri kapsaması öngörülmekte, ama bu bir araya gelişin ne içeriği ne programı ne de birliğin hangi taleplerin savunulması etrafında sağlanacağı ortaya konmaktadır.
Bir diğer “birlik” projesi, ÖDP tarafından yeniden telaffuz edilmeye başlanan “gökkuşağı projesi”dir. ÖDP, Emek Platformu etrafında toplanmakta olan emekçilerin birleşme eğilimini tümden görmezlikten gelmese ve toplumsal gerilim içinde programıyla birlikte tayin edici bir yer tutmaya başlayan bu birlik ve mücadele eğilimini gözeterek pozisyonunu yenilemeye yönelse de, “sol birlik” içerikli projesini gündemde tutmakta; “sosyal demokratlardan sosyalistlere” ve “sol” sendika ve kitle örgütlerine kadar “solu” birleştirme tutumunda ısrar etmektedir.
HADEP çıkışlı, ÖDP’nin muhalif bir kesimini de kapsayan “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi” de bir başka “birlik” projesi olarak öne sürülmüş bulunmaktadır. KESK, TÜMTİS, Dev Maden Sen gibi birkaçı dışında sendika ve konfederasyon tanımayan, Emek Platformu’nu ve temsil ettiği birliği yok sayan bir tutumla, “demokratikleşme”yi öngören bir birlik ihtiyacından hareket eden “girişim”, demokratik güçlerden saydığı siyasi parti ve örgütlerin birleşmesini kolaylaştırmayı amaç olarak ilan etmektedir.
Bunlara “sosyal demokratlardan sosyalistlere”, “Türkiyeci kuvvetleri”, “altı ok” ilkeleri ya da programı etrafında birleştirme projesi olan İP’in “birlikçiliği” ve başkaları eklenebilir. Örneğin birkaç marjinal “sol” örgüt, “siyasal serhildan” çağrısı yapan son Başkanlık Konseyi açıklamasından sonra, yeniden, kısa süre önce ihanetle suçlamış oldukları PKK ile birlik peşine düşmüşlerdir.
TALEPLER ETRAFINDA BİRLİK VE MÜCADELE
Birlik sorununun saptırıcı büyülü bir içerikle mi yoksa sınıf mücadelesinin asli güçlerini özne kabul eden gerçekçi bir içerikle mi kavrandığını, dolayısıyla ezilenlerin mücadelesinin gelişmesine hizmet edip etmeyeceğini tayin eden, talepler etrafında birlik olarak ele alınıp alınmadığıdır.
Sol, sosyalizm ya da komünizm, ne adına ortaya atılmış olursa olsun, “birlik”, emekçilerin sömürü ve zulümden kurtuluş ihtiyacı ile uyumlu değilse, işçi sınıfı ve emekçilere yabancı olacağı kadar, ortaya atanı, sol, sosyalizm ya da komünizme de yabancılaştırır. İşçi sınıfını ve emekçileri tabanı olarak tasarlamayan ve sosyal kurtuluşun önünü açmayı amaçlamayan, belki liberal solculuk, burjuva sosyalizmi vb. olabilir ama başka bir şey olmaz.
SİP gibi “çocukluk hastalığından kurtulmak için hiç çaba göstermeyenleri bir yana bırakırsak, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş ihtiyacının, “yaşasın sosyalizm” demekle ya da sadece -emek hareketiyle birleşmeyi dert edinmeyen- soyut bir sosyalizm propagandasıyla karşılanamayacağı bilinen bir şeydir.
Bu nedenle, devrimci ve sosyalist bir partiye düşen, her koşulda, emekçilerin etrafında birleşebilecekleri uygun talepleri formüle etmek, bu talepler ve onların uğruna mücadele ile iktidar mücadelesi arasındaki bağı kurmaya çalışmaktır.
Anlaşılması kolay sıradan gerçek şudur: emekçilerin, kendi çıkarları için bağımsız tarihsel hareketlerinin başlangıcında, iktidar talebi kadar toplumsal devrim ve sosyalizm talebini de bir çırpıda benimsemeleri olağandışıdır. Bu taleplerin, uygun zamanlamayla, nesnelliğin gerektirdiği koşulları dikkate alınarak, kitleleri etrafında toplayan diğer taleplerle bağlantısı içinde ve bilinç ve örgüt düzeyleriyle ilişkisi kurularak, görece uzun bir süreye yayılmış aydınlatma faaliyetinin doruğu olarak -masa başında uydurulması değil ama yalnızca- formüle edilmesi, devrimci partinin asli işlevidir. Ve devrimci parti, ancak emeğin kitlesel hareketi içinde ciddiye alınabilecek bir yer tutuyorsa, kitle hareketinin bir talepten diğerine bir talepler toplamından diğerine geçişleri ve ilerleyişi içinde sınanan politika ve taktiklerinin doğruluğu emekçilerce kabul görmüşse, hareketin dışından değil içinden yürümekteyse, bu işlevini gerçekleştirme şansına sahip olabilir. Bunu gerçekleştirebilmek için devrimci parti, emek hareketinin içinde olmalıdır; ama bu, bazılarının kolaycılıkla anlayıp suçladıkları üzere, kendisini, emek hareketine gelişme temelini sağlayan ekonomik alanla sınırlaması anlamına gelmez. Yalnızca, ekonomik talepleri sahiplenmekle birlikte, salt ekonomik mücadele alanının dışından, siyaset alanından, işçi ve emekçilerin devletle, diğer sınıflarla ulusal ve uluslararası ölçekte sahip oldukları ilişkileri görüp tanımalarını, sadece kendilerine değil ama başkalarına yönelik kötülük ve haksızlıkları da bilip kavramalarını, dolayısıyla tümüne karşı tutum almalarını sağlayacak ve partinin devrimci rolünün ifadesi olacak “müdahalelerin, emek hareketinin içinden ve bu hareketi dönüştürmek üzere yapılması zorunluluğu anlamına gelir.
Bu müdahalenin gerçekleşebileceği tek zemin, şu ya da bu somut durumu ve yönelimleriyle emek hareketinin bizzat kendisidir. Sol ya da sosyalist iddialı perspektiflerin hareket noktasını olduğu kadar, dikkat merkezini ve başlıca uğraş alanını, bu nedenle, verili koşullardaki emek hareketi ve onu birleşik bir hareket olarak ilerletecek talepler teşkil etmek durumundadır. Emekçiler belirli talepler etrafında belirli bir zeminde birleşirken, bunu dert edinmeyen, bundan kopuk “solcu” ya da “sosyalistler”in, başka bir zeminde başka bir eksende birleşmeye yönelik projeleri ve dolayısıyla emeğin hareketinden kopuk bir başka “hareket” geliştirmeye yönelmeleri, onları, ancak, burjuva solcusu ya da sosyalisti yapar ve emekçilere yönelik sair ilgi ve ilişkileri ancak yedekleme içerikli olabilir.
Üstelik devrimci partinin müdahalelerinin gerçekleşme zemini emek hareketi olduğu kadar, kendi kurtuluşlarını gerçekleştirecek olan da yine bizzat işçi sınıfı ve emekçilerin kendileridir. Bunu, bugünkü konumlarıyla gerçekleştirmelerinin olanaksızlığı -bilinç ve örgüt düzeylerinin yetersizliği-, yarın gerçekleştiremeyecekleri anlamına gelmeyeceği gibi, onları -“solcular”, demokratlar vb. gibi- başkalarının kurtarmak durumunda olduğu anlamına hiç gelmez. Ama kurtuluşlarını bugün gerçekleştirebilme konumunda olmayan emekçilerin, bunu yarın başaracak konuma ulaşmaları bakımından neler yapılması gerektiği sorusu ve yanıtı önem kazanır. Sorun da budur.
