Kriz, emek hareketinin zaafları ve olanakları

2000 sonu ve 2001 başında üç ay arayla arka arkaya gelen iki kriz dalgası; hem “sınıfsal ilişkiler” hem de “fikrî” bakımdan sarsıntılara yol açtı.
Krizin patlak vermesiyle birlikte, emekçi sınıflar, bugüne kadar düzenin direği rolünü oynamış olan esnaf ve zanaatkarlar ile köylüler gibi, mülk sahibi emekçi kesimler de dâhil tüm emekçi sınıf katmanları bir sarsıntı geçirdiler. Zaten kötüye giden işler bir anda durduğu gibi, bankaların tefecileri bile kıskandıran uygulamaları, faiz hadlerinin inanılmaz yükselişi, dolarize olmuş ekonominin ağırlığı altında emekçi sınıfların sistemle en barışık bölümünü derinden sarstı. Bu kesimler, bir yandan alanlara dökülerek taleplerini bugüne kadar alışık olmadıkları (tabii tasvip de etmedikleri) biçimde gösteri ve sloganlarla ifade ederken, aynı zamanda da bugüne kadar büyük bir bağlılıkla izledikleri düzen partilerinden hızla koptuklarını gösteren davranışlar içine girdiler. Zaten hayli yıpranmış olan burjuva düzen partilerinin kamuoyundaki desteği de hızla düştü ve iktidardakiler başta olmak üzere bütün düzen partilerinin emekçiler arasındaki desteği seçim barajı olan yüzde 10’un altına düştü. Parlamentodaki beş partinin toplam “desteği” ise yüzde 50’nin altına indi. İşin ilginci sadece iktidar partileri değil, muhalefet partileri de, hatta parlamentoda bulunmayan düzen partileri bile destek kaybına uğradı.
Ve elbette işçiler ve kamu emekçileri gibi, son 10 yıl boyunca emek hareketinin asıl dinamik güçleri olarak rol oynamış kesimler içinde de hareketin tabanı genişledi ve daha geniş kesimler harekete geçme eğilimi içine girdi. Uzun sayılacak bir dönemden beri durgunluk içinde bulunan Emek Platformu hareketlendi; emek örgütleri söylem düzeyinde bile olsa, IMF ve politikalarına açıkça tutum alan bir hatta birleştiler. Ve yüz binlerce emekçinin alanlara çıktığı “Kahrolsun IMF”, “Hükümet İstifa” haykırışları yurt sathında çınladı.
Kasım 2000 ve Şubat 2001 sarsıntıları, sadece emekçi sınıfların ilişkilerini sarsmadı; aynı zamanda 2000 başında IMF etrafında birleşen sermaye güçlerini de sarstı. Neoliberal politikacılar ve ekonomici takımı, burnundan kıl aldırmaz bir ukalalıkla yukardan konuşuyorlardı. Ama 21 Kasım 2000 tarihli çöküntüyle uygulanan politikalara duyulan “iman” tuzla buz oldu; neoliberal politikalara ve onların uygulayıcılarına bütün güvenleri sarsıldı. Bir yandan kimi IMF’yi, kimi hükümeti, kimisi “sorumsuz iktisatçıları”, kimi “rantiyeyi”, kimi “sermaye-mafya ilişkilerini”, “hortum, vurgun” çevrelerini suçlarken kimisi ise; “Biz elimizden geleni yaptık. Asıl kötü olan IMF’nin politikaları” diyerek, politikaların kendisini suçlayacak kadar ileri gitti.
Krizin ortaya çıkardığı olgular içinde; emekçiler için fiyatların hızla yükselişi (buna bağlı olarak hızlı yoksullaşma), ücretlerin düşmesi, kitlesel işten çıkarmalar, patronların ve hükümetlerin “kriz önlemi” adı altında yeni dayatmalara girişmesi de gözlendi. Spekülatörlerin de gayretiyle döviz fiyatları ve faiz inanılmaz oranlarda yükselirken borsa çöktü. Rantiyenin, patronların en büyükleri dışındaki kesimlerinin varlıkları da önemli ölçüde tehdit altına girdi. Ve bu durum kaçınılmaz olarak burjuva siyaset alanında ve ideolojik alanda da kargaşaya yol açtı.
Ancak kriz; geleneksel olanı, alışkanlık haline gelmiş olanı sarsarak son derece önemli olanaklar da yarattı. Hem emekçiler, hem de artık kendi sistemini “yeniden yapılandırma” için hazırlıklarını tamamlamış olan uluslararası sermaye ve yerli ortakları için.
Bu yazı içinde; krizin yarattığı sarsıntının emekçilere sağladığı olanaklar ve bu olanaklar gerçek haline getirilemediğinde nasıl geriye savruluşların nedeni olacağı ve yeni zaaflara kaynaklık edeceği üstünde durulacaktır. Sermaye güçlerinin içinde bulunduğu sorunlar ve onların hedefleri de; emekçilerin mücadelesinin amaç ve yöntemleriyle ilişkili olduğu ölçüde konu edilecektir.
Kuşkusuz ki; krizin sarsıntısıyla, burjuva ideolojisi açısından koçbaşı rolü üstlenmiş olan neoliberal iktisat görüşü ve onun çeşitli alanlardaki uzantıları önemli ölçüde güç kaybetmiş; işçi sınıfı ve emekçiler cephesinden gelecek ideolojik-politik eleştirilere açık hale gelmiştir. Özellikle önümüzdeki aylar ve yıllarda bugün olup bitenin ideolojik mücadele alanında önemli bir dayanak sağlayacağı daha iyi görülecektir. Çünkü burjuva ideolojisinin ve propagandasının temel dayanağı olan “krizsiz bir kapitalizm” aşamasına ulaşıldığı palavrası, Asya ve Rusya krizlerinden sonra Türkiye’de de açıkça ortaya çıkmıştır.

‘KRİZSİZ KAPİTALİZM’ TEZİ AĞIR BİR DARBE YEMİŞTİR
Tarih boyunca krizler, toplumun, din, ahlak, siyaset ve benzeri kurumlar tarafından üstü örtülen toplumsal ilişkilerinin üstündeki örtüyü kaldıran bir rol oynamıştır.
Olağan zamanlarda egemen olanla ezilenlerin, yönetenlerle yönetilenlerin ortak ürünü gibi görünen her şeyin dağılıp, gerçekte olduğu gibi göründüğü dönemler olmuşlardır. Olağan dönemde “aynı geminin içinde”, aynı dine inanan, aynı ahlaki değerlere, aynı ülküye sahip olarak görünenler; krizin bütün ilişkiler üstündeki örtüyü yırtmasıyla, diğer her şeyle birlikte, gerçekte olduğu gibi görünmeye başlar. Binilen geminin aynı gemi olmadığı, inanılan tanrının herkese aynı davranmadığı, ortak denilen ahlaki ve kültürel değerlerin, inançların çözülüp herkese göre anlamlara sahip olduğu çıplak gözle görülür hale gelir.
Bu durum, sadece halklar, emekçi yığınlar için değil; toplumsal mücadeleyi, toplumdaki sınıf ilişkilerini çözümlemeye çalışan siyaset ve bilim çevreleri, herkesten fazla da sınıfın partisi için son derece önemli veriler ortaya koyar. Toplumdaki sınıfların karşılıklı ilişkileri, bu ilişkilerin yöneldiği doğrultu ve hedefler krizin kaldırdığı örtünün altında daha açıkça görülür hale geldiği için, krizler hep; toplum yasalarının, toplumun gidişatına yön veren olguların yükseldiği zeminin anlaşılması, bu alanlara ilişkin eski bilgilerin sınanmasının vesilesi olurlar.
Bu yüzdendir ki; 10 yıl önce; kapitalizmin artık eskisi gibi olmadığını, herkese barış getiren, refahın paylaşıldığı, demokrasinin tüm dünyaya egemen olduğu bir düzenin “serbest piyasa temeline oturan yeni kapitalizmin koşullarında mümkün olacağını ilan eden emperyalist propagandacılar ve onların borazanları; bu tezlerini “krizsiz bir kapitalizm” dönemine geçildiği ile açıkladılar. Çünkü bir dünya barışı, ülkeler içinde altüst oluşlar yaşanmaması, yeni bir toplumsal düzen için devrimlerin zorunlu olmaktan çıkması için; kapitalizmin, çıkarları karşıt olan iki sınıfın (işçi sınıfı ile kapitalist sınıfının) mücadelesi tarafından belirlenen bir toplum olmaktan çıkması gerekirdi. Bu yüzdendir ki, “Yeni Dünya Düzeni” ile tarif ettikleri “Dünya”yı ilan edebilmek için; önce “krizsiz bir kapitalizm aşamasına geçildi” demek zorundaydılar.
Ne var ki; geçen 10 yıl; bırakalım “krizsiz bir kapitalizm” aşamasını, krizlerin eskisiyle ölçülemeyecek bir hızla yayıldığı bir kapitalizm “aşaması”nda yaşandığını gösterdi.
Üç yıl önce Güneydoğu Asya’da patlak veren krizin etkileri, kapitalizmin vitrini ve propagandasının en önemli dayanağı olan “kaplanlar kuramı”nı çökerterek bütün bölgenin altını üstüne getirdikten sonra; pek çok başka ülkede de derinden hissedildi. Asya kaplanları bir anda kediye döndüler; her birinin ekonomisi 20–30 yıl öncesindeki üretim düzeyine düştü; uluslararası üne sahip pek çok firma Amerikan ve Avrupa firmaları tarafından yutuldu vs. vs.
Bir yıl sonra Rusya merkezli kriz yine pek çok ülkede kendisini duyurdu.
Latin Amerika ülkeleri ise; Meksika, Brezilya, Arjantin gibi en gelişmiş olanları, bu 10 yıl içinde birkaç krizin pençesinde debelendi ve IMF tarafından yeniden yeniden “kurtarılmak” zorunda kaldılar.
Sadece kapitalist cennetlerin hemen yakınındaki ülkelerde değil; kapitalizmin merkezi ülkelerde de kriz alametlerinin yoğunlaştığını artık herkes biliyor. 1950 sonrasının örnek ülkesi Japonya, bir “gelişmekte olan ülke” kadar önemini yitiren bir yere itildi. ABD de ise son 1–2 yıldır kriz alametleri yoğunlaşmış bulunuyor. Son 6 ayda Amerikan Merkez Bankası faiz oranlarını dört kez düşürdü. Ama Amerikan ekonomisinde buna rağmen bir canlanma beklenmiyor. Avrupa’da da ekonomilerde kimi kriz belirtilerinden son aylarda daha çok söz ediliyor.
Türkiye’deki kriz işte böyle bir dünya tablosu içinde ortaya çıktı. 2000 Kasımı’nda ilk sarsıntı “bir finans krizi”, “gelip geçer” olarak görüldüyse de; Şubat 2001’de “dipten gelen sarsıntı”lar, krizin boyutlarının sanılandan çok daha derin olduğunu gösterdi. Kriz, kendisini üretimin hızla düşmesi olarak da göstererek, “bu çağda kriz olmaz”, “bu çağda krizlerin üretimle ilgisi olamaz” diyenlerin suratına da bir tokat oldu.
Kuşkusuz ki; böyle bir durumda sermayenin ideologlarının, ekonomicilerinin; “krizsiz kapitalizm” aşamasından söz edenlerin; “Biz yanılmışız. Marx haklıymış” deyip olup biten hakkında yeniden düşünmeleri gerekirdi. Ama elbette öyle olmadı; tersine krizin, sistemlerinin kaçınılmaz bir illeti değil ama; uygulanan ekonomi politikaların yeterince “radikal olmaması” nedeniyle patlak verdiği öne sürülerek; IMF ve Dünya Bankası’ndan tam yetkili bakanlar transfer edilerek; bilinen IMF programının çok daha acımasız uygulanması için sermaye güçleri; ekonomistlerinden basınına, hükümetlerinden lobileri ve localarına, derneklerinden partilerine kadar tümü; Kasım-Şubat arasında yaşadıkları panik havasından sonra, bir kez daha IMF-Derviş-hükümet programı etrafında birleştiler.

KRİZ, YENİ EMEKÇİ KESİMLERİ SAHNEYE ÇEKMİŞTİR
Krizin yarattığı sarsıntı, nesnel bakımdan emek hareketi içinde yer alması gereken ama önceki yıllarda herhangi bir hareketin içinde bulunmamış emekçi kesimleri sarsarak onları dolaysız bir biçimde kendi talepleriyle sokağa itmiştir.
Krizin, sermayenin sömürücü, yıkıcı karakterini daha görülür bir biçimde sergilemesi, “düzenin direği” olan toplumsal kesimlerle sistemin bağlarını tahrip ederken, bu kesimlerin sistemle ve büyük sermayeyle olan ilişkilerinde nasıl ezildiklerini de görülür hale getirmiştir.
Döviz ve faiz kıskacına düşmüş olan köylülük ile esnaf ve zanaatkârlar gibi, kendileri üretim aracına sahip olmalarıyla diğer emek kesimlerinden ayrışan toplumsal kesimler, krizin ortaya çıkardığı etkenlerden son derece ciddi biçimde etkilenmişlerdir. Zaten son yıllarda sıkça alanlara çıkarak taleplerini dile getiren, faiz ve zamlardan, gübre, mazot, makine araç gibi tarım girdilerinin fiyatlarının hızla yükselmesinden ve taban fiyatlarının düşüklüğünden şikayet eden köylüler, krizle birlikte hızla yıkıma sürüklenmiş; milyonlarca köylü ailesi, bir anda atadan dededen kalma toprakları da dâhil ellerindeki avuçlarındaki her şeyi kaybedecek duruma düşmüşlerdir.
Esnaf ve zanaatkârların durumunun da en az köylüler kadar kötü olduğu, krizin ortaya çıkardığı diğer bir olgu olmuştur. Büyük sermayenin “eteğine” yapışarak yaşamaya çalışan geniş esnaf ve zanaatkâr kitlesi, köylüler gibi faiz ve döviz kıskacında kalmıştır.
Yıllardır sistemin en sadık bekçisi olan esnaf ve zanaatkâr yığınları; ellerindeki son varlıklarını, atölyelerdeki birkaç makine ve aletin de bu krizle birlikte elden çıkacağını görerek, “son çareye”, bugüne kadar “ayak takımının”, “bölücülerin”, “komünistlerin” eylem biçimi olarak gördükleri bir eylem biçimine başvurarak, ellerindeki pankartlar ve sloganlarla bir anda sokakları doldurmuşlardır. Krizden en çok canı yananlar olduklarından olacak, esnaf ve zanaatkârların eylemleri de, bu kriz döneminin en canlı ve öfkenin eyleme en çok yansıdığı gösteriler olmuşlardır. Ve eylemler; hükümet ve esnaf örgütlerinin üst yöneticilerinin esnafları yatıştırmak için provokasyon dahil her yola başvurarak önleyebildikleri eylemler olmuşlardır.
Daha kısa bir süre önce; sokağa çıkan emekçi kesimleri, bölücü, devlet düşmanı, aldatılmış topluluklar olarak gören köylülük ve esnaf zanaatkâr kitleleri; sokağa çıkmalarıyla birlikte; kendi örgütlerinin üst yönetimlerinin büyük sermaye ve hükümetle iş ve çıkar birliği içinde olduklarını da fark etmişler; bu yüzden de hemen her sokağa çıkışlarında, özellikle “site esnafı”, hem hükümeti hem de kendi üst örgütlerinin yöneticilerini hedefe koyarak protesto etmişlerdir. Çoğu ilde de, Türkiye Esnaf ve Zanaatkâr Odaları Konfederasyonu’nun (TESK) üst örgütlerinin engelleme çabalarına karşın yerel örgütler, yerel emek platformlarına katılmışlar, kimi yerlerde ise, (emek platformlarının doğru ilişki kurduğu yerlerde) 14 Nisan eylemlerine kendi talepleriyle katılmışlardır.
Kriz bahane edilerek çıkarılan Şeker Yasası, Tütün Yasası ve Bankalar Yasası ile köylülük ile esnaf ve zanaatkârlara yönelik sermaye politikasının gelip geçici olmadığı, dolayısıyla Türkiye nüfusunun en önemli bölümünü oluşturan bu iki emekçi kesime yönelik saldırının sadece bir krizin yükünü yıkma girişimi olmadığı, çökertme politikasının bundan böyle de süreceği anlaşılmaktadır. Çünkü krizin, bu iki toplumsal kesime ilişkin “yeniden yapılandırma” amacını gerçekleştirmek için bir vesile olarak kullanıldığı, bundan böyle de kullanılacağı ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Aslında kapitalizmin kendi gelişme seyri içinde; köylülük ve zanaatkârların nüfus içindeki oranlarının “makul bir düzeye inmesi” beklenirken, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecini kapsayan son 200 yıl içinde bu mümkün olmamıştır. Daha doğrusu kapitalizm ve onun hükümetleri; bu iki toplumsal kesimi tasfiye etmeyi başaramamışlardır. Bu yüzden de; Türkiye’nin uluslararası kapitalizme entegrasyonunda, AB’ye girmesinde de köylü nüfusunun genişliği ve esnaf ve zanaatkârların bu ölçüde geniş bir sosyal kategori olarak muhafaza edilmesi bir problem teşkil etmektedir. Yani patronlar için; esnaf ve köylülük sadece kendilerine açılması gereken kimi imkânları heder eden değil, aynı zamanda AB’ye girmede, uluslararası kapitalist sistemle bütünleşmede engel olan toplumsal kategorilerdir. Nitekim köylülüğü ve esnafları en çok istismar etmiş olan Demirel ve neoliberal iktisatçı takımı, uzun zamandan beri, köylü ve esnaf sayısının çokluğunu bugünkü yapısal sorunların başlıcalarından olarak göstermekteydi. Bunu içindir ki; Halkbank ve Ziraat Bankası kapatılarak (görevleri değiştirilerek), Tütün ve Şeker yasalarını çıkarmak; en önemli “yapısal reform’lardan sayılmıştır. Çünkü böylece, köylülük ve esnafı koruma altına alan yasal ve kurumsal dayanaklar yok edilerek, esnaf ve köylü yığınları; Koçlar, Sabancılar ve uluslararası tekellerle “aynı kulvarda”, “aynı koşullarda” yarıştırılarak “doğal ayıklanmaya” tabi tutulacakları bir sürece itilmek istenmektedir. Ve böylece bir yanıyla küçük üreticilerin üretim alanları pazarı da tekellere katılarak “piyasa genişletilirken” önümüzdeki 10 yıl içinde köylü ve esnaf sayısının “makul düzeye” inmesi, örneğin AB’ye girişte problem teşkil etmeyecek bir orana düşmüş olması da hedeflenmektedir.
Kuşkusuz ki, krizin yükü karşısındaki tepkileri ve büyük sermaye tarafından iflasa sürüklenme politikasının süreklilik kazanması; bu iki toplumsal kategorideki hareketlenmeye ayrı bir anlam kazandırmakta; milyonlarca esnaf ve köylünün önümüzdeki nispeten kısa sürede proleterleşmesini gündeme getirmektedir. Bunun anlamı ise; işçi sınıfının müttefiki olan bu güçlerin önemli bölümünün, hızla onun bir parçası haline gelmesidir. Bu ise, köylülük ve esnaflar arasındaki hareketlenmenin işçi sınıfının ileri kesimleri ve onun partisi tarafından çok daha önemli bir gelişme olarak değerlendirilmesi, bu kesimlerin kazanılması için uygun bir çalışma tarzının geliştirilmesinin zorunlu olduğu anlamına gelmektedir.
Bu iki toplumsal kesim dışındaki emekçi kesimler (işçilerin ve kamu emekçilerinin bugüne kadar sosyal harekete ilgi duymayan, ona katılmayan kesimleri, sendikasız, sigortasız çalışan işçi kesimleri, emekliler, ev kadınları, emekçi gençlik) de krizin ortaya çıkardığı gerçekler karşısında sarsılmış; işçilerin, kamu emekçilerinin “geri kesimleri”nin de eyleme geçme eğilimine girdiği, bu kesimlerle doğru ilişkiye girildiğinde harekete geçtiği, yine 14 Nisan’a gelen çalışmalar içinde açıkça görülmüştür. Yine 2001 1 Mayısı’nda, önceki 1 Mayıs’larda yer almayan hayli geniş bir emekçi gençlik kesiminin şimdi 1 Mayıs ve onun ideallerine doğru yöneldiği gözlenmektedir. 1 Mayıs eylemlerinde gençlik kitlesinin yoğunluğu bunun bir göstergesidir. Emekliler, ev kadınları, işsizler gibi çeşitli toplum kesimlerinin krizin yarattığı sarsıntıyla bir uyanış ve arayışa yöneldiği de dönemin diğer bir gerçeği olarak ortaya çıkmaktadır.
Emekçiler arasında uyanışın genişlemesi, politik alana da yansımış; eylemlerde siyasi taleplerle ekonomik talepler birbirine yoğun biçimde karışırken, düzen partilerinden kopuş da gözle görülür şekilde yükselmiştir.
Yine 2000 Kasımı ile başlayan krizin hemen sonrasında (2001 başında) yapılan anketler, düzen partilerinin halk indinde görülmemiş bir itibar kaybına uğradığını göstermektedir. Örneğin bütün düzen partilerinin halk içindeki destekleri yüzde 10’un altına düşmüştür. Düzen partilerinin halk içindeki toplam destekleri de yüzde 50’nin altına düşmüş bulunmaktadır. Ve dahası, sadece iktidar partileri değil, muhalefette olan, hatta Meclis’te bile olmayan düzen partileri bile itibar yitimine uğramış, halk içindeki destekleri düşmüştür. Daha iki yıl önce büyük umutlarla oy verilen DSP ve MHP gibi, işçi ve emekçilerin en hareketli kesimleri içinde bir itibara sahip olan partiler bugün aynı kesimler tarafından “hükümet istifa” sloganlarıyla karşılanmakta, “IMF Defol” sloganıyla “Hükümet istifa” sloganı aynı anlama gelmek üzere kullanılmaktadır.

