Sosyalizme karşı yürütülen çok boyutlu saldırının en büyük “zafer”i, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı devletlerinin çözülmesi olmuştu. Söz konusu devletlerin sosyalizmle ilişkisinin biçimsel bir karakter taşıdığı düşünüldüğünde, ilan edilen “zaferin sosyalizmin kesin yenilgisi anlamına gelmediği görülecektir. Konumuz açısından önemli olan, “kazanan” taraf olan ABD önderliğindeki emperyalist bloğun kurduğu “Yeni Düzen”in nitelikleri. Daha önce birçok kez tekrar edildiği gibi, bu düzenin temel niteliğinin, “tek kutupluluk” olduğu öne sürülüyordu. Uluslararası ilişkiler bakımından, bu tezin temelinde iki varsayım yatmaktaydı:
1. “Diğer kutup” olan SSCB (Rusya) ortadan kalkmıştır ve öngörülebilir gelecekte dünya sahnesinde kayda değer bir yeri olmayacaktır.
2. Zafer kazanan emperyalist blok, birlik ve bütünlüğünü koruyarak karşıtının bıraktığı hegemonik boşluğu, kum saatinin boş kısmına akan kum gibi, sorunsuzca dolduracaktır.
“Zafer”den yaklaşık on yıl sonra, varsayımlardan ikincisinin kesin olarak çöktüğü, her uluslararası gelişmeyle bir kez daha kanıtlanıyor. Emperyalist blok, “ortak düşman” olan SSCB’nin çözülmesi ve bu çözülmenin etkisiyle “iç düşman”ının (iktidarı hedefleyen işçi-emekçi hareketi ve emperyalizmden kurtuluşu hedefleyen ulusal hareketler) geçici de olsa bastırılmasının ardından, bütünlüğünü korumaktan çok uzak. Gerçekten de, “ortak düşman”ın ortadan kalkması, “muzaffer blok”un temel taşlarını oluşturan ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya arasındaki çıkar çatışmalarını şiddetlendirmiş, yetmiş yıl boyunca bastırılan hesaplar, yeniden masaya serilmiştir. 1991’de tüm dünya halklarına yönelik ezici bir gövde gösterisi ile Irak topraklarına ölüm yağdıran bu devletler ve müttefiklerinin, 16 Şubat’ta Bağdat’a düzenlenen son ABD-İngiltere saldırısının ardından adeta birbirlerine düşmesi, güncel bir örnek olarak önümüzde duruyor.
Acaba, “Yeni Dünya Düzeni” varsayımının diğer unsuru olan “Rusya’nın bir daha belini doğrultamayacağı” öngörüsü tuttu mu? Soruyu yanıtlamadan önce hatırlatmak gerek: ABD ve diğer “muzaffer” emperyalistler, son on yıl içindeki tüm adımlarını bu öngörüye dayanarak atmış, oldukça “hesapsız ve kaygısız” hareket etmişlerdir. Öyleyse öngörünün boşa çıkması, emperyalistler arası ilişkilerde yeni altüst oluşlara yol açacak, öngörü sahipleri açısından pahalıya patlayacaktır.
RUSYA’NIN BREST-LİTOVSK’U
SSCB sonrası Rusya; ekonomik, askeri, idari, siyasi ve toplumsal olarak tam bir çöküş devleti manzarası çiziyordu. Çöküşün boyutlarını kavramak için, “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan dönemin yenilgiyle sonuçlanmasının, günümüz Rus stratejistleri açısından “Rus Brest-Litovsk’u” olarak tanımlandığını aktarmak yeterli olacaktır. Gerçekten de, 1. Dünya Savaşı sonrası Alman emperyalizmi gibi, Sovyet sosyal-emperyalizmi de ağır bir yenilginin faturasıyla karşı karşıya kalmıştı. Faturayı “uzatan”, ABD ve müttefikleri idi ve bu faturada Rus ekonomisinin Batılı tekellere tabi kılınmasından Rus siyasetinin çeşitli yollarla etkisizleştirilmesine, “Amerikan yaşam tarzı”ndan “Batı tipi demokrasi “ye, dünyanın önemli bölgelerindeki “Rus etki küreleri”nin elden çıkarılmasına kadar bir dizi ağır “kalem” bulunuyordu.
Fatura, ABD tarafından hararetle desteklenen Boris Yeltsin ve kadroları tarafından ödenmeye çalışıldı. Ekonomi, IMF patentli “şok tedavi”lere endekslendi (Rusların deyimiyle bol şok, sıfır tedavi!), ülke yönetimi “Batı tipi demokratikleşme” adı altında hücre hücre bölündü, belediye yönetimleri dahi, neredeyse bağımsız, bölgesel dukalıklar halini aldı. Geleneksel “Rus etki alanları” olan Doğu Avrupa ve Kafkasya’da Batılı emperyalistler at oynatmaya başlarken, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’daki mevziler terk edildi. Kültürel ve düşünsel alanda dayatılan Amerikan egemenliği, ulusal kimliğin parçalanmasına kadar dayandı. ABD emperyalizminin saldırılarının ne kadar pervasız olduğunu gösteren traji-komik bir örneği aktaralım: Son yıllarda tüm dünyada ve elbette Rusya’da gösterime giren Holywood filmlerinin önemli bir bölümünde, {Kızıl Dalga, Çakal, Aziz, Altın Göz, Barışçı, Hava Kuvvetleri-1, Ronin, Blues Kardeşler 2000…) “düşman” olarak gösterilen mafya, soğuk savaş artığı çapulcu generaller, eski istihbarat ajanları, nükleer silah kaçakçıları ve kara-para aklayıcılarının tümünün ortak özelliği, “Rus” olmalarıdır. Bu tablonun madalyonun en azından bir yüzünü yansıttığı biliniyor, ama sorun, bu filmleri izleyen Rus gençliği ve halkının neler hissettiği!
AMERİKAN SALDIRISININ ANA HATLARI
ABD’nin Rusya ve onun “eski etki alanları” konusundaki küstahlığa varan politikasını, tanıdık bir isim, Bili Clinton döneminin dışişleri bakanı Madeleine Albright şöyle aktarıyor: “Amerika’nın buradaki yaklaşımı, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, ülkelerin, geçmişin bir işe yaramayan alışkanlıklarından kurtulmasına ve işbirliğinin, daha zengin, onurlu ve barış içinde bir ortak gelecek sağlayacağını kabul etmelerine yardımcı olmaktır. Bu ilke, Yeni Bağımsız Devletler’e yönelik destek programlarımıza da yansıyor: Demokrasiyi inşa etmek, ekonomik kalkınmayı teşvik etmek, silahlanmanın önüne geçmek, yargıçları eğitmek, kadınların statüsünü ilerletmek, temel insani ihtiyaçları karşılamak, Muskie bursları gibi akademik programları desteklemek için programlar bunlar… Sivil toplumu güçlendirme ve güçlü topluluklar yaratma çabalarımıza Yurttaşların Demokrasi Kurulu, Kardeş Şehirler, Açık Toplum Enstitüsü, Avrasya ve MacArthur Vakıfları ve diğerleri, yardımcı oluyor… Amerika için bile gelecek garanti altında değildir. Eğer sınırlarımızın ötesine bakmaya üşenirsek, varlığımızın hissedilmediği, değerlerimizin paylaşılmadığı, ürünlerimizin hoş karşılanmadığı ve yurttaşlarımızın güvende olmadığı bir dünyanın geliştiğini görebiliriz. Ama Bağımsız Devletler ve diğerlerinde layık olanlara yardımcı olma vaadimizi yenilersek, her yerde çocukların yurttaş ve katılımcı olduğunu, köklerini bir tarafa bırakıp topluluklar inşa ettiğini, küresel piyasada katılımcılar olduğunu göreceğiz. Özgür toplumlar ve açık ekonomiler böyle gelişir; ABD’nin müttefikleri ve dostları böyle oluşur.” (Hillary Clinton’ın Yeni Bağımsız Devletleri ziyareti vesilesiyle yapılan konuşma, 17 Şubat 1998. ABD Dışişleri Bakanlığı.)
Yargıçların eğitilmesinden kadınların statüsünün geliştirilmesine kadar (bu statünün nasıl “geliştirildiğinin” en yakın tanığı, herhalde, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerini dolduran “Nataşa”lardır) akla gelen her konunun Albright’ın ilgi alanında olması, Rusya’ya yönelik saldırının kapsamı hakkında bir fikir veriyor olmalı.
ABD’nin, Rusya’nın “dönüşümü” bağlamında hedeflediği temel amaçları, şöyle sıralayabiliriz:
1. Bankacılık Sektörü: “Spekülasyondan ve keyfilikten kurtarma” adı altında, Rus bankalarının ABD’ye mali bağımlılığının sağlanması.
2. Enerji Sektörü: Rusya’nın, önümüzdeki 7–8 yıl içinde, sadece 1988’deki üretim düzeyine ulaşmak için enerji sektörüne yılda 15 milyar dolar yatırım yapması gerektiği hesap ediliyor. ABD başta olmak üzere, Batılı enerji tekelleri bu kârlı alana göz dikmiş durumda. ABD, bu “hizmetleri” karşılığında vergi rejiminin netleştirilmesi, mülkiyet haklarının garanti altına alınması ve uluslararası tahkim gibi dayatmalarda bulunuyor. Bu yasaların çıkarılması durumunda, zengin petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olan Rusya, enerji alanında büyük ölçüde yabancı sermayeye bağımlı hale getirilecek.
3. Gıda: Rus tarımının uğradığı tahribat, on-milyonlarca insanı açlık tehdidiyle yüz yüze getirdi. Özellikle kuzey ve doğu bölgeleri ile büyük şehirlerdeki yoksul kitleler, “dış yardım”a muhtaç hale geldiler. ABD, yaptığı ve yapacağı gıda yardımlarını, “gümrük ve yabancı sermayeye vergi indirimi” gibi şartlara tabi kılıyor.
4. Kültürel-İdeolojik Alan: ABD’deki Özgürlüğü Destekleme Yasası uyarınca çeşitli fonlara aktarılan yüz-milyonlarca dolar, diğer ülkelerin yanı sıra, Rusya’da da sözde “Batı idealleri”ni yaygınlaştırmak amacıyla kullanılıyor. Bu kapsamda verilen bursların yanı sıra, “sivil toplum örgütü” adı altında Amerikan destekli binlerce örgüt oluşturulmuş durumda. Bu örgütler, Rus siyasetçilerinin ABD’ye götürülerek “eğitilmesi” gibi işlevler üstleniyor.
5. Ordunun Zayıflatılması: START 1 ve Kimyasal Silahlar Konvansiyonu gibi anlaşmalar, Rus ordusunun kuvvetini asgari düzeylere indirdi. Şimdi ise, START 2 ve START 3 anlaşmalarıyla, ordunun gücü tamamen yok edilmeye çalışılıyor.
Halen sürdürülmeye çalışılan bu yoğun “Amerikan yardımı” sürecinin sonunda, Mart 2000 itibarıyla ülkenin durumu içler açışıydı. Ulusal gelir, 1991–2000 arasında yüzde 40 oranında düşmüş, sanayi ve tarım çökmüş, yatırımlar düşmüştü. Nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında, günde 1 dolardan az gelirle yaşıyordu. Enflasyon, halkın alım gücünün düşmesine paralel olarak nispeten inmesine rağmen yüzde 30 civarlarındaydı. Ortalama ömür erkeklerde 60 yaşa düşmüş, ölümler doğumları yüzde 50 oranında geçmişti, içme suyunun dörtte üçü, uluslararası standartlara göre kirliydi.