Tam burada, işçi ve emekçilerin taleplerinin ve hareketin bugün bulunduğu düzeyin veri ve hareket noktası alınması zorunluluğu açıktır.
Bugün bu bakımdan oldukça elverişli bir durumda bulunuyoruz. Hiç küçümsenmeyecek ölçüde kapsayıcı ve ileri, emperyalizm karşıtı bir programın maddeleri düzeyine yükselme ve etrafında emeğin belli başlı kesimlerini kitlesel olarak toparlama eğilimindeki talepler, Emek Platformu tarafından benimsenmiş durumdadır. Özetle, basitçe işçi ve emekçilerin bugünkü taleplerinden hareket ederek şurada burada dağınık haldeki emek öbeklerinin hiçbir örgütü olmayan kitlelerinin birleştirilmesini dayatan koşullarda, yani yolun “en başında” bulunmuyoruz. Şimdiye kadar lokalliği ve protestoculuğu ve dolayısıyla istikrarsızlığı aşamayan, çünkü siyasallaşamayan, bu temel zaafı içinde dönenip duran, bunun yol açtığı sancılar içinde, önce bir platform etrafında sendikal nitelikteki belli başlı emek örgütlerinin birleştiği ve ardından da, siyaseti kaçınılmazlıkla varsayan ve birliğin de istikrarını sağlayacak olan, lokal olmanın ötesinde değişik emekçi kesimlerin eylemlerini birleştirecek ortak talepleri ifadelendiren bir ulusal programa kavuşma durumundaki Emek Platformu, hem emekçilerin hem de “emek yanlışıyım” diyen herkesin gerçeği durumundadır. Şu ya da bu politik örgütün görmezlikten gelmesi başka şeydir, ama bu platform maddi bir gerçektir. Ve -yanında olması gerekenler görmezlikten gelebilir ama- örneğin gazetelere tam sayfa Derviş programına destek ilanları verip “işler sokakta çözülmez” diyerek yanıtladığı -sermaye programına karşı kendi programıyla sokak çağrısı yapan- Emek Platformu gerçeğini, TOBB görmektedir.
“Birlik” sorunu açısından, bu gerçekler görmezden gelinerek atılmaya çalışılacak adımların, sahibini, en iyi olasılıkla büyücüye döndüreceği söylenmelidir.
Bugünkü koşullarda birlik sorunu ancak şöyle konulabilir: Sınıf mücadelesinin asli güçlerini oluşturan ve birleşme eğilimi içindeki işçi ve emekçi kitlelerin birleşmesini kolaylaştırmak ve dolayısıyla siyasallaşmalarının önünü açmak. Bunun anlamı basitçe, emekçilerin etrafında birleşmekte oldukları ve üstelik bir program düzeyine yükselmekte olan talepler etrafında birliktir.
Birlik sorunu, her hal ve şartta ve her zaman işçi ve emekçilerin birliği, sınıf güçlerinin birleştirilmesi olarak kavranmak durumundadır. Ancak bugün içinde bulunduğumuz koşullarda ve ortada olan gelişmeler ışığında, hâlâ emekçi kitlelerin birleştirilmesini esas almamakta direnen “birlik projeleri”nin, emek açısından hiçbir olumlu anlamı kalmadığı gibi, başarı şansı da sıfırlanmıştır.
O halde birlik sorunu, artık hiçbir biçimde “talepler etrafında birlik’ten başka türlü kavranamaz. Kuşkusuz etrafında birlik sağlanacak talepler, emekçilerin uğruna mücadele etmekte ve edecek oldukları taleplerdir.
Kimse, “emekçilerin hiç mi gerici talepler etrafında kışkırtıldıklarını görmedik” ya da “bu ekonomizmdir” türünden demagojilere tevessül etmemelidir. Her şey gereğince somuttur. “Ekonomizm” sorununu daha da tartışacağız. Ancak şimdilik şu söylenmelidir ki, emekçilerin kitlesel olarak etrafında birleşmekte oldukları ve birleşebilecekleri talepler, bu uğurda mücadele ve mücadelenin ilerletilmesi, birlik tartışmalarının ekseni olmak gereklidir.
Söylenenlerden, daha ileri siyasal birliklerin, örneğin parti birleşmelerinin vb. reddiyesi çıkmaz. Şu çıkar ki, bu tür birlikler de, eğer işçi sınıfı ya da sosyalizm adına gündeme getiriliyorsa, her şeyden önce emekçilerin birleştirilmesini kolaylaştırmak, bu nedenle asgari olarak emekçilerin mücadele taleplerini kapsamalıdır; daha çoğu olabilir ama azı ya da emekçilerin taleplerini ve bu uğurdaki mücadelenin geliştirilmesini dert edinmeyeni, ne tür “yüce amaç” adına olursa olsun, ciddiye alınamaz.
Herkes farkında olmalıdır ki, tartışılan, özünde, toplumsal kavga ve ilerlemenin gücünün kim olduğudur, işçi ve emekçiler mi yoksa kimi zaman “solcular”, kimi zaman “demokratlar” vb. olabilen “öncü” ya da “dar gruplar”‘ mı? Ve hemen ardından gelen soru ise şudur: -Uygun şekilde formüle edilerek müdahalelerde bulunma zorunluluğunun ayrı bir tartışma konusu oluşturduğu- emekçi kitlelerin ihtiyaç ve buradan türeyen talepleri mi, yoksa dar grupların ihtiyaçları ve buradan üretecekleri kendi talepleri mi? Hangisinden hareket edilecektir?
“Zeytin Dalı” mı? Ne için bu “dal”? CHP’yi yeniden düzenlemek için mi? “Solu birleştirmek” için mi? Ne için? Peki, ama örneğin CHP’nin bir burjuva parti olarak yeniden düzenlenmesi amaçlanıyorsa, bundan emekçilerin ne çıkarı var, bunun emek hareketinin ilerlemesi ve birleşmesiyle ne ilgisi var? “Zeytin Dalı” emekçilere yakın mı duruyor? Bunu nereden anlayacağız? Sözcülerinin şurada burada söyleyebilecekleri “emek yanlısıyız” sözlerinden mi? Yoksa “Zeytin Dalı” ya da “Yeni Oluşum” peşindekilerin emekçilerin talepleri karşısındaki tutumlarına mı bakmak zorundayız? CHP muhalifleri örneğin IMF programı konusunda ne demektedir, borçların konsolidasyonu (ertelenmesi) sorununa nasıl yaklaşıyorlar, özelleştirmelere ne diyorlar? Biliniyor ki. CHP bu konularda IMF yanlısı bir tutum içindedir, özelleştirmeleri savunmakta, iç ve dış borçları krizden çıkmanın olmazsa olmazı olarak benimsemektedir. Baykal iflas etmiş bir önceki IMF programını alternatifsiz ilan etmekteydi. Peki, “Dal”cı ya da “Oluşumcu” muhalifler, bu konularda açıklamalar yapmadıklarına göre, CHP’nin neyine muhalefet ediyorlar? Sadece “parti içi demokrasi” sorunu mu muhalefet etme nedenleri? Böyleyse, kuracakları yeni parti, emekçiler açısından, en az CHP kadar aldatıcı olmayacak mıdır? Ülke ve kuşkusuz en başta emekçiler kriz içinde kıvranır, Türkiye’nin tüm kaynakları haraç mezat satışa çıkarılır ve örneğin enflasyon artışı % 45-50 öngörülürken işçilere % 10-15 zam artışı ile yetinmeleri fetvası kesilirken, ekonomi ve siyaset Düyunu Umumiye’yi mumla aratacak bir Amerikancı yönetimin elindeyken, artık “Zeytin dalları” ile yapılacak umut tacirliğine kimin pabuç bırakacağı sanılıyor? Üstelik ülke tarihinde ilk kez “iki program”, uluslararası ve işbirlikçi sermayenin programı ile emeğin ulusal programı, tüm toplumsal çatışmaya yön vermek üzere karşı karşıya gelmişken, harekete geçirici tek kaygısı “Baykal karşıtlığı” ve “sol birlikçilik” olduğu görülen zeytin dalları sallayanın elinde kalacak demektir.
