Yüzölçümü ile kıyaslandığında, üzerinde dönen politika yoğunluğu bakımından dünyada bir eşi daha bulunmayan Kıbrıs, son dönemde yeniden Türkiye gündeminin ön sıralarına oturdu. Hükümet değiştirildi. Kuzey Kıbrıs konusunda şahin politikaların baş savunucularından Başbakan Bülent Ecevit, kontrollü çok partili yapıya bile tahammül edemeyerek ve “kurtardığı” Kıbrıs Türkü’nün ne düşündüğünü bile hiç umursamayan bildik tavrıyla “KKTC” için başkanlık sistemi önerdi. MGK’nın son toplantısının ardından yayınlanan bildirgede, “Kıbrıs’ta entegrasyona gideriz” mesajı sert bir üslûpla yinelendi. Ankara yine, 1983’ten bu yana tüm dünyaya bağımsız bir devlet olduğunu kabul ettirmeye çalıştığı KKTC’nin kaderini belirleyecek konularda tek yetkili ağız olarak Yunanistan’a, Kıbrıslı Rumlara ve dünyaya mesajlar gönderdi. Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Türkler yine kendi sahalarında, kendi adlarına başkalarının oynadığı bir maçın tarafları olmaya zorlanan insanlar konumuna itildiler.
DIŞARIDAN YÖNETİLEN ADA
“Çözümsüzlük” dengeleri üzerine oturan Kıbrıs siyasetinde, veriler olgunlaşmadan kesinleme yapmak çok erken, yanıltıcı sonuçlar verebilir. Ancak, Ankara’nın yıllardır güttüğü çözümsüzlükten başka bir şey üretmeyen politikalarının, onu artık tamamen yalnızlaştırdığı ve giderek derinleşen bir bataklığa sürüklemeye başladığı söylenebilir. Bu da, Kıbrıs’taki dengeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmek isteyen diğer gerici ve emperyalist güçlerin imkânlarını genişletmektedir.
Kuzey Kıbrıs’ta bugün gelinen nokta, geçmişten bugüne biriken “çözümsüzlüklerin” bir devamıdır.
Önce Osmanlı daha sonra da İngiliz emperyalizmi egemenliği altında yaşamış olan Kıbrıs, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni emperyalist dengelerin, yükselen yeni emperyalist güçlerin de çekim merkezi olmuştur. Ada’nın stratejik konumu, Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Balkanlar’da nüfuz kurmak isteyen emperyalistler için onu, mutlaka kendi kontrollerinde tutulması gereken bir “stratejik uçak” gemisi konumuna getirmiştir.
İngilizler, 2. Dünya Savaşı sırasında Kıbrıs’ı bir pazarlık nesnesi olarak kullanmış ve Yunanistan’ı Almanya’ya karşı yanlarında savaşa çekebilmek için, Kıbrıs’ı Yunanistan’a vermeyi teklif etmiştir.
2. Dünya Savaşı’nın sonrasında ise yeni dönemin emperyalist gücü olan ABD, Kıbrıs’ta pozisyon bulacak manevralara girişti. Yunanistan’daki iç savaş sırasında komünistlere karşı Yunan burjuvazisine destek veren ABD, Kıbrıs’ı “İngiliz sömürgeciliğinden kurtararak” Yunanistan’la birleştirmek isteyen EOKA’yı da destekledi. Bugün de dünyanın çeşitli bölgelerinde kendi egemenliğini tesis etmek için “insani müdahale”, “barışın tesisi” gibi demagojilere sıkça başvuran ABD, o dönemde EOKA’nın ENOSİS emellerini, ileri ve insani talepler gibi gösterip kullandı. Kıbrıs’taki milli sorun, ABD için o günden bu yana, üzerinde oynanacak, çomak sokulacak, kaşınacak bir hegemonya olanağı olarak değerlendirildi.
EOKA’nın Ada’da giriştiği eylemlere karşı Türk egemenlerince Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. Ada’nın Yunanistan’a verilmemesi, Türkiye ile Yunanistan arasında “Taksim” edilmesi mücadelesi yürüten bu kontra tarzı oluşum da, Türk egemenlerinin adadaki pozisyonunu güçlendirmek, bulunduğu bölgedeki “azılı düşmanı” olarak gördüğü Yunanistan’a karşı mevzi kazanma mücadelesinin bir aracıydı.