Askeri alanda da durum pek parlak sayılmazdı. “Karşılıklı barış süreci” olarak sunulan silahsızlandırma programının sonunda, ABD ordusu sapasağlam dururken, Sovyetlerden kalma 5000 nükleer başlık imha edilmiş, eski Doğu Bloğu üyesi üç ülke nükleer silahlardan tamamen arındırılmış, yüzlerce balistik füze, bombardıman uçağı ve denizaltı (bunlardan 183’ü nükleer denizaltıydı) yok edilmiş, Rusya’nın elindeki 80 ton zenginleştirilmiş uranyum yok pahasına ABD tarafından satın alınmış, Rus liderlere, yeniden silahlanmanın önüne geçilmesi için bir dizi anlaşma imzalatılmıştı. Temel hedef, “Batı ile ilişkilerin de-militarizasyonu” idi. (Rusya’da Askeri Reform Olasılıkları, Dmitri Trenin, 13 Aralık 2000, Carnegie Vakfı Toplantı Raporu.)
“Sivil toplum” alanında da benzer gelişmeler yaşandı. ABD “destek” programları çerçevesinde 35 bin genç Rus, Amerika’ya götürülerek “eğitildi”, 275 bin küçük işletmeye kredi ve eğitim sağlandı, geniş Rus topraklarına yayılan 300 televizyon kanalı ve sayısız gazeteye finansman verildi. Onlarca Amerikan finanslı vakıf ve “düşünce kuruluşu”, Rus siyasetini içeriden etkilemeye başladılar. Yeltsin dönemi boyunca, bu kuruluşların “önerdiği” ya da doğrudan bu kuruluşlardan gelme kişiler, Kremlin koridorlarında önemli bir etkiye sahip oldu.
Aynı dönemde, kendine güveni sadece Rusya’daki değil, diğer kritik bölgelerdeki gelişmeler sayesinde de “yerinde” olan ABD emperyalizmi, “tehdit algılaması konsepti”nde önemli bir değişiklik yaptı. Soğuk savaşın en şiddetli evresinde, Nixon iktidarı altında, ABD ordusunun temel stratejisi, aynı anda “iki buçuk çatışmayla başa çıkacak” (SSCB ve Çin’e karşı savaş artı bir bölgesel savaş), ve ardından, “bir buçuk çatışmayla başa çıkacak” (SSCB veya Çin’e karşı bir savaş artı bir bölgesel savaş) kuvveti mutlaka korumaktı. George Bush döneminde, bu strateji, “aynı anda iki bölgesel savaşla başa çıkmak” olarak değiştirildi. Bu, Rusya’nın “oyun dışı” kaldığının ilanıydı aynı zamanda.
‘SMUTNYE’ YİLLARİ
Rusya halkları, işçi ve emekçiler, Sovyetlerin çökertilmesinin faturasını ağır ödediler ve ödemeye devam ediyorlar. Böylesi bir tahribatın ardından, 1980’lerin sonundan itibaren “özgürlükler ülkesi” olarak görülmeye başlanan ABD ile “refah düzeni” olarak algılanan kapitalizm hakkındaki genel fikrin tamamen değişmesi, şaşırtıcı olmamalı. Strobe Talbott’un sözleriyle: “1980’lerin sonu ve 1990’lar, ‘smutnye yılları’ (karanlık ve belalı yıllar) olarak nitelendi. 1990’lar ilerlerken, ‘reform’ ve ‘piyasa’ sözcükleri, zafer ve umudu yansıtmaktan çıkıp, birer küfür haline geldiler. Kapitalizm sözcüğü, giderek daha çok, ‘dikyi’ (vahşi) sıfatını aldı. Buna paralel olarak, ‘Batı ‘ bir özenme nesnesinden çıkıp, bir öfke hedefi haline geldi. Bu arada, bir başka sözcük, ‘sol’, tekrar moda oldu. Rusya Federasyonu Komünist Partisi ve onun parlamentodaki müttefikleri; işçilere, askerlere ve emeklilere bakan, sevecen, baba ve kapsayıcı devlete geri dönüş çağrıları yapmaya başladılar.” (Stanford Üniversitesi’ndeki konuşması, 6 Kasım 1998, ABD Dışişleri Bakanlığı.)
ABD Temsilciler Meclisi’nden Christopher Fox’un ifadesiyle de, “ABD’nin Rus kalkınması için bir kılavuz ışık olma çekiciliği solmuştu”. Fox, kaygıyla şöyle diyordu: “Bugün Rusların sadece yüzde 37’si ABD ve onun ideallerini yüceltiyor. Bu oran, 1992’de yüzde 70 idi.” (Rusya’nın Çöküşe Giden Yolu, 21 Eylül 2000, Moskova Nixon Merkezi’nde yapılan konuşma.)
Rusya işçi ve emekçilerinin kapitalizmden duydukları hayal kırıklığı, şimdilik örgütsüz bir öfkeye dönüşürken, revizyonist SSCB döneminde, uluslararası sahnede olağanüstü bir ağırlığı olan Rus burjuvazisinin, önemsiz bir azgelişmiş ülke burjuvazisi gibi “kaderine boyun eğmesi” ve yağmadan önüne atılan kemikle yetinmesi beklenemezdi. Yeltsin iktidarı kaçınılmaz çöküşüne doğru hızla ilerlerken, burjuva aydınlardan generallere ve stratejistlere kadar pek çok çevre, aynı çıkmazı yaşıyordu.
Nadezda Kevorkova şöyle diyordu: “Ruslar büyük vatanseverlerdir. Ama halkımız artık neye inanıyor, bilmiyoruz. Ne bir marşımız, ne bayrağımız, ne simgelerimiz var. Evet, son çarımız aziz ilan edildi, ama Rusları bir devlet ve bir halk olarak birleştirecek hiçbir şeyimiz yok… Ulusal bir fikri nasıl örgütleyebiliriz? Bu bir temel üzerinde yükselmeli. Peki, bizim devletimizin temeli ne? Çarlık Rusya’sı mı, Sovyet Rusya mı? Hangi temelden yola çıkacağız?” (Vladimir Putin Yönetiminde Rus Aydınları, Paul J. Sanders, Nixon Merkezi, 13 Kasım 2000.)
Valery Chalidze ise, 1990’lar Rusya’sı ile 1920’ler Almanyası arasında, hiç de hoş olmayan karşılaştırmalar yapmaktaydı:
“1. Geleneksel toplumsal değerlerin kaybedilmesi (Almanya’da monarşinin çöküşü ve askeri yenilgi, Rus hâkimiyetindeki SSCB’de geleneksel ideolojinin çöküşü)
2. Demokratik bir siyasi kültür yokluğunda, devletin yurttaşlık üzerindeki denetiminin azaltılması
3. Yüksek enflasyon ve halkın yoksullaşması
4. Ordudaki küçültme politikası uyarınca, giderek daha çok subayın erken emekli edilmesi
5. Aktif milliyetçi-şovenist hareketler
6. Devletin denetleyemediği paramiliter grup aktiviteleri
7. Devlete güvenin sarsılması
8. Çok sayıda Rus kökenli insan barındıran yabancı toprakların ortaya çıkışı. Bu durum, Rus milliyetçilerinin on-yıllar boyunca saldırgan talepler ileri sürmesine vesile olacaktır. Battık devletleri gibi belli bölgelerde ise, Ruslar gerçekten de yasal ayrımcılığa tabi tutulmaktadır.” (Rus Kalkınmasına Dair Birkaç Uyarı, 28 Aralık, 1992.)
Bu ve benzer saptamaları yapan çevrelerin, kısa bir süre öncesine kadar Gorbaçov ve şürekâsını “Batı ile tam entegrasyona karşı çıktığı ve bütün reformculuğuna rağmen, dünyayı hâlâ iki kampa böldüğü” gibi eleştirilerde bulunduğunu hatırlatmak, ne denli keskin bir dönüşle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bu öfkeli çığlıklara karşılık olarak ABD’nin öne sürdüğü mazeretler hiç etkili olmadı: Bu mazeretler, esas olarak, “Sovyet sisteminin çökmesine rağmen Rusya’yı etki altında tutan bir ölü yıldız gibi olduğu” iddiasına dayanıyordu. Bu gerekçeler arasında, SSCB’nin çöküşünün “kansız” olmasına açıkça hayıflanan Talbott’unki dikkate değer:
“Zamanla, Sovyet deneyiminin kuvveti zayıflayacaktır. Bu süreç bir ya da birkaç nesil sürebilir; çünkü sürecin kendisi, kısmen nesillerle ilgili… Sovyet sisteminin çöküşü barışçıl olduğu için, eski düzenin sorumlularından çoğu, şimdi yeni düzeni biçimlendirenler durumunda.” (Rus Kalkınmasına Dair Birkaç Uyarı, 28 Aralık, 1992.)
PUTİN’İN YÜKSELİŞİ
Vladimir Putin, ülkenin “tek hâkimi” olma yönündeki ilk adımını, yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığımız şartlar altında attı. Boris Yeltsin, daha önce ulusal siyasette esamisi okunmayan bu eski KGB görevlisini 16 Ağustos’ta başbakanlığa atadığında, onun da, kendisinden önceki pek çok “Yeltsin’in başbakanı” gibi, siyasi ömrünün birkaç ay sonra noktalanacağı düşünülüyordu. Bu sıralarda Rus medyasında yer alan yorumlara bakılırsa, Putin’in en önemli özelliği “sadakati” idi ve Yeltsin, onu tam da bu nedenle tercih etmişti: Amacı, sona ermekte olan iktidarının ardından, kişisel yolsuzluk ve pisliklerinin kurcalanmamasını sağlamaktı. İlerleyen günlerde, Putin’in temsil ettiği anlayışın, bundan çok daha fazlası olduğu görüldü.
Vladimir Putin’in yıldızını parlatan, daha önce pek çok düzen politikacısının siyasi ölümünü hazırlayan Çeçenya sorunu oldu. Putin’in başbakanlık koltuğuna oturmasıyla aynı ay içinde, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın doğrudan, ABD’nin ise dolaylı desteğini alan şeriatçı Vahhabi hareketi, kritik bir hamle yaparak, komşu Dağıstan’a girdi. İlan edilen amaç, Çeçenya ile Dağıstan’ı “ortak şeriat bayrağı altında birleştirmek” ve “Rusları defederek bağımsız İslam devletini kurmak” idi. Çeçen halkının ulusal taleplerini kendi gerici amaçları uğruna Batılı emperyalistlere peşkeş çekmekten çekinmeyen bu güruh, Yeltsin’in son döneminde Rusya’da her alanda yaşanan çürümenin, kendi “dava”ları açısından kolaylık sağlayacağını ve Rus ordusunun, 1994-’96 savaşının ardından ikinci bir Çeçenya macerasına atılmaktan çekineceğini hesaplıyordu.