Yine de burada dikkat çekilmesi gereken bir tehlike var. İki programın karşı karşıya gelişini bulandırıp saptırmak üzere emperyalistler ve işbirlikçilerinden destek alıp halkın arasına salınacak “Zeytin dallarının, burjuvazinin en az yüz yıllık örgüt ve yönetme alışkanlığı üstünlüğünden ve Emek Platformu’nun sallantılı bileşenleriyle henüz oturmamışlığından güç alarak yaratabileceği olumsuzluklar karşısında uyanık olunmak zorundadır.
80 küsur yıllık burjuva örgüt ve alışkanlık birikimiyle CHP kaynaklı olup bitenler bir yana, “Gökkuşağı” projesiyle “sol” sendikalarda “sosyal demokratlar ve sosyalistleri” bir araya getirmeyi öngören ÖDP’ye ne demeli? Hangi sosyal demokratlar? Muhalifler olmalı. Onlarla hangi zeminde, neyin etrafında birlik? Emek Platformu bir kez ulusal bir programa sahip olduktan sonra, artık bu programda ifade edilen taleplerin daha gerisinde bir program ve talepler etrafında birlik oluşturmak, ÖDP’liler de kabul edecektir ki, abes olur; hareketin gerisinde kalır, kitlelere verecek bir şeyi olmaz, örneğin bir umut yaratmaz, çekim merkezi oluşturmaz. Yoksa “sosyal demokratlarla birlik”, programa dayanmayacak ya da belirli talepler için bir mücadele birliği olmayacak mıdır? Örneğin yalnızca seçimler için bir birlik mi? Bu halde seçimlerde oy ne için istenecektir? Belirli bir programa ya da en azından vaatlere değil mi? Bunların da belirli talepleri karşılaması gerekmeyecek mi? Böyle olmayacak ve örneğin sadece bir “sol birlik” olarak gerçekleşecek bir seçim birliğine, kendi talepleriyle ilişkisini kuramayacak emekçilerin neden ve niçin oy vermesi beklenecek?
Eğer “Zeytin Dalı”cılar ya da onların bir grubu, özelleştirmelere, sanayinin, tarımın ve hayvancılığın öldürülmesine, borçlanma ve vergi vb. politikalarına karşı tavır alarak, IMF-DB programına destek vermek yerine IMF karşıtı ulusal programı destekleyecekse, onların da bu program etrafında oluşmakta olan birliğe katılmasına kimse karşı çıkmayacaktır. Ama “birlik sosyal demokratları da kapsamalı” ya da “sosyal demokratından sosyalistine kadar sol birlik” teziyle, taleplerini savunmaya yönelen bir grup sosyal demokratın IMF karşıtı program etrafında oluşmakta olan birlik içinde yer alması ve talepler etrafında birlik tezi, iki farklı ve birbirine zıt anlayışı ifade eder. Mücadele talepleri etrafında birlik ve başka herhangi kaygılarla birlik; emekçiler ve çıkarları bakımından, birincisi gerçeklere ikincisi büyüye dayalı iki farklı birlik tutumudur. İlki emek karakterlidir, diğeri burjuva.
Şu net olmalıdır ki, birlik sorununun özü, geniş emekçi kitlelerin birleştirilmesidir ve bu nedenle ancak etrafında geniş emekçi kitlelerin birleşebilecekleri, bu kitlelerin ortak çıkarlarını yansıtan ortak talepler ekseninde gerçekleşebilir.
Başka herhangi tutumla esas olarak bir dizi siyasal örgüt arasında birlik sağlanabilir, ittifaklar ya da tam birleşmeler gerçekleştirilebilir. Bu tür birlikler, belirli ilkeler etrafında olabilir. Örneğin öngörülen “sosyalistlerin birliği” ise, Marksizm’in temel ilkeleri, “sosyalist grup ya da örgütlerin” birleşmesinin temeli olmalıdır. Başka türden parti ya da örgütler başka ilkeler etrafında birleşebilir. Burada da önemli olan, bu tür, emekçilerin aktüel programı ve ona hayat veren taleplerle sınırlı olarak gerçekleşmeyen birliklerin, eğer bugünkü birlik ihtiyacını karşılamak üzere ileri sürülüyorlarsa ve eğer sermaye karşıtı ve “emek yanlısı” olduklarına dair iddiaları varsa ve bunun da ötesinde, toplumsal hareketin ileriye doğru gelişmesine katkıda bulunacaklarsa, mutlaka, emekçilerin aktüel taleplerinin savunulmasını içermeleri gereklidir. Daha ötesinde, emekçilerin kurtuluşunun ihtiyacı olan daha ileri talepleri de savunabilirler, ancak, örneğin bugün için, asgari ölçüde, aktüel olarak Emek Platformu’nun benimsediği talepleri savunmaları zorunludur. Yukarıda sözü edilen “Marksist birlik” için de böyledir. Eğer gerçekten “Marksizm’in temel ilkeleri etrafında” bir “birlik” sözü ediliyorsa, bu “birliğin” programının sosyal kurtuluşu ve bunun için acilen gerekli olan talepleri savunmuyor ve bu taleplerden hareket etmiyor olması düşünülemez. Dolayısıyla bu açıdan da, “sol” ya da “sosyalizm” adına birlikler ileri sürülerek, bu birliklerin, “sosyal demokratlarla birliği” öngörmesi ama emekçilerin talepleriyle ilişkisiz tasarlanması olanaksızdır.
Bunun dışında “birlikler” olamaz mı? Kuşkusuz olabilir. Ama bunların bugünkü birlik ihtiyacını karşılaması beklenemez. Sınırlı amaçlı güç birlikleri olarak oluşabilecek bu tür birliklerin, geniş emekçi kitlelerin birleştirilmesinin alternatifi olarak sunulmaması koşuluyla, yararı da olabilir. Henüz emekçilerin etrafında birleşme eğilimi içine girmedikleri belirli talepleri gündeme sokmayı, kuşkusuz emekçileri ve birleşik mücadelelerinin ilerletilmesi ihtiyacını görmezden gelmeden, bu tür birlikler üstlenebilir. Ama hepsi bu kadar.
