Newroz kutlamaları, nevruz törenleri, “ulusal program” ve Kürtler

Newroz’da Kürtler, yaşadıkları hemen her yerde alanlara çıkarak bir kez daha, baskıyla sürdürülen egemenliğe karşın sorunlarını sahiplenmeye kararlı olduklarını dile getirdiler. Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik için çıktılar alanlara. İzin verilmeyen yerlerde, baskı ve teröre rağmen saldırıları göze alarak, yasakları parçalayarak ve Newroz ateşini yakarak halaya durdular. Onlar, kollarını kaldırıp, başaracaklarına inançlarının ifadesi olarak zafer işaretleri yaparak, bazen sarı-kırmızı-yeşil renkleri dalgalandırarak, bazen halaya durarak, birikmiş/bastırılmış tüm duygu ve özlemlerini ortaya koydular. O gün, aslında, yüz yıllardır paslı zincirlerle kuşatılmış tutsaklıklarına demirci Kawa’nın balyozuyla bir darbe daha vurarak bağırdılar, BİJİ NEWROZ, BİJİ AZADİ diyerek. Kürsülerden ifade edilmeyeni, diplomasi ve protokol kaygısı duymadan yüz binler olarak toplanan halk; geçmişe dair hiçbir anı unutmadıklarını, ama özgürlük ve barış istediklerini, sloganları ve tutumlarıyla bildikleri ve anladıkları biçimde, açıkça, kendi dilleri ve Türkçe olarak dile getirdiler.
Diyarbakır’da üç yüz bini aşkın insanın katıldığı Newroz kutlaması, tüm gözlerin üzerine kilitlendiği kutlama alanıydı. Herkes biliyordu ki, eğer geleceğe ilişkin bir mesaj varsa buradan verilecek ve egemenler de buradan alacaklardı mesajı. Diyarbakır halkı, onurlu ve davasının sahibi bir halk olarak, olması gerekeni yaparak, alanı hıncahınç doldurdu. Artık orası Fuar alanı değil, Newroz Alanı’dır. Newroz’la, Kürtler ağır sorunlar altında olduklarını ve mevcut durumlarını değiştirmek, diğer halkların sahip olduğu demokratik hak ve özgürlükleri kullanmak istediklerini ortaya koydular, eşit ve özgür yaşam taleplerini belirttiler. Onlar, kültür, dil, kimlik ve tarihiyle yaşamak isteyen bir halk olarak, bu Newroz’da bir kez daha tüm dünyanın dikkatlerini üzerlerine çektiler. 21 Mart 2001, Kürtler için sadece bir bayram kutlanması değil, mevcut statükoya itirazla birlikte baskı ve zorun gücüyle bir gerçeğin yok edilemeyeceğinin dile getirilmesi, buna direnileceği ve kendi kaderi üzerinde söz ve karar sahibi olmak istendiği gerçeğinin de ilanıdır.
Diyarbakır’daki kutlama herkesin nefesini tutarak beklediği kutlamaydı. Baskı ve yok sayma politikasında direnen egemen sınıfa ve tüm dünyaya, bir halk olarak, hak ve özgürlük talepleri için verilecek mesaj önemliydi. Yığınsal katılımla ilk mesaj verilmişti. Alana önceden asılan pankartlardaki sloganlar oldukça “ölçülü”ydü. “Barışla herkes kazanacak”, “Ne inkâr ne ayrılık, demokratik cumhuriyet”, “Kürt sorununa demokratik Çözüm “, “Köye dönüş sağlansın, zararlar karşılansın”. Ancak, alanı dolduran yoksul ve işsiz çoğunluğun, yüz binlerce emekçinin özlemleri daha kapsamlıydı. Sarı-kırmızı-yeşil renklerle bezenmiş Kürt kadınlar ve gençler taleplerini dile getirmede başı çekiyorlardı. Ellerinde salladıkları resimleriyle HADEP Silopi İlçe başkanı ve üyesinin akıbetlerini soruyorlardı. Bir önceki Newroz’da binlerce emekçi ellerindeki dövizlerle taleplerini tüm dünyaya ilan ederken, bu Newroz’da yöneticiler “sizin bu sahiplenmeniz her şeyi söylüyor” dercesine yaşanan sorunları yeterince dile getirmediler. Terör ve baskı politikasıyla bölge halkını sindirmek isteyenlerin bir kontrgerilla yöntemiyle katlettikleri Emniyet Müdürü Gaffar Okan ve beş polisin ölümünden sonra, hizbi-kontra korkuluğuyla halkı taleplerinden vazgeçirip etkisizleştirmek isteyenlerin yarattığı havanın yok olmamış etkisi gözlenebiliyordu.

POLİS VE ASKER BASKISI VE KONTGERİLLA PROVAKASYONU OLMAZSA.,.
Diyarbakır, Batman, Van, Mardin, Malatya, Antep, Tunceli, Elazığ, Urfa, Bingöl, Hakkâri ile Ankara, Bursa, İzmit, Mersin, Adana, İzmir, Osmaniye, İskenderun, Ceyhan, Tarsus, Kayseri, Kırşehir, Konya, Denizli, Aydın ve Manisa’da izinli olarak kutlanan Newroz; Iğdır, Siirt, Bitlis, Muş, Adıyaman, Muğla, Tekirdağ, İstanbul gibi merkezlerde izin verilmediği halde, alanlarda toplanan halk tarafından kutlandı. Kürtler, Türk emekçi kardeşleriyle el ele vererek, baskıları protesto ederek kutlamayı gerçekleştirdiler. Böylece; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik için alanları dolduran yüz binler, onlarca kent, şehir, kasaba ve köyde ortak taleplerini hiçbir olaya meydan vermeden dile getirdikleri Newroz’u kutladılar.
Newroz, Kürtlerin kültür ve tarihlerindeki güçlü etkisini, halkın üzerindeki direniş ve coşku duygusunun derin izlerini göstermektedir. Kutlamalar, halkın ulusal kültürlerine karşı duyarlığını ve kıskançlıkla sahiplenmesini de belgeler düzeydedir. Bu kutlamalarda, içselleştirilmiş ve egemenlerle efsanede olduğu gibi bir hesaplaşma isteğini görmek mümkün. Baskı ve esareti dayatanlara gerçeği kabul ettirmek için büyük bedeller ödeyen Kürtler, bu özlemlerinin gerçeğe dönüşmesindeki kararlılıklarını, bu yıl daha büyük bir katılımla göstermiş oldular. Barış taleplerini dile getirdiler ve barış içinde kutladılar Newroz’u,
Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya halklarının kültür ve tarihlerinde farklı biçimlerle algılanan ve kutlanan Newroz (Yeni gün) ya da Nevruz, barış ve kardeşlik içinde kutlanabiliyor. Polis ve askerlerin, Jitem ve kontrgerillanın provokasyonlarıyla yıllardır ekranlara kan ve ölüm görüntüleriyle taşınan Newroz, bu yıl olumlu bir havada kutlanmış oldu. Böylece yıllardır karışıklık yaratanların adresi de belli oldu. Peki, bu geçmişin hesabını kim verecek?
Newroz kutlamalarının barış içinde geçtiğini ekranlara yansıtan medya, alanları dolduran yüz binlerin Kürt olduklarını söylemekten özenle kaçınsa da, bir halkın bu denli güçlü bir kalabalıkla renkleri, kültürü, folkloru ve özlemleriyle, ama büyük bir coşkuyla haykırdıkları taleplerine kulak tıkayanlar, gerçeklere daha ne kadar set çekebilecekler? Oysa bu Newroz’dan çıkarılabilecek sonuçlar vardır. Emekçi sınıfların da çıkaracağı sonuçlar önemlidir.

NEWR0Z KUTLAMALARI VE NEVRUZ TÖRENLERİ
Türkî cumhuriyetlerinde de Nevruz bayramı kullandı. Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’da, ayrıca Irak, İran, Suriye’yi kapsayan bölgede yaşayan Kürtler ve diğer halklar Newroz’u kutladılar. Aleviler de, Hz. Ali’nin doğum günü olarak kutladılar Newroz’u. Artık, araştırmacılar, sarı, kırmızı ve yeşil renklerin Türklerin ve Kürtlerin ve tüm bölge halklarının kültüründe de yer ettiğini belirterek, renklere ve Kürtlerin tarihine karşı gösterilen ırkçı yaklaşımın ilkelliğine dikkat çekmektedirler. Sarı-kırmız-yeşil renklerin ve “Nevruz”un Türk ve Kürt toplumların ortak günü olarak kabul görecek duruma gelmesinde Kürt halkının bir rahatsızlığı olamaz. Buna işaret eden herhangi bir emare yoktur. Her halk, kendi olanaklarıyla, hiçbir baskı görmeden ve özel devlet ilgisiyle resmi törene dönüştürülmeden bayramını kutlamalıdır.
Diyanetin adına hutbe okuttuğu Nevruz’da. Cumhurbaşkanı N. Sezer, Başbakan ve yardımcıları ile birçok bakan mesaj yayınladı ve Nevruz törenlerine katılarak, demir dövüp yumurta tokuşturdular. Hemen her devlet yetkilisi ve ilgili ilgisiz herkes yaptığı açıklamada Nevruzun evrenselliğinden söz etti. Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlarda kutlanan bayramın birçok halkın kültüründe yer ettiğini ve geleneksel bir bayram olduğunu belirtiler. Oysa yıllardır Kürtler tarafından yasaklara rağmen kutlanan, on yıl öncesine kadar inkâr edilen, onca insanın kutlamalarda hayatını yitirdiği, kanla anılan Newroz, ancak 1991’den sonra Kültür Bakanlığı aracılığıyla resmi bir etkinlik olarak kutlanmaya başlandı. Ayrıca, Newroz’un evrenselliğinin Kürtler için de geçerli olduğunu, ne yazık ki, hâlâ kabul etmemektedirler.
Mesut Yılmaz, Nevruz için, “Bizi biz yapan, birbirimize bağlayan tarihi, kültürel ve sosyal bağlara her zamankinden daha güçlü sahip çıkmamız gerekir” derken, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ise; “Nevruz Bayramı, geleneksel ve kültürel boyutuyla kırgınlıklara, ayrılıklara ve bölücülüğe karşı bir simgedir.” dedi. Çiller, Newroz’a günün görevlerinden birini de yükleyerek. “Nevruz’un, iç ve dış mihrakların oyunlarına karşı da bir kalkan görevi üstlendiğini” belirtti. MHP Genel Başkanı Bahçeli, “Nevruz, ne yazık ki yozlaştırılarak, bölücü-ayrılıkçı terörist şiddetin en fazla sergilendiği günler haline getirilmek istenmiştir. Ancak milletimizin sağduyusu ve kültürüne olan derin tutkusu, bu emellerin tahakkukuna izin vermemiştir.” diyerek, Ergenekon’dan çıkış günü dediği “Nevruz”da ırkçı ve şoven, inkârcı ve şiddet savunucusu olarak, Kürtlerin varlığını ve kültürlerini reddetme tutumunda ısrarını bir kez daha dile getirmiş oldu.

NEWROZ’DA BASKI VE TERÖR, YASAKLAR VE TOPLATMALAR DEVAM ETTİ
Newroz’a Evrensel gazetesinin bir hafta kapatılmasıyla girildi. OHAL’in resmen devam ettiği illerde ve fiilen OHAL uygulanan illerde Evrensel ve diğer birçok yayın bulunamıyor. Newroz öncesi EMEP’in Kürt illerindeki hemen tüm parti binaları basıldı. Newroz bildirileri toplatıldı, bildiri dağıtan parti üyeleri ve gençler göz altına alındılar. EMEP Urfa il örgütü mahkeme kararıyla basıldı ve arama yapılarak il örgütünün Newroz’da baskı ve sömürüye, IMF programına karşı emekçileri mücadeleye çağıran bildirilerine el konuldu. G. Antep Nöbetçi 2. Sulh Ceza Mahkemesi, İl örgütünün bildirilerini KAWA ve NEWROZ sözcüklerindeki ‘W harfinden dolayı toplattı ve bunu ”Siyasi Partiler Türkçeden başka dil kullanamazlar” gerekçesiyle yaptı. Kutlama başvurularında dilekçelerdeki NEWROZ sözcüğünün NEVRUZ olarak değiştirilmesini dayattılar ve bunu birçok yerde izin vermemenin gerekçesi yaptılar. Bir defa Washington deyince ağızlarından bin Washington çıkaranlar, gülünç bir gerekçeyle partinin kitlelere yönelik faaliyetini engelliyorlar. Oysa “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk âlemi” rüyalarıyla kalkıp oturduklarından dolayı Türkî Cumhuriyetleri’ne yönelik yaptıkları yayın faaliyetleriyle bu harfi Alfabe’ye yerleştirmiş olduklarından bihaberler. Henüz kurumlarını bilgilendirmemiş olmalılar! Oysa 29 harf olan alfabeye birçok harf gibi ‘W’ da eklenmiş bulunuyor. Ve bu, 1997 Kasım tarihli ve 2482 sayılı Milli Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi’nde yayınlanarak resmiyet kazanmış olmasına rağmen, savcılar ve hâkimler, dünyanın tüm dillerinde mevcut olan ve tüm Türkçe daktilo ve bilgisayar klavyelerinde yer alan ‘W’ harfinden kalkarak, Kürtçe kullanıldığı gerekçesiyle bildirileri toplatmakta ve bu kararı tüm Türkiye’ye emsal kılmaktadırlar. Bu kararın ardından, Malatya, Elazığ, Tunceli ve Diyarbakır il örgütleri basılarak bildiriler toplatıldı. Ayrıca, Malatya DGM bildiri için soruşturma başlattı. Kürt illerindeki EMEP örgütleri, Malatya ve Antep’te HADEP İl örgütleriyle oluşturdukları tertip komiteleriyle Newroz kutlamalarına katılırken, Urfa, Dersim, Adıyaman, Elazığ ve Diyarbakır’da kitlesel olarak kutlamalara katılarak baskılara karşı demokrasi ve özgürlük taleplerin haykırdılar.

BUGÜNÜ GELECEĞE TAŞIMAK İÇİN TÜRK-KÜRT EMEKÇİ BİRLİĞİ
Newroz’a ağır ekonomik ve siyasi sorunlarla birlikte girildi. Newroz’dan bir gün önce borçları ödemek için yeniden borçlanan devlet, rantiyecileri bir kez daha emekçilerden aldıklarıyla zenginleştirdi. Emekçilere, faturası 600 trilyona yaklaşan yeni bir borç yüklendi. 19 Şubat kriziyle yüzde elliye yakın yoksullaşan emekçilerin sırtından, büyük sermaye karına bir kez daha kâr katmış oldu. Yıllık yüzde 193 bileşik faizle para bulan Derviş’e övgü dizenler bilmektedirler ki, bu borcu Derviş ve onun temsil ettiği sermaye kesimi değil emekçiler ödeyecek. TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan’ın, Le Monde gazetesi ve Nord-Sud Export firmasının Paris’teki toplantısında ekonomik programa işadamları olarak tam destek vereceklerini açıklaması ve “Ekonomik Ulusal Kurtuluş” olarak ilanlarla açıkladıkları bu programın başarısı için sarf ettikleri çaba; iki sınıfın karşılıklı çıkarları için dişe diş bir mücadeleye gireceklerini ve bunun kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Isparta ve Elazığ’da krizin ağır etkisi altındaki halk, mitinglerle hükümeti protesto ederek krizin faturasının kendilerine yıkılmasına karşı mücadele edeceklerini ilan ettiler. TZOB Emek Platformu’nda yer almanın kaçınılmaz olduğunu açıkladı. Emekçi kesimleri temsil eden tüm kurumlar, aşağıdan yükselen tepkinin sonucu olarak, emek cephesinde yer almayı uygun görmektedirler. Toplumsal tepki derinliği ne ve genişliğine yayılıyor.
Diğer yanda siyasi olarak yıllardır sömürü ve baskıyla varlığını sürdürmüş sistem, ekonomide olduğu gibi, AB’ye katılımın gereği olarak da bir “Ulusal Program” açıkladı. Ulusal programın açıklandığı gün, Trabzon’da gözaltına alınan esnaf Asım Ceylan, ailesine ölü teslim edildi. Köylerinden sürülen, evleri yakılan ve yıkılan baskı ve terörün yarattığı ortamın sonucu olarak göç eden Kürt emekçilerin varoşlarda yaşadığı dram, Aydın’da bir Kürt emekçinin sürülen polis arabasıyla ezilmesi üzerine, bir kez daha gündeme geldi. Metropollerin varoşlarında işsizlik ve açlık içinde, eğitim ve sağlıktan yoksun, baskı ve şiddet altındaki Kürt emekçilerin bu gidişe dur demek için mücadele edecekleri, Aydın’da görülmüş oldu. 30 siyasi tutuklunun hunharca katledilmesinden sonra, F tipinde, baskı ve terörde ısrar eden egemenler, Newroz günü Sincan F tipi cezaevinden, 151. gününde ölüm orucundaki Cengiz Soydaş’ın cenazesini ailesine teslim ettiler. Ekonomik ve siyasi kapsamlı saldırılar için hazırlıklar yapılıyor. Meclis’te kıdem tazminatının ortadan kaldırılması için çalışmalar ve emek düşmanı politikaların uygulanması için canhıraş bir çaba var. Derviş’in vekâletinde yürütülen ekonomik “ulusal program” ve hükümetin AB’ye üyelik için hazırladığı “Ulusal Program” halktan yanıt bekliyor. Emek Platformu’nun eylem kararları, geniş tepki ve başlayan mitinglerle dile getirilen emekçi itirazı, henüz lokal olsa da aşağıdan yükselen homurtular, Emek Programı’nın açıklanmasıyla büyük seslere dönüşeceğinin işaretleriyle dolu.
Kürt halkı açıklanan “Ulusal Program”a karsı tutumunu Newroz kutlamalarıyla ortaya koymuş oldu. Hakları inkâr edilen halk, Newroz’la “Ulusal Programa” da yanıt verdi. Sözde “UP”da açıklananlarla, Türkiye AB’ye “sürekli aday” olmuştur. Bu statüde kalmak, hem Türkiye egemen sınıfları, kem de emperyalist batı için istenen ve kabul gören bir durumdur. Böylece, içeride halkları “demokratikleşme” oyunuyla oyalayabileceklerini, her zor durumda liberal ve reformist kesimleri işçi ve emekçilerin temsilcisi olarak gündeme getirmeyi başaracaklarını düşünmektedirler. Avrupa’nın Türkiye’yi bünyesine almakta hiç acelesi olmadığı da bilinmektedir. Zira Gümrük Birliği anlaşmaları, Tahkim, MAI, MIGA gibi anlaşmalar ve en son meclis iç tüzük değişiklikleriyle çıkabilecek her problemlerini anında çözecek bir duruma ulaşan batılı tekeller için, Türkiye’nin AB’ye girişinin bir esprisi zaten yoktur.
“Avrupa standartlarında bir demokrasi” vaat ederek Kürtlerin haklarından söz edenlerin, demokrasi ve özgürlük düşmanı oldukları, baskıcı ve sömürücü sistemin devamı için aldatma ve yedekleyip yönetmede ne denli mahir oldukları görüldü. Sözde “Ulusal Program”da Kürtler için öngörülen ve onların taleplerini karşılayan hiçbir şey yok. Aksine, yok sayma politikasında ısrar var. Kültürel haklar, ana dilde eğitim, yayın ve kimlik talepleri, barış ve ülkenin demokratikleşmesi yönündeki talepleri görmezden gelen egemen sınıflar, MGK’nın “tavsiye” kararını onaylayarak geleceğe dair düşüncelerini ve alacakları tutumu açıkladılar. İnsan hak ve özgürlükleri, düşünce ve konuşma özgürlüğü gibi haklara ilişkin bir iyileşme içermeyen, Kürt sorununu hiç dikkate almayan Avrupacı “Ulusal Program”, özetle, seksen yıllık sömürü ve zulüm tarihinin devamı ve savunusu olarak açıklanmış oldu. Baskı ve kölelik boyunduruğunu kabullenmeyen Kürtlerin demokratik hakları için verdikleri mücadele ve çabayı görmezden gelen egemen sınıflar, yıllardır anlattıkları demokratikleşme masalıyla oyaladıkları yığınların büyük öfkesini karşılarında bulacaklardır. “Solcu”, “sosyalist”, “liberal”, “İkinci Cumhuriyetçi” ve Kürt sorununun AB’ye girişle çözüleceğini düşünenler, yaşamın gerçeğiyle ve emekçilerin güçlü birliğiyle demokratikleşme için mücadeleye mahkûm olunduğunu görmelidirler.
Bu açıdan Newroz, yeni birleşik mücadele olanakları yaratmış oldu. Bu yıl Newroz, bugüne kadar kutlanan bayramlardan farklı olarak, ırkçı ve şoven dalganın estirilmesinin önünü de kesti. Yıllardır yaşanan ortamın yarattığı görüntülerle kışkırtılan milyonlar, son bir yıl içinde, ülkeyi yönetenlerin emperyalizme ve işbirlikçilerine sunduğu olanakları daha net gördüler. Artan açlık, işsizlik ve gelir dağılımındaki derin uçurum, anti-demokratik, gerici ve baskıcı uygulamalarla eğitim ve sağlıkta oluşturulan vahim durum, özelleştirmedeki talan, batık banka sayısındaki ve bir avuç egemen sınıfın lüks ve safahatındaki artış ve milyonlarca işçi ve emekçinin yoksullaşması, aynı zamanda, işçileri, kamu emekçilerini, üretici köylüleri, küçük esnafı, işsizleri ve kır yoksullarını, daha çok birleşmeye ve ortak mücadeleye doğru zorlamış oldu. Artık emekçiler, yıllardır savaş ve şiddet perdesiyle üzeri örtülen sömürü ve baskının tüm emekçiler için aynı anlama geldiğini, Kürtlerin demokratik hak ve özgürlükleri, emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları ve ülkenin demokratikleşmesi gündeme geldiğinde “ülkenin bütünlüğünü” hatırlayanların, “ülkenin düşmanlarla kuşatılmış olduğunu” belirtenlerin, aslında ülkeyi nasıl IMF ve DB ve onların işbirlikçilerinin ellerine teslim ettiklerini görmektedirler. Hükümetlerin yıllardır birbirlerine devrettikleri ülke yönetiminin, her dönem artarak, sömürü ve yağmada yabancılara açıldığını, ekonomide, siyasette ve ülkenin tüm kaderi üzerinde emperyalist ülkelerin söz ve karar sahibi olduklarını, özelleştirmeyi dayatan emperyalist tekellerin ülkenin tüm kaynaklarını yağmaladıklarını, son ekonomik kriz, fazlasıyla ortaya çıkarmış oldu. Şimdi artık, yaratılan şoven ve ırkçı ortamın sonuçlarına ve yaşadıkları açlığa daha çok katlanmış olan Kürtler, demokratik hak ve özgürlüklerine sahip olmak için verdikleri mücadelede, Türk işçi ve emekçileri kendi taleplerinin karşısına değil yanına koyma ihtiyacını daha çok hissedeceklerdir.  Ortak mücadele imkânları, bundan böyle daha da güçlenecek ve bağımsız ve demokratik Türkiye, bir halklar hapishanesi olmaktan çıkışın başlangıcı olacaktır.
Kendilerini etkilemek üzere yürütülen gerici propagandanın boşa çıkarılmasında, Kürt işçi ve emekçilere de görevler düşmektedir. Kürt illerindeki işsizlik, açlık, sefalet ücreti, sendika, sigorta, toprak, iş, ekmek ve özgürlük talepleri. Emek Platformu’nun ortaya koyduğu mücadele programıyla birleştirilerek; Newroz’daki güçlü potansiyeli, emekçilerin taleplerini kapsayacak biçimde ve gerçekten ulusal tek program olan Emek Programı’yla birleştirerek, birleşik emek cephesini yaratmak göreviyle karşı karşıya bulunulmaktadır. Bunun emek hareketinin birleşik eylemiyle 1 Mayıs’a taşınmasıyla yaratılacak güçlü dalga, sömürü ve zulmün iktidarını sarsacak ve Kürt-Türk kardeşliğinin, eşit ve özgür birliğinin önünü açacaktır.
Kürtlerin; kültürel, etnik, dil ve diğer tüm haklarını dile getirdikleri her platformu, “terör ve anarşi”, “bölücü örgütlerin provokasyonu” gibi gerekçelerle şiddetle karşılık vererek bastırmaya yönelen faşist baskıcı uygulamaların ve kışkırtmaların kaynağının anlaşılması için, bugün dünden daha fazla olanak mevcuttur. Düşmanlık duygularının toplumda derinleşmesinden egemen sınıflar ezelden beri medet ummakta ve bunu bir yönetme taktiği olarak derinleştirmektedirler. Bu, Türk işçi ve emekçileri tarafından artık daha açık görülmüş olmalıdır. Her yıl Newroz’dan günlerce önceden estirilen kışkırtıcı, bölücü ve düşmanlaştırıcı rüzgârlar hafızalardadır. Tarayıp çıkardıkları arşivlerindeki görüntü ve çarpıtılmış propaganda ile yaratılan gerilim ve provokasyon ortamı bilinmektedir. Tüm iletişim olanaklarını, tüm kolluk güçlerini, istihbarat uzmanlarını, sözde bilim adamlarını hemen her alanda seferber ederek toplumda “Newroz sendromu” yaratanlar; toz-duman arasında her an bir katliamın gerçekleşebileceği psikolojisiyle, her Newroz ve 1 Mayıs’a karşı, ezilen ve sömürülen on milyonları kendi cephesinin siperlerine çekmeye çalışmışlardır. Bu yıl Newroz’da bu olanaktan yoksun kaldılar. Newroz’u belleklerden silip yok edemeyenlerin, bu gerçeği ters yüz etmek üzere başvurdukları “Nevruz Türk âleminin bayramıdır” yaklaşımı ise, onların hesaplarının aksine, Kürtlerin-Türklerin ve Ortadoğu ve Orta Asya halklarının değişik kültür ve inançla kutladıkları bayramı, daha da meşru bir düzeye çıkarmış oldu. Ancak devlet erkânının resmi kutlamaları, halkın güçlü katılımı ve gür sesinin yanında etkisiz kaldı.

KATILIM ORTAKLIĞI BELGESİ’NDEN “ULUSAL PROGRAM”A
Helsinki’de 10 Aralık 1999 tarihinde yapılan Avrupa Konseyi toplantısında Türkiye’ye aday üyelik statüsü tanınmış ve bilindiği gibi, bu, geniş bir çevrede sevinçle karşılanmış ve kutlanmıştı. AB Komisyonu, Türkiye’nin eline, AB’ye üyelik için izlemesi gereken ‘yol haritası’nı, yani KOB’u, 8 Kasım 2000 tarihinde tutuşturmuş ve bunu tüm AB bileşenlerine sunmuştu. Ancak 20 Kasım 2000 tarihinde AB Dışişleri Bakanlarınca ele alınan Türkiye KOB’u, Yunanistan’ın itirazlarıyla karşılaştı. Ege ve Kıbrıs’a ilişkin tavizler isteyen Yunanistan’ın önerileri üzerine sonuçlandırılmayan Belge’nin kabulü için, Avrupa Konseyi 4 Aralık’ta tekrar toplandı. Fransa’nın dönem başkanlığında yapılan toplantıda, ‘kriz’, ileriye atılarak ertelenmiş oldu. 25 Şubat 2001’de, Türkiye’ye verilecek mali “yardımları” düzenleyen ve KOB’un hukuki geçerliliğini sağlayan çerçeve yönetmelik, AP Dış ilişkiler Komisyonu’nda kabul edilerek Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’ndan geçti. Son olarak 8 Mart 2001 tarihinde, KOB, onaylandı ve AB’nin resmi gazetesinde yayınlanarak resmileşti. Böylece, Türkiye’ye Helsinki’de verilen AB’ye adaylık statüsü, bir belgeye bağlanmış oldu. Ardından “UP”ın hazırlanması aşamasına gelindi. “UP” ile 2004 yılına kadar, 94 yasa değişikliği ve 89 yeni yasal düzenleme yapılması taahhüt ediliyor. Bunların arasında, Devlet İhale Kanunu, Pasaport Kanunu, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Türk Ticaret Kanunu, Katma Değer Vergisi Kanunu, T.C. Merkez Bankası Kanunu, Karayolları Trafik Kanunu, Sendikalar Kanunu, İş Kanunu, Toplu Sözleşmeler, Grev ve Lokavt Kanunu, Deniz-İş Kanunu, Petrol Kanunu, Milli Eğitim Temel Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu, DGM Kanunu, Türk Medeni Kanunu’nda bazı değişiklikler var. Orta ve uzun vadede gerçekleştirileceği belirtilmekle beraber, Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümüne ilişkin beklentiler için ise, sadece “ayrılıkçı terör örgütüyle mücadele” biçimindeki bir ibareyle çağrışımda bulunuluyor.
Kopenhag ekonomik kriterleri için; “Türkiye, son zamanlarda yaşanan ve daha çok ülkenin mali yapısına ilişkin sorunlardan kaynaklanan krize rağmen, serbest piyasa ekonomisini tüm kurum ve kurallarıyla güçlendirici politikalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede, enflasyonun uzun yıllardan beri Türk ekonomisine verdiği zararın giderilebilmesi, kamu açıklarının sürdürülebilir bir boyutta tutulması ve makro-ekonomik dengesizliklerin ortadan kaldırılabilmesi amacıyla, mali sektör reformu, tarım reformu gibi yapısal değişikliklerin tamamlanması ve özelleştirme sürecine hız verilmesi hedeflerini benimsemiştir. Türkiye, Kopenhag ekonomik kriterlerine bu hedeflere ulaşmak suretiyle uyum sağlayacaktır.” diyerek, Türkiye’yi sömürü ve yağmaya sonuna kadar açan egemen sınıflar; “siyasi kriterler” bölümünde, kısa ve orta vadede ele alınacağı söylenen tasanlar için ise, değiştirme ve demokratikleşme değil, “gözden geçirme” biçiminde ibareler kullanarak, ülkeyi baskıyla yöneteceklerini ilan ettiler ve demokratikleşme beklentisi içindeki kesimleri hayal kırıklığına uğratmış oldular, idam cezasının kaldırılmasına bile yer vermeyen ve Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak açıklanan Ulusal Program AB Komisyonuna teslim edildi. Ancak AB hayranları, bunun, Avrupa’nın (ve kuşkusuz kendilerinin) beklentilerine yanıt vermeyen bir program olması nedeniyle buruklar. AB hayranlarının temsilcisi durumunda olan M. Yılmaz, onların da duygularına tercüman olarak; “Bence Türkiye bu kadar dönüşüm için daha fazla risk alabilecek bir ülkedir. Benim umudum, zaman içinde Türkiye’deki anlayışların da değişmesi ve revizyonların gündeme gelmesidir” diyerek, “orta vade” ile kast edilenin ise beş yılı aşmamak olduğunu açıkladı.
KOB, “Ulusal Program” ve ilerleme raporunda Türkiye’den yerine getirmesi istenen yasal düzenlemeler arasında, gereği yapılamayacak birçok madde bulunuyor. KOB ve ilerleme raporunda “şiddet yanlısı olmayan” tüm görüşlerin ifade edilmesinin güvence altına alınması istenirken, düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda yapılması gerekenler, “Toprak bütünlüğü, güvenlik, laik ve demokratik cumhuriyet ve üniter devlet yapısının korunması” gibi şartlara bağlanıyor. Demokrasi ve özgürlük savunucularının her söz ve eylemini büyük cezalarla karşılayan Terörle Mücadele Yasası’nın 7. ve 8. maddelerinin “gözden geçirileceği”, TCK’nın 312. maddesinin ise, “koruduğu değerlerin zedelenmemesi” şartıyla “gözden geçirileceği” belirtiliyor. Yine KOB’da en yakın sürede idam cezasına ilişkin fiili uygulamama tutumunun muhafaza edilmesi ve uzun vadede idam cezasının kaldırılarak, AİHS’nin 6. Protokolü’nün imzalanması gereği belirtilmekteydi. Oysa “UP”de, bu sorun, TBMM’ye havale edilerek belirsizleştirilmiştir.
Anadilde eğitim ve yayın hakları gibi haklar için; “Resmi ve eğitim dili Türkçedir. Bu, günlük yaşamda farklı dil, lehçe ve ağız kullanımına engel değildir. Bu serbestlik ayrılıkçı ve bölücü amaçla kullanılamaz” denilerek, böylece, zaten tüm baskı ve yasaklamalara rağmen unutturulamayan ve giderek bir eğitim dili düzeyinde gelişen ve yaygınlaşan, kitaplar, dergiler, görsel ve işitsel araçlarla güçlenen Kürtçenin mevcut durumu bile tartıştırılarak yeni yasaklamalara kapı aralanmıştır. Anadilde eğitim ve yayın. Kürtçe televizyon ve radyo gibi hakların Kürtler tarafından kullanılabilmesi için kısa vadede öngörülenler KOB’da şöyle belirtilmişti: “Türk vatandaşlarının televizyon ve radyo yayıncılığında anadillerini kullanmalarını yasaklayan hukuki düzenlemeler var ise, kaldırılmalıdır. Uzun vadede ise; tüm vatandaşlar için kültürel hakların garanti edilmesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması, eğitim alanı da dâhil olmak üzere bu hakların kullanılmasını önleyen tüm yasal hükümlerin kaldırılması.”
KOB’da gözaltı süresi ile ilgili uygulama ve usuller kısa vadede gerçekleştirilmesi gereken kriterler olarak sıralanmış iken, “UP”de belirsizliğe ya da orta vadeye ertelenmiş ve yine burada duruşma öncesi gözaltıyla ilgili Anayasa’nın 19/6. maddesinin gözden geçirilmesi ve CMUK’taki değişik ilkler, orta vadede yapılacaklar kategorisine alınmıştır. KOB’da insan hakları ihlallerinin tümüne ilişkin tashih imkânlarının güçlendirilmesi kısa vadede yapılacak düzenlemeler içindeyken, “UP”de orta vadeye bırakılmış durumda. Milli Güvenlik Kurulu için KOB’da öngörülen, diğer AB üyesi devletlerinkine benzer bir danışma organı olarak Avrupa normlarına uyumunun sağlanmasıydı; ancak “UP”de, ”Anayasal bir kuruluş olan MGK”nın ulusal güvenliği ilgilendiren alanlarda bir “danışma organı” niteliği taşımaya devam edeceği, yani mevcut durumun süreceği savunulmuş oldu. Böylece anadilde eğitim ve yayın hakkı, idam cezasının kaldırılması ertelenmiş ya da uygun görülmemiş, OHAL’in devamının gerekli olduğu da belirtilmiş oluyordu.

BİRLEŞİK EYLEM İÇİN…
Kürt emekçiler, görkemli Newroz kutlamalarını yarına taşıma görev ve sorumluluğu altında 1 Mayıs’a giriyorlar. 1 Mayıs’a giden süreç, aynı zamanda, Emek Platformu’nun IMF ve hükümet programına karşı ekonomik ve demokratik haklar için mücadele süreci, IMF’nin dayattığı ve büyük sermaye kesiminin sömürü ve baskı programım parçalayıp atacak ve halkın ekonomik ve demokratik taleplerine yanıt verecek bir program etrafında birleşik güçlü mücadele ile baskı ve sömürüden kurtuluşun önü açılabilir. Kürt, Türk, Arap ve diğer kardeş emekçilerin emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesiyle halkların eşit ve özgür birliğinin yolu açılacak ve Kürt sorununun demokratik ve halkçı çözümünün önündeki engeller yıkılacaktır. Kürt kimliğinin tanınması,
Kürt dili ve kültürü üzerindeki yasakların kaldırılması, Kürtçe televizyon, yayın ve eğitim hakkı, bölgede yaşamın normalleşmesi, resmi ve fiili OHAL’in son bulması, Bölge Valiliği ve diğer özel örgütlenmelerin dağıtılması, topraksız köylüler lehine bir toprak reformunun yapılması, GAP’ta emperyalist yağmanın engellenmesi ve yeni bir düzenlemeyle bu projenin bölge halkının çıkarlarına uygun hale getirilmesi, köye geri dönüşlerin tüm zararların tazmini ve isteğe bağlı olarak gerçekleştirilmesi, işçi ve emekçilerin sendikalaşma ve örgütlenmesi önündeki tüm yasal ve fiili baskıların son bulması, kayıpların bulunması, faillerinin açıklanması ve sorumlularının cezalandırılması, Newroz ve 1 Mayıs üzerindeki yasakların kaldırılması ve resmi tatil ilan edilmeleri ve diğer talepler için birleşik işçi ve emekçi mücadelesi, Newroz’un içini ısıttığı emekçileri beklemektedir. Fabrikalar, işletmeler, işyerleri başta olmak üzere, işçilerin, kamu emekçilerinin, üretici köylülüğün, küçük esnafın, gençliğin, kadınların, ezilen ve sömürülen tüm kesimlerin, bulundukları her alanda, sermayeye karşı emeğin dünyası için, zulme ve sömürüye karşı eşit, özgür ve sömürüşüz bir dünya için mücadele göreviyle yüz yüzeyiz.

Mart-Nisan 2001

Türkeş’in mirası ve ABD çıkarlarına dayanan kontrgerilla diplomasisi

Türkiye’deki ülkücü faşist hareketin “Başbuğ”u Türkeş’in gizli hesaplarının ortaya çıkması ile başlayan tartışmalar, Susurluk süreciyle birlikte devlet-çete, kontrgerilla tartışmalarında sıkça başvurulan “devlet sırrı” kavramının kapsamına giren icraatlara kadar boyutlandı.
Avrupa’daki Türk federasyonlarınca MHP’ye bağış adı altında toplanan ve Türkeş tarafından gizli hesabına geçirilen paraların, aile içi miras kavgasına yol açmasıyla birlikte Türkeş’in kızı Umay (Türkeş) Günay’ın basına yansıyan, “Bu paraları babamızın isteği doğrultusunda şimdi açıklayamayacağım, milletin menfaatleriyle ilgili yerlere transfer ettim” sözleri bu gerçeği “örtülü” olarak içeriyordu. Ardından Susurluk’un önemli isimlerinden DYP Lideri Tansu Çiller’in de Başbakan olduğu 1995 yılında MHP’ye “örtülü” ödenekten 2 milyon dolar verildiğinin basına yansıması ise, örtülü kalması istenen bu yüklü para transferlerinin, belki önemli bir bölümü Türkeş üzerinden döndürülen gizli ve “stratejik” işlerin, aslında devlet merkezli sistemli bir bütün oluşturduklarına işaret ediyordu.