SERMAYE GÜÇLERİ KRİZİ BİR FIRSAT OLARAK DEĞERLENDİRİYOR
Emekçiler gibi, hatta onlardan daha yüksek bir sesle rantiyeciler, büyük patronlar, vurguncu ve hortumcu takımı da krizden yakınmakta; krizin asıl kendilerini vurduğu, yıkıp bitirdiği yaygarası yapmaktadırlar. Ama bunların feryatların bir bölümü gerçekse de daha büyük bir çoğunluğu, hedef saptırma, yeni vurgun ve sömürüyü artırma girişimlerinin üstünü örtme amaçlıdır. Çünkü büyük patronlar ve hükümetleri, krizi, bugüne kadar uygulayamadıkları ne varsa; çıkaramadıkları ne kadar yasa varsa, TİS masalarına getirip de işçiler tarafından suratlarına atılan ne kadar talepleri varsa onları gerçekleştirmenin bir vesilesi olarak kullanmaktadırlar, bundan böyle de kullanacakları apaçık ortaya çıkmıştır.
İrili ufaklı patronlar, daha krizin ertesi gününden başlayarak; neredeyse oturup ortak karar almış gibi, ortak bir refleks göstererek; işçi kıyımına, ücretsiz ve ücretli izinlere, fazla mesaiye, ücretsiz çalışma dayatmalarına, yapılan toplusözleşmelerin ihlaline, ücret düşürmeye, sosyal hakları uygulamadan kaldırmaya ve “esnek çalışma” yöntemlerini hayata geçirmeye koyuldular. Bu yaygın ve pervasız işçi hakkı ihlalleri; kimi yerde işçilerin tepkileriyle karşılaştı ve geri tepti ama çoğu işletmede; daha ne olduğunu anlamayan işçilerin geri adım atması ve patronların mevzi kazanmasıyla geçerlilik kazandı. Özellikle sendikacılar, bu uygulamalar karşısında patronlara karşı “anlayışlı olma”nın sözcüleri rolünü oynayıp, işçi tepkilerini yatıştırdılar. “Krizde böyle şeyler olur” fikrini işleyen sendikacılar ve patronlar, “aksi halde çok sayıda işçi işinden olacaktı” gibi gerekçelerle işçileri “yumuşak karınlarından vurdular.
Sorun elbette sadece böyle bir fiili durum uygulamasıyla sınırlı kalmadı. Hükümet ve parlamento düzeyinde; işin içine ABD Başkanı Bush’tan başlayarak IMF ve Dünya Bankası’nın dolaysız bir biçimde katıldığı, “15 günde 15 yasa” dayatması da yine kriz vesilesiyle getirildi. Olağan zamanda çok geniş bir tepkiye yol açabilecek bu dayatma; “bir kurtuluş”, “krizden çıkışın koşulu”, “bunlara karşı çıkanlar krizden çıkışı istemeyenler” olarak gösterilerek, Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit edecek yasaların her biri bir-iki gün içinde oldubittiye getirilerek parlamentodan geçirildi.
Şeker Yasası, Tütün Yasası, Bankalar Yasası, Telekom’un özelleştirilmesi gibi, sonuçları Türkiye’nin sosyal yapısını, bağımsızlığını etkileyecek yasalar çıkarıldı.
Esnek çalışmanın fiilen yaygınlaştırılması, ücretlerin resmen enflasyonun altına düşürülerek belirlenmesi, memur maaşlarının enflasyonun altında kalması kararının alınması, taban fiyatlarının yine enflasyonun altında kalması için uluslararası sermaye çevrelerine, IMF’ye söz verilmesi, “görev zararı” üstünden koparılan fırtınalarla, köylü ve esnafa yönelik desteklerin tümünün kaldırılması, bunu IMF ile yapılan anlaşmayla olduğu kadar aynı zamanda Halkbank, Emlakbank ve Ziraat Bankası’nın özelleştirilmesi, hazineden destek için fon ayrılmasının önlenmesiyle bağlayarak, aslında çok daha köklü tedbirler alındı.
Öte yandan sermaye ve hükümet cephesi; uzun vadede sendikaları etkisizleştirecek, hatta tasfiye edecek zemini oluşturmak için de krizin sunduğu imkânları değerlendirecek manevralar yapıyor.
Kriz bahane edilerek özel sektörde geçen yıl yapılan TİS’lerin uygulanmaması, kamu TİS’lerinin Türk-İş üst yönetimiyle yapılan uzlaşma ile belirsizliğe itilmesi, sendikalı işçi kitlesi arasında bir kaosun yaratılması; özellikle de kamuda ağırlıklı olarak örgütlenen sendikaların altının oyulması için “erken” ve “zorunlu” emeklilik yoluna gidilmesi için yapılan girişimler, kıytırık bir iş güvencesi yasası karşılığı olarak “kıdem tazminatlarının kaldırılması için hamleler yapılması, yine krizin “nimet” olarak değerlendirilmesine bağlı girişimlerdir.
Kuşkusuz ki; krizden, küçük bir rantiye kesimi dışında hemen “herkes” zarar görmüştür. Emekçilere en olumsuz koşulları kabul ettirerek ve dara düşen firmaları yutarak bugünü de kapsamak üzerek ama asıl olarak krizden çıkışta kâr etmek kapitalist firmalar için önemlidir.
Tabii ki “fırsat”, çok yönlü olarak anlaşılmalıdır. Sadece emekçilerle kapitalistler arasındaki çatışmada değil kapitalist gurupların kendi arasındaki mücadele içinde de bazıları için kriz bir “fırsat” olarak ortaya çıkmaktadır. Bu “fırsat”tan da büyük daha çok faydalanırken büyüklerin küçükleri daha az yararlanıp daha çok zarar görmektedirler.
Kuşkusuz, örneğin krizden bir gün önce Merkez Bankası’ndan 5 milyar dolar alan 4 bankanın krizden bir gün sonra aynı parayı Merkez Bankası’na iki kat fiyata satarak yaptıkları vurgun örneğinde olduğu gibi, krizin kendisini bir vurgun olarak değerlendirenler olmuştur; ama asıl olarak “krizden çıkış programı”, bu programın uygulanması doğrultusunda alınacak önlemler, sermayenin çeşitli kesimlerinin birbirinden parsa kapma çatışmasına sahne olmaktadır, olacaktır da. Bankacılarla TÜSİAD’cılar, TÜSİAD’cılarla TOBB, ve çeşitli sektörler arasındaki itişip kakışmanın nedeni de; “krizden çıkışta ne kapacağız mücadelesinin göstergesidir. Dolayısıyla kriz, kapitalist fraksiyonlar, sermaye grupları arasında bir servet alışverişini, birbirini yutma mücadelesini kızıştırarak, bir bölüm kapitaliste ötekilere karşı “yeni fırsatlar” sunmaktadır.
Sermaye güçleri; zamlar, yükselen enflasyon, ek vergiler, KDV artışı, maaş, ücret ve taban fiyatları enflasyonun altında tutarak, en son da kamudaki TİS’ler, iç ve dış borçlanmalar yoluyla krizin yükünü önemli ölçüde işçilerin emekçilerin sırtına yıkmış bulunmaktadır. Ve bu operasyonda; ülkenin maddi servetlerinin bir avuç tekelin elinde toplanması, yabancı sermayeye sınırsız bir serbesti ve işçilerin, emekçilerin her haktan yoksun, örgütsüz ve çaresiz bir biçimde sermaye karşısında iş bekleyen bir yığına dönüştürülmesi demek olan “yeniden yapılanma” yolunda “15 günde 15 yasa” girişimi ve diğer yasal hazırlıklarla yeni atılımlar yapmak istemektedirler. Kriz; sermaye güçlerine bu amaçlarını gerçekleştirmek için olağan dönemden daha çok fırsat sunmaktadır. Ama elbette işçiler ve emekçiler, kendi düzenlerini kurmak için de önemli fırsatlar sunan krizden gerektiği gibi yararlanamazsa.