TALEPLER VE BUGÜNÜN İHTİYACI OLAN BİRLİK
Emekçiler, emek hareketi ve taleplerine ilgi duymayan burjuva tutumların örnekleri, “Zeytin Dalı” ya da “Gökkuşağı” projelerinde dile gelenlerden ibaret değil. Amaçları arasında “Dünyamızda ve ülkemizde demokrasiyi savunmak”, “Eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarını tüm insanlık için hak kabul etmek” gibi başlıklar yanında insanların, kadınların, ulusların, kültürlerin haklarıyla, çevrenin korunmasını savunmak bulunan ama sadece emekçilerin haklarının savunulmasına yer vermeyen “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi”, emekçiler ve talepleri karşısında ilgisiz birlik projelerinden bir diğeri. “Demokrasi güçlerinin bir araya getirilmesine zemin oluşturmadı görev edinen bu dernek girişiminin “Gökkuşağı” projesiyle sahip olduğu ortak anlayış, demokrasi güçlerinin belkemiğini oluşturan işçi ve emekçilerin talepleri karşısında tamamen sessiz kalırken CHP’ye -hem de “Zeytin Dalı”na ya da “Yeni Oluşum”a da değil- çağrı çıkararak sosyal demokrasi ile birlik çabası içinde olmasıdır. İP’in sosyal demokratlarla (ve kuşkusuz askerlerle) -demokrasiden çok- “Türkiye için” birlik öngörmesi de, aynı burjuva anlayışın ifadesidir, iki diğer örnek de, “ekonomizm” vb. suçlamalarıyla, IMF programına karşı, üstelik kendileri bir alternatif program oluşturmaya girişerek, kendi talepleriyle mücadeleye atılan emekçiler ve taleplerine ilgisiz duran ÖDP’nin bir muhalif ekibi ile SİP’tir. ÖDP muhalifleri dernek girişimi kapsamında kadın ve çevre vb. haklarını savunmanın ekonomizm değil ama politika yapmak olduğunu, demokrasiyi savunmanın yeteceğini düşünüyor ve bu nedenle emekçilere ve taleplerine yakınlık duymuyor olmalı! SİP ise, “yaşasın sosyalizm” diye bağırmanın yanında, örneğin Newroz gösterilerine katılmakla ve Nâzım Hikmet üzerinden “Sevdalınız Komünisttir” içerikli “yüksek politika” yapmakla yetinerek, emekçilerin taleplerine bulaştığında düşebileceği “ekonomizm” tehlikesinden kurtulduğunu düşünüyor olmalı!
Sendika bürokratlarının yanı sıra, hem de “işçi”, “halk”, “özgürlük”, “sosyalist.” vb. sıfatları kullanan bunca muhalif bolluğunda, insanın, henüz aydınlanmalarının başında olan işçi ve emekçilerin “yahu, biz mi yanlış yapıyoruz, yoksa bu dünya emek-sermaye olarak bölünmemiş mi, bu düzen emek-sermaye karşıtlığı üzerine oturmuyor mu?” düşüncesine kapılıp yürümeye yöneldikleri yolu terk etmemelerine şaşası geliyor!
Kuşkusuz emekçilerin kendi bağımsız hareketlerini geliştirme yoluna girmelerinin şaşırtıcı olmayan birkaç nedeni var. Birincisi, emekçileri her yönden tahrik ederek kendi yollarında yürümeye iten çok güçlü bir nesnel temel ve uluslararası ve işbirlikçi sermayenin saldırıları var. “Aşağısı” “eskisi gibi yaşayamayacak” biçimde köşeye sıkıştırılmıştır. İkincisi, HADEP dışta tutulduğunda, diğerleri emekçilerden hem pek kopuktur, hem de marjinallik nedeniyle zaten çok cılız çıkabilen sesleri, kopukluğun da etkisiyle, emekçilere pek ulaşmamakta ve olumsuzluklarını onlara aktaramamaktadırlar. Bu bir ölçüde ve şimdilik “Zeytin Dalı”cılar için de geçerlidir. Ancak önceden söylendiği gibi, bu ekip birikimlidir, yakın gelecekte tehlikeli bir etki yayma ihtimali bulunmaktadır ve tedbirli olmak gereklidir. Ve üçüncüsü, örgütsel bakımdan geniş emekçi yığınları henüz kucaklayamamış olsa da, emek hareketi karşısındaki tutumu ve politikalarının netliğinden de kaynaklanarak, özellikle emeğin ileri kesimleri üzerindeki politik etki gücü yüksek olan ve tüm gücüyle emek hareketinin içinden yürüyen emeğin devrimci partisinin -emeğin ulusal programının oluşturulmasına katkısı da içinde olmak üzere- aydınlatma faaliyeti, emekçilerin kendi bağımsız yollarında yürüyüşlerinin küçümsenemeyecek bir etkeni durumundadır.
Bu nedenle de, özellikle ileri işçi kesimlerinden başlayarak, emekçilerin kafalarının açık olması ve hareketin gelişmesi sürecinde öyle kalması, tayin edici önemdedir. Kuşkusuz, başta ÖDP olmak üzere, bir dizi siyasal örgütün emek hareketi karşısında gerekli pozisyonu almaya eğilim göstermeleri de önemlidir. Yazımızın amacı da, zaten, başta birincisi olmak üzere, bu ikisidir.
Peki, bugün ihtiyaç olan ne tür bir birliktir? Demokrasi güçlerinin birliği mi? Bunun gereksiz olduğunu kimse söyleyemez. Bağımsızlık ya da antiemperyalizm güçlerinin birliği mi? Bunun da gereksiz olduğunu kimse ileri süremez. Barış güçlerinin ya da Türk ve Kürtlerin birliği mi? Bunun gereksizliğini ileri sürebilme olanağı da yoktur. Böyle uzatılabilir. En son olarak, sosyalistlerin birliği mi? Bu, ayrı ve ayrıntılı bir tartışma konusu olabilir; ancak en azından bugünün konusu gözükmemektedir.
Sonuncusu da içinde olmak üzere, sayılan tüm birlik türlerinin gelip dayandığı bir nokta bulunuyor. Bağımsızlığın da, demokrasinin de, barışın da asıl güçleri, en başta işçiler ve emekçilerdir. Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda ve artık bu çağda, uluslararası ve işbirlikçi burjuvazi ve tekelci sermayenin gericiliğin temelini oluşturduğu ve ne demokrasi ne bağımsızlık ne barış ve ne de ileriye doğru herhangi bir başka adımın atılması konusunda kendilerinden hiçbir şey beklenemeyeceği durumda, sorun olanca çıplaklığıyla ortadadır. Artık işçi sınıfına ve emekçilere, onların mücadelesine dayanmayan bir demokrasi mümkün olmadığı gibi, bağımsızlık ya da gerçek bir barış da mümkün değildir. Sosyalizm ise hiç değildir.
Buradan bakıldığında, eğer “demokrasi”den amaçlanan tanınmayacak hale getirilmiş bir “demokrasi” büyü ya da aldatmacası, örneğin bugünkü Türkiye “demokrasisi” (!) ya da Kopenhag vb. kriterleri adına, son derece güdükleşip gericileşmiş “Avrupa demokrasisi” değilse ya da bağımsızlıktan murat edilen Derviş’in programına “ulusal” adını takması gibi bir sahtecilik değilse, barış dendiğinde amaçlanan ezen ve ezilenin aynı statülerini koruyarak varlıklarını sürdürmesi ama ezenler önünde diz çökülmesi yoluyla onlarla anlaşılması değilse, yine her şey çırılçıplak önümüzde durmaktadır. İster demokrasi, ister bağımsızlık, isterse barış açısından ele alınsın, iş, gelip işçi sınıfı ve emekçilere, onların mücadelesinin taleplerine dayanmaktadır. Demokrasiyi, bağımsızlığı ve barışı gerçekleştirecek olan işçi ve emekçilerin mücadelesidir ve sorun, bu mücadelenin ülke çapında -ve uluslararası destekleriyle- birleştirilmesidir.
Dolayısıyla hangi yönden ele alınırsa alınsın, günümüzde toplumsal mücadele, işçi ve emekçilerin mücadelesi olarak şekillenmek zorunda ve durumundadır; zaten de öyle olmaktadır. Demokrasi ve hukukun bulunmayışı, ülkenin kaynaklarının giderek artan oranlarla dışarıya hortumlanması, tekel kârlarının garanti edilmesi amacıyla yapılan dayatmalar, ulusal ekonominin çökertilmesi, baskı ve zorbalık vb. tümüyle ve en başta işçi ve emekçilere hayatı zindan etmekte ve onların çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştirmektedir. Bu nedenle, en başta ve başlıca tepkinin onlardan gelmesi ve emek hareketinin gelişmesi son derece doğaldır. İşte bu noktada, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin, emek hareketinin gelişme dinamiklerinin yanında talepleri önem kazanmakta; hareketin birliğinin ihtiyaçları ve koşullarıyla soruna yaklaşım tayin edici olmaktadır.