MHP’NİN BESLENDİĞİ KAYNAK, “DIŞ TÜRKLER”
Bilindiği gibi, 12 Eylül darbesi öncesinde, devrimci muhalefetin önünü kesmek amacıyla devlet ve CIA güdümündeki sivil güçler olarak kullanılan ülkücü militanlara 1980’den sonra verilen yeni görev, yine benzer bir içerik taşıyordu. MHP’nin darbe sonrası dönemde benimsediği ve beslendiği iki ana damardan birisi, 1990’lann başında SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, dış müdahaleye daha açık hale gelen Türkî Cumhuriyetlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni coğrafyası haline getirmek hedefiyle açıklanabilecek “dış Türkler” motifiyken, ikincisi de PKK’yle mücadele adı altında şovenist çizgisinin tabanını daha da geliştirmekti.
Ancak MHP’nin Türkî Cumhuriyetler üzerindeki hesabı, aslında çokuluslu başka hesapların içinde yerli yerine oturmaktadır. SSCB’nin dağılması, ABD başta olmak üzere batılı emperyalist güçlerin iştahını kabartan bir alanı öncesine göre müdahaleye daha açık bir hale getirmişti. Yeni dönemin emperyalist kapışmaları içinde stratejik bir değere sahip olan petrol ve enerji açısından adeta cennet olan Hazar Petrolleri, Kafkaslardan Orta Asya’ya kadar olan bölge, emperyalizm için önemli bir çekim merkeziydi.
Bununla birlikte, başta ABD olmak üzere, batılı büyük emperyalistler için, herhangi bir alanda yürütülecek hegemonya mücadelesinde, alanın kendi özgülüne ilişkin yöntemler geliştirilmesi, beklenen “başarı” açısından özellikle kilit önemdedir. Bir bölgeye nüfus etmek için açık askeri işgal, söz konusu bölgenin yönetenlerinin işbirlikçileştirilmesi, söz konusu ülkenin ekonomisinin teslim alınması yoluyla o ülkeyi bağımlı kılmak; ABD Dışişleri Bakanları içinde stratejist yönüyle de öne çıkan Henry Kissinger’in altını çizdiği ve son Körfez müdahalesinde BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından da dile getirilen askeri destekli diplomatik müdahale gibi yöntemler, bunlardan belli başlıcalarıdır.

ABD’NİN BÖLGESEL STRATEJİSİNİN UZANTISI: ADRİYATİKTEN ÇİN SEDDİ’NE
Türkî Cumhuriyetlerim bulunduğu bölgenin ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerin nüfuz alanına sokulması açısından en az riskli ve başarı şansı en fazla görüleni de, bunun, NATO’da NATO’nun büyük güçlerinin bölgesel jandarması olarak algılanan Türkiye’nin üzerinden gerçekleştirilmesiydi. ABD’nin ideolojik müdahale ve diplomatik ilişkilerin yanı sıra Irak’a olduğu gibi, Rusya’nın “arka bahçesi” olarak algılanan bölgelere, bir 3. Dünya Savaşı’na yol açabilecek askeri bir çıkarma yapmak yerine bunun bölgedeki zayıf Türkî cumhuriyetlerinin “ağabeyi” olan Türkiye Cumhuriyeti üzerinden aşama aşama gerçekleştirilmesi çıkarlarına daha uygun bulunmuştu.
“ABD bizim stratejik ortağımızdır” açıklamasını dillerinden düşürmeyen, bu konsepti ortaöğretim ders kitaplarına bile geçiren Türkiye yönetenleri, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ABD’nin geliştirdiği stratejik hamleye denk düşen projeler geliştirmekte gecikmediler. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” politikası bunun bir ifadesiydi. Bu politika Turgut Özal ve Süleyman Demirel’li yıllar boyunca büyük bir emperyal proje olarak iç politikada kendi konumlarını güçlendirmek için de kullanıldı. Türkiye, Türkî cumhuriyetlerdeki bu emperyalist kapışmaya öyle daldı ki, Azerbaycan’da Aliyev’e karşı darbe girişimlerine kadar kontra diplomasisinin konusu olan bir dizi olaya imza atmaktan çekinmedi. Türkiye’nin, ABD’nin çıkarlarının taşıyıcısı olarak, Türkî cumhuriyetler üzerinde gerçekleştirdiği hegemonya mücadelesinin diplomatik yanında devletten devlete “kardeşçe” ilişkiler görüntüsü olsa da, alttan alta kurulan ilişkiler bunun çok ötesine gidiyordu. Bu tür işlerde, bu konularda rüştünü ispatlamış olan ve “Dokuz Işık Doktrini”nde “millicilik” görüntüsünü yer yer batıcılık karşıtlığına oturturken ABD’ye övgüler düzen Alparslan Türkeş ile kadrolarına ihale edildi. Hatırlanacağı gibi, bu yıllarda sarkık bıyıklı ülkücü militanlara bir ordu disiplini içinde rastlanan iki temel odaktan birisi Türkiye’deki özel tim örgütlenmesi iken, diğeri de Türkî cumhuriyetlerdeki milis güçlerdi.

TÜRKEŞ’İN KUMANDALARININ DIŞARIDAKİ KAPMLARI VE EYLEMLERİ
Bu gerçeğe, basma yansımış onlarca haberde ve bu konuda yazılmış çeşitli kitaplarda işaret edildiği bilinmektedir. Dr. Arslan Tekin’in kaleme aldığı “Alparslan Türkeş’in Liderlik Sırları” adlı kitapta şunlar söylenmektedir: “1992’de Ermeni Savaşı devam ederken Türkeş, Azerbaycan’a dört kişi gönderiyor. Bunların arasında Azeri kökenli olduğu için Atilla Kaya (Ülkü Ocakları Başkanı) var. Eğitim işini ise emekli uzman bir astsubay üstleniyor. Türkeş kampın adını da Rüzgâr Kampı koyuyor. Ancak bu dört kişi gidip amaçlarını Elçibey’e anlattıklarında. Elçibey izin vermiyor. Dört arkadaş Elçibey’den yüz bulamayınca Çeçenistan’a geçip Cevher Dudayev’le görüşüyor. Dudayev olumlu yaklaşınca Elçibey de kampın kurulmasına izin veriyor. Kampta Özbek, Türkmen ve Türkiye’den gelen gençler eğitilmiş. Bu kampta eğitilenlerin Gürcistan ve Ermenistan’da yaptığı çok büyük 5–6 bombalama olayı var.”
Türkî cumhuriyetler ve Azerbaycan’la girilen ilişkilerde güdülen bu politikanın bir ucu “kontrgerilla diplomasisine”, diğer ucu onunla bağlantılı olan Susurluk’a kadar varmıştır. Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal’ın bir elinin Azerbaycan’da olduğu ortaya çıkmış ve bu “karanlık” ilişki hattının boyutları uyuşturucu işine kadar genişlemiştir. Azerbaycan icraatlarının Susurluk Raporu’na yansıdığı, Susurluk’la ilgili belgelerde sıkça anıldığı bilinmektedir.
Kontrgerilla örgütlenmesi, Türkiye’de nasıl bir siyasal konseptin siyasal hedefleriyle yürürken daha sonra bu organizasyonda yer alanların “milli çıkarları” (!) kişisel çıkarlara vardırmalarına kadar sarkmışsa, bu kirli ilişkiler, aynı pislikleriyle birlikte orada da gündeme gelmiştir. Kıbrıs’la birlikte Azerbaycan da kontrgerilla eğitiminden, kara para ve uyuşturucu işine kadar türlü kirli ilişkilerle gündeme geldiyse, bunun rastlantısal olduğunu, ya da kişisel etkenlerle açıklanabileceğini düşünmek, elbette saflıktan başka bir şey değildir. Bölgedeki emperyalist çıkar hesaplarının şemsiyesinde gerçekleşen bu çürümüşlük, rengini ve niteliğini tamamen bu çıkar hesaplarından almaktadır. ABD’nin taşeronu olarak gelişen bu yayılmanın, Avrupa’daki Türk derneklerince toplanan ve Türkeş’in kişisel hesabına aktarılan paralarla da desteklenmiş olması, MHP geleneğinin “millici” karakterine son derece uygundur. ABD ve CIA’nın kotardığı “Soğuk Savaş”ın mamulü olan bir doktrine dayanan milliyetçiliğin daha olumlu özellikler içermesi mümkün değildir.
MHP’nin “Dış Türkler” politikası, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ABD tarafından düğmesine basılan, Rusya’yı Rus toprağına hapsetme projesine bağlanmış ve o ilişkinin getirdiği tüm pislikleri de sözde “milli” bir örtü ile maskelemiştir. Türkeş’e dönemin Başbakan’ı Tansu Çiller tarafından “Örtülü Ödenek”ten para verilmiş olması da, bu politikaya son derece uygundur ve Çiller’in kişisel tasarrufu olarak sınırlandırılamaz. “Örtülü Ödeneğin” bir kontrgerilla ödeneğine dönüşmüş olduğu bu vesileyle bir kez daha doğrulanmıştır. Bu paraların hangi dış operasyonlarda nasıl kullanıldığı sorusu da, Türkeş’in kızının ima ettiği gibi bir “devlet sırrıdır.” 2. Kayıp Silahlar Davası sanıklarından Susurlukçu Korkut Eken’in, silahları dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın talimatı ile aldığını ve dış ülkelere gönderdiğini söyledikten sonra, bu silahların hangi ülkelerde kullandığı sorusunu “devlet sırrı” olarak örtülü bırakması, Eken’in bu açıklamalarını teyit eden Mehmet Ağar’ın da aynı tutumu alması, devletin “sır” parantezine alarak halktan sakladığı aynı gerçeğe işaret etmektedir.

KONTRGERİLLA DİPLOMASİSİNE KARŞI BAĞIMSIZ VE DEMOKRATİK TÜRKİYE
Halka “milli” bir söylemle kabul ettirilmeye çalışılan bu işbirlikçi taşeron politikası, kontrgerilla diplomasisi ile kol kola yürümüş, bu politikayı hayata geçirmek için Türkeş’in komandoları ile Eken ve Ağar’lar omuz omuza vermiştir. Bu karanlık ittifakın, dışarıdaki kamplarda yetiştirdiği ve kontra eylemlere sürdüğü kadrolarını, emekçi halk hareketinin yükselişiyle birlikte yurtiçine çekerek devreye sokması kimseyi şaşırtmayacak olan ihtimallerdendir. Ve emperyalizmin taşeronu olmaktan kurtulamamış bir Türkiye’nin komşuya darbe pişirmesinin önüne geçmek mümkün değildir. Bu karanlık ittifak, onu besleyen politikalardan arındırılmış bağımsız ve demokratik bir devlet düzeni ile bertaraf edilebilir. İşçi sınıfı ve emekçilerin, emperyalist politika ve programlara karşı geliştirdiği mücadele, bunu sağlamaya yetenekli tek alternatiftir.

Mart-Nisan 2001

Krizde reel ve mali sektör çelişkisi

Reel sektör adına gündemde yer almak isteyen sanayi ve ticari sermaye temsilcileri, yine önceliği finans sermayesine kaptırdı. 19 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’ndan çıkan Başbakan Ecevit’in ‘titrek’ anlatımına bile dayanamayan ekonomik sistemin en çürük kısmının bankalar olduğu, Ankara’dan Washington’a kadar koro halinde tekrar edildi. Böylece öncelik sırasının yine değişmeyeceği ortaya çıktı.
Finans sermayesi odaklı politikaların izlenmesine rağmen, bir gerçek daha resmi olarak itiraf edildi: Bankacılık sisteminin durumu çok ciddi. “Kayık, su alıyor” demeye kalmadan, İktisat Bankası da, sabah saat 5 Şafak Operasyonu’yla fona devredildi. Durum öylesine ciddi ki, kurtarıcı olarak ABD’den ithal edilen Kemal Derviş bile, Amerika’dan Ankara’ya geldiğinin ertesi gününde bankacılık sektörünün sorunlarına dikkat çekti. Mesih Derviş’in Ankara’da ısınma turları yaptığı sırada, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Zekeriya Temizel istifa edip, Almanya’ya gitti.
Kasım krizi sonrasında Başbakan Ecevit, tasarruf mevduatına 1994 yılından beri uygulanan garantinin, bankalar tarafından kullanılan yurtiçi ve yurtdışı tüm kredileri de kapsayacağını açıkladı. Ecevit’e ya anlatılamamıştı, ya anlayamamıştı. Onun için devletin yeni garanti yükünün kapsamı ocak ayı başında yeniden belirlenirken, Ecevit’e göre kapsam biraz daraltıldı. Ecevit, bunun üzerinde durmadı.
Böylece devlet, bankacılık sistemine kefil oldu. Geçen yılın eylül ayı itibariyle bilânço dışı işlemler dâhil bankacılık sektörünün 306 milyar 488 milyon dolar olan toplamının, devlet, döviz tevdiat hesabının (hepsinin tasarruf mevduatı olduğu varsayımı) dikkate alınması halinde, sistemin tam 228 milyar 616 milyon dolarını garanti şemsiyesi altına aldı. Yani devlet, bankaların yüzde 74,6’lık riskini üstlendi. Özelleştirmenin bayraktarlığının yapıldığı ve IMF’nin programının uygulandığı bir dönemde sistem tümden devletleştirildi.
Ne kapitalizm ama!
Bu konumda, devlet bankalarını batak göstermenin bir tekniği olan ‘görev zararları’ üzerinde durmanın hiç de ciddiye alınır bir yanı yoktur.
Bankacılık sistemine getirilen bu garantinin mali yükünün yanında, ‘devede kulak kalır’ misali tarımsal destekleme gibi bazı politikaların piyasa ekonomisine ters olduğunu her fırsatta iddia edenler, yine söyleyecek bir laf buldular.
‘Piyasa tapıcı’ ekonomistler, devlet garantisinin bir sektöre bu denli verilmesinin senaryosunu da hemen hazırlayıp, filmi çekmeye başladı. Başta devlet bankaları sistemin kamburu olup, bu sorun tümden çözülemezse, bu filimin bitmeyeceğini iddia ettiler. Filmde mevcut egemen hukukun bile işletilip, özellikle hortumlatan politikacı ile bürokratların ve hortumlayan sermayedarların ‘yargılanması’ sahnesi çekilmediği için, yine eğlencelik bir şeyler bulup, piyasaya seyirlik bir şeyler sundular.
Çalışma kapasitesi olan 23 milyon emek gücü sahibinin en iyimser tahminle yüzde 20’sinin yani 4,5 milyon kişinin yine bu piyasa ekonomisinin bir sonucu olarak işsiz kalması, sistemin ‘demokratik’ tanımlamasıyla ilgili tüm perdeyi yırtıyor. Sistemin adı da, demokrasiymiş; evet, bir işsizin özgürlüğü, ne olabilirse!

DEVİR RANTİYE DEVRİ
Mevcut ekonomik ve siyasal sistemdeki politikaların öz olarak emek karşıtı olmalarına karşın, her dönemin kendine has önceliği var. İzlenen ekonomi politika, tüm sermayedarların sermayesine sermaye katmayı amaçlıyor, ama birilerine çok daha fazla katmayı hedefliyor olabilir.
Gerçekler ayrıntıda gizlidir, doğru: ana hatlarıyla olsa da tartışmak gerekiyor.
Son 40 yıllık dönem sanayileşme ve büyüme açısından kabaca incelendiğinde, ‘piyasa tapıcıların’ büyük gelişmelerin sağlandığı bir dönem olarak nitelendirilen son 10’lu yılın gerçek niteliği ortaya çıkıyor.
Bugünkü Kemal Derviş gibi Dünya Bankası eğitimli olan Turgut Özal’ın 12 Eylül hükümetinde ekonomi politikanın tek patronu olarak görev almasından sonra, 1983 seçimlerinde hükümeti kurması sırasındaki iddiası, yüzde 20’ler civarında olan enflasyonu en çok iki-üç yıl sonra, tek haneli rakamlara indirmekti. Bu iddia, 1980’lerdeki ANAP döneminden sonra, 1990’larda Demirel-İnönü, Çiller-Karayalçın ve 28 Şubat post-modern hükümetleri tarafından da gündeme getirildi.
Son üç yılın çiçeği burnunda başbakanı Ecevit’in hatırı kalır mı? O da, Özal’ın izinde; Enflasyon tek haneli rakama indirilecek…
Enflasyonun tek haneli olması hoş bir seda… Hükümet olanların kuyruklu yalanı.
1960 sonrası, 10 yıllık dönemler itibariyle yıllık ortalama enflasyon oranı ve büyüme açısından incelendiğinde, 1980 öncesinin, 1980’ler sonrasına kıyasla daha ‘başarılı’ olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.
Yıllık ortalama olarak enflasyon 1960’lara göre 1990’larda tam 13 misli artarken, ekonominin büyüme performansı, fiyat artışları kadar zıplamasa da, aynı düzeyi bile koruyamadı; yüzde 5,6’dan yüzde 3,9’a indi. (Bkz. TABLO 1)

ENFLASYON ARTTI, BÜYÜME AZALDI – Tablo-1
(1960–2000; yüzde olarak)
Enflasyon     Büyüme
1960-69     5,8         5,6
1970-79    26,6         5,8
1980-89     50,2         4,3
1990-99     77,2         3,9
2000         39,0        –
AÇIKLAMA- Enflasyon: Tüketici fiyatları, yılsonu oranları. Büyüme: Küçülmeler (-) olarak dikkate alındı. Aritmetik ortalamayla hesaplandı.
Kaynak: DİE. 1960–69 enflasyonu için Ticaret Bakanlığı TÜFE (1938:100).

1980 sonrası 20 yılın ilk 10 yılı ve devamı olarak ele alındığında, 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in mucidi olduğu hayali ihracat, 1980’lerdeki ihracata dönük sanayileşmenin ana politikasıydı. Hem bu politikanın hem de getirilen teşviklerin de etkisiyle 1980’lerde 4,1 misli olan ihracattaki artış oranı, 1990’larda 2,2 misli olarak gerçekleşti. Sadece dışarıya mal satımında değil, dışarıdan getirip satmada da önemli artışlar kaydedildi; başta yabancı sigara satımı olmak üzere, muzundan peynirine kadar tüm malın ithalatına serbestlik getirildi. Çikita muzuyla böyle tanıştık, Kars veya Edirne peynirinin yerini Bulgar peyniri aldı, daha pek çok ithal tüketim malı evlerimize girdi. 1980’lerde Özallı yıllarda bu politikalardan en çok, tüketimin kamçılanmasına bağlı olarak ticari sermaye yararlandı. Ticari sermayenin etkin olduğu bu dönemde 1960’lara kıyasla enflasyon artarken, büyümede benzer bir performans yakalanamadı.
1989’da Özal’ın Türk Lirası’nın konvertibiliteye geçişini sağlayan politikasıyla, dümene finans sermayedarları geçti.
Rant ekonomisinin politikaları etkin kılındı.
Döviz piyasasının etkinliği sıcak para ile artırılırken, TL, bono ve repo piyasalarıyla spekülatif amaçlı sermayenin, sistemdeki konumu güçlendi. Rantiyenin beslendiği bu 1990’lı yıllarda ortalama yıllık enflasyon yüzde 77,2’ye yükselirken, büyüme de yüzde 3,9’a geriledi.
Tek bir alanda/sektörde faaliyet gösteren işletmeler açısından, merkezi olarak Ankara tarafından sermayenin belli bir kısmına öncelik veren politikanın ya da politikaların izlenmesi, bu tür işletmelerin sorunlarının artmasına, hatta iflasına neden olabilir.
Fakat bünyesinde sanayi, ticaret ve finans sektörleriyle ilgili faaliyet gösteren firma ya da firmaları olan Koç, Sabancı. Doğuş gibi az sayıdaki holdingler açısından durumlarında esasa ilişkin bir değişiklik olmuyor. Günlük deyişle, bunların, her dönemde tuzu kurudur. Çünkü Ankara’nın önceliği, her durumda bu grupların bünyesine uygun ‘gıdayı’ veriyor… Bunun sonucudur ki, Türkiye’nin küçüldüğü dönemlerde, bu gibi belli bazı holdingler ya da gruplar büyümelerini sürdürmüşlerdir.

‘RANTİYELEŞEN’ SANAYİ
Rant ekonomisi, yani yüksek reel faiz ve düşük kur politikası, devlet kaynaklarının özel sermayeye aktarımının politikası olarak uygulandı. Reel faizin cazibesi yatırımları olumsuz yönde etkiledi. Devletin borçlanması ile yüksek reel faizi garanti etmesi, önde gelen sanayi kuruluşlarını da, üretim yerine faizden kazanmaya yöneltti.
Sanayi de, reel faizin tadını öylesine tattı ki, üretimden çok faizden kazanır oldu.
İstanbul Sanayi Odası tarafından yapılan 500 Büyük Sanayi Kuruluşu araştırmasında, Türkiye’nin kârlılık performansı incelendi. Bono ve repodan sağlanan yüksek reel faizden elde edilen kazancın, net bilânço kârına oranı, 1985–1999 döneminde sürekli arttı. 1985’te yüzde 24,1 olan bu oran, 1990’da yüzde 33,3’e, 1995’te yüzde 46,5’e ve 1998’de yüzde 87,7’ye ve 1999’da da yüzde 219,0’a yükseldi. Her 100 liralık net kâra karşılık 1985’te 24,1 lira olan bono ve repo kazancı, 1999’da tam 219 liraya çıktı. Yani 1999’da diğer gelirler olmasa, 500 büyük sanayi firması zarar ediyor olacak. 1999 yılında 500 büyük sanayi firmasının net bilânço kârı 720 trilyon 406 milyar lira olurken, bono ve repodan sağlanan gelirler ise 1 katrilyon 577 trilyon 329 milyara ulaştı. Bu da, sanayi firmasının bile kârlılığını yüksek reel faize borçlu olduğunun ifadesidir. (Bkz. TABLO 2)

SANAYİ FAİZ ‘ZENGİNİ’ – Tablo-2
(Diğer gelirlerin, net bilânço kârına oranı; yüzde)
1985        24,1
1986        30,8
1987        17,9
1988        25,4
1989        31,0
1990        33,3
1991        51,1
1992        38,9
1993        40,7
1994        54,6
1995        46,5
1996        52,9
1997        52,7
1998        87,7
1999        219,0
KAYNAK: İSO 500 Büyük Sanayi Kuruluşu.

“Üretme, faizden kazan” politikası, sanayide 1970’lerin ortalarına kadar sağlanan ‘gelişmeyi’ de frenledi.
Bilgisayar kullanımından ve ihracatta sanayinin payı şu oldu gibi oranlardan hareketle imalat sanayisinde yapısal değişimin sağlandığı Özalcıların sıklıkla öne sürdüğü bir iddiaydı.
Aklımıza bilgisayarlar, yollardaki arabalar gibi günlük hayatımızda kullandığımız araçlar gelebilir. Ama bunlar sanayide yapısal değişimin sağlandığının göstergeleri olarak değerlendiriliyor.
İstanbul Sanayi Odası’nın 500 Büyük Sanayi Kuruluşu 1999 araştırmasındaki (sayfa 39; yine İSO yayını, İstatistiklerle İSO’ya bağlı kuruluşlarda değerlendirmeler, 1990, sayfa 13–16) tespiti şu: “Alt sektörler itibariyle 500 büyük kuruluşta, imalat sanayisinde faaliyet gösteren kuruluşların yarattıkları katma değerlerin dağılımı, Türkiye imalat sanayi katma değer dağılımına paralel görülmektedir. 1982 yılından 1999 yılına kadar 18 yıllık bir dönem içinde katma değerlerin alt sektörler itibariyle dağılımında kayda değer bir değişme görülmemektedir. 18 yıllık uzun bir dönemde Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede imalat sanayisinde yapısal bir değişmenin görülmemesi, Türkiye’nin istenen ölçüde sanayileşememesinin nedenini ortaya koymaktadır. Bu durum, Türkiye ekonomisinde 1970’li yılların ortasından bu yana değişmemiştir.”
Yani imalat sanayisinde yaratılan katma değer ile sanayide tüketim, ara ve yatırım malı dağılımı açısından incelendiğinde, yapısal bir değişme olmamıştır.
Bunun bir nedeni, özellikle imalat sanayisinde yatırımın yapılmaması, diğer bir nedeni de yüksek enflasyondur. Bir başka deyişle, sanayide yatırım yapmama ve enflasyonu kronikleştiren ekonomi politikanın izlenmesi sonucu olarak, sanayide ‘yapısal değişme’ süreci 1970’li yılların ortalarından itibaren sürdürülememiştir; 24 Ocak ve 12 Eylül’ün rant ekonomisi barikatıyla.

RANTİYEYE DEVLET KEPÇESİYLE
Devlet giderlerinin yapısını analiz edince, politik ve bürokratik kurmay heyetin nerelere öncelik verdiğini ve nereye para transfer ettiğini görebiliyoruz. 1980–2000 dönemi tam 20 yıl konsolide bütçe harcamalarının dağılımı, bugünün ekonomik krizini anlamamız açısından da önemlidir (Bkz TABLO 3):

BÜTÇEYE FAİZ İPOTEĞİ – Tablo-3
(Bütçe Harcamalarının Dağılımı: Yüzde)
Personel       Faiz         Yatırım        Diğer cari
1980    30,5        2,9        16,2        12,6
1981    24,8        4,9        18,8        14,3   
1982    26,1        5,4        18,9        14,7
1983    23,0        8,1        16,2        13,7
1984    21,6        11,6        16,2        13,2
1985    19,6        12,5        17,1        12,6
1986    22,1        15,5        21,3        14,6
1987    23,4.        17,3        18,7        12,1
1988    23,6.        23,2        16,6        11,2
1989    32,3.        21,2        15,0        10,6
1990    38,7.        20,4        14,5        10,2
1991    37,2.        18,5        14,4        8,5
1992    42,4.        18,2        13,2        9,1
1993    34,9.        24,0        10,9        7,2
1994    30,4        33,2        8,1        8,2
1995    29,4        33,7        5,4        8,3
1996    24,7        38,0        6,0        7,8
1997    25,9        28,5        7,4        8,8
1998    24,8        39,6        4,4        8,4
1999    24,6        38,2         5,5        8,0
2000    21,4        43,8         5,3        1,7
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı.

1. Rantiyeye aktarılan kaynak payı, yüzde 2,9’lardan 1990’dan itibaren hızla artarak geçen yıl tam yüzde 43,8’e çıktı. 1994 krizi sonrasında bütçedeki en büyük kalemi iç ve dış borçlara ödenen faizler oluşturdu. Bu gidişle çok değil beş yıl sonra, bütçe ancak faizleri ödemeye yetecek. Faizler öylesine hızlı arttı ki, 1991’de faiz ödemelerinin vergi gelirlerinde yüzde 30,7 olan payı, 1995’te yüzde 53,1’e, 1999’da yüzde 77,1’e yükseldi. Yani bütçenin vergi gelirlerini, sadece faiz ödemeleri alıp götürüyor; nerede kamu çalışanlarının ücreti, nerede yatırım. Zaten faiz ödemelerindeki bu hızlı artış, çok çok 4 yıl sonrasında sadece vergi gelirini değil, konsolide bütçe gelirlerini alıp götürecek bir miktara ulaşacaktı.
2. Personel ödeneklerinin oranı da, faiz paylarının aksine azaldı. Yüzde 30’lardan yüzde 20’lere geriledi. Özellikle 1994 krizine kadar bütçede en çok paya sahip olan personel harcamaları payı, bu yıldan itibaren bu konumu faiz harcamalarına kaptırdı.
3. Silah alımlarının bütçeleştirildiği ‘diğer cari harcamalar’ payı da özellikle Savunma Sanayi Destekleme Fonu’nun kurulduğu 1987 yılından itibaren belli bir azalma kaydetti. 1987’ye kadar yüzde 14’lere kadar çıkan diğer cari harcamaların payı, bu yıldan sonra gerileyerek, tek haneli rakama kadar indi. Silah alımında konsolide bütçedeki ‘diğer cari’ dışında, a) Savunma Sanayi Destekleme Fonu, b) ABD ve Almanya gibi ülkelerden alınan hibeler ile yardımlar, c) Yurtdışından sağlanan krediler kullanılmaktadır. Onun için ‘diğer cari’nin payının azalması, silahlanmaya ayrılan kaynağın azalmış olduğu anlamına gelmez.
Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Akın İzmirlioğlu, 16 yılda savaşa yapılan harcamanın 200 milyar dolar olduğunu açıkladı (Hürriyet, 27 Ağustos 2000). İzmirlioğlu’nun, herhangi bir kurumun sorumlusu değil; Türkiye’de ekonomik verileri toparlayan ve planları yapan bir kuruluşun yetkilisi olarak yaptığı açıklama çok önemlidir.
4. Personel ödenekleri payının azalmasının yanı sıra, payı sürekli gerileyen bir diğer kalem de devlet yatırımlarıdır. Son 20 yılda konsolide bütçede yatırımlar payı yüzde 18’lerden yüzde 5,3’e indi.
Son 20 yılın konsolide bütçesinde özellikle yatırımlar ve personel ödenekleri payı azalırken, faiz harcamalarının payı arttı. 1980’de personelle yatırımların yüzde 46,7 olan payı, 1990’da 53,2’ye yükseldi ve 2000’de ise yüzde 26,7’ye düştü.
Bütçede yatırımlar payının azalması, genel olarak tüm yatırımları olumsuz yönde etkilediği için özel ve kamu yatırımları toplamında 1987’de devletin yüzde 41,8 olan payı, 1990’da yüzde 32,9’a, 1997’de yüzde 23,1’e indi ve 1999’da ise depremin de etkisiyle ancak yüzde 28,5’e yükseldi.
Devletin harcamalarını karşılamada, vergi ve kurumların kârları dışındaki en önemli kalemi borçlanmadır.
Harcamaların esas olarak başta silahlanma ve yolsuzlukla özel sektöre kaynak aktarımından kaynaklanması nedeniyle, vergi gelirlerinin yetersiz olmasından dolayı borçlanıldı. 1980’de sadece 336 milyar lira, 1990’da 20 trilyon 901 milyar lira olan iç borç toplamı, geçen yılın sonunda 36 katrilyon 421 trilyona yükseldi. 1980–1990 döneminde 62,2 misli artan iç borçlar toplamı, 1990–2000 döneminde tam 1742,5 misli büyüdü. Aynı dönemler itibariyle dış borç, 3,1 misli ve 2,2 misli arttı. Geçen yılın eylül ayı itibariyle dış borçlar toplamı, 107 milyar dolara yaklaştı. İç ve dış borcun toplamının milli gelire oranı da, 1980–2000 (eylül döneminde), yüzde 29,1’den yüzde 107,3’e yükseldi. Bu, yüksek faizin ekonomide ne denli afyon etkisi yaptığını gösteriyor. (Bkz. TABLO 4)

İÇ VE DIŞ BORÇ HIZLA ARTTI – Tablo-4
(1980-2000: Milyon Dolar)
Toplam Dış Borç
(Kısa Vadeli)        İç Borç        Toplam Borç
1980    15734 (2505)        4158        19892
1985    25600 (4759)        8961        34621   
1990    49035 (9500)        8019        57054
1995    73278 (15701)        29462        102710
1997    84891 (17994)        31449        116340
1999    101781 (23472)    51131        152912   
2000    106932 (26531)    48950        155882
AÇIKLAMA: 2000 yılı: Eylül sonu. İç borç, TL’den Dolar’a çevrilirken yılsonu kur dikkate alındı. 2000’den Eylül sonu dış borç toplamı yanı sıra kısa vadeli olanlar paranteze alındı.
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı

Rant ekonomisinin gereği olarak yüksek reel faizle borçlanma sonucu, sıcak paranın girişi ve ekonomide yarattığı sorun da arttı. Böylesi bir borçlanma politikasının sonucunda, çok az bir kesimin kollandığı ve desteklendiği bir ekonomi politika izlendi; bunun için sanayi bile rantiyeleşti, yüksek faiz politikası nedeniyle. Sanayide repo gelirlerin, net kâra oranı önemli bir yekûn tutması, kimin kollandığını gözler önüne seriyor.

TRİLYONLUK RANTA VERGİ YOK
Rantiye, politik ve bürokratik kurmay heyetinin özel politikalarıyla öylesine teşvik edildi ki, milyarlık ya da yüzlerce milyarlık da gelir elde etse yine vergi vermiyor. Hatta trilyonluk borsa ve Hazine bonosu faiz gelirine de vergi yok. Asgari ücretlinin bile yüzde 15 vergilendirildiği günümüzde, spekülatif sermayenin trilyonluk artığının vergilendirilmemesi, sistemin karakterini tartışmasız olarak ortaya koyuyor.
Mal ve hizmet alımında Sabancı’nın da bir asgari ücretlinin de aynı oranda ödediği dolaylı verilerin payı, sürekli arttı. 1990’lı yılların başında yüzde 47,8 olan dolaylı vergilerin vergi gelirlerindeki payı, geçen yılda yüzde 59,1’e yükseldi. Hem borçlanmanın hem de dolaylı verginin artması, ne denli müflis bir politikanın izlendiğini ortaya koyuyor.
Her konuda vergi üstüne vergi yükleyen devlet, rantiyenin trilyonluk gelirini bile muaf tutuyor. Maliyeci Prof. Dr. Şükrü Kızılot, ilgili mevzuat gereği, 2000’de banka faizi, döviz tevdiat hesabı, repo geliri olanların tutarı ne olursa olsun beyan etmeyeceklerini ve vergi de ödemeyeceklerini açıkladı (Sabah, 18 ve 19 Ekim, 2000; Sabah 7 Mart 2001). Kızılot, mevcut yasanın içeriğini şöyle özetledi: “Mevzuata göre, 2000 yılında, borsadan 10 milyar, 100 milyar hatta 1 trilyon lira ve daha fazla kazanç sağlayanlar vergi ödemeyecekler.”
Türkiye, rantiyenin vergi cenneti, emekçinin de vergi cehennemi!