KRİZ, EMEK HAREKETİNİN İMKÂNLARI VE ORTAYA ÇIKAN ZAAFLARI
Kriz, sadece sermaye için değil, onlardan da çok emekçiler için fırsat yaratır. Çünkü kriz, kapitalizmin krizidir ve sadece bu nedenle bile bütün kapitalist mihraklarla, onların emekçiler üstündeki ideolojik politik baskısına darbe vurur.
Kriz, işçi ile kapitalist, işçi sınıfı ile kapitalist sömürü ve bu sömürünün karakteri, sistem ile emekçilerin çıkarlarının nasıl çeliştiğini, üstündeki tüm örtülerden soyundurarak açıkça görülür hale getirir. Tabii aynı zamanda kapitalistler de kendi aralarında kavgaya tutuşurken emekçiler karşısında daha örtüsüz bir biçimde, emeğe karşı açıkça savaş ilanı anlamına gelen politikalar etrafında birleşirler, işte, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçilerinin açık çıkarlarının ifadesi olan ve emeğe karşı en küçük bir taviz içermeyen IMF programının arkasında sermaye partilerinin en sağcısından en solcusuna, en milliyetçisinden en levantenine kadar hepsi birleştiği gibi, tüm patron örgütleri (kulüp, lobi, loca, oda, dernek ve kapitalist sendikalar vb. tüm sermaye örgütleri) de aynı program etrafında -aralarındaki çatışmaya rağmen- birleşmekte bir tereddüt göstermemişlerdir. Böylece, geriye kalan örgütler ve toplumsal kesimler, sermaye karşıtı bir safa itilmişler; Marksistlerin yıllardır anlatmaya çalıştığı emek ve sermaye karşıtlığının tablosu, bizzat sermaye güçleri tarafından şekillendirilmiştir. Elbette ki; bunu yaratan temel, tekelleşmenin ulaştığı boyutun ve krizin kendisidir ve sermaye çevreleri, krizin yükünü kendi dışlarındaki toplumsal kesimlere yıkmak için aralarında birleşmiş; emekçileri bu yükün tek taşıyıcısı yapmak için uluslararası sermayenin kılavuzluğunda birleşmişlerdir. Demek ki; krizin yarattığı emekçiler için en önemli olanak; onların, düşmanlarını ve dostlarını tanımalarını kolaylaştıracak şekilde saflaştırması; çıkarları aynı olanlarla ayrı olanları saflaşmaya zorlamış olmasıdır.
Bu durum, Emek Platformu’nun etkinliğinin artışını koşullandırmış, içinde yer alan çeşitli örgütlerin geçmişte olduğundan dana duyarlı davranmalarına yol açan bir etki uyandırmış; Emek Platformu’na bugüne kadar katılmayan, onu olumlamayan Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) gibi bir örgütün, “Emek Platformu’yla ortak davranma” kararı almasına yol açmıştır. Emek Platformu dışındaki diğer büyük emek örgütü olan TESK’in üst yönetiminin ihanetine rağmen esnaf ve zanaatkârların yerel örgütlerinin yöneticileri de Emek Platformu’nun yerel örgütleriyle yakın ilişki içine girmiştir. 14 Nisan’a gelen mücadele günleri işte bu gelişmelerin bir devamı; sermaye güçlerinin kendi aralarında emek güçlerini ve onların çıkarlarını açıkça dışlayan bir tutum takınmalarıyla bağlantılı olmuştur.
Öte yandan yukarıda belirtildiği gibi kriz; “krizsiz kapitalizm aşamasına geçildiği” tezine ve bu tezin sonucu olarak, kapitalizm koşullarında barış ve refah içinde bir dünyanın kurulabileceği, refahın giderek paylaşılacağı fikrini iflas ettirmiş; çelişkisiz bir kapitalist cennet propagandasının temellerini yıkmıştır.
Böylece ideolojik alanda kapitalizmin ideologları ve propagandacıları mevzi kaybederken emek güçleri ideolojik saldırılarını ve etkisini artırıcı bir dayanağa sahip olmuşlardır.
Kriz aynı zamanda; 2000’in başlarında IMF programı arkasında birleşen sermaye güçleri arasında kargaşaya da yol açmıştır; sorunların aşılacağı iddiasını “tartışılmaz bir doğru” olarak ileri süren sermaye propagandacıları ve sermaye örgütlerinin sözcüleri, artık eskisi kadar kararlı değildir. Dahası sermayenin çeşitli fraksiyonları “kendini kurtarma”, “krizden daha çok yararlanma” kaygısıyla kendi aralarında da kavgaya tutuşmuş; özellikle bankacılar ve en büyük patronlar; orta sermaye kesimleri tarafından “krizin sorumlusu” olarak suçlanmışlar; ancak Kemal Derviş aracılığı ile IMF ve Dünya Bankası’nın müdahaleleriyle çatışmalar ve panik yatıştırılmış, sermaye güçleri arasında yeni bir birlik oluşturulmuştur. Ama bu, hiçbir şekilde bir önceki IMF programı etrafında olduğu kadar sağlam bir birlik olamamaktadır. Tersine; her gün yeni kavgaların olduğu, hükümetin kendi içinde, hükümet ve sermayenin çeşitli fraksiyonlarının arasında olduğu kadar sermayenin çeşitli fraksiyonlarının kendi arasında ne zaman nasıl bir kavgaya tutuşacaklarının belli olmadığı bir sürece girilmiştir.
Kuşkusuz bu durum, kendi başına, işçiler, emekçiler ve onların partileri için; gündeme müdahalenin, sermayenin ekonomik ve siyasal düzenin teşhirinin ve gidişata müdahale etmesinin sayısız imkânlarını sunmaktadır.
Krizle birlikte sermaye saldırısının açıktan yürütülmesi ve pervasız bir hal alması, tüm emeği ile geçinen toplumsal sınıfları, kategorileri hedefine koyması, emek hareketinin genelleşmesini, örneğin Emek Platformu’nun kararlar almasını zorunlu kılmıştır.
Hareketin genelleşmesi ve son iki yıl içinde sermaye güçlerinin kendi aralarında birleşmiş olmaması ve emek mücadelesinin ihtiyaçlarının dayatmasıyla oluşan Emek Platformu’nun hem çok önemli bir örgüt olduğu görülmüş, hem de kriz onun zaaflarını önemli ölçüde açığa çıkarmıştır.
Nitekim Emek Platformu’nda; emeğin sorunları masaya geldiğinde, Emek Platformundaki örgütlerin yöneticilerinin birer birer siyasal görüş ve niyetlerinden bağımsız olarak tartışılmış; toplu iş bırakmalara kadar varan kararlar alınmış; çıkarılan mücadele programıyla; adım adım bir “genel grev-genel direniş” hattına yönelme ihtiyacına vurgu yapılmış, ama uygulamada bu sendikaların ve kitle örgütlerinin yöneticileri ve çeşitli kademelerdeki örgütleri kararların gereği olan tutumları almakta zorlanmış, pek çok örgüt ise “topu taca atarak”, kararların kendisiyle ilgisi olmadığı aymazlığını bir tavır olarak benimsemiş, süreci geçiştirmeye çalışmıştır. Bu yüzden de, Emek Platformu’nun aldığı kararları (kabul ettiği Programı ile sermayenin IMF programına karşı çıkılacağı iddiası da dâhil) uygulamak, hatta emekçi yığınlara duyurmak ve işyerlerinde bu doğrultuda çağrılar yapılması bile mümkün olamamıştır. Sınıf partisinin ve sorunun farkında olan ileri işçi, kamu emekçisi çevrelerinin gayretleri ise; başka nedenlerle yetersiz kalmıştır.
Sadece Emek Platformu’nun değil, Emek Platformu’nun en dinamik mücadele odakları olması gereken sendikaların da; bürokratik, aymaz, yığınlardan kopuk karakteri, krizin ortaya çıkardığı koşullarla birlikte daha da açığa çıkmıştır. Sendikal bürokrasinin, hareketi arkadan hançerlemek için örgütlendiği; hareketin ilerleme belirtileri karşısında sermaye güçlerinden daha çok paniğe kapıldığı ortaya çıkmıştır. Ve üstelik bürokrasinin, çoğu zaman sanıldığı gibi, sadece en büyük ağalarla sınırlı olmayıp; yukardan aşağıya, çoğu zaman işyeri sendika temsilcilerini de peşinden sürükleyen bir organizasyon olduğu, 14 Nisan’a gelen süreçte daha açıkça görülmüştür.
Denebilir ki; sendikal bürokrasi, örgütlü olmayı, bir sendika üyesi olmayı işçi sınıfının, emekçilerin aleyhine kullanmayı becermiş; yığınların harekete geçmesini frenleyip önceden belirlenen tarihlerde düzenlenen “resmi eylemler”le yığınların öfkesini boğmuştur. Bu yüzden de, on binlerce esnaf sokaklara çıktığında, onlarla birleşebilecek her şeye sahip olan işçi ve kamu emekçisi yığınlar, “ilan edilmiş takvime uyma disiplini” adına sokakları kullanamamıştır. Ve esnafların çıkışı, hükümet tarafından kolayca provoke edilebilmiştir.
Elbette her kademede sınıftan yana sendikacılar bulunmaktadır ve alt kademelere doğru indikçe sınıf kaygısının giderek arttığı gözlenmektedir ama kriz ve Emek Platformu’nun aldığı kararlar karşısındaki tutum; bürokrasinin hem direngenliğinin boyutlarını hem de etkisini ve sermaye ile ilişkilerinin hainane karakterini bir kez daha sergilemiştir.
Kuşkusuz bugün sendika ve konfederasyon merkezlerini ellerinde tutan anlayışın temsilcilerinin temel sendikacılık fikri; “eldekini kaybetme korkusu” üstünde şekillenmiştir. İkinci savaş sonrası, uzlaşmacı sendikacılık, “eldekini koruma ve sermaye ile anlaşma içinde eldekine küçük bir miktar daha ekleme” anlayışıyla üstlendiği rolüyle kapitalist sistemin bir eki olarak gelişmiştir. “Öteki emekçi kesimler nasıl yaşar, sonraki emekçi kuşaklar hangi koşullarda yetişecektir; ülkeyi kim, nasıl yönetiyor; sermaye hangi amaçları güdüyor, sömürünün gelecekteki koşulları ne olacak, sömürüyü ortadan kaldırma mücadelesi nedir, nasıl yürümelidir, sendikaların bu mücadeledeki rolü nedir” gibi sorular bu sendikacılık anlayışını hiç ilgilendirmemiş; varsa yoksa üç kuruş daha fazla kazanmak temel kaygıları olmuştur. Üstelik bu üç kuruş da sermayenin tüm diğer kölelik biçimlerinin kutsanmasının karşılığı olmuştur. Ancak; sosyal hakları ve “refah payı” dağıtmayı artık gereksiz bir yük olarak gören sermayenin bugünkü politikaları karşısında bu sınıf işbirlikçisi sendikacılık anlayışı, anlamını yitirmiştir. Çünkü sermaye artık 1950’li, ’60’lı, 70’li yıllarda oynadığı oyunun bu kurallarını kabul etmediğini ilan etmiştir. Ancak, mücadeleden her şeyden daha fazla korkan sendikacılık anlayışı, hâlâ bu eski oyunun kuralları devam ediyor gibi davranmakta; işçilerin sürekli hak kaybını, ücretlerin sistematik olarak düşürülmesini ise, gelip geçici, “krizlere bağlı” göstererek, mücadeleyi savsaklamayı iş edinmeye devam etmektedir.
Oysa 10 yıldan daha uzun zamandan beri, bu uzlaşmacı sendikacılığın dayanakları hızla ortadan kalkmaktadır. Tam tersine; mücadeleci, sömürünün tümden ortadan kaldırılmasını esas alan bir sendikacılık anlayışı, tıpkı geçmişteki gibi, sadece siyasal bakımdan değil, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesi bakımından da bir zorunluluk olarak kendisini dayatmaktadır. Yani, mücadeleden “kaybedebiliriz” diye korkan, reformcu, sınıf işbirlikçisi sendikacılık anlayışı iflas etmiştir ve artık “hiçbir şeyi kaybetmeyi göze almayan bir sendikacılık her şeyi kaybeder” ilkesi bugün daha açıkça görülür hale gelmiştir. Çünkü haklan korumak ve yeni “küçük kazanımlar” elde etmek bile diş ve tırnakla yürütülen bir mücadeleyi gerektirmektedir.
Özellikle kriz sonrası olup bitenler, sendikal bürokrasinin teslimiyetçi tutumu, sermayenin tehditleri karşısında sinip silikleşmesi, attığı imzanın, yaptığı anlaşmanın arkasında duramaz hale gelmesi, artık sürecin ileri bir safhasına gelindiğini göstermektedir.
Sendikaların güç ve etkinlik yitirmesi, 10 milyon sendikalaşabilir işçiden sadece 800 bininin sendikalı olması, önümüzdeki yıllarda bu sayının da hızla düşeceğinin görünmesi; sendikal hareketin hızla mücadeleci bir hatta yönelmesini; milyonlarca işçiyi sendikaların çatısı altında toplama amaçlı bir seferberliğe girişmesini dayatmış bulunmaktadır. Aksi halde, asgari ücretle çalışmaya hazır işsizler ordusu kapıda beklerken, iki-üç-… yedi asgari ücret karşılığı işçi çalıştırmak patronların mantığına ve elbette çıkarlarına aykırıdır. Kollarındaki zincirlerden kurtuldukları ölçüde bu hedeflerine, sendikaları da yok ederek (görünüşte korusalar bile) ilerleyeceklerdir. Bundan kuşku duymak için sendikal bürokrasinin aymazlığına sahip olmak gerekir. Kriz, bu anlamıyla sendikaları tasfiye etmek için de bir vesile olarak kullanılıyor.
Demek ki kriz, hem sendikaların hem de sendikaların içinde bulunduğu zaafların aşılmasının zorunluluğunu göstermiş; sendikal bürokrasi ve onların temsil ettiği mızmız, işbirlikçi, patronlar karşısında sinen, uşak pozisyonuna giren, ama işçi karşısında efelenen sendikacılık anlayışının sendikalardan kovulmasının aciliyetini dayatmış, aynı zamanda koşullarını da olgunlaştırmıştır.

HAREKETE DERİNLİK KAZANDIRMA İHTİYACI; ÜRETİM VE HİZMET BİRİMLERİNDE ÖRGÜTLENMENİN BİRİNCİL ÖNEMİ
Sınıf partisi için üretim ve hizmet birimlerinde örgütlenmenin partinin temel örgüt biçimi olduğu (bunun ne ölçüde yapılabildiği ayrı bir tartışma konusu) elbette tartışma dışıdır. Ancak sendikal hareket içinde olup bitenler; sadece partinin değil sendikaların, emek örgütlerinin de temel örgüt biçiminin, iş ve hizmet birimlerindeki yığınları harekete geçirme üstüne oturmak zorunda olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Çünkü sermayenin saldırıları genişledikçe, sadece işçilerin bir bölümünü değil, sadece işçileri de değil tüm emekçi sınıfları kapsadıkça; hareketin de “genelleşmesi” zorunlu hale gelmiştir. Öyle olunca, çağrılar bir birimi, bir işkolunu, bir sınıfı değil ama bütün emekçileri içine alacak biçimde genişleyince, üretim ve hizmet birimlerinin önemi fark edilmez hale gelmiş, tersine genelin, genel gösterilerin, genel eylemlerin önemi öne çıkmıştır.
Oysa yaşananlar göstermiştir ki; hareketin genelleşmesi, çağrıların ve eylemlerin genel bir karakter kazanması, doğrudan, birer birer üretim ve hizmet birimlerindeki çalışmanın önemini azaltmaz, artırır. Çünkü hareketin genelleşmesi, daha çok kişinin seferber edilmesinin, daha önce harekete katılmayan emekçi kesimlerin harekete katılmasının imkânlarının geliştiği, bu kesimlerin harekete katılmasının zorunlu olduğu gerçeğini ifade eder. Dahası; eğer harekete yeni katılacak güçler söz konusu değilse, hareketin genelleştiğinden de söz edilemez.
Başka bir biçimde ifade edersek, hareket, genelleştiği ölçüde derinlik kazanmazsa; geniş emekçi yığınların hareketin dışında kaldığı kof gösterilere dönüşür. Son 10 yıl içindeki işçi eylemlerinin ana sorunlarından birisi, hareketin “derinlik kazanmaması”, tersine belirli kesimlerin eylemleri ile sınırlanması, yeni güçlerin, işçilerin ana gövdesinin harekete katılmadığı eylemlerle sınırlı kalmasıdır. Belki bunun nispeten istisnası 1989 Bahar Eylemleri ve sonraki bir-iki yıl içindeki işçi eylemleridir. Kuşkusuz Bahar Eylemleri’nde de; “derinlik”le ilgili başka sorunlar vardır ama sonraki yıllara göre elbette öğrenilecek pek çok şey de vardır.
“Harekete derinlik kazandırmaktan kasıt ise; kararların “yukarıdan” alınması değil; tersine tabandan oluşturularak “tepe”ye doğru geliştirilerek götürülmesi, en son aşama olarak en yüksek kurulda ele alınıp tüm öneriler birleştirilerek karar haline getirilmesi; uygulamanın da yukardan aşağı tüm örgütler kendi üstüne düşeni yaparak son çağrının bizzat birimde yapılması, bunun için birimdeki mücadele komiteleri ya da başka türden örgütlerin tüm tabanın temsilcisi olarak hareketin temel yöneticisi rolünü oynamasıdır. Ancak o zaman hareketin bir “derinlik kazandığından söz edebiliriz. Aksi halde, “tepedeki kurulların karar alması ve bunların “ortalığa” açıklanması, ya da yönetim kademelerinden geçip, örneğin temsilciliklere kadar inmeden ya da temsilciliklerde “takılıp” kalması, hareketin derinlik kazanmadığı anlamına gelir.
Örneğin Emek Platformu’nun son kararlarının bir bölümü sadece sendikaların üst kurullarında kalırken, bazıları da örneğin şubeler düzeyinde kalmış; sendika yönetimlerine rağmen temsilciliklere kadar varan kararlar ise; temsilcilikler tarafından, “Bize resmen, yukarıdan gelmedi” denerek bloke edilip Emek Platformu’nun kararlarının yığınların arasına inmesi, oralarda tartışılması, yığınların bu kararlar doğrultusunda harekete geçmesi için gereken çağrı ve çabaların gerçekleşmesi engellenmiştir. Sendikal yönetimlerin ve işyerinde bürokrasinin bir uzantısı olarak faaliyet gösteren temsilciliklerin aşılıp yığınların tartışmaya çekilebildiği, az çok tabandan çağrılar yapıldığı her yerde emekçilerin gerek alanlara çıkmada, gerekse diğer eylemlere katılmada hiçbir çekince göstermedikleri bizzat pratikte görülmüştür.
Elbette yığınların karar alma süreçlerine aktif olarak katılması ve son çağrının yine doğrudan emekçilerin içinden yapılması sorunu; acil bir durum çıktığında “en tepedeki kurulun karar alıp genel duyuru araçlarıyla karar ilan ederek yığınları eyleme çağırmasının önünde bir engel teşkil etmez: çünkü harekete derinlik kazandıracak anlayışı taşıyan bir konfederasyon ve sendika yönetimi, elbette böyle kritik durumlarda çağrı yapacak “güveni” de kazanmıştır. Bu yüzden de, karar süreçlerinin uzunluğu, kısalığı gibi tartışmalar yersizdir.
Bu anlamıyla işçi sınıfı hareketinin derinlik kazanması; bürokrasiyi aşmak bakımından olduğu kadar, diğer emekçi kesimleri işçiler etrafında toplamanın olanaklı hale gelmesi bakımından da önemlidir. Örneğin emekçi hareketinin yeni dinamikleri olarak sahneye çıkan esnaflar ve köylüler, ancak işçi sınıfının ana gövdesiyle birlikte harekete geçebildikleri koşullarda devrimci dinamikler olma özelliği kazanabilirler. Çünkü bir yandan işçiler ancak hareketin sorunlarını yeterince tartıştıkları ölçüde bu ara sınıfların taleplerine sahip çıkarak onları kendi yanlarına çekebilirler. Ama öte yandan da işçiler ancak kendi bağımsız tulumlarını takındıkları ölçüde emekçi sınıfların diğer kesimlerini de kendi siyasetlerine bağlayabilirler. Aksi halde, zanaatkârlar ve köylüler işçileri sürükleyen, işçi hareketini “boğan” ve bir rol oynarlar.
Nitekim, 14 Nisan’a gelen süreçte görülmüştür ki; esnaflar alanlara inerken işyerlerinde çalışan, çoğu sendikasız çalışmak zorunda bırakılmış işçileri de alanlara çekmiş, kendi taleplerini haykırtmış; onları kendi taleplerinin dolgu maddesi haline getirmişlerdir. Oysa işçiler kendi talepleri etrafında örgütlü olsalardı; esnafların taleplerini yine haykırırlardı ama; bu sefer onlar esnafları kendi davalarına bağlar, esnafla “müttefik” olarak ilişki kurarlardı. Ama tersi oldu. Esnaf, işçiyi peşinden sürükledi; kendisi “yatışınca” işçi de “yatışmış” oldu!
Bu yüzden de; esnaf ve köylülüğün emek hareketinin yeni bir dinamiği olduğu tespiti, “olanak olarak” doğrudur ama bunun “gerçek” hale gelmesi; işçilerin hareketin başına geçtiği, esnaf ve köylüleri bir müttefik olarak emek mücadelesine bağlayacak bir örgütlenme ve bilinç düzeyine yükseldiğinde mümkündür. Bunun için de öncelikle; birimlerdeki örgütlenmenin her şeyin başı olması; temel örgüt biçimi olarak hareketi belirler duruma gelmesi son derece önemlidir. Aksi halde, sendikal bürokrasinin “aktifliği” ile sınırlı, geniş işçi, emekçi yığınları dışlamış, yüzeysel (bu anlamıyla derinliği olmayan) bir hareketin ne esnaf ne de köylü hareketiyle bütünleşmesi, ona yeni ve devrimci bir renk vermesi beklenemez.
Bunun aşılmasının ön koşulu ise, yine üretim ve hizmet birimlerinde dolaysız bir örgütlenme faaliyeti, sınıfın ileri kesimlerinin harekete önderlik etmek üzere kendilerini ortaya koyacak kadar birleşmiş ve örgütlenmiş, kendi partileriyle bütünleşmiş (en azından partileriyle paralel davranır durumda) olmasıdır. Dahası, bu ileri kesimin, geri kesimleri de harekete çekecek kadar yığınların içinde bir etkiye sahip olması gerekir. Aksi halde, işçi sınıfı dışındaki emekçi sınıfların öfke ve isyanlarının sistemin duvarlarını zorlaması; eskiyi, geleneksel olanı, geriye giderek durumunu ve toplumsal statüsünü koruma isteği yerine yeniyi ve emeğin Türkiye’sini kurma mücadelesiyle birleşmesi mümkün olmayacaktır.

ÜRETİM VE HİZMET BİRİMLERİNDEKİ ÇALIŞMAYA DİKKAT!
2001 yılı başındaki duruma göre, sendikal hareketin bugünkü temposu göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç ay içinde, genel çalışmanın içinde üretim ve hizmet birimlerindeki çalışmanın öneminin artacağı bir gerçektir.
Emek Platformu’nun aldığı kararların uygulanmasındaki zaafların yanı sıra kamudaki TİS’lerin IMF-hükümet programı çerçevesinde sonuçlanma eğilimine girmiş olması, kamu emekçileri sendikalarının konfederasyonları arasında grevli, toplusözleşmeli sendikal hak talebi konusunda anlaşmazlık çıkmış olması, hükümetin başlıca yasaları Meclis’ten geçirmiş bulunması ve bunlara karşı Emek Platformu cephesinden ciddi ve toplu bir tepkinin gelmemiş olması, krizin yükünün emekçilerin sırtına yıkılmasında kat edilen yol gibi gelişmeler, emek cephesinden toplu ve tüm emekçileri kapsayan bir eylemler dönemini (beklenmedik gelişmeler, tüm toplumda heyecan uyandıracak ani “patlamalar” gündeme gelmezse) geriye itmiş görünmektedir. Bunun yerine; cam işkolunda greve çıkılması, işten çıkarmalara karşı tepkiler, özelleştirme girişimlerine karşı eylemlerin (İstanbul ve İzmir Sümerbank işçilerinin ve kamu bankalarının çalışanlarının özelleştirme karşıtı eylemleri, Telekom’daki özelleştirme hazırlıkları, kamuda yapılan TİS’lere karşı işçiler ve sendikalar düzeyinde (Hava-İş, Türk-İş ve hükümet arasındaki “ilke anlaşması”nı tanımadığını açıklamıştır. Başka sendikalarda uyup uymama tartışması vardır) tepkilerin yoğunlaşması, toplu işçi kıyımlarına, ücretsiz izinler ve esnek çalışma dayatmalarına karşı işyerlerinde ortaya çıkan tepkiler, özel sektörde TİS ihlalleri, esnek çalışma ve ücret düşürme dayatmaları sonucu çıkabilecek tepkiler, kamu emekçilerinin, KESK merkezli olarak yürüyen grevli, toplusözleşmeli sendikal hak mücadelesi, üretici köylülüğün, krizin yükünün köylülüğe yıkılması girişimleri karşısında giderek artma eğilimi gösteren tepkileri gibi olgular; önümüzdeki dönemin lokal ve bazen de bir tek üretim biriminde yükselen mücadelelere sahne olacağını göstermektedir.
Elbette ki; hareketin nesnel olarak geldiği yerden kimsenin şikâyet hakkı; ya da bir önceki dönemden daha geri bir hatta savrulmuş olmasından dolayı emek hareketi karşısında bir küskünlük ya da umutsuzluk söz konusu olamaz. Tersine, süreci, var olan koşulları doğru değerlendirmek, birer birer üretim birimleri ya da işkolları düzeyindeki gelişmeleri ciddiye alarak; birimlerdeki örgütlenmeleri hızlandırmak, hareketin yeniden toparlanmasının, ileri atılımının birer dayanağı olarak hareketin canlılığını koruduğu birimlerdeki çalışmayı “derinleştirmek”, ileri unsurlarla sınıf partisinin birleşmesini sağlamak gibi, hareket genelleşme eğilimine girdiğinde değeri çok daha iyi görülebilecek çalışmaları yapmanın bir fırsatı olarak değerlendirmek gerekir.
Sadece “hareket” olan üretim ve hizmet birimleri değil, ama çalışma alanı içindeki önemli birimler, Organize Sanayi bölgelerinde bir kürsü, bir mücadele merkezi olarak bir hareketlenmeye öncülük edebilecek pozisyondaki işyerleri, yakın dönemin çalışma hedefleri, hak mücadelesinin dayanakları olarak örgütlenmelerin inşa edileceği alanlar olarak görülmesi gerekir.
Üretim ve hizmet birimlerinde, organize sanayi bölgelerinde işten çıkarmalara, kıyımlara karşı mücadele, yoksul semtlerinde, işçi mahallelerinde, emekçi gençlik kesimleri içinde “işsizliğe karşı mücadele” olarak sürmek durumundadır. Üstelik bu semtlerde kişisel düzeyde “işsizlik” olarak gözlenen sosyal sorun; aileler düzeyinde aşırı yoksullaşma ve “açlık” olarak kendisini ortaya koymaktadır. Süreç bugünkü doğrultuda ilerlediği ölçüde işsizlik, sefalet, açlık ve bu durumdan doğan muhtemel “öfke patlamaları”, kent yoksullarının başkaldırısı da; çalışmanın dikkat noktalarından birisi olmak durumundadır.