Ancak şurası nettir: farklı kaygılar yoksa demokrasi güçlerinin birliği de amaçlansa, bağımsızlık güçlerinin ya da barış güçlerinin birliği de, ilk elde birleştirilmeleri ihtiyacı gündeme oturan, işçi ve emekçi kitleleri olmakta ve onları ülke çapında birleştirebilecek nitelikte ortak talepler ve bu taleplerin geniş kitlelerce benimsenmesi için aydınlatma faaliyeti, süreci belirler hale gelmektedir.
Burada “farklı kaygılar” konusu önem kazanıyor.
Örneğin “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi”nin emekçilerin hak ve taleplerinin savunulmasına amaçları arasında yer vermemesi, basit bir unutkanlık mıdır? Yoksa barış ve demokrasi sorununu, bilinen “demokratik cumhuriyet” perspektifiyle “yukarıdan” çözümleme anlayışının doğrudan sonucu mu? “Demokrasi”yi savunacaksak, “Demokrasiye gerçek kimliğini kazandırmak Avrupa Topluluğuna uyum çalışmalarının yoğunlaştığı, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklandığı bu süreçte acil bir önem kazanmıştır” yaklaşımıyla savunabilir miyiz? Bu yaklaşımla, demokrasi güçlerinin ayaklarının altındaki zemin kaymakta, demokrasi sorunu, kuşkusuz işçi ve emekçilerin talep ve mücadeleleriyle bağı koparılarak, Avrupa’ya, emperyalist güçlerin himmetine havale edilmektedir. Dolayısıyla demokrasi güçlerinin böyle bir “demokrasi”yi savunmasına gerek kalmamaktadır. Hem zaten sorunu Avrupalılar çözeceği için hem de onların çözeceği demokrasi sorunu çerçevesinde emekçilere sömürülüp ezilmeye katlanmaktan ve bunun için bir de üstelik sermayeye yedeklenmenin tazelenmesinden başka bir yer ayrılmayacağı için.
Ama bu “demokrasi” demokrasi değildir ve onun için mücadele etmeye değmez. Bu amaçla öngörülen bir birliğin de, kuşkusuz demokrasi güçlerinin birliği ile uzaktan yakından bir ilişkisi olamaz.
Tercihi doğru yapmak zorunludur: Demokrasi ya Avrupa’ya dayanacaktır ya da işçi ve emekçilere. Birincisinin büyü ya da halüsinasyon olduğu kesindir. İşçi ve emekçiler ise, bugünden belli başlı demokratik talepleri de kapsayan bir mücadele programıyla kendilerini ortaya koymaktadırlar.
Avrupacı bir “demokratizmle” neden -üstelik muhaliflerinin bile değil de- CHP’nin “demokrasi güçlerinin birliği”ne davet edildiği, kolaylıkla açıklanır oluyor.
İşçi ve emekçilerin ise, farklı ve kendi bağımsız yollarından yürümekte oldukları ortadadır. Sorun, bugünden bağımsız gelişme yoluna giren emek hareketinin demokrasiyi kazanma talebini de kapsamak üzere ilerletilmesi olmaktadır. Bu olabilir bir şeydir. Emek hareketi bugününden demokrasiyi kazanma konumuna ulaşabilir. Ama “Dernek Girişimi”nin, yaklaşımını değiştirmedikçe, ağzıyla kuş tutsa, hiçbir zaman demokrasiyi kazanma pozisyonuna ulaşabilme imkânı bulunmuyor.
“Dernek Girişimi” ve benzerleri açısından geriye şöyle bir sorun kalıyor: İşçi ve emekçileri kapsamaya kapalı olan (çünkü onları kucaklayacak taleplere yer vermeyen) birlik projesi olarak bu “girişim”, doğal ki, geri kalanlar açısından da, gerçekten demokratik güçler bakımından elverişli bir birlik zemini sunmamaktadır. Böyle bir zemine, örneğin Avrupacı globalist, IMF programını alternatifsiz bulan, özelleştirme yanlısı CHP ayağını basabilecektir. Peki, başkaları? Devrimci olanlar bir yana, ilerici demokratik güçler bile, bu zeminde ayaklarını sağlamca basacakları bir yer bulamayacaktır.
Bu “girişim”e kaynaklık eden bir politik tutum olduğu kuşkusuzdur. Ve bizce asıl sorun, bu tutumun irdelenmesidir. Bunu bu yazı kapsamında yapmayacağız. Ancak “girişim”in, bilinen “demokratik cumhuriyet” ve “ne olursa olsun barış” politikasına dayanaklık edecek ve bu yönelimi besleyip destekleyecek bir yan yana geliş ve anılan tutum açısından bir dayanışmaya araçlık etmek üzere tasarlandığı ortadadır.
Ve büyü ihtiyacı, “demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi” öngörüsünden değil, ama bu politik amaç ve yönelimden kaynaklanmaktadır. Yoksa gerçek bir demokrasi kavgası için demokrasi güçlerinin birliği öngörülse ve demokrasi sorunu “demokratik cumhuriyet” politikasının çıkmazına sıkıştırılmaya uğraşılmasa, aşılamayacak bir sorun ve içinden çıkılamaz bir tartışma oluşmayacaktır. Bu durumda, öngörülecek gerçek demokrasi kavgasının kendi gerçek ve asli güçlerine dayanması gerektiği kolaylıkla teslim edilecek; sorun, demokrasinin nesnel güçlerinin, işçi ve emekçilerin, aynı zamanda bu mücadelenin öznesine dönüştürülmesi bakımından yapılması gerekenlerle, bu süreci mümkün kılmak üzere başlanması gereken doğru yerden, yani nesnellikten, yani bir araya toplanmaya yönelen işçi ve emekçiler ve onların demokrasinin kazanılmasını dışlamak bir yana kapsaması doğal olan taleplerinden başlanmasına kolaylıkla indirgenebilecektir.
“Solcu” çocukluk hastalığı ile malûl olmayan, halkı kazanma konusunda pratik deneylere sahip HADEP çıkışlı bir “girişim”le, böyle bir sorunun çözümü, örneğin SİP’le kıyaslandığında, oldukça kolay olurdu. Ancak sorun, demokrasi güçlerinin birleştirilmesi isteğinden değil, ama “demokrasinin” tanımından ve “demokratik cumhuriyet” politikasıyla “demokrasi”nin demokrasi olmaktan çıkarılmasından kaynaklandığından ve “demokrasi güçlerinin birliği” içeriği boşaltılmış güzel bir laf olmaktan öteye gitmediğinden, bu politik yönelim değişmedikçe, tartışma içinden çıkılmaz hal almaktadır.
ORTAK, LOKAL VE SOMUT YA DA SOYUT TALEPLER VE BİRLİK
Birliğin, emekçi kitlelerin birliği olarak kavranması zorunluluğu ve emekçilerin etrafında toplanabilecekleri kendi talepleri temelinde gerçekleşebilir olduğu netleşince, geriye bir tartışma konusu daha kalmaktadır.
Ülke çapında bir birlik için ne tür talepler ileri sürülmelidir.?
Öncelikle değinilmesi gerekenler var.