‘SUSURLUK’UN MASONİK TEŞKİLATI
Sermayenin, emek karşısında cephesel bir bütünlüğü vardır. Ama gerek desteklediği politik gücün iktidar olmasında, gerekse soygundan büyük pay kapmada sermaye parçalanmış konumdadır.
Türkiye’de sermayedarın kendi aralarındaki ilişkileri ve iktidarı etkileme kanalları itibariyle yapılan araştırmalar sınırlıdır. Fakat batık Yurtbank sahibi Ali Balkaner’in, polisteki ifşaatı, sermayedarın belli fonksiyonlarını anlamamızı netleştirdi.
Sümerbank’ın özelleştirilmesi ve Türkbank’ın özelleştirilme ihalesi süreci Nesim Malki’den Hayyam Garipoğlu’na, Korkmaz Yiğit’ten Alaattin Çakıcı’ya, Erol Evcil’e ve Mesut Yılmaz’a, Güneş Taner’e ilişkiler yumağı da… Sermayedarın, mevzuatın izin verdiği TÜSİAD, TOBB gibi örgütlenmenin yanı sıra, bu denli açık olmadan belli bir ‘masonik’ teşkilatlanma içerisinde olduğunu, belli ilişkilerden/faaliyetlerden çıkarmak mümkündür. İşte bu yapılanma, bankadan bir ihaleye ya da özelleştirmeye ve politikaya kadar bir tavır bütünlüğü yaşatmayı amaçlamaktadır.
Susurluk… Emniyet-mebus-uyuşturucu üçgeni ve devlet çetesi…
Böylesi bir yapılanma, kendisini besleyeceği kaynağı mali ve reel sektörden ya doğrudan ya da ifade edilen ‘masonik’ teşkilata havale ediyor… Susurluk raporlarında, bu tür teşkilatlara dikkat çekilmektedir…
Sistemin yasamadan yürütmeye kadar tüm faaliyetlerinin nabız atışı, politik ve bürokratik yapıyla yakın ya da doğrudan kurulan temasla izlenmektedir…
Nabız atışının, özellikle ekonomik artığın paylaşımında çok daha kolaylıkla kontrolü sağlanabilmektedir. Yüzde 10 komisyon, şu projenin onayı ya da faaliyet izninin kopartılması gibi fonksiyonlar, bizzat sistemin belli bir işlevselliği gereği olarak hayat bulmaktadır.
Kendi varlığı hakkında bilgi edinmemizi kolaylaştırmak için, ilkokula bile özel şoförlü Mercedes arabayla gittiğini sıklıkla hatırlatan Ali Balkaner, polisteki ifadesinde, masonik teşkilatı hakkında bilgi veriyor:
“Biz 18 aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz teşkil ettik. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsasını manipüle eden kişi bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Çok güçlü bir yapıya sahibiz. Başkanımız Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi.” (Güler Kömürcü, HaberTürk sitesi, 22 Ocak 2001)
Bu ‘aile’ teşkilatı, kendi besleme medya maşasını da yaratıyor; maaşlı gazetecilerle. Balkaner, medyadaki bağlantıları hakkında da döktürüyor…
Sistemde kişi, belli bir ‘bağlılık çizgisi’ üstüne çıktığı zaman, bu türden dar ve geniş yapılanmalarla her zaman için korunabiliyor, bazen de çökertilebiliniyor.
Balkaner ne ki, Sabancı, Koç, Toprak ve diğerleri…
Sistemde bu tür teşkilatlarla, ‘çıkarın bölünmez bütünlüğü’ adına faaliyet gösteren enflasyon lobisi, devalüasyon lobisi, özelleştirme lobisi ya da sırf kamu ihalelerinden vurgunu esas alan yolsuzluk lobisi gibi lobiler de, bu tür teşkilatlarla bütünleşiyor. Dönemsel olarak, belli lobiler diğerlerine göre daha etkin olabiliyor; bağlı olduğu teşkilatı da.
Bir şirket görüntüsüyle ANAP, bu konuda çok net bir örneği oluşturuyor.
Emekçilerin mücadelesinin konumu göz ardı edilmeden; devletin, biçimsel konumunda 12 Eylül ya da bugünkü parlamenter sistemin ekonomi politikasında, sermayenin belli bir türünün etkin olmasını, bu teşkilatların faaliyetlerinden soyutlamayız.
Döviz politikasında sabit kurdan dalgalı kura geçişin öyküsü de, sistem ve sermayedar ilişkisi ve lobicilik faaliyetini de netleştirmektedir.
Türkiye’nin dalgalı kura geçiş kararı, önce emperyalist ülkelerin oluşturduğu G-7’lerin İspanya’daki toplantısında ve daha sonra da G-7’nin de içinde yer aldığı G-20’lerin İstanbul toplantısında alındı; bu karar da yürürlüğe kondu (Milliyet, 23 Şubat 2001; Hürriyet, 25 Şubat 2001). Faiz zıpladığı ve dövizin fırladığı sırada, gecelik 600 trilyon borçlanan Emlak Bankası ve 2–2,5 katrilyon borçlanan Ziraat ile Halk bankalarına (Devlet Bakanı Faruk Bal, NTV, 3 Mart 2001, basın toplantısı) Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, “Piyasaya girmeyin, biz sizi fonlayacağız” dedi. Erçel sözünü yerine getirmeyince, olan oldu. (Radikal, 26 Şubat 2001) Aynı Erçel, krizi, “kamu bankalarının yükümlülüklerini yerine getirmemesinden kaynaklandı” şeklinde de tanımladı (26 Şubat, bir televizyon kanalı; 27 Şubat, HaberTürk sitesi).
Merkez Bankası eski başkanı Yaman Törüner de, Erçel’in bu tür uygulamalarına değindi ve yanlış olduğunu ifade etti (Kanal D, 26 Şubat, F. Altaylı’nın programı).
Sonuç: 21 Şubat Çarşamba günü vurgunu; tam 3,2 milyar dolar (Radikal, 23 Şubat 2001). Ve vurgun operasyonu devam etti…
Hazine Müsteşarı ve Merkez Bankası Başkanı istifa etti; bu kervana Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Zekeriya Temizel de katıldı, ama politik cephede istifa yöntemi kullanılmadı. Ecevit, hükümet olmada kararlı olduklarını ifade etti ve 15 Mart’ta grup toplantısında Derviş öncesinde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı yapan Recep Önal’a başarılı çalışmalarından dolayı teşekkür etti. Ecevit literatüründe başarı, emekçinin her türlü talebinin bastırılması ve vurguncunun ihya edilmesidir; yaptıkları gibi.
Bu da, hem sistemin tıkanıklığını hem de lobici güçlerin direncini ortaya koyuyor. 28 Şubat, MGK darbesi sürecinde ‘açık’ parlamento tasfiye edildiği için Ecevit, her koşulda hükümet olmasının zorunluluğunu öne sürüyor.
Havanın bu denli puslu olduğu sırada, 27 Şubat’ta Kemal Derviş’in ismi birdenbire gündeme getiriliyor ve 1 Mart’ta Ankara’ya geliyor ve 2 Mart’ta bakan oluyor. IMF destekli ‘ulusal program’ hazırlıyor vs…
TÜSİAD, 22 Şubat’ta yaptığı açıklamada, bugün Derviş’te somutlanan görevlendirmeyi esas alan bir bakanlığın kurulmasını önerdi. Ve haftası dolmadan bakanlık kuruldu; ne tesadüf değil mi?
Anadolu’daki sermayedarların ve örgütlerinin duruşunun, İstanbul sermayesi teşkilatı olarak bilinen TÜSİAD’tan farklı konumda olması da dikkate alınmalıdır.
Kısaca hatırlattığım bu unsurlar dikkate alındığında, 21 Şubat Kara Çarşambası enflasyon ve devalüasyon lobisi ile uluslararası sermayenin bir operasyonu olarak gündeme geldiğini gösteriyor. Zaten kriz, Ecevit’e de itiraf ettirdi; MGK’da Sezer’in kendisini azarladığını söylediği toplantıyı göz ardı ederek, ekonomideki sorunların yaşanabileceğini, var olan sorunun patlamış olduğunu ifade etti (Gazeteler, 23 Şubat 2001). Dövizdeki dalgalanma, Ecevit’i de dalgalandırdı…

HORTUMLU HOLDİNG BANKACILIĞI
Böylesi lobi operasyonlarının etkin olduğu koşullarda, finans piyasası yapısının mevcudu anlamamızı kolaylaştıracağı kanısındayım.
Sanayi ve ticaret sermayesinde belli bir düzeyde yoğunluğa ulaşan gruplar, finans piyasasına da yatırım yaptı. 1970’lerde var olmaya başlayan holding bankacılığı, 1990’lı yıllarda sektöre hâkim oldu. Rant ekonomisiyle birlikte bir nitelik daha kazandı, hortumlama da bankacılık faaliyetleri arasında yer aldı.
Holding bankacılığının etkin olduğu bu dönemde, bankacılık sisteminde iki büyük vurgun yaşandı. Birisi 1994’te, diğeri de son iki yıldır yaşanıyor. Bugün Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen banka sayısı 13’e ulaştı.
1994’teki krizde TYT Bank, Marmarabank ve Impexbank tasfiye edildi. Davanın geçen ay zaman aşımına uğraması nedeniyle, sahipleri de cezadan kurtardı. Buna, hortumlamanın ödüllendirilmesi denir.
Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre, bugün sektörde 80 banka var, bu çok fazla deniyor. Bu sayı, kalkınma ve yatırım bankalarını da kapsıyor. 4 tanesi devletin olmak üzere toplam 61 ticaret bankasının 13 tanesi Fon’da, 17 tanesi de yabancı sermayeli olup, özel sermayeli banka sayısı 27’dir. Yani sektörde 27 tane özel sermayeli ticari/mevduat bankası vardır ki sayıya Tarişbank, Şekerbank ve İş Bankası gibi ‘özel’ konumdaki bankalar da dâhildir. Tarişbank ve Şekerbank hariç 27 bankanın 21 tanesi belli bir holdingindir.
Holding bankaları, tüm leasing, faktoring ve aracı kurum gibi tüm firmalarıyla para ve sermaye piyasasında faaliyet gösteriyor. Bu da, piyasada belli bir grup ve grupların etkinliğine kolaylıkla imkân sağlıyor.
Piyasa tapıma ekonomistleri bir yandan belli bankanın yönetiminde görev alarak ya da danışman olarak, bunların çok kazanmalarına hizmet ederken, diğer yandan da özellikle devlet bankalarının özelleştirmelerini sihirli bir formül olarak sunuyorlar.
Diğer yandan özelleştirilen ya da bürokratik ve politik kurmay heyetin izin vermesiyle faaliyet gösteren bankalar, ana sermayedarın hortumlaması sonucunda devletleştirildi. Bugün devletleştirilen tam 13 banka var; hem de buna özelleştirilen Sümerbank ve Etibank da dâhil. Devletleştirilen 13 bankanın, 12 tanesi holding bankası idi.
Holding bankalarının önemli bir finans kaynağı da devlet bankalarından aktarılan kredilerdir.
El konulan 12 bankanın ‘hortumlama’ maliyetinin 20 milyar dolar olduğu ifade ediliyor. Çünkü ortada somut açıklanan resmi bir veri yok. Batık banka sahipleriyle ilgili yargılama süreci de, grubunun siyasi gücüne göre işliyor. Çağlar yurtdışında, Dinç Bilgin rahat…

HOLDİNG BANKALARI ‘ÖZELLEŞTİRİLSİN’
Sektörde holding bankacılığının artmasına bağlı olarak, sistemin devletleştirilmesi de benzer yönde gelişme gösterdi.
Para ve döviz piyasalarıyla ilgili falcılık yaparak ‘para kazanmayı’ ve sadece bu ko-‘ nu üzerinde konuşmayı ekonomi politika olarak iddia edenler, kamu bankalarının görev zararı üzerinde dururken, nedense tüm bankacılık sektörünün bir anlamda devletleştirilmesini görmezden geliyorlar. Çünkü, söylenecek laf yok; tüm finans sermayesinin faaliyet alanı yani bankacılık sistemi devletin şemsiyesi altına girdi; tokmak holding patronlarında, davul da devletin boynunda ve Ecevit de, başbakan…
Sistemde holding bankacılığının ektin olduğu dikkate alınırsa, holding / devlet ilişkisi ve holdinglerin de ne konumda olduğu böylece daha net olarak açıklığa kavuşuyor. Devlet, geçen ocak ayma kadar sadece tasarruf mevduatına uygulanan garantinin kapsamı, tüm nazım hesapları ve fondaki bankaların yurtdışından yapılan borçlanmaları kapsayacak şekilde genişletti.
Yani holding bankalarının pasifteki, mevduat sahibine, fondaki bankaların yurtdışındaki alacaklıya ve nazım hesaplarında kullandırdığı teminat mektubu ile taahhütlere devlet kefil oluyor, varlıkları da sermayedara kalıyor. Aslında bilançonun pasifine yani bankanın yükümlülüklerine kefil olan devlet, aktifini varlıklarını da alarak kontrol etse sorun bitmiş olacak, ama pasifi veren aktifi vermiyor.
Türkiye Bankalar Birliği’nin 2000 yılı eylül dönemi verilerine göre, döviz (tüm mevduatın tasarruf mevduatı olması varsayımı) ve Türk Lirası tasarruf mevduatının toplamı 66 milyar 216 milyon dolar olup buna 162 milyar 400 milyon dolarlık nazım hesaplan da eklendiğinde, sistemin 228 milyar 616 milyon dolarına devlet kefil oluyor. Buna göre, nazım hesaplar dahil sistemin büyüklüğü 306 milyar 488 milyon dolar olup, bunun yüzde 74,6’sı devlet güvence-sindedir. Bunun da adı, bankacılık oluyor.
İşte devlet bankalarını görüp, holding bankalarının bu durumunu görmeyenler, sorunu perdeleyip, kamu bankalarının tasfiyesini sorunun ana kaynağı olarak gösteriyorlar; peki, holdinglerin devletleştirilen bankaları ne olacak? O zaman önce bu bankalar, özelleştirilsin! Ne komik değil mi? Gündemde özel bankaların özelleştirilmesi var.

“DEVLET BANKALARI 30 HOLDİNGE ESİR”
Holding bankalarının özelleştirilmesi gereği gündemdeyken, devlet bankaları üzerinde durarak sorun yine vurguncu iktisatçılar tarafından perdeleniyor. Devlet bankası kaynaklarının özel bankalara ve firmalara ‘peşkeş’ çekilmesi, iktidar olmanın politikası olarak sunuluyor.
Profesyonel bankacı İsmet Alver, devlet bankalarının hortumlanması ve hortumlatılmasının, sistemin bütünlüğü içinde yapıldığına dikkat çekti. Alver, 37 yıllık bankacı. Ziraat Bankası’nda Zirai Krediler Müdürlüğü ile Genel Müdür Yardımcılığı, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası Genel Müdürlüğü yapan Alver, holding devlet bankası ilişkisini şöyle özetledi: “Uzun yıllar kamu bankalarında yöneticilik yapmış biri olarak söylüyorum, kamu bankalarının aktifleri 30 kurum ve grup tarafından işgal edilmiştir. 30 gruba verdikleri paranın tamamını değil, yüzde 20’sini azaltın deseniz, azaltamazlar. Bu gruplar, bu bankaların temin ettikleri paraları ödeme endişesi taşımıyorlar. Bu endişeyi banka yönetimleri taşıyor.” (Dünya, 14 Eylül 2000)
Vakıf Bank ile Emlak Bankası’nın eski genel müdürlerinin, geçen yılın kasım ayına kadar el konulan bankalarla ilgili yaptıkları değerlendirmede, şu ifadeler yer aldı: “El konulan (27 Ekim’de Etibank ve Bank Kapital’e el konulmuştu) bankaların sahipleri devlet bankalarından verilen kredilerle desteklendi. Kamu bankaları siyasilerin isteği doğrultusunda belirli gruplar üzerinde yoğunlaştı. Bunlar zaten yıllardan beri Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı. Bu grupların bir kısmı bu batan bankaların sahipleri olmuştur. Bunlar yıllardır süren olaylardır.” (Dünya, 1 Kasım 2000)
Bugün devlet bankalarıyla ilgili olarak ifade edilenler, bu tespitlerle hiç de uyumlu değil.
Demek ki, sanayi, ticaret ve finans sermayesine yatırım yapan çok az sayıdaki grup, aynı zamanda devlet bankalarının da batakçıları, ama sistemin işleyişiyle bu gerçek perdeleniyor. Devlet bankalarının özelleştirilmesine, bu grupların da karşı çıktığını düşünmek hiç de hayal değil.

TEKELCİ ‘TALAN’
Sistem, para ve döviz piyasalarında spekülatif sermayenin daha da etkinleşmesine yönelik politikaları izlerken, sanayide tekelci piyasa yapısıyla reel sektöre de ”buranın ağası sensin, istediğin fiyata sat” imkanı yaratmıştır. Burada reel sektör, tümden sektördeki sermayedarlar “ağa” olarak nitelendirilmemiş, kendi alanında etkin olanların bu ortamda kalıcı olmaları sağlanmıştır. Böylece mevcut sistem, reel ve mali sektörün kendi bütünlüğü içinde var olmasını desteklemiştir.
İmalat sanayisinin alt sektörlerinde tekelci piyasanın etkin olmasına karşın, piyasada ‘rekabeti’ sağlamakla görevli olan Rekabet Kurumu da bir şey yapamamaktadır. Kurum başkanının, bu duruma dikkat çeken bazı açıklamaları, sadece nutuk olarak kalmıştır. Ki, piyasanın tekelci olması ve fiyatın da talebe karşı elastik olmaması, enflasyonun niye bu kadar devam ettiğini açıklığa kavuşturmaktadır. Fiyatı belirlemede tekelin söz sahibi olması, enflasyonun niye çeyrek asırdır sürdüğünü açıklığa kavuşturmaktadır.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün en son yaptığı “İmalat Sanayisinde Yoğunlaşma-1997” araştırmasına göre, 123 alt sektörün yüzde 58’inde (yani 71 tanesinde) yüksek derecede (yani pazar payı yüzde 50’nin üzerinde) yoğunlaşmanın yani tekelleşmenin (4 firmanın pazar payı itibariyle) olduğu tespit edildi. 123 sektörün 18’inde yüzde 30’un altında kalan (rekabet yoğun) yoğunlaşma oranı, 34’ünde yüzde 30–50 (orta derece; rekabet var gibi); 27’sinde yüzde 50–70 (yüksek derecede; rekabetin adı var) ve 44’ünde de yüzde 70–100 (çok yüksek derecede; rekabet yok gibi) arasında değişiyor.
Enflasyonun çeyrek asırlık tarihi tartışılırken, bu durumun da dikkate alınması gerekiyor. Çünkü tekel, fiyatı artırarak, üretimi düşürerek kârlılığını koruma imkânına sahiptir.
Devletin kefilliğinde var oları holding bankacılığı ve sanayideki tekelleşme, sistemin karakterini ortaya koyuyor.
Tekelleşmenin böylesine etkin olduğu günümüzde, enflasyonu talebi kısarak düşürmeden ne gibi sonucun alındığını yaşıyoruz. Sanayinin en önemli sorununun talep yetersizliği olarak tespit edilmesi, öne sürülen iddiaları tuzla buz ediyor.
Üretimde maliyetlerin azaltılması gündeme geldiğinde, ilk dikkate alınan kalemi işçi ücreti ve maliyeti oluşturuyor. Bu klasikleşen bir sermayedar tavrı. Hatta gündemde olan iş güvencesiyle ilgili yasa tasarısının varlığı, sanayiyi yok edebilecek bir eğilim olarak değerlendiren sermayedarlar ve meslek kuruluşları, MHP eskisi bugünün ANAP’lısı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan’ı sanayi düşmanı olarak ilan etti.
Bugünün ekonomik verileri, işçilik unsurlarının sürekli olarak birinci öncelikli hedef gösterilmesini yalanlıyor. Bu aynı zamanda, ekonomik krizin kaynağının nasıl perdelendiğini ortaya koyuyor.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün sanayide kapasiteyi tam olarak kullanamama nedenleriyle ilgili yaptığı araştırmaya göre, sanayinin tam kapasiteyle üretim yapamamasının en büyük nedeni, talep yetersizliğidir. 1995 yılının 1’inci çeyreğinde yüzde 52,5 olan talep yetersizliğinin payı, 1997’nin 1’inci çeyreğinde yüzde 62,2’ye, 1998’in 4’üncü çeyreğinde yüzde 66,8’e,1999’un 3’üncü çeyreğinde yüzde 64,8’e ve 2000’in 4’üncü çeyreğinde 75,7’ye yükseldi. Talep yetersizliğinde iç talep yetersizliğinin payı, dış talebe göre yaklaşık 3,2 misli daha büyük. Talep yetersizliğini, hammadde yetersizliği, finansman ve işçilikten kaynaklanan sorunlar izliyor. Enerji de en geride kalan sorun. İşçi sorunlarının payının bu denli küçüklüğüne rağmen, yalana devam ediliyor. (Bkz. TABLO 5)
Sanayide tekelleşme ve talep yetersizliği nedeniyle kapasiteyi kullanamama, krizin karakterini de netleştiriyor.

BÜYÜK SORUN TALEP YETERSİZLİĞİ – Tablo-5
(Kapasite kullanamama nedenleri: yüzde)
Talep         Hammadde     İşçi         Mali         Enerji
Yetersizliği    Yetersizliği    Sorunları    Sorunlar    Sorunları    Diğer
1995/1     72,0        7,4        2,5        5,2        –        12,9
1996/1     62,8        4,8        2,1        3,6        –        26,7
1997/1     62,2        5,8        3,1        6,0        1,1        21,6
1997/4     67,1        6,8        3,8        5,5        1,6        15,1
1998/1     57,8        5,7        3,5        4,0        1,3        27,9
1998/4     66,8        4,0        3,2        4,4        1,0        20,6
1999/1     76,4        4,1        2,7        2,5        0,5        13,7
1999/4     62,9        4,9        2,8        6,8        1,1        21,4
2000/1     58,4        12,5        1,7        5,1        0,5        21,8
2000/4        65,7        6,1        2,9        4,6        1,3        19,5
AÇIKLAMA: Yılın birinci ve dördüncü üçer aylık dönem itibariyle. Kaynak: DİE.

ANKARA’DA YOLSUZLUK İKTİDARI
Mali sektördeki holding bankacılığı ve sanayideki tekelleşme sistemde yolsuzluğu etkinleştirdi. Hatta bir nevi ekonomi politika olarak hayat buldu. Bu anlamda yolsuzluk, sistemle özdeşleşti.
Devlet bankaları kaynaklarını talan etmenin ekonomi politikasıdır, yolsuzluk. Batık bankalara verilen milyarlarca dolarlık mevduatın akıbetini sormamakla, görev zararı yaygarasıyla, yolsuzluk teşvik ediliyor.
Her politik ve kurmay heyet, yolsuzluğa karşı olduğunu iddia ederek, onu besledi.
Adli düzeyde araştırılanlardan hiçbir sonucun alınamaması da, lobinin gücünü gözler önüne seriyor. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir yeğeni hayali ihracatçı, diğeri batık bankacı, ağabeyi… Maliye Bakanı Sümer Oral’ın kayınbiraderi naylon fatura mucidi Orhan Aslıtürk, Londra’da zevcesi Gülay Hanımla yaşıyor… Yine bir diğer bakan, sosyal maskeli Ecevit’in yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın kayınvalidesi Egebank davası sanığı… Birbiri hakkında Yüce Divan’da yargılanmayı sağlayacak araştırma önergesi veren Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller, Meclis’te anlaşarak önergelerinin yalan olduğu kararına vararak birbirini akladı gibi…
36 yılını bürokrasinin çeşitli kademelerinde çalışarak geçiren Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu Başkanı Abdullah Arslan’ın anlatımları, yolsuzluğun, sistemin bir politikası olduğunu anlamayı sağlıyor (Anadolu Ajansı, 22 Ocak 2001; basın, 23 Ocak 2001). Sistemin ‘kamunun rant, teşvik, ihale ve kredi dağıtması’ üzerine kurulu olduğunu ve bunun da yolsuzluğu beslediğini açıklayan Arslan, gümrük idaresinin tamamen denetimsiz olduğunu söyledi. Siyasilerin ve bürokratların dokunulmazlığının da yolsuzlukları yaygınlaştırdığını iddia etti. Arslan, bankaların iş işten geçtikten sonra denetlendiğine dikkat çekti.
Türkiye Kalkınma Bankası eski genel müdürü Özal Baysal, Demirel-Erdal İnönü dönemindeki faaliyetinden bankayı 80,4 milyar liralık zarara uğrattığı gerekçesiyle verilen cezanın 1 milyon liracık ağır para olması (Hürriyet, 7 Temmuz 2000), sistem, lobi, Susurluk’un teşkilat boyutunu gözler önüne seriyor. Verilen cezanın ertelenmesi de, ayrı bir…
Etibank’ın özelleştirme ve devletleştirme süreci de, yolsuzluğun sistematik boyutunu ortaya koyuyor.
Etibank, 1997’de 180 milyon dolara satıldı. Ardından devletleştirildi.
Tekrar 150 milyon dolara Dinç Bilgin ve Cavit Çağlar’a yani Medya Holding ve Nergis Holding’e satıldı. Cavit Çağlar’ın İnterbank’ına 7 Ocak 1999’da el konulmasından önce, Çağlar, elindeki hisselerini Medya Holding’e sattı. Ne tesadüf!
Tarih, 27 Ekim 2000, Etibank tekrar devletleştirildi.
Etibank’ın ikinci kez özelleştirilmesi girişimi, sermayedar, politikacı ve bürokrat ilişkisinin somut bir ifadesidir. Çağlar, Etibank’ı almak istediğinde, İnterbank’ın durumu ‘kötü’ olduğunu gösteren raporu, bir süre sonra ‘iyidire’ dönüyor ve satış işlemi yapılıyor. Satışa imza atanlardan biri de Zekeriya Temizel. Diğer imzacılar da, Bülent Ecevit, Güneş Taner, Işın Çelebi, Yalım Erez ve Özelleştirme İdaresi Başkanı İsmail Hakkı Karakaya. (Hürriyet, 13 Kasım 2000; Milliyet, 14 ve 15 Kasım 2000; Yeni Şafak, 6 Kasım 2000).
Karakaya, satış işlemi tamamlandıktan sonra Etibank’a genel müdür oluyor (Milliyet, 30 Ekim 2000). Ve Güneş Taner de, Medya Holding Yönetim Kurulu Üyesi olur. Taner, Etibank’a el konulmadan kısa bir süre önce de bu görevinden istifa eder.
Bu da ne tesadüf ama?
Bankalar operasyonuyla, sivil bürokratların yanı sıra emekli paşaların da bankacı olduğunu öğrendik.
Etibank’ın bir yönetim kurulu üyesi de, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Vural Bayazıt’tır; yurtdışına çıkış yasağı konulan görevlilerden. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Muhuttin Fisunoğlu, Sümerbank Yönetim Kurulu Üyesi, o da yasaklı. Yine Eski MİT Müsteşarı ve Jandarma Genel Komutanı Emekli Orgeneral Teoman Koman da İnterbank Yönetim Kurul Üyesi, o da yasaklı.
Fisunoğlu, ne yaptığı hakkında, politik militerlik konusunda danışmanlık olduğunu ifade ederek, “Pişmanım” diyor (Milliyet, 25 Aralık 1999). Koman, Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu’na gidip ifade vermemişti, demek ki, bankada işleri yoğundu.
Askeri bürokrasiye haksızlık etmeyelim, siviller de bürokrasiden ayrılır ayrılmaz kapağı özel sektöre atıyor. 15 Mart’ta yönetimine el konulan İktisat Bankası Yönetim Kurulunun bir üyesi de, eski Hazine Müsteşar Yardımcısı Cüneyt Sel, yine eski Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez de Garanti Bankası Yönetim Kurulu Üyesi. Eski Merkez Bankası Başkanı Rüştü Saraçoğlu da, Egebank Yönetim Kurulu Başkanı olduğu iddiasını yalanlıyor. Listeyi uzatmak mümkün. Özel sektörün kadro ihtiyacını dünün sivil ve asker bürokratlarından karşılıyor olmasının, belli bazı avantajları olsa gerek; sermayedar vurgunun kokusunu iyi alır!
İktisat Bankası’na el konmadan önce, 19 Şubat krizinin ertesinde Ankara’ya koşanlardan biri de İktisat Bankası sahibi Erol Aksoy’du. Yalnız değildi, yanında ekonominin bugünkü başarıya ulaşmasında katkısı olanlardan eski bakan Güneş Taner ve Turkcell’in ve Yapı Kredi’nin patronu Mehmet Emin Karamehmet vardı. Mesut Yılmazla görüşmelerinin nedeni Ecevit’le Sezer’i barıştırmak değildi, onların derdi başkaydı, ticaretti. Aksoy’un CİNE 5’inin Karamehmet’e satılmasının pazarlığı, Yılmaz’ın şahitliğinde yapıldı; ama olmadı. Böylece de İktisat Bankası gitti. (Evrensel, 27 Şubat 2001; Milliyet, 16 Mart 2001). Yılmaz ve ANAP’ı, Türkbank’ın Korkmaz Yiğit’e satımında da başbakan olarak hayli katkısı olmuştu, sonra Türkbank’a el kondu. Yiğit cezaevinde, Yılmaz da Başbakan Yardımcısı.

‘GÖREV ZARARI’ YAYGARASI
Bankacılık sektörü tartışılırken, gündeme getirilen sorunlardan bir tanesi de devlet bankalarının içinde bulunduğu mali durumdur. Devlet bankalarından sorumlu olarak bakan, başbakan, genel müdür ya da bir başka statüde yetkili olarak görev yapan politik ve bürokratik kadrolar tarafından, bankacılık faaliyeti özel çıkarlarının esas alınması gayesiyle yerine getirildiği için bu anlamda sorunların neler olduğu biliniyor.
İktisadi literatüre hortumlama olarak sunulan yöntem, bugünkü ekonomik ve politik sistemin bir hediyesidir.
Götür götürebildiğin kadar…
Halk, Vakıflar, Emlak ve Ziraat bankalarını hortumlayanlar ve hortumlatanlar, görev zararında tam bir cephe halinde saldırıyor.
Yine de çatlaklar var ki, bal tutan parmağını yalar misali yalamayanın verdiği enerjiyle, tüm özelleştirme ‘gayreti’ bir söylem olarak kalıyor.
Devlet bankalarının, hortumlanmanın yanı sıra gündeme getirilen bir sorunu da, mali bünyelerini sarsan görev zararıdır. Batık bankaların 15 milyar doları aşan maliyetini göz ardı ederek, devlet bankalarının 20 milyar civarında iddia edilen görev zararının sistemin baş sorunu olduğu hep gündeme getirilerken, hortumlama aklanıyor, yine tarımsal destekleme yapılan çiftçiler ya da SSK gibi kurumlar hedef alınıyor.
Sayıştay’ın 2000 Yılı Mali Raporu’na göre (sayfa 126), 1996’da 842 trilyon lira olan görev zararları toplamı, üç yıl sonrasında 1999’da tam 15,4 misti artarak 13 katrilyonu aştı. Bunun sonucu olarak görev zararının milli gelire oranı da yüzde 7’den yüzde 17’ye yükseldi.
Nasıl bir yöntem belirlenmiştir ki, üç yılda 15,4 misli artıyor?
Finansman sıkıntısı çeken bir devlet kurumunun ödemelerini ya da giderlerini Hazinenin karşılayamaması nedeniyle, Ziraat Bankası gibi devlet bankalarının bu finansman yükünü üstlenmesi, yani devlet bankasının bir başka kuruma borç vermesi ve bunun ödenememesi nedeniyle doğan zarardır, görev zararı.
İşte bu zarara, Sayıştay raporunda yazıldığı gibi piyasa rayicinin kat be kat üstünde faiz uygulanınca bu zarar da, yukarıdaki örnekte olduğu gibi üç yılda tam 15,4 misli artabiliyor. Böylece bu bankalar da daha kolaylıkla gündeme getirilip, hedef gösteriliyor.
Yine aynı raporda (sayfa 130–131), Ziraat Bankası’nın 1993 ve 1994 yıllarında üreticilere verdiği 315 milyon dolar (1997’de Hazine tarafından 712 milyon dolar yapılan ödemeye karşılık), 1999 yılında tam 11 milyar dolara ulaşmıştır. Bu gidiş sürerse, bu 1993’ün 315 milyon doları, 202’de tam 34 milyar dolara yükselecek.
Sonra da, para piyasasının goygoycu profesörlerinin sözcülüğünü yaptığı bu harekâtta, 1. Görev zararı büyüyen devlet bankası, 2. Görev zararın doğmasına neden olan hizmet ya da mal alımı (tarımsal destekleme gibi) hedef alınıyor.
Hatta 18 Aralık 2000 tarihli IMF’ye verilen mektubun 57’inci maddesinde, 2001 yılında görev zararı gecikme faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faizinin Ziraat Bankası için 1,33 ve Halk Bankası için de 1,60 çarpı kadar olacaktır, taahhüdü yer alıyor. Bu şu anlama gelir, Halk Bankası görev zararı için uygulayacağı faiz oranı, piyasada bono ve tahvil için gerçekleşen faizden yüzde 60 daha fazla olacaktır; Ziraat Bankası için de yüzde 33 daha fazla.
İmza atan bakan olarak Recep Önal ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, işte bu kadar, müflis tüccar konumdadır.
Görev zararı, devlet bankacılığının finans sermayesi lehine tasfiye edilmesinin bir kibar yöntemidir.

IMF İLE 174 MADDELİK KONTRAT
1999 Aralık ayından beri yürürlüğe konulan program nedeniyle, Uluslararası Para Fonu’na (IMF) tam beş tane mektup yazıldı. Mektuplarda selamlardan sonra, toplam 174 taahhüt maddesi kaleme alındı. Mektuplara, üretim, yatırım ve istihdam sözcük olarak dahi giremezken, bağlılıkları belirtir tarzda “istediklerinizi yapacağız” ifadesi etkin kılındı.
Mektuplarda, partilere ve hatta partililere bile açıklanmayan taahhütler verildi, iki imzayla. Yürütmenin kendi uygulamalarının dışında, yasamanın da bu taahhütlere uygun bir çalışma programını hayata geçireceği vaadinde bulunuldu. Gereği de yapıldı.
Mektupta belirtildiği üzere, enerjide özelleştirmeyi yaygınlaştırmak amacıyla çıkarılan kanunla, öyle bir sistem kurulacak ki, devlet elektriği 10 cent’e alıp, 4,5–5 cent’e satacak (Dünya, 10 Mart 2001).
İmzacılar: Devlet Bakanı Recep Önal ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel. Erçel istifa etti, öbürü de hâlâ bakan.

ANKARA ÇIKARTMASI
Rant ekonomisinin etkinliği nedeniyle sorunlarını Ankara’ya iletmekte başarısız olduğuna karar veren reel sektör sermayedarları, çareyi bir zirvede aradı. Ve istenilen de gerçekleşti.
8 Şubat’ta zirve yapıldı. Zirvede, reel sektör yalnız bırakılmadı, finans sektörü sermayedarların temsilcileri de yer aldı. Böylece reel ve mali sektör sermayedarlarının temsilcileri, politik ve bürokratik heyetle bir araya geldi. Daha sonra seramikçiler de benzer bir şekilde Ankara’ya çıkartma yaptı. Diğer sektörlerde de benzer hazırlıkların olduğu bir sırada, Ankara’da olan oldu, ekonomik program ‘daha fazla titremeye tahammül edemedi’, bir günde çöktü.
Ecevit’in dediği gibi, ne istikrarlı ve güçlü ekonomi(ymiş)!
Zirveye, reel sektörü temsilen; bilinen ismiyle patronlar kulübü TÜSİAD, sanayi ve tüccarların TOBB’u, esnaf ve sanatkarların TESK’i , ihracatçıların TİM’i ve İTHİB’i, çiftçilerin TZOB’u, tekstilcilerin TİS’i, tüm sektörlerin TİSK’i, denizcilerin DTO’su gibi çatı örgütlerin yanı sıra, Kayseri Sanayi Odası Başkanı, Ankara Sanayi Odası Başkanı gibi bazı odalardan ve kuruluşlardan da katılan oldu. Zirve katılımcıları, kendi sektörleri hakkında bilgi verirken, ürkütücü boyutta iflasların yaşandığına ve bankalara kredi borçlarını ödeyemediklerine dikkat çekti.
Ama bünyesinde 300 bin üyesi olan İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım davet edilmedi. Hem TOBB seçimlerinde Başkan Fuat Miras’a karşı aday olduğu ve hem de Ecevit’i eleştirdiği için Yıldırım, toplantıya katılma hakkına sahip olamadı. Bu da, reel sektörün kendi iç çelişkisinin bir sonucu olarak gerçekleşti. Yıldırım da, bu yönde açıklamalarda bulundu, zirveyi şöyle değerlendirdi: “Türk ekonomisi katledildi, cenazesine cemaat aranıyor.” (Dünya, 9 Şubat 2001)
Yıldırım hatta bazen eleştiri dozunu hayli artırdı: “IMF’nin her dediği yapılıyor. Hükümet, bizim uyarılarımızı dikkate almıyor… Yapısal sorunlar göz ardı ediliyor. İhracatı ve üretimi göz ardı etmeye kimsenin hakkı yoktur.” (Dünya, 2 ve 5 Şubat 2001) MÜSİAD Başkanı Ali
Bayramoğlu da, “Adı zirve, inşallah zırva” olmaz diye açıklamada bulundu. Bayramoğlu, kaynakların reel sektörde kullanılmasını isteyerek, Ankara’nın gücünün azaltılmasına dikkat çekti (Dünya, 9 ve 2 Şubat 2001).
Zirvede, finans sermayesini temsilen tüm bankaların üyesi olduğu Türkiye Bankalar Birliği Başkanı ile İş Bankası, Akbank, Garanti Bankası, Yapı Kredi Bankası, Koçbank ve bazı devlet bankalarının genel müdürleri katıldı.
Sektörel raporların yanı sıra, bankalar-reel sektör arasında yaşanılan sorunlar üzerinde durulduğu açıklandı. Hatta Ankara’da resmi kurmay heyeti olmadan da bu tip zirvelerin yapılmasının önemine değinildi.
Ecevit de, 11 gün sonrasını yalanlar bir şekilde zirveyi, “İş dünyasının programa desteği tam” olarak değerlendirdi.
Ankara’ya böylesi bir zirve çıkartmasının ardından, Ecevit’in de gayretiyle fitili ateşlenen krizle birlikte bankaların, yüzde 40–50 faizle verdiği kredi faizi oranını yüzde 2000’lere yükselttiğini tebliğ etmesi, önümüzdeki dönemde reel ve mali sektör çelişkisinin mahkemelere ve değişik ilişki ortamlarına taşınacağını gösteriyor.
Mevcut ekonomik ve politik sistem somutunda, bu, bir yönüyle kredi alanının ve bir yönüyle de kredi verenin batmasıdır!
Bizce sakıncası yoktur.

Mart-Nisan 2001

EK- 1
TELEKOM’DA ÖZELLEŞTİRME LOBİSİNİN ZAFERİ
Kâr eden ve özel olarak batırılması amaçlanan politikanın izlenmesi halinde zarar etmesi mümkün olan Telekom’un özelleştirilmesi, özelleştirme lobisi tarafından namus meseli haline getirildi. Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminden beri hep gündemde.
IMF’ye verilen kontrat içerikli mektuplarda da gündeme geldi, Telekom’un özelleştirilmesi.
22 Haziran 2000 tarihinde verilen mektubun 17’inci maddesinde, Telekom’un yüzde 20’sinin özelleştirilmesiyle ilgili plan açıklandı. Daha sonra ne olduysa başını Özelleştirme İdaresi’nin çektiği lobi, bunun böyle satışının mümkün olamayacağına yönelik bir propagandaya başladı. Lobinin istediği gibi satış olmadı. Tartışmalar, oranın küçük olması ve talebin olmaması üzerine, 18 Aralık 2000 tarihli mektubun 35’inci maddesinde, yine gündeme getirildi. Oran yüzde 33,5’e çıkarıldı ve blok alış yapana da yönetimde söz hakkı vermeyi (yüzde 51) öngören bir hileli oyun da hazırlandı. Yine, planlanan gerçekleşmedi. Yüzde 33,5’ini satıp, yönetimde yüzde 51 paya sahip olmasının mümkün olmayacağı gerekçesiyle, özelleştirilecek miktarın daha arttırılması öneriliyor. Hatta utanmadan, Prof. Dr. Asaf Savaş Akat gibiler de (NTV programı, 14 Mart 2001, saat: 19.00) alacak olana devletin üstüne 2–3 milyar dolar gibi para vermesini de ileri sürdü.
Lobi, baştan beri daha fazla payın satılmasını önerdi; bugün, o noktaya gelindi.

EK- 2
“HÜKÜMET, FİNANSI DİNLİYOR”
Bankalar somutunda finans sermayesine yönelik eleştiriler pek sık olmasa da gündeme geliyor. Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Halit Narin, bugüne yönelik yaptığı değerlendirmede, esas sorumlunun finans sektörü olduğunu iddia etti {Kanal 7, akşam ana haberi, 21 Şubat 2001).
IMF’nin kararlarında üretimin, reel sektörün olmadığına dikkat çeken Narin, şöyle devam etti: “Hükümet, finansı dinliyor. Bu ekonomik modelde kazanan üç kesim vardır: 1) Kayıt-dışı faaliyet gösterenler (ki bunların ekonomideki büyüklüğü, kayıtlının 3’te 1’i kadardır); 2) finansçılar, repocular ve 3) bizzat üretim yapmayanlar. Bu üç kesim dışındakiler bence kaybediyor. Artık politikalarda para ile oynanmasın, üretimle ilgilenilsin.”
12 Eylül sonrasında zafer kazanmış bir ‘komutan’ edasıyla, 1960–1980 dönemini dikkate alarak, “20 yıl biz ağladık, onlar güldü; artık, onlar ağlayacak, biz güleceğiz” diyen Narin, bu sefer de emek-sermaye çelişkisiyle ilgili olmayıp, bizzat sermayenin kendi içindeki çelişkiye yönelik değerlendirmede bulunuyor.

EK- 3
“BANKALAR TEFECİLİK YAPİYOR”
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Fuat Miras, finans / hükümet ilişkisi ötesinde, bankacıların faaliyetini değerlendirdi, yapılanın tefecilik olduğuna işaret etti. 27 Kasım’da 14 ay vadeli tahvil ihalesinde yüzde 41,90 olan bileşik faiz oranı, 5 Ocak’taki 6 ay vadeli bono ihalesinde yüzde 67,47’ye zıpladı. Bu seviye daha sonraki dönemde korundu.
19 Şubat’taki ‘post-modern kriz’ ertesinde 21 Şubat’taki 1 aylık bono ihalesinde faizin yüzde 144,23’e yükselmesini yorumlayan Miras, enflasyon lobisinin bir operasyonuna dikkat çekti: “Gelişigüzel bankacılık var ve bizim bankacılığın tefecilikten farkı yok. Faizleri onlar yükseltti. Enflasyon lobisi kazandı, biz kaybettik. Hâlâ devlet bankalarının üzerine kara bulutlar gibi çöken özel bankalar, gecelik faizleri katladığı sürece Türkiye’de bankacılık yaşayamaz. Sektörde vizyon yapılması lazım. Bankacı olanların sistemde kalması lazım. Mevduat topluyorlar. Kendi şirketlerine kredi veriyorlar, diğer şirketleri ise öldürmeye çalışıyorlar. Türkiye bu sistemi düzeltmezse daha çok ‘Kara Çarşambalar’ yaşar, bundan da hiç kimse kurtulamaz.” (Star, 8 Mart 2001)

Kitle çalışması ve kendiliğindencilik üzerine

İşçi sınıfı partisinin çalışmasının temelini “kitlelerin aydınlatılması ve örgütlenmesi”nin oluşturduğu olgusu, bilinen ve sıkça dile getirilen bir doğrudur. İşçi sınıfı partisi bu çalışmasını, parti programı, kongre kararları ve bunların ışığında sınıflar mücadelesinin pratik şekillenişi üzerinden ortaya koyduğu güncel politik taktikler doğrultusunda yürütür. Bu da, programında ortaya koyduğu amaca ulaşmak için bir araç olarak inşa edilen devrimci örgüt açısından olmazsa olmaz bir başka doğrudur.
Bu genel doğrulardan hareketle, Emeğin Partisi’nin (EMEP) işçi, emekçi kitleler içerisinde yürüttüğü çalışmanın belli başlı yönleriyle ele alınıp incelenmesi; çalışmanın eksiklikleri ve zayıflıkların aşılmasına hizmet edecek değerlendirmelerin yapılması yazımızın temel çerçevesini oluşturacaktır.
Dünya ve Türkiye’de yaşanan son politik-iktisadi olaylara, emekçi sınıflar ile emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri arasında keskinleşen çelişki ve çatışmalara ilişkin yazılar çeşitli vesilelerle Özgürlük Dünyası’nda, günlük işçi basınında ve emek basınının diğer yayın organlarında çeşitli yönleriyle ele alınıp incelenmektedir.
IMF, hükümet ve büyük patronların her şeyin ilacı olarak ilan edip yaklaşık bir buçuk yıldır uyguladıkları program, geçtiğimiz ay, kendisinden öncekiler gibi iflas etmiştir. IMF programı doğrultusunda izlenen emek düşmanı politikalar ve hükümet cephesinde yaşanan yolsuzluk, rüşvet vb. skandallar, emekçi halkın siyasi iktidar konusunda taşıdığı “güven ve beklentinin” kaybolmasına yol açmıştır, İşçi-emekçi sınıfların alım gücünün her geçen gün daha da düşmesi ve gerçek ücretlerde yaşanan erime; dolaylı dolaysız vergiler, iğneden ipliğe her şeye yağmur gibi yağdırılan zamlar, işten atmalar, milyonlarca ve milyonlarca emekçinin tepki ve öfkesini artırmaktadır.
Böylesine önemli bir dönemde bu tepki ve öfkenin örgütlenmesi ve emekçiler içinde yürütülecek faaliyette gösterilebilecek zaaflar konusunda ise önceden uyanık olmak hayati önem taşıyor.