Haziran 2001

Dikişleri dökülen Kıbrıs politikası ve ipleri gererek çıkış arayışı

Yüzölçümü ile kıyaslandığında, üzerinde dönen politika yoğunluğu bakımından dünyada bir eşi daha bulunmayan Kıbrıs, son dönemde yeniden Türkiye gündeminin ön sıralarına oturdu. Hükümet değiştirildi. Kuzey Kıbrıs konusunda şahin politikaların baş savunucularından Başbakan Bülent Ecevit, kontrollü çok partili yapıya bile tahammül edemeyerek ve “kurtardığı” Kıbrıs Türkü’nün ne düşündüğünü bile hiç umursamayan bildik tavrıyla “KKTC” için başkanlık sistemi önerdi. MGK’nın son toplantısının ardından yayınlanan bildirgede, “Kıbrıs’ta entegrasyona gideriz” mesajı sert bir üslûpla yinelendi. Ankara yine, 1983’ten bu yana tüm dünyaya bağımsız bir devlet olduğunu kabul ettirmeye çalıştığı KKTC’nin kaderini belirleyecek konularda tek yetkili ağız olarak Yunanistan’a, Kıbrıslı Rumlara ve dünyaya mesajlar gönderdi. Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Türkler yine kendi sahalarında, kendi adlarına başkalarının oynadığı bir maçın tarafları olmaya zorlanan insanlar konumuna itildiler.

DIŞARIDAN YÖNETİLEN ADA
“Çözümsüzlük” dengeleri üzerine oturan Kıbrıs siyasetinde, veriler olgunlaşmadan kesinleme yapmak çok erken, yanıltıcı sonuçlar verebilir. Ancak, Ankara’nın yıllardır güttüğü çözümsüzlükten başka bir şey üretmeyen politikalarının, onu artık tamamen yalnızlaştırdığı ve giderek derinleşen bir bataklığa sürüklemeye başladığı söylenebilir. Bu da, Kıbrıs’taki dengeleri kendi çıkarlarına göre biçimlendirmek isteyen diğer gerici ve emperyalist güçlerin imkânlarını genişletmektedir.
Kuzey Kıbrıs’ta bugün gelinen nokta, geçmişten bugüne biriken “çözümsüzlüklerin” bir devamıdır.
Önce Osmanlı daha sonra da İngiliz emperyalizmi egemenliği altında yaşamış olan Kıbrıs, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni emperyalist dengelerin, yükselen yeni emperyalist güçlerin de çekim merkezi olmuştur. Ada’nın stratejik konumu, Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Balkanlar’da nüfuz kurmak isteyen emperyalistler için onu, mutlaka kendi kontrollerinde tutulması gereken bir “stratejik uçak” gemisi konumuna getirmiştir.
İngilizler, 2. Dünya Savaşı sırasında Kıbrıs’ı bir pazarlık nesnesi olarak kullanmış ve Yunanistan’ı Almanya’ya karşı yanlarında savaşa çekebilmek için, Kıbrıs’ı Yunanistan’a vermeyi teklif etmiştir.
2. Dünya Savaşı’nın sonrasında ise yeni dönemin emperyalist gücü olan ABD, Kıbrıs’ta pozisyon bulacak manevralara girişti. Yunanistan’daki iç savaş sırasında komünistlere karşı Yunan burjuvazisine destek veren ABD, Kıbrıs’ı “İngiliz sömürgeciliğinden kurtararak” Yunanistan’la birleştirmek isteyen EOKA’yı da destekledi. Bugün de dünyanın çeşitli bölgelerinde kendi egemenliğini tesis etmek için “insani müdahale”, “barışın tesisi” gibi demagojilere sıkça başvuran ABD, o dönemde EOKA’nın ENOSİS emellerini, ileri ve insani talepler gibi gösterip kullandı. Kıbrıs’taki milli sorun, ABD için o günden bu yana, üzerinde oynanacak, çomak sokulacak, kaşınacak bir hegemonya olanağı olarak değerlendirildi.
EOKA’nın Ada’da giriştiği eylemlere karşı Türk egemenlerince Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. Ada’nın Yunanistan’a verilmemesi, Türkiye ile Yunanistan arasında “Taksim” edilmesi mücadelesi yürüten bu kontra tarzı oluşum da, Türk egemenlerinin adadaki pozisyonunu güçlendirmek, bulunduğu bölgedeki “azılı düşmanı” olarak gördüğü Yunanistan’a karşı mevzi kazanma mücadelesinin bir aracıydı.
1960’ta taraflar arasında imzalanan Londra Antlaşması ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’yi garantör olarak kabul ediyordu. Ancak, Türkiye ve Yunanistan’ın garantör ülke ilan edilmesi ve bunun bir sonucu olarak askeri güçlerinin adaya yerleştirilmesi, taraflar arasındaki gerilimin çözümünü değil, çözümsüzlüğün yeni dengelerle devamını getiriyordu. Çünkü bu, taraflar arasında “güvensizliğin” silahlı teyidi idi ve Ada’da üsleri bulunan İngiliz emperyalizmi yine “denetleyen” hâkim pozisyonunu sürdürüyordu. Bu antlaşma, Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan Türklerin Kıbrıs’ın kuzeyine, kuzeyde yaşayan Rumların da güneye göç etmeye zorlanmasını öngörüyordu.
Bu güvensizlik ortamı, 1960–74 arasının, Kıbrıs’ın iki kesiminden emekçiler açısından, bir katliam dönemi olmasını getirdi.
1974’te Yunanistan’da egemen olan faşist Albaylar Cuntası’nın Kıbrıs’a müdahalesi üzerine, Türkiye garantör bir devlet olarak Kıbrıs’a müdahale etti. Ecevit’in başbakanlığı döneminde gerçekleştirilen bu müdahalenin amacı, “Kıbrıs’ın bağımsızlığı ile toprak bütünlüğünü korumak ve bozulan Anayasal düzeni yeniden kurmak” olarak ilan edildi. Bu harekâtla Kıbrıs’a yerleştirilen 40 bin dolayındaki Türk askerinin o günden sonra bir daha adayı terk etmemesi, uluslararası hukuka göre bir işgal durumu olarak tanımlandı. Ancak buna rağmen, Türkiye’nin “Misakı Milli sınırları” dışındaki askeri varlığı bugüne kadar sürdü.
Türkiye’de siyasal iktidarlar ve devlet bürokrasisi için bu harekât çoğu zaman iç politikada yaşanan tıkanıklıkları aşmak amacıyla kullanılmıştır. “Dış düşman”a karşı mücadele etrafında birleşme taktiği açısından Kıbrıs sorunu sık sık gündeme getirilmiştir. Türkiye egemenlerinin yanı sıra Yunanistan egemenleri de aynı yönteme sıkça başvurmuşlar ve halen başvurmaktadırlar.
ABD’nin ileri karakolu görevi üstlenilmiş de olsa, bölgesel olarak iddia sahibi bir ülke olarak kalabilmek, hem içte hem de dışta “güçlü devlet” imajına sahip olabilmek açısından Türkiye yönetenleri Kıbrıs’a özel bir önem vermişlerdir. Büyük bir imparatorluğu yitirmiş ve şu andaki konumu için de kanlı bir kurtuluş savaşı vermek durumunda kalmış olan Türk devletinin, Cumhuriyet kurulduktan sonraki tek seferinin Kıbrıs olması da ona, tarihsel bir anlam yüklemektedir.

KUZEY KIBRIS’TA PARTİ KURMAK İÇİN ANKARA VİZESİ ARANIYOR
Ancak Türkiye egemenleri 1974’den bugüne kadar uyguladıkları politikalar sonucu bugün yalnızlaşan, tıkanan bir noktaya gelmişlerdir. Bunun uluslararası nedenleri olmakla birlikte, Türkiye yönetenlerinin kendi izlediği politikaların da bunda önemli bir rolü olmuştur. Türkiye, Kuzey Kıbrıs’ta kurulan her hükümete, yapılan her seçimde icazet alınacak merkez olarak kendisini dayatmıştır. Öyle ki Türkiye Kıbrıs’ı sadece EOKA’dan “kurtarmamış”, kendisinden farklı düşünen Kıbrıs Türkü’nden de kurtarmıştır. ABD ve AB gibi, Kıbrıs sorununda kendisini müdahil gören emperyalist odakların, “Çözümsüzlüğü Denktaş dayatıyor. Ankara Denktaş’ı ikna etmeli. Bizim Kuzey Kıbrıs’ta görüştüğümüz sivil toplum örgütleri çözüm istediklerini belirtiyorlar” tezini son dönemlerde sıkça dile getirmeleri bu nedenledir. Türkiye yönetenlerinin savunduğu “kurtarma” politikasının, Kıbrıs’ın onlardan “kurtarılması” gibi bir açmaza doğru sürüklendiği görülmektedir.
Kıbrıs tarihi, Türkiye yönetenlerinin Kuzey Kıbrıs’ı kendi vilayeti gibi gördüğünü kanıtlayan örneklerle doludur. Örneğin Kıbrıs’ta “muhalif” bir çıkış olarak Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’nin kuruluş çalışmaları sırasında Ankara’nın icazeti aranmıştır. Dönemin TC Büyükelçisi Ercüment Yavuzalp, anılarında bu olayı şöyle anlatmaktadır: “Avukat Mithat Berberoğlu beni görmek istedi, 5 Mayıs günü kendisini kabul ettim. Özker Yaşın’la birlikte CTP adında bir siyasi parti kurmayı öngördüklerini, partinin program ve tüzüğünü hazırladıklarını, bunları Ankara’ya gönderilmek üzere bana tevdi edeceklerini, yeşil ışık alır almaz parti kurduklarını ilan edip, tüzük ve programlarını topluma açıklayacaklarını, bunu da 19 Mayıs’ta yapmayı düşündüklerini söyledi. Müracaatım söylemekle yetindim.” (Aktaran Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim’in İflası, sayfa 140)
Görüldüğünü gibi, Kıbrıs’ta bir siyasi partinin kurulması için onay Kıbrıslı Türklerin kendi yönetimleri ve kurumlarınca değil, Ankara’dan veriliyor.

ANKARA’NIN DİKİŞ TUTMAYAN ÇEŞİTLEMELERİ: “KKTC”, FEDERASYON, KONFEDERASYON
1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) kurulması da bu çözümsüzlük siyasetinin kendine yeni manevralarla çıkış arama çabasından öte bir anlam taşımamıştır. Aradan geçen 18 yıl içinde KKTC’yi isim babası Türkiye dışında tanıyan hiçbir ülke çıkmamıştır. 12 Eylül darbesi sonrasında cunta lideri Evren, “kardeşim” dediği Pakistan’da dönemin cunta başı olan Ziya Ül-Hak’ın KKTC’yi tanıması için çaba sarf etmiş ancak başaramamıştı. Ankara son dönemlerde de Azerbaycan’dan KKTC’yi tanımasını istiyor, ancak bunu da başaramıyor.
Ankara uluslararası arenada bu konuda yaşadığı tıkanıklığı, KKTC’ye yansıtmış, Ada’daki pozisyonunu sağlama almak için çok sayıda Türkiyeli Türk’ü Ada’ya göç ettirmiştir. 200 bin dolayında nüfusa sahip olduğu belirtilen Kuzey Kıbrıs’ta, Kıbrıs Türkü’nün oranı sadece 60 bin civarındadır. Türkiye egemenlerinin uyguladığı kolonileştirme tarzı yönetim anlayışı 30 bin dolayında Kıbrıs Türkü ailenin Kıbrıs’tan göç etmesine neden olmuştur. 30 bin aileden 25 bin kadarı İngiltere, ağırlıklı olarak da Londra’ya göç ederken, 3 bin dolayında aile Avustralya’ya, bin dolayında aile de Kanada’ya göç etmiştir. Türkiye’ye göç edenlerin sayısı ise sadece bin aile kadardır.
Bu, yuvarlak bir rakamla yüz bin kişi, yani Kıbrıs’ın şu anki nüfusunun yarısına denk gelen bir göç oranı, Kıbrıs’ın artık Kıbrıs Türklerinden de “kurtarılmaya” başlandığını göstermektedir.
Kuzey Kıbrıs’ın ekonomisi ise, Ankara’nın “yardım”ına bağımlı, üretimden koparılmış bir yapıya sahiptir. Kıbrıs’ta AB’ci bir çözümü benimseyen TÜSİAD ve TÜSİAD üyelerinin elinde bulundurduğu medya organlarında, Kıbrıs’ın Türkiye’yi zayıflatan ve zarar eden bir KİT’e benzetildiğine sıkça tanık olunur. Örneğin Türkiye’nin yardım olarak gönderdiği 7 trilyon lirayı da batırıp “Güney”e kaçan Rauf Denktaş’ın dünürü Salih Boyacı, TÜSİAD üyesi olan kendi sahibi de benzer bir suçlama ile cezaevine konulan Sabah gazetesinde “Hortum Dünür” başlığı ile manşet olmuştur. (26 Ekim 2000)
Ancak Kıbrıs’ta “ver kurtul” politikasına gelen bu çevrelerin hiçbiri, Kuzey Kıbrıs’ın bir kara-para aklama merkezi, kumarhane ve uyuşturucu hattı durumuna getirildiğine değinmiyorlar. Türk Kontrasının ilk egzersiz yerlerinden biri olarak kullanılan Kuzey Kıbrıs, Çatlı’ya kadar uzanan Susurluk’un birçok kilit ismini de ağırlamıştır.
Bugün Kuzey Kıbrıs’taki kitle örgütü ve sendikaların oluşturduğu “Bu Memleket Bizim” platformunun oluşumu tüm bu politikalara bir tepkinin sonucu olarak şekillenmiştir. Mudilerin KKTC Meclisini basması karşısında OHAL tehdidinde bulunan Denktaş, kendisine karşı “Bu Memleket Bizim” diye bağıranların giderek kitleselleşmesinden ve bunun kendisini uluslararası arenada da sıkıntıya sokmasından duyduğu kaygı nedeniyle “Ulusal Halk Hareketi” adında karşı bir oluşumu devreye sokmuştur. TMT’nin legal versiyonu olan bu oluşumun başında Cumhurbaşkanı Denktaş’ın danışmanlığını yapan Taner Etkin’in bulunması da bunun açık bir kanıtıdır. Kıbrıs’ta uygulanan Ankara politikalarına ve Denktaş’a muhalefet eden Avrupa gazetesinin matbaasının bombalanması, sendikaların basılması da aynı sürecin eş zamanlı gelişmelerinden biridir. Kuzey Kıbrıs’ta UBP-TKP ortaklığına dayalı hükümetin dağılması, dağılan hükümette başbakan yardımcılığı görevinde bulunan Mustafa Akıncı’nın da dile getirdiği gibi Ankara’nın müdahalesi ile gerçekleşmiş bir gelişmedir.