1960’ta taraflar arasında imzalanan Londra Antlaşması ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’yi garantör olarak kabul ediyordu. Ancak, Türkiye ve Yunanistan’ın garantör ülke ilan edilmesi ve bunun bir sonucu olarak askeri güçlerinin adaya yerleştirilmesi, taraflar arasındaki gerilimin çözümünü değil, çözümsüzlüğün yeni dengelerle devamını getiriyordu. Çünkü bu, taraflar arasında “güvensizliğin” silahlı teyidi idi ve Ada’da üsleri bulunan İngiliz emperyalizmi yine “denetleyen” hâkim pozisyonunu sürdürüyordu. Bu antlaşma, Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan Türklerin Kıbrıs’ın kuzeyine, kuzeyde yaşayan Rumların da güneye göç etmeye zorlanmasını öngörüyordu.
Bu güvensizlik ortamı, 1960–74 arasının, Kıbrıs’ın iki kesiminden emekçiler açısından, bir katliam dönemi olmasını getirdi.
1974’te Yunanistan’da egemen olan faşist Albaylar Cuntası’nın Kıbrıs’a müdahalesi üzerine, Türkiye garantör bir devlet olarak Kıbrıs’a müdahale etti. Ecevit’in başbakanlığı döneminde gerçekleştirilen bu müdahalenin amacı, “Kıbrıs’ın bağımsızlığı ile toprak bütünlüğünü korumak ve bozulan Anayasal düzeni yeniden kurmak” olarak ilan edildi. Bu harekâtla Kıbrıs’a yerleştirilen 40 bin dolayındaki Türk askerinin o günden sonra bir daha adayı terk etmemesi, uluslararası hukuka göre bir işgal durumu olarak tanımlandı. Ancak buna rağmen, Türkiye’nin “Misakı Milli sınırları” dışındaki askeri varlığı bugüne kadar sürdü.
Türkiye’de siyasal iktidarlar ve devlet bürokrasisi için bu harekât çoğu zaman iç politikada yaşanan tıkanıklıkları aşmak amacıyla kullanılmıştır. “Dış düşman”a karşı mücadele etrafında birleşme taktiği açısından Kıbrıs sorunu sık sık gündeme getirilmiştir. Türkiye egemenlerinin yanı sıra Yunanistan egemenleri de aynı yönteme sıkça başvurmuşlar ve halen başvurmaktadırlar.
ABD’nin ileri karakolu görevi üstlenilmiş de olsa, bölgesel olarak iddia sahibi bir ülke olarak kalabilmek, hem içte hem de dışta “güçlü devlet” imajına sahip olabilmek açısından Türkiye yönetenleri Kıbrıs’a özel bir önem vermişlerdir. Büyük bir imparatorluğu yitirmiş ve şu andaki konumu için de kanlı bir kurtuluş savaşı vermek durumunda kalmış olan Türk devletinin, Cumhuriyet kurulduktan sonraki tek seferinin Kıbrıs olması da ona, tarihsel bir anlam yüklemektedir.
KUZEY KIBRIS’TA PARTİ KURMAK İÇİN ANKARA VİZESİ ARANIYOR
Ancak Türkiye egemenleri 1974’den bugüne kadar uyguladıkları politikalar sonucu bugün yalnızlaşan, tıkanan bir noktaya gelmişlerdir. Bunun uluslararası nedenleri olmakla birlikte, Türkiye yönetenlerinin kendi izlediği politikaların da bunda önemli bir rolü olmuştur. Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ta kurulan her hükümete, yapılan her seçimde icazet alınacak merkez olarak kendisini dayatmıştır. Öyle ki Türkiye Kıbrıs’ı sadece EOKA’dan “kurtarmamış”, kendisinden farklı düşünen Kıbrıs Türkü’nden de kurtarmıştır. ABD ve AB gibi, Kıbrıs sorununda kendisini müdahil gören emperyalist odakların, “Çözümsüzlüğü Denktaş dayatıyor. Ankara Denktaş’ı ikna etmeli. Bizim Kuzey Kıbrıs’ta görüştüğümüz sivil toplum örgütleri çözüm istediklerini belirtiyorlar” tezini son dönemlerde sıkça dile getirmeleri bu nedenledir. Türkiye yönetenlerinin savunduğu “kurtarma” politikasının, Kıbrıs’ın onlardan “kurtarılması” gibi bir açmaza doğru sürüklendiği görülmektedir.