AYDINLATMA ÇALIŞMASI VE KENDİLİĞİNDENCİLİK
EMEP, 1 Aralık’ta gerçekleşen büyük emekçi eyleminin ardından yaptığı değerlendirmelerde, emek hareketinin iki önemli zayıflığına dikkat çekmiştir. Bunlardan birisi, zaman zaman aksi örnekler ortaya çıksa da emekçi eylemlerindeki lokalliğin temel olarak aşılamaması. Diğeri ise, emekçi eylemlerinin siyasallaşmasındaki zayıflıktır. Elbette böyle bir tespitin kendisi, beraberinde, bu iki eksikliği aşmanın ana dayanağını oluşturan işçi sınıfı partisinin yığınlara yönelik aydınlatma faaliyetinin gözden geçirilmesini ve her açıdan yeni bir düzeye yükseltilmesini de gündeme getirir. İşçi-emekçi yığınlara yönelik yazılı-sözlü aydınlatma faaliyetimiz ele alınıp değerlendirildiğinde herkesin üzerinde anlaştığı iki temel husus vardır. Birincisi; aydınlatma çalışmamızın dünya ve ülke gündemindeki politik gelişmeleri ve bunların içerisinden, işçi-emekçi yığınların bilincini ilerletmede etkili olacak en çarpıcı teşhir örneklerini kapsamadaki zayıflıktır. İkincisi ise; sorunun biraz daha teknik bir yönünü oluşturan süreklilik, canlılık ve ısrar konusudur.
Çeşitli düzeydeki parti yönetici organlarımızın ve fabrika-işyeri birimlerimizin yürüttüğü aydınlatma çalışmasını ele alıp incelediğimizde şunu görürüz: Aydınlatma faaliyetimizin konusunu daha çok işyerlerinde yaşanan sorunlar oluşturuyor ve bu sorunların ortaya çıkardığı kendiliğinden tepkinin kabardığı zamanlarla sınırlı bir aydınlatma çalışması yürütülüyor. Bunun dışına çıkan ve gerek uluslararası düzeyde, gerekse iç politika açısından sınıflar mücadelesinde önemli belirleyiciliğe sahip olan olaylar ve ortaya çıkardığı sonuçlara ilişkin partimizin düşüncelerini kitlelere taşıyan, bu doğrultuda işçi, emekçi yığınları uyaran, bilgilendiren ve eğiten, takınmaları gereken tutumu ortaya koyan bir pratik oldukça zayıf durumda. Olumlu örneklerden söz etmek ve bunların o alandaki parti örgütlerimizin kitle bağlarını güçlendirdiğini söylemek elbette ki mümkün. Örneğin, özelleştirme konusunda, özellikle de son dönemlerde TELEKOM, TEKEL ve THY’nin özelleştirilmesi, IMF programı ve buna karşı emeğin programı etrafında birleşilmesinin zorunluluğu konusunda bazı parti örgütlerimizin yürüttüğü aydınlatma çalışması bu açıdan dikkat çekicidir. İşçi-emekçi kitleler bundan etkilenmekte ve bu faaliyeti yürüten parti birimlerimizin işçilerle bağlarını güçlendirmesi açısından önemli ve olumlu sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ancak bu çerçevede değerlendirilecek işyeri/fabrika birimlerimizin sayısının henüz sınırlı olduğu da açıktır. Kaldı ki en ileri olanlarında bile, “emeğin politikaları”nın açıktan ve yüksek sesle dile getirilmesi söz konusu olduğunda, özünde kendiliğindenciliğin ve sınıfa güvenmeyen bir ekonomizmin etkilerini görmek mümkündür. Şüphesiz aydınlatma çalışmalarında parti örgütlerimize etkisi görülen kendiliğindencilik ve ekonomizm bilerek ve isteyerek yapılan bir eksiklik veya zaaf değildir. Ancak bu eksiklikten kurtulmanın ve zaafları aşmanın, bu doğrultuda aydınlatma çalışmamızı her geçen gün daha da ilerletmek için işe bu gerçeği görerek; çalışmamızı bu yönden yeniden ve yeniden gözden geçirerek başlamak gerekir.
“Son yıllarda en yaygın olduğu haliyle bir sosyal demokrat çevre tipini alalım ve çalışmasını inceleyelim. Bu çevrenin ‘işçilerle bağı’ vardır ve bununla yetinir; fabrikalardaki rezaletleri, hükümetin kapitalistlere ayrıcalıklı davranışını ve polisin alçakça hareketlerini teşhir eden bildiriler yayınlar; işçilerle yapılan toplantılarda konuşmalar hiç ya da hemen hemen hiç, aynı konuların dışına çıkmaz; devrimci hareketin tarihi, hükümetimizin iç ve dış politikasının sorunları, Rusya ve Avrupa’nın ekonomik gelişimi sorunları ve modern toplumda çeşitli sınıfların konumları vs. üzerine konferanslar ve tartışmalar pek seyrek gerçekleşir; hiç kimse toplumun öteki sınıflarıyla, sistemle bağlar kurmayı ve geliştirmeyi düşünmez. Aslında böyle çevrelerin üyeleri için, kafalarında çizdikleri ideal politikacı resmi, sosyalist politik önderden çok, bir trade-union sekreteridir. Çünkü herhangi bir -diyelim ki İngiliz- trade-union sekreteri, işçilere daima ekonomik mücadele yürütmekte yardım eder. Fabrikalara ilişkin teşhirler örgütler, grev ve grev gözcüleri koyma (herhangi bir fabrikada grev olduğu yolunda herkesi uyarmak için) özgürlüğünü kısıtlayan yasa ve önlemlerin adaletsizliğini anlatır, burjuva sınıflara mensup hakemlerin önyargılılıkları üzerine işçileri aydınlatır vs. vs. Tek sözcükle, her trade-union sekreteri, ‘işverenlere ve hükümete karşı ekonomik mücadele’yi yürütür ve destekler.
Bunun henüz sosyal demokratizm olmadığı; bir sosyal demokratın idealinin trade-union sekreteri değil, nerede görülürse görülsün, hangi sınıf ya da katmanı hedef alırsa alsın keyfiliğin ve baskının bütün belirtilerine karşı tepki göstermeyi; bütün bu belirtileri polis zorbalığı ve kapitalist sömürünün genel bir tablosunda birleştirmeyi; sosyalist inançlarını ve demokratik taleplerini tüm dünyanın gözü önünde açıklamak için proletaryanın kurtuluş mücadelesinin dünya çapındaki tarihsel önemini herkese anlatmak için en küçük fırsattan yararlanmayı bilen halkın sözcüsü olması gerektiği ne kadar vurgulansa azdır.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 2, sayfa 106.)
Aydınlatma çalışmamızda ortaya çıkan kendiliğindencilik ve bunun altında yatan politik kavrayıştaki ekonomizmin daha iyi görülebilmesi açısından örnek vermek gerekirse şunları görürüz: Parti örgütlerimiz, işyeri/fabrika sorunları ve ekonomik taleplerden kaynaklı birçok direniş ve grevde işçilerin, emekçilerin yanında yer almakta, grev ve direnişlerin başarıyla sonuçlanması için çaba sarf etmektedir. Bu süreçte birçok işçiyle bağ kurmakta ve birçok işçi parti binalarımıza gelip, parti yöneticilerimiz ve üyelerimizle birlikte toplantılar yapıp direnişi değerlendirmektedir. Bu süreç bazen günlere, aylara yayılmaktadır. Ancak bütün bu zaman içerisinde parti binalarımıza kadar gelen işçilerle yapılan sohbetler, konuşmalar, kendiliğinden ortaya çıkmış eylemin nasıl kazanımla sonuçlanacağının, iş yasalarının ve iş mahkemelerinin değerlendirilmesinin, çeşitli teknik ve hukuki yardımların yapılmasının ötesine geçmemektedir.
Parti örgütlerimizde grevci, direnişçi işçilerle bir araya gelen yönetici ve üyelerimiz adeta, “işçilerle ne kadar az politika yaparsak o kadar yakınlaşırız, ya da ne kadar az politik konuşursak o kadar çok işçiyle bağ kurarız” gibi, işçi sınıfının bağımsız politik örgütü ve emeğin siyasetçisi tarafından kabul edilemez bir tutum takınabilmektedir.
Şüphesiz bütün bunlar, işçi sınıfı ve emekçileri aydınlatma ve daha ileri mücadelelere hazırlamada acil ekonomik talepler için mücadeleyi ve işçi hareketinin kendiliğinden kabarışını küçümsediğimiz anlamına gelmemektedir. EMEP ve örgütleri, elbette ki sınıfın acil ekonomik talepleri için de mücadele yürütmektedir ve bundan sonra da yürütecektir. Ancak altı çizilmesi gereken önemli bir nokta var ki o da şudur: İşçi sınıfı ve emekçilerin acil ekonomik talepleri ve kendiliğinden hareketin sınıflar mücadelesinde tuttuğu yeri en iyi kavrayan ve bu konudaki sorumluluklarını en ileri düzeyde yerine getirme yeteneğine sahip olan örgüt; işçi-emekçi kitleler içerisinde açıktan ve cesurca emekçi politikalarını savunabilen örgüt ve onun militan politikacılarıdır.
İşçi sınıfının bağımsız politik partisinin örgüt ve kadroları, kitlelere yönelik aydınlatma çalışması yürütürken, onların bilinç düzeyini, gerici-şovenist burjuva politik propagandadan büyük oranda etkilendikleri gerçeğini bilerek hareket ederler. Bu noktada da acil ekonomik talepler, emeğin politikası açısından önemli bir dayanak oluşturur ve çoğu zaman politik mücadele acil ekonomik taleplerin itici gücüne dayanarak etki alanını genişletir. Ancak işçi sınıfı partisinin örgüt ve kadroları kendisini bununla sınırlarsa, ya da gerek kendilerinin gerekse emek hareketinin ilerletilmesi için gerekli gıdayı, işyeri, fabrika sorunları, ekonomik-sendikal taleplerle sınırlı bir alandan almaya kalkarlarsa, kendiliğindencilik ve ekonomizmden başka gidecek yer kalmayacaktır.
Emeğin politikacıları, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir politik ufka sahip oldukları için değil; politik ufukları, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayenin, burjuvazinin sömürücü boyunduruğundan kurtularak, sınıfsız, sömürüşüz, eşit ve özgür bir dünyaya nasıl kavuşulabileceği gerçeğini kavradığı için, acil ekonomik talepler için de mücadele ederler ve kendiliğinden hareketi önemserler. Parti örgütlerimiz, işe politika katmadıkları için değil, açıktan emekçi politikalarını savundukları için, işçi sınıfı ve emekçilerin tek politik partisi biz olduğumuz için, emekçi kitlelerin çıkarlarını politik olarak doğru formüle edip, onları bilinçlendirdiğimiz ve mücadelelerine yön verdiğimiz için işçi ve emekçilerin bizimle birleşeceğini unutmamalıdır.
Parti kadrolarımız, kitlelere yönelik aydınlatma çalışmalarının eksikliklerine ancak yukarıda ortaya konan perspektifle yaklaştıklarında emek hareketi, lokallik ve siyasallaşamama sorunlarını, bundan kaynaklı zayıflıklarını aşma doğrultusunda somut ve ileriye doğru adımlar atabilecektir.

ÖRGÜTLENME VE KENDİLİĞİNDENCİLİK
Parti çalışmamızda kendiliğindenciliğin ortaya çıktığı bir diğer yön, partimize yeni işçilerin kazanılması; örgütlülüğümüzün güçlendirilip yaygınlaştırılmasıdır. Bilindiği gibi, ülkemizde işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye sınıfına karşı yürüttüğü mücadelede, sendikal örgütlenme önemli bir yer tutmaktadır. Sendikasız işçinin, sendikalı işçiye oranla daha fazla ezilip baskı altında tutulduğu ve hiçbir sosyal hakka sahip olmadan, vahşi kapitalizm koşullarını aratmayacak bir artı-değer sömürüsüyle karşı karşıya olduğu; sermaye sahibi sınıfların uluslararası ve ulusal ölçekte sendikal örgütlülüğe karşı yoğun bir tasfiye saldırısı yürüttüğü, sendikalı işçi sayısının azlığı ve işçiler arasındaki sendikalaşma isteğinin, eğiliminin yaygınlığı düşünüldüğünde, bu durumun uzunca bir süre daha varlığını sürdüreceğini söylemek kâhinlik olmaz.
Hal böyle olunca, işyeri, fabrika çalışması yürüten parti birim örgütü ve üyelerimiz, sendikal mücadele ve örgütlenme konusuyla sürekli artan oranda yüz yüze gelmeye devam edecektir. Sınıflar mücadelesinin bugünkü objektif koşulları göz önüne alındığında bunda garipsenecek bir durum yoktur. Aksine, özellikle genç işçi yığınları başta olmak üzere geniş işçi, emekçi kesimlerin sendikasız, sigortasız çalıştırıldığı, bu durumdaki işçilerin sayısının her geçen gün daha da arttığı, özelleştirme, esnek çalışma, taşeronlaştırma gibi uygulamaların sendikasızlığı daha da körüklediği vb. vb. olgular düşünüldüğünde parti örgütlerimiz, sendikal hareketin sorunlarının çözümü ve sendikalı işçi/işyerinin çoğalması için daha fazla çaba sarf etmek durumundadır. Ve elbette parti örgütlerimizin böyle yapması sendikalizm ve bu temelde bir kendiliğindencilik anlamına gelmez.
Ancak bugüne kadarki ve bugünkü çalışmalar düşünüldüğünde, bazı parti örgüt ve kadrolarımızın, sendikalaşma faaliyeti yürütürken, sendikalizm ve kendiliğindencilik tuzağına düşmekte olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Dahası, genel olarak işyeri, fabrika çalışmasında, partiye yeni işçiler kazanma, onları eğitme ve doğal işçi örgütü durumundaki çevrelerle ilişkileri ilerletme konusunda örgüt ve kadrolarımızın, sendikalizmin ve bu temelde kendiliğindenciliği alt etmekte zorlandığını görüyoruz.
Parti örgütlerimiz, kitle çalışması yürütüp, kitle hareketini ilerletecek bir anlayışla mesleki, sendikal kitle örgütlenmesine sahip çıkarken; sermayenin, onun sınıf içindeki ajanlarının ve onların değirmenine su taşıyan küçük burjuva, sapkın politik tutum ve anlayışlara karşı kitle örgütlerini savunurken ve buralarda mevzilenmeye çalışırken, politik örgütlülüğümüzü ilerletme, güçlendirip sağlamlaştırma ve yeni üyeler kazanma konusunda oldukça “mütevazı” davranmaktadır. Bu “mütevazılığın” temelinde, “biz işçilerin uğradığı haksızlıklara karşı onlara sahip çıkalım, sendikal bilinçle sınırlı -böyle söylenmese de pratik tutum ve ortaya çıkan tablo bunu göstermektedir- eylemlerine, direnişlerine olabildiğince yardımcı olalım, süreç içerisinde onlar gerçeği görecek ve doğru yolu bulup partimize gelecektir” anlayışı yatmaktadır. Bugün birçok parti örgütümüzün ve genel olarak partimizin sınıf içerisindeki örgütlülüğünün olması gereken yerin uzağında olmasının altında bu tür anlayışlar yatmaktadır. Bundan dolayıdır ki, sendikasız işçi kitleleri içerisinde sendikalaşma isteği, buna bağlı olarak gündeme gelen sendikalaşma çabası ve bütün bu durumu yöneten kendiliğinden, sendikal bilinçle sınırlı kabarışlar, parti örgüt çalışmamızı ilerletip yaygınlaştırması, güçlendirmesi için bir olanak olması gerekirken, kolaycılığı seçip, politik örgütlülükten, sınıf bilincinin geliştirilmesinden kaçış anlamına gelecek bir pratiğin yaşanmasına vesile olabilmektedir.
Kitlelerin bilinçlendirilmesine yönelik aydınlatma çalışmasında verdiğimiz örnekten hareketle, örgütlenme konusunda ortaya çıkan bu kendiliğindenciliğin daha somut görülmesini sağlamaya çalışalım: Parti örgütlerimiz, işyeri/fabrika sorunları ve ekonomik taleplerden kaynaklı birçok direniş ve grevde işçilerin-emekçilerin yanında yer almakta, grev ve direnişlerin başarıyla sonuçlanması için çaba sarf etmektedir. Bu direnişlerin bir kısmı sendikalaşma amaçlı olurken, bir kısmı da sendikalı işyerlerinde çeşitli ekonomik, sendikal taleplerle gündeme gelen grevler şeklinde yaşanmaktadır. Bu süreçte birçok işçiyle bağ kurmakta ve birçok işçi parti binalarımıza gelip, parti yöneticilerimiz ve üyelerimizle birlikte toplantılar yapıp direnişi veya grevi değerlendirmektedir.
Bu süreç bazen günlere, aylara yayılmaktadır. Ancak bütün bu zaman içerisinde parti binalarımıza kadar gelen işçilerle, partimizin programını, partili mücadelenin zorunluluğunu, bunun için de partiye üye olup, işçi sınıfı ve emekçilerin kuracağı yeni bir dünyanın mücadelesini vermek gerektiğini, aksi takdirde ezilen milyonlarca emekçinin “kötü kaderlerini” değiştirmenin mümkün olmayacağını vs. vs. anlatarak, onların işçi sınıfı partisinin saflarına katılmasını sağlamak için bırakalım özel bir çabayı, normal ve doğal olan bir yaklaşımı bile ortaya koymaktan uzak olunabilmektedir. Ne adına? “Partiye gelen işçilerin yanlış anlayıp partiden uzaklaşması, EMEP’i diğer partilerle aynı kefeye koyması ve bu durumda bir çuval incirin berbat edilmesi” vb. vb. kaygılar adına.
Ancak bütün bu görünürde iyi niyetli ama gerçekte “cehenneme giden yolların taşlarını döşeyen” ileriye yönelik yatırımlar(!) yapma anlayışı; “bir çuval inciri berbat etmekte” ve özünde kendiliğindenciliğin, sendikal bilincin işçiyi getirdiği noktadan onu alıp daha ileri bir bilince taşıma gibi, işçi sınıfı partisinin olmazsa olmaz işlevinin yerine, kendiliğindenciliği egemen hale getirmektedir. Sonuçta da, büyük çoğunlukla, ne direniş başarıya ulaşmakta, ne sendikalaşma gerçekleşmekte, ne ekonomik çerçeveyle sınırlı da olsa talepler elde edilebilmekte ne de geleceğe yönelik yatırımın en önemli ifadesi olan işyerinde parti örgütü kurulması konusunda somut adımlar atılabilmektedir. Hatta çeşitli sendikalaşma çalışmalarının ve direnişlerin sonuçsuz kalması örneklerinde olduğu gibi, işçilerin işten atılması gibi yaygın olarak ortaya çıkan sonuçlar, zaman zaman partiye olan güvenin zayıflamasına bile neden olabilmektedir.
Dolayısıyla parti örgütlerimiz ve örgütçü parti kadrolarımız, çekirdek bir parti örgütlülüğü yaratamadan, işyeri, fabrika çalışmasının merkezine bunu koymadan, bir emeğin politikacısının üzerine düşen görevi yerine getiremeyeceğini, oynaması gereken rolü oynayamayacağı gerçeğini görmek zorundadır. Bunun için gerekli ve yeterli örnekler, deneyimler ve pratik göstergeler, bugün hiçbir dönem olmadığından daha fazla mevcuttur. Bu tutumda ısrar eden bir parti örgütü ve örgütçüsü, işçilerin sendikal örgütlenmesinin sağlanması başta olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvaziye ve onu güçlendiren tutum ve anlayışlara karşı, işçileri ve partilerini güçlendiren değil, zayıflatan bir rol oynayacağını bilmelidir. Çünkü böyle bir durumda, işçi sınıfının politik örgütlülüğünün ve bilincinin ilerletilmesi görevi “Allaha havale edilecek”, partiye yeni üyeler kazanma sorumluluğu da “Allaha kalacaktır”.

ÖRGÜTLENMEDE KENDİLİĞİNDENCİLİĞİ AŞMAK İÇİN
Parti örgütlerimiz, kendiliğindenciliği aşmak için, her düzeydeki parti-örgüt ilişkisinin bir organ ilişkisi olarak gerçekleşmesi ve bu eksende kurumlaşması için çaba sarf etmelidir. Bugün birçok yerel parti örgütümüzün parti politikalarını örgüte kavratma ve günlük politik çalışmayı planlayıp yürütmede sahip olduğu örgütsel platform genel üye toplantılarıyla sınırlıdır. Büyük oranda kararlar, örgüt çalışmasındaki görevlerimiz, planlar ve hedefler tartışılırken birim çalışmasının yerini; yönetici organ toplantısı, ardından da genel üye toplantısı yapmakla sınırlı olan, dolayısıyla zaman içerisinde örgüt ve üyeleri şekilsizleştiren, örgütlü, birim temelinde çalışma fikrini zayıflatan bir çalışma tarzı almaktadır. İşçi sınıfının bağımsız politik örgütünün sorunları ele alışı; siyasal, ekonomik, sosyal gelişmeleri değerlendirme, kararlar alma, planlar yapma ve bunları hayata geçirmedeki çalışma tarzı, merkezi bir mekanizma içerisinde şekillenir. Bu örgütsel mekanizma, organdan organa ilişkiyi canlı ve sürekli kılıp, kurumlaştırmayı gerektirirken, ancak böyle bir mekanizma içerisinde, örgüt ve üyeler günlük çalışmayı disiplin, denetim ve üretken bir tarzda sürdürebilirler. Yine ancak böyle bir mekanizma içerisinde fabrika ve işyerindeki bir parti birimi merkezi parti organının o alandaki izdüşümü olabilir.
İşçi sınıfının bağımsız politik partisinin neden birimler temelinde örgütlenip, birim çalışması yürütmesi gerektiğini hatırlayarak durumu daha da iyi kavrayabiliriz: “Bugün kendisine ister emekçi partisi desin, ister başka türden bir niteleme yapsın bütün partiler, iller ve ilçeler, dolayısıyla bölge esasına göre örgütlenmişlerdir. İnsanlar hangi ilçe ya da semtte oturuyorlarsa o ilçe örgütünün üyesidirler. Bu örgütlenmenin mantığında, partili olmanın ve parti çalışmasının esası partiye üye kazanmak ve seçimden seçime oy vermek vardır. Başka bir söyleyişle bu tarz örgütlenmede, özel olarak seçilmiş üst düzey yöneticiler politika yapacaklar; bunlar dışındaki parti üyelerinin politikaya tek katılış biçimi oy vermekten ibarettir.
Bunun anlamı ise, düzenin kendilerine biçtiği rolle sınırlı bir politika ve kitle ilişkisiyle yetinmektir. (…) Bu tarz bölgesel esasa göre örgütlenen, kendisine sosyalist ya da benzer adlar takan partiler için de sonuç değişmez. Bunlar; ne kadar çok emekten, emekçiden, işçiden, yığınların politikaya çekilmesinden, sokak ve emekçi inisiyatifinden vb. söz ederse etsin, emekçi yığınlar adına politika yaptığını iddia eden azınlık seçkinlerin partisi olmaktan kurtulamazlar. (…) Birim çalışmasının mantığı ise; tam tersine, politikayı doğrudan emekçilerin yaptığı, her partilinin gündelik olarak politikaya bütün boyutlarıyla katıldığı, dahası emekçi tarzı bir politikanın ancak yığınların gücünü sahneye çekerek yapılabileceğini esas alan bir çalışma tarzını zorunlu kılar. Çünkü birim örgütü, yığınların gündelik mücadeleyi sürdürdükleri üretim ve hizmet birimleri içinde kurulur ve ister istemez yığınlarla günün her saati iç içe ve yüz yüzedir.” (Birim Örgütlenmesi Nedir? Emek Eğitim Dizisi 1)
Parti örgütlerinin her düzeyde organdan organa bir ilişkiyi sürdürmesinin zorunluluğu, alıntıda ortaya konan birim anlayışı temelinde örgütlenme ve mücadele etmenin gereğidir. Bu alıntıyla birlikte, aylarca toplantı yapmamış, sorumlu yönetici organıyla bir birim örgütü olarak bir araya gelmemiş, zaman zaman yapılan ayaküstü görüşmelerde veya genel üye toplantılarında partinin dönemsel politika ve taktiklerinden haberdar olmuş, herhangi bir işyeri veya fabrikada bulunan parti üyelerinin durumunu düşünelim. Böyle bir örgüt ve üyelerin politik ve örgütsel sorumluluklarını yerine getirmesi, sonuçların izlenmesi, değerlendirilmesi ve somut, iradi müdahalelerde bulunulabilmesi mümkün müdür? Üyelerinin günlük politikaya bütün yönleriyle katılması; işçi, emekçi kitlelerin gücünü politik mücadele sahnesine çekmesi söz konusu olabilir mi? Dahası, merkezi bir örgüt mekanizmasının günlük işleyişi her düzeyde organdan organa ciddi bir ilişki olarak kurumlaşmazsa, parti üyelerinin günlük mücadele içerisinde eğitimini mümkün olan en ileri seviyede gerçekleştirmenin olanakları var mıdır?
Elbette ki bu sorulara verilecek yanıt, hayır’dır. Öyleyse örgütsel kendiliğindenciliği yenmek için, parti tüzüğünün ortaya koyduğu örgütsel mekanizmayı, işleyişi; örgütlenme ilkeleri ve parti içi yaşama (EMEP Tüzüğü, Madde 3) uygun olarak, titizlikle uygulamak gerekir. Elbette ki bu donmuş ve bir kez gerçekleştiğinde bir daha değişmeyecek bir şey değildir; sürekli bir çabayı ve ısrarı gerektirir. Çünkü ancak böyle bir işleyiş içerisinde, her parti üyesi ve yöneticisi bildiği, kavradığı kadarıyla politika yaparsa, pratik görevler için koşturursa hem kitle hareketinde hem de parti örgütlülüğünde ilerleme sağlanır. Dahası, ancak böyle bir işleyiş içerisinde bir parti üyesi açısından kendisini sürekli politik olarak geliştirmek, çalışmasının temposunu ve niteliğini yeni bir düzeye çıkarmak somut bir ihtiyaç haline gelir. Ötesi, işi laf içerisinde boğmaktan başka anlam taşımaz. Pratik ile söz arasındaki ilişkiyi tepetaklak etmekten öteye gitmez.
Bunun için, gerekli titizliği göstermek ve organlar-arası ilişkide gevşekliğe, genelliğe izin vermemek, başarılı ve değiştirici, ilerletici bir devrimci çalışmanın olmazsa olmaz koşuludur.

KENDİLİĞİNDENCİLİĞE KARŞİ DEVRİMCİ BİR SİLAH: GÜNLÜK İŞÇİ BASINI
Parti örgütlerimizin gerek aydınlatma çalışması açısından, gerekse örgütlenme ve örgütsel işleyiş açısından mevcut amatörlükleri aşmak ve kendiliğindenci eğilimleri kırmak için çalışmalarının merkezine koyacağı temel araç, günlük işçi basınıdır. Günlük işçi basını, gerek süreklilik açısından gerekse sınıflar mücadelesinin konusu olan iktisadi, sosyal, siyasal gelişmelerin günlük analizini ilk elden ve hızla yapan merkezi bir araç olması yönüyle, bütün alanlardaki parti örgüt ve üyelerimizin aydınlatma ve örgütlenme çalışmalarının ekonomizm ve kendiliğindencilik hastalığına düşmeden sürdürülmesinin biricik devrimci silahıdır. Günlük işçi basınının okunması, okutulması; başta ileri, doğal önder konumundaki işçiler olmak üzere en geniş işçi kitlesine ulaştırılması teknik-pratik bir görev değildir. Aksine politika yapma aracıdır ve gerekli önem verilip, örgüt çalışmasının merkezine oturtulmadığı her koşulda, parti örgütlerinin veya üyelerinin politika dışına düşmesi ve kendiliğindenciliğin batağına saplanması kaçınılmazdır. Günlük işçi gazetesinin işçilere-emekçilere ulaştırılması için harcanan çaba, gösterilen titizlik ve ilgi, işçi sınıfı ve emekçilerin politik mücadeleye, partili yaşama kazanılması için verilen çaba, titizlik ve ilgi anlamına gelir. Bir parti örgütümüzün bu devrimci silahı kullanmadaki düzeyi, cesareti ve kararlılığı, emeğin politikasını yapmadaki düzeyi, cesareti ve kararlılığına eşdeğerdir.
Bugün hangi parti örgütümüzü ele alırsak alalım çalışma ve örgütlenmesinin gelip dayandığı nokta şudur: Günlük işçi gazetesi karşısındaki konumumuz veya bir başka deyişle günlük işçi gazetesinin çalışmamız içerisindeki konumu neyse, işçi-emekçi yığınların aydınlatılması ve partili/politik mücadeleye kazanılması işi içerisindeki konumumuz da odur. Bugün ancak bu gerçeği görüp, aydınlatma ve örgütlenme faaliyetimizi bu anlayışla yeniden ve profesyonel bir kurumlaşma temelinde ele alırsak ilerleme şansımız olacaktır. Bu noktada temel rolü oynayacak olanlar ise en ileri düzeydeki parti fonksiyonerlerimiz ve her düzeydeki parti yönetici organlarımızdır. İşyeri ve hizmet birimlerinde bulunan parti birim örgütü veya tek tek üyelerimizin, bu alanlardaki çalışmalardan sorumlu en üst düzeydeki parti fonksiyonerlerimizin çalışmalarının ilerleme, gelişme durumuna baktığımızda, yukarıda ortaya konan anlayışla hareket edenlerin başarılı oldukları görülecektir. Dahası, sadece işçi emekçi kitleler içerisindeki aydınlatma ve örgütlenme faaliyeti değil, örgüt içi ilişkiler (organdan organa ve üyeler arasındaki ilişkiler) de yeni bir düzeye, ciddiyete, üretken ve politik seviyeye yükselmektedir.
Bütün bunların ışığında ihtiyacımız olan şey; parti örgüt çalışmamızı ve üyelerimizin çalışmaya katılımını daha ileri bir düzeye çıkarma çağrısını inatla, kararlılıkla ve cesaretle yaşama geçirmek için devrimci bir ısrardır. Bunları yaparsak, sınıflar mücadelesinin önümüze koyduğu güncel politik görevleri yerine getirebilir, hep daha ileriye doğru adımlar atabiliriz.

Mart-Nisan 2001

Birlik… Niçin ve nasıl?

“Birlik”, politik alandaki kullanımında genellikle sihirli anlamlar yüklenen kavramlardan olmuştur. Bugün de bu kavrama benzer anlamlar yüklenmeye çalışılmaktadır.
Ancak, aynı zamanda, bir yönüyle sihrini kaybediyor, çünkü emekçi sınıflar birleşmeye ve üstelik ülke tarihinde ilk kez bir program etrafında bir araya toplanmaya başlamışlardır.
Şimdi sihir ya da büyü, daha çok ezen ve yönetenlerin bir ihtiyacı durumuna gelmiştir. Amerikalı Derviş’in Mehdi ya da “kurtarıcı” olarak varsayılması ve lanse edilmesi kapsamında, özellikle medya kalemşorları Karanlıklar Tanrısı’nın büyücüleri rolüne soyunmuşlar; büyülü bir kurtarıcı program ve etrafında oluşturulacak birliğin vazgeçilmezliğine dair yoğun bir kampanya yürütmektedirler.
Emekçiler, sermaye ile uluslararası ve işbirlikçi tekellerle “aynı gemide” yer almadıklarını görüp algıladıkça ve kendilerine dayatılan emperyalist IMF politikaları ve programına karşı tepkileri önce giderek dozu yükselen homurdanmalara, ardından bir karşı program etrafında birleşme eğilimine giren eylemlere dönüşmeye başladıkça, sermaye ve adamlarının “aynı gemideyiz” türünden büyüleri, değerini yitirmiştir denebilir. Sermaye açısından büyünün tazelenmesi ihtiyacı büyümüştür.
Sermayenin büyüye olan ihtiyacı ile emekçileri birleşmeye ve mücadeleye iten zemin aynıdır.