ŞİMDİ DE ÇEKOSLOVAKYA MODELİ
Kuzey Kıbrıs’ta siyasetin Denktaş, Ecevit, MGK eksenli olarak şekillendirilmesi için yeni kamplaşma ve provokasyonların devrede tutulacağı anlaşılmaktadır. Başbakan Bülent Ecevit’in “Türkiye’nin bir ili, hatta ilçesi kadar olan KKTC’de bu kadar parti çok, KKTC için en iyisi Başkanlık sistemidir” görüşünü dile getirmesi, yeni dönem siyaseti bakımından işaret verici gelişmelerden birisidir. “Kıbrıs fatihi” Ecevit, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir ilçesi kadar olduğunu yeni öğreniyor olmadığına göre, bu geçmiş yönetim biçimlerinin iflasının teyidinden başka bir anlama gelmemektedir. Ecevit’in temsil ettiği çizgi, artık bir “çadır tiyatrosu” biçiminde bile olsa, bir demokrasi oyununun, Kuzey Kıbrıs’ta kendi politikalarını tartışılır hale getirebildiği görmüştür. Bu, dışta dikiş tutmayan Kıbrıs politikasının içeride de dökülmeye başladığını göstermektedir. Bu nedenle yeni dönemde Ecevit çizgisinin Kuzey Kıbrıs politikasında, Kuzey Kıbrıs’taki muhalif seslerin temsilinden arındırılmış bir yönetim anlayışına doğru gidilmektedir.
Ecevit’in bu açıklamasından sonra yapılan MGK toplantısında Rum Kesimi’ni sert bir dille suçlayan mesajlar verilmesi ve entegrasyon tezinin yinelenmesi Türkiye yönetenlerinin Kıbrıs politikasının sertleşerek sürdüğünün göstergeleridir. MGK’nın Denktaş’ın Kıbrıs görüşmelerine devam etmesi kararını alması ise, Türk tarafının çözümsüzlüğün ana tarafı olduğu görüntüsünü bertaraf etmek için benimsenen bir politikadır. Aynı zamanda emperyalistlere tepeden tırnağa muhtaç ve her türden emperyalist dayatmaya açık hale gelinen koşullarda, ABD ve Avrupa Birliği’nden kaynaklanan baskılar karşısında bir gerileme anlamına da gelmektedir.
Ecevit’in aynı açıklamasında Kıbrıs sorununun “çözümü” bakımından önerdiği, “Çekoslovakya gibi iki toplum, iki ayrı devlet kurabilir” tezi de, Ecevit’in temsil ettiği çizginin Kıbrıs’ta içine düştüğü bataklığın giderek derinleştiğini göstermektedir. Federasyondan konfederasyona dönen, şimdi de Çekoslovakya modelinden söz eden Ecevit’in temsil ettiği çizgi; sanki ülkenin kuşatılmamış, hatta satılmamış bir yanı kalmış gibi “bir de güneyden kuşatılmaya razı olmamak” türünden yeni saçma gerekçelerle güçlendirilmeye çalışılarak savunulan ’74 öncesine dönmeme, Ada’daki pozisyonunu yitirmeme kaygısını yansıtmaktadır.

RUM KESİMİ’NİN AB ÜYELİĞİ-AGSP VE ANKARA’NIN ENDİŞELERİ
Kıbrıs Rum kesimi açısından AB üyeliğinin ete kemiğe bürünmüş olması ve iki yıl kadar sonra AB’ye girebileceğinden söz edilmesi, Ankara’yı sıkıştıran faktörlerin başında gelmektedir.
Ankara’da durarak, Kuzey Kıbrıs’a şahin politikası biçenler, Rum Kesimi’nin AB’ye girmesi halinde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) ordusunu Kıbrıs’a davet edebileceği, bunun Türkiye’nin konumunu daha da zora sokacağını düşünmektedirler. Bu politikaların savunucularından biri olan Mehmet Ali Kışlalı bunu çok açık bir ifade ile şu sözlerle dile getirmiştir: “KKTC toprakları için dava kazanan, tazminat isteyen AB üyesi Güney Rumları neden AGSK -yeni adıyla AGSP- ordusunu Kıbrıs’a davet etmesin? Kimse ‘suret-i hak’tan görünüp… ‘olmaz… olmaz’ demesin. Neyse ki sorunun boyutlarının hem
Dışişleri Bakanlığı, hem de ülkenin savunmasından sorumlu Genelkurmay farkında.” (Radikal, 25 Mayıs 2001)
AB’nin NATO’ya karşı kendi ordusunu kurmak için oluşturma aşamasında bulunduğu AGSP ile ilgili tartışmalar da, Kıbrıs sorununun bağlandığı gelişmelerden birisidir. Ankara’nın, AB üyesi olmadığı için karar sürecine kabul edilmediği ve bu nedenle de dışında kaldığı AGSP’nin Kıbrıs’ta yeni dengelere dâhil olması Yunanistan’ın elini güçlendirirken Ankara’yı zora sokmaktadır. Bu da, ABD’nin Denktaş’ı görüşmelere katılmaya ve anlaşmaya zorlar, Kıbrıs’ta kendisine yer edinmesini sağlayacak bir “barışçıl” çözümü ve buna bağlı olarak Kıbrıs’ın AB üyeliğini desteklerken Ankara’ya daha anlayışlı davranır görünerek, hem Kıbrıs hem de diğer birçok temel alanda Türkiye üzerindeki vesayetini daha da güçlendirmesi ve yeni tavizler koparmasının aracı olabilecektir.
Dünya Bankası’nın başından gönderilen Kemal Derviş’e ekonomisinin rotasını teslim etmiş olan Ankara’nın, ABD’nin ipini tuttuğu IMF-DB gibi emperyalist kurumların kapısında dilenir konuma düşürüldüğü bir dönemde, ABD’nin Kıbrıs’ta da kendi desteğine mahkûm olan bir Türkiye üzerinde kazandığı pozisyonu siz düşünün. Bu gelişmeler 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dengelerde birçok stratejik bölge gibi Kıbrıs’a da göz diken, Kıbrıs sorununun “çözümü” için özel temsilci atayan ABD’nin manevra imkânını genişletmektedir. Birkaç yıl öncesine kadar Kıbrıs Rum Kesimi’ne füze satmak gerekçesiyle Kıbrıs sorununa kendisini dâhil etme egzersizleri yapan Rusya’nın bugün daha çok kendi “arka bahçesiyle” ve becerebildiği oranda da Ortadoğu ve Balkanlar’a uzanmaya çalışmakla yetinmesi de ABD için daha elverişli bir zemin oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorunu ile ilgili önümüzdeki dönemdeki gelişmeler, Ada üzerinde hegemonya mücadelesi veren Atina ve Ankara ile birlikte, asıl olarak AB ve ABD’nin taktik savaşına sahne olacaktır. Başta Almanya olmak üzere AB, “AB üyeliği” yoluyla, Türkiye’yi (ve Denktaş’ı) gerileterek Kıbrıs’ın bütününü ya da bu noktaya gelebilmek üzere kısa vadede yalnızca Güneyi egemenlik alanı haline getirmeye çalışırken; ABD, her geçen gün daha çok sözünden çıkamaz hale getirdiği Türkiye’ye (ve Denktaş’a) AB karşısında ve AGSP dolayısıyla içine düşülen sıkıntılı durumdan çıkış reçetesi olarak kendisinin de “garantörlüğü”nü üstleneceği “bir miktar” gerilemeyi dayatarak, sağlayacağı bu “Türk gerilemesi”nin vazgeçilmez baş aktörü olarak Yunanistan’ı da Kıbrıs’taki kendi pozisyonuna razı edeceği kendi egemenlik emellerini gerçekleştirme peşindedir. Planının başarıyla gelişmesi durumunda, ABD’nin, politik olarak Kıbrıs’taki konumunu güçlendirirken, yeni garantörlerden olarak, örneğin uluslararası sorunlara yaklaşımda ciddi bir yakınlığa sahip olduğu İngiltere’nin adadaki üslerinin bir kısmında kendisine bir üs kapması şaşırtıcı olmayacaktır. Ecevit-Denktaş çizgisinin bu taktik savaşındaki kozları ise, öncesine göre daha da zayıflamıştır. (Nitekim Avrupa insan Hakları Mahkemesi’nin 10 Mayıs’ta Kuzey Kıbrıs adına ve Türkiye aleyhine aldığı karar, bu zayıflamanın bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Karar bu siyasi sonucun yanı sıra, Denktaş yönetimi için uzun vadeli bir “emsal gösterme” tehdidini de içeriyor. Kıbrıs konusunda benzer davalar da yine AİHM’in gündeminde. Türkiye’nin emperyalizme işbirlikçilik sınırlarına sıkıştırarak gerçekleştirme peşinde olduğu kendi bölgesel emperyal çıkarları adına, ABD dayatmaları karşısında, “bölgedeki önemi”, “jeostratejik vazgeçilmezliği” gibi nedenler üzerinden temellendirmeye çalıştığı kendi görüş ve pozisyonlarında direnme imkânlarının ise, hele son krizin ardından hemen hiç kalmadığı, artık kimsenin gerekçelendirme zahmetine bile katlanmadığı net bir veri düzeyine yükselmiştir.)
Bu durum, siyasi kaosun dışında ekonomik bir kaosun da egemen hale geldiği Kuzey Kıbrıs’ta, provokasyonların büyümesine elverişli bir zeminin de habercisidir. Denktaş’ın dünürünün, Türkiye’den toplanan vergilerle yapılan yardımı hortumladığı Kıbrıs ekonomisi, ticaret-siyaset bağlantılarının iç içe geçtiği mafyatik bir ortama giderek daha fazla gömülmektedir. 30 Mayıs 2001 günü KKTC’nin tanınmış işadamlarından Rant Döviz Bürosu sahibi Mustafa Tanıl’ın boğazı kesilerek öldürülmesi, Tanıl’ın öldürülmesinin üzerinden 7 saat geçmeden, bu kez başka bir dövizcinin evine molotof kokteyli atılması gibi gelişmeler, Kıbrıs Susurluğu’nun sevdiği bir havanın Ada’nın Kuzey’ini yine sardığının işaretleridir.
Tüm bu gelişmeler içinde, komplo ve provokasyonlarla gerek Türkiye’de gerekse Kuzey Kıbrıs’ta emekçi halkın yedeklenmek istenmesine karşı uyanık olunmalıdır.
İki halkın kardeşliği ve emekçilerin birliği üzerinde yükselecek, Ortadoğu’da emperyalizmin dayanağı olmaktan kurtulup, askeri üslerden ve yabancı güçlerden arınmış bir Kıbrıs; hem Kıbrıs’ın her iki kesimden halkının barış içinde yaşaması, hem de Yunanistan ve Türkiye emekçileri için, Ortadoğu halkları için doğru, kalıcı ve halkçı bir çözüm için atılabilecek ve atılması gereken ilk adım durumundadır.

Haziran 2001

Yerel parti çalışması ve bazı sorunları

Yerel parti örgütlenmesi ve yerel parti çalışması, devrimci sınıf partisinin çalışma ve örgütlenmesinin omurgasını oluşturur. Kapitalist emperyalizme ve burjuva diktatörlüğüne karşı mücadelede başarılı olabilmek; işçi sınıfı ve emekçilerin bilinç, eylem ve örgütlülüğünü her geçen gün daha ileri mevzilere taşımak, işçi sınıfının politik partisinin güçlü yerel örgütlere sahip olmasıyla mümkündür.
Devrimci işçi partisi olarak Emeğin Partisi’nin (EMEP) işçi, emekçi yığınlar içerisinde politik ve örgütsel etkisini artırması, sermaye cephesinin saldırılarının emekçi yığınlar tarafından püskürtülebilmesi, işçi sınıfı ve emekçilerin daha zor ve güç mücadele koşullarına hazırlanması vb. birçok devrimci görev ve sorumluluğun yerine getirilebilmesinde yerel örgütlerin (il ve ilçe örgütleri) çalışmaları belirleyicidir.
Sınıf partisinin hedeflerine ulaşmasında, politikalarının/taktiklerinin doğruluğu ve geçerliği tayin edicidir. Ancak bilinen ve sıkça tekrarlanan bir gerçek daha vardır; politikaların, taktiklerin doğru olması yetmez. Çünkü onları günlük hayat içerisinde ete kemiğe büründürecek, maddi bir güce dönüştürecek olan örgüt ve kadrolardır. Dolayısıyla en az, doğru politikalar/taktikler kadar, örgüt ve kadroların, amaca uygun, verimli, doğru mevzilendirilmesi de tayin edici bir öneme sahiptir. Yeni güçler kazanmak, yeni örgüt ve kadrolarla büyüyüp güçlenmek, ancak böyle bir örgütsel mevzileniş ve çalışmayla mümkün olur.
Parti örgütlerimiz, gerek kendi pratik deneyimleri ve gerekse proleter sosyalist hareketin örgütsel birikimiyle, yerel parti faaliyetini sürekli gözden geçirmek, örgütlülüğümüzü ilerletmek, güçlendirmek ve kurumsallaştırmak zorundadır. Bu aynı zamanda parti örgütlenmesinde canlılık, süreklilik ve yenilenmenin de bir gereğidir. Ancak, bütün bu genel doğruların -hatta daha fazlasının- biliniyor olması, yerel parti faaliyetlerimizde bir dizi eksiklik ve sorunun yaşandığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

YEREL ÖRGÜT ÇALIŞMASINDA ÖNCELİKLER BELİRLEYİCİDİR
Elbette her devrimci işçi partisi, sistem ile çıkarları çatışan bütün toplumsal kesimler içerisinde faaliyet yürütür, yürütmelidir. Bütün bu alanlarda örgütlenmek ve bu kesimlerin hareketinin ortak, birleşik bir mücadele olarak sermaye cephesine yönelmesini sağlamak, devrimci sınıf partisinin sorumluluğudur.
Çünkü işçi sınıfının; diğer ezilen ve sömürülen kesimlerin, gençliğin desteğini almadan, bu kesimlerin mücadelesini kendi mücadelesi ekseninde birleştirmeden, emperyalist kapitalizmden kurtulması mümkün değildir. Ancak bu gerçek, sınıf partisinin çalışma ve örgütlenmesinin temel alanının fabrika ve işyerleri olduğu gerçeğini değiştirmez.
Partimiz gerek 1. ve 2. Kongresi’nde, gerekse temel parti belgelerinde çalışma ve örgütlenmesinde fabrikalar ve işyerlerini merkez aldığını ortaya koymuştur. Ancak bunu dile getirmiş olmamız yetmiyor. Bu temel belirlemenin gereği olarak yerel parti örgütlerimizin, ileri kadroların, öncelikli olarak temel fabrika ve işyerlerine göre mevzilendirilmesi gerekiyor.
Bugün yerel parti örgütlerimizin, bu gerçeğin sık sık dile getirilmesine ve gelinen süreçte belirli somut adımların atılmış olmasına rağmen, iş bölümü ve görevlendirmede öncelikleri unutabildiğini görüyoruz. Her şeye yetişmek, geneli kucaklamak, diğer alanları ihmal etmemek, parti faaliyetini bütün alanlara yaymak vb. gibi genel doğrulardan hareketle ortaya çıkan bu durum, dikkat, enerji ve zaman dağılımında önceliklerin göz ardı edilmesine neden olabiliyor. Dahası, parti üye ve yöneticilerimizin büyük çoğunluğu bir yandan, yerel parti faaliyetimizin temel fabrika ve işyerlerine göre şekillenmesi gerektiğini söylerken, diğer yandan, parti çalışmasına günlük-pratik katılımlarının değerlendirilmesini, “ne kadar buna uygun davrandıkları” üzerinden yapmayabiliyorlar.
Örneğin, yerel parti faaliyetlerimizin can damarı olan İstanbul gibi büyük bir ilde, ileri parti kadrolarının görev paylaşımı, iş bölümü söz konusu olduğunda, temel işyeri ve fabrikalar tespit edilmiş olmasına rağmen, idari sınırlara göre bir yapılanma, şu veya bu nedenle öne çıkıp, belirleyici olabiliyor. Bu da her ilçeye, alana eşit düzeyde bir enerji, kadro ve zaman ayırma gibi “masum bir gerekçeyle” gündeme geliyor. Hal böyle olunca, günlük örgüt çalışmasının takibi, denetimi, sözlü ya da yazılı rapor edilmesi, yerel parti faaliyetinin temelini oluşturan fabrika ve işyerlerine göre değil de, genel bir ilçe faaliyeti üzerinden gerçekleşiyor.
Öncelikleri belirlenmiş, kadro dağılımı ve iş bölümü buna göre yapılmış bir yerel örgüt çalışmasında gerekli ısrar ve inatçılığın gösterilememesinden kaynaklı olarak, parti üye ve yöneticilerimiz arasında farklı tarzların şekillenmiş olduğu gerçeği de göz önüne alınarak, parti yerel örgütlerimizi önceliklerden uzaklaştırıcı baskılanmalar karşısında her zamankinden daha fazla bir titizliğe ihtiyaç duyduğumuz açıktır.
Burada önemli bir konuya dikkat çekmek anlamlı olacaktır. 24 Ocak kararları doğrultusunda, “dışa bağımlı, borçlanarak kalkınma modeli” saçmalığına bağlı olarak, ülkemizde kapitalizmin gelişim seyri, temel sanayi yatırımlarına değil, temel tüketim maddeleri ve ara mal üretimine ağırlık verme doğrultusundadır. Bu sektörlerde ciddi bir işçi yoğunluğu söz konusudur. Bu durum, küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan organize sanayi bölgelerinin hızla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Yerel parti örgütlerimiz, bu alanlardaki birçok küçük ve orta ölçekli işletmede dağınık üye ve işçi ilişkilerine sahiptir. Özellikle de tekstil sektöründe durum böyledir.
Bu durum, parti yönetici ve üyelerimizin önemli bir enerjisinin bahsedilen alanlara kaymasını teşvik etmektedir. Oysa bütün bu alanlara yetişecek kadro gücümüzün henüz olmadığı bilinmektedir. Buna rağmen ileri parti kadrolarımızın bu alanlardaki dağınık işçi ilişkileri peşinde sürüklenmesi söz konusu olabilmektedir. Eğer yerel örgütlerimizin bulunduğu alanlardaki işçi yoğunlaşması buralardaysa, elbette ki örgüt pratiğimiz de buna uygun olacaktır. Ancak İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerde bu durum, çalışmamızın önceliğini büyük, temel fabrika ve işletmelerin oluşturması gerçeğini değiştirmemelidir. Bu tip alanlarda da stratejik sektörlerde üretim yapan en büyük fabrika ve işyerleri temel alınarak çalışma yürütülmelidir. Yine bu sektörlerde, sendikalaşma faaliyetinin işçiler arasında çabuk taraftar bulmasından kalkarak, asıl önceliğin doğal önder konumundaki ileri işçilerin partiye kazanılması, işyeri parti örgütünün kurulması olduğu fikrinin zayıflamasına izin verilmemelidir.
Her tür yerel parti çalışmasında öncelik ve temel hedef, temel fabrika ve işyerlerinde parti örgütünün kurulmasıdır. Fabrika örgütleri toplamı olan bir parti olmanın mantıksal sonucu; yerel parti faaliyetimizde önceliklerin bu hedefe uygun olarak belirlenmesi ve günlük örgüt çalışmasının bu temelde sürdürülmesidir.
Elbette ki günlük çalışmada zaman zaman çeşitli ihtiyaçlardan kaynaklı önceliklerin gündeme gelmesi, farklı kesimlerin hareketinin, kendiliğinden hareketin dalgalanmalarına göre öne çıkması söz konusu olmaktadır. Ancak bu tür durumlarda bile, temel önceliklerin yer değiştirmesi gibi tehlikeler karşısında titiz, dikkatli olunması ve uyanıklığın elden bırakılmaması gerektiği; parti faaliyetimizin bugüne kadarki pratik birikimiyle sabittir. Dolayısıyla, aidat ilişkisinden propaganda ajitasyon faaliyetine, günlük gazete dahil parti basınının takibinden organ hayatına, bilgi almadan bilgi vermeye ve parti üyelerinin eğitimine kadar, yerel parti çalışmamızın bütünü bu önceliklere göre şekillenmek ve sürdürülmek zorundadır.