Kıbrıs tarihi, Türkiye yönetenlerinin Kuzey Kıbrıs’ı kendi vilayeti gibi gördüğünü kanıtlayan örneklerle doludur. Örneğin Kıbrıs’ta “muhalif” bir çıkış olarak Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’nin kuruluş çalışmaları sırasında Ankara’nın icazeti aranmıştır. Dönemin TC Büyükelçisi Ercüment Yavuzalp, anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır: “Avukat Mithat Berberoğlu beni görmek istedi, 5 Mayıs günü kendisini kabul ettim. Özker Yaşın’la birlikte CTP adında bir siyasi parti kurmayı öngördüklerini, partinin program ve tüzüğünü hazırladıklarını, bunları Ankara’ya gönderilmek üzere bana tevdi edeceklerini, yeşil ışık alır almaz parti kurduklarını ilan edip, tüzük ve programlarını topluma açıklayacaklarını, bunu da 19 Mayıs’ta yapmayı düşündüklerini söyledi. Müracaatım söylemekle yetindim.” (Aktaran Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim’in İflası, sayfa 140)
Görüldüğünü gibi, Kıbrıs’ta bir siyasi partinin kurulması için onay Kıbrıslı Türklerin kendi yönetimleri ve kurumlarınca değil, Ankara’dan veriliyor.
ANKARA’NIN DİKİŞ TUTMAYAN ÇEŞİTLEMELERİ: “KKTC”, FEDERASYON, KONFEDERASYON
1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kurulması da bu çözümsüzlük siyasetinin kendine yeni manevralarla çıkış arama çabasından öte bir anlam taşımamıştır. Aradan geçen 18 yıl içinde KKTC’yi isim babası Türkiye dışında tanıyan hiçbir ülke çıkmamıştır. 12 Eylül darbesi sonrasında cunta lideri Evren, “kardeşim” dediği Pakistan’da dönemin cunta başı olan Ziya Ül-Hak’ın KKTC’yi tanıması için çaba sarf etmiş ancak başaramamıştı. Ankara son dönemlerde de Azerbaycan’dan KKTC’yi tanımasını istiyor, ancak bunu da başaramıyor.
Ankara uluslararası arenada bu konuda yaşadığı tıkanıklığı, KKTC’ye yansıtmış, Ada’daki pozisyonunu sağlama almak için çok sayıda Türkiyeli Türk’ü Ada’ya göç ettirmiştir. 200 bin dolayında nüfusa sahip olduğu belirtilen Kuzey Kıbrıs’ta, Kıbrıs Türkü’nün oranı sadece 60 bin civarındadır. Türkiye egemenlerinin uyguladığı kolonileştirme tarzı yönetim anlayışı 30 bin dolayında Kıbrıs Türkü ailenin Kıbrıs’tan göç etmesine neden olmuştur. 30 bin aileden 25 bin kadarı İngiltere, ağırlıklı olarak da Londra’ya göç ederken, 3 bin dolayında aile Avustralya’ya, bin dolayında aile de Kanada’ya göç etmiştir. Türkiye’ye göç edenlerin sayısı ise sadece bin aile kadardır.
Bu, yuvarlak bir rakamla yüz bin kişi, yani Kıbrıs’ın şu anki nüfusunun yarısına denk gelen bir göç oranı, Kıbrıs’ın artık Kıbrıs Türklerinden de “kurtarılmaya” başlandığını göstermektedir.
Kuzey Kıbrıs’ın ekonomisi ise, Ankara’nın “yardım”ına bağımlı, üretimden koparılmış bir yapıya sahiptir. Kıbrıs’ta AB’ci bir çözümü benimseyen TÜSİAD ve TÜSİAD üyelerinin elinde bulundurduğu medya organlarında, Kıbrıs’ın Türkiye’yi zayıflatan ve zarar eden bir KİT’e benzetildiğine sıkça tanık olunur. Örneğin Türkiye’nin yardım olarak gönderdiği 7 trilyon lirayı da batırıp “Güney”e kaçan Rauf Denktaş’ın dünürü Salih Boyacı, TÜSİAD üyesi olan kendi sahibi de benzer bir suçlama ile cezaevine konulan Sabah gazetesinde “Hortum Dünür” başlığı ile manşet olmuştur. (26 Ekim 2000)
Ancak Kıbrıs’ta “ver kurtul” politikasına gelen bu çevrelerin hiçbiri, Kuzey Kıbrıs’ın bir kara-para aklama merkezi, kumarhane ve uyuşturucu hattı durumuna getirildiğine değinmiyorlar. Türk Kontrasının ilk egzersiz yerlerinden biri olarak kullanılan Kuzey Kıbrıs, Çatlı’ya kadar uzanan Susurluk’un birçok kilit ismini de ağırlamıştır.