Oysa Vahhabiler’in Dağıstan saldırısı, Rus emperyalizmi açısından Kafkasya’da “son damla” niteliğindeydi. Öncelikle, Mayıs 1999’da, Bakû (Azerbaycan) ile Supsa (Gürcistan) arasındaki petrol boru hattı, ABD desteğiyle tekrar açılmıştı. Bu gelişmenin ardından, Azerbaycan ve Gürcistan, Bakû-Ceyhan boru hattının inşası için bir anlaşmaya imza attılar. NATO güvencesi altına alınması planlanan bu iki boru hattının kullanıma girmesi, Rus topraklarından tek gram petrol akmaması anlamına geliyordu. Dağıstan’a yönelik Vahhabi saldırısı, Çeçenya’nın Rusya’dan bağımsızlığını kazanmasının ilk adımı demek ise, benzer gelişmeler bu bölgede de yaşanabilirdi. Rusya, Kuzey Kafkasya’yı kaybetme tehlikesi altındaydı. Moskova ve diğer büyük şehirlerde ardı ardına patlayan ve 300 kadar sivilin ölümüne neden olan bombalar, Putin yönetiminin, bir karşı saldırı için kamuoyu yaratmasına yardımcı oldu. (Başkentte patlayan bombaların ardından yapılan anketlere göre halkın üçte ikisi, Çeçenya’ya tekrar saldırılmasını destekliyordu. Bugün bu oran, ağır Rus kayıplarının da etkisiyle, neredeyse üçte bire düşmüş bulunuyor.) Ve halen tüm şiddetiyle süren Rus saldırısı, Eylül 1999’da başladı. (Bugün Çeçenya’nın başkenti Grozni ve diğer Çeçen şehirleri, birer hayalet kent görünümünde. Şubat 2000 verileriyle, Çeçen halkının üçte birini oluşturan 200 bin kişi, mülteci durumuna düşürülmüştü. Bugün bu rakamın ikiye katlandığını söylemek yanlış olmaz. Vahhabilerin göz diktiği Dağıstan’da ise yerli halk, Rus ordusuyla birlikte bu çapulcu sürüsüne karşı mücadele etti.)
Rusya’nın kazandığı ilk askeri başarılar, Putin’in yıldızının parlatılmasına vesile oldu. Kremlin’in kumandasındaki “hür medya”nın katkıları ile birkaç ay önce “silik” görülen bu eski casus, “Rusya’nın ihtiyaç duyduğu demir yumruk” olarak propaganda edilmeye başlandı. Yeltsin, son bir manevrayla, 31 Aralık 1999’da aniden istifa etti ve yerini, seçimler yapılıncaya kadar Putin’e devretti. Muhalefeti gafil avlayan bu istifadan sonraki üç aylık süre, Putin’in seçimlerde başarı kazanmasını sağlamaya yetecekti.
MİLENYUM MANİFESTOSU
Vladimir Putin, “kim olduğuna ve ne yapmak istediğine” yönelik hem ülke içinden, hem de Batı’dan yükselen sorulara, önceli Yeltsin’den çok daha farklı yanıtlar veriyordu. Putin’in kendine biçtiği görevin ana hatlarını çizdiği bir konuşma, özel önem taşıyor. 1999 sonunda yapılan “Rusya Binyılın Eşiğinde” başlıklı bu konuşma, tipik bir burjuva pragmatizmi ve eklektizm ile malul. Yine de, okuyucunun sabrını zorlama pahasına, bu konuşmanın önemli noktalarını aktarmak gerek.
Putin, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik-toplumsal durumu şu verilerle aktarıyor: “Ülkemizin milli geliri 1990’larda neredeyse yarı yarıya azaldı… 1998 krizinin ardından, kişi başına milli gelir 3500 dolara düştü ve bu, G-7 devletleri ortalamasından beş kat daha az. Rus ekonomisinin yapısı değişti ve kilit sektörler petrol, enerji mühendisliği ve metalürji oldu. Bunlar milli gelirin yüzde 15’ine, genel sınai çıktının yüzde 50’sine, ihracatın ise yüzde 70’ine tekabül ediyor. Reel sektörlerde verimlilik büyük bir düşüş yaşadı. Hammadde ve elektrik üretiminde dünya ortalamasının üzerinde, ama diğer sektörlerde durum, ABD ortalamasının yüzde 20-24’ü kadar… Makine ve ekipmanımızın yüzde 70’i on yaşından büyük ve bu, gelişmiş ülkelerdeki rakamın iki katından fazla. Bunlar, ulusal yatırımların, özellikle de reel sektörlere yönelik olarak giderek düşmesinin sonucu. Yabancı yatırımcılar da, Rus sanayisinin gelişmesine katkıda bulunmak için acele ediyor sayılmazlar. Rusya’ya yönelik doğrudan yabancı yatırımların (DYY) toplamı, ancak 11,5 milyar dolar ediyor. Çin ise, 43 milyar dolarlık DYY aldı. Dünyanın en büyük 300 uluslararası şirketi, 1997 yılında AR-GE faaliyetlerine 216 milyar dolar ayırırken, Rusya bu alanda kesinti yapıyor. Rus şirketlerinin sadece yüzde 5’i, yaratıcı üretimle ilgili… Yabancı rakipler, özellikle bilim yoğunluklu sivil üretim alanında Rusya’yı çok gerilerde bıraktı. Rusya, dünya piyasasında böylesi ürünlerin yüzde 1’inden sorumlu; ABD bunların yüzde 36’sını, Japonya ise yüzde 30’unu sağlıyor.”
Putin, ardından can alıcı sorulara geçiyor: “Rusya’nın sorusu, şimdi ne yapılacağı. Yeni piyasa mekanizmalarının tam kapasiteyle çalışmasını nasıl sağlarız? Toplumdaki derin ideolojik-siyasi bölünmüşlüğü nasıl yenebiliriz? Rus toplumunu hangi stratejik hedefler birleştirebilir? Rusya, 21. yüzyılda uluslararası toplumda nasıl bir yere sahip olacak? Önümüzdeki 10–15 yıl içinde hangi ekonomik, toplumsal ve kültürel sınırlara ulaşmak istiyoruz? Zayıf ve güçlü noktalarımız neler? Ve şu anda, ne tür maddi manevi kaynaklara sahibiz?”
Bütün bunlar, Putin’in “sosyalizme özlem duyduğu” izlenimini doğurmamalı. O, sadece bu özlemden siyasi rant elde etme peşindeydi ve sosyalizme yönelik düşmanca tutumunu saklamıyor: “Rusya, geride bıraktığımız yüzyılın dörtte üçünü, komünist doktrinin uygulanması altında geçirdi. O dönemlerin reddedilmez başarılarını görmemek, üstelik reddetmek bir hata olur. Ama halkımız ve ülkemizin bu Bolşevist deney karşılığında ödediği olağanüstü bedeli, daha da ötesi, onun tarihi beyhudeliğini kavramamak daha büyük bir hatadır. Komünizm ve Sovyet gücü, Rusya’yı, dinamik bir toplum ve hür halkı olan refah içinde bir ülke yapmadı. Komünizm, sağlam bir ulusal kalkınma konusundaki beceriksizliğini açıkça sergileyerek, ülkemizi, ekonomik olarak gelişmiş ülkelerin arkasına itti. Uygarlığın ana yolundan çok uzak olan bu yol, çıkmaz sokaktı.”
Bu çarpıtmalar, Yeltsin veya Talbott’unkinden pek farklı görünmüyor. Ama Putin, Yeltsin’in asla söyleyemeyeceği başka şeyler de söylüyordu ve önemli olan da buydu: “Doksanların deneyimi, ülkemizin aşırı bir bedel ödemeden ve gerçekten yenilenmesinin, yabancı ders kitaplarından alınma soyut model ve programlarla sağlanamayacağını açıkça göstermektedir. Diğer devletlerin deneyiminin mekanik bir biçimde taklit edilmesi, başarıyı garanti etmeyecektir. Rusya dâhil her ülke, kendi yenilenme yolunu aramak zorundadır.”
Putin, bugüne dair “alarm verici” bir tablo çizdikten sonra, mevcut durumdan kurtulmak için takip edilmesi gereken birtakım “ilkeleri” sıralıyor. Ülkenin sorununun sadece ekonomik değil, “politik ve bir anlamda ideolojik, ruhsal ve ahlaki” olduğunun belirtildiği konuşmanın ikinci bölümünde, “kurtuluş reçetesi” tanımlanıyor. Bu reçete üç kısımdan oluşuyor: “Rus İdeali”, “Güçlü Devlet” ve “Etkili Ekonomi”. Peki, nedir bu “Rus ideali”? Bu kavramın bir ayağında, Fransa Devrimi’nin “toplumsal sözleşme” kavramının yattığını görüyoruz: “Sivil sözleşme ve birliğin yokluğu, reformlarımızın bu kadar yavaş ve acılı olmasının nedenidir. Gücümüzü, Rusya’nın yenilenmesine dair somut görevler yerine, siyasi dalaşmalara harcıyoruz. (Ruslar) istikrar, geleceğe güven, kendileri ve çocuklarının on-yıllarını planlama olanağı istiyorlar. Huzur, güvenlik ve sağlam bir kanun düzeni içinde çalışmak istiyorlar. Mülkiyet, hür teşebbüs ve piyasa ilişkilerinin çeşitliliğinin yarattığı fırsatları değerlendirmek istiyorlar. Halkımız, bu temelde; toplumsal, grupsal ya da etnik çıkarların üzerinde, ulus-üstü evrensel değerleri kabul etmeye başladı Bu değerler ifade hürriyeti, yurtdışına seyahat hürriyeti ve diğer siyasi haklar ile insan özgürlükleridir. İnsanlar mülk sahibi olmaya, hür teşebbüste bulunmaya, servet yapmaya değer veriyorlar.”
Diğer ayak ise, “ulusal” bir nitelik taşıyor: “Rus toplumunun birliği için bir diğer ayak, Rusların geleneksel değerleridir: Vatanseverlik, Rusya’nın büyüklüğüne inanç, devletçilik, sosyal dayanışma.” Milliyetçi duyguların sömürülmesini bir tarafa bırakırsak, Putin’in öncellerinden farkı üçüncü maddede: “Ruslar için güçlü devlet, kurtulunması gereken bir anormallik değildir. Aksine, onu, düzenin kaynak ve garantörü, her değişimin başlatıcısı ve ana itici gücü olarak görmektedirler. “
Putin, bütün bunlardan bir “Rus ideali” yaratarak, kimlik sorununa çözüm bulma iddiasında: “Sanırım yeni Rus ideali; evrensel, genel insani değerler ile zamanın sınavından geçen geleneksel Rus değerlerinin alaşımı veya organik bileşiminden çıkacaktır.”
“Güçlü Devlet” başlığı altında ise, Putin “reformları”nın ilk sinyallerini görüyoruz. Yeni lider, siyasi birliğin ilk adımını yargı birliğinde görüyor: “Rusya’da halen 1000’in üzerinde federal yasa, cumhuriyetlerde, bölgelerde ve özerk alanlarda birkaç bin yasa yürürlükte. Bunların hepsi, Anayasa ile uyumlu değil. Adalet Bakanlığı, Başsavcılık ve yargı, bu sorunu çözmekte bugün olduğu gibi ağır davranırsa, Anayasa’ya aykırı yasalar yığını, hukuki ve siyasi sorunlar yaratabilir. Bu durumda devletin Anayasal güvenliği, federal merkezin kapasitesi, ülkenin yönetilebilirliği ve Rusya’nın bütünlüğü tehlikeye girer.” Bu sözlerin hedefi, ABD’nin dayattığı “yerinden yönetim” ve “adem-i merkeziyetçilik” politikalarıdır.
Putin, “Etkili Ekonomi” bölümünde, “Batılı dostlara” açık bir uyarıda bulunuyor: “Bir büyük güç olarak Rusya’yı mezara gömmek için çok erken.” Hemen ardından, Rusya’nın yapması gerekenler üç maddede sıralanmış:
1. Uzun erimli bir kalkınma stratejisi.
2. Ekonomi ve toplumsal alanın devlet tarafından düzenlenmesi.
3. Rusya’ya uygun bir reform stratejisi.
Bu stratejinin unsurları ise “dinamik ekonomik kalkınma”, “enerjik bir sanayi politikası”, “rasyonel bir yapısal politika”, “etkili mali sistem”, “ekonomik-mali-kredi alanında kayıt-dışı ekonomi ve örgütlü suçla mücadele”, “Rus ekonomisinin dünya ekonomik yapılarına sürekli entegrasyonu” ve “modern tarım politikası”.