FABRİKA VE MAHALLE/SEMT ÇALIŞMASININ ELE ALINIŞI
Yerel parti çalışmalarımızda çeşitli eksiklik ve zayıflıkların ortaya çıktığı bir diğer önemli husus fabrika/işyeri çalışması ile mahalle/semt çalışması arasındaki ilişkidir.
Yukarıda ortaya konan temelde öncelikleri belirlenmiş bir yerel parti faaliyetinde, mahalle/semt örgütlerinin, partinin fabrika/işyeri örgütlenmesini besleyen, güçlendiren, yaygınlaştıran temelde ele alınması gerektiği, çeşitli vesilelerle parti materyallerimizde dile getirilen bir diğer genel doğrudur. Ancak, -sorun olmaya devam eden çalışmaların verimlilik ve sonuç alıcı niteliğe sahip olma düzeyi bir yana- hâlâ üye ve yerel yöneticilerimiz mahalle/semt çalışmalarındaki yoğunluğu dikkat çekicidir. Elbette ki, doğru değerlendirildiğinde bu yoğunluk yerel örgütlerimizin fabrika ve işyeri örgütlenmesini güçlendirici bir rol oynayacaktır/oynamaktadır. Durumun böyle olması, yerel örgüt çalışmamızda ağırlığın fabrika ve işyerlerine doğru değişmesinin gerekliliğini ortadan kaldırmamaktadır.
Örgüt ve kadrolarımızın dikkat ve enerjisinin temel fabrika ve işyerlerine yoğunlaştığı koşullarda zaman zaman “mahalle/semt çalışmasının ihmal edildiği” gibi değerlendirmeler gündeme gelmektedir. Oysa ihmal edilmeyen, gerekli titizlik ve önemin verildiği, kalıcı bir mahalle/semt çalışması/örgütlenmesi, fabrika ve işyerlerine yoğunlaşan bir parti çalışması ekseninde ele alındığında bir kazanım ve kalıcılığı olan bir çalışma olacaktır. Fabrika ve işyeri örgütlenmesini güçlendirmeyi hedefleyen bir yerel parti çalışması, güçlü ve kalıcı mahalle/semt örgütlenmeleri yaratabilir. Çünkü fabrika/işyeri çalışması sadece fabrikada geçen üretim zamanı süresince yürütülen bir çalışma değildir. Yeni işçi ilişkilerinin kurulması, var olan işçi ilişkilerinin geliştirilmesi, işçilerin eğitimi ve parti çalışmasına ileri düzeyde kazanılması, çalışmanın mahalle/semtlerde de, aynı öncelik anlayışıyla sürdürülmesiyle perçinlenir.
Parti yönetici ve üyelerimizin, fabrika-işyeri çalışmasını, fabrikada bulunulan üretim zamanıyla sınırlayıp, “mahalle/semt çalışmasına yardımcı olma” gibi görünürde haklı/mantıklı olan bir gerekçeyle, dikkatini, enerjisini ve zamanını bu alanlara yoğunlaştırması söz konusu olabilmektedir. Oysa yapılması gereken, fabrika/işyerinde geçen üretim zamanının dışındaki diğer zamanın da, yeni işçiler tanıma, var olan işçi ilişkilerini güçlendirme vb. amaçlarla bu alandaki parti örgütlenmesinin güçlenmesi doğrultusunda değerlendirilmesidir ve ilerletici olan da bu olacaktır. “Hiçbir şey olmuyor bu olsun bari” gibi durumlar hariç hiçbir şey, bunun dışında yaklaşımla görevlendirme yapılmasına neden olmamalıdır.
Bu hususlardaki yanlış, eksik kavrayışa bağlı olarak yaşanan bir diğer sorun ise; mahalle/semt çalışmalarında kurulan veya var olan üye ve çevreler arasında, önemli fabrika ve işyerlerinde çalışan kişilerin bilgisinin ilgili organlara ya da yerel yönetici organlara bildirilmemesidir. Bu durum; kimi zaman, ilçe çalışmasının zayıflaması, kimi zaman gerekli dikkat ve titizliğin gösterilmemesi kimi zaman ise partimizin temel örgüt anlayışına ve önceliklerine ilişkin kavrayış zayıflıklarının ağır basması gerekçesi ile ortaya çıkmaktadır. Oysa adı üstünde, bunlar sadece bir gerekçedir ve yerel yönetici organların bilgisi dâhilinde ortaya çıkacak istisnai durumlar hariç, partimizin mücadele ve örgüt anlayışıyla bağdaşmaz.
Önümüzdeki dönemde yerel parti çalışmamızda bütün sorumlu parti yöneticilerinin, görevlilerinin, ileri parti militanlarının ve üyelerinin bu tip yanlış eğilimlerden kurtulması, istenmeden ortaya çıkacak zayıflık ve eksikliklerin nedeni olmamak açısından belirleyicidir.

İŞLEYEN YÖNETİCİ ORGANLAR, ÇALIŞAN PARTİ GRUPLARİ
Yerel parti çalışmamızda, yerel yönetici organların (il, ilçe yönetimlerinin) olabildiğince hareketli, partinin politik ve örgütsel platformunu en ileri düzeyde kavrayan ve bu doğrultuda istikrarlı bir yönetici organ çalışması sürdüren konumda olması, parti çalışmamızın güçlenip kurumsallaşması açısından hayati öneme sahiptir. Dolayısıyla bu organlarda yer alacak parti üyelerimiz görev alırken veya görevlendirilirken buna uygun kadrolardan seçilmelidir.
Bu gerçeğin unutulduğu, yönetici organın sadece veya büyük oranda şeklen var olduğu bir durum kabul edilmemelidir. Bu durumdaki yerel yönetici organların, belirli bir dönem işlevsiz, “adı var kendi yok” bir konumda varlığını sürdürmesinin, yerel parti çalışmamızı zayıflatan, şekilsizleştiren ve birçok değerin aşınmasına neden olan sonuçlar doğurduğu görülmüştür. Bir üst düzeydeki sorumlu parti yöneticilerinin ve yönetici organların bu duruma müdahale etmede gecikmesi, eğer işlevli, asgari oranda çalışan, gelişmeye açık yönetici komiteler kurma olanakları yoksa önceliklere uygun olarak yeni düzenlemelerin yapılmasında gerekli ataklığı gösterememesi, yerel parti faaliyetimizin bir cümle önce ortaya konan sonuçlarla malul hale gelmesine göz yumulması anlamı taşıyacaktır.
Seçim dönemleri veya daha farklı istisnai durumlar elbette ki söz konusudur. Ancak çeşitli zorunluluklar sonucu da olsa oluşturulmuş işlevsel olmayan yerel yönetici organların mevcut durumuyla varlığını sürdürmesine müsaade edilemez. Hele hele, yerel parti örgütlerimiz, özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde idari, resmi ihtiyaçlarla sınırlanmış, koşullanmış bir yönetici organ varlığına tahammül etmemeli, eğitici, değiştirici olma ve gerektiğinde yeniden oluşturma yolunu seçerek kurumsallaşma, ayakları yere basan bir çalışma yürütme konusunda samut ve hızlı adımlar atmalıdır. Örneğin özellikle büyük illerdeki çeşitli ilçe yönetimlerimizin, temel parti grupları oluşturmaktan bile uzak, asgari oranda parti görevlerini yerine getiremeyen, mevcut koşullarda çok sayıda yöneticiden oluşan ancak, yerel parti çalışmasının önceliklerine uygun, somut bir görevlendirmeden yoksun halde varlığını sürdürdüğünü görmek mümkündü. Dahası, kendi yönetici organ toplantılarını bile yapmaktan uzak, aylarca toplantılara gelmemiş, gelmişse de şu veya bu nedenle üzerine düşeni yapmayan/yapamayan yöneticileriyle yönetici organlardan söz etmek mümkün olabilmektedir.
Oysa zorluklarına rağmen, bilinen belli başlı illerdeki yerel parti örgütlerimizin yönetici organlarını ihtiyaçlara uygun olarak yapılandırma olanağı vardır. Sorun, statükoya teslim olmama, yönetici organlarımızı ilerletici adımlar atmada, yeni görevlendirmelerle güçlendirmede cesur olabilmektir. Yine burada önemli olan bir diğer konu da, yazımızın başında ele aldığımız öncelikler sorununa bağlı olarak, yönetici parti komitelerinin, temel faaliyet alanlarını merkezine alan bir işlerlikle kurulmasıdır. Örgüt mekanizmasını idari sınırlara göre değil, ihtiyaçlara, fabrikalara, işyerlerine göre kurmaktır.
“Bugün kendisine ister emekçi partisi desin, ister başka türden bir niteleme yapsın bütün partiler, iller ve ilçeler, dolayısıyla da bölge esasına göre örgütlenmişlerdir, insanlar hangi ilçe ya da semtte oturuyorlarsa o ilçe örgütünün üyesidirler. Bu örgütlenmenin mantığında, partili olmanın ve parti çalışmasının esası partiye üye kazanmak ve seçimden seçime oy vermek vardır. Başka bir söyleyişle bu tarz örgütlenmede, özel olarak seçilmiş üst düzey yöneticiler politika yapacaklar; bunlar dışındaki parti üyelerinin politikaya tek katılış biçimi oy vermekten ibarettir.
Bunun anlamı ise, düzenin kendilerine biçtiği rolle sınırlı bir politika ve kitle ilişkisiyle yetinmektir. (…) Bu tarz bölgesel esasa göre örgütlenen, kendisine sosyalist ya da benzer adlar takan partiler içinde sonuç değişmez. Bunlar; ne kadar çok emekten, emekçiden, işçiden, yığınların politikaya çekilmesinden, sokak ve emekçi inisiyatifinden vb. söz ederse etsin, emekçi yığınlar adına politika yaptığını iddia eden azınlık seçkinlerin partisi olmaktan kurtulamazlar. (…) Birim çalışmasının mantığı ise; tam tersine, politikayı doğrudan emekçilerin yaptığı, her partilinin gündelik olarak politikaya bütün boyutlarıyla katıldığı, dahası emekçi tarzı bir politikanın ancak yığınların gücünü sahneye çekerek yapılabileceğini esas alan bir çalışma tarzını zorunlu kılar. Çünkü birim örgütü, yığınların gündelik mücadeleyi sürdürdükleri üretim ve hizmet birimleri içinde kurulur ve ister istemez yığınlarla günün her saati iç içe ve yüz yüzedir.” (Birim Örgütlenmesi Nedir? Emek Eğitim Dizisi: 1)
Bu alıntı, sadece birim örgütlenmesinin değil, aynı zamanda parti yönetici organlarının neye göre şekilleneceğinin de göstergesi, izahıdır. Ancak böyle kavrandığı ve bu kavrayış egemenliğini sürdürdüğü sürece işleyen, ilerleyen, verimli ve güçlenen bir yerel yönetici organ kurumlaşması gerçekleşebilir. Şüphesiz burada mükemmeliyetçi, idealist ve bu kez de durumu tersten abartan kavrayışlara düşmemek gerekir. Yaşanan olumsuz pratik deneylerden kalkarak, genel doğrular üzerinden kestirme sonuçlar çıkarmamak, partinin canlı bir organizma olduğunu unutan aydınca yaklaşımlara karşı da eğitici bir mücadele vermek gerekir.
Bilindiği gibi bundan yaklaşık 8 ay önce parti GYK’mız, 2. Kongre kararlarının gereği ve parti tüzüğünün değiştirilen üyelikle ilgili maddesine uygun olarak, parti üyelerimizin, parti birimleri, mahalle grupları temelinde örgütlü hale getirilmesi, her üyenin somut bir parti görevi alması için, bütün üyelerimizi bu anlayışa kazanma amacıyla bir çalışma başlatmıştı. Gelinen noktada birçok yerel parti örgütümüzün bu doğrultuda yaptığı düzenlemelerin sonuçlarının çeşitli düzeylerde ortaya çıktığı görülmektedir.
Elbette partimiz, örgüt çalışmasının vazgeçilmez bir parçası olarak, üyelerinin parti çalışmasına katılımının düzeyini yeniden ve yeniden gözden geçirmek, üyelerin çalışmaya katılımını daha verimli hale getirmek için ihtiyaçlara göre yeni düzenlemeler yapmak durumundadır.
GYK kararlarımız doğrultusunda atılan adımlar ve özellikle mahalle/semtlerde parti gruplarının oluşturulması için harcanan çaba sonucu, üyelerimizin parti çalışmasına katılım düzeyi o dönemden bu yana belirli bir ilerlemeyi de beraberinde getirmiştir. Ancak bu süreçte, mahalle/semtlerde oluşturulan parti gruplarımızın önemli bir çoğunluğu kâğıt üzerinde kalmıştır. Bu gruplar, üyelerimizin büyük çoğunluğuyla görüşülüp oluşturulmasına karşın istenilen katılım ve verim sağlanamamıştır. Ancak bu, yeni girişimlerin, bu konudaki ısrarların önünü kesmemelidir. Üyelerimizin bu süreçteki çalışmalara katılımı, partimizin çağrılarına yanıt verme düzeyi dikkate alınarak, bu grupların, çalışan parti grupları olarak yeniden şekillendirilmesi ihmal edilmemelidir. Aksine, daha önce oluşturulmuş plana uygun çalışmayan grupların, parti çalışmasına katılımda üzerine düşeni yapmaya çalışan üyelerimiz üzerinden yenilenmesi ve yeni üyelerin kazanılması hedefiyle çalışma yürütmeleri için gerekli düzenlemelerin yapılmasının, yerel parti çalışmamızı ilerletici bir rol oynayacağı açıktır.
Böyle bir yaklaşımla yapılacak düzenlemeler, parti kadrolarımızın ve üyelerimizin enerjilerinin daha verimli değerlendirilmesini sağlarken, yeni katılımları da teşvik edici olacaktır.
Bu yönde atılan adımlar, üyelerimizin tüzük gereği temel görevlerinden biri olan aidatların düzenli ödenmesi konusunda da etkili olacaktır. Özellikle, aidat vermenin üyeliğin temel bir kıstası olduğu, belirlenen miktardaki aidatların aksatılmadan ödenmesinin, yerel örgüt çalışmamızı güçlendireceği, bilinen, ancak yerine getirilmesinde hâlâ önemli eksiklikler olan bir husustur. Yerel parti öğütlerimizde aidatların, ilçelerin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla sınırlı bir yaklaşımla toplandığını görmekteyiz. Hatta bazı parti üyelerimizde, ilçe, il binası varsa aidat veren, yoksa bu sorumluluğunu yerine getirmekten imtina eden, devrimci bir sınıf partisi üyesi olmakla bağdaşmaz tutumlarla karşılaşılabilmektedir. Oysa birçok kez dile getirildiği gibi aidat ödeme konusu, sadece partinin mali olarak desteklenmesi sorunu değildir. Partiyle olan gönül bağını örgütlü bir bağa dönüştürme ve yerel parti çalışmasının güçlendirilmesine katkı sunmanın vazgeçilmez araçlarından birisidir bu. Bunu göz ardı eden her hangi bir parti üyesinin konumu tabiri caizse “yarım partililik” konumu olacaktır, bu ise, her üyemiz açısından kabul edilemez olmalıdır.