BİRLİK BÜYÜSÜ VE GERÇEK
“Büyüme”, “gelişme”, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” adına Türkiye’ye dayatılan emperyalist politikaların son özeti olan IMF programının hızlandırdığı ekonominin çöküşü, üç ay içinde iki kez içine yuvarlanılan mali krizin sanayi ve ticareti de kapsayarak neden olduğu sarsıntı, ezen ve ezilenlerin iradeleri de içinde olmak üzere hemen tüm toplumsal gelişmeleri ve yönlerini belirler hal almıştır.
24 Ocak Kararları’yla önü bütünüyle açılan ülke ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyonu ve dolayısıyla sanayi, madencilik, tarım ve hayvancılığın öldürülmesi süreci, zaten kendi ayakları üzerinde duramayan Türkiye ekonomisinin buluttan nem kapacak ölçekte dışa bağımlılık düzeyini koşullandırmış, ülkenin talan edilmesi ve emekçilerin ellerinde hiçbir hak kalmamacasına köleler olarak soyulmaları süreci olarak ilerlemiştir. Yolsuzluk ve kayıt-dışı ekonomi süreçleriyle pekişen rantiye niteliğiyle ülke ekonomisinin bugün gelip dayandığı tıkanma, sonuçta kaçınılmaz olmuştur.
IMF eliyle dayatılan emperyalist çıkarların ve işbirlikçi tekellerin kemik yalayıcılığının derinleştirdiği kapitalizmin krizi; yıllardır “aynı gemide bulunuyoruz”, “fedakârlık”, “hep birlikte kemer sıkma” zorunluluğu masallarıyla kandırılan emekçilerin önlenemez öfkeleriyle kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda hareket etmeye ve birleşmeye, birleşik mücadeleye yönelmelerine hız katarken, madalyonun öbür yüzünde, sermaye ve adamlarının büyüye olan ihtiyaçlarını büyütmüştür.
Büyü ya da sihir, genel olarak doğaüstü güçlerden keramet bekleme veya eşanlamlı olarak çeşitli kavram ve olgulara doğaüstü anlamlar yükleme; insan iradesinin yetmez göründüğü sorunların hayalde oluşturulan çözümleri ve bu çözümlerin maddi olmayan “anahtarları” ya da dayanaklarını elde etme bakımından, tarihsel olarak insan aczinin boşluğunu dolduran bir anlam ifade etmiştir. Dünyevi gelişmeleri gerçek içerikleriyle kavrayıp anlamlandıramayan, dolayısıyla çözümleyemeyen, bu gelişmelerin kendisini kör egemenliği altına alan yasaları karşısında aciz kalan, sihire, büyüye ya da başka uhrevi “çözümler”e bel bağlamaktan kaçınamaz.
“Birlik” kavramı açısından da bugüne kadar böyle olagelmiştir. Şimdi söylendiği gibi, emekçileri yedeklemekte zorlanması aşikâr olan, çıkmazın paylaşım kavgalarını sertleştirmesi yanında, emekçilerin sermaye karşısında birleşmeye yönelmesi nedeniyle birbirleriyle dalaşması artma eğilimine giren ezen ve yönetenler, “birlik” büyüsüne daha çok bel bağlar olmuşlardır. Bu, kuşkusuz mecazdır. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmekte, sorunu kavramakta, aşırı kâr hırslarının koşullandırdığı çıkarları toplumsal gerçeklerle çeliştiği için akıntıya kürek çekmekte ve kaçınılmaz olarak emekçileri dışlamakta, karşılarında militanlaşacakları bir yola girmeye zorlamaktadırlar. Geriye, -paylaşım kavgalarının yanı sıra- kendi aralarındaki birlik açısından olsun emekçileri bugüne kadar olduğu gibi yedeklerinde tutabilmek açısından olsun, ellerinde avuçlarında masallar kalmaktadır. “Krizi aşmak”, “düze çıkmak”, “istikrar” gibi kendi amaçlarına ulaşmak ve egemenliklerini sürdürebilmek için “birlik” ve bunun için gereken “fedakârlık”! Artık sihirli sözcük bulmakta da zorlanmaktadırlar. Sihir yerini maddiyata, maddi güçlere bırakmaktadır. Bu anormal değildir; her büyü önünde sonunda belirli maddi güçlere dayanmış, onlardan hareket etmiş, bu maddi güçlere değiştirilmiş anlamlar yüklemiştir. Dervişle birlikte, şimdi, sihir ya da büyülü beklentiler, ABD’den, ABD Hazine Bakanlığı’ndan, teşhir olmuş IMF’nin yanı sıra daha çok Dünya Bankası’ndan, G–7 ülkelerinden ve buralardan alınacak kredilerden yana kaymıştır. Pek de tutmayan “ulusal program” aldatmacasıyla açıktan çelişerek ve eşzamanlı olarak “İkinci Kurtuluş Savaşı” ilan edilen “krizin aşılması” ve “Türkiye’nin düze çıkarılması”nın “çaresiz dış desteğe dayanması” zorunluluğu, “dış desteğin de ABD’siz, DB’siz, IMF’siz sağlanamayacağı” tezleri, bugün için büyünün ana eksenini oluşturmaktadır.
Ama bu, büyüden çok dünyevi bir halüsinasyondur. ABD ve diğerleri, işbirlikçi sermayenin çeşitli kesim ve örgütleri açısından, yeterince birleştirici maddi zorlama merkezleridir; çıkarları bu merkezlerinkiyle taban tabana zıt olan emekçiler ve örgütleri açısından ise zorlayıcı ve aldatıcı olacağı öngörülmektedir. “Denize düşen yılana sarılır” hesabı, bir kez daha dünya devi ABD ve onun harekete geçireceği “dış yardımların, kurtuluş yolu olarak sunulduğu emekçilerden; ABD egemenliğindeki tefeci kuruluş IMF’nin kılavuzluğunda üç ay içinde iki kez vahim deneyleri yaşamamış ve ellerinden tüm hakları alınmaya çalışılmamış gibi, bu yalana inanmaları istenmektedir. Emekçiler bakımından bu yalanın büyülü bir yanı kalmamıştır. Bu nedenle, büyüden çok, dayatmalarının gücü ve emekçilerin örgütsüzlüğü, eylemlerinin istikrarsızlığı, dolayısıyla güçsüzlüğü, sermayenin bugünkü hesabının hareket noktası olmaktadır. Güçlü bir karşı harekete yönelmelerine zaman tanımadan, emekçilere yöneltilecek baskın saldırılar tasarlanmış ve uygulanmaktadır.
Uluslararası ve işbirlikçi sermaye dışında kalan kesimlerde ise, büyünün sonuna hâlâ gelinmemiştir.
İşçi ve emekçilerin güçlerini birleştirdikleri Emek Platformu’na son derece önemli iki katılım olmasına, Türkiye Ziraat Odaları Birliği ile platform kırsal alana açılmasına ve iktisatçı bilim adamlarıyla, platform, ilk kez kendisine ve eylemine süreklilik ve istikrar kazandıracak bir programa sahip olmanın eşiğine gelmesine -önemli bir aksilik olmazsa, yazı okunurken platform programına kavuşmuş olacaktır- rağmen, hâlâ çeşitli kesimler ne yazık ki büyü ihtiyacından kurtulamamış görünmektedirler. Emekçilerin birliği üstelik her yönden gelişmeye başlamasına rağmen, bu yönde hem de ciddi bir hareketlenme yokmuşçasına, Emek Platformu’nu, emekçilerin böyle bir platformda birleşmekte olduklarını dikkat merkezine almayan, hatta kimi durumlarda görmezden gelen, yok sayan “birlik”i büyüye dönüştürmüş “projeler” ileri sürülebilmektedir.
Oysa işbirlikçi sermayenin, kendileri krizi de fırsat olarak değerlendirip rantını yerken, emekçileri fedakârlığa ve Amerikalı Derviş’in IMF, DB ve Amerikan Hazine Bakanlığı uzmanlarınca ABD’de hazırlanan programı etrafında birliğe razı etme amacıyla yapmakta olduğu propaganda-büyü faaliyeti yetip artmaktadır. Artık onların dışındaki kesimlerden kaynaklanacak ve ister istemez onlarınkini besleyecek, üstelik onlarınkinin uzantısı olmaktan kurtulamayacak “solcu”, “ilerici”, “demokratik”, “emek yanlısı” vb. görünüşlü büyüler tümüyle gereksizdir; bunların nesnel zemini kalmadığı gibi öznel olarak da ya bütünüyle anlamsızlaşmış ya da emekçileri sermayenin yedeğine koşucu olmaktan başka anlamları kalmamıştır.
Emekçilerin birleşmesini öngörmeyen ve buna dayanmayan, dolayısıyla içi boşaltılmış “birlik” koşullandırmasının “her derdin ilacı” ilan edildiği “birlik” sihiri, IMF karşıtı bir emek programı etrafında birleşmekte olan emekçileri ve birlik eğilimlerini tehdit ederek birkaç koldan yürütülmektedir.
CHP’deki dalgalanmalara bağlı olan “Zeytin Dalı Projesi” bunlardan biridir. CHP’nin muhalif hizipleri ya da “yeni oluşumcu”lar tarafından, içeriği ve programı belirsiz bir Baykal karşıtlığı ya da CHP içinde barınamama/barındırılmama ve parti içi çekişmeler kaynaklı olarak gündeme getirilmektedir. Çeşitli sendikaları, “sivil toplum örgütlerini” ve siyasi partileri kapsaması öngörülmekte, ama bu bir araya gelişin ne içeriği ne programı ne de birliğin hangi taleplerin savunulması etrafında sağlanacağı ortaya konmaktadır.
Bir diğer “birlik” projesi, ÖDP tarafından yeniden telaffuz edilmeye başlanan “gökkuşağı projesi”dir. ÖDP, Emek Platformu etrafında toplanmakta olan emekçilerin birleşme eğilimini tümden görmezlikten gelmese ve toplumsal gerilim içinde programıyla birlikte tayin edici bir yer tutmaya başlayan bu birlik ve mücadele eğilimini gözeterek pozisyonunu yenilemeye yönelse de, “sol birlik” içerikli projesini gündemde tutmakta; “sosyal demokratlardan sosyalistlere” ve “sol” sendika ve kitle örgütlerine kadar “solu” birleştirme tutumunda ısrar etmektedir.
HADEP çıkışlı, ÖDP’nin muhalif bir kesimini de kapsayan “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi” de bir başka “birlik” projesi olarak öne sürülmüş bulunmaktadır. KESK, TÜMTİS, Dev Maden Sen gibi birkaçı dışında sendika ve konfederasyon tanımayan, Emek Platformu’nu ve temsil ettiği birliği yok sayan bir tutumla, “demokratikleşme”yi öngören bir birlik ihtiyacından hareket eden “girişim”, demokratik güçlerden saydığı siyasi parti ve örgütlerin birleşmesini kolaylaştırmayı amaç olarak ilan etmektedir.
Bunlara “sosyal demokratlardan sosyalistlere”, “Türkiyeci kuvvetleri”, “altı ok” ilkeleri ya da programı etrafında birleştirme projesi olan İP’in “birlikçiliği” ve başkaları eklenebilir. Örneğin birkaç marjinal “sol” örgüt, “siyasal serhildan” çağrısı yapan son Başkanlık Konseyi açıklamasından sonra, yeniden, kısa süre önce ihanetle suçlamış oldukları PKK ile birlik peşine düşmüşlerdir.

TALEPLER ETRAFINDA BİRLİK VE MÜCADELE
Birlik sorununun saptırıcı büyülü bir içerikle mi yoksa sınıf mücadelesinin asli güçlerini özne kabul eden gerçekçi bir içerikle mi kavrandığını, dolayısıyla ezilenlerin mücadelesinin gelişmesine hizmet edip etmeyeceğini tayin eden, talepler etrafında birlik olarak ele alınıp alınmadığıdır.
Sol, sosyalizm ya da komünizm, ne adına ortaya atılmış olursa olsun, “birlik”, emekçilerin sömürü ve zulümden kurtuluş ihtiyacı ile uyumlu değilse, işçi sınıfı ve emekçilere yabancı olacağı kadar, ortaya atanı, sol, sosyalizm ya da komünizme de yabancılaştırır. İşçi sınıfını ve emekçileri tabanı olarak tasarlamayan ve sosyal kurtuluşun önünü açmayı amaçlamayan, belki liberal solculuk, burjuva sosyalizmi vb. olabilir ama başka bir şey olmaz.
SİP gibi “çocukluk hastalığından kurtulmak için hiç çaba göstermeyenleri bir yana bırakırsak, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş ihtiyacının, “yaşasın sosyalizm” demekle ya da sadece -emek hareketiyle birleşmeyi dert edinmeyen- soyut bir sosyalizm propagandasıyla karşılanamayacağı bilinen bir şeydir.
Bu nedenle, devrimci ve sosyalist bir partiye düşen, her koşulda, emekçilerin etrafında birleşebilecekleri uygun talepleri formüle etmek, bu talepler ve onların uğruna mücadele ile iktidar mücadelesi arasındaki bağı kurmaya çalışmaktır.
Anlaşılması kolay sıradan gerçek şudur: emekçilerin, kendi çıkarları için bağımsız tarihsel hareketlerinin başlangıcında, iktidar talebi kadar toplumsal devrim ve sosyalizm talebini de bir çırpıda benimsemeleri olağandışıdır. Bu taleplerin, uygun zamanlamayla, nesnelliğin gerektirdiği koşulları dikkate alınarak, kitleleri etrafında toplayan diğer taleplerle bağlantısı içinde ve bilinç ve örgüt düzeyleriyle ilişkisi kurularak, görece uzun bir süreye yayılmış aydınlatma faaliyetinin doruğu olarak -masa başında uydurulması değil ama yalnızca- formüle edilmesi, devrimci partinin asli işlevidir. Ve devrimci parti, ancak emeğin kitlesel hareketi içinde ciddiye alınabilecek bir yer tutuyorsa, kitle hareketinin bir talepten diğerine bir talepler toplamından diğerine geçişleri ve ilerleyişi içinde sınanan politika ve taktiklerinin doğruluğu emekçilerce kabul görmüşse, hareketin dışından değil içinden yürümekteyse, bu işlevini gerçekleştirme şansına sahip olabilir. Bunu gerçekleştirebilmek için devrimci parti, emek hareketinin içinde olmalıdır; ama bu, bazılarının kolaycılıkla anlayıp suçladıkları üzere, kendisini, emek hareketine gelişme temelini sağlayan ekonomik alanla sınırlaması anlamına gelmez. Yalnızca, ekonomik talepleri sahiplenmekle birlikte, salt ekonomik mücadele alanının dışından, siyaset alanından, işçi ve emekçilerin devletle, diğer sınıflarla ulusal ve uluslararası ölçekte sahip oldukları ilişkileri görüp tanımalarını, sadece kendilerine değil ama başkalarına yönelik kötülük ve haksızlıkları da bilip kavramalarını, dolayısıyla tümüne karşı tutum almalarını sağlayacak ve partinin devrimci rolünün ifadesi olacak “müdahalelerin, emek hareketinin içinden ve bu hareketi dönüştürmek üzere yapılması zorunluluğu anlamına gelir.
Bu müdahalenin gerçekleşebileceği tek zemin, şu ya da bu somut durumu ve yönelimleriyle emek hareketinin bizzat kendisidir. Sol ya da sosyalist iddialı perspektiflerin hareket noktasını olduğu kadar, dikkat merkezini ve başlıca uğraş alanını, bu nedenle, verili koşullardaki emek hareketi ve onu birleşik bir hareket olarak ilerletecek talepler teşkil etmek durumundadır. Emekçiler belirli talepler etrafında belirli bir zeminde birleşirken, bunu dert edinmeyen, bundan kopuk “solcu” ya da “sosyalistler”in, başka bir zeminde başka bir eksende birleşmeye yönelik projeleri ve dolayısıyla emeğin hareketinden kopuk bir başka “hareket” geliştirmeye yönelmeleri, onları, ancak, burjuva solcusu ya da sosyalisti yapar ve emekçilere yönelik sair ilgi ve ilişkileri ancak yedekleme içerikli olabilir.
Üstelik devrimci partinin müdahalelerinin gerçekleşme zemini emek hareketi olduğu kadar, kendi kurtuluşlarını gerçekleştirecek olan da yine bizzat işçi sınıfı ve emekçilerin kendileridir. Bunu, bugünkü konumlarıyla gerçekleştirmelerinin olanaksızlığı -bilinç ve örgüt düzeylerinin yetersizliği-, yarın gerçekleştiremeyecekleri anlamına gelmeyeceği gibi, onları -“solcular”, demokratlar vb. gibi- başkalarının kurtarmak durumunda olduğu anlamına hiç gelmez. Ama kurtuluşlarını bugün gerçekleştirebilme konumunda olmayan emekçilerin, bunu yarın başaracak konuma ulaşmaları bakımından neler yapılması gerektiği sorusu ve yanıtı önem kazanır. Sorun da budur.
Tam burada, işçi ve emekçilerin taleplerinin ve hareketin bugün bulunduğu düzeyin veri ve hareket noktası alınması zorunluluğu açıktır.
Bugün bu bakımdan oldukça elverişli bir durumda bulunuyoruz. Hiç küçümsenmeyecek ölçüde kapsayıcı ve ileri, emperyalizm karşıtı bir programın maddeleri düzeyine yükselme ve etrafında emeğin belli başlı kesimlerini kitlesel olarak toparlama eğilimindeki talepler, Emek Platformu tarafından benimsenmiş durumdadır. Özetle, basitçe işçi ve emekçilerin bugünkü taleplerinden hareket ederek şurada burada dağınık haldeki emek öbeklerinin hiçbir örgütü olmayan kitlelerinin birleştirilmesini dayatan koşullarda, yani yolun “en başında” bulunmuyoruz. Şimdiye kadar lokalliği ve protestoculuğu ve dolayısıyla istikrarsızlığı aşamayan, çünkü siyasallaşamayan, bu temel zaafı içinde dönenip duran, bunun yol açtığı sancılar içinde, önce bir platform etrafında sendikal nitelikteki belli başlı emek örgütlerinin birleştiği ve ardından da, siyaseti kaçınılmazlıkla varsayan ve birliğin de istikrarını sağlayacak olan, lokal olmanın ötesinde değişik emekçi kesimlerin eylemlerini birleştirecek ortak talepleri ifadelendiren bir ulusal programa kavuşma durumundaki Emek Platformu, hem emekçilerin hem de “emek yanlışıyım” diyen herkesin gerçeği durumundadır. Şu ya da bu politik örgütün görmezlikten gelmesi başka şeydir, ama bu platform maddi bir gerçektir. Ve -yanında olması gerekenler görmezlikten gelebilir ama- örneğin gazetelere tam sayfa Derviş programına destek ilanları verip “işler sokakta çözülmez” diyerek yanıtladığı -sermaye programına karşı kendi programıyla sokak çağrısı yapan- Emek Platformu gerçeğini, TOBB görmektedir.
“Birlik” sorunu açısından, bu gerçekler görmezden gelinerek atılmaya çalışılacak adımların, sahibini, en iyi olasılıkla büyücüye döndüreceği söylenmelidir.
Bugünkü koşullarda birlik sorunu ancak şöyle konulabilir: Sınıf mücadelesinin asli güçlerini oluşturan ve birleşme eğilimi içindeki işçi ve emekçi kitlelerin birleşmesini kolaylaştırmak ve dolayısıyla siyasallaşmalarının önünü açmak. Bunun anlamı basitçe, emekçilerin etrafında birleşmekte oldukları ve üstelik bir program düzeyine yükselmekte olan talepler etrafında birliktir.
Birlik sorunu, her hal ve şartta ve her zaman işçi ve emekçilerin birliği, sınıf güçlerinin birleştirilmesi olarak kavranmak durumundadır. Ancak bugün içinde bulunduğumuz koşullarda ve ortada olan gelişmeler ışığında, hâlâ emekçi kitlelerin birleştirilmesini esas almamakta direnen “birlik projeleri”nin, emek açısından hiçbir olumlu anlamı kalmadığı gibi, başarı şansı da sıfırlanmıştır.
O halde birlik sorunu, artık hiçbir biçimde “talepler etrafında birlik’ten başka türlü kavranamaz. Kuşkusuz etrafında birlik sağlanacak talepler, emekçilerin uğruna mücadele etmekte ve edecek oldukları taleplerdir.
Kimse, “emekçilerin hiç mi gerici talepler etrafında kışkırtıldıklarını görmedik” ya da “bu ekonomizmdir” türünden demagojilere tevessül etmemelidir. Her şey gereğince somuttur. “Ekonomizm” sorununu daha da tartışacağız. Ancak şimdilik şu söylenmelidir ki, emekçilerin kitlesel olarak etrafında birleşmekte oldukları ve birleşebilecekleri talepler, bu uğurda mücadele ve mücadelenin ilerletilmesi, birlik tartışmalarının ekseni olmak gereklidir.
Söylenenlerden, daha ileri siyasal birliklerin, örneğin parti birleşmelerinin vb. reddiyesi çıkmaz. Şu çıkar ki, bu tür birlikler de, eğer işçi sınıfı ya da sosyalizm adına gündeme getiriliyorsa, her şeyden önce emekçilerin birleştirilmesini kolaylaştırmak, bu nedenle asgari olarak emekçilerin mücadele taleplerini kapsamalıdır; daha çoğu olabilir ama azı ya da emekçilerin taleplerini ve bu uğurdaki mücadelenin geliştirilmesini dert edinmeyeni, ne tür “yüce amaç” adına olursa olsun, ciddiye alınamaz.
Herkes farkında olmalıdır ki, tartışılan, özünde, toplumsal kavga ve ilerlemenin gücünün kim olduğudur, işçi ve emekçiler mi yoksa kimi zaman “solcular”, kimi zaman “demokratlar” vb. olabilen “öncü” ya da “dar gruplar”‘ mı? Ve hemen ardından gelen soru ise şudur: -Uygun şekilde formüle edilerek müdahalelerde bulunma zorunluluğunun ayrı bir tartışma konusu oluşturduğu- emekçi kitlelerin ihtiyaç ve buradan türeyen talepleri mi, yoksa dar grupların ihtiyaçları ve buradan üretecekleri kendi talepleri mi? Hangisinden hareket edilecektir?
“Zeytin Dalı” mı? Ne için bu “dal”? CHP’yi yeniden düzenlemek için mi? “Solu birleştirmek” için mi? Ne için? Peki, ama örneğin CHP’nin bir burjuva parti olarak yeniden düzenlenmesi amaçlanıyorsa, bundan emekçilerin ne çıkarı var, bunun emek hareketinin ilerlemesi ve birleşmesiyle ne ilgisi var? “Zeytin Dalı” emekçilere yakın mı duruyor? Bunu nereden anlayacağız? Sözcülerinin şurada burada söyleyebilecekleri “emek yanlısıyız” sözlerinden mi? Yoksa “Zeytin Dalı” ya da “Yeni Oluşum” peşindekilerin emekçilerin talepleri karşısındaki tutumlarına mı bakmak zorundayız? CHP muhalifleri örneğin IMF programı konusunda ne demektedir, borçların konsolidasyonu (ertelenmesi) sorununa nasıl yaklaşıyorlar, özelleştirmelere ne diyorlar? Biliniyor ki. CHP bu konularda IMF yanlısı bir tutum içindedir, özelleştirmeleri savunmakta, iç ve dış borçları krizden çıkmanın olmazsa olmazı olarak benimsemektedir. Baykal iflas etmiş bir önceki IMF programını alternatifsiz ilan etmekteydi. Peki, “Dal”cı ya da “Oluşumcu” muhalifler, bu konularda açıklamalar yapmadıklarına göre, CHP’nin neyine muhalefet ediyorlar? Sadece “parti içi demokrasi” sorunu mu muhalefet etme nedenleri? Böyleyse, kuracakları yeni parti, emekçiler açısından, en az CHP kadar aldatıcı olmayacak mıdır? Ülke ve kuşkusuz en başta emekçiler kriz içinde kıvranır, Türkiye’nin tüm kaynakları haraç mezat satışa çıkarılır ve örneğin enflasyon artışı % 45-50 öngörülürken işçilere % 10-15 zam artışı ile yetinmeleri fetvası kesilirken, ekonomi ve siyaset Düyunu Umumiye’yi mumla aratacak bir Amerikancı yönetimin elindeyken, artık “Zeytin dalları” ile yapılacak umut tacirliğine kimin pabuç bırakacağı sanılıyor? Üstelik ülke tarihinde ilk kez “iki program”, uluslararası ve işbirlikçi sermayenin programı ile emeğin ulusal programı, tüm toplumsal çatışmaya yön vermek üzere karşı karşıya gelmişken, harekete geçirici tek kaygısı “Baykal karşıtlığı” ve “sol birlikçilik” olduğu görülen zeytin dalları sallayanın elinde kalacak demektir.
Yine de burada dikkat çekilmesi gereken bir tehlike var. İki programın karşı karşıya gelişini bulandırıp saptırmak üzere emperyalistler ve işbirlikçilerinden destek alıp halkın arasına salınacak “Zeytin dallarının, burjuvazinin en az yüz yıllık örgüt ve yönetme alışkanlığı üstünlüğünden ve Emek Platformu’nun sallantılı bileşenleriyle henüz oturmamışlığından güç alarak yaratabileceği olumsuzluklar karşısında uyanık olunmak zorundadır.
80 küsur yıllık burjuva örgüt ve alışkanlık birikimiyle CHP kaynaklı olup bitenler bir yana, “Gökkuşağı” projesiyle “sol” sendikalarda “sosyal demokratlar ve sosyalistleri” bir araya getirmeyi öngören ÖDP’ye ne demeli? Hangi sosyal demokratlar? Muhalifler olmalı. Onlarla hangi zeminde, neyin etrafında birlik? Emek Platformu bir kez ulusal bir programa sahip olduktan sonra, artık bu programda ifade edilen taleplerin daha gerisinde bir program ve talepler etrafında birlik oluşturmak, ÖDP’liler de kabul edecektir ki, abes olur; hareketin gerisinde kalır, kitlelere verecek bir şeyi olmaz, örneğin bir umut yaratmaz, çekim merkezi oluşturmaz. Yoksa “sosyal demokratlarla birlik”, programa dayanmayacak ya da belirli talepler için bir mücadele birliği olmayacak mıdır? Örneğin yalnızca seçimler için bir birlik mi? Bu halde seçimlerde oy ne için istenecektir? Belirli bir programa ya da en azından vaatlere değil mi? Bunların da belirli talepleri karşılaması gerekmeyecek mi? Böyle olmayacak ve örneğin sadece bir “sol birlik” olarak gerçekleşecek bir seçim birliğine, kendi talepleriyle ilişkisini kuramayacak emekçilerin neden ve niçin oy vermesi beklenecek?
Eğer “Zeytin Dalı”cılar ya da onların bir grubu, özelleştirmelere, sanayinin, tarımın ve hayvancılığın öldürülmesine, borçlanma ve vergi vb. politikalarına karşı tavır alarak, IMF-DB programına destek vermek yerine IMF karşıtı ulusal programı destekleyecekse, onların da bu program etrafında oluşmakta olan birliğe katılmasına kimse karşı çıkmayacaktır. Ama “birlik sosyal demokratları da kapsamalı” ya da “sosyal demokratından sosyalistine kadar sol birlik” teziyle, taleplerini savunmaya yönelen bir grup sosyal demokratın IMF karşıtı program etrafında oluşmakta olan birlik içinde yer alması ve talepler etrafında birlik tezi, iki farklı ve birbirine zıt anlayışı ifade eder. Mücadele talepleri etrafında birlik ve başka herhangi kaygılarla birlik; emekçiler ve çıkarları bakımından, birincisi gerçeklere ikincisi büyüye dayalı iki farklı birlik tutumudur. İlki emek karakterlidir, diğeri burjuva.
Şu net olmalıdır ki, birlik sorununun özü, geniş emekçi kitlelerin birleştirilmesidir ve bu nedenle ancak etrafında geniş emekçi kitlelerin birleşebilecekleri, bu kitlelerin ortak çıkarlarını yansıtan ortak talepler ekseninde gerçekleşebilir.
Başka herhangi tutumla esas olarak bir dizi siyasal örgüt arasında birlik sağlanabilir, ittifaklar ya da tam birleşmeler gerçekleştirilebilir. Bu tür birlikler, belirli ilkeler etrafında olabilir. Örneğin öngörülen “sosyalistlerin birliği” ise, Marksizm’in temel ilkeleri, “sosyalist grup ya da örgütlerin” birleşmesinin temeli olmalıdır. Başka türden parti ya da örgütler başka ilkeler etrafında birleşebilir. Burada da önemli olan, bu tür, emekçilerin aktüel programı ve ona hayat veren taleplerle sınırlı olarak gerçekleşmeyen birliklerin, eğer bugünkü birlik ihtiyacını karşılamak üzere ileri sürülüyorlarsa ve eğer sermaye karşıtı ve “emek yanlısı” olduklarına dair iddiaları varsa ve bunun da ötesinde, toplumsal hareketin ileriye doğru gelişmesine katkıda bulunacaklarsa, mutlaka, emekçilerin aktüel taleplerinin savunulmasını içermeleri gereklidir. Daha ötesinde, emekçilerin kurtuluşunun ihtiyacı olan daha ileri talepleri de savunabilirler, ancak, örneğin bugün için, asgari ölçüde, aktüel olarak Emek Platformu’nun benimsediği talepleri savunmaları zorunludur. Yukarıda sözü edilen “Marksist birlik” için de böyledir. Eğer gerçekten “Marksizm’in temel ilkeleri etrafında” bir “birlik” sözü ediliyorsa, bu “birliğin” programının sosyal kurtuluşu ve bunun için acilen gerekli olan talepleri savunmuyor ve bu taleplerden hareket etmiyor olması düşünülemez. Dolayısıyla bu açıdan da, “sol” ya da “sosyalizm” adına birlikler ileri sürülerek, bu birliklerin, “sosyal demokratlarla birliği” öngörmesi ama emekçilerin talepleriyle ilişkisiz tasarlanması olanaksızdır.
Bunun dışında “birlikler” olamaz mı? Kuşkusuz olabilir. Ama bunların bugünkü birlik ihtiyacını karşılaması beklenemez. Sınırlı amaçlı güç birlikleri olarak oluşabilecek bu tür birliklerin, geniş emekçi kitlelerin birleştirilmesinin alternatifi olarak sunulmaması koşuluyla, yararı da olabilir. Henüz emekçilerin etrafında birleşme eğilimi içine girmedikleri belirli talepleri gündeme sokmayı, kuşkusuz emekçileri ve birleşik mücadelelerinin ilerletilmesi ihtiyacını görmezden gelmeden, bu tür birlikler üstlenebilir. Ama hepsi bu kadar.

TALEPLER VE BUGÜNÜN İHTİYACI OLAN BİRLİK
Emekçiler, emek hareketi ve taleplerine ilgi duymayan burjuva tutumların örnekleri, “Zeytin Dalı” ya da “Gökkuşağı” projelerinde dile gelenlerden ibaret değil. Amaçları arasında “Dünyamızda ve ülkemizde demokrasiyi savunmak”, “Eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarını tüm insanlık için hak kabul etmek” gibi başlıklar yanında insanların, kadınların, ulusların, kültürlerin haklarıyla, çevrenin korunmasını savunmak bulunan ama sadece emekçilerin haklarının savunulmasına yer vermeyen “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi”, emekçiler ve talepleri karşısında ilgisiz birlik projelerinden bir diğeri. “Demokrasi güçlerinin bir araya getirilmesine zemin oluşturmadı görev edinen bu dernek girişiminin “Gökkuşağı” projesiyle sahip olduğu ortak anlayış, demokrasi güçlerinin belkemiğini oluşturan işçi ve emekçilerin talepleri karşısında tamamen sessiz kalırken CHP’ye -hem de “Zeytin Dalı”na ya da “Yeni Oluşum”a da değil- çağrı çıkararak sosyal demokrasi ile birlik çabası içinde olmasıdır. İP’in sosyal demokratlarla (ve kuşkusuz askerlerle) -demokrasiden çok- “Türkiye için” birlik öngörmesi de, aynı burjuva anlayışın ifadesidir, iki diğer örnek de, “ekonomizm” vb. suçlamalarıyla, IMF programına karşı, üstelik kendileri bir alternatif program oluşturmaya girişerek, kendi talepleriyle mücadeleye atılan emekçiler ve taleplerine ilgisiz duran ÖDP’nin bir muhalif ekibi ile SİP’tir. ÖDP muhalifleri dernek girişimi kapsamında kadın ve çevre vb. haklarını savunmanın ekonomizm değil ama politika yapmak olduğunu, demokrasiyi savunmanın yeteceğini düşünüyor ve bu nedenle emekçilere ve taleplerine yakınlık duymuyor olmalı! SİP ise, “yaşasın sosyalizm” diye bağırmanın yanında, örneğin Newroz gösterilerine katılmakla ve Nâzım Hikmet üzerinden “Sevdalınız Komünisttir” içerikli “yüksek politika” yapmakla yetinerek, emekçilerin taleplerine bulaştığında düşebileceği “ekonomizm” tehlikesinden kurtulduğunu düşünüyor olmalı!
Sendika bürokratlarının yanı sıra, hem de “işçi”, “halk”, “özgürlük”, “sosyalist.” vb. sıfatları kullanan bunca muhalif bolluğunda, insanın, henüz aydınlanmalarının başında olan işçi ve emekçilerin “yahu, biz mi yanlış yapıyoruz, yoksa bu dünya emek-sermaye olarak bölünmemiş mi, bu düzen emek-sermaye karşıtlığı üzerine oturmuyor mu?” düşüncesine kapılıp yürümeye yöneldikleri yolu terk etmemelerine şaşası geliyor!
Kuşkusuz emekçilerin kendi bağımsız hareketlerini geliştirme yoluna girmelerinin şaşırtıcı olmayan birkaç nedeni var. Birincisi, emekçileri her yönden tahrik ederek kendi yollarında yürümeye iten çok güçlü bir nesnel temel ve uluslararası ve işbirlikçi sermayenin saldırıları var. “Aşağısı” “eskisi gibi yaşayamayacak” biçimde köşeye sıkıştırılmıştır. İkincisi, HADEP dışta tutulduğunda, diğerleri emekçilerden hem pek kopuktur, hem de marjinallik nedeniyle zaten çok cılız çıkabilen sesleri, kopukluğun da etkisiyle, emekçilere pek ulaşmamakta ve olumsuzluklarını onlara aktaramamaktadırlar. Bu bir ölçüde ve şimdilik “Zeytin Dalı”cılar için de geçerlidir. Ancak önceden söylendiği gibi, bu ekip birikimlidir, yakın gelecekte tehlikeli bir etki yayma ihtimali bulunmaktadır ve tedbirli olmak gereklidir. Ve üçüncüsü, örgütsel bakımdan geniş emekçi yığınları henüz kucaklayamamış olsa da, emek hareketi karşısındaki tutumu ve politikalarının netliğinden de kaynaklanarak, özellikle emeğin ileri kesimleri üzerindeki politik etki gücü yüksek olan ve tüm gücüyle emek hareketinin içinden yürüyen emeğin devrimci partisinin -emeğin ulusal programının oluşturulmasına katkısı da içinde olmak üzere- aydınlatma faaliyeti, emekçilerin kendi bağımsız yollarında yürüyüşlerinin küçümsenemeyecek bir etkeni durumundadır.
Bu nedenle de, özellikle ileri işçi kesimlerinden başlayarak, emekçilerin kafalarının açık olması ve hareketin gelişmesi sürecinde öyle kalması, tayin edici önemdedir. Kuşkusuz, başta ÖDP olmak üzere, bir dizi siyasal örgütün emek hareketi karşısında gerekli pozisyonu almaya eğilim göstermeleri de önemlidir. Yazımızın amacı da, zaten, başta birincisi olmak üzere, bu ikisidir.
Peki, bugün ihtiyaç olan ne tür bir birliktir? Demokrasi güçlerinin birliği mi? Bunun gereksiz olduğunu kimse söyleyemez. Bağımsızlık ya da antiemperyalizm güçlerinin birliği mi? Bunun da gereksiz olduğunu kimse ileri süremez. Barış güçlerinin ya da Türk ve Kürtlerin birliği mi? Bunun gereksizliğini ileri sürebilme olanağı da yoktur. Böyle uzatılabilir. En son olarak, sosyalistlerin birliği mi? Bu, ayrı ve ayrıntılı bir tartışma konusu olabilir; ancak en azından bugünün konusu gözükmemektedir.
Sonuncusu da içinde olmak üzere, sayılan tüm birlik türlerinin gelip dayandığı bir nokta bulunuyor. Bağımsızlığın da, demokrasinin de, barışın da asıl güçleri, en başta işçiler ve emekçilerdir. Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda ve artık bu çağda, uluslararası ve işbirlikçi burjuvazi ve tekelci sermayenin gericiliğin temelini oluşturduğu ve ne demokrasi ne bağımsızlık ne barış ve ne de ileriye doğru herhangi bir başka adımın atılması konusunda kendilerinden hiçbir şey beklenemeyeceği durumda, sorun olanca çıplaklığıyla ortadadır. Artık işçi sınıfına ve emekçilere, onların mücadelesine dayanmayan bir demokrasi mümkün olmadığı gibi, bağımsızlık ya da gerçek bir barış da mümkün değildir. Sosyalizm ise hiç değildir.
Buradan bakıldığında, eğer “demokrasi”den amaçlanan tanınmayacak hale getirilmiş bir “demokrasi” büyü ya da aldatmacası, örneğin bugünkü Türkiye “demokrasisi” (!) ya da Kopenhag vb. kriterleri adına, son derece güdükleşip gericileşmiş “Avrupa demokrasisi” değilse ya da bağımsızlıktan murat edilen Derviş’in programına “ulusal” adını takması gibi bir sahtecilik değilse, barış dendiğinde amaçlanan ezen ve ezilenin aynı statülerini koruyarak varlıklarını sürdürmesi ama ezenler önünde diz çökülmesi yoluyla onlarla anlaşılması değilse, yine her şey çırılçıplak önümüzde durmaktadır. İster demokrasi, ister bağımsızlık, isterse barış açısından ele alınsın, iş, gelip işçi sınıfı ve emekçilere, onların mücadelesinin taleplerine dayanmaktadır. Demokrasiyi, bağımsızlığı ve barışı gerçekleştirecek olan işçi ve emekçilerin mücadelesidir ve sorun, bu mücadelenin ülke çapında -ve uluslararası destekleriyle- birleştirilmesidir.
Dolayısıyla hangi yönden ele alınırsa alınsın, günümüzde toplumsal mücadele, işçi ve emekçilerin mücadelesi olarak şekillenmek zorunda ve durumundadır; zaten de öyle olmaktadır. Demokrasi ve hukukun bulunmayışı, ülkenin kaynaklarının giderek artan oranlarla dışarıya hortumlanması, tekel kârlarının garanti edilmesi amacıyla yapılan dayatmalar, ulusal ekonominin çökertilmesi, baskı ve zorbalık vb. tümüyle ve en başta işçi ve emekçilere hayatı zindan etmekte ve onların çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştirmektedir. Bu nedenle, en başta ve başlıca tepkinin onlardan gelmesi ve emek hareketinin gelişmesi son derece doğaldır. İşte bu noktada, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin, emek hareketinin gelişme dinamiklerinin yanında talepleri önem kazanmakta; hareketin birliğinin ihtiyaçları ve koşullarıyla soruna yaklaşım tayin edici olmaktadır.
Ancak şurası nettir: farklı kaygılar yoksa demokrasi güçlerinin birliği de amaçlansa, bağımsızlık güçlerinin ya da barış güçlerinin birliği de, ilk elde birleştirilmeleri ihtiyacı gündeme oturan, işçi ve emekçi kitleleri olmakta ve onları ülke çapında birleştirebilecek nitelikte ortak talepler ve bu taleplerin geniş kitlelerce benimsenmesi için aydınlatma faaliyeti, süreci belirler hale gelmektedir.
Burada “farklı kaygılar” konusu önem kazanıyor.
Örneğin “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi”nin emekçilerin hak ve taleplerinin savunulmasına amaçları arasında yer vermemesi, basit bir unutkanlık mıdır? Yoksa barış ve demokrasi sorununu, bilinen “demokratik cumhuriyet” perspektifiyle “yukarıdan” çözümleme anlayışının doğrudan sonucu mu? “Demokrasi”yi savunacaksak, “Demokrasiye gerçek kimliğini kazandırmak Avrupa Topluluğuna uyum çalışmalarının yoğunlaştığı, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklandığı bu süreçte acil bir önem kazanmıştır” yaklaşımıyla savunabilir miyiz? Bu yaklaşımla, demokrasi güçlerinin ayaklarının altındaki zemin kaymakta, demokrasi sorunu, kuşkusuz işçi ve emekçilerin talep ve mücadeleleriyle bağı koparılarak, Avrupa’ya, emperyalist güçlerin himmetine havale edilmektedir. Dolayısıyla demokrasi güçlerinin böyle bir “demokrasi”yi savunmasına gerek kalmamaktadır. Hem zaten sorunu Avrupalılar çözeceği için hem de onların çözeceği demokrasi sorunu çerçevesinde emekçilere sömürülüp ezilmeye katlanmaktan ve bunun için bir de üstelik sermayeye yedeklenmenin tazelenmesinden başka bir yer ayrılmayacağı için.
Ama bu “demokrasi” demokrasi değildir ve onun için mücadele etmeye değmez. Bu amaçla öngörülen bir birliğin de, kuşkusuz demokrasi güçlerinin birliği ile uzaktan yakından bir ilişkisi olamaz.
Tercihi doğru yapmak zorunludur: Demokrasi ya Avrupa’ya dayanacaktır ya da işçi ve emekçilere. Birincisinin büyü ya da halüsinasyon olduğu kesindir. İşçi ve emekçiler ise, bugünden belli başlı demokratik talepleri de kapsayan bir mücadele programıyla kendilerini ortaya koymaktadırlar.
Avrupacı bir “demokratizmle” neden -üstelik muhaliflerinin bile değil de- CHP’nin “demokrasi güçlerinin birliği”ne davet edildiği, kolaylıkla açıklanır oluyor.
İşçi ve emekçilerin ise, farklı ve kendi bağımsız yollarından yürümekte oldukları ortadadır. Sorun, bugünden bağımsız gelişme yoluna giren emek hareketinin demokrasiyi kazanma talebini de kapsamak üzere ilerletilmesi olmaktadır. Bu olabilir bir şeydir. Emek hareketi bugününden demokrasiyi kazanma konumuna ulaşabilir. Ama “Dernek Girişimi”nin, yaklaşımını değiştirmedikçe, ağzıyla kuş tutsa, hiçbir zaman demokrasiyi kazanma pozisyonuna ulaşabilme imkânı bulunmuyor.
“Dernek Girişimi” ve benzerleri açısından geriye şöyle bir sorun kalıyor: İşçi ve emekçileri kapsamaya kapalı olan (çünkü onları kucaklayacak taleplere yer vermeyen) birlik projesi olarak bu “girişim”, doğal ki, geri kalanlar açısından da, gerçekten demokratik güçler bakımından elverişli bir birlik zemini sunmamaktadır. Böyle bir zemine, örneğin Avrupacı globalist, IMF programını alternatifsiz bulan, özelleştirme yanlısı CHP ayağını basabilecektir. Peki, başkaları? Devrimci olanlar bir yana, ilerici demokratik güçler bile, bu zeminde ayaklarını sağlamca basacakları bir yer bulamayacaktır.
Bu “girişim”e kaynaklık eden bir politik tutum olduğu kuşkusuzdur. Ve bizce asıl sorun, bu tutumun irdelenmesidir. Bunu bu yazı kapsamında yapmayacağız. Ancak “girişim”in, bilinen “demokratik cumhuriyet” ve “ne olursa olsun barış” politikasına dayanaklık edecek ve bu yönelimi besleyip destekleyecek bir yan yana geliş ve anılan tutum açısından bir dayanışmaya araçlık etmek üzere tasarlandığı ortadadır.
Ve büyü ihtiyacı, “demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi” öngörüsünden değil, ama bu politik amaç ve yönelimden kaynaklanmaktadır. Yoksa gerçek bir demokrasi kavgası için demokrasi güçlerinin birliği öngörülse ve demokrasi sorunu “demokratik cumhuriyet” politikasının çıkmazına sıkıştırılmaya uğraşılmasa, aşılamayacak bir sorun ve içinden çıkılamaz bir tartışma oluşmayacaktır. Bu durumda, öngörülecek gerçek demokrasi kavgasının kendi gerçek ve asli güçlerine dayanması gerektiği kolaylıkla teslim edilecek; sorun, demokrasinin nesnel güçlerinin, işçi ve emekçilerin, aynı zamanda bu mücadelenin öznesine dönüştürülmesi bakımından yapılması gerekenlerle, bu süreci mümkün kılmak üzere başlanması gereken doğru yerden, yani nesnellikten, yani bir araya toplanmaya yönelen işçi ve emekçiler ve onların demokrasinin kazanılmasını dışlamak bir yana kapsaması doğal olan taleplerinden başlanmasına kolaylıkla indirgenebilecektir.
“Solcu” çocukluk hastalığı ile malûl olmayan, halkı kazanma konusunda pratik deneylere sahip HADEP çıkışlı bir “girişim”le, böyle bir sorunun çözümü, örneğin SİP’le kıyaslandığında, oldukça kolay olurdu. Ancak sorun, demokrasi güçlerinin birleştirilmesi isteğinden değil, ama “demokrasinin” tanımından ve “demokratik cumhuriyet” politikasıyla “demokrasi”nin demokrasi olmaktan çıkarılmasından kaynaklandığından ve “demokrasi güçlerinin birliği” içeriği boşaltılmış güzel bir laf olmaktan öteye gitmediğinden, bu politik yönelim değişmedikçe, tartışma içinden çıkılmaz hal almaktadır.