Emek hareketi ve toplumsal muhalefetin ilerleyişinin düz bir çizgi izleyebileceğini ve üstelik bütünüyle önceden öngörülmüş mükemmel bir tasarıma uygun gerçekleşebileceğini, ancak ahmaklar hayal edebilir. Hareketin şurada burada lokal eylemler, bazı lokal eylemlerin belirli ve hatta önemli destekler bularak genişlemesi, bazen de ülke çapında hatta neredeyse “bir çırpıda” bir “sosyal patlama” biçiminde yayılması, arada şu ya da bu ölçüde birleşik eylemlerin ortaya çıkması, eylemlerin farklı lokal taleplerle, kimi durumda birleşik eyleme dönüşmeye yatkın kimi durumda da lokal kalan eylemler olarak, genellikle başlangıcında ekonomik ama kimi zaman ve özellikle gelişmesinin ileri dönemlerinde belirli siyasal taleplerle ilerleyeceği söylenebilir.
Burada, bir devrimci parti açısından önemli olan, tüm hareketi belirli bir kalıp içine sıkıştırmaya çalışmak ve masa başından bunun formüllerini önermek değil, ama hareketin kendisini ortaya koyan ihtiyaçlarına yanıt vermek ve hareketin birleşik bir eyleme dönüşmesi için gereken katkıyı yapmaktır ki, bunun da yalnızca isteğe bağlı olarak gerçekleştirilebileceğini kimse sanmamalıdır. Hangi talep üzerinden gelişebilecek hangi eylemin, lokal olarak ortaya çıksa da, nereye kadar ilerleyebileceğini kimse önceden bilemeyeceği gibi, hareketin geçişleri ve kritik dönüşümlerinin hangi koşullarda ve hangi talep ya da talepler ve eylem ya da eylemler üzerinden gerçekleşeceğini tahmin etmek olası değildir.
Ancak, hareketin ilerleyişi çok yönlü değişkenler ve bilinmeyenlerle dolu olsa bile, hareket bütünüyle bir bilinmezlikler toplamı da değildir. Bilinebilir faktörler kuşkusuz vardır. Örneğin hareketin dağınıklığının giderilmesi, bilinç ve örgüt düzeyinin yükselmesi; kendi gücü, sermayenin güçsüzlüğü, saldırılarının üstesinden gelinebilirliği, ülkeyi ve ekonomisini batırmakta olduğu ve en önemlisi “işin başa düştüğü” gibi konularda fikir birliğinin oluşması, bunun bir programa ve program etrafında birliğe götürmesi, giderek siyasallaşması; birleşik eylemi geliştirici ve olanaklarını artırıcı, hareketin istikrarını ve sürekliliğini sağlayıcı, dolayısıyla sonuç alıcı olacaktır. Bugün Emek Platformu’nun benimsemekte olduğu IMF karşıtı emeğin ulusal programı daha şimdiden şu soruyu gündeme sokmaktadır: Bu programı siyasal olarak kim gerçekleştirecek? Dolayısıyla siyaset, bugünden işin içine girmiştir ve hareketin gelişimi, siyasal eylemi daha fazla ihtiyaç haline getirecektir. Sonuç olarak, zorlamalarla iş çığırından çıkarılmadığı ve muhtemel saptırma ve dağıtma çabaları püskürtülebildiği ölçüde, mücadelenin iktidar mücadelesine bağlanması olağandışı olmayacaktır.
Özetle; lokal eylemler ve dayanağı lokal talepler kuşkusuz reddedilemez. Ancak talep ve eylemlerin lokal kalması, dağınıklığın sürmesi ve hareketin istikrarsızlığının devamı doğal ki savunulamaz. İşçi ve emekçilerin, dış merkezlerde oluşturulan bir programa bağlanmış ve hükümet eliyle yürütülen, başlıca kendilerine yöneltilmiş sermaye saldırganlığının üstesinden gelebilecek yetenekte bir birleşik eyleme, bu amaçla birleşmeye, hareketin istikrarını sağlamanın garantisi olarak siyasallaşmaya ihtiyacı olduğu kesindir.
Emek Platformunca benimsenmekte olan IMF karşıtı emeğin ulusal programı, bu açıdan önemlidir.
Konumuz bakımından önemli ve bu programla doğrudan bağlantılı olan, birleşik emek hareketinin üzerinde yükseleceği taleplerdir.
İşçi ve emekçileri ülke çapında etrafında birleştirebilecek ve birleşik eylemlerinin üzerinde yükseleceği talepler, ne türden talepler olabilir?
Bunlar bellidir, şimdiden geniş kitlelerce benimsenmektedir.
Birincisi, bu talepler, emekçilerin geniş” kitlelerini ulusal çapta birleştirebilmesi bakımından, tüm emekçileri, çalışma ve yaşam koşullarıyla dolaysızca etkileyen ve mesleki, bölgesel, etnik, düşünce ve inanç vb. farklılıklardan değil ama ortak sorunlardan kaynaklanan ortak talepler olması zorunludur. Lokal eylemleri de kucaklama yeteneğinde, ama lokal sorunlarla sınırlanmamış, işçiden esnafa, küçük üretici köylüden memura emekçilere yöneltilmiş sermaye saldırısının herkes için ortak olan içeriğini karşılayan ve ortak çıkış yolunu ifade eden talepler, bu niteliktedir. Örneğin şu ya da bu devlet işletmesinin satılması ya da kapatılmasına karşı ileri sürülmüş taleplerden öte; özelleştirme politikasını hedef alan, “özelleştirmeler durdurulsun”, “zarar eden kamu işletmeleri desteklensin” ve “ulusal bir sanayileşme politikası izlensin” talepleri “tarımın ve hayvancılığın desteklenmesi” talebiyle bir arada ileri sürülmesi, etrafında sadece özelleştirmeden zarar gören işçileri değil ama bütün bir emekçi halkı birleştirme yeteneğinde olacaktır. Bu durumda, TEKEL’in özelleştirilmesine karşı, TEKEL işçisi ve memurundan tütün üreticisine, hatta bu işletme ürünlerinin tüketicisine kadar geniş bir kesim birleşirken, aynı şey TELEKOM, enerji santralleri vb. vb. özelleştirmelerinden etkilenen geniş kesimler açısından da söz konusu olacak, sonuçta genel olarak özelleştirme politikasından zarar gören bütün bir halkın birleşmesi mümkün olacaktır. Bu talepten hareketle, TEKEL ya da TELEKOM işçileri, kendi işyerlerinde kendi işletmelerinin özelleştirilmesine karşı talepleriyle kendi somut eylemlerini geliştirebilecekleri gibi, mücadelelerini, başka işletmelerin işçilerinin, memurların ve küçük üretici köylülüğün vb. eylemleriyle birleştirme ve birleşik eylemde bulunma olanağına sahip olacaklardır. Örnekler sürdürülebilir.
İkincisi, bu taleplerin etrafında geniş kitleleri birleştirebilmesi bakımından net, anlaşılır ve dolayısıyla somut olması zorunludur. Geniş kitlelerin değil ama dar grupların çıkar ve sorunlarını ifade eden taleplerin yanı sıra, bugün içinde bulundukları bilinç düzeyi bakımından, kitlelerce henüz kabul görmeyecek, dolayısıyla yarın değil ama bugün için geniş kitleleri birleştirme yeteneğinde olmayan talepler, bugün ileri sürülmemesi gereken taleplerdendir. Ve tersine, toplumsal gelişmenin ihtiyaçlarını karşılaması koşuluyla, geniş kitleler için kabul edilebilir olan ve kesintisiz sürdürülecek aydınlatma faaliyeti ile birlikte, uğruna yürütülecek mücadele içinde kendi gücünü görecek, eyleminin ve programının doğruluğunu sınayacak, kitleleri, daha ileri talepler uğruna mücadelelere hazırlayacak ortak talepler, şu an ileri sürülmesi gereken talepler durumundadır. Bu talepler, “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi”nin tasarladığı biçimde, genel “demokrasi” ve “hukuk” ilkeleri uğruna ileri sürülebilecek talepler ya da “her türden ırkçılığa ve şovenizme karşı olmak” talebi gibi kavramsal ve soyut değil ama örneğin iç ya da iç ve dış borçlar ertelensin gibi somut, herkes tarafından niçin ihtiyaç duyulduğu sorusunun yanıtıyla birlikte anlaşılır ve birleştirici talepler olmalıdır.