Konuşmanın sonunda yapılan çağrı da dikkate değer: “Son 200–300 yıldır ilk kez, Rusya, dünya devletleri arasında ikinci, hatta üçüncü lige düşme tehdidiyle karşı karşıyadır. Bu tehdidi yok etmek için zamanımız kalmadı. Ulusun tüm entelektüel, fiziksel ve ahlaki güçlerini zorlamalıyız. Koordineli, yaratıcı çalışmaya ihtiyacımız var. Bunu kimse bizim için yapmaz. Her şey bize, sadece bize dayanmaktadır.”
PUTİN OPERASYONLARI BAŞLIYOR
Bu kapsamlı “milenyum konuşmasından çıkarılabilecek ilk sonuçlardan biri, Putin’in, “ulus”u, Rus emperyalist burjuvazisinin çıkar ve politikaları arkasında birleştirme azmidir. Elbette, bunu sağlayabilmek için “mazlum” pozisyonu ön plana çıkarılmakta, Sovyetler Birliği döneminde işçi ve emekçi kitlelere yönelik olarak yapılan coşkulu çağrılar, beceriksizce de olsa, taklit edilmeye çalışılmaktadır. Bir diğer sonuç ise, Rus burjuvazisinin “kimlik” sorununa yanıt niteliğindedir: Putin ve onun temsil ettiği sınıf, SSCB dönemini “kötü bir deneyim”, bir “sapma” olarak görmekte, dolayısıyla köklerini Çarlık Rusyası’nda kabul etmektedir. O özlenen “Rus ideali”nin unsurlarından biri “serbest piyasa”ya, diğeri ise “geleneksel Rus değerleri”ne dayanmaktadır. Bu temelde sağlanmak istenen “milli birlik”in gerici bir karakter taşıdığı açıktır, ancak buradan, ABD’nin durumdan “memnun olacağı” sonucu çıkmamalı.
Putin’in, bu çerçevedeki icraatları, ABD dayatmalarına hiç de uygun değildi. Yeni lider, öncelikle, ekonomik yenilenmeyi sağlamak için bir komuta konseyi olarak, “Stratejik Araştırma Merkezi”ni kurdu. Ardından, gelir vergilerini artırdı. Ve nihayet, 89 cumhuriyet ve bölgenin yönetimlerini merkeze tabi kılmak için kolları sıvayarak, doğrudan atamalarla yönetilen yedi “süper bölge” oluşturdu. Buna uygun olarak, yerel valiler ve yöneticilerin gücünü budadı ve onları kendisine tabi kıldı. Bu yöneticilerin, Rusya parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Konseyi’ndeki üyelikleri, düşürüldü. Birçok cumhuriyet ve bölgenin başına, seçimle ya da atamayla, merkeze bağlılığını kanıtlamış asker kökenli politikacılar getirildi: Gen. Boris Gromov (Moskova), Gen. Vladimir Şamanov (Ulyanovsk), Gen. Vladimir Kulakov (Voronez) ve Amiral Vladimir Yegorov (Kaliningrad) ve Putin’den önce seçilmiş bulunan Albay Aleskey Lebed ile Aushev. Putin, oluşturduğu yedi “süper bölge”nin beşinin başına, askerleri getirdi: Pulikovski, Latyişev, Çerkesov ve Poltavçenko.
Bu “asker adımları”; Putin’in Kremlini’ndeki Amerikan destekli politikacıların, yerlerini eski-yeni ordu mensuplarına bıraktığının açık kanıtlarıydı. Zaten, bütçeden orduya ayrılan pay da, elverdiğince artırılmıştı. Yürütülen temizliğin uluslararası kamuoyuna yansıması, medya alanına geçilmesiyle başladı. Yeltsin döneminde türeyen Rus “oligark”larının en önemlileri olan medya devleri Boris Berezovski ve Vladimir Gusinski, zor anlar yaşamaya başladılar. ABD destekli iki patronun büroları, 2000 yılı içinde basıldı, yöneticileri ve hatta kendileri gözaltına alındı, haklarında yolsuzluk soruşturmaları açıldı ve bu yolla, etkisiz hale getirilmeye başlandılar. Hatırlatmak gerekir ki, Berezovski, devlet televizyonu ORT’nin yüzde 49 hissesine Yeltsin döneminde sahip olmuştu; Gusinski’nin MediaMOST’u ise, aralarında NTV’nin de olduğu onlarca gazete ve televizyonu bünyesinde topluyordu. Aynı dönemde, bu patronlar ve diğer Amerikancıların finans kaynakları haline gelmiş olan Lukoil, Norilsk Nikel ve Avtovaz şirketlerine “şok baskınlar” düzenlendi.
İşin ilginç tarafı, Putin’in yükselişini örgütleyenlerden birinin, Berezovski olmasıydı. O ve onun gibilerin “Yeltsin olmadan Yeltsin dönemini sürdürme” hayalleri suya düşmüş görünüyordu.
Halkın bu asalaklara olan öfkesi nedeniyle, ülke içinde hemen hiçbir kuvvet, Putin’in karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Duma’da-ki muhalefet partileri dahi, atılan adımları hararetle destekliyordu. Muhalif lider Grigory Yavlinski, kürsüden şöyle seslenmekteydi: “ABD hükümeti bizi aptal yerine koydu. Bize, serbest piyasa ve hür toplum vaazları verirken, bir yandan da VVashington’un tercihlerine en uygun küçük bir grubu hararetle desteklediler. “
Washington ise, biraz da şaşkınlıkla, bu adımlara fazla tepki gösteremedi. Öyle ki, Putin’i “şikâyet etmek” için Eylül 2000 sonunda Washington’a giden Berezovski ve Gusinski, “işlerinin bittiğini” anlayarak geri döndüler. Washington, bu iki patrona destek vermenin, henüz niyeti anlaşılamayan Putin’i karşısına almak anlamına geleceğini biliyordu. Sağcı yazar Paul J. Saunders, bu tutumu şöyle ifade ediyor: “Rusya’daki son gelişmeler, Kremlin’in, Rusya kitle medyası üzerindeki etkisini artırmak peşinde olduğuna dair yeni bir kanıt niteliğinde. Ama bu çarpışmaları sadece basın özgürlüğü bağlamında yorumlamak, Rus gerçeklerini hesaba katmamak ve daha düşündürücü başka gelişmeleri görmemek olur.” (Kremlin’in Sesi, 3 Ekim 2000, Washington Times)
Yine de, örneğin, ABD bağlantılı Radio Liberty’nin muhabiri Andrei Babitski tutuklandığında, Washington, “demokrasi ve basın özgürlüğü”ne dair cılız itirazlarda bulunmak zorunda kaldı. Babitski ile başlayan “sindirme” süreci, ABD destekli “aydın’ların gözaltına alınması veya etkisizleştirilmesi ile, halen devam ediyor.
Yeni Rus yönetiminin “sembolik” olarak önemli olan bir diğer adımı, Putin’in yokluğundan yakındığı “ulusal kimlik”in yaratılması yolunda atıldı. Ve Duma’nın onayladığı bir yasayla, Sovyetler Birliği’nin marşı, “ulusal marş” olarak kabul edildi. Marşın müziği aynıydı ama sözler, Çarlık Rusyası’nı akla getiren milliyetçi-şovenist satırlarla değiştirilmişti!
Putin, hemen ardından, komşu devletler üzerinde de, büyük bölümü petrol ve doğalgazdan kaynaklanan borçlarını ödemelerine yönelik baskıyı artırarak, bu borçları siyasi nüfuz için bir silah olarak kullanmaya başladı. Bu devletler, hem Rusya’ya bağımlı, hem de ona kafa tutar bir pozisyonda olamayacaklarını anlamalıydılar!
Elbette, Putin’in asıl rahatsız edici hamleleri, uluslararası politika alanında olacaktı. Putin, bu alandaki niyetine ilişkin ilk önemli demecini, Eylül 2000’deki “Binyıl Zirvesi”nde yaptı. Konuşmasına, ABD’yi doğrudan hedef alarak, “BM’nin hegemonya ve diktanın keyfiliğine karşı özgürlükleri garanti ettiğini” söyleyerek başlayan Putin, ardından, ABD’nin bir kenara atmaya çalıştığı ABM (Anti-Balistik Füze) anlaşmasının uluslararası silahsızlanmanın temeli olduğunu vurguladı. Nihayet, ülkelerin “ulusal ifade ve bağımsızlığa hakkı olduğunu” vurgulayarak, bir kez daha Amerikan hegemonyasını hedef aldı. Bu konuşmanın ertesinde, ABD’li iki yazar şöyle demekteydi: “Vladimir Putin’in konuşması, Clinton yönetiminin, yeni Rus liderini ‘lider reformcu’ olarak tanıtmakla ne büyük bir hata yaptığını göstermiştir.” (“ABD Putin’e Daha Sert Yaklaşmalı”, Dimitri K. Simes, Paul J. Sanders, 8 Eylül 2000, Newsday)
RUSYA ‘REALPOLİTİK’ SAHNESİNDE
Bu noktada, Putin döneminde Rusya’nın uluslararası alanda başlattığı ataklara yakından bakmak gerekiyor. SSCB’nin çöküşünden sonra Amerikalı ideologlar tarafından sıkça dile getirilen saptamalardan biri, ABD’nin uluslararası politikada artık “ideolojik engellerden kurtulduğu” idi. Bu, Amerikan dış politikasının, sosyalist blok öncesi burjuva “Reel-politik” (gerçekçi politika) dönemine yeniden “kavuşması” anlamına geliyordu. Örneklemek gerekirse, geçmişte az ya da çok SSCB’nin “etki alanı” olarak kabul edilen kimi ülkeler ile ilişkiler “ideolojik engellere takılmadan” geliştirilebilecek, hegemonya projeksiyonu için yeni fırsatlar elde edilmiş olacaktı.
Gerçekten de, son on yıl içinde Hindistan’dan Angola’ya kadar “Sovyet etki alanındaki” bir dizi ülkenin emperyalist sisteme tam olarak dâhil edilmesi çabasında gözle görülür bir yoğunlaşma yaşandı. Bu arada, Türkiye, Yunanistan ve Pakistan gibi kimi ülkelerin egemen sınıfları, “soğuk savaştan sonra önemlerini kaybettikleri” yönünde hayıflanmalara başladılar. Ancak sorun, şu ya da bu emperyalistin “ideolojik bağlar”dan kurtulması ise, bu bağların sadece ABD’nin kimi hamlelerini engellediğini düşünmek hatalı olur. ABD için geçerli olan, diğer emperyalistler, hele de “sosyalist” maskesinden tamamen kurtulan Rus emperyalizmi için de pekâlâ geçerliydi. Ve son yıllarda dünyanın belli başlı tüm emperyalistleri, “Reel-politik”in çatışmalı ve tehlikeli sularında ilerlemeye başladılar.
Revizyonist SSCB döneminde, Rus yönetiminin Batı’ya bakışı, emperyalist bloğun ağır saldırılarının etkisiyle ve kaçınılmaz olarak, “savunma”ya ağırlık vermekteydi. Sovyet emperyalizmi, bazı istisnalar dışta tutulursa, Batı’daki mevzilerini korumanın dışında bir hamle geliştiremedi. Bu çabanın temelinde, Çarlık Rusyası’nın geleneksel “Rus etki alanında tutulan bir grup zayıf devletin, Rus sınırları ile düşmanın arasında bulunması” politikası yatıyordu.