Bugün Kuzey Kıbrıs’taki kitle örgütü ve sendikaların oluşturduğu “Bu Memleket Bizim” platformunun oluşumu tüm bu politikalara bir tepkinin sonucu olarak şekillenmiştir. Mudilerin KKTC Meclisini basması karşısında OHAL tehdidinde bulunan Denktaş, kendisine karşı “Bu Memleket Bizim” diye bağıranların giderek kitleselleşmesinden ve bunun kendisini uluslararası arenada da sıkıntıya sokmasından duyduğu kaygı nedeniyle “Ulusal Halk Hareketi” adında karşı bir oluşumu devreye sokmuştur. TMT’nin legal versiyonu olan bu oluşumun başında Cumhurbaşkanı Denktaş’ın danışmanlığını yapan Taner Etkin’in bulunması da bunun açık bir kanıtıdır. Kıbrıs’ta uygulanan Ankara politikalarına ve Denktaş’a muhalefet eden Avrupa gazetesinin matbaasının bombalanması, sendikaların basılması da aynı sürecin eş zamanlı gelişmelerinden biridir. Kuzey Kıbrıs’ta UBP-TKP ortaklığına dayalı hükümetin dağılması, dağılan hükümette başbakan yardımcılığı görevinde bulunan Mustafa Akıncı’nın da dile getirdiği gibi Ankara’nın müdahalesi ile gerçekleşmiş bir gelişmedir.
ŞİMDİ DE ÇEKOSLOVAKYA MODELİ
Kuzey Kıbrıs’ta siyasetin Denktaş, Ecevit, MGK eksenli olarak şekillendirilmesi için yeni kamplaşma ve provokasyonların devrede tutulacağı anlaşılmaktadır. Başbakan Bülent Ecevit’in “Türkiye’nin bir ili, hatta ilçesi kadar olan KKTC’de bu kadar parti çok, KKTC için en iyisi Başkanlık sistemidir” görüşünü dile getirmesi, yeni dönem siyaseti bakımından işaret verici gelişmelerden birisidir. “Kıbrıs fatihi” Ecevit, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir ilçesi kadar olduğunu yeni öğreniyor olmadığına göre, bu geçmiş yönetim biçimlerinin iflasının teyidinden başka bir anlama gelmemektedir. Ecevit’in temsil ettiği çizgi, artık bir “çadır tiyatrosu” biçiminde bile olsa, bir demokrasi oyununun, Kuzey Kıbrıs’ta kendi politikalarını tartışılır hale getirebildiği görmüştür. Bu, dışta dikiş tutmayan Kıbrıs politikasının içeride de dökülmeye başladığını göstermektedir. Bu nedenle yeni dönemde Ecevit çizgisinin Kuzey Kıbrıs politikasında, Kuzey Kıbrıs’taki muhalif seslerin temsilinden arındırılmış bir yönetim anlayışına doğru gidilmektedir.
Ecevit’in bu açıklamasından sonra yapılan MGK toplantısında Rum Kesimi’ni sert bir dille suçlayan mesajlar verilmesi ve entegrasyon tezinin yinelenmesi Türkiye yönetenlerinin Kıbrıs politikasının sertleşerek sürdüğünün göstergeleridir. MGK’nın Denktaş’ın Kıbrıs görüşmelerine devam etmesi kararını alması ise, Türk tarafının çözümsüzlüğün ana tarafı olduğu görüntüsünü bertaraf etmek için benimsenen bir politikadır. Aynı zamanda emperyalistlere tepeden tırnağa muhtaç ve her türden emperyalist dayatmaya açık hale gelinen koşullarda, ABD ve Avrupa Birliği’nden kaynaklanan baskılar karşısında bir gerileme anlamına da gelmektedir.