Kimse, demokrasi mücadelesine karşı çıkılıp yine “ekonomizm” yapılıyor diye düşünmesin! Geniş kitlelerin henüz siyasal olarak aydınlanmamış oldukları bugünkü koşullarda, sözü edilen, tanımı, içeriği aydınlanmış çevreler bakımından bile tartışmalı ilke ya da prensiplerin, soyut ve kavramsal düzeyde emekçi kitlelerin etrafında birleşeceği talep olarak ileri sürülmesinin yanlışlığıdır. Yoksa örneğin söz ve basın özgürlüğü, siyasal ve sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması vb. gibi talepler, yeterince birleştirici ve kitlesel karakterli olduğu kadar somut ve anlaşılırdır.
Burada, “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi’nin eğilimine değinmek gerekiyor. “Girişim”, talepler olarak formüle etmediği ama amaçları arasında saydığı kavramsal düzeyde “demokratikleşme”nin çeşitli yön ya da bileşenlerini bir birlik zemini olarak tasarlamaktadır. Ama bunun anlamı, siyasal aydınlanmanın henüz geri bir noktasında olan toplumsal muhalefetin, kavramlara ve düşünce farklılıklarına göre bir kalıba dökülmek durumunda kalınacağı ya da birliğin yalnızca kavramsal düzeyde iş gören “ekipler” arasında öngörülmekte olduğudur. Bu, dar bir birlikteliktir ve doğal olarak, çeşitli düşünce, inanç vb. farklılıklarıyla ama sermaye saldırısına ve IMF programına karşı bir araya gelme eğilimi gösteren geniş emekçi kesimleri dışlamış olmaktadır. Farklılıklarıyla birlikte yan yana gelen, ama maddi sorunlarından kaynaklanan ortak talepleri etrafında toplandıkları için, süreç içinde örneğin düşünce farklılıklarını aşabilmenin koşullarını yaratmakta olan emekçi kitlelerin dışlanması ya da en iyi olasılıkla aydınlanmış kesimleriyle birleşirken geri kalan kesimler dışlanarak emekçilerin bölünmesi, bu “Girişim” ve kavramsal soyut yaklaşımının kaçınamayacağı bir sonuçtur. Şimdi yapılması gereken, geniş kitlelere örneğin “her türden ırkçılığa ve şovenizme karşı olma”yı dayatıp onları, geniş kesimi karşı cephede kalmak üzere bölmek midir; yoksa sorulduğunda hâlâ örneğin “MHP’liyim” diyecek, bu partiye oy vermiş önemli bir kesimin de, MHP tarafından savunulup uygulanmakta olan IMF Programı’na karşı program etrafında toplanarak, bu partiyle cepheden karşı karşıya gelmesi ve bugün olmasa yarın, mutlaka, belki önce pratik, ama sonra siyasal ve ideolojik olarak da MHP ve onun ırkçı, şoven zararlı etkisinden kopması mıdır?
Kavramlardan ve düşünce farklılıklarından, ilkelerden hareket edilerek kitlelerin birliği tasarlanamaz. Geriye, siyasal grupların vb. birliği kalır ki, bu tür birlikler de, kitlelerin birleşmesini kolaylaştırmıyor, dolayısıyla emekçi kitlelerin mücadelesinin gelişmesine hizmet etmiyorsa gereksizdir, bir anlam ifade etmez.
DEMOKRASİNİN SAVUNULMASI, TALEPLER VE BİRLİK
Demokrasi savunulmalıdır. Bu, olmazsa olmaz. Neden olmaz? Demokrasi yokluğundan en başta emekçiler zarar görüyorlar. Örneğin uluslararası ve işbirlikçi sermayenin son saldırganlığı, ülkemizde demokrasi bulunmadığı için bunca pervasız yürütüldü, yürütülüyor. Öncekiler de öyle. Ve baskılar ve zorbalık, şimdi başlıca IMF-DB-ABD patentli sermaye programının uygulanmasına yönelik yürürlüktedir.
İşçi ve emekçiler demokratik taleplere sahiptir ve bunları kuşkusuz savunacaklardır, savunmalıdırlar. Emekçilerin devrimci partisi bu talepleri savunacaktır.
Önemli olan, demokrasi savunmasının, emekçilerin sorunu değilmiş gibi, kavramsal düzeyde ele alınarak, birtakım ilkelerin peşinde, emek hareketinin ilerleyişinden koparılmamasıdır.
ÖDP muhalifleri, SİP, marjinal dergi çevreleri gibi bir dizi grup, emekçilerin somut talepleri etrafında gelişen hareketin ilerletilme çabasını “ekonomizm” olarak suçluyorlar. Bazılarına göre devrim ve sosyalizm taleplerin başında yer almıyorsa, bazılarına göre de politika yapmak adına genel bir demokrasi edebiyatıyla yetinilmiyorsa ya da sanki matah bir şeymiş gibi “Avrupa demokrasisi” öngörülmüyorsa, orada “ekonomizm” var demektir!
Ekonomizm nedir? Ekonomik taleplerle sınırlanmak, emekçi kitlelerin uğruna zaten kendiliğinden mücadele ettikleri/edebildikleri bu taleplerden ötesini çeşitli burjuva mihraklara bırakmaktır. Ama başlı başına ekonomik talepler için mücadeleyi desteklemek, hiçbir biçimde ekonomizm olmaz. Sorun, bu talepler için mücadeleyi siyasal talepler için mücadeleyle birleştirip birleştirmemede, emek hareketinin siyasallaşması için gerekenleri yapıp yapmamadadır. Yoksa elbette ki, hareket somut taleplerden hareketle gelişecektir ve bu talepler arasında ekonomik talepler önemli bir yer tutacaktır.
Soru şudur? IMF-DB programı salt ekonomik bir program mıdır? Kuşkusuz hayır. Bu program, ekonomik bir temele sahiptir, ancak ülkenin bağımsızlığından demokratikleşmesinin önlenmesine kadar uluslararası ve işbirlikçi sermayenin egemenliğini pekiştirecek siyasal amaçlara sahiptir. Ülkenin emekçiler için bir cehennem, sermaye için ise cennet yapılmasını, emekçilerin tüm kazanılmış haklarının yanı sıra, bağımsızlığının da tümüyle gasp edilmesini ve gericiliğin egemenliğinin sağlamlaştırılmasını öngörmektedir. Peki, IMF-DB programına karşı mücadele ve bu mücadelenin bir karşı programa kavuşması ekonomizm midir? Olabilir de olmayabilir de. Ele alınışına bağlıdır. Salt ekonomik taleplerle salt ekonomik bir mücadele olarak ele alınırsa, öyle olur. Ama “solcu” akıl danelerin genel olarak IMF-DB programına karşı mücadelenin ekonomizm olduğunu ileri sürmeleri saçmadır. Bu, bırakalım ülkenin bağımsızlığı tümden yok edilsin, bırakalım bu programın uygulanması için zorbalık demokrasinin önlenmesini garanti etsin demektir.
Demokrasi mücadelesinin talepleri olarak ifade edilebilecek baskı ve zorbalığa karşı talepler, oysa tam da bu programın uygulanmasının zorunlu kıldığı baskı ve zorbalığa karşı taleplerden başka bir şey değildir.