ORGAN HAYATI, GÜNLÜK TAKİP VE SÜREKLİLİĞİN ÖNEMİ
İsterse en yetenekli kadrolardan oluşuyor olsun, devrimci bir sınıf partisinin üye ve yöneticileri kolektif, sorunların üstesinden birlikte gelinen, sorumlulukların paylaşıldığı bir organ hayatı içerisinde yer almıyorsa, çalışmanın verimliliği istenilen düzeyde olamaz. Yine, en doğru görevlendirmeler yapılsa ve en iyi planlar çıkarılsa da, eğer yerel örgüt çalışmasında günlük bir takip, ısrar ve süreklilik yoksa çalışmanın sonuç alıcı ve başarılı olması da mümkün değildir. Bu çerçevede;
1. Bugün parti üye ve kadrolarımız, kolayıyla zoruyla önemli görev ve sorumluluklar taşımaktadır. Bu görev ve sorumlulukları yerine getirebilmeleri, herhangi bir parti organında yer alarak, örgütlü bir çalışmanın parçası olmaları ile mümkündür. Düzenli toplantılar yapmayan, yaşanan sorunları, atılması gereken adımları bu toplantılarda organ kararları haline getirip, sonuca bağlayıp uygulama yönünde gerekli devrimci çabayı sarf etmeyen bir parti organı, işlevini yerine getiremez. Yine böyle bir örgütsel işleyişin parçası olmayan bir parti üyesi kendisini geliştiremez, verimli, üretken bir çalışma yürütemez.
2. Elbette bu, gerekli gereksiz, sürekli “toplantı yapma” gibi bir tutumu haklı çıkarmaz. Ama aynı zamanda, bilmenin yapmak için yeterli olmadığı, ancak örgütlü bir parti organ hayatının bilinenlerin yapılmasını, yaşama uygulanmasını, sürekli bir öğrenme ve öğretme içerisinde olunmasını, moral değerlerin diri tutulmasını sağlayacağı gerçeği de inkâr edilemez. Çünkü devrimci sınıf partisinin işleyiş mekanizması içerisinde ilerletici ve eğitici en uygun kurum veya platform organlardır.
3. Bugün parti organlarımızın zaman zaman ayrıntılardan kaçan, zaman zaman da ayrıntılarda boğulan durumlarla karşı karşıya geldiğini biliyoruz. Elbette burada parti üye ve yöneticilerimize yol gösterecek temel anlayış, politika ve işi merkezine alan organ toplantıları yapmaktır. Dahası dönem dönem organın kendi faaliyetlerini açıklıkla değerlendirmesi, bu değerlendirmelere eleştirel bir anlayışın hâkim olması, organ yaşamının birleştirici ve zenginleştirici olmasında büyük öneme sahiptir. Eğer, organ toplantılarında ayrıntıların tartışılması konusunda olumlu ya da olumsuz diye bir sınıflandırma, derecelendirme yapılacaksa; ayrıntılara inmeyen, meseleleri ayrıntılarıyla ele alıp tartışmayan bir tarzdan ise, -kuşkusuz ayrıntıda boğulmamalıyız ama- ayrıntılara boğulmayı göze almak zorundayız demek, yerel parti çalışmalarımızın bu günkü düzeyi açısından tercih edilir bir durumdur.
4. Organ hayatının doğrudan ilişkili olduğu ve yerel parti örgütlerimizin çalışmaları açısından belirleyici olan önemli bir husus da, günlük çalışmanın takibi ve sürekliliğidir. Diyebiliriz ki en iyi, mükemmel planlar bile, devrimci bir parti organ hayatı, düzenli bir örgütsel takip ve çalışmada süreklilik olmadığı sürece, örgüt çalışmasında olması gereken rolü oynayamaz. Örneğin düzenli toplanmayan, aldığı kararlar doğrultusunda yaptıklarını ve yapamadıklarını değerlendirip, sonuçlar çıkarıp önüne yeni görevler koymayan, iki toplantısı arasında, alınan kararların yaşama geçirilmesini takip etmeyen ve bunu sürekliliği olan bir çalışma tarzı haline getirmeyen bir parti çalışması, devrimci özelliklerini giderek kaybedecek ve enerjinin boşa harcanmasına neden olacaktır.
5. Bugün yerel parti çalışmamızda, özellikle fabrika ve işyeri örgütlenmesinde, parti üye ve organlarımızın düzenli toplantılar yapması, partisiz işçi çevreleriyle ilişkilerin düzenli sürdürülmesi ve işyerlerinde işçi toplantılarının olabildiğince sık ve düzenli yapılması, özellikle işyeri temsilcileri ve doğal işçi önderleriyle ilişkilerin sürekliliği tayin edicidir. Oysa zaman zaman çalışmanın bu yönlerinin rutin tekrar olarak algılanıp, “yapıyoruz yapıyoruz bir şey olmuyor” gerekçesiyle ipin ucunun bırakılmasına tanık olabiliyoruz. Oysa bu, partimizin çalışma tarzının önemli bir unsurudur ve ister sendikal alanda olsun isterse doğrudan parti örgütlenmesinde olsun bu tarzdan vazgeçilemez.
6. Fabrika ve işyeri çalışmalarından sorumlu parti kadrolarımızın ve yerel yönetici organlarımızın üyelerinin günlük parti çalışmasına katılımında yaşadığımız önemli bir sıkıntı da; aktarıma, dışarıdan, sadece parti üye ve çevresini yönetmekle sınırlı bir katılımın hâlâ egemen olması sorunudur. Bu durum en başta fabrika ve işyerlerine yönelik planlarımızın uygulanmasında zayıflıklar yaratırken; yeni işçi önderleriyle tanışma, onları eğitme ve partiye kazanma, uzun yıllardır var olan ve ne uzayıp ne de kısalan ilişkilerden kurtulup fabrika/işyeri örgüt temelimizi yenileme hususlarında da ilerlememizi engellemektedir. Bunun için, temel fabrika ve işyeri örgütlenmelerinden sorumlu parti kadrolarımız ve yöneticilerimiz, dışardan bir katılımcı değil, doğrudan çalışmanın sorumlusu; varsa oradaki parti örgütünün bir üyesi, yoksa var olan işçi ilişkilerinin geliştirilip parti örgütüne dönüştürülmesinin ilk elden yürütücüsü olmalıdır. Temel fabrika, işyeri çalışmalarının bütün yönleriyle planlanıp yürütülmesi sorumluluğunun, bu alandan görevli en ileri düzeydeki yönetici parti kadrosuna ait olduğu unutulmamalıdır. Bu, güçlü fabrika ve işyeri örgütlerinin kurulabilmesinin, tıkanıklıkların önünün açılmasının, başarılı çalışmanın ilk koşuludur.
7. Yerel parti örgütlerimizin fabrika ve işyeri çalışmasında, organ hayatında değişken olan yön; çalışma tarzımız değil, dünya ve ülke gündemindeki siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel meselelerdir. Zenginlik, üretkenlik, öğreticilik açısından bu konuların hiçbiri donuk, durağan ve kendini tekrar eden rutinlikte ele alınamaz. Ancak söz konusu olan az önce vurguladığımız çalışma tarzı ise; bu tarzın bütün örgüt çalışmamıza egemen olması ve kavramı olumlu anlamda kullanacak olursak; asıl rutin olması gereken şeydir.

PARTİ KADROLARININ YETİŞTİRİLMESİ VE EĞİTİMİ
Yerel parti örgütlerimizin sık sık dile getirdiği, zaman zaman da çalışmanın zayıflıklarının nedeni olarak görülen önemli bir husus da, parti kadrolarımızın eğitimi ve yeni parti kadrolarının yetiştirilmesi konusudur.
Elbette ki yaratıcı ve canlı bir parti yaşantısının vazgeçilmez unsurlarından birisi, parti kadrolarının eğitimi ve yeni parti kadrolarının yetiştirilmesidir. Kapitalist sömürü düzeni ve burjuva ilişkilerin kuşatmasına karşı, devrimci bir işçi kitle partisinin yaşamın bütün alanlarında yürüttüğü mücadelede başarılı olabilmesi, görev ve sorumluluklarını yerine getirebilmesi için kadrolarının, bilimsel sosyalizmin teori ve pratik birikimiyle donanması/donatılması büyük öneme sahiptir. Dahası işçi, emekçi yığınların aydınlatılması ve örgütlenmesi faaliyeti, parti kadrolarının politik/ideolojik bilinçlerini ilerletme ve kendilerini eğitme faaliyetiyle iç içe geçmiş, birbirini doğrudan etkileyen bir süreçtir aynı zamanda.
Ancak meselenin ele alınışında, bugüne kadar yerel parti çalışmamız içerisinde hayatla bağdaşmadığı defalarca ve defalarca görülmüş olan formülcü, okulcu, ucu “birileri gelsin eğitsin” anlayışına varan, beklentici bir yaklaşımın yeniden, yeniden uç verdiğini görmekteyiz. Oysa kadroların politik/ideolojik eğitimi temel olarak, partinin her düzeydeki yönetici organlarının, birbirleriyle, birim örgütleriyle, parti ve gençlik örgütünün üyeleriyle, örgüt çalışmasının planlanması ve yürütülmesi üzerinden kurdukları ilişki içerisinde gerçekleşir. Özel olarak düzenlenen her türlü eğitim amaçlı etkinlik ise, bunu güçlendiren, besleyen ve zenginleştiren adımlar olarak bir anlam ifade eder.
Parti yöneticileri ve parti kadroları, başta büyük işletme ve fabrikalar olmak üzere bütün mücadele ve örgütlenme alanlarındaki faaliyetlerini planlayıp yürütürken, ilişkilerini öğrenici ve öğretici bir temelde, bilgi ve tecrübelerini birbirleriyle paylaşan bir zeminde sürdürürler, sürdürmelidirler.
Günlük çalışma içerisinde, parti üyeleri arasındaki bu ilişkinin canlılığı ve niteliği, öğrenme ve öğretme düzeyi, eğitim açısından büyük öneme sahiptir. Eğitimin bu pratik şekillenişi içerisinde şüphesiz ki en önemli görev ve sorumluluk parti yöneticilerinin omuzlarındadır. Marksizm’in toplam hazinesi ışığında, partinin politik-taktik yönelimlerinin parti üyelerine kavratılması ve parti birimlerinin çalışmaları içerisinde karşılaştıkları zorluklar, olumlu ya da olumsuz deneyimler üzerinden yeniden ve yeniden kavratılması, parti yayınları ve basınının, işçi hareketinin tarihsel birikimini özetleyen teorik yazımın bu çerçevede ve hareketin ihtiyaçları üzerinden inceleme ve tartışma konusu edinilmesi, belki de en az dikkati çeken, ancak parti kadrolarının eğitimi açısından en etkili olan yöntemdir.
Öğrenmenin ve öğretmenin, günlük çalışma içerisinde en canlı ve kalıcı etkisinin, çalışmanın planlanması ve yürütülmesi üzerinde şekilleneceğini bilmek, parti yöneticilerimizin ve kadrolarımızın asla unutmaması gereken bir husustur.
Dolayısıyla, bilimsel sosyalizmin, bilimin bütün alanlarındaki birikimini edinmek için usanmaz bir çaba içerisinde olmak, hiçbir gerekçenin bu birikimi edinmenin önüne geçmesine izin vermemek, parti yöneticilerimizin ve kadrolarımızın temel sorumlulukları arasındadır.
Yine bu temelde, partinin program ve tüzüğünü özümsemek, partinin günlük ve diğer periyotlarla çıkan yayınlarını yakından takip etmek, bu yayınları okumak ve okutmak için sürekli bir çaba içerisinde olmak, parti içi eğitimin olmazsa olmaz koşuludur. Bildikleriyle yetinmek, Marksizm’in kütüphanesindeki ve parti basınındaki teorik ve politik birikimi bilerek veya bilmeyerek de olsa önemsemeyen bir tutum ve davranış içerisine girmek, parti içi yaşamı üretken kılan en önemli araçları dinamitlemek demektir. Her parti yöneticisi ve her parti üyesinin, böylesi bir durumda, eğitim konusunda örgütü bir adım dahi ileri götürmenin mümkün olmayacağını kavraması gerekir.
Yerel parti örgütlerinin organize edeceği özel eğitim faaliyetleri de mutlaka organlar, birimler temelinde gerçekleştirilmelidir. Bu, eğitim faaliyetinin, pratik parti faaliyetinin zorluklarını aşmakta ve sorunlarını çözmekte doğrudan rol oynaması açısından önemli olduğu gibi, istikrarlı bir organ ve örgüt hayatı açısından da önemlidir. Eğer parti içi eğitim çalışmaları birimler temelinde örgütlenmez, il ve ilçe örgütlerinin genel üye katılımıyla yapılırsa, eğitim çalışmaları verimsizleşmekte ve hatta parti içi yaşamı olumsuz etkileyebilmektedir. Zaman ve katılım açısından ortaya çıkacak sorunların yanı sıra, parti faaliyetinin genelleşmesine de neden olmaktadır.
Eğitim faaliyeti bu temelde ele alınıp gerçekleştirildiğinde, aynı zamanda yeni parti kadrolarının eğitilip, geliştirilmesinin de önü açılacaktır. Burada bir noktaya daha vurgu yapmakta fayda var: Özellikle parti yöneticilerimizin, görev alanlarında, gençlik örgütümüzün ileri çıkan üyelerinden belirlenmiş kişilerle özel olarak ilgilenmesi; onlarla düzenli olarak bir araya gelip partimizin politik/örgütsel birikimi doğrultusunda her tür sorunu açıklıkla ve öğretici bir temelde tartışması, paylaşması, yeni parti kadrolarının pratik çalışma içerisinde hızla yetişmesi açısından etkili olacaktır. Yeni kadroların yetiştirilmesinde bugün için atılacak en somut, pratik ve sonuç alıcı adımların başında da bu gelmektedir.

GÜNLÜK İŞÇİ BASINININ KULANILMASINDAKİ ZAYIFLIKLAR
Yerel parti örgütlerimizin çalışmalarının merkezinde yer alan temel propaganda ve ajitasyon aracı günlük gazetedir. Son dönemlerde günlük gazetenin satışı ve kitle bağlarını geliştirme, yeni ilişkiler kurma ve örgütlenme aracı olarak kullanılmasında somut adımların atıldığı biliniyor. Bu adımlar, örgütlerimizin gücü göz önüne alındığında henüz yapılabilecek olanın gerisindedir.
Gerek 14 Nisan eylemleri, gerekse 1 Mayıs gösterileri, gazete satışlarımızın düzenli yapıldığı, kitle çalışmasında istikrarlı bir biçimde kullanıldığında, nasıl olumlu sonuçlar elde edileceğini gözler önüne sermiştir. Birçok yerel parti örgütümüzün bu eylemlere taşıdığı kesimler, günlük gazete satışları ile kurulan kitle bağları üzerinden bu eylemlere gelerek partimizin saflarında yer almışlardır. Dahası, henüz az sayıdaki fabrika ve işyerlerine dönük olarak yapılıyor olsa da, gazete satışları ile kurulan işçi ilişkileri artmaktadır. Bu olgu; yerel parti çalışmamızın temelini oluşturan öncelikli alanlarda, yeni işçi gruplarıyla tanışmanın ve örgüt kurmanın yolunun günlük gazeteyi daha istikrarlı ve yaygın olarak kullanmaktan geçtiğini göstermesi açısından öğreticidir.
Günlük işçi basınının parti çalışmamızdaki, işçi, emekçi hareketindeki rolü üzerinde çeşitli vesilelerle durulmuştur. Şüphesiz yeri geldikçe yine durulacaktır. Ancak yazımızın bu bölümünde, genel olarak günlük işçi basınının nasıl ele alınması gerektiğine değil, yerel parti faaliyetlerimizin güçlendirilmesi açısından önemli olan bir noktaya daha değinmekle yetineceğiz. Bugün günlük olarak gelişmeleri takip ettiğimiz belli başlı fabrika ve işyerlerinde yaşananların günlük işçi basınına düzenli olarak aktarılması, yerel parti faaliyetimizin bu alandaki önemli bir eksikliğidir. Emek ile sermaye arasındaki çatışmanın, dünya ve ülke gündemine ilişkin olay ve olguların fabrika ve işyerlerindeki yansımaları, işçilerin bu konulardaki düşüncelerinin düzenli olarak gazeteye yansıtılmasındaki zayıflık da buna eklenmelidir. 14 Nisan ve 1 Mayıs çalışmaları sürecini hatırlayacak olursak; bu dönemde yerel parti örgütlerimiz ve sorumlu parti yöneticilerimiz, belli başlı işyerlerine yönelik faaliyet sürdürürken; işçilerin, doğal işçi önderlerinin, işyeri temsilcilerinin, eylemlere nasıl hazırlandıkları, temel sorunlarına ve çözüm yollarına ilişkin değerlendirmelerinin ne olduğu vb. çerçevedeki soruların yanıtı olabilecek haber ve röportajların günlük işçi basınına ulaştırılmasında eksik kalmışlardır. Oysa bu yönde atılacak somut adımlar, sınıfın aydınlatılması ve eğitiminde, bağlayıcı kararların alınmasında etkili olmaktadır. Ve üstelik çeşitli işyeri, sektör ve illerdeki işçilerin, özellikle ileri kesimlerinin birbirlerinin durumundan haberdar olması, olumlu ve olumsuz deneylerinden yararlanması, olumlu örnekler üzerinden çalışmaların geliştirilmesi, örgütlü işçilerin politik çalışmalarını merkezileştirmesi ve politik birliklerini sağlamlaştırması ve giderek daha geniş işçi kitlelerinin politik olarak birleşmesi ve mücadelelerinin gelişmesi, bu olmadan ciddi biçimde başarılamaz.
Günlük işçi basınının sendikal hareket ve emek hareketi içerisinde önemli bir yer tuttuğu, partimizin dışındaki kesimlerin de dile getirdiği bir olgudur. Ancak, işçilerin, emekçilerin mücadelesini zayıflatan tutumlara karşı baskı oluşturmak ve onları geniş işçi yığınlarının gözünde teşhir etmek konusunda, yerel parti örgütlerimizin günlük işçi basınının bu otoritesi ve gücünden olması gereken düzeyde yararlandığını söyleyemeyiz.
Önümüzdeki süreçte, günlük işçi basınını, yerel parti faaliyetimizde bu açıdan etkin bir şekilde değerlendirmeliyiz. Bu, birçok engeli aşmada yerel parti örgütlerimize önemli olanaklar sunacaktır. Partimizin bugüne kadarki aydınlatma ve örgütlenme çalışmasında; bu hususta gerekli titizliği ve çabayı gösteren yerel örgütlerimiz sınıf içerisindeki gücünü artırırken, bunu yapmayan örgütlerimizin gelişemediğini pratik olarak görmekteyiz.

Sonuç olarak; elbette, yerel örgüt çalışmamızın yazı boyunca değerlendirilen eksikliklerini aşmak, güçlü ve yaygın örgütler oluşturmak, parti çalışmamızın daha profesyonel bir düzeye çıkarılmasıyla mümkündür. Ancak o zaman yerel parti çalışmamızın yazı boyunca ortaya konan zayıflıklardan kurtarılması mümkün olacaktır.
Bunun için ise, başta her düzeydeki sorumlu parti yöneticileri olmak üzere, parti ve gençlik örgütlerimizin bütün üyelerinin yeni bir kararlılıkla, çalışmaya katılımlarını dünkünden daha ileri bir düzeye çıkarmasına ihtiyacımız var. Başarmak için gerekli araç ve olanaklara sahibiz.

Haziran 2001

Kriz, gençliğe etkileri ve mücadele

Bir yıl içerisinde yaşanan iki krizle ülkenin yıkıma sürüklenmesinden en fazla etkilenen kesimlerin başında gençlik gelmektedir. Bugün gençlik işsizliğin pençesinde kıvranmakta, iş bulma “şansını” yakalayanlar ise gerici ve baskıcı iş yasalarının daha da ağırlaştırdığı, her tür güvenceden yoksun biçimde çalışmaya zorlanmakta; okul kapıları yüzlerine bir bir kapatılırken, eğitim kurumlarındaki eğitim sisteminin gerici ve baskıcı yanlarıyla yüz yüze bırakılmaktadır. Hal böyleyken, gençler, mevcut sistemin, dün olduğu gibi bugün de var olan sistemlerin en iyisi olduğuna ve değişmeyeceğine ikna edilmeye çalışılmaktadır.
Ancak, sistem ve onun her türden ideologlarının bu konuda başarılı olduklarını söylemek mümkün değildir. Zira üniversitelerdeki son 8 aya baktığımızda kitlesellik ve yaygınlık gösteren tüm eylem ve etkinliklerin temelinde ‘diplomalı işsiz olmayacağız’ talebi yatıyor.
Ülkenin doğusundan batısına bütün üniversitelerde düne oranla çok daha kitlesel katılımla tartışılan konuların başında ekonomik kriz, eğitim sistemi ve neoliberal politikalar ve emperyalist kültür kuşatmasına karşı gençliğin tavrının ne olacağı gelmektedir. ‘Üniversiteye çağrı’ adıyla öğretim üyeleri ve öğrenci temsilcilerinin imzasıyla yayınlanan bildirgeyle eğitim dönemine şimdilik son veren üniversitelerin fen ve edebiyat fakültelerinin kapılarında ‘Bu üniversite işsiz yetiştiriyor’ pankartları asılı kaldı.
Yine yüz binlerce ortaöğretim öğrencisinin üniversite eğitimi alma hakkını yok eden Ağırlıklandırılmış Ortaöğretim Başarı Puanı (AOBP) uygulamasına karşı okullarda yürütülen çalışmaların ve toplanan on binlerce imzanın kaynağında ucuz, genç işgücü olarak atölyelere mahkûm olmamak ya da sonu görünmeyen işsizlik maratonunda yer almamak isteği vardı.
Bu yazı, okulların da kapanmasıyla birlikte, emekçi mahallelerindeki işçi ve işsiz gençlik yığınlarının ve okulları tatile giren üniversite ve lise gençlerinin en yakıcı talebi durumunda olan işsizlik sorunu etrafında birleştirilmesi; gençlik yığınlarının mücadeleye ve Emek Gençliği saflarına katılımının hedefleneceği devrimci bir faaliyet süreci olarak yaz döneminin nasıl değerlendirilmesi gerektiğine ışık tutmak amacıyla kaleme alınmıştır. Bu yönüyle illerdeki Emek Gençliği gruplarının işçi, işsiz gençlik yığınlarını mücadeleye sevk etme çabası da bu yazıda belirtilenler bir plan dâhilinde ele alınıp değerlendirildiği ölçüde, çalışmalar karşılığını bulacaktır.