ORTAK, LOKAL VE SOMUT YA DA SOYUT TALEPLER VE BİRLİK
Birliğin, emekçi kitlelerin birliği olarak kavranması zorunluluğu ve emekçilerin etrafında toplanabilecekleri kendi talepleri temelinde gerçekleşebilir olduğu netleşince, geriye bir tartışma konusu daha kalmaktadır.
Ülke çapında bir birlik için ne tür talepler ileri sürülmelidir.?
Öncelikle değinilmesi gerekenler var.
Emek hareketi ve toplumsal muhalefetin ilerleyişinin düz bir çizgi izleyebileceğini ve üstelik bütünüyle önceden öngörülmüş mükemmel bir tasarıma uygun gerçekleşebileceğini, ancak ahmaklar hayal edebilir. Hareketin şurada burada lokal eylemler, bazı lokal eylemlerin belirli ve hatta önemli destekler bularak genişlemesi, bazen de ülke çapında hatta neredeyse “bir çırpıda” bir “sosyal patlama” biçiminde yayılması, arada şu ya da bu ölçüde birleşik eylemlerin ortaya çıkması, eylemlerin farklı lokal taleplerle, kimi durumda birleşik eyleme dönüşmeye yatkın kimi durumda da lokal kalan eylemler olarak, genellikle başlangıcında ekonomik ama kimi zaman ve özellikle gelişmesinin ileri dönemlerinde belirli siyasal taleplerle ilerleyeceği söylenebilir.
Burada, bir devrimci parti açısından önemli olan, tüm hareketi belirli bir kalıp içine sıkıştırmaya çalışmak ve masa başından bunun formüllerini önermek değil, ama hareketin kendisini ortaya koyan ihtiyaçlarına yanıt vermek ve hareketin birleşik bir eyleme dönüşmesi için gereken katkıyı yapmaktır ki, bunun da yalnızca isteğe bağlı olarak gerçekleştirilebileceğini kimse sanmamalıdır. Hangi talep üzerinden gelişebilecek hangi eylemin, lokal olarak ortaya çıksa da, nereye kadar ilerleyebileceğini kimse önceden bilemeyeceği gibi, hareketin geçişleri ve kritik dönüşümlerinin hangi koşullarda ve hangi talep ya da talepler ve eylem ya da eylemler üzerinden gerçekleşeceğini tahmin etmek olası değildir.
Ancak, hareketin ilerleyişi çok yönlü değişkenler ve bilinmeyenlerle dolu olsa bile, hareket bütünüyle bir bilinmezlikler toplamı da değildir. Bilinebilir faktörler kuşkusuz vardır. Örneğin hareketin dağınıklığının giderilmesi, bilinç ve örgüt düzeyinin yükselmesi; kendi gücü, sermayenin güçsüzlüğü, saldırılarının üstesinden gelinebilirliği, ülkeyi ve ekonomisini batırmakta olduğu ve en önemlisi “işin başa düştüğü” gibi konularda fikir birliğinin oluşması, bunun bir programa ve program etrafında birliğe götürmesi, giderek siyasallaşması; birleşik eylemi geliştirici ve olanaklarını artırıcı, hareketin istikrarını ve sürekliliğini sağlayıcı, dolayısıyla sonuç alıcı olacaktır. Bugün Emek Platformu’nun benimsemekte olduğu IMF karşıtı emeğin ulusal programı daha şimdiden şu soruyu gündeme sokmaktadır: Bu programı siyasal olarak kim gerçekleştirecek? Dolayısıyla siyaset, bugünden işin içine girmiştir ve hareketin gelişimi, siyasal eylemi daha fazla ihtiyaç haline getirecektir. Sonuç olarak, zorlamalarla iş çığırından çıkarılmadığı ve muhtemel saptırma ve dağıtma çabaları püskürtülebildiği ölçüde, mücadelenin iktidar mücadelesine bağlanması olağandışı olmayacaktır.
Özetle; lokal eylemler ve dayanağı lokal talepler kuşkusuz reddedilemez. Ancak talep ve eylemlerin lokal kalması, dağınıklığın sürmesi ve hareketin istikrarsızlığının devamı doğal ki savunulamaz. İşçi ve emekçilerin, dış merkezlerde oluşturulan bir programa bağlanmış ve hükümet eliyle yürütülen, başlıca kendilerine yöneltilmiş sermaye saldırganlığının üstesinden gelebilecek yetenekte bir birleşik eyleme, bu amaçla birleşmeye, hareketin istikrarını sağlamanın garantisi olarak siyasallaşmaya ihtiyacı olduğu kesindir.
Emek Platformunca benimsenmekte olan IMF karşıtı emeğin ulusal programı, bu açıdan önemlidir.
Konumuz bakımından önemli ve bu programla doğrudan bağlantılı olan, birleşik emek hareketinin üzerinde yükseleceği taleplerdir.
İşçi ve emekçileri ülke çapında etrafında birleştirebilecek ve birleşik eylemlerinin üzerinde yükseleceği talepler, ne türden talepler olabilir?
Bunlar bellidir, şimdiden geniş kitlelerce benimsenmektedir.
Birincisi, bu talepler, emekçilerin geniş” kitlelerini ulusal çapta birleştirebilmesi bakımından, tüm emekçileri, çalışma ve yaşam koşullarıyla dolaysızca etkileyen ve mesleki, bölgesel, etnik, düşünce ve inanç vb. farklılıklardan değil ama ortak sorunlardan kaynaklanan ortak talepler olması zorunludur. Lokal eylemleri de kucaklama yeteneğinde, ama lokal sorunlarla sınırlanmamış, işçiden esnafa, küçük üretici köylüden memura emekçilere yöneltilmiş sermaye saldırısının herkes için ortak olan içeriğini karşılayan ve ortak çıkış yolunu ifade eden talepler, bu niteliktedir. Örneğin şu ya da bu devlet işletmesinin satılması ya da kapatılmasına karşı ileri sürülmüş taleplerden öte; özelleştirme politikasını hedef alan, “özelleştirmeler durdurulsun”, “zarar eden kamu işletmeleri desteklensin” ve “ulusal bir sanayileşme politikası izlensin” talepleri “tarımın ve hayvancılığın desteklenmesi” talebiyle bir arada ileri sürülmesi, etrafında sadece özelleştirmeden zarar gören işçileri değil ama bütün bir emekçi halkı birleştirme yeteneğinde olacaktır. Bu durumda, TEKEL’in özelleştirilmesine karşı, TEKEL işçisi ve memurundan tütün üreticisine, hatta bu işletme ürünlerinin tüketicisine kadar geniş bir kesim birleşirken, aynı şey TELEKOM, enerji santralleri vb. vb. özelleştirmelerinden etkilenen geniş kesimler açısından da söz konusu olacak, sonuçta genel olarak özelleştirme politikasından zarar gören bütün bir halkın birleşmesi mümkün olacaktır. Bu talepten hareketle, TEKEL ya da TELEKOM işçileri, kendi işyerlerinde kendi işletmelerinin özelleştirilmesine karşı talepleriyle kendi somut eylemlerini geliştirebilecekleri gibi, mücadelelerini, başka işletmelerin işçilerinin, memurların ve küçük üretici köylülüğün vb. eylemleriyle birleştirme ve birleşik eylemde bulunma olanağına sahip olacaklardır. Örnekler sürdürülebilir.
İkincisi, bu taleplerin etrafında geniş kitleleri birleştirebilmesi bakımından net, anlaşılır ve dolayısıyla somut olması zorunludur. Geniş kitlelerin değil ama dar grupların çıkar ve sorunlarını ifade eden taleplerin yanı sıra, bugün içinde bulundukları bilinç düzeyi bakımından, kitlelerce henüz kabul görmeyecek, dolayısıyla yarın değil ama bugün için geniş kitleleri birleştirme yeteneğinde olmayan talepler, bugün ileri sürülmemesi gereken taleplerdendir. Ve tersine, toplumsal gelişmenin ihtiyaçlarını karşılaması koşuluyla, geniş kitleler için kabul edilebilir olan ve kesintisiz sürdürülecek aydınlatma faaliyeti ile birlikte, uğruna yürütülecek mücadele içinde kendi gücünü görecek, eyleminin ve programının doğruluğunu sınayacak, kitleleri, daha ileri talepler uğruna mücadelelere hazırlayacak ortak talepler, şu an ileri sürülmesi gereken talepler durumundadır. Bu talepler, “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi”nin tasarladığı biçimde, genel “demokrasi” ve “hukuk” ilkeleri uğruna ileri sürülebilecek talepler ya da “her türden ırkçılığa ve şovenizme karşı olmak” talebi gibi kavramsal ve soyut değil ama örneğin iç ya da iç ve dış borçlar ertelensin gibi somut, herkes tarafından niçin ihtiyaç duyulduğu sorusunun yanıtıyla birlikte anlaşılır ve birleştirici talepler olmalıdır.
Kimse, demokrasi mücadelesine karşı çıkılıp yine “ekonomizm” yapılıyor diye düşünmesin! Geniş kitlelerin henüz siyasal olarak aydınlanmamış oldukları bugünkü koşullarda, sözü edilen, tanımı, içeriği aydınlanmış çevreler bakımından bile tartışmalı ilke ya da prensiplerin, soyut ve kavramsal düzeyde emekçi kitlelerin etrafında birleşeceği talep olarak ileri sürülmesinin yanlışlığıdır. Yoksa örneğin söz ve basın özgürlüğü, siyasal ve sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması vb. gibi talepler, yeterince birleştirici ve kitlesel karakterli olduğu kadar somut ve anlaşılırdır.
Burada, “Demokrasiyi Geliştirme Derneği Girişimi’nin eğilimine değinmek gerekiyor. “Girişim”, talepler olarak formüle etmediği ama amaçları arasında saydığı kavramsal düzeyde “demokratikleşme”nin çeşitli yön ya da bileşenlerini bir birlik zemini olarak tasarlamaktadır. Ama bunun anlamı, siyasal aydınlanmanın henüz geri bir noktasında olan toplumsal muhalefetin, kavramlara ve düşünce farklılıklarına göre bir kalıba dökülmek durumunda kalınacağı ya da birliğin yalnızca kavramsal düzeyde iş gören “ekipler” arasında öngörülmekte olduğudur. Bu, dar bir birlikteliktir ve doğal olarak, çeşitli düşünce, inanç vb. farklılıklarıyla ama sermaye saldırısına ve IMF programına karşı bir araya gelme eğilimi gösteren geniş emekçi kesimleri dışlamış olmaktadır. Farklılıklarıyla birlikte yan yana gelen, ama maddi sorunlarından kaynaklanan ortak talepleri etrafında toplandıkları için, süreç içinde örneğin düşünce farklılıklarını aşabilmenin koşullarını yaratmakta olan emekçi kitlelerin dışlanması ya da en iyi olasılıkla aydınlanmış kesimleriyle birleşirken geri kalan kesimler dışlanarak emekçilerin bölünmesi, bu “Girişim” ve kavramsal soyut yaklaşımının kaçınamayacağı bir sonuçtur. Şimdi yapılması gereken, geniş kitlelere örneğin “her türden ırkçılığa ve şovenizme karşı olma”yı dayatıp onları, geniş kesimi karşı cephede kalmak üzere bölmek midir; yoksa sorulduğunda hâlâ örneğin “MHP’liyim” diyecek, bu partiye oy vermiş önemli bir kesimin de, MHP tarafından savunulup uygulanmakta olan IMF Programı’na karşı program etrafında toplanarak, bu partiyle cepheden karşı karşıya gelmesi ve bugün olmasa yarın, mutlaka, belki önce pratik, ama sonra siyasal ve ideolojik olarak da MHP ve onun ırkçı, şoven zararlı etkisinden kopması mıdır?
Kavramlardan ve düşünce farklılıklarından, ilkelerden hareket edilerek kitlelerin birliği tasarlanamaz. Geriye, siyasal grupların vb. birliği kalır ki, bu tür birlikler de, kitlelerin birleşmesini kolaylaştırmıyor, dolayısıyla emekçi kitlelerin mücadelesinin gelişmesine hizmet etmiyorsa gereksizdir, bir anlam ifade etmez.

DEMOKRASİNİN SAVUNULMASI, TALEPLER VE BİRLİK
Demokrasi savunulmalıdır. Bu, olmazsa olmaz. Neden olmaz? Demokrasi yokluğundan en başta emekçiler zarar görüyorlar. Örneğin uluslararası ve işbirlikçi sermayenin son saldırganlığı, ülkemizde demokrasi bulunmadığı için bunca pervasız yürütüldü, yürütülüyor. Öncekiler de öyle. Ve baskılar ve zorbalık, şimdi başlıca IMF-DB-ABD patentli sermaye programının uygulanmasına yönelik yürürlüktedir.
İşçi ve emekçiler demokratik taleplere sahiptir ve bunları kuşkusuz savunacaklardır, savunmalıdırlar. Emekçilerin devrimci partisi bu talepleri savunacaktır.
Önemli olan, demokrasi savunmasının, emekçilerin sorunu değilmiş gibi, kavramsal düzeyde ele alınarak, birtakım ilkelerin peşinde, emek hareketinin ilerleyişinden koparılmamasıdır.
ÖDP muhalifleri, SİP, marjinal dergi çevreleri gibi bir dizi grup, emekçilerin somut talepleri etrafında gelişen hareketin ilerletilme çabasını “ekonomizm” olarak suçluyorlar. Bazılarına göre devrim ve sosyalizm taleplerin başında yer almıyorsa, bazılarına göre de politika yapmak adına genel bir demokrasi edebiyatıyla yetinilmiyorsa ya da sanki matah bir şeymiş gibi “Avrupa demokrasisi” öngörülmüyorsa, orada “ekonomizm” var demektir!
Ekonomizm nedir? Ekonomik taleplerle sınırlanmak, emekçi kitlelerin uğruna zaten kendiliğinden mücadele ettikleri/edebildikleri bu taleplerden ötesini çeşitli burjuva mihraklara bırakmaktır. Ama başlı başına ekonomik talepler için mücadeleyi desteklemek, hiçbir biçimde ekonomizm olmaz. Sorun, bu talepler için mücadeleyi siyasal talepler için mücadeleyle birleştirip birleştirmemede, emek hareketinin siyasallaşması için gerekenleri yapıp yapmamadadır. Yoksa elbette ki, hareket somut taleplerden hareketle gelişecektir ve bu talepler arasında ekonomik talepler önemli bir yer tutacaktır.
Soru şudur? IMF-DB programı salt ekonomik bir program mıdır? Kuşkusuz hayır. Bu program, ekonomik bir temele sahiptir, ancak ülkenin bağımsızlığından demokratikleşmesinin önlenmesine kadar uluslararası ve işbirlikçi sermayenin egemenliğini pekiştirecek siyasal amaçlara sahiptir. Ülkenin emekçiler için bir cehennem, sermaye için ise cennet yapılmasını, emekçilerin tüm kazanılmış haklarının yanı sıra, bağımsızlığının da tümüyle gasp edilmesini ve gericiliğin egemenliğinin sağlamlaştırılmasını öngörmektedir. Peki, IMF-DB programına karşı mücadele ve bu mücadelenin bir karşı programa kavuşması ekonomizm midir? Olabilir de olmayabilir de. Ele alınışına bağlıdır. Salt ekonomik taleplerle salt ekonomik bir mücadele olarak ele alınırsa, öyle olur. Ama “solcu” akıl danelerin genel olarak IMF-DB programına karşı mücadelenin ekonomizm olduğunu ileri sürmeleri saçmadır. Bu, bırakalım ülkenin bağımsızlığı tümden yok edilsin, bırakalım bu programın uygulanması için zorbalık demokrasinin önlenmesini garanti etsin demektir.
Demokrasi mücadelesinin talepleri olarak ifade edilebilecek baskı ve zorbalığa karşı talepler, oysa tam da bu programın uygulanmasının zorunlu kıldığı baskı ve zorbalığa karşı taleplerden başka bir şey değildir.
Bu programın uygulanmasının ülkenin dikensiz bir gül bahçesine döndürülmesini zorunlu kıldığı, aksi halde uygulanamayacağı ortadadır. Örneğin sendikasızlaştırma hedefi, sendikalaşmak için mücadele eden işçilerin hemen işten atılmaları, karşı koyanlara cop vb. sallanması olmadan gerçekleşebilir mi? Özelleştirme ya da sendikasızlaştırmanın siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü ayaklar altına alınmadan ilerletilmesi olanaklı mı? Kitlelerin IMF-DB programına razı edilmeleri, basın özgürlüğünün üstünde tepinilmeden olabilir mi? Bu programa karşı gösteri ve eylemler yasaklanmadan, dağıtılmak üzere saldırı konusu edilmeden, bu program nasıl uygulanacaktır? Son birkaç ayda bunların örneklerini yaşamıyor muyuz? “Uç örnek” olarak, F tipi cezaevlerinin de, yalnızca marjinal çevreler için gündeme sokulmadığı tahmin edilebilir.
IMF-DB programının uygulanması, baskı ve zora ihtiyaç göstermektedir. Uyanmaya başlayan emekçiler bu programa muhalefet ettikçe, bu ihtiyaç da artacaktır. Bu nedenle sermayenin IMF-DB programı doğrultusundaki saldırganlığına karşı mücadele, aynı zamanda, bu programın zorunlu ürünü ve bileşeni olan baskı ve zora karşı mücadeleyi kapsamak zorundadır. Ne IMF-DB programı salt ekonomik bir programdır ne de bu programa karşı mücadele salt ekonomik bir mücadele olabilir.
Ama şu doğrudur ki, bugün baskı ve zor, bu programın amaçlarına uygun olarak somutlanıp şekillenmektedir. IMF-DB programına karşı mücadele de, buna uygun gelişmek durumundadır. Bu mücadele, soyut demokrasi ilkeleri uğruna mücadele olamayacağı gibi, henüz bir demokratik devrim programı uğruna mücadele de olamıyor. İşçi ve emekçilere, siyasallaşmalarının bugünkü düzeyinde, demokrasiyi kazanma mücadelesinin yolunu açacak, bugünkü somut taleplerinden kalkman bir program gereklidir. Bu, en başta, bugünün mücadeleci ve mücadeleye atılma eğilimi gösteren emek güçlerinin kitleleri, henüz bir demokratik devrime hazır olmadıkları ve ama hazırlanmaları gerektiği için böyledir. Bu somut olgu gözetilmek zorundadır. Bu açıdan, bu programın, emekle sermaye arasındaki bugünkü kapışmada emekçilerin somut ihtiyacına yanıt vermesinde anlaşılamayacak şey yoktur.
Aynı nedenlerle, bu programın talepleri arasında, özellikle somut ve bugün için kitleleri etrafında birleştirme yeteneğinde olan bir dizi baskıya karşı mücadele taleplerinin öncelikle yer alması da, anlaşılır olmalıdır. Geniş kitleleri ilgilendiren, dolayısıyla onları etrafında birleştirebilecek ortak talep durumunda olabilecek baskılara karşı mücadele kuşkusuz öncelikli olmalı ve mücadele içinde kitlelerin baskının kaynağına, sisteme karşı mücadeleye, iktidar mücadelesine hazırlamasını kolaylaştırmalıdır. Bu hazırlık için aynı zamanda, sürekli bir aydınlatma faaliyetinin yürütülmesi gerektiği kuşkusuzdur.
Artık uzatmaya gerek yok, anlaşılması gerek ki, laf salatası bir “ekonomizm” tartışmasına değil, bir mücadele programına ve bunun dayanağı olacak mücadele taleplerinin bu programının maddeleri olarak formüle edilmesine ihtiyaç var. Emekçi kitleleri, bugünlerinden alıp yarınlarına taşıyabilecek somut bir mücadele programı; bugün ihtiyaç budur. Emekçi kitlelere ve -somut ve sosyal kurtuluşlarına ilişkin- taleplerine yönelik ilgileri ve uyanmaya başlayan emekçilerin hareketiyle birleşip onu siyasallaştırma derdi olmayanlar, “ekonomizm” laflarıyla günlerini kurtarmaya ve gönül eğlendirmeye devam edebilirler! Emeğin politikacıları ise, bir yandan geniş emekçi kitlelerin ortak talepleri etrafında birleşmelerini kolaylaştırmak için üzerlerine düşeni yaparken, diğer yandan da bugün henüz geniş kitlelerin ilgilenmez göründükleri sorunların ve bunlara karşı mücadelenin kitlelerin gündeminde yer alması ve siyasallaşma düzeyinin yükselişi uğruna sürekli bir aydınlatma faaliyeti yürütecektir.
Son olarak Kürt sorunu-Emek Programı ilişkisine değinmek gerekiyor.
Ezilenlerin siyasallaşmasının bugünkü düzeyinin ihtiyacı olan mücadele programı, emekçilerin etrafında birleşebilecekleri program; demokratik devrim programı olmadığı gibi, onun bir bileşeni durumundaki Kürt sorununun çözümü programı da olamıyor. Kürt siyasal örgütlerinin de geri çektikleri UKKTH vb. talebini kapsayan bir ulusal ya da demokratik programın, bugün, etrafında Kürt emekçileri birleştirip birleştiremeyeceği bile tartışmalı hale gelmiştir. Ama böyle bir programın bugün Türk ve Kürt emekçileri birlikte bir araya toplamak açısından uygun düşmeyeceği söylenebilir. Bu durumda, etnik soruna vurgu yapmak yerine, Türk ve Kürt emekçilerin, emekçiler olarak ortak taleplerini hareket noktası olarak almak ve “barış”ı, ilk elde, örneğin “bölgede yaşamın normalleştirilmesi”, “OHAL’in kaldırılması”, “köye dönüşlerin önündeki engellerin kaldırılması ve zararların tazmin edilmesi” taleplerini öne sürerek savunmak; birleştirici olmak, halklarının kardeşliğinin ete kemiğe bürünmesinin ve mücadelenin gelişmesinin önünü açmak bakımından gerekli görünmektedir. Geri kalan “ulusal” içerikli talepleri seslendirmek için, emeğin devrimci partisinin de içinde yer alacağı çeşitli güçlerin ayrıca yürütecekleri bir mücadele kuşkusuz gerekecektir; ama bu tür talepleri emeğin ulusal programına sıkıştırmaya çalışarak ya da olmadığında Emek Platformu’nu görmezden gelen ayrı bir birlik “girişimi” oluşturarak, emekçi kitlelerin birleştirilmesi zora sokulmamalıdır. Ama sorun, Kürt emekçilerin de kurtuluşu değil, örneğin Avrupa ya da “demokratik cumhuriyet” yoluyla yeni “köprüler” kurmaksa, söylenecek laf kalmaz.
Bitirirken, altı çizilmelidir ki, uyanmakta olan işçi ve emekçiler, ülke tarihinde hiç olmadık biçimde birlik ve kendi güçlerine dayanan bir mücadele eğilimi içine girmişlerdir. Bu birlik ve mücadele eğiliminin ihtiyaçlarını gözetmek ve karşılamak, sosyalistlik iddiasında olanlar kadar ilerici, demokratik akımların da görevi olmak icap eder. Emeğin devrimci partisine düşen, bu ihtiyaçları karşılamak ve emek hareketinin siyasallaşması için elinden geleni yapmaktır. Ülke tarihinde ilk kez sermayenin programıyla emeğin programının karşı karşıya gelmesi, emekçiler açısından olduğu kadar “ilericiyim” diyen herkes açısından, alt ve üst sınıflarla ilişkilerinin pozisyonlarının değişikliğe uğramakta olduğunu gösteren ve değerlendirilmesi gereken bir yeniliktir. Bu durum, değerlendirilmelidir.

Mart-Nisan 2001

Putin döneminde Rusya: Reel-politik’in dönüşü

Sosyalizme karşı yürütülen çok boyutlu saldırının en büyük “zafer”i, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı devletlerinin çözülmesi olmuştu. Söz konusu devletlerin sosyalizmle ilişkisinin biçimsel bir karakter taşıdığı düşünüldüğünde, ilan edilen “zaferin sosyalizmin kesin yenilgisi anlamına gelmediği görülecektir. Konumuz açısından önemli olan, “kazanan” taraf olan ABD önderliğindeki emperyalist bloğun kurduğu “Yeni Düzen”in nitelikleri. Daha önce birçok kez tekrar edildiği gibi, bu düzenin temel niteliğinin, “tek kutupluluk” olduğu öne sürülüyordu. Uluslararası ilişkiler bakımından, bu tezin temelinde iki varsayım yatmaktaydı:
1. “Diğer kutup” olan SSCB (Rusya) ortadan kalkmıştır ve öngörülebilir gelecekte dünya sahnesinde kayda değer bir yeri olmayacaktır.
2. Zafer kazanan emperyalist blok, birlik ve bütünlüğünü koruyarak karşıtının bıraktığı hegemonik boşluğu, kum saatinin boş kısmına akan kum gibi, sorunsuzca dolduracaktır.
“Zafer”den yaklaşık on yıl sonra, varsayımlardan ikincisinin kesin olarak çöktüğü, her uluslararası gelişmeyle bir kez daha kanıtlanıyor. Emperyalist blok, “ortak düşman” olan SSCB’nin çözülmesi ve bu çözülmenin etkisiyle “iç düşman”ının (iktidarı hedefleyen işçi-emekçi hareketi ve emperyalizmden kurtuluşu hedefleyen ulusal hareketler) geçici de olsa bastırılmasının ardından, bütünlüğünü korumaktan çok uzak. Gerçekten de, “ortak düşman”ın ortadan kalkması, “muzaffer blok”un temel taşlarını oluşturan ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya arasındaki çıkar çatışmalarını şiddetlendirmiş, yetmiş yıl boyunca bastırılan hesaplar, yeniden masaya serilmiştir. 1991’de tüm dünya halklarına yönelik ezici bir gövde gösterisi ile Irak topraklarına ölüm yağdıran bu devletler ve müttefiklerinin, 16 Şubat’ta Bağdat’a düzenlenen son ABD-İngiltere saldırısının ardından adeta birbirlerine düşmesi, güncel bir örnek olarak önümüzde duruyor.
Acaba, “Yeni Dünya Düzeni” varsayımının diğer unsuru olan “Rusya’nın bir daha belini doğrultamayacağı” öngörüsü tuttu mu? Soruyu yanıtlamadan önce hatırlatmak gerek: ABD ve diğer “muzaffer” emperyalistler, son on yıl içindeki tüm adımlarını bu öngörüye dayanarak atmış, oldukça “hesapsız ve kaygısız” hareket etmişlerdir. Öyleyse öngörünün boşa çıkması, emperyalistler arası ilişkilerde yeni altüst oluşlara yol açacak, öngörü sahipleri açısından pahalıya patlayacaktır.

RUSYA’NIN BREST-LİTOVSK’U
SSCB sonrası Rusya; ekonomik, askeri, idari, siyasi ve toplumsal olarak tam bir çöküş devleti manzarası çiziyordu. Çöküşün boyutlarını kavramak için, “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan dönemin yenilgiyle sonuçlanmasının, günümüz Rus stratejistleri açısından “Rus Brest-Litovsk’u” olarak tanımlandığını aktarmak yeterli olacaktır. Gerçekten de, 1. Dünya Savaşı sonrası Alman emperyalizmi gibi, Sovyet sosyal-emperyalizmi de ağır bir yenilginin faturasıyla karşı karşıya kalmıştı. Faturayı “uzatan”, ABD ve müttefikleri idi ve bu faturada Rus ekonomisinin Batılı tekellere tabi kılınmasından Rus siyasetinin çeşitli yollarla etkisizleştirilmesine, “Amerikan yaşam tarzı”ndan “Batı tipi demokrasi “ye, dünyanın önemli bölgelerindeki “Rus etki küreleri”nin elden çıkarılmasına kadar bir dizi ağır “kalem” bulunuyordu.
Fatura, ABD tarafından hararetle desteklenen Boris Yeltsin ve kadroları tarafından ödenmeye çalışıldı. Ekonomi, IMF patentli “şok tedavi”lere endekslendi (Rusların deyimiyle bol şok, sıfır tedavi!), ülke yönetimi “Batı tipi demokratikleşme” adı altında hücre hücre bölündü, belediye yönetimleri dahi, neredeyse bağımsız, bölgesel dukalıklar halini aldı. Geleneksel “Rus etki alanları” olan Doğu Avrupa ve Kafkasya’da Batılı emperyalistler at oynatmaya başlarken, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’daki mevziler terk edildi. Kültürel ve düşünsel alanda dayatılan Amerikan egemenliği, ulusal kimliğin parçalanmasına kadar dayandı. ABD emperyalizminin saldırılarının ne kadar pervasız olduğunu gösteren traji-komik bir örneği aktaralım: Son yıllarda tüm dünyada ve elbette Rusya’da gösterime giren Holywood filmlerinin önemli bir bölümünde, {Kızıl Dalga, Çakal, Aziz, Altın Göz, Barışçı, Hava Kuvvetleri-1, Ronin, Blues Kardeşler 2000…) “düşman” olarak gösterilen mafya, soğuk savaş artığı çapulcu generaller, eski istihbarat ajanları, nükleer silah kaçakçıları ve kara-para aklayıcılarının tümünün ortak özelliği, “Rus” olmalarıdır. Bu tablonun madalyonun en azından bir yüzünü yansıttığı biliniyor, ama sorun, bu filmleri izleyen Rus gençliği ve halkının neler hissettiği!

AMERİKAN SALDIRISININ ANA HATLARI
ABD’nin Rusya ve onun “eski etki alanları” konusundaki küstahlığa varan politikasını, tanıdık bir isim, Bili Clinton döneminin dışişleri bakanı Madeleine Albright şöyle aktarıyor: “Amerika’nın buradaki yaklaşımı, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, ülkelerin, geçmişin bir işe yaramayan alışkanlıklarından kurtulmasına ve işbirliğinin, daha zengin, onurlu ve barış içinde bir ortak gelecek sağlayacağını kabul etmelerine yardımcı olmaktır. Bu ilke, Yeni Bağımsız Devletler’e yönelik destek programlarımıza da yansıyor: Demokrasiyi inşa etmek, ekonomik kalkınmayı teşvik etmek, silahlanmanın önüne geçmek, yargıçları eğitmek, kadınların statüsünü ilerletmek, temel insani ihtiyaçları karşılamak, Muskie bursları gibi akademik programları desteklemek için programlar bunlar… Sivil toplumu güçlendirme ve güçlü topluluklar yaratma çabalarımıza Yurttaşların Demokrasi Kurulu, Kardeş Şehirler, Açık Toplum Enstitüsü, Avrasya ve MacArthur Vakıfları ve diğerleri, yardımcı oluyor… Amerika için bile gelecek garanti altında değildir. Eğer sınırlarımızın ötesine bakmaya üşenirsek, varlığımızın hissedilmediği, değerlerimizin paylaşılmadığı, ürünlerimizin hoş karşılanmadığı ve yurttaşlarımızın güvende olmadığı bir dünyanın geliştiğini görebiliriz. Ama Bağımsız Devletler ve diğerlerinde layık olanlara yardımcı olma vaadimizi yenilersek, her yerde çocukların yurttaş ve katılımcı olduğunu, köklerini bir tarafa bırakıp topluluklar inşa ettiğini, küresel piyasada katılımcılar olduğunu göreceğiz. Özgür toplumlar ve açık ekonomiler böyle gelişir; ABD’nin müttefikleri ve dostları böyle oluşur.” (Hillary Clinton’ın Yeni Bağımsız Devletleri ziyareti vesilesiyle yapılan konuşma, 17 Şubat 1998. ABD Dışişleri Bakanlığı.)
Yargıçların eğitilmesinden kadınların statüsünün geliştirilmesine kadar (bu statünün nasıl “geliştirildiğinin” en yakın tanığı, herhalde, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerini dolduran “Nataşa”lardır) akla gelen her konunun Albright’ın ilgi alanında olması, Rusya’ya yönelik saldırının kapsamı hakkında bir fikir veriyor olmalı.
ABD’nin, Rusya’nın “dönüşümü” bağlamında hedeflediği temel amaçları, şöyle sıralayabiliriz:
1. Bankacılık Sektörü: “Spekülasyondan ve keyfilikten kurtarma” adı altında, Rus bankalarının ABD’ye mali bağımlılığının sağlanması.
2. Enerji Sektörü: Rusya’nın, önümüzdeki 7–8 yıl içinde, sadece 1988’deki üretim düzeyine ulaşmak için enerji sektörüne yılda 15 milyar dolar yatırım yapması gerektiği hesap ediliyor. ABD başta olmak üzere, Batılı enerji tekelleri bu kârlı alana göz dikmiş durumda. ABD, bu “hizmetleri” karşılığında vergi rejiminin netleştirilmesi, mülkiyet haklarının garanti altına alınması ve uluslararası tahkim gibi dayatmalarda bulunuyor. Bu yasaların çıkarılması durumunda, zengin petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olan Rusya, enerji alanında büyük ölçüde yabancı sermayeye bağımlı hale getirilecek.
3. Gıda: Rus tarımının uğradığı tahribat, on-milyonlarca insanı açlık tehdidiyle yüz yüze getirdi. Özellikle kuzey ve doğu bölgeleri ile büyük şehirlerdeki yoksul kitleler, “dış yardım”a muhtaç hale geldiler. ABD, yaptığı ve yapacağı gıda yardımlarını, “gümrük ve yabancı sermayeye vergi indirimi” gibi şartlara tabi kılıyor.
4. Kültürel-İdeolojik Alan: ABD’deki Özgürlüğü Destekleme Yasası uyarınca çeşitli fonlara aktarılan yüz-milyonlarca dolar, diğer ülkelerin yanı sıra, Rusya’da da sözde “Batı idealleri”ni yaygınlaştırmak amacıyla kullanılıyor. Bu kapsamda verilen bursların yanı sıra, “sivil toplum örgütü” adı altında Amerikan destekli binlerce örgüt oluşturulmuş durumda. Bu örgütler, Rus siyasetçilerinin ABD’ye götürülerek “eğitilmesi” gibi işlevler üstleniyor.
5. Ordunun Zayıflatılması: START 1 ve Kimyasal Silahlar Konvansiyonu gibi anlaşmalar, Rus ordusunun kuvvetini asgari düzeylere indirdi. Şimdi ise, START 2 ve START 3 anlaşmalarıyla, ordunun gücü tamamen yok edilmeye çalışılıyor.
Halen sürdürülmeye çalışılan bu yoğun “Amerikan yardımı” sürecinin sonunda, Mart 2000 itibarıyla ülkenin durumu içler açışıydı. Ulusal gelir, 1991–2000 arasında yüzde 40 oranında düşmüş, sanayi ve tarım çökmüş, yatırımlar düşmüştü. Nüfusun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında, günde 1 dolardan az gelirle yaşıyordu. Enflasyon, halkın alım gücünün düşmesine paralel olarak nispeten inmesine rağmen yüzde 30 civarlarındaydı. Ortalama ömür erkeklerde 60 yaşa düşmüş, ölümler doğumları yüzde 50 oranında geçmişti, içme suyunun dörtte üçü, uluslararası standartlara göre kirliydi.
Askeri alanda da durum pek parlak sayılmazdı. “Karşılıklı barış süreci” olarak sunulan silahsızlandırma programının sonunda, ABD ordusu sapasağlam dururken, Sovyetlerden kalma 5000 nükleer başlık imha edilmiş, eski Doğu Bloğu üyesi üç ülke nükleer silahlardan tamamen arındırılmış, yüzlerce balistik füze, bombardıman uçağı ve denizaltı (bunlardan 183’ü nükleer denizaltıydı) yok edilmiş, Rusya’nın elindeki 80 ton zenginleştirilmiş uranyum yok pahasına ABD tarafından satın alınmış, Rus liderlere, yeniden silahlanmanın önüne geçilmesi için bir dizi anlaşma imzalatılmıştı. Temel hedef, “Batı ile ilişkilerin de-militarizasyonu” idi. (Rusya’da Askeri Reform Olasılıkları, Dmitri Trenin, 13 Aralık 2000, Carnegie Vakfı Toplantı Raporu.)
“Sivil toplum” alanında da benzer gelişmeler yaşandı. ABD “destek” programları çerçevesinde 35 bin genç Rus, Amerika’ya götürülerek “eğitildi”, 275 bin küçük işletmeye kredi ve eğitim sağlandı, geniş Rus topraklarına yayılan 300 televizyon kanalı ve sayısız gazeteye finansman verildi. Onlarca Amerikan finanslı vakıf ve “düşünce kuruluşu”, Rus siyasetini içeriden etkilemeye başladılar. Yeltsin dönemi boyunca, bu kuruluşların “önerdiği” ya da doğrudan bu kuruluşlardan gelme kişiler, Kremlin koridorlarında önemli bir etkiye sahip oldu.
Aynı dönemde, kendine güveni sadece Rusya’daki değil, diğer kritik bölgelerdeki gelişmeler sayesinde de “yerinde” olan ABD emperyalizmi, “tehdit algılaması konsepti”nde önemli bir değişiklik yaptı. Soğuk savaşın en şiddetli evresinde, Nixon iktidarı altında, ABD ordusunun temel stratejisi, aynı anda “iki buçuk çatışmayla başa çıkacak” (SSCB ve Çin’e karşı savaş artı bir bölgesel savaş), ve ardından, “bir buçuk çatışmayla başa çıkacak” (SSCB veya Çin’e karşı bir savaş artı bir bölgesel savaş) kuvveti mutlaka korumaktı. George Bush döneminde, bu strateji, “aynı anda iki bölgesel savaşla başa çıkmak” olarak değiştirildi. Bu, Rusya’nın “oyun dışı” kaldığının ilanıydı aynı zamanda.