Putin ise çok daha ciddi bir durumla karşı karşıya; çünkü söz konusu “zayıf devletler” (Batıda Ukrayna, Beyaz Rusya, güneyde ise Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan gibileri) “Batı etki alanı”na “kaptırılmak” üzere. Polonya gibi eski Varşova Paktı üyelerinin NATO üyeliğine girmiş olması, “tampon”un Batılı emperyalistler tarafından parçalanmaya başlandığını gösteriyor. Hatırlatmak gerekir ki, SSCB’nin var olduğu koşullarda, iki Almanya’nın birleşmesine ilişkin yapılan zirvelerde, NATO, “doğuya doğru tek milim genişlemeyeceğine ve hiçbir Varşova Paktı ülkesini üyeliğe kabul etmeyeceğine” dair söz vermişti. Ve Putin’in Rusyası, bu sözlerin tutulmamasına oldukça kızgın görünüyor.
Üç Doğu Avrupa ülkesinin NATO’ya kabul edilmesine karşılık olarak, Rusya, belli tedbirler almaya başladı. Birincisi; ABD’ye, Baltık ülkelerinin (Estonya, Letonya, Litvanya) NATO’ya alınmasını “kırmızı hattın ihlali” olarak göreceğini açıkça ilan etti. Bu tanım, NATO’nun Baltıklara genişlemesinin “Rus ulusal çıkarlarına doğrudan tehdit” kabul edileceği anlamına geliyordu. İkinci tedbir, güvenlik konsepti alanından geldi. Rus hükümeti, dünyayı şok eden bir hamleyle, “nükleer doktrinini” saldırganlaştırdı. SSCB dönemindeki eski doktrin, Sovyetlerin “nükleer saldırıyı ilk başlatan taraf olmayacağına” dair garanti veriyordu. Yeni doktrinde ise, “ulusal çıkarlara yönelik hayati bir tehdit” durumunda, nükleer güç kullanımına yeşil ışık yakılmaktaydı.
Rusların üçüncü tedbiri, Doğu Avrupa’da eski Varşova Paktı benzeri, kimin “patron” olduğunun tartışılmayacağı bir yapılanmayı hayata geçirmek oldu. Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) giderek işlevsizleşmesine paralel olarak başlatılan girişimlerin ilk adımı, Beyaz Rusya ile Rusya arasında, konfederasyonu andıran (dış politikada ortaklık, tek para birimi vs.) bir birlik kurmaktı. Moldova’da “komünistlerin iktidara gelmesinin ardından, bu ülkenin de birliğe katılma olasılığı doğmuş bulunuyor. Öte yandan, Batı yanlısı Ukraynalı lider Leonid Kuçma’nın skandallarla giderek köşeye sıkışması ve çok güvendiği Batılı dostlarından beklediği desteği bulamaması, bu ülkenin de Ruslar tarafından “birliğe” zorlanmasına neden oluyor. Şu anda pek mümkün görünmese de, son on yıl içinde sık sık ABD’den en çok “yardım” alan üçüncü ülke konumuna yükselen Ukrayna’nın Rus emperyalizminin kucağına geri dönüşü, kuşkusuz Putin için olağanüstü bir zafer olacaktır. (Ocak ayı sonunda, Rusya-Beyaz Rusya Birliği Genel Sekreteri, Rus diplomat Pavel Borodin, Yeltsin dönemindeki yolsuzluk dosyaları nedeniyle ABD tarafından gözaltına alındı. Borodin, George W. Bush’un göreve başlama törenine katılmak üzere, ABD Dışişleri tarafından resmen davet edilmişti. Ancak 17 Ocak’ta, uçağı New York’a iner inmez, tutuklandı. Borodin’in yolsuzluk yapıp yapmadığı, bu olayın uluslararası bir skandal olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kuşkusuz, Bush’un işbaşına gelmesinden hemen önce gerçekleştirilen bu operasyon, Rusya-Beyaz Rusya Birliği’nin ABD açısından ne kadar rahatsız edici olduğunun göstergesi.)
Putin yönetiminin, sınırlı da olsa, Batı’da “ABD”ye alternatif oluşturabilecek bir büyük ittifak peşinde olduğuna dair belirtiler de giderek güçleniyor. Son olarak şubat ayında, Alman Dışişleri Bakanı Joshcka Fischer’in Moskova ziyareti, kritik bazı görüşmelere sahne oldu. Fischer ile Putin, ABD’nin Ulusal Füze Savunma Kalkanı’nı (NMD) tartıştıktan sonra, Almanya’nın Rusya ve ABD arasında bir tür “arabulucu” olmasını, açıkça ifade etmeseler de, kabul ettiler. ABD yanlısı Carnegie Vakfı’nın Moskova şubesinden Alexander Pikayev, bu ziyareti rahatsız edici bir soruyla değerlendiriyordu: “Acaba bu uzun vadeli bir Rus-Alman uzlaşması mı, yoksa ABD-Rus ilişkilerindeki duraksamaya bağlı geçici bir durum mu?” Alman Dış Politika Derneği’nden Alexander Rahr ise, Washington’daki koltuk değişikliği nedeniyle “başka doğu-batı bağlantıları için alan açıldığı” görüşündeydi. Stratejistlerin birleştiği ortak nokta ise, Yeksin ile Helmut Kohl arasındaki “sauna diplomasisi” günlerinin, yani çok şey konuşup hiçbir şey yapmama politikasının geride kalmaya başladığı.
Yine de, Rusya’nın Almanya’ya olan 20 milyar dolara yakın borcunun ödenmesi ile Baltıklardaki Kaliningrad’ın (ya da Koenisberg) kime ait olduğu meselesinin, iki ülkenin uzun erimli bir “ittifak” oluşturmasının önünde dikilen büyük engeller olduğu hatırlatılmalı. Avrupa Birliği, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan SSCB’ye geçen Kaliningrad’ı “Avrupa’nın ortasında bir Truva Atı” olarak değerlendiriyor. Rusya ise, Kaliningrad’ı bir yandan stratejik önemde bir askeri üs olarak kullanırken, diğer yandan da bu bölgeyi, ekonomik sorunlarını azaltacak bir tür “Rus Hong Kong’u” yapmaya çalışıyor.
Putin’in güneydeki hamleleri de dikkate değer. Yeni lider, öncelikle, Ermenistan ile ilişkilerini güçlendirip bu ülkedeki Rus askeri varlığını pekiştirdi. Böylelikle hem Azerbaycan ve onun “yanardöner” lideri Haydar Aliyev üzerinde gereken baskıyı kurdu, hem de Ermeni yönetiminin, Batı’dan gelen “soykırım yasaları” destekli tavlama politikalarına düşmesini önlemeye çalıştı. Çeçenya’daki Rus saldırısı da, Orta Asya devletleri üzerindeki baskıyı yenilemenin bir vesilesi olarak kullanıldı. Bu baskı, özel olarak komşu Gürcistan’a yönelik görünüyor. Gerçekten de, bir dizi suikasttan kurtulmayı başaran Gürcü lider Eduard Şevardnadze, ülkesinin “NATO’ya girmesi gerektiğini” açıkça ifade ediyor, bir yandan da topraklarındaki Rus üslerinin bir an önce kaldırılmasını talep ediyordu. İkinci Çeçen savaşı ile birlikte, bu çatlak ses, nispeten sindirildi. Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Çeçenya’nın ABD destekli bir “bağımsızlık” kazanması, Rusya’nın bölgedeki son denetim noktasını da kaldıracak ve Batı’nın “müşteri” rejimlerine ait topraklardan geçen petrol-doğalgaz boru hatlarının önünde hiçbir engel kalmamış olacaktır. ABD ve müttefiklerinin, “Rusya’nın toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz” açıklamalarıyla at-başı olarak, savaşın bir an önce “siyasi çözüme” kavuşturulması yönündeki çağrılarının ardında da, yine boru hatları meselesi yatmaktadır. Ancak sorun, sadece petrolden ibaret değil. Winston Churchill’in 1919’da söyledikleri, geçerliliğini koruyor: “Eski Rus imparatorluğunun denetim altında tutulması, eğer Kuzey Kafkasya ve Hazar bölgesi Batılı güçlerin elinde olmazsa, güvenilir olmayacaktır.”
KAFKASYA VE ORTADOĞU’DA RUS-İRAN İŞBİRLİĞİ
Kafkasya ve Hazar’a değinirken, Rusya’nın İran ile girdiği ve tam bir “Reel-politik” örneği olan ittifakı irdelememek olmaz. Bilindiği gibi, iki ülke, son üç-dört yıldır boyutu giderek genişleyen, hatta “stratejik” bir nitelik kazanan ilişkiler içinde. Askeri alanda, Rusya’dan İran’a yoğun bir silah transferi dikkat çekiyor. Rusya, bugüne dek İran’a, aralarında nükleer bir denizaltı, savaş uçakları ve tankların da bulunduğu birçok silah teslimatı yaptı. Daha da ötesi, ABD’nin koyduğu İran ambargosuna meydan okuyarak, bu ülkenin hem “sivil amaçlı” nükleer santral, hem de balistik füze programlarına teknoloji transferi yoluyla destek veriyor. İki ülke arasındaki ticari ilişki ise, henüz istenen seviyede değil. 1997 itibarıyla, İran-Rusya arasındaki ticaret hacmi ancak yarım milyar doları buluyordu ve bu rakam, Türk-İran ticaretinin dahi altındaydı. İki ülke arasındaki siyasi işbirliği ise, bazı önemli sorunlara rağmen gelişme yolunda.
Olası bir Rus-İran ekseninin temelinde ise, Hazar Denizi yatıyor. Hatırlanacak olursa, mart ayında İran Cumhurbaşkanı Hatemi başkanlığında bir üst düzey heyetin gerçekleştirdiği Moskova ziyaretinde de temel konu, buydu. Ancak İran ve Rusya, Hazar Denizi’nin statüsü gibi hayati bir sorunda henüz ortak tavır alabilmiş değil. İran, Hazar’ın “beş kıyı devleti arasında eşit olarak paylaşılması” tezini savunuyor. Rusya ise, SSCB’nin bu alandaki mirasından vazgeçmeye niyetli değil; denizin esas olarak İran ve kendisi arasında bölünmesini savunarak, diğer kıyı devletlerine “kırıntılar” verilmesinden yana tutum alıyor.
İki devletin Hazar konusunda uzlaşamamasının hem Rusya, hem İran ile taban tabana zıt projelere sahip olan “yabancı tarafın, yani ABD’nin eline koz verdiği biliniyor. Öyleyse, Bakû-Ceyhan (ABD) baskısı karşısındaki bu iki bölge devletinin ya ortak bir yol bulacakları, ya da Hazar’ı, dolaylı olarak ABD’ye vermek durumunda kalacakları söylenebilir.
Tahran ve Moskova arasında, diğer önemli sorunlardaki politik makas ise giderek kapanıyor. Afganistan’da Pakistan ve ABD desteğiyle güçlendirilen Taliban’a karşı muhalefete ortak silah ve eğitim yardımı yapılırken, Tacikistan’da şeriatçılara karşı hükümete destek veriliyor. İki devlet, Karabağ meselesinde Ermenistan’a destek veren, ama her an “alternatif arabulucu” olarak devreye girebilecek bir tutum sergiliyorlar. İran, daha da ileri giderek, Çeçenya sorununda “Müslüman Vahhabilerin” değil, Rusya’nın yanında duruyor.