Ecevit’in aynı açıklamasında Kıbrıs sorununun “çözümü” bakımından önerdiği, “Çekoslovakya gibi iki toplum, iki ayrı devlet kurabilir” tezi de, Ecevit’in temsil ettiği çizginin Kıbrıs’ta içine düştüğü bataklığın giderek derinleştiğini göstermektedir. Federasyondan konfederasyona dönen, şimdi de Çekoslovakya modelinden söz eden Ecevit’in temsil ettiği çizgi; sanki ülkenin kuşatılmamış, hatta satılmamış bir yanı kalmış gibi “bir de güneyden kuşatılmaya razı olmamak” türünden yeni saçma gerekçelerle güçlendirilmeye çalışılarak savunulan ’74 öncesine dönmeme, Ada’daki pozisyonunu yitirmeme kaygısını yansıtmaktadır.
RUM KESİMİ’NİN AB ÜYELİĞİ-AGSP VE ANKARA’NIN ENDİŞELERİ
Kıbrıs Rum kesimi açısından AB üyeliğinin ete kemiğe bürünmüş olması ve iki yıl kadar sonra AB’ye girebileceğinden söz edilmesi, Ankara’yı sıkıştıran faktörlerin başında gelmektedir.
Ankara’da durarak, Kuzey Kıbrıs’a şahin politikası biçenler, Rum Kesimi’nin AB’ye girmesi halinde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) ordusunu Kıbrıs’a davet edebileceği, bunun Türkiye’nin konumunu daha da zora sokacağını düşünmektedirler. Bu politikaların savunucularından biri olan Mehmet Ali Kışlalı bunu çok açık bir ifade ile şu sözlerle dile getirmiştir: “KKTC toprakları için dava kazanan, tazminat isteyen AB üyesi Güney Rumları neden AGSK -yeni adıyla AGSP- ordusunu Kıbrıs’a davet etmesin? Kimse ‘suret-i hak’tan görünüp… ‘olmaz… olmaz’ demesin. Neyse ki sorunun boyutlarının hem
Dışişleri Bakanlığı, hem de ülkenin savunmasından sorumlu Genelkurmay farkında.” (Radikal, 25 Mayıs 2001)
AB’nin NATO’ya karşı kendi ordusunu kurmak için oluşturma aşamasında bulunduğu AGSP ile ilgili tartışmalar da, Kıbrıs sorununun bağlandığı gelişmelerden birisidir. Ankara’nın, AB üyesi olmadığı için karar sürecine kabul edilmediği ve bu nedenle de dışında kaldığı AGSP’nin Kıbrıs’ta yeni dengelere dâhil olması Yunanistan’ın elini güçlendirirken Ankara’yı zora sokmaktadır. Bu da, ABD’nin Denktaş’ı görüşmelere katılmaya ve anlaşmaya zorlar, Kıbrıs’ta kendisine yer edinmesini sağlayacak bir “barışçıl” çözümü ve buna bağlı olarak Kıbrıs’ın AB üyeliğini desteklerken Ankara’ya daha anlayışlı davranır görünerek, hem Kıbrıs hem de diğer birçok temel alanda Türkiye üzerindeki vesayetini daha da güçlendirmesi ve yeni tavizler koparmasının aracı olabilecektir.