‘SMUTNYE’ YİLLARİ
Rusya halkları, işçi ve emekçiler, Sovyetlerin çökertilmesinin faturasını ağır ödediler ve ödemeye devam ediyorlar. Böylesi bir tahribatın ardından, 1980’lerin sonundan itibaren “özgürlükler ülkesi” olarak görülmeye başlanan ABD ile “refah düzeni” olarak algılanan kapitalizm hakkındaki genel fikrin tamamen değişmesi, şaşırtıcı olmamalı. Strobe Talbott’un sözleriyle: “1980’lerin sonu ve 1990’lar, ‘smutnye yılları’ (karanlık ve belalı yıllar) olarak nitelendi. 1990’lar ilerlerken, ‘reform’ ve ‘piyasa’ sözcükleri, zafer ve umudu yansıtmaktan çıkıp, birer küfür haline geldiler. Kapitalizm sözcüğü, giderek daha çok, ‘dikyi’ (vahşi) sıfatını aldı. Buna paralel olarak, ‘Batı ‘ bir özenme nesnesinden çıkıp, bir öfke hedefi haline geldi. Bu arada, bir başka sözcük, ‘sol’, tekrar moda oldu. Rusya Federasyonu Komünist Partisi ve onun parlamentodaki müttefikleri; işçilere, askerlere ve emeklilere bakan, sevecen, baba ve kapsayıcı devlete geri dönüş çağrıları yapmaya başladılar.” (Stanford Üniversitesi’ndeki konuşması, 6 Kasım 1998, ABD Dışişleri Bakanlığı.)
ABD Temsilciler Meclisi’nden Christopher Fox’un ifadesiyle de, “ABD’nin Rus kalkınması için bir kılavuz ışık olma çekiciliği solmuştu”. Fox, kaygıyla şöyle diyordu: “Bugün Rusların sadece yüzde 37’si ABD ve onun ideallerini yüceltiyor. Bu oran, 1992’de yüzde 70 idi.” (Rusya’nın Çöküşe Giden Yolu, 21 Eylül 2000, Moskova Nixon Merkezi’nde yapılan konuşma.)
Rusya işçi ve emekçilerinin kapitalizmden duydukları hayal kırıklığı, şimdilik örgütsüz bir öfkeye dönüşürken, revizyonist SSCB döneminde, uluslararası sahnede olağanüstü bir ağırlığı olan Rus burjuvazisinin, önemsiz bir azgelişmiş ülke burjuvazisi gibi “kaderine boyun eğmesi” ve yağmadan önüne atılan kemikle yetinmesi beklenemezdi. Yeltsin iktidarı kaçınılmaz çöküşüne doğru hızla ilerlerken, burjuva aydınlardan generallere ve stratejistlere kadar pek çok çevre, aynı çıkmazı yaşıyordu.
Nadezda Kevorkova şöyle diyordu: “Ruslar büyük vatanseverlerdir. Ama halkımız artık neye inanıyor, bilmiyoruz. Ne bir marşımız, ne bayrağımız, ne simgelerimiz var. Evet, son çarımız aziz ilan edildi, ama Rusları bir devlet ve bir halk olarak birleştirecek hiçbir şeyimiz yok… Ulusal bir fikri nasıl örgütleyebiliriz? Bu bir temel üzerinde yükselmeli. Peki, bizim devletimizin temeli ne? Çarlık Rusya’sı mı, Sovyet Rusya mı? Hangi temelden yola çıkacağız?” (Vladimir Putin Yönetiminde Rus Aydınları, Paul J. Sanders, Nixon Merkezi, 13 Kasım 2000.)
Valery Chalidze ise, 1990’lar Rusya’sı ile 1920’ler Almanyası arasında, hiç de hoş olmayan karşılaştırmalar yapmaktaydı:
“1. Geleneksel toplumsal değerlerin kaybedilmesi (Almanya’da monarşinin çöküşü ve askeri yenilgi, Rus hâkimiyetindeki SSCB’de geleneksel ideolojinin çöküşü)
2. Demokratik bir siyasi kültür yokluğunda, devletin yurttaşlık üzerindeki denetiminin azaltılması
3. Yüksek enflasyon ve halkın yoksullaşması
4. Ordudaki küçültme politikası uyarınca, giderek daha çok subayın erken emekli edilmesi
5. Aktif milliyetçi-şovenist hareketler
6. Devletin denetleyemediği paramiliter grup aktiviteleri
7. Devlete güvenin sarsılması
8. Çok sayıda Rus kökenli insan barındıran yabancı toprakların ortaya çıkışı. Bu durum, Rus milliyetçilerinin on-yıllar boyunca saldırgan talepler ileri sürmesine vesile olacaktır. Battık devletleri gibi belli bölgelerde ise, Ruslar gerçekten de yasal ayrımcılığa tabi tutulmaktadır.” (Rus Kalkınmasına Dair Birkaç Uyarı, 28 Aralık, 1992.)
Bu ve benzer saptamaları yapan çevrelerin, kısa bir süre öncesine kadar Gorbaçov ve şürekâsını “Batı ile tam entegrasyona karşı çıktığı ve bütün reformculuğuna rağmen, dünyayı hâlâ iki kampa böldüğü” gibi eleştirilerde bulunduğunu hatırlatmak, ne denli keskin bir dönüşle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bu öfkeli çığlıklara karşılık olarak ABD’nin öne sürdüğü mazeretler hiç etkili olmadı: Bu mazeretler, esas olarak, “Sovyet sisteminin çökmesine rağmen Rusya’yı etki altında tutan bir ölü yıldız gibi olduğu” iddiasına dayanıyordu. Bu gerekçeler arasında, SSCB’nin çöküşünün “kansız” olmasına açıkça hayıflanan Talbott’unki dikkate değer:
“Zamanla, Sovyet deneyiminin kuvveti zayıflayacaktır. Bu süreç bir ya da birkaç nesil sürebilir; çünkü sürecin kendisi, kısmen nesillerle ilgili… Sovyet sisteminin çöküşü barışçıl olduğu için, eski düzenin sorumlularından çoğu, şimdi yeni düzeni biçimlendirenler durumunda.” (Rus Kalkınmasına Dair Birkaç Uyarı, 28 Aralık, 1992.)

PUTİN’İN YÜKSELİŞİ
Vladimir Putin, ülkenin “tek hâkimi” olma yönündeki ilk adımını, yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığımız şartlar altında attı. Boris Yeltsin, daha önce ulusal siyasette esamisi okunmayan bu eski KGB görevlisini 16 Ağustos’ta başbakanlığa atadığında, onun da, kendisinden önceki pek çok “Yeltsin’in başbakanı” gibi, siyasi ömrünün birkaç ay sonra noktalanacağı düşünülüyordu. Bu sıralarda Rus medyasında yer alan yorumlara bakılırsa, Putin’in en önemli özelliği “sadakati” idi ve Yeltsin, onu tam da bu nedenle tercih etmişti: Amacı, sona ermekte olan iktidarının ardından, kişisel yolsuzluk ve pisliklerinin kurcalanmamasını sağlamaktı. İlerleyen günlerde, Putin’in temsil ettiği anlayışın, bundan çok daha fazlası olduğu görüldü.
Vladimir Putin’in yıldızını parlatan, daha önce pek çok düzen politikacısının siyasi ölümünü hazırlayan Çeçenya sorunu oldu. Putin’in başbakanlık koltuğuna oturmasıyla aynı ay içinde, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın doğrudan, ABD’nin ise dolaylı desteğini alan şeriatçı Vahhabi hareketi, kritik bir hamle yaparak, komşu Dağıstan’a girdi. İlan edilen amaç, Çeçenya ile Dağıstan’ı “ortak şeriat bayrağı altında birleştirmek” ve “Rusları defederek bağımsız İslam devletini kurmak” idi. Çeçen halkının ulusal taleplerini kendi gerici amaçları uğruna Batılı emperyalistlere peşkeş çekmekten çekinmeyen bu güruh, Yeltsin’in son döneminde Rusya’da her alanda yaşanan çürümenin, kendi “dava”ları açısından kolaylık sağlayacağını ve Rus ordusunun, 1994-’96 savaşının ardından ikinci bir Çeçenya macerasına atılmaktan çekineceğini hesaplıyordu.
Oysa Vahhabiler’in Dağıstan saldırısı, Rus emperyalizmi açısından Kafkasya’da “son damla” niteliğindeydi. Öncelikle, Mayıs 1999’da, Bakû (Azerbaycan) ile Supsa (Gürcistan) arasındaki petrol boru hattı, ABD desteğiyle tekrar açılmıştı. Bu gelişmenin ardından, Azerbaycan ve Gürcistan, Bakû-Ceyhan boru hattının inşası için bir anlaşmaya imza attılar. NATO güvencesi altına alınması planlanan bu iki boru hattının kullanıma girmesi, Rus topraklarından tek gram petrol akmaması anlamına geliyordu. Dağıstan’a yönelik Vahhabi saldırısı, Çeçenya’nın Rusya’dan bağımsızlığını kazanmasının ilk adımı demek ise, benzer gelişmeler bu bölgede de yaşanabilirdi. Rusya, Kuzey Kafkasya’yı kaybetme tehlikesi altındaydı. Moskova ve diğer büyük şehirlerde ardı ardına patlayan ve 300 kadar sivilin ölümüne neden olan bombalar, Putin yönetiminin, bir karşı saldırı için kamuoyu yaratmasına yardımcı oldu. (Başkentte patlayan bombaların ardından yapılan anketlere göre halkın üçte ikisi, Çeçenya’ya tekrar saldırılmasını destekliyordu. Bugün bu oran, ağır Rus kayıplarının da etkisiyle, neredeyse üçte bire düşmüş bulunuyor.) Ve halen tüm şiddetiyle süren Rus saldırısı, Eylül 1999’da başladı. (Bugün Çeçenya’nın başkenti Grozni ve diğer Çeçen şehirleri, birer hayalet kent görünümünde. Şubat 2000 verileriyle, Çeçen halkının üçte birini oluşturan 200 bin kişi, mülteci durumuna düşürülmüştü. Bugün bu rakamın ikiye katlandığını söylemek yanlış olmaz. Vahhabilerin göz diktiği Dağıstan’da ise yerli halk, Rus ordusuyla birlikte bu çapulcu sürüsüne karşı mücadele etti.)
Rusya’nın kazandığı ilk askeri başarılar, Putin’in yıldızının parlatılmasına vesile oldu. Kremlin’in kumandasındaki “hür medya”nın katkıları ile birkaç ay önce “silik” görülen bu eski casus, “Rusya’nın ihtiyaç duyduğu demir yumruk” olarak propaganda edilmeye başlandı. Yeltsin, son bir manevrayla, 31 Aralık 1999’da aniden istifa etti ve yerini, seçimler yapılıncaya kadar Putin’e devretti. Muhalefeti gafil avlayan bu istifadan sonraki üç aylık süre, Putin’in seçimlerde başarı kazanmasını sağlamaya yetecekti.

MİLENYUM MANİFESTOSU
Vladimir Putin, “kim olduğuna ve ne yapmak istediğine” yönelik hem ülke içinden, hem de Batı’dan yükselen sorulara, önceli Yeltsin’den çok daha farklı yanıtlar veriyordu. Putin’in kendine biçtiği görevin ana hatlarını çizdiği bir konuşma, özel önem taşıyor. 1999 sonunda yapılan “Rusya Binyılın Eşiğinde” başlıklı bu konuşma, tipik bir burjuva pragmatizmi ve eklektizm ile malul. Yine de, okuyucunun sabrını zorlama pahasına, bu konuşmanın önemli noktalarını aktarmak gerek.
Putin, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik-toplumsal durumu şu verilerle aktarıyor: “Ülkemizin milli geliri 1990’larda neredeyse yarı yarıya azaldı… 1998 krizinin ardından, kişi başına milli gelir 3500 dolara düştü ve bu, G-7 devletleri ortalamasından beş kat daha az. Rus ekonomisinin yapısı değişti ve kilit sektörler petrol, enerji mühendisliği ve metalürji oldu. Bunlar milli gelirin yüzde 15’ine, genel sınai çıktının yüzde 50’sine, ihracatın ise yüzde 70’ine tekabül ediyor. Reel sektörlerde verimlilik büyük bir düşüş yaşadı. Hammadde ve elektrik üretiminde dünya ortalamasının üzerinde, ama diğer sektörlerde durum, ABD ortalamasının yüzde 20-24’ü kadar… Makine ve ekipmanımızın yüzde 70’i on yaşından büyük ve bu, gelişmiş ülkelerdeki rakamın iki katından fazla. Bunlar, ulusal yatırımların, özellikle de reel sektörlere yönelik olarak giderek düşmesinin sonucu. Yabancı yatırımcılar da, Rus sanayisinin gelişmesine katkıda bulunmak için acele ediyor sayılmazlar. Rusya’ya yönelik doğrudan yabancı yatırımların (DYY) toplamı, ancak 11,5 milyar dolar ediyor. Çin ise, 43 milyar dolarlık DYY aldı. Dünyanın en büyük 300 uluslararası şirketi, 1997 yılında AR-GE faaliyetlerine 216 milyar dolar ayırırken, Rusya bu alanda kesinti yapıyor. Rus şirketlerinin sadece yüzde 5’i, yaratıcı üretimle ilgili… Yabancı rakipler, özellikle bilim yoğunluklu sivil üretim alanında Rusya’yı çok gerilerde bıraktı. Rusya, dünya piyasasında böylesi ürünlerin yüzde 1’inden sorumlu; ABD bunların yüzde 36’sını, Japonya ise yüzde 30’unu sağlıyor.”
Putin, ardından can alıcı sorulara geçiyor: “Rusya’nın sorusu, şimdi ne yapılacağı. Yeni piyasa mekanizmalarının tam kapasiteyle çalışmasını nasıl sağlarız? Toplumdaki derin ideolojik-siyasi bölünmüşlüğü nasıl yenebiliriz? Rus toplumunu hangi stratejik hedefler birleştirebilir? Rusya, 21. yüzyılda uluslararası toplumda nasıl bir yere sahip olacak? Önümüzdeki 10–15 yıl içinde hangi ekonomik, toplumsal ve kültürel sınırlara ulaşmak istiyoruz? Zayıf ve güçlü noktalarımız neler? Ve şu anda, ne tür maddi manevi kaynaklara sahibiz?”
Bütün bunlar, Putin’in “sosyalizme özlem duyduğu” izlenimini doğurmamalı. O, sadece bu özlemden siyasi rant elde etme peşindeydi ve sosyalizme yönelik düşmanca tutumunu saklamıyor: “Rusya, geride bıraktığımız yüzyılın dörtte üçünü, komünist doktrinin uygulanması altında geçirdi. O dönemlerin reddedilmez başarılarını görmemek, üstelik reddetmek bir hata olur. Ama halkımız ve ülkemizin bu Bolşevist deney karşılığında ödediği olağanüstü bedeli, daha da ötesi, onun tarihi beyhudeliğini kavramamak daha büyük bir hatadır. Komünizm ve Sovyet gücü, Rusya’yı, dinamik bir toplum ve hür halkı olan refah içinde bir ülke yapmadı. Komünizm, sağlam bir ulusal kalkınma konusundaki beceriksizliğini açıkça sergileyerek, ülkemizi, ekonomik olarak gelişmiş ülkelerin arkasına itti. Uygarlığın ana yolundan çok uzak olan bu yol, çıkmaz sokaktı.”
Bu çarpıtmalar, Yeltsin veya Talbott’unkinden pek farklı görünmüyor. Ama Putin, Yeltsin’in asla söyleyemeyeceği başka şeyler de söylüyordu ve önemli olan da buydu: “Doksanların deneyimi, ülkemizin aşırı bir bedel ödemeden ve gerçekten yenilenmesinin, yabancı ders kitaplarından alınma soyut model ve programlarla sağlanamayacağını açıkça göstermektedir. Diğer devletlerin deneyiminin mekanik bir biçimde taklit edilmesi, başarıyı garanti etmeyecektir. Rusya dâhil her ülke, kendi yenilenme yolunu aramak zorundadır.”
Putin, bugüne dair “alarm verici” bir tablo çizdikten sonra, mevcut durumdan kurtulmak için takip edilmesi gereken birtakım “ilkeleri” sıralıyor. Ülkenin sorununun sadece ekonomik değil, “politik ve bir anlamda ideolojik, ruhsal ve ahlaki” olduğunun belirtildiği konuşmanın ikinci bölümünde, “kurtuluş reçetesi” tanımlanıyor. Bu reçete üç kısımdan oluşuyor: “Rus İdeali”, “Güçlü Devlet” ve “Etkili Ekonomi”. Peki, nedir bu “Rus ideali”? Bu kavramın bir ayağında, Fransa Devrimi’nin “toplumsal sözleşme” kavramının yattığını görüyoruz: “Sivil sözleşme ve birliğin yokluğu, reformlarımızın bu kadar yavaş ve acılı olmasının nedenidir. Gücümüzü, Rusya’nın yenilenmesine dair somut görevler yerine, siyasi dalaşmalara harcıyoruz. (Ruslar) istikrar, geleceğe güven, kendileri ve çocuklarının on-yıllarını planlama olanağı istiyorlar. Huzur, güvenlik ve sağlam bir kanun düzeni içinde çalışmak istiyorlar. Mülkiyet, hür teşebbüs ve piyasa ilişkilerinin çeşitliliğinin yarattığı fırsatları değerlendirmek istiyorlar. Halkımız, bu temelde; toplumsal, grupsal ya da etnik çıkarların üzerinde, ulus-üstü evrensel değerleri kabul etmeye başladı Bu değerler ifade hürriyeti, yurtdışına seyahat hürriyeti ve diğer siyasi haklar ile insan özgürlükleridir. İnsanlar mülk sahibi olmaya, hür teşebbüste bulunmaya, servet yapmaya değer veriyorlar.”
Diğer ayak ise, “ulusal” bir nitelik taşıyor: “Rus toplumunun birliği için bir diğer ayak, Rusların geleneksel değerleridir: Vatanseverlik, Rusya’nın büyüklüğüne inanç, devletçilik, sosyal dayanışma.” Milliyetçi duyguların sömürülmesini bir tarafa bırakırsak, Putin’in öncellerinden farkı üçüncü maddede: “Ruslar için güçlü devlet, kurtulunması gereken bir anormallik değildir. Aksine, onu, düzenin kaynak ve garantörü, her değişimin başlatıcısı ve ana itici gücü olarak görmektedirler. “
Putin, bütün bunlardan bir “Rus ideali” yaratarak, kimlik sorununa çözüm bulma iddiasında: “Sanırım yeni Rus ideali; evrensel, genel insani değerler ile zamanın sınavından geçen geleneksel Rus değerlerinin alaşımı veya organik bileşiminden çıkacaktır.”
“Güçlü Devlet” başlığı altında ise, Putin “reformları”nın ilk sinyallerini görüyoruz. Yeni lider, siyasi birliğin ilk adımını yargı birliğinde görüyor: “Rusya’da halen 1000’in üzerinde federal yasa, cumhuriyetlerde, bölgelerde ve özerk alanlarda birkaç bin yasa yürürlükte. Bunların hepsi, Anayasa ile uyumlu değil. Adalet Bakanlığı, Başsavcılık ve yargı, bu sorunu çözmekte bugün olduğu gibi ağır davranırsa, Anayasa’ya aykırı yasalar yığını, hukuki ve siyasi sorunlar yaratabilir. Bu durumda devletin Anayasal güvenliği, federal merkezin kapasitesi, ülkenin yönetilebilirliği ve Rusya’nın bütünlüğü tehlikeye girer.” Bu sözlerin hedefi, ABD’nin dayattığı “yerinden yönetim” ve “adem-i merkeziyetçilik” politikalarıdır.
Putin, “Etkili Ekonomi” bölümünde, “Batılı dostlara” açık bir uyarıda bulunuyor: “Bir büyük güç olarak Rusya’yı mezara gömmek için çok erken.” Hemen ardından, Rusya’nın yapması gerekenler üç maddede sıralanmış:
1. Uzun erimli bir kalkınma stratejisi.
2. Ekonomi ve toplumsal alanın devlet tarafından düzenlenmesi.
3. Rusya’ya uygun bir reform stratejisi.
Bu stratejinin unsurları ise “dinamik ekonomik kalkınma”, “enerjik bir sanayi politikası”, “rasyonel bir yapısal politika”, “etkili mali sistem”, “ekonomik-mali-kredi alanında kayıt-dışı ekonomi ve örgütlü suçla mücadele”, “Rus ekonomisinin dünya ekonomik yapılarına sürekli entegrasyonu” ve “modern tarım politikası”.
Konuşmanın sonunda yapılan çağrı da dikkate değer: “Son 200–300 yıldır ilk kez, Rusya, dünya devletleri arasında ikinci, hatta üçüncü lige düşme tehdidiyle karşı karşıyadır. Bu tehdidi yok etmek için zamanımız kalmadı. Ulusun tüm entelektüel, fiziksel ve ahlaki güçlerini zorlamalıyız. Koordineli, yaratıcı çalışmaya ihtiyacımız var. Bunu kimse bizim için yapmaz. Her şey bize, sadece bize dayanmaktadır.”

PUTİN OPERASYONLARI BAŞLIYOR
Bu kapsamlı “milenyum konuşmasından çıkarılabilecek ilk sonuçlardan biri, Putin’in, “ulus”u, Rus emperyalist burjuvazisinin çıkar ve politikaları arkasında birleştirme azmidir. Elbette, bunu sağlayabilmek için “mazlum” pozisyonu ön plana çıkarılmakta, Sovyetler Birliği döneminde işçi ve emekçi kitlelere yönelik olarak yapılan coşkulu çağrılar, beceriksizce de olsa, taklit edilmeye çalışılmaktadır. Bir diğer sonuç ise, Rus burjuvazisinin “kimlik” sorununa yanıt niteliğindedir: Putin ve onun temsil ettiği sınıf, SSCB dönemini “kötü bir deneyim”, bir “sapma” olarak görmekte, dolayısıyla köklerini Çarlık Rusyası’nda kabul etmektedir. O özlenen “Rus ideali”nin unsurlarından biri “serbest piyasa”ya, diğeri ise “geleneksel Rus değerleri”ne dayanmaktadır. Bu temelde sağlanmak istenen “milli birlik”in gerici bir karakter taşıdığı açıktır, ancak buradan, ABD’nin durumdan “memnun olacağı” sonucu çıkmamalı.
Putin’in, bu çerçevedeki icraatları, ABD dayatmalarına hiç de uygun değildi. Yeni lider, öncelikle, ekonomik yenilenmeyi sağlamak için bir komuta konseyi olarak, “Stratejik Araştırma Merkezi”ni kurdu. Ardından, gelir vergilerini artırdı. Ve nihayet, 89 cumhuriyet ve bölgenin yönetimlerini merkeze tabi kılmak için kolları sıvayarak, doğrudan atamalarla yönetilen yedi “süper bölge” oluşturdu. Buna uygun olarak, yerel valiler ve yöneticilerin gücünü budadı ve onları kendisine tabi kıldı. Bu yöneticilerin, Rusya parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Konseyi’ndeki üyelikleri, düşürüldü. Birçok cumhuriyet ve bölgenin başına, seçimle ya da atamayla, merkeze bağlılığını kanıtlamış asker kökenli politikacılar getirildi: Gen. Boris Gromov (Moskova), Gen. Vladimir Şamanov (Ulyanovsk), Gen. Vladimir Kulakov (Voronez) ve Amiral Vladimir Yegorov (Kaliningrad) ve Putin’den önce seçilmiş bulunan Albay Aleskey Lebed ile Aushev. Putin, oluşturduğu yedi “süper bölge”nin beşinin başına, askerleri getirdi: Pulikovski, Latyişev, Çerkesov ve Poltavçenko.
Bu “asker adımları”; Putin’in Kremlini’ndeki Amerikan destekli politikacıların, yerlerini eski-yeni ordu mensuplarına bıraktığının açık kanıtlarıydı. Zaten, bütçeden orduya ayrılan pay da, elverdiğince artırılmıştı. Yürütülen temizliğin uluslararası kamuoyuna yansıması, medya alanına geçilmesiyle başladı. Yeltsin döneminde türeyen Rus “oligark”larının en önemlileri olan medya devleri Boris Berezovski ve Vladimir Gusinski, zor anlar yaşamaya başladılar. ABD destekli iki patronun büroları, 2000 yılı içinde basıldı, yöneticileri ve hatta kendileri gözaltına alındı, haklarında yolsuzluk soruşturmaları açıldı ve bu yolla, etkisiz hale getirilmeye başlandılar. Hatırlatmak gerekir ki, Berezovski, devlet televizyonu ORT’nin yüzde 49 hissesine Yeltsin döneminde sahip olmuştu; Gusinski’nin MediaMOST’u ise, aralarında NTV’nin de olduğu onlarca gazete ve televizyonu bünyesinde topluyordu. Aynı dönemde, bu patronlar ve diğer Amerikancıların finans kaynakları haline gelmiş olan Lukoil, Norilsk Nikel ve Avtovaz şirketlerine “şok baskınlar” düzenlendi.
İşin ilginç tarafı, Putin’in yükselişini örgütleyenlerden birinin, Berezovski olmasıydı. O ve onun gibilerin “Yeltsin olmadan Yeltsin dönemini sürdürme” hayalleri suya düşmüş görünüyordu.
Halkın bu asalaklara olan öfkesi nedeniyle, ülke içinde hemen hiçbir kuvvet, Putin’in karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Duma’da-ki muhalefet partileri dahi, atılan adımları hararetle destekliyordu. Muhalif lider Grigory Yavlinski, kürsüden şöyle seslenmekteydi: “ABD hükümeti bizi aptal yerine koydu. Bize, serbest piyasa ve hür toplum vaazları verirken, bir yandan da VVashington’un tercihlerine en uygun küçük bir grubu hararetle desteklediler. “
Washington ise, biraz da şaşkınlıkla, bu adımlara fazla tepki gösteremedi. Öyle ki, Putin’i “şikâyet etmek” için Eylül 2000 sonunda Washington’a giden Berezovski ve Gusinski, “işlerinin bittiğini” anlayarak geri döndüler. Washington, bu iki patrona destek vermenin, henüz niyeti anlaşılamayan Putin’i karşısına almak anlamına geleceğini biliyordu. Sağcı yazar Paul J. Saunders, bu tutumu şöyle ifade ediyor: “Rusya’daki son gelişmeler, Kremlin’in, Rusya kitle medyası üzerindeki etkisini artırmak peşinde olduğuna dair yeni bir kanıt niteliğinde. Ama bu çarpışmaları sadece basın özgürlüğü bağlamında yorumlamak, Rus gerçeklerini hesaba katmamak ve daha düşündürücü başka gelişmeleri görmemek olur.” (Kremlin’in Sesi, 3 Ekim 2000, Washington Times)
Yine de, örneğin, ABD bağlantılı Radio Liberty’nin muhabiri Andrei Babitski tutuklandığında, Washington, “demokrasi ve basın özgürlüğü”ne dair cılız itirazlarda bulunmak zorunda kaldı. Babitski ile başlayan “sindirme” süreci, ABD destekli “aydın’ların gözaltına alınması veya etkisizleştirilmesi ile, halen devam ediyor.
Yeni Rus yönetiminin “sembolik” olarak önemli olan bir diğer adımı, Putin’in yokluğundan yakındığı “ulusal kimlik”in yaratılması yolunda atıldı. Ve Duma’nın onayladığı bir yasayla, Sovyetler Birliği’nin marşı, “ulusal marş” olarak kabul edildi. Marşın müziği aynıydı ama sözler, Çarlık Rusyası’nı akla getiren milliyetçi-şovenist satırlarla değiştirilmişti!
Putin, hemen ardından, komşu devletler üzerinde de, büyük bölümü petrol ve doğalgazdan kaynaklanan borçlarını ödemelerine yönelik baskıyı artırarak, bu borçları siyasi nüfuz için bir silah olarak kullanmaya başladı. Bu devletler, hem Rusya’ya bağımlı, hem de ona kafa tutar bir pozisyonda olamayacaklarını anlamalıydılar!
Elbette, Putin’in asıl rahatsız edici hamleleri, uluslararası politika alanında olacaktı. Putin, bu alandaki niyetine ilişkin ilk önemli demecini, Eylül 2000’deki “Binyıl Zirvesi”nde yaptı. Konuşmasına, ABD’yi doğrudan hedef alarak, “BM’nin hegemonya ve diktanın keyfiliğine karşı özgürlükleri garanti ettiğini” söyleyerek başlayan Putin, ardından, ABD’nin bir kenara atmaya çalıştığı ABM (Anti-Balistik Füze) anlaşmasının uluslararası silahsızlanmanın temeli olduğunu vurguladı. Nihayet, ülkelerin “ulusal ifade ve bağımsızlığa hakkı olduğunu” vurgulayarak, bir kez daha Amerikan hegemonyasını hedef aldı. Bu konuşmanın ertesinde, ABD’li iki yazar şöyle demekteydi: “Vladimir Putin’in konuşması, Clinton yönetiminin, yeni Rus liderini ‘lider reformcu’ olarak tanıtmakla ne büyük bir hata yaptığını göstermiştir.” (“ABD Putin’e Daha Sert Yaklaşmalı”, Dimitri K. Simes, Paul J. Sanders, 8 Eylül 2000, Newsday)

RUSYA ‘REALPOLİTİK’ SAHNESİNDE
Bu noktada, Putin döneminde Rusya’nın uluslararası alanda başlattığı ataklara yakından bakmak gerekiyor. SSCB’nin çöküşünden sonra Amerikalı ideologlar tarafından sıkça dile getirilen saptamalardan biri, ABD’nin uluslararası politikada artık “ideolojik engellerden kurtulduğu” idi. Bu, Amerikan dış politikasının, sosyalist blok öncesi burjuva “Reel-politik” (gerçekçi politika) dönemine yeniden “kavuşması” anlamına geliyordu. Örneklemek gerekirse, geçmişte az ya da çok SSCB’nin “etki alanı” olarak kabul edilen kimi ülkeler ile ilişkiler “ideolojik engellere takılmadan” geliştirilebilecek, hegemonya projeksiyonu için yeni fırsatlar elde edilmiş olacaktı.
Gerçekten de, son on yıl içinde Hindistan’dan Angola’ya kadar “Sovyet etki alanındaki” bir dizi ülkenin emperyalist sisteme tam olarak dâhil edilmesi çabasında gözle görülür bir yoğunlaşma yaşandı. Bu arada, Türkiye, Yunanistan ve Pakistan gibi kimi ülkelerin egemen sınıfları, “soğuk savaştan sonra önemlerini kaybettikleri” yönünde hayıflanmalara başladılar. Ancak sorun, şu ya da bu emperyalistin “ideolojik bağlar”dan kurtulması ise, bu bağların sadece ABD’nin kimi hamlelerini engellediğini düşünmek hatalı olur. ABD için geçerli olan, diğer emperyalistler, hele de “sosyalist” maskesinden tamamen kurtulan Rus emperyalizmi için de pekâlâ geçerliydi. Ve son yıllarda dünyanın belli başlı tüm emperyalistleri, “Reel-politik”in çatışmalı ve tehlikeli sularında ilerlemeye başladılar.
Revizyonist SSCB döneminde, Rus yönetiminin Batı’ya bakışı, emperyalist bloğun ağır saldırılarının etkisiyle ve kaçınılmaz olarak, “savunma”ya ağırlık vermekteydi. Sovyet emperyalizmi, bazı istisnalar dışta tutulursa, Batı’daki mevzilerini korumanın dışında bir hamle geliştiremedi. Bu çabanın temelinde, Çarlık Rusyası’nın geleneksel “Rus etki alanında tutulan bir grup zayıf devletin, Rus sınırları ile düşmanın arasında bulunması” politikası yatıyordu.
Putin ise çok daha ciddi bir durumla karşı karşıya; çünkü söz konusu “zayıf devletler” (Batıda Ukrayna, Beyaz Rusya, güneyde ise Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan gibileri) “Batı etki alanı”na “kaptırılmak” üzere. Polonya gibi eski Varşova Paktı üyelerinin NATO üyeliğine girmiş olması, “tampon”un Batılı emperyalistler tarafından parçalanmaya başlandığını gösteriyor. Hatırlatmak gerekir ki, SSCB’nin var olduğu koşullarda, iki Almanya’nın birleşmesine ilişkin yapılan zirvelerde, NATO, “doğuya doğru tek milim genişlemeyeceğine ve hiçbir Varşova Paktı ülkesini üyeliğe kabul etmeyeceğine” dair söz vermişti. Ve Putin’in Rusyası, bu sözlerin tutulmamasına oldukça kızgın görünüyor.
Üç Doğu Avrupa ülkesinin NATO’ya kabul edilmesine karşılık olarak, Rusya, belli tedbirler almaya başladı. Birincisi; ABD’ye, Baltık ülkelerinin (Estonya, Letonya, Litvanya) NATO’ya alınmasını “kırmızı hattın ihlali” olarak göreceğini açıkça ilan etti. Bu tanım, NATO’nun Baltıklara genişlemesinin “Rus ulusal çıkarlarına doğrudan tehdit” kabul edileceği anlamına geliyordu. İkinci tedbir, güvenlik konsepti alanından geldi. Rus hükümeti, dünyayı şok eden bir hamleyle, “nükleer doktrinini” saldırganlaştırdı. SSCB dönemindeki eski doktrin, Sovyetlerin “nükleer saldırıyı ilk başlatan taraf olmayacağına” dair garanti veriyordu. Yeni doktrinde ise, “ulusal çıkarlara yönelik hayati bir tehdit” durumunda, nükleer güç kullanımına yeşil ışık yakılmaktaydı.
Rusların üçüncü tedbiri, Doğu Avrupa’da eski Varşova Paktı benzeri, kimin “patron” olduğunun tartışılmayacağı bir yapılanmayı hayata geçirmek oldu. Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) giderek işlevsizleşmesine paralel olarak başlatılan girişimlerin ilk adımı, Beyaz Rusya ile Rusya arasında, konfederasyonu andıran (dış politikada ortaklık, tek para birimi vs.) bir birlik kurmaktı. Moldova’da “komünistlerin iktidara gelmesinin ardından, bu ülkenin de birliğe katılma olasılığı doğmuş bulunuyor. Öte yandan, Batı yanlısı Ukraynalı lider Leonid Kuçma’nın skandallarla giderek köşeye sıkışması ve çok güvendiği Batılı dostlarından beklediği desteği bulamaması, bu ülkenin de Ruslar tarafından “birliğe” zorlanmasına neden oluyor. Şu anda pek mümkün görünmese de, son on yıl içinde sık sık ABD’den en çok “yardım” alan üçüncü ülke konumuna yükselen Ukrayna’nın Rus emperyalizminin kucağına geri dönüşü, kuşkusuz Putin için olağanüstü bir zafer olacaktır. (Ocak ayı sonunda, Rusya-Beyaz Rusya Birliği Genel Sekreteri, Rus diplomat Pavel Borodin, Yeltsin dönemindeki yolsuzluk dosyaları nedeniyle ABD tarafından gözaltına alındı. Borodin, George W. Bush’un göreve başlama törenine katılmak üzere, ABD Dışişleri tarafından resmen davet edilmişti. Ancak 17 Ocak’ta, uçağı New York’a iner inmez, tutuklandı. Borodin’in yolsuzluk yapıp yapmadığı, bu olayın uluslararası bir skandal olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kuşkusuz, Bush’un işbaşına gelmesinden hemen önce gerçekleştirilen bu operasyon, Rusya-Beyaz Rusya Birliği’nin ABD açısından ne kadar rahatsız edici olduğunun göstergesi.)
Putin yönetiminin, sınırlı da olsa, Batı’da “ABD”ye alternatif oluşturabilecek bir büyük ittifak peşinde olduğuna dair belirtiler de giderek güçleniyor. Son olarak şubat ayında, Alman Dışişleri Bakanı Joshcka Fischer’in Moskova ziyareti, kritik bazı görüşmelere sahne oldu. Fischer ile Putin, ABD’nin Ulusal Füze Savunma Kalkanı’nı (NMD) tartıştıktan sonra, Almanya’nın Rusya ve ABD arasında bir tür “arabulucu” olmasını, açıkça ifade etmeseler de, kabul ettiler. ABD yanlısı Carnegie Vakfı’nın Moskova şubesinden Alexander Pikayev, bu ziyareti rahatsız edici bir soruyla değerlendiriyordu: “Acaba bu uzun vadeli bir Rus-Alman uzlaşması mı, yoksa ABD-Rus ilişkilerindeki duraksamaya bağlı geçici bir durum mu?” Alman Dış Politika Derneği’nden Alexander Rahr ise, Washington’daki koltuk değişikliği nedeniyle “başka doğu-batı bağlantıları için alan açıldığı” görüşündeydi. Stratejistlerin birleştiği ortak nokta ise, Yeksin ile Helmut Kohl arasındaki “sauna diplomasisi” günlerinin, yani çok şey konuşup hiçbir şey yapmama politikasının geride kalmaya başladığı.
Yine de, Rusya’nın Almanya’ya olan 20 milyar dolara yakın borcunun ödenmesi ile Baltıklardaki Kaliningrad’ın (ya da Koenisberg) kime ait olduğu meselesinin, iki ülkenin uzun erimli bir “ittifak” oluşturmasının önünde dikilen büyük engeller olduğu hatırlatılmalı. Avrupa Birliği, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan SSCB’ye geçen Kaliningrad’ı “Avrupa’nın ortasında bir Truva Atı” olarak değerlendiriyor. Rusya ise, Kaliningrad’ı bir yandan stratejik önemde bir askeri üs olarak kullanırken, diğer yandan da bu bölgeyi, ekonomik sorunlarını azaltacak bir tür “Rus Hong Kong’u” yapmaya çalışıyor.
Putin’in güneydeki hamleleri de dikkate değer. Yeni lider, öncelikle, Ermenistan ile ilişkilerini güçlendirip bu ülkedeki Rus askeri varlığını pekiştirdi. Böylelikle hem Azerbaycan ve onun “yanardöner” lideri Haydar Aliyev üzerinde gereken baskıyı kurdu, hem de Ermeni yönetiminin, Batı’dan gelen “soykırım yasaları” destekli tavlama politikalarına düşmesini önlemeye çalıştı. Çeçenya’daki Rus saldırısı da, Orta Asya devletleri üzerindeki baskıyı yenilemenin bir vesilesi olarak kullanıldı. Bu baskı, özel olarak komşu Gürcistan’a yönelik görünüyor. Gerçekten de, bir dizi suikasttan kurtulmayı başaran Gürcü lider Eduard Şevardnadze, ülkesinin “NATO’ya girmesi gerektiğini” açıkça ifade ediyor, bir yandan da topraklarındaki Rus üslerinin bir an önce kaldırılmasını talep ediyordu. İkinci Çeçen savaşı ile birlikte, bu çatlak ses, nispeten sindirildi. Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Çeçenya’nın ABD destekli bir “bağımsızlık” kazanması, Rusya’nın bölgedeki son denetim noktasını da kaldıracak ve Batı’nın “müşteri” rejimlerine ait topraklardan geçen petrol-doğalgaz boru hatlarının önünde hiçbir engel kalmamış olacaktır. ABD ve müttefiklerinin, “Rusya’nın toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz” açıklamalarıyla at-başı olarak, savaşın bir an önce “siyasi çözüme” kavuşturulması yönündeki çağrılarının ardında da, yine boru hatları meselesi yatmaktadır. Ancak sorun, sadece petrolden ibaret değil. Winston Churchill’in 1919’da söyledikleri, geçerliliğini koruyor: “Eski Rus imparatorluğunun denetim altında tutulması, eğer Kuzey Kafkasya ve Hazar bölgesi Batılı güçlerin elinde olmazsa, güvenilir olmayacaktır.”