İran-Rusya ekseni, sadece Orta Asya ve Kafkasya’da değil, Ortadoğu’da da giderek daha çok gündeme geliyor. ABD tarafından Ortadoğu “barış” sürecinden dışlanan İran yönetimi, Filistin ve Lübnan’da masaya sürdüğü yerel güçlerle (Hamas, Hizbullah ve İslami Cihat), ABD barışını darbeleyen bir rol oynuyor. Diplomatik cephede ise, iki ülke, İsrail’e karşı Filistin’in yanında yer alarak, bölge halklarının sempatisini kazanıyorlar. Filistin’e dayatılan ‘Amerikan barışının” tökezlemeye devam etmesi durumunda, iki ülkenin Ortadoğu diplomasisindeki pozisyonlarını güçlendireceği söylenebilir.
Nihayet, İranlı mollaların pragmatizminde sınır olmadığını gösterircesine, iki ülke, Irak’a yönelik BM ambargosu ve Amerikan saldırılarının sona erdirilmesinde birlikte hareket ediyorlar.
Burada bir parantez açarak, ABD’deki Bush yönetiminin, İran’a yönelik yaklaşımına değinmekte fayda var. Bush ve ekibinin, Amerikan petrol tekellerinin etkisi altında olduğundan hareketle, İran’a yönelik ”farklı” bir yaklaşım sergileyecekleri savlanıyordu. Ancak Bush, daha önce hafifletilen İran’a yönelik yaptırımları yeniden ağırlaştırma kararı alarak birçok çevreyi şaşırttı. Bu adım, ABD-İran ilişkilerinin en azından kısa vadede, yumuşamaktan ziyade sertleşeceğine yönelik bir sinyal olarak görülüyor. Clinton yönetiminin İran’a karşı izlediği “havuç” politikasından sonra böylesi sert bir adımın, kuşkusuz, Rus-İran ekseniyle de bir ilgisi var. ABD, Ortadoğu ve Kafkasya planlarını bozabilecek bu iki gücün işbirliği yapmasını önlemek için, kimi zaman “havuç”, kimi zaman da “sopa” sallamaya devam edecek.
Suriye’de yeniden açılan Rus üsleri ve Yunanistan’a verilen S–300 füzeleri aracılığıyla Kıbrıs sorununa müdahale gibi gelişmeleri bir kenara bırakırsak, Rusya’nın Batı-Güney kanadı ile Ortadoğu’daki politikasının, bir “güç toparlama” politikası olduğu görülecektir. Gerçekten de, Batılı emperyalistlerin bütün şikâyetlerine ve protestolarına rağmen, Rus emperyalizmi, bu bölgelerde, “meşru hakkı” saydığı etki kürelerini talep etmekte, “arka bahçesini” yabancılara bırakmamak için çalışmaktadır.
“Rus kartalı”nın Doğu’ya, Asya-Pasifik’e bakan başı ise, Putin döneminde, çok daha aktif ve saldırgan bir tutumun bekçiliğini yapıyor.
RUS KARTALI DOĞUYA BAKIYOR
Rus emperyalizminin, 1960’lardan itibaren geçerli olmak üzere, Asya-Pasifik’e yeterince önem vermediği/veremediği bilinen bir gerçektir. Bu “ihmalci” tutumun en önemli nedeni, Çin/Sovyet bölünmesi ve ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki olan Japonya ile olan sınır anlaşmazlıklarıydı. Ancak elbette, Sovyet döneminin o ünlü “ideolojik sınırlamaları” da, bazı noktalarda darbeleyici bir etkide bulunuyordu. Bütün bu nedenlerle Rusya’dan sık sık “Asya’nın hasta adamı” olarak bahsedilmekteydi.
Ancak “Yeni Rusya”, tahmin edilenden çok daha hızlı bir biçimde APEC’e (Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü) üye oldu, Çin ile hiç beklenmedik bir “stratejik ittifak” kurma yoluna girdi ve ASEAN ülkeleri ile ilişkilerini güçlendirmeye koyuldu. Hindistan-Rusya bağları, Sovyet dönemine yakın bir çizgide seyrederken, Japonya ile sorunlar da çözülme yoluna girdi. Bütün bunların bir sonucu olarak, Rusya’nın Asya ülkeleri ile ticareti, 1994’te 21,4 milyar dolar iken, 1997’de 31,5 milyar dolara yükselmişti.
Asya-Pasifik bölgesi, hâkim emperyalist güç olan ABD tarafından “yakın geleceğin çatışma alanı” olarak tanımlanıyor. Ancak ABD’nin, bu saptamaya uygun bir mevzilenme içine girmekte zorlanması, Amerikan hegemonyasının geleceği açısından ipucu verir nitelikte. Bu zorlanmanın en önemli kanıtı olarak, Rusya’nın bölgedeki faaliyetlerine yönelik “kayıtsızlık” gösterilebilir. Gerçekten de ABD, Rusya’nın, Çin ile ilişkiler başta olmak üzere Asya hamlelerini bugüne kadar ciddiye bile almadı. Şimdilerde çok tartışılan Rus-Çin ittifakının ilk adımları, ABD’li stratejistler tarafından burun kıvırmayla geçiştirilmişti. Rouben Azizyan, bu tutumun nedenlerini şöyle açıklıyor: “En önemli ve yaygın olarak, Rusya’nın bölgedeki faaliyetindeki artış, stratejik olmaktan çok taktik bir adım olarak yorumlandı. Bu yoruma göre Rusya, bölgeye yönelik uzun vadeli bir ilgi göstermiyor; Batı karşıtlığı ve acil ekonomik ihtiyaçların şekillendirdiği adımlar atıyordu.” (Rusya Asya’da, Rouben Azizyan.)
Son döneme dek Amerikalı stratejistlere egemen olan bu bakış açısının “hatalı” olduğu, Bush yönetimine yakın çevreler tarafından, “Clinton dönemi”ne mal edilerek, açıkça ifade ediliyor.
Moskova, daha 1992’de, “Amerika ve Asya odaklı” dış politikasını değiştirerek, Asya-Pasifik’te daha aktif olma niyetini belli etmişti. Eski başkan Boris Yeltsin, Kasım 1992’deki Seul ziyaretinde, “Rus diplomasisi, eski Rus ambleminin ruhuna uygun davranmalıdır; bu amblemde iki başlı bir kartal, hem batıya, hem doğuya bakmaktadır” diyordu. (ITAR-TASS, 18 Kasım 1992.)
Rusya’nın yeni Asya politikasının ana hatları, 27 Ocak 1994’te, Çin Halk Diplomasisi Birliği’nde konuşan dönemin Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev tarafından dile getirildi. Kozirev’e göre Rusya’nın önceliği, bölge ülkeleriyle ticari ilişkilerin geliştirilmesiydi. Daha o tarihte, Rusya’nın toplam dış ticaretinin üçte biri Asya-Pasifik ülkeleriyle idi. İkincisi ve belki de en önemlisi, Moskova, “bölge ülkeleriyle olan çelişkilerini uzlaşmaz görmüyordu ve hepsiyle istikrarlı, dengeli ilişkiler geliştirmek için çalışacaktı”. Rusya, Japonya ve Çin ile on yıllardır süren gerginlikleri dindirmek için çaba göstereceğini böyle ilan etti.
Yeltsin, Haziran 1996’da Federasyon Konseyi’nde yaptığı konuşmada, Asya-Pasifık’i “Rusya’nın üçüncü önceliği” olarak niteledi. İlk iki öncelik ise Bağımsız Devletler Topluluğu ve Batı Avrupa’ydı. ABD, gelişen hoşnutsuzluğa paralel olarak, Asya’nın ardına düşmüştü. Asya’daki öncelik ise, Çin ile “stratejik ortaklık” idi. Konuşmada, Japonya ile bir barış antlaşması imzalayıp işbirliğine gitmekten de bahsediliyordu.
NATO’nun doğuya yayılmaktan vazgeçmemesinin üzerine bir de Kosova saldırısı gelince, Moskova, bölgedeki faaliyetlerini daha da üst noktalara tırmandırdı. Kasım 1995’te, Savunma Bakanı Pavel Graçev, “NATO’nun doğuya genişlemesine karşı Rusya’nın Doğu’da yeni müttefikler arayacağını” ilan ediyordu. (ITAR-TASS, 22 Kasım 1995.)
Bu doğrultuda; Rusya ile Çin ve Hindistan arasındaki ilişkiler, hızla gelişti, hatta Rus politikacılar, üç devlet arasında bir “stratejik üçgen” kurmaktan bahsetmeye başladılar. Bütün engellere rağmen kurulma olasılığı giderek yükselen bu “üçgen”in, ABD hegemonyasına karşı bir odak olmak hedefini taşıyacağı açıktır.
Yine de Rus emperyalizmi, ilan ettiği önceliklere bağlı olarak, Asya ile Avrupa’daki çıkarlarını birbirlerinin karşısına koymayan dengeli bir tutum izlemek durumunda. Bu “denge”, bugün “Avrasya yaklaşımı” olarak anılan politikanın da temel taşıdır. Yorumcu Karen Brutents’e göre, bu yaklaşım “objektif olarak, Rusya’nın hem Avrupa, hem Asya’daki merkezi coğrafi pozisyonu ve fiziksel varlığını güçlendirmektedir.” (Rusya ve Asya, Karen Brutents, Nezavisimaya Gazeta, 22 Haziran 1999.)
Moskova yönetimi, Çin’in güçlenmesinin, Rusya için avantaj sağlayabilecek yeni bir güç dengesine yol açabileceğini hesaplıyordu. Stratejik ortaklık planlarına, sadece Çin ve Hindistan değil, İran da dâhil edildi.
Karşılıklı ziyaretler, imzalanan anlaşmalar ve silah satışlarıyla örülen Rus-Çin ittifakının, giderek anti-Amerikan bir renk kazandığı görülüyor. Çin, NATO’nun genişlemesine karşı çıkışlarını giderek sertleştirirken, Rusya da Asya’daki ABD askeri varlığını ve ABD-Japonya güvenlik ittifakını hedef alıyor. Rusya Savunma Bakanı İgor Sergeyev’in Ekim 1998’de gerçekleştirdiği Pekin ziyaretinde, iki ülke, üç uluslararası sorunda birlikte davranacaklarını duyurdular. İki ülke, NATO’nun genişlemesine “kategorik” olarak karşı çıkıyor, Batı’nın Kosova’da güç kullanmasını kınıyor ve ABD’nin Asya’da Japonya ile oluşturmak istediği anti-füze savunma kalkanını eleştiriyordu. (ITAR-TASS, Kompas, No. 43, 29 Ekim 1998)
İki ülke; “daha küçük meseleler” olan Tayvan, Tibet ve Çeçenya gibi konularda da, Batı baskısına karşı ortak hareket etmeye başladılar.
Hatırlatmak gerekir ki, bundan birkaç yıl önce Çin NATO’nun genişlemesini umursamazken, dönemin Rus Savunma Bakanı İgor Rodyonov, ABD-Japon ittifakının “kaygı yaratmadığını” söylüyordu. Oysa şimdi, örneğin Rus diplomat Yuli Vorontsov, “NATO küresel bir örgüte dönüşüyor. Bu nedenle, diğer ülkeleri müttefikimiz yapmamız gerek” demekteydi. (Rus-Çin ittifakı Beliriyor, Jamie Dettmer, Insight, 3-10 Nisan 2000)
Rusya’nın bu faaliyetinin bir unsuru olarak, Çin’e yönelik silah ve teknoloji ihracına değinmek gerekiyor. Ne de olsa, Çin yönetiminin geçtiğimiz haftalarda aldığı “askeri bütçenin yılda yüzde 18 oranında artırılması” kararından en kârlı çıkacak ülke, Çin’in en önemli ithalatçısı olan Rusya’dır.