Dünya Bankası’nın başından gönderilen Kemal Derviş’e ekonomisinin rotasını teslim etmiş olan Ankara’nın, ABD’nin ipini tuttuğu IMF-DB gibi emperyalist kurumların kapısında dilenir konuma düşürüldüğü bir dönemde, ABD’nin Kıbrıs’ta da kendi desteğine mahkûm olan bir Türkiye üzerinde kazandığı pozisyonu siz düşünün. Bu gelişmeler 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dengelerde birçok stratejik bölge gibi Kıbrıs’a da göz diken, Kıbrıs sorununun “çözümü” için özel temsilci atayan ABD’nin manevra imkânını genişletmektedir. Birkaç yıl öncesine kadar Kıbrıs Rum Kesimi’ne füze satmak gerekçesiyle Kıbrıs sorununa kendisini dâhil etme egzersizleri yapan Rusya’nın bugün daha çok kendi “arka bahçesiyle” ve becerebildiği oranda da Ortadoğu ve Balkanlar’a uzanmaya çalışmakla yetinmesi de ABD için daha elverişli bir zemin oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorunu ile ilgili önümüzdeki dönemdeki gelişmeler, Ada üzerinde hegemonya mücadelesi veren Atina ve Ankara ile birlikte, asıl olarak AB ve ABD’nin taktik savaşına sahne olacaktır. Başta Almanya olmak üzere AB, “AB üyeliği” yoluyla, Türkiye’yi (ve Denktaş’ı) gerileterek Kıbrıs’ın bütününü ya da bu noktaya gelebilmek üzere kısa vadede yalnızca Güneyi egemenlik alanı haline getirmeye çalışırken; ABD, her geçen gün daha çok sözünden çıkamaz hale getirdiği Türkiye’ye (ve Denktaş’a) AB karşısında ve AGSP dolayısıyla içine düşülen sıkıntılı durumdan çıkış reçetesi olarak kendisinin de “garantörlüğü”nü üstleneceği “bir miktar” gerilemeyi dayatarak, sağlayacağı bu “Türk gerilemesi”nin vazgeçilmez baş aktörü olarak Yunanistan’ı da Kıbrıs’taki kendi pozisyonuna razı edeceği kendi egemenlik emellerini gerçekleştirme peşindedir. Planının başarıyla gelişmesi durumunda, ABD’nin, politik olarak Kıbrıs’taki konumunu güçlendirirken, yeni garantörlerden olarak, örneğin uluslararası sorunlara yaklaşımda ciddi bir yakınlığa sahip olduğu İngiltere’nin adadaki üslerinin bir kısmında kendisine bir üs kapması şaşırtıcı olmayacaktır. Ecevit-Denktaş çizgisinin bu taktik savaşındaki kozları ise, öncesine göre daha da zayıflamıştır. (Nitekim Avrupa insan Hakları Mahkemesi’nin 10 Mayıs’ta Kuzey Kıbrıs adına ve Türkiye aleyhine aldığı karar, bu zayıflamanın bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Karar bu siyasi sonucun yanı sıra, Denktaş yönetimi için uzun vadeli bir “emsal gösterme” tehdidini de içeriyor. Kıbrıs konusunda benzer davalar da yine AİHM’in gündeminde. Türkiye’nin emperyalizme işbirlikçilik sınırlarına sıkıştırarak gerçekleştirme peşinde olduğu kendi bölgesel emperyal çıkarları adına, ABD dayatmaları karşısında, “bölgedeki önemi”, “jeostratejik vazgeçilmezliği” gibi nedenler üzerinden temellendirmeye çalıştığı kendi görüş ve pozisyonlarında direnme imkânlarının ise, hele son krizin ardından hemen hiç kalmadığı, artık kimsenin gerekçelendirme zahmetine bile katlanmadığı net bir veri düzeyine yükselmiştir.)
Bu durum, siyasi kaosun dışında ekonomik bir kaosun da egemen hale geldiği Kuzey Kıbrıs’ta, provokasyonların büyümesine elverişli bir zeminin de habercisidir. Denktaş’ın dünürünün, Türkiye’den toplanan vergilerle yapılan yardımı hortumladığı Kıbrıs ekonomisi, ticaret-siyaset bağlantılarının iç içe geçtiği mafyatik bir ortama giderek daha fazla gömülmektedir. 30 Mayıs 2001 günü KKTC’nin tanınmış işadamlarından Rant Döviz Bürosu sahibi Mustafa Tanıl’ın boğazı kesilerek öldürülmesi, Tanıl’ın öldürülmesinin üzerinden 7 saat geçmeden, bu kez başka bir dövizcinin evine molotof kokteyli atılması gibi gelişmeler, Kıbrıs Susurluğu’nun sevdiği bir havanın Ada’nın Kuzey’ini yine sardığının işaretleridir.
Tüm bu gelişmeler içinde, komplo ve provokasyonlarla gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kıbrıs’ta emekçi halkın yedeklenmek istenmesine karşı uyanık olunmalıdır.
İki halkın kardeşliği ve emekçilerin birliği üzerinde yükselecek, Ortadoğu’da emperyalizmin dayanağı olmaktan kurtulup, askeri üslerden ve yabancı güçlerden arınmış bir Kıbrıs; hem Kıbrıs’ın her iki kesimden halkının barış içinde yaşaması, hem de Yunanistan ve Türkiye emekçileri için, Ortadoğu halkları için doğru, kalıcı ve halkçı bir çözüm için atılabilecek ve atılması gereken ilk adım durumundadır.
Haziran 2001