KAFKASYA VE ORTADOĞU’DA RUS-İRAN İŞBİRLİĞİ
Kafkasya ve Hazar’a değinirken, Rusya’nın İran ile girdiği ve tam bir “Reel-politik” örneği olan ittifakı irdelememek olmaz. Bilindiği gibi, iki ülke, son üç-dört yıldır boyutu giderek genişleyen, hatta “stratejik” bir nitelik kazanan ilişkiler içinde. Askeri alanda, Rusya’dan İran’a yoğun bir silah transferi dikkat çekiyor. Rusya, bugüne dek İran’a, aralarında nükleer bir denizaltı, savaş uçakları ve tankların da bulunduğu birçok silah teslimatı yaptı. Daha da ötesi, ABD’nin koyduğu İran ambargosuna meydan okuyarak, bu ülkenin hem “sivil amaçlı” nükleer santral, hem de balistik füze programlarına teknoloji transferi yoluyla destek veriyor. İki ülke arasındaki ticari ilişki ise, henüz istenen seviyede değil. 1997 itibarıyla, İran-Rusya arasındaki ticaret hacmi ancak yarım milyar doları buluyordu ve bu rakam, Türk-İran ticaretinin dahi altındaydı. İki ülke arasındaki siyasi işbirliği ise, bazı önemli sorunlara rağmen gelişme yolunda.
Olası bir Rus-İran ekseninin temelinde ise, Hazar Denizi yatıyor. Hatırlanacak olursa, mart ayında İran Cumhurbaşkanı Hatemi başkanlığında bir üst düzey heyetin gerçekleştirdiği Moskova ziyaretinde de temel konu, buydu. Ancak İran ve Rusya, Hazar Denizi’nin statüsü gibi hayati bir sorunda henüz ortak tavır alabilmiş değil. İran, Hazar’ın “beş kıyı devleti arasında eşit olarak paylaşılması” tezini savunuyor. Rusya ise, SSCB’nin bu alandaki mirasından vazgeçmeye niyetli değil; denizin esas olarak İran ve kendisi arasında bölünmesini savunarak, diğer kıyı devletlerine “kırıntılar” verilmesinden yana tutum alıyor.
İki devletin Hazar konusunda uzlaşamamasının hem Rusya, hem İran ile taban tabana zıt projelere sahip olan “yabancı tarafın, yani ABD’nin eline koz verdiği biliniyor. Öyleyse, Bakû-Ceyhan (ABD) baskısı karşısındaki bu iki bölge devletinin ya ortak bir yol bulacakları, ya da Hazar’ı, dolaylı olarak ABD’ye vermek durumunda kalacakları söylenebilir.
Tahran ve Moskova arasında, diğer önemli sorunlardaki politik makas ise giderek kapanıyor. Afganistan’da Pakistan ve ABD desteğiyle güçlendirilen Taliban’a karşı muhalefete ortak silah ve eğitim yardımı yapılırken, Tacikistan’da şeriatçılara karşı hükümete destek veriliyor. İki devlet, Karabağ meselesinde Ermenistan’a destek veren, ama her an “alternatif arabulucu” olarak devreye girebilecek bir tutum sergiliyorlar. İran, daha da ileri giderek, Çeçenya sorununda “Müslüman Vahhabilerin” değil, Rusya’nın yanında duruyor.
İran-Rusya ekseni, sadece Orta Asya ve Kafkasya’da değil, Ortadoğu’da da giderek daha çok gündeme geliyor. ABD tarafından Ortadoğu “barış” sürecinden dışlanan İran yönetimi, Filistin ve Lübnan’da masaya sürdüğü yerel güçlerle (Hamas, Hizbullah ve İslami Cihat), ABD barışını darbeleyen bir rol oynuyor. Diplomatik cephede ise, iki ülke, İsrail’e karşı Filistin’in yanında yer alarak, bölge halklarının sempatisini kazanıyorlar. Filistin’e dayatılan ‘Amerikan barışının” tökezlemeye devam etmesi durumunda, iki ülkenin Ortadoğu diplomasisindeki pozisyonlarını güçlendireceği söylenebilir.
Nihayet, İranlı mollaların pragmatizminde sınır olmadığını gösterircesine, iki ülke, Irak’a yönelik BM ambargosu ve Amerikan saldırılarının sona erdirilmesinde birlikte hareket ediyorlar.
Burada bir parantez açarak, ABD’deki Bush yönetiminin, İran’a yönelik yaklaşımına değinmekte fayda var. Bush ve ekibinin, Amerikan petrol tekellerinin etkisi altında olduğundan hareketle, İran’a yönelik ”farklı” bir yaklaşım sergileyecekleri savlanıyordu. Ancak Bush, daha önce hafifletilen İran’a yönelik yaptırımları yeniden ağırlaştırma kararı alarak birçok çevreyi şaşırttı. Bu adım, ABD-İran ilişkilerinin en azından kısa vadede, yumuşamaktan ziyade sertleşeceğine yönelik bir sinyal olarak görülüyor. Clinton yönetiminin İran’a karşı izlediği “havuç” politikasından sonra böylesi sert bir adımın, kuşkusuz, Rus-İran ekseniyle de bir ilgisi var. ABD, Ortadoğu ve Kafkasya planlarını bozabilecek bu iki gücün işbirliği yapmasını önlemek için, kimi zaman “havuç”, kimi zaman da “sopa” sallamaya devam edecek.
Suriye’de yeniden açılan Rus üsleri ve Yunanistan’a verilen S–300 füzeleri aracılığıyla Kıbrıs sorununa müdahale gibi gelişmeleri bir kenara bırakırsak, Rusya’nın Batı-Güney kanadı ile Ortadoğu’daki politikasının, bir “güç toparlama” politikası olduğu görülecektir. Gerçekten de, Batılı emperyalistlerin bütün şikâyetlerine ve protestolarına rağmen, Rus emperyalizmi, bu bölgelerde, “meşru hakkı” saydığı etki kürelerini talep etmekte, “arka bahçesini” yabancılara bırakmamak için çalışmaktadır.
“Rus kartalı”nın Doğu’ya, Asya-Pasifik’e bakan başı ise, Putin döneminde, çok daha aktif ve saldırgan bir tutumun bekçiliğini yapıyor.

RUS KARTALI DOĞUYA BAKIYOR
Rus emperyalizminin, 1960’lardan itibaren geçerli olmak üzere, Asya-Pasifik’e yeterince önem vermediği/veremediği bilinen bir gerçektir. Bu “ihmalci” tutumun en önemli nedeni, Çin/Sovyet bölünmesi ve ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki olan Japonya ile olan sınır anlaşmazlıklarıydı. Ancak elbette, Sovyet döneminin o ünlü “ideolojik sınırlamaları” da, bazı noktalarda darbeleyici bir etkide bulunuyordu. Bütün bu nedenlerle Rusya’dan sık sık “Asya’nın hasta adamı” olarak bahsedilmekteydi.
Ancak “Yeni Rusya”, tahmin edilenden çok daha hızlı bir biçimde APEC’e (Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü) üye oldu, Çin ile hiç beklenmedik bir “stratejik ittifak” kurma yoluna girdi ve ASEAN ülkeleri ile ilişkilerini güçlendirmeye koyuldu. Hindistan-Rusya bağları, Sovyet dönemine yakın bir çizgide seyrederken, Japonya ile sorunlar da çözülme yoluna girdi. Bütün bunların bir sonucu olarak, Rusya’nın Asya ülkeleri ile ticareti, 1994’te 21,4 milyar dolar iken, 1997’de 31,5 milyar dolara yükselmişti.
Asya-Pasifik bölgesi, hâkim emperyalist güç olan ABD tarafından “yakın geleceğin çatışma alanı” olarak tanımlanıyor. Ancak ABD’nin, bu saptamaya uygun bir mevzilenme içine girmekte zorlanması, Amerikan hegemonyasının geleceği açısından ipucu verir nitelikte. Bu zorlanmanın en önemli kanıtı olarak, Rusya’nın bölgedeki faaliyetlerine yönelik “kayıtsızlık” gösterilebilir. Gerçekten de ABD, Rusya’nın, Çin ile ilişkiler başta olmak üzere Asya hamlelerini bugüne kadar ciddiye bile almadı. Şimdilerde çok tartışılan Rus-Çin ittifakının ilk adımları, ABD’li stratejistler tarafından burun kıvırmayla geçiştirilmişti. Rouben Azizyan, bu tutumun nedenlerini şöyle açıklıyor: “En önemli ve yaygın olarak, Rusya’nın bölgedeki faaliyetindeki artış, stratejik olmaktan çok taktik bir adım olarak yorumlandı. Bu yoruma göre Rusya, bölgeye yönelik uzun vadeli bir ilgi göstermiyor; Batı karşıtlığı ve acil ekonomik ihtiyaçların şekillendirdiği adımlar atıyordu.” (Rusya Asya’da, Rouben Azizyan.) 
Son döneme dek Amerikalı stratejistlere egemen olan bu bakış açısının “hatalı” olduğu, Bush yönetimine yakın çevreler tarafından, “Clinton dönemi”ne mal edilerek, açıkça ifade ediliyor.
Moskova, daha 1992’de, “Amerika ve Asya odaklı” dış politikasını değiştirerek, Asya-Pasifik’te daha aktif olma niyetini belli etmişti. Eski başkan Boris Yeltsin, Kasım 1992’deki Seul ziyaretinde, “Rus diplomasisi, eski Rus ambleminin ruhuna uygun davranmalıdır; bu amblemde iki başlı bir kartal, hem batıya, hem doğuya bakmaktadır” diyordu. (ITAR-TASS, 18 Kasım 1992.)
Rusya’nın yeni Asya politikasının ana hatları, 27 Ocak 1994’te, Çin Halk Diplomasisi Birliği’nde konuşan dönemin Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev tarafından dile getirildi. Kozirev’e göre Rusya’nın önceliği, bölge ülkeleriyle ticari ilişkilerin geliştirilmesiydi. Daha o tarihte, Rusya’nın toplam dış ticaretinin üçte biri Asya-Pasifik ülkeleriyle idi. İkincisi ve belki de en önemlisi, Moskova, “bölge ülkeleriyle olan çelişkilerini uzlaşmaz görmüyordu ve hepsiyle istikrarlı, dengeli ilişkiler geliştirmek için çalışacaktı”. Rusya, Japonya ve Çin ile on yıllardır süren gerginlikleri dindirmek için çaba göstereceğini böyle ilan etti.
Yeltsin, Haziran 1996’da Federasyon Konseyi’nde yaptığı konuşmada, Asya-Pasifık’i “Rusya’nın üçüncü önceliği” olarak niteledi. İlk iki öncelik ise Bağımsız Devletler Topluluğu ve Batı Avrupa’ydı. ABD, gelişen hoşnutsuzluğa paralel olarak, Asya’nın ardına düşmüştü. Asya’daki öncelik ise, Çin ile “stratejik ortaklık” idi. Konuşmada, Japonya ile bir barış antlaşması imzalayıp işbirliğine gitmekten de bahsediliyordu.
NATO’nun doğuya yayılmaktan vazgeçmemesinin üzerine bir de Kosova saldırısı gelince, Moskova, bölgedeki faaliyetlerini daha da üst noktalara tırmandırdı. Kasım 1995’te, Savunma Bakanı Pavel Graçev, “NATO’nun doğuya genişlemesine karşı Rusya’nın Doğu’da yeni müttefikler arayacağını” ilan ediyordu. (ITAR-TASS, 22 Kasım 1995.)
Bu doğrultuda; Rusya ile Çin ve Hindistan arasındaki ilişkiler, hızla gelişti, hatta Rus politikacılar, üç devlet arasında bir “stratejik üçgen” kurmaktan bahsetmeye başladılar. Bütün engellere rağmen kurulma olasılığı giderek yükselen bu “üçgen”in, ABD hegemonyasına karşı bir odak olmak hedefini taşıyacağı açıktır.
Yine de Rus emperyalizmi, ilan ettiği önceliklere bağlı olarak, Asya ile Avrupa’daki çıkarlarını birbirlerinin karşısına koymayan dengeli bir tutum izlemek durumunda. Bu “denge”, bugün “Avrasya yaklaşımı” olarak anılan politikanın da temel taşıdır. Yorumcu Karen Brutents’e göre, bu yaklaşım “objektif olarak, Rusya’nın hem Avrupa, hem Asya’daki merkezi coğrafi pozisyonu ve fiziksel varlığını güçlendirmektedir.” (Rusya ve Asya, Karen Brutents, Nezavisimaya Gazeta, 22 Haziran 1999.)
Moskova yönetimi, Çin’in güçlenmesinin, Rusya için avantaj sağlayabilecek yeni bir güç dengesine yol açabileceğini hesaplıyordu. Stratejik ortaklık planlarına, sadece Çin ve Hindistan değil, İran da dâhil edildi.
Karşılıklı ziyaretler, imzalanan anlaşmalar ve silah satışlarıyla örülen Rus-Çin ittifakının, giderek anti-Amerikan bir renk kazandığı görülüyor. Çin, NATO’nun genişlemesine karşı çıkışlarını giderek sertleştirirken, Rusya da Asya’daki ABD askeri varlığını ve ABD-Japonya güvenlik ittifakını hedef alıyor. Rusya Savunma Bakanı İgor Sergeyev’in Ekim 1998’de gerçekleştirdiği Pekin ziyaretinde, iki ülke, üç uluslararası sorunda birlikte davranacaklarını duyurdular. İki ülke, NATO’nun genişlemesine “kategorik” olarak karşı çıkıyor, Batı’nın Kosova’da güç kullanmasını kınıyor ve ABD’nin Asya’da Japonya ile oluşturmak istediği anti-füze savunma kalkanını eleştiriyordu. (ITAR-TASS, Kompas, No. 43, 29 Ekim 1998)
İki ülke; “daha küçük meseleler” olan Tayvan, Tibet ve Çeçenya gibi konularda da, Batı baskısına karşı ortak hareket etmeye başladılar.
Hatırlatmak gerekir ki, bundan birkaç yıl önce Çin NATO’nun genişlemesini umursamazken, dönemin Rus Savunma Bakanı İgor Rodyonov, ABD-Japon ittifakının “kaygı yaratmadığını” söylüyordu. Oysa şimdi, örneğin Rus diplomat Yuli Vorontsov, “NATO küresel bir örgüte dönüşüyor. Bu nedenle, diğer ülkeleri müttefikimiz yapmamız gerek” demekteydi. (Rus-Çin ittifakı Beliriyor, Jamie Dettmer, Insight, 3-10 Nisan 2000)
Rusya’nın bu faaliyetinin bir unsuru olarak, Çin’e yönelik silah ve teknoloji ihracına değinmek gerekiyor. Ne de olsa, Çin yönetiminin geçtiğimiz haftalarda aldığı “askeri bütçenin yılda yüzde 18 oranında artırılması” kararından en kârlı çıkacak ülke, Çin’in en önemli ithalatçısı olan Rusya’dır.
Son altı yıl içinde Rusya’nın Çin’e silah satışı üç kat arttı ve bugün, iki ülke arasındaki yıllık ticaretin üçte biri askeri nitelikte. Çin’in ithal ettiği silahların yüzde 70’inin kaynağı Rusya; Rusya’nın toplam silah satışının yüzde 30-40’ı da Çin’e gitmekte. 1991-’97 arasında Çin, Rusya’dan 6 milyar dolarlık silah almıştır ve bu ithalat, yılda ortalama 1 milyar dolar düzeyinde seyretmeye devam ediyor. (Rossiyskaya Gazeta, 5 Ekim 1996, Trud, 26 Nisan 1997, Izvestiya, 9 Haziran 1999.)
Çin, 1992-’97 arasında 48 adet Sukhoi Su–27 tipi savaş uçağı, 8 adet S–300 hava savunma füze sistemi ve 4 adet Kilo-sınıfı denizaltı satın aldı. Mart 1996’da, ABD’nin Tayvan Boğazı’ndaki gövde gösterisinin ardından, yeni siparişler geldi: iki adet Sovremenny sınıfı güdümlü füze destroyeri ve KA–27 ile KA–28 tipi helikopterler. Çin’in, aynı rahatsızlık nedeniyle, Rus teknolojisini satın alarak kendi uçak gemisini inşa etmeyi hedeflediği de, basına yansıdı. (Evrensel, 4 Mart 2001)
Çin’in alev makinelerinde zırhlı araçlara kadar pek çok Rus yapımı silaha duyduğu büyük ilgi nedeniyle Moskova, önümüzdeki yıllar içinde toplam silah ihracatını yılda 6 milyar dolara yükseltme hedefini koyabildi. (Rossiyskaya Gazeta, 25 Mayıs 2000.)
Ancak iki ülke arasındaki askeri işbirliği, sadece silah satışı ile sınırlı değil. Rusya, Çin’in nükleer santral yapımı programına da yardımcı oluyor. Bugün 200’den fazla Rus şirketi, Çin’in Jiangsu bölgesindeki Lianyungang santralinin yapımında görev alıyorlar. Son altı yıl içinde Rusya’nın Çin’e yönelik nükleer ihracatı, sıfırdan yılda 150 milyon dolara yükseldi. Bu rakamın, önümüzdeki yıllarda ikiye katlanması bekleniyor.
Böylesi bir işbirliğinin sonucu olarak, Pekin, sahip olduğu gelişmiş denizaltı ve savaş uçaklarının bakımı-tamiri için Moskova’ya bağımlı durumda. Çinli subaylar, Rusya’da eğitim alıyorlar. 1998 itibarıyla Rusya’da eğitim alan 177 Çinli subay vardı. Çin ordusuna destek için görevlendirilen Rus askeri danışman ve uzman sayısı ise 5205’ti. (Nezavisimoye Voennoe Obozrenie, No 41, 1998)
Öte yandan, iki ülke, ABD’nin “Ulusal Füze Savunma Sistemane (NMD) karşı cüretkâr bir adım olarak, bir karşı-sistem oluşturmayı tartışmaya başladılar. Emperyalistler-arası silahlanmanın katlanarak artacağına işaret eden bu eğilim, Çin Savunma Bakanı Chi Haotian’ın Ocak 2000 Moskova gezisi ve Rusya Başbakan Yardımcısı İlya Klebanov’un bir ay sonra yaptığı Pekin gezisi sırasında tartışıldı. Rusya, Çin’in insanlı bir uzay programı geliştirmesine yardım etmeyi teklif ederken, Pekin’in, Glonass küresel uydu sistemini askeri ve ticari amaçlarla kullanmasına izin verdi. İki ülke, Ekim 1999’da ortak bir askeri tatbikat da düzenledi ve çok milliyetli ülkeler olmanın getirdiği sıkıntıları, yine birlikte çözmeye yöneldiler. Sonuçta, ABD’nin Orta Asya’da bir istikrarsızlık unsuru ve müdahale vesilesi olarak körüklediği etnik ayrımlar ve köktendinci akımlara karşı, Şanghay Beşlisi kuruldu. Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan oluşan Beşli, “ayrılıkçılık ve uluslararası terörizmle mücadele” gerekçesiyle, ABD’nin bölgeye açılma faaliyetlerini darbeleyen bir rol oynuyor.
Ancak Rus-Çin ittifakının “kalıcı ve teklifsiz” bir nitelik taşıdığını düşünmek, emperyalist diplomasiyi kavrayamamak olur. Emperyalistler-arası her ittifakın aynı zamanda bir “rekabet” içerdiği, bugün “dost” görünen iki emperyalistin yarın kanlı-bıçaklı düşman olmasının mümkün olduğu unutulmamalı. Bu genel doğru, Rus-Çin ilişkisi için de geçerlidir.
Öncelikle, Azizyan’ın da dikkat çektiği gibi Rusya, ekonomik sıkıntılar nedeniyle etkin bir biçimde kullanamadığı silah ve teknolojiyi, Çin’e vermektedir. Bu durum, Rus egemen sınıflarında belli bir kaygı yaratıyor. Örneğin, stratejist Aleksey Bogaturov, iki ülkenin “tarihsel olarak çatışan ülkeler” olduğunu, böylesi çatışkılı bir ilişkinin jeopolitik kaynağının “halen ortada durduğunu” belirtmektedir. (Pasifik’te Büyük Güçler, Aleksey Bogaturov, ABD-Kanada Enstitüsü, Moskova, 1997. sf. 291.) Boguratov, Asya’da müttefik olarak Çin’in seçilmesine karşı çıkmakta, ABD karşıtlığının “stratejik bir ortaklık” kurmak için yeterli olmadığını dile getirmektedir. ABD yanlısı stratejist Dimitri Trenin ise, daha da ileri giderek şöyle yazıyor: “Rusya’nın Çin probleminin kaynağı, Çin ‘in hâlihazırda toplam bir ulusal güç olarak büyük ölçüde Rusya’nın önünde olmasıdır. Geçmişte Rusya’nın gücü, Çin’in zayıflığına dayanan ilişkilerdeki bu radikal değişim, ikili ilişkilerin her yönüyle kökten yeniden değerlendirilmesini şart kılar.” (Rusya’nın Çin Problemi. Dimitri Trenin, Carnegie Moskova Merkezi, 1999, sf.12) Trenin’in bu talebinin, onun Amerikan yanlısı oluşundan kaynaklandığı söylense bile, saptamalarında doğruluk payı olduğu yadsınamaz.
Bu çatışkılı ilişki, Rus medyasına da “popüler” formlar altında yansıyor. Rus gazeteleri, ülkeye yönelik yasadışı Çinli göçü üzerinde durarak, şimdiden 2 milyon Çinlinin Rus topraklarına yerleştiğini belirtiyorlar. Örneğin, Segodnya, “21. Yüzyıl ortasında Çinlilerin, Ruslardan sonraki en büyük etnik grup haline geleceğini” yazarak Çin korkusunu kışkırtıyor. (Segodnya, 6 Temmuz 1999.)
Rusya’nın bugünkü nispi zayıflığı nedeniyle, ikili ilişkilerin “ipinin” Çin’e geçme olasılığı da rahatsız edici. Azizyan’ın belirttiği gibi, Rusya, son birkaç yılda Çin’e tek bir ticari uçak satamazken, Washington, sadece Ekim 1997’de Pekin’e 3 milyar dolar tutarında 50 adet Boeing uçak satmayı garantiledi. Rus firmaları. Çin’in ünlü “Üç Boğaz” barajı projesinden de dışlandılar. Sibirya gaz boru hattı projesi ise, hem mali nedenlerden ama hem de rota sorunları nedeniyle ertelendi. Rusya, bu hattın Moğolistan üzerinden geçmesini isterken Çin, araya üçüncü bir ülkenin girmesine kesin olarak karşı çıkıyor.
Görüldüğü gibi bu ilişki, henüz, ABD-Japonya ittifakına rakip olmaktan çok uzak. Bu nedenle, Rusya’nın, Çin’e “alternatif dengeler” araması şaşmamalı. Asya-Pasifik söz konusu olduğunda, Çin dışındaki tek hatırı sayılır gücün Japonya olması nedeniyle, bu arayış, doğrudan “ABD’nin tekerine çomak sokmak” anlamına geliyor. Ancak sadece bu da değil. Boguratov, Çin’i dengelemek amacıyla, Moskova’nın şu adımları atmasını öneriyor:
1. Rus-Japon ilişkilerinin normalleştirilmesi önündeki engellerin kaldırılması
2. Rusya ile Çin’in yabancılaşması durumunda, Rusya’ya koalisyon desteği sağlayacak, esnek ve çok taraflı güvenlik düzenlemelerinin ortaya çıkarılması
3. Vietnam ve diğer ASEAN ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi
4. Güney ve Kuzey Kore arasında, Rusya dışı bir birleşmenin önlenmesi için, Kuzey Kore’deki Rus etkisinin yeniden tesisi. Güney Kore ile ilişkilerin zorlanması ve böylece, muhtemel bir Birleşik Kore’nin, Rusya’ya “en az Çin kadar” dostluk duymasının sağlanması.
5. Tayvan Boğazı’nda statükoyu destekleyerek Çin ile açıktan karşı karşıya gelinmekten kaçınılması, ancak aynı zamanda, Çin’in Tayvan’ı izole edip zayıflatma çabasına destek verilmemesi. (Aleksey Boguratov, age. sf, 294–295.)
Rusya’nın Asya-Pasifik bölgesinde attığı yeni adımlar, örneğin Vladimir Putin’in Vietnam ve Kore’yi de kapsayan son gezisi, bu önerilerin Rus diplomasisinde yankı bulduğunu gösteriyor.

JAPONYA İLE İLİŞKİLER
Rusya ile Japonya arasındaki buzların soğumaya başlaması, “reel-politik”in dayatmaları karşısında, tarihsel anlaşmazlıkların önemini giderek yitirmesi ile açıklanabilir. Ve iki ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük dayatma, Çin’dir. Japonya, “Çin’in toprak istekleri, kuvvet kullanma eğilimi ve ciddi bir konvansiyonel tehdit olarak ortaya çıkma potansiyelinden” kaygı duymaktadır.*(Kyodo, 24 Ekim 1997.)
Doğrudan Devlet Başkanı’na bağlı olarak çalışan Rusya Dış İlişkiler-Savunma Politikası Konseyi de, 1997’de hazırladığı yeni politika teklifinde, paralel kaygıları dile getiriyor. Belgeye göre Japonya bir askeri tehdit değilken, Çin, orta vadede ciddi bir güvenlik çatışması yaratma potansiyeline sahiptir. Sonuç olarak Asya-Pasifik bölgesinde, bu potansiyele karşı Japonya, Güney Kore ve hatta ABD ile ilişkiler güçlendirilmelidir.(Tokyo Foresight, Ağustos 1997.) Duma Savunma Komitesi’nden Aleksey Arbatov’un ifadesiyle, “Çin’in lehine olan mevcut durum”, Moskova’yı, Pekin’e tek taraflı bağlılığa itebilir. Oysa
Japonya ile Kuril Adaları’nın kime ait olduğu sorununun çözülmesi, Rus yönetimine avantajlı bir siyasi konum ve Batı Pasifik’te daha büyük manevra serbestisi sağlayacaktır. (Aleksey Arbatov, Rusya’nın Dış Politika Alternatifleri, International Security, 18:2, Sonbahar 1993, sf. 36-37.)
Ne Moskova, ne de Tokyo, bir “Çin tehdidini açıktan ifade etmemektedir, ancak özellikle Moskova, Asya bölgesinde görülen IMF güdümlü ekonomik yıkımın, bölge ülkelerini Çin’in insafına bırakacağından endişelenmektedir. Izvestiya’da ifade edildiği gibi, “Çin’in giderek gelişen ekonomik ve siyasi emellerine karşı, Japonya’yı kazanmak için küçük adaları feda etmek, kötünün iyisi olacaktır.” (Izvestiya, 4 Kasım 1997.)
İki ülkenin Çin’e karşı alternatif bir güç odağı oluşturma girişimleri 1996’da başladı. Moskova’ya atanan yeni Japon Büyükelçisi Minoru Tamba, Kuril Adaları sorununda “eski şahinlerden” olmasına rağmen, artık “sorunun daha geniş bir jeopolitik kapsamda ele alınmasını” istiyordu. Tamba’ya göre, “Japon-Rus-ABD-Çin dörtlüsünde en zayıf halka, Rus-Japon halkasıydı ve bu, iki ülkenin çıkarları için de zararlıydı”. Büyükelçi, Rusya’nın NATO ve köktendinci akımlar karşısında yaşadığı güçlükler düşünüldüğünde, geleceğinin, Japonya’nın yardıma hazır olduğu Pasifik’te yattığını, ama bu yardımın da belli koşullara (Kuril Adaları) bağlı olduğunu belirtiyordu. (Izvestiya, 16 Aralık 1999.)
Rusya ve Japonya, Nisan 1996’da, üst düzey savunma yetkilileri arasında yapılan ilk ve tarihi zirvede, önemli kararlar aldılar. İmzalanan anlaşmaya göre Tokyo ve Moskova, büyük askeri tatbikat planlarından birbirlerini haberdar edecek, gemilerinin karşılıklı limanları ziyaretine izin verecek, askeri yetkililer arasında da diyalog başlatacaklardı. (Kyodo, 29 Nisan 1996.) Ağustos 1998’de, iki ülke ilk kez Japon Denizi’nde ortak bir tatbikat gerçekleştirdiler. Bir yıl sonra ise, iki ülkenin savunma örgütleri arasında işbirliğini artıran bir belge imzalandı.
Ekonomik alandaki ilişkiler de, çeşitli anlaşmalarla giderek gelişti ve Rusya, giderek, Japonya’yı “alternatif kreditör” olarak görmeye başladı. Japonya, Ağustos 1998 krizinin ardından IMF gibi ağır şartlar getirmeden Rusya’ya “mali yardım” yapan tek ülke oldu. Nihayet, yıllar süren karşıtlıktan sonra Japonya, Rusya’nın APEC’e ve G-7’ye alınmasına onay verdi.
Öte yandan, iki ülkenin Rusya-Çin benzeri bir ilişki kurmasının önündeki en önemli engel olan Kuril Adaları sorunu, henüz çözülmekten çok uzak. Rusya’nın elinde olan bu dört ada, önemli birer ekonomik kaynak niteliğinde. Rusya, toplam yıllık deniz ürününün üçte birini bu bölgeden elde ediyor. Adalar civarındaki mineral kaynaklarının ise, 50 milyar dolara yakın değeri olduğu hesaplanıyor. Bazı Rus kaynaklara göre, Güney Kuriller’de büyük petrol ve doğalgaz rezervleri bulunuyor. (Izvestiya, 6 Mart 1998.)
Ancak Kuril Adaları, Rusya için stratejik açıdan da önem taşıyor. Iturup ve Kunashir adaları arasındaki derin sular ve boğaz, Rus nükleer denizaltılarının rotalarından biri. Bu boğazın kaybolması, denizaltıların ya Japon Denizi’nden, ya da donma tehlikesi olan sığ sulardan geçmek zorunda kalmasıyla sonuçlanacak. Okhotsk Denizi’ndeki nükleer denizaltı üssü de, kaybedilecek. Oysa Rusya, ilk nükleer silah kullanan devlet olmasına olanak tanıyan yeni “askeri doktrini”nde, nükleer denizaltılara özel bir önem veriyor. Bütün bu nedenlerden ötürü, sorunun çözümü hiç de kolay değil.
1956’da, SSCB’nin iki adayı Japonya’ya vermek yoluyla meseleyi kökünden halletme girişimi, ABD’nin Japonya üzerinde kurduğu baskı nedeniyle sonuçsuz kalmıştı. Japonya’nın Rusya’ya yakınlaşmasını önlemek amacını taşıyan bu baskının devam etmesi de, barışın önündeki önemli bir engel olarak duruyor.

KORE SORUNU ve ASEAN
“Soğuk savaş”ın ideolojik karşıtlıklarından kurtulmanın, sadece ABD için değil, Rusya ve diğer rakip emperyalistler için de yeni fırsatlar doğurduğundan bahsetmiştik. Rusya’nın Asya politikası açısından bu fırsatlara en güncel örnek, Kore sorunu. SSCB’nin dağılmasından bu yana; Rusya, ABD, Çin ve Japonya, Kore Yarımadası’nın statüsü sorununda giderek daha sık ve tehlikeli bir biçimde karşı karşıya geliyorlar.
Moskova’nın mevcut Kore politikası, üç temele dayanmakta:
1. Rusya, Kore Yarımadası’na komşu bir ülkedir.
2. Kore Yarımadası’nda bir çatışma, Rusya’nın çıkarlarını tehdit edecektir.
3. Rusya, hem Kuzey ve hem de Güney Kore ile iyi ilişkiler kurmak istemektedir. (Rusya’nın Kuzey Kore Büyükelçisi G. Kunadze ile söyleşi, FBIS-EAS-96-083, 25 Nisan 1996.)
Bu temelde, Moskova’nın Kore politikasında iki yönelim değişikliği yaşandı. Bunlardan ilki, 1990’ların başında, Yeltsinci dönemin “Güney Kore’ye önem veren” yönelimi idi. Putin dönemine denk düşen ikinci değişiklik ise, bu “tarihsel sapmayı” düzeltti. Yeni dönemde Moskova, “hem Güney, hem de Kuzey Kore ile dengeli ilişkiler gütme” politikasını benimsedi. Bu politikanın, Rusya’nın yarımadadaki etkisini artırmasına hizmet edeceği biliniyor. Çünkü Rusya, diğer “ilgili” devletlerde olmayan kimi özelliklere sahip. Çin kadar yayılmacı bir politika gütmüyor, Japonya gibi “kötü anıları” canlandırmıyor ve ABD gibi nefret uyandırmıyor.
Bu özellikler sayesinde hem Kuzey, hem de Güney Kore, Rusya’ya “Çin’i ve Japonya’yı dengeleyici” bir oyuncu olarak bakıyorlar. Ne de olsa ABD, günümüze kadar, bu iki Asya gücüne karşı adeta bir “filler” politikası izlemiş, yerel kuvvetleri hesaba katma gereği duymadığı için de sık sık Koreler’i “dükkândaki porselen” konumuna düşürmüştür.
Putin’in Kore Yarımadası gezisiyle sergilediği bu alternatif tutumun temelinde yatan hedefin “yakalanabilir” olduğunu söylemek ise kolay değil. Rusya, henüz hazır olmadığı halde; ne Kuzeyi, ne de Güney’i “kızdırmadan” yarımadanın birliğine hizmet edecek bir tutum izlemek zorunda.
Böylesi hassas bir siyasetin başarı sağlaması durumunda ise, Rusya, bölgede güttüğü en önemli hedefe ulaşma yolunda dev bir adım atacak. Çünkü iki Kore’nin birleşmesi, Uzak Asya’da konuşlanmış Amerikan işgal kuvvetlerinin elinde kalan tek gerekçeyi de ortadan kaldırmış olacak. Geçtiğimiz yıl içinde, ABD’li stratejistlerin “Kore barışı olsun ya da olmasın, bölgedeki Amerikan kuvvetleri geri çekilemez” diyerek karşı saldırıya geçmeleri, barış olasılığının ABD’yi ne kadar rahatsız ettiğini göstermeye yetiyor.
Asya’nın “anahtarı” olan ASEAN ülkeleri ise Rusya arasındaki ilişkiler de, benzer bir çizgide ilerliyor. “Soğuk Savaş” döneminde Güneydoğu Asya, iki kampa ayrılmıştı: Batı yanlısı ASEAN ve “komünist” Çinhindi. Bu bölünme nedeniyle Asya’da eli kolu bağlanan Rus emperyalizmi, bugün bu “ideolojik sınırdan kurtulmuş bulunuyor. Sonuç olarak Putin Rusya’sı, “eski müttefik” Vietnam ve Hindistan’ın yanı sıra Kamboçya, Malezya, Endonezya ve Pakistan gibi devletlerle de yeni ilişkiler kurmaya girişiyor. Bölgede yeni askeri üsler kurma ve eskilerini yenilemeye kadar uzanan bu yeni ilişkiler sayesinde Rusya, tıpkı ABD gibi, elindeki politik kozları çeşitlendirme fırsatı yakalıyor.

SONUÇ
Rusya ekseninde özetlemeye çalıştığımız yeni stratejik dengeler, Doğulu ve Batılı emperyalistlerin çıkarlarının, kaçınılmaz bir biçimde çatışma yolunda olduğunu gösteriyor. Ancak sadece bu da değil. 1960’lar sonrası Sovyetler Birliği, Çin ve onlar etrafında örülen blokların sosyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmaması bir tarafa bırakılırsa, devletlerarası ideolojik karşıtlıkların tamamen silindiği bir dünya, çatışma ve karşıtlıkların azaldığı değil, çoğaldığı bir dünyadır. ABD, Rusya ve diğer emperyalistler, bu dünyada, yirmi-otuz yıl öncesinden çok daha “serbest” hareket edebilmekte, çıkarları uğruna çok daha gözü kara davranmakta ve milyarları savaşa, açlığa ve yoksulluğa sürüklemekte tereddüt bile etmemektedirler.
Rusya, Çin ve/veya Avrupalı emperyalistlerin ABD hegemonyasına alternatif bir hegemonya kurma çabaları, onlara “ilerici” ya da “antiemperyalist” bir nitelik vermez. Bu güçlerin hedefi, şu ya da bu bölgede, kendi gerici hegemonyalarını kurmak ve kendi gerici çıkar ve amaçlan uğruna dünya halkları üzerindeki baskı ve sömürüyü kat be kat artırmaktır. ABD bu amaçlar önünde engel teşkil ettiği için hedef alınmaktadır; “emperyalist” ya da “baskıcı” olduğu için değil.
Emperyalistler arasındaki ilişki ve karşıtlıkların şiddetlenmesi, yeni bloklaşmaların ortaya çıkması, elbette ki işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından bazı fırsatlar yaratabilir, sosyalizm ve bağımsızlık mücadelesine yeni manevra olanakları sağlayabilir. Ancak şu ya da bu ülkede işçi sınıfı ve onun partisi, sırf bir ya da birkaç emperyalist, başka bir emperyalistin egemenliği önünde engel oluyor diye onu destekleyemez. İşçi sınıfının kendi iktidarını, sosyalizmi kurma hedefini bu ucuz politikalara endekslemek, bu temel hedefi bulandırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Tarih göstermektedir ki; ilerici politika adına şu ya da bu “alternatif emperyaliste” yaslanan veya emperyalistler arasındaki çelişkilerin önemini abartarak halkına felaket getiren “iyi niyetli” politikacıların sonu hiç de parlak değil.

Mart-Nisan 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