Son altı yıl içinde Rusya’nın Çin’e silah satışı üç kat arttı ve bugün, iki ülke arasındaki yıllık ticaretin üçte biri askeri nitelikte. Çin’in ithal ettiği silahların yüzde 70’inin kaynağı Rusya; Rusya’nın toplam silah satışının yüzde 30-40’ı da Çin’e gitmekte. 1991-’97 arasında Çin, Rusya’dan 6 milyar dolarlık silah almıştır ve bu ithalat, yılda ortalama 1 milyar dolar düzeyinde seyretmeye devam ediyor. (Rossiyskaya Gazeta, 5 Ekim 1996, Trud, 26 Nisan 1997, Izvestiya, 9 Haziran 1999.)
Çin, 1992-’97 arasında 48 adet Sukhoi Su–27 tipi savaş uçağı, 8 adet S–300 hava savunma füze sistemi ve 4 adet Kilo-sınıfı denizaltı satın aldı. Mart 1996’da, ABD’nin Tayvan Boğazı’ndaki gövde gösterisinin ardından, yeni siparişler geldi: iki adet Sovremenny sınıfı güdümlü füze destroyeri ve KA–27 ile KA–28 tipi helikopterler. Çin’in, aynı rahatsızlık nedeniyle, Rus teknolojisini satın alarak kendi uçak gemisini inşa etmeyi hedeflediği de, basına yansıdı. (Evrensel, 4 Mart 2001)
Çin’in alev makinelerinde zırhlı araçlara kadar pek çok Rus yapımı silaha duyduğu büyük ilgi nedeniyle Moskova, önümüzdeki yıllar içinde toplam silah ihracatını yılda 6 milyar dolara yükseltme hedefini koyabildi. (Rossiyskaya Gazeta, 25 Mayıs 2000.)
Ancak iki ülke arasındaki askeri işbirliği, sadece silah satışı ile sınırlı değil. Rusya, Çin’in nükleer santral yapımı programına da yardımcı oluyor. Bugün 200’den fazla Rus şirketi, Çin’in Jiangsu bölgesindeki Lianyungang santralinin yapımında görev alıyorlar. Son altı yıl içinde Rusya’nın Çin’e yönelik nükleer ihracatı, sıfırdan yılda 150 milyon dolara yükseldi. Bu rakamın, önümüzdeki yıllarda ikiye katlanması bekleniyor.
Böylesi bir işbirliğinin sonucu olarak, Pekin, sahip olduğu gelişmiş denizaltı ve savaş uçaklarının bakımı-tamiri için Moskova’ya bağımlı durumda. Çinli subaylar, Rusya’da eğitim alıyorlar. 1998 itibarıyla Rusya’da eğitim alan 177 Çinli subay vardı. Çin ordusuna destek için görevlendirilen Rus askeri danışman ve uzman sayısı ise 5205’ti. (Nezavisimoye Voennoe Obozrenie, No 41, 1998)
Öte yandan, iki ülke, ABD’nin “Ulusal Füze Savunma Sistemane (NMD) karşı cüretkâr bir adım olarak, bir karşı-sistem oluşturmayı tartışmaya başladılar. Emperyalistler-arası silahlanmanın katlanarak artacağına işaret eden bu eğilim, Çin Savunma Bakanı Chi Haotian’ın Ocak 2000 Moskova gezisi ve Rusya Başbakan Yardımcısı İlya Klebanov’un bir ay sonra yaptığı Pekin gezisi sırasında tartışıldı. Rusya, Çin’in insanlı bir uzay programı geliştirmesine yardım etmeyi teklif ederken, Pekin’in, Glonass küresel uydu sistemini askeri ve ticari amaçlarla kullanmasına izin verdi. İki ülke, Ekim 1999’da ortak bir askeri tatbikat da düzenledi ve çok milliyetli ülkeler olmanın getirdiği sıkıntıları, yine birlikte çözmeye yöneldiler. Sonuçta, ABD’nin Orta Asya’da bir istikrarsızlık unsuru ve müdahale vesilesi olarak körüklediği etnik ayrımlar ve köktendinci akımlara karşı, Şanghay Beşlisi kuruldu. Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan oluşan Beşli, “ayrılıkçılık ve uluslararası terörizmle mücadele” gerekçesiyle, ABD’nin bölgeye açılma faaliyetlerini darbeleyen bir rol oynuyor.
Ancak Rus-Çin ittifakının “kalıcı ve teklifsiz” bir nitelik taşıdığını düşünmek, emperyalist diplomasiyi kavrayamamak olur. Emperyalistler-arası her ittifakın aynı zamanda bir “rekabet” içerdiği, bugün “dost” görünen iki emperyalistin yarın kanlı-bıçaklı düşman olmasının mümkün olduğu unutulmamalı. Bu genel doğru, Rus-Çin ilişkisi için de geçerlidir.
Öncelikle, Azizyan’ın da dikkat çektiği gibi Rusya, ekonomik sıkıntılar nedeniyle etkin bir biçimde kullanamadığı silah ve teknolojiyi, Çin’e vermektedir. Bu durum, Rus egemen sınıflarında belli bir kaygı yaratıyor. Örneğin, stratejist Aleksey Bogaturov, iki ülkenin “tarihsel olarak çatışan ülkeler” olduğunu, böylesi çatışkılı bir ilişkinin jeopolitik kaynağının “halen ortada durduğunu” belirtmektedir. (Pasifik’te Büyük Güçler, Aleksey Bogaturov, ABD-Kanada Enstitüsü, Moskova, 1997. sf. 291.) Boguratov, Asya’da müttefik olarak Çin’in seçilmesine karşı çıkmakta, ABD karşıtlığının “stratejik bir ortaklık” kurmak için yeterli olmadığını dile getirmektedir. ABD yanlısı stratejist Dimitri Trenin ise, daha da ileri giderek şöyle yazıyor: “Rusya’nın Çin probleminin kaynağı, Çin ‘in hâlihazırda toplam bir ulusal güç olarak büyük ölçüde Rusya’nın önünde olmasıdır. Geçmişte Rusya’nın gücü, Çin’in zayıflığına dayanan ilişkilerdeki bu radikal değişim, ikili ilişkilerin her yönüyle kökten yeniden değerlendirilmesini şart kılar.” (Rusya’nın Çin Problemi. Dimitri Trenin, Carnegie Moskova Merkezi, 1999, sf.12) Trenin’in bu talebinin, onun Amerikan yanlısı oluşundan kaynaklandığı söylense bile, saptamalarında doğruluk payı olduğu yadsınamaz.
Bu çatışkılı ilişki, Rus medyasına da “popüler” formlar altında yansıyor. Rus gazeteleri, ülkeye yönelik yasadışı Çinli göçü üzerinde durarak, şimdiden 2 milyon Çinlinin Rus topraklarına yerleştiğini belirtiyorlar. Örneğin, Segodnya, “21. Yüzyıl ortasında Çinlilerin, Ruslardan sonraki en büyük etnik grup haline geleceğini” yazarak Çin korkusunu kışkırtıyor. (Segodnya, 6 Temmuz 1999.)
Rusya’nın bugünkü nispi zayıflığı nedeniyle, ikili ilişkilerin “ipinin” Çin’e geçme olasılığı da rahatsız edici. Azizyan’ın belirttiği gibi, Rusya, son birkaç yılda Çin’e tek bir ticari uçak satamazken, Washington, sadece Ekim 1997’de Pekin’e 3 milyar dolar tutarında 50 adet Boeing uçak satmayı garantiledi. Rus firmaları. Çin’in ünlü “Üç Boğaz” barajı projesinden de dışlandılar. Sibirya gaz boru hattı projesi ise, hem mali nedenlerden ama hem de rota sorunları nedeniyle ertelendi. Rusya, bu hattın Moğolistan üzerinden geçmesini isterken Çin, araya üçüncü bir ülkenin girmesine kesin olarak karşı çıkıyor.
Görüldüğü gibi bu ilişki, henüz, ABD-Japonya ittifakına rakip olmaktan çok uzak. Bu nedenle, Rusya’nın, Çin’e “alternatif dengeler” araması şaşmamalı. Asya-Pasifik söz konusu olduğunda, Çin dışındaki tek hatırı sayılır gücün Japonya olması nedeniyle, bu arayış, doğrudan “ABD’nin tekerine çomak sokmak” anlamına geliyor. Ancak sadece bu da değil. Boguratov, Çin’i dengelemek amacıyla, Moskova’nın şu adımları atmasını öneriyor:
1. Rus-Japon ilişkilerinin normalleştirilmesi önündeki engellerin kaldırılması
2. Rusya ile Çin’in yabancılaşması durumunda, Rusya’ya koalisyon desteği sağlayacak, esnek ve çok taraflı güvenlik düzenlemelerinin ortaya çıkarılması
3. Vietnam ve diğer ASEAN ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi
4. Güney ve Kuzey Kore arasında, Rusya dışı bir birleşmenin önlenmesi için, Kuzey Kore’deki Rus etkisinin yeniden tesisi. Güney Kore ile ilişkilerin zorlanması ve böylece, muhtemel bir Birleşik Kore’nin, Rusya’ya “en az Çin kadar” dostluk duymasının sağlanması.
5. Tayvan Boğazı’nda statükoyu destekleyerek Çin ile açıktan karşı karşıya gelinmekten kaçınılması, ancak aynı zamanda, Çin’in Tayvan’ı izole edip zayıflatma çabasına destek verilmemesi. (Aleksey Boguratov, age. sf, 294–295.)
Rusya’nın Asya-Pasifik bölgesinde attığı yeni adımlar, örneğin Vladimir Putin’in Vietnam ve Kore’yi de kapsayan son gezisi, bu önerilerin Rus diplomasisinde yankı bulduğunu gösteriyor.
JAPONYA İLE İLİŞKİLER
Rusya ile Japonya arasındaki buzların soğumaya başlaması, “reel-politik”in dayatmaları karşısında, tarihsel anlaşmazlıkların önemini giderek yitirmesi ile açıklanabilir. Ve iki ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük dayatma, Çin’dir. Japonya, “Çin’in toprak istekleri, kuvvet kullanma eğilimi ve ciddi bir konvansiyonel tehdit olarak ortaya çıkma potansiyelinden” kaygı duymaktadır.*(Kyodo, 24 Ekim 1997.)
Doğrudan Devlet Başkanı’na bağlı olarak çalışan Rusya Dış İlişkiler-Savunma Politikası Konseyi de, 1997’de hazırladığı yeni politika teklifinde, paralel kaygıları dile getiriyor. Belgeye göre Japonya bir askeri tehdit değilken, Çin, orta vadede ciddi bir güvenlik çatışması yaratma potansiyeline sahiptir. Sonuç olarak Asya-Pasifik bölgesinde, bu potansiyele karşı Japonya, Güney Kore ve hatta ABD ile ilişkiler güçlendirilmelidir.(Tokyo Foresight, Ağustos 1997.) Duma Savunma Komitesi’nden Aleksey Arbatov’un ifadesiyle, “Çin’in lehine olan mevcut durum”, Moskova’yı, Pekin’e tek taraflı bağlılığa itebilir. Oysa
Japonya ile Kuril Adaları’nın kime ait olduğu sorununun çözülmesi, Rus yönetimine avantajlı bir siyasi konum ve Batı Pasifik’te daha büyük manevra serbestisi sağlayacaktır. (Aleksey Arbatov, Rusya’nın Dış Politika Alternatifleri, International Security, 18:2, Sonbahar 1993, sf. 36-37.)