Bu programın uygulanmasının ülkenin dikensiz bir gül bahçesine döndürülmesini zorunlu kıldığı, aksi halde uygulanamayacağı ortadadır. Örneğin sendikasızlaştırma hedefi, sendikalaşmak için mücadele eden işçilerin hemen işten atılmaları, karşı koyanlara cop vb. sallanması olmadan gerçekleşebilir mi? Özelleştirme ya da sendikasızlaştırmanın siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü ayaklar altına alınmadan ilerletilmesi olanaklı mı? Kitlelerin IMF-DB programına razı edilmeleri, basın özgürlüğünün üstünde tepinilmeden olabilir mi? Bu programa karşı gösteri ve eylemler yasaklanmadan, dağıtılmak üzere saldırı konusu edilmeden, bu program nasıl uygulanacaktır? Son birkaç ayda bunların örneklerini yaşamıyor muyuz? “Uç örnek” olarak, F tipi cezaevlerinin de, yalnızca marjinal çevreler için gündeme sokulmadığı tahmin edilebilir.
IMF-DB programının uygulanması, baskı ve zora ihtiyaç göstermektedir. Uyanmaya başlayan emekçiler bu programa muhalefet ettikçe, bu ihtiyaç da artacaktır. Bu nedenle sermayenin IMF-DB programı doğrultusundaki saldırganlığına karşı mücadele, aynı zamanda, bu programın zorunlu ürünü ve bileşeni olan baskı ve zora karşı mücadeleyi kapsamak zorundadır. Ne IMF-DB programı salt ekonomik bir programdır ne de bu programa karşı mücadele salt ekonomik bir mücadele olabilir.
Ama şu doğrudur ki, bugün baskı ve zor, bu programın amaçlarına uygun olarak somutlanıp şekillenmektedir. IMF-DB programına karşı mücadele de, buna uygun gelişmek durumundadır. Bu mücadele, soyut demokrasi ilkeleri uğruna mücadele olamayacağı gibi, henüz bir demokratik devrim programı uğruna mücadele de olamıyor. İşçi ve emekçilere, siyasallaşmalarının bugünkü düzeyinde, demokrasiyi kazanma mücadelesinin yolunu açacak, bugünkü somut taleplerinden kalkman bir program gereklidir. Bu, en başta, bugünün mücadeleci ve mücadeleye atılma eğilimi gösteren emek güçlerinin kitleleri, henüz bir demokratik devrime hazır olmadıkları ve ama hazırlanmaları gerektiği için böyledir. Bu somut olgu gözetilmek zorundadır. Bu açıdan, bu programın, emekle sermaye arasındaki bugünkü kapışmada emekçilerin somut ihtiyacına yanıt vermesinde anlaşılamayacak şey yoktur.
Aynı nedenlerle, bu programın talepleri arasında, özellikle somut ve bugün için kitleleri etrafında birleştirme yeteneğinde olan bir dizi baskıya karşı mücadele taleplerinin öncelikle yer alması da, anlaşılır olmalıdır. Geniş kitleleri ilgilendiren, dolayısıyla onları etrafında birleştirebilecek ortak talep durumunda olabilecek baskılara karşı mücadele kuşkusuz öncelikli olmalı ve mücadele içinde kitlelerin baskının kaynağına, sisteme karşı mücadeleye, iktidar mücadelesine hazırlamasını kolaylaştırmalıdır. Bu hazırlık için aynı zamanda, sürekli bir aydınlatma faaliyetinin yürütülmesi gerektiği kuşkusuzdur.
Artık uzatmaya gerek yok, anlaşılması gerek ki, laf salatası bir “ekonomizm” tartışmasına değil, bir mücadele programına ve bunun dayanağı olacak mücadele taleplerinin bu programının maddeleri olarak formüle edilmesine ihtiyaç var. Emekçi kitleleri, bugünlerinden alıp yarınlarına taşıyabilecek somut bir mücadele programı; bugün ihtiyaç budur. Emekçi kitlelere ve -somut ve sosyal kurtuluşlarına ilişkin- taleplerine yönelik ilgileri ve uyanmaya başlayan emekçilerin hareketiyle birleşip onu siyasallaştırma derdi olmayanlar, “ekonomizm” laflarıyla günlerini kurtarmaya ve gönül eğlendirmeye devam edebilirler! Emeğin politikacıları ise, bir yandan geniş emekçi kitlelerin ortak talepleri etrafında birleşmelerini kolaylaştırmak için üzerlerine düşeni yaparken, diğer yandan da bugün henüz geniş kitlelerin ilgilenmez göründükleri sorunların ve bunlara karşı mücadelenin kitlelerin gündeminde yer alması ve siyasallaşma düzeyinin yükselişi uğruna sürekli bir aydınlatma faaliyeti yürütecektir.
Son olarak Kürt sorunu-Emek Programı ilişkisine değinmek gerekiyor.
Ezilenlerin siyasallaşmasının bugünkü düzeyinin ihtiyacı olan mücadele programı, emekçilerin etrafında birleşebilecekleri program; demokratik devrim programı olmadığı gibi, onun bir bileşeni durumundaki Kürt sorununun çözümü programı da olamıyor. Kürt siyasal örgütlerinin de geri çektikleri UKKTH vb. talebini kapsayan bir ulusal ya da demokratik programın, bugün, etrafında Kürt emekçileri birleştirip birleştiremeyeceği bile tartışmalı hale gelmiştir. Ama böyle bir programın bugün Türk ve Kürt emekçileri birlikte bir araya toplamak açısından uygun düşmeyeceği söylenebilir. Bu durumda, etnik soruna vurgu yapmak yerine, Türk ve Kürt emekçilerin, emekçiler olarak ortak taleplerini hareket noktası olarak almak ve “barış”ı, ilk elde, örneğin “bölgede yaşamın normalleştirilmesi”, “OHAL’in kaldırılması”, “köye dönüşlerin önündeki engellerin kaldırılması ve zararların tazmin edilmesi” taleplerini öne sürerek savunmak; birleştirici olmak, halklarının kardeşliğinin ete kemiğe bürünmesinin ve mücadelenin gelişmesinin önünü açmak bakımından gerekli görünmektedir. Geri kalan “ulusal” içerikli talepleri seslendirmek için, emeğin devrimci partisinin de içinde yer alacağı çeşitli güçlerin ayrıca yürütecekleri bir mücadele kuşkusuz gerekecektir; ama bu tür talepleri emeğin ulusal programına sıkıştırmaya çalışarak ya da olmadığında Emek Platformu’nu görmezden gelen ayrı bir birlik “girişimi” oluşturarak, emekçi kitlelerin birleştirilmesi zora sokulmamalıdır. Ama sorun, Kürt emekçilerin de kurtuluşu değil, örneğin Avrupa ya da “demokratik cumhuriyet” yoluyla yeni “köprüler” kurmaksa, söylenecek laf kalmaz.
Bitirirken, altı çizilmelidir ki, uyanmakta olan işçi ve emekçiler, ülke tarihinde hiç olmadık biçimde birlik ve kendi güçlerine dayanan bir mücadele eğilimi içine girmişlerdir. Bu birlik ve mücadele eğiliminin ihtiyaçlarını gözetmek ve karşılamak, sosyalistlik iddiasında olanlar kadar ilerici, demokratik akımların da görevi olmak icap eder. Emeğin devrimci partisine düşen, bu ihtiyaçları karşılamak ve emek hareketinin siyasallaşması için elinden geleni yapmaktır. Ülke tarihinde ilk kez sermayenin programıyla emeğin programının karşı karşıya gelmesi, emekçiler açısından olduğu kadar “ilericiyim” diyen herkes açısından, alt ve üst sınıflarla ilişkilerinin pozisyonlarının değişikliğe uğramakta olduğunu gösteren ve değerlendirilmesi gereken bir yeniliktir. Bu durum, değerlendirilmelidir.
Mart-Nisan 2001