Ne Moskova, ne de Tokyo, bir “Çin tehdidini açıktan ifade etmemektedir, ancak özellikle Moskova, Asya bölgesinde görülen IMF güdümlü ekonomik yıkımın, bölge ülkelerini Çin’in insafına bırakacağından endişelenmektedir. Izvestiya’da ifade edildiği gibi, “Çin’in giderek gelişen ekonomik ve siyasi emellerine karşı, Japonya’yı kazanmak için küçük adaları feda etmek, kötünün iyisi olacaktır.” (Izvestiya, 4 Kasım 1997.)
İki ülkenin Çin’e karşı alternatif bir güç odağı oluşturma girişimleri 1996’da başladı. Moskova’ya atanan yeni Japon Büyükelçisi Minoru Tamba, Kuril Adaları sorununda “eski şahinlerden” olmasına rağmen, artık “sorunun daha geniş bir jeopolitik kapsamda ele alınmasını” istiyordu. Tamba’ya göre, “Japon-Rus-ABD-Çin dörtlüsünde en zayıf halka, Rus-Japon halkasıydı ve bu, iki ülkenin çıkarları için de zararlıydı”. Büyükelçi, Rusya’nın NATO ve köktendinci akımlar karşısında yaşadığı güçlükler düşünüldüğünde, geleceğinin, Japonya’nın yardıma hazır olduğu Pasifik’te yattığını, ama bu yardımın da belli koşullara (Kuril Adaları) bağlı olduğunu belirtiyordu. (Izvestiya, 16 Aralık 1999.)
Rusya ve Japonya, Nisan 1996’da, üst düzey savunma yetkilileri arasında yapılan ilk ve tarihi zirvede, önemli kararlar aldılar. İmzalanan anlaşmaya göre Tokyo ve Moskova, büyük askeri tatbikat planlarından birbirlerini haberdar edecek, gemilerinin karşılıklı limanları ziyaretine izin verecek, askeri yetkililer arasında da diyalog başlatacaklardı. (Kyodo, 29 Nisan 1996.) Ağustos 1998’de, iki ülke ilk kez Japon Denizi’nde ortak bir tatbikat gerçekleştirdiler. Bir yıl sonra ise, iki ülkenin savunma örgütleri arasında işbirliğini artıran bir belge imzalandı.
Ekonomik alandaki ilişkiler de, çeşitli anlaşmalarla giderek gelişti ve Rusya, giderek, Japonya’yı “alternatif kreditör” olarak görmeye başladı. Japonya, Ağustos 1998 krizinin ardından IMF gibi ağır şartlar getirmeden Rusya’ya “mali yardım” yapan tek ülke oldu. Nihayet, yıllar süren karşıtlıktan sonra Japonya, Rusya’nın APEC’e ve G-7’ye alınmasına onay verdi.
Öte yandan, iki ülkenin Rusya-Çin benzeri bir ilişki kurmasının önündeki en önemli engel olan Kuril Adaları sorunu, henüz çözülmekten çok uzak. Rusya’nın elinde olan bu dört ada, önemli birer ekonomik kaynak niteliğinde. Rusya, toplam yıllık deniz ürününün üçte birini bu bölgeden elde ediyor. Adalar civarındaki mineral kaynaklarının ise, 50 milyar dolara yakın değeri olduğu hesaplanıyor. Bazı Rus kaynaklara göre, Güney Kuriller’de büyük petrol ve doğalgaz rezervleri bulunuyor. (Izvestiya, 6 Mart 1998.)
Ancak Kuril Adaları, Rusya için stratejik açıdan da önem taşıyor. Iturup ve Kunashir adaları arasındaki derin sular ve boğaz, Rus nükleer denizaltılarının rotalarından biri. Bu boğazın kaybolması, denizaltıların ya Japon Denizi’nden, ya da donma tehlikesi olan sığ sulardan geçmek zorunda kalmasıyla sonuçlanacak. Okhotsk Denizi’ndeki nükleer denizaltı üssü de, kaybedilecek. Oysa Rusya, ilk nükleer silah kullanan devlet olmasına olanak tanıyan yeni “askeri doktrini”nde, nükleer denizaltılara özel bir önem veriyor. Bütün bu nedenlerden ötürü, sorunun çözümü hiç de kolay değil.
1956’da, SSCB’nin iki adayı Japonya’ya vermek yoluyla meseleyi kökünden halletme girişimi, ABD’nin Japonya üzerinde kurduğu baskı nedeniyle sonuçsuz kalmıştı. Japonya’nın Rusya’ya yakınlaşmasını önlemek amacını taşıyan bu baskının devam etmesi de, barışın önündeki önemli bir engel olarak duruyor.
KORE SORUNU ve ASEAN
“Soğuk savaş”ın ideolojik karşıtlıklarından kurtulmanın, sadece ABD için değil, Rusya ve diğer rakip emperyalistler için de yeni fırsatlar doğurduğundan bahsetmiştik. Rusya’nın Asya politikası açısından bu fırsatlara en güncel örnek, Kore sorunu. SSCB’nin dağılmasından bu yana; Rusya, ABD, Çin ve Japonya, Kore Yarımadası’nın statüsü sorununda giderek daha sık ve tehlikeli bir biçimde karşı karşıya geliyorlar.
Moskova’nın mevcut Kore politikası, üç temele dayanmakta:
1. Rusya, Kore Yarımadası’na komşu bir ülkedir.
2. Kore Yarımadası’nda bir çatışma, Rusya’nın çıkarlarını tehdit edecektir.
3. Rusya, hem Kuzey ve hem de Güney Kore ile iyi ilişkiler kurmak istemektedir. (Rusya’nın Kuzey Kore Büyükelçisi G. Kunadze ile söyleşi, FBIS-EAS-96-083, 25 Nisan 1996.)
Bu temelde, Moskova’nın Kore politikasında iki yönelim değişikliği yaşandı. Bunlardan ilki, 1990’ların başında, Yeltsinci dönemin “Güney Kore’ye önem veren” yönelimi idi. Putin dönemine denk düşen ikinci değişiklik ise, bu “tarihsel sapmayı” düzeltti. Yeni dönemde Moskova, “hem Güney, hem de Kuzey Kore ile dengeli ilişkiler gütme” politikasını benimsedi. Bu politikanın, Rusya’nın yarımadadaki etkisini artırmasına hizmet edeceği biliniyor. Çünkü Rusya, diğer “ilgili” devletlerde olmayan kimi özelliklere sahip. Çin kadar yayılmacı bir politika gütmüyor, Japonya gibi “kötü anıları” canlandırmıyor ve ABD gibi nefret uyandırmıyor.
Bu özellikler sayesinde hem Kuzey, hem de Güney Kore, Rusya’ya “Çin’i ve Japonya’yı dengeleyici” bir oyuncu olarak bakıyorlar. Ne de olsa ABD, günümüze kadar, bu iki Asya gücüne karşı adeta bir “filler” politikası izlemiş, yerel kuvvetleri hesaba katma gereği duymadığı için de sık sık Koreler’i “dükkândaki porselen” konumuna düşürmüştür.
Putin’in Kore Yarımadası gezisiyle sergilediği bu alternatif tutumun temelinde yatan hedefin “yakalanabilir” olduğunu söylemek ise kolay değil. Rusya, henüz hazır olmadığı halde; ne Kuzeyi, ne de Güney’i “kızdırmadan” yarımadanın birliğine hizmet edecek bir tutum izlemek zorunda.
Böylesi hassas bir siyasetin başarı sağlaması durumunda ise, Rusya, bölgede güttüğü en önemli hedefe ulaşma yolunda dev bir adım atacak. Çünkü iki Kore’nin birleşmesi, Uzak Asya’da konuşlanmış Amerikan işgal kuvvetlerinin elinde kalan tek gerekçeyi de ortadan kaldırmış olacak. Geçtiğimiz yıl içinde, ABD’li stratejistlerin “Kore barışı olsun ya da olmasın, bölgedeki Amerikan kuvvetleri geri çekilemez” diyerek karşı saldırıya geçmeleri, barış olasılığının ABD’yi ne kadar rahatsız ettiğini göstermeye yetiyor.
Asya’nın “anahtarı” olan ASEAN ülkeleri ise Rusya arasındaki ilişkiler de, benzer bir çizgide ilerliyor. “Soğuk Savaş” döneminde Güneydoğu Asya, iki kampa ayrılmıştı: Batı yanlısı ASEAN ve “komünist” Çinhindi. Bu bölünme nedeniyle Asya’da eli kolu bağlanan Rus emperyalizmi, bugün bu “ideolojik sınırdan kurtulmuş bulunuyor. Sonuç olarak Putin Rusya’sı, “eski müttefik” Vietnam ve Hindistan’ın yanı sıra Kamboçya, Malezya, Endonezya ve Pakistan gibi devletlerle de yeni ilişkiler kurmaya girişiyor. Bölgede yeni askeri üsler kurma ve eskilerini yenilemeye kadar uzanan bu yeni ilişkiler sayesinde Rusya, tıpkı ABD gibi, elindeki politik kozları çeşitlendirme fırsatı yakalıyor.
SONUÇ
Rusya ekseninde özetlemeye çalıştığımız yeni stratejik dengeler, Doğulu ve Batılı emperyalistlerin çıkarlarının, kaçınılmaz bir biçimde çatışma yolunda olduğunu gösteriyor. Ancak sadece bu da değil. 1960’lar sonrası Sovyetler Birliği, Çin ve onlar etrafında örülen blokların sosyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmaması bir tarafa bırakılırsa, devletlerarası ideolojik karşıtlıkların tamamen silindiği bir dünya, çatışma ve karşıtlıkların azaldığı değil, çoğaldığı bir dünyadır. ABD, Rusya ve diğer emperyalistler, bu dünyada, yirmi-otuz yıl öncesinden çok daha “serbest” hareket edebilmekte, çıkarları uğruna çok daha gözü kara davranmakta ve milyarları savaşa, açlığa ve yoksulluğa sürüklemekte tereddüt bile etmemektedirler.
Rusya, Çin ve/veya Avrupalı emperyalistlerin ABD hegemonyasına alternatif bir hegemonya kurma çabaları, onlara “ilerici” ya da “antiemperyalist” bir nitelik vermez. Bu güçlerin hedefi, şu ya da bu bölgede, kendi gerici hegemonyalarını kurmak ve kendi gerici çıkar ve amaçlan uğruna dünya halkları üzerindeki baskı ve sömürüyü kat be kat artırmaktır. ABD bu amaçlar önünde engel teşkil ettiği için hedef alınmaktadır; “emperyalist” ya da “baskıcı” olduğu için değil.
Emperyalistler arasındaki ilişki ve karşıtlıkların şiddetlenmesi, yeni bloklaşmaların ortaya çıkması, elbette ki işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından bazı fırsatlar yaratabilir, sosyalizm ve bağımsızlık mücadelesine yeni manevra olanakları sağlayabilir. Ancak şu ya da bu ülkede işçi sınıfı ve onun partisi, sırf bir ya da birkaç emperyalist, başka bir emperyalistin egemenliği önünde engel oluyor diye onu destekleyemez. İşçi sınıfının kendi iktidarını, sosyalizmi kurma hedefini bu ucuz politikalara endekslemek, bu temel hedefi bulandırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Tarih göstermektedir ki; ilerici politika adına şu ya da bu “alternatif emperyaliste” yaslanan veya emperyalistler arasındaki çelişkilerin önemini abartarak halkına felaket getiren “iyi niyetli” politikacıların sonu hiç de parlak değil.
Mart-Nisan 2001