KRİZDEN GENÇLİĞİN PAYINA DAHA ÇOK İŞSİZLİK DÜŞTÜ
Enflasyonun düşürüleceği, ülkenin düzlüğe çıkacağının savunulduğu IMF tarafından ‘önerilen’ ve hükümet ve işbirlikçi burjuvazinin eliyle uygulanan programların dikişlerinin patlaması Kasım ve Şubat krizleriyle oldu. Son 20 yıldır IMF ve DB eliyle hazırlanan programların enkazı altında kalanlar; özelleştirmeler yoluyla işlerini kaybeden, sosyal hakları budanan, en demokratik hakları şiddetle bastırılan, eğitim ve sağlık hizmetlerinin tamamen dışında bırakılan emekçiler oldu. Banka hortumlayanlar, yerli ve yabancı sermayedarlar bir gecede kârlarına kâr katarken aynı gecede halk %50 oranında yoksullaştı. ABD beslemesi Bakan Derviş’le cilalanan sözde ulusal programın gereği olarak emekçi düşmanı yasalar Meclis’ten geçiriliyor. Bunun sonucunda, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinin, ülke tarımının bitirilmesinin ve tarımsal ürünlerde tamamen dışa bağımlılığının sağlanmasının, çığ gibi büyüyen işsizliğin, kazanılmış tüm sosyal hakların bir bir gasp edilmesinin, eğitim ve sağlık gibi en temel hakların paralı hale getirilmesinin önündeki engeller kaldırılmış, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin sömürü ve yağması garanti altına alınmış olacak. Şimdilerde sermaye sözcülerinin sıkça dillendirdikleri ve özünde sermayedarların kârlarına dokunmadan faturayı halka yıkacak yeni vergi yasaları da işin tuzu biberi yerine geçecek.
Yoksullaşmanın arttığı, satın alma gücünün azaldığı ülkemizde emekçiler ve en çok da genç kuşaklar işte böylesine bir kuşatılmışlığın merkezindeler. Kasım ve şubat krizleri elbette ki bütün işçi ve emekçilerin hayatını etkiledi. Ancak işsizler ordusuna yeni yüz binlerin katıldığı sektörler, daha çok genç işçilerin, her tür sosyal güvenceden yoksun olarak çalıştırıldığı sektörler oldu. Küçük ve Orta Büyüklükte işletmeler (KOBİ’ler), daha çok fason ve yan sanayi üretiminin ağırlıkta olduğu küçüklü büyüklü atölyelerden oluşan sanayi siteleri, krizin yarattığı yıkımın genç işçilerin sırtına yıkıldığı; işsizliğin ve yoksulluğun daha da büyüdüğü alanlar oldu.
Kasım ve Şubat krizlerinin ardından, milyonlarca genç işçinin işgücünün sömürüsünün karşılığı olarak verilen asgari ücretin satın alma gücü hiçbir şekilde tarif edilemeyecek düzeye gerilerken, işçi-işsiz gençler arasındaki rekabet de kışkırtıldı.
Şeker ve tütün yasaları, taban fiyat uygulamasından vazgeçilmesi doğrultusunda atılan adımlarla tarımın çökertilmesi; bu sektörde çalışan ve önemli bir çoğunluk oluşturan genç tarım işçilerinin işsiz, geleceği belirsiz bir konuma sürüklenmesine ve ucuz olarak bile nitelenemeyecek kadar düşük ücretlerle işgücünü satmak zorunda kalacağı bir yaşama mahkûm edilmesine neden oldu.

KRİZİN KAYNAĞI KAPİTALİZMDİR
Türk lirasının devalüe edilmesinin ardından sokaklara dökülen esnafın önemli bir çoğunluğu sanayi sitelerinin küçük atölye sahipleriydi. Düne kadar ücret zammı talebine bile genç işçileri kapı önüne koyarak yanıt veren atölye sahipleri sokağa işçileriyle birlikte döküldü. Sanayi sitelerinin azgın sömürü çarkının dişlileri arasında ucuza öğütülen genç işçilerin çoğunun bugün zam talebini dillendirecekleri bir işleri bile yok.
Sosyal güvenceden zaten mahrum bırakılmış yüz binlerce genç işçi sokak sokak iş arayarak, çöken aile bütçelerine katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Amele pazarlarında sabahtan akşama bir simitle köşe başlarında iş bekleyenlerin sayısı artıyor, yaş ortalaması ise düşüyor. Sokaklardan çöp toplama meslek olurken, bunalımlar, intiharlar artıyor. Henüz işten atılmamış genç işçiler ‘hiç olmazsa işin var’ tehdidiyle aylarca para almadan çalışmaya zorlanıyorlar. Son olarak Şubat krizinin ardından yaşananlar ve ‘sözde ulusal program’ gereği çıkarılan yeni yasalarla yaşanan yoksullaşma ve toplumsal çürüme, geniş gençlik yığınlarında bir öfke birikimine de neden oluyor.
Düne kadar sanayi sitelerinin, ucuz işgücü cennetlerinin genç işçilerine dönük aydınlatma çalışmalarının salt ekonomik ve sendikal talep ve içerikle devam etmesinin yanlışlığının verdiği zarar bugün aynı şekilde devam edildiğinde çok daha büyük olacaktır.
İş bulma umudu ya da baskılar sonucunda göçlerle büyük şehirlerin kenar emekçi mahallelerini dolduran gençler işsizlik, dışlanma ve itilmişliğin girdabındalar. Aile bütçesine katkıda bulunamamanın ezikliği, kendilerini ifade edebilecekleri, toplanacakları mekânların olmayışı, emekçi mahallelerinin gençlerinin “kaderi” olmuştur. Herkesin sırt çevirdiği, toplumun kanayan yarası olarak ifade edilen gençlere kahvehaneler, internet kafeler, sokak çeteleri, uyuşturucu simsarları kapılarını sonuna kadar açmıştır.
Genç işçi yığınlarının biriken öfke ve tepkisini, ülke zenginliklerini emperyalist tekellerin yağmasına açan işbirlikçi politikalara ve sömürü sistemi olan kapitalizme yöneltmekten başka çıkar yol yoktur. Milyonlarca genci en ilkel koşullarda sömürü çarkının içerisine çekenler, milyonlarca genci işsizlik cenderesinde bunalıma, intihara ve umutsuzluğa sürükleyen sistemden çıkarı olanlar sadece kapitalistler, yönetici sınıflardır.
Krizin kaynağının kapitalizm olduğu, anti-kapitalist bir bilinçle örgütlenip, mücadele edilmedikçe krizlerin yıkımının altında kalmaktan kurtulunamayacağı, genç işçilerin, işsiz gençlerin eğitimi ve aydınlatılmasının temelini oluşturmalıdır.
Kapitalizmin bir krizler sistemi olduğu; kapitalist sistemdeki üretim ve değişim ilişkilerinin sadece küçük bir azınlığın zenginleşmesine, servetlerine servet katmasına yol açtığı, büyük çoğunluğun ise modern köleler halinde sömürülmesini garanti altına aldığı, kapitalizmin yaşama şansının buna bağlı olduğu gerçekleri temelinde açık, ikna edici bir aydınlatma faaliyetine her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu mutlaktır.
Burada unutulmaması gereken nokta; gençliğin acil talepleri için mücadelesinin, toplumsal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesiyle birleştikçe sonuca ulaşabileceğidir.

İŞSİZLİKLE MÜCADELE EDİLMELİDİR
Kasım ve şubat krizleri, işsizliği çığ gibi büyütürken, işsizliğe karşı mücadeleyi de dünden daha yakıcı bir hale getirdi. İş yerlerinde ve mahallerde gençlerin yoğun olarak bulunduğu mekanlarda gençleri bir araya getirecek etkinlikler düzenlemek, işsizliğe karşı neler yapılabileceğinin tartışılacağı toplantılar yapmak, bu toplantılarda eylem ve etkinlikleri planlamak, işsizliğe karşı imza kampanyaları başlatmak, toplanacak imzaların bölge çalışma müdürlüklerine götürülmesini organize etmek gibi pek çok eylem ve etkinliği planlamak, çalışmaların istikrarı açısından önemli olacaktır.
Kahvehaneleri toplantı mekânlarına dönüştürmek, mahallelerde muhtarlar ve ileri gelenlerle bu sorunları paylaşmak ve yapılacak çalışmaların destekçisi olmalarını istemek, işsizliğe karşı yapılacak çalışmaları güçlendirecektir. Emekçi mahallelerinde işsizliğe karşı yürütülecek çalışmada gidilmedik tek bir ev, ziyaret edilmeyen tek bir atölyenin kalmayacağı türden kitleselliği gözeten planlar yapılması önemlidir. Mahallelerdeki yöre dernekleri, gençlik merkezleri, kültür sanat evleri gibi yerler de bu çalışmaların planlarında bir yer bulmalı ve mücadelenin örüleceği merkezler olarak düşünülmelidir. Yani bir başka ifadeyle gençlik yığınları emekten ve özgürlükten, adaletli bir gelir dağılımı ve insanca bir yaşam için mücadeleden yana esen bir rüzgârla kasıp kavrulmalıdır.
Bugüne kadar gençleri sadece oy deposu olarak değerlendiren ve yönetime geldikten sonra da bütçe vb. sıkıntıları ileri sürerek talepleri karşılıksız bırakan yerel yönetimlerden haklarımızı talep etmeliyiz. İş ve meslek kurslarının açılması ve ardından doğal olarak ileri sürülecek iş talepleri, mahallelerdeki gençler arasında dalga dalga yayıldıkça, bir arada ifade edildikçe gerçekleşebilme imkânlarını zorlayacaktır. Gençlere kültürel, sosyal ve sportif etkinliklerin yolunun buralardan geçtiği anlatılarak bu hakları için harekete geçmeleri ifade edilmelidir.

‘YENİ BİR DÜNYA İÇİN MÜCADELE’ TEMEL ŞİAR OLMALIDIR
İşçi işsiz gençlik yığınlarının mücadeleye katılımını sağlayabilmek için -koşulları, nesnel bakımdan bugün daha elverişli olsa bile-, düne göre daha yoğun bir çaba ve enerjiye ihtiyaç olacağı açıktır. Emek Gençliği bu çalışmaya seferber edeceği güçlere sahiptir ve bunların bir bölümünü de üniversiteleri ve okulları tatil olan üniversiteli ve liseli gençlik oluşturmaktadır. Bu süreç üniversiteli gençlerimizin aynı zamanda fabrika ve işçi çalışmalarını tanımalarına olanak sağlayacağı gibi, diğer gençlik kesimleriyle birlikte ortaklaşan sorunları için ortak mücadeleyi kavrama ve daha yakından öğrenme olanaklarını da sunacaktır.
Kaynaşma ve dayanışma amaçlı piknikler düzenlemek, sportif ve kültürel etkinlikler organize etmek ve bu etkinliklerde yüzlerce, binlerce genci bir araya getirmek, Emek Gençliği örgütlerimizin yabancı olmadığı çalışmalardandır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken ve yine geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız gençlik kampları ve futbol turnuvalarından edindiğimiz deneyimlerimizi anımsamakta yarar vardır.
Hem gençlik kampları hem de futbol turnuvaları, fikir olarak ve gençliğin ihtiyaçları düşünüldüğünde, hızla binlerce genci bir araya getirebilecek türden etkinliklerdi. Ancak bu tür etkinliklerin, futbol ya da kamp ya da bir başka etkinlik için bir araya gelen yüzlerce gencin yaşamlarında, dünya görüşlerinde ve amaçlarında değişimlerin yaşanmasına zemin teşkil edebilmesi; gençlik yığınlarının talep ve eylemlerinin kapitalizme karşı mücadeleye bağlanabileceği araçların oluşturulmasıyla olanaklıdır. Aksi takdirde somut bir iş için bir araya gelen gençlik yığınlarının o iş bitince dağılmalarının önünü alabilmek mümkün olmayacaktır.
Şu ana kadar yazılanlar; yaz dönemine ilişkin yapılması gerekenler ve planların dökümü gibi görünse de, aslında Emek Gençliği’nin bundan sonraki dönem çalışmasının omurgasını da oluşturacaktır. Ancak yaz döneminde yürütülecek bu çalışmalarda Emek Gençliği’nin kısa vadeli hedefi; atölyelerde, sanayi sitelerinde, emekçi mahallelerinde yüzlerce genci barındıran gençlik gruplarının oluşması ve işçi işsiz gençlik yığınlarıyla günlük bir ilişkinin sürdürülebilmesinin araçlarının yaratılması olmadır.
Milyonlarca gencin gelecek planlan ve umutları dağıtılmış, ülkede ve dünyada yaşanan sorunlara karşı duyarsızlaştırılması yönünde önemli adımlar atılmışken, her türlü yoz ilişkinin batağına çekilmeye çalışılan gençlik kesimlerinin sorunlarının “bilincinde olması”; gençlik yığınlarının bugün ve gelecek mücadeleleri açısından yeterli değildir. Gençlik yığınlarının haklarını almak için mücadeleye atılmaları, dayanışma içerisinde ve birlikte hareket etmeleri, örgütlenmeleri, milyonlarca genci kapitalizmin boyunduruğundan kurtaracak tek yoldur.

Haziran 2001

Halka güvensizliğin sloganı: “bu halk adam olmaz!”

Ciddi bilimsel oturumlardan halk kahvelerine kadar her yerde sıkça tekrarlanan bir yargı vardır: “Bu halk adam olmaz!” Öyle ki ve ne acı ki, bu halktan bir şey çıkmayacağına dair kanı, kendisinden bir şey çıkmayacağına hükmedilenler tarafından da benimsenmiştir.
Üzerinde düşünülmeden, çoğu zaman da sırf “muhabbet olsun” diye dile getirilen bu yerleşik kanı, son Şubat krizinin ardından da çarpıcı bir şekilde sergilendi. Kimi, kriz karşısındaki eylemlerin zayıflığını; kimi, emekçilerin bilinçsizliğini ve bilinçsizce eylemlerin gericiliği yükselteceğini öne sürerek bu halka güven olmaz dediler. “Bu halkı sömürüp posasını çıkartsan bile kılı kıpırdamaz” diyenler, örgütsüz halk kesimleri öfkelerini sokağa taşırdığında ise, “bu eylemlerden faşizm doğar” demeye başladılar. Ve bildik o eski nakarata dönüldü. Bu halk adam olmazdı, bu halka güven olmazdı vesselam!
Bu kanının nereden ve nasıl gelip mutlak bir gerçeklik gibi insanların zihnine yerleştiği tartışılabilir, ama sıradan kahve müdavimleri kadar aydınların, ilerici örgütlerin de bu anlayışta oldukları tartışılamaz. Söylemlerinde halktan, halkın devrimci özelliklerinden vb. söz edenlerin aslında buna inanmadıklarını anlamak için davranışlarına, eylem çizgilerine şöyle bir göz atmak yeter.
İddiamızı daha da ileriye götürebiliriz: Devrimci emek hareketi saflarında da bu anlayışın yansımalarını bulmak mümkün. Evet, parti yayınları, genelgeleri daima “halk adamı” olmayı, halkın devrimci özelliklerini açığa çıkarmayı, halka güvenmeyi işliyor. Militanlar da samimi olarak bunu benimsemeye çalışıyorlar. Ama halk denilen o karmaşık yapıyla karşı karşıya geldiklerinde, kapıdan kovulduklarında, alaya alındıklarında, aldırmazlık ve lakaytlıkla karşılandıklarında… “yahu gerçekten de…” diye başlayan sızlanmalarda bulunuyorlar.
20 yıl arayla yaşanmış iki çarpıcı örneğe yer vermek istiyoruz:
Örnek 1: Yıl 1978. Devimci muhalefet hareketinin dalga dalga yayıldığı, “halkımız” diye başlayan bildirilerin, çağrıların yaygın olduğu bir dönemdir. Bir köy kahvehanesinde geniş katılımlı bir toplantı yapılmaktadır. Kürsüdeki konuşmacı, çoğunluğunu yaşlı ve orta yaşlı köylülerin oluşturduğu dinleyicileri süzmekte ve “halkımız erdemlidir, halkımız fedakârdır, halkımız yiğittir…” şeklinde övücü sözler sarf etmektedir. Konuşma biter, hatip alkışlar arasında yerine otururken sadece yanındakilerin duyabileceği bir sesle fısıldar: “Halkımız ottur!”
Örnek 2: Yıl 1998. Devrimci emek partisi, aktüel gelişmeler ve taktik çizgisi hakkında görüşlerini aktarmak ve onların katkılarını almak üzere aydınlarla bir toplantı düzenlemiştir. Konuşan partililer, emekçi saflarda büyüyen öfkeden, özelleştirme karşıtı eylemlerden vb. söz ederler ve aydınların enerjilerini emekçilerle birleştirme çağrısında bulunurlar. Söz alan bir yazar, emekçi denilen bu kalabalıkların gericilerin peşinden gittiğini, gerici partilerin iktidara gelmesinin sorumluluğunun onlara ait olduğunu, toplumun öncüsünün yine de burjuvazi olduğunu büyük bir rahatlıkla dile getirir…
Kimse bu örnekleri ayrıksı olarak nitelendiremez. Tersine, genel anlayışın yansıması oldukları rahatlıkla söylenebilir.
Devrimci saflarda dahi etkileri görülen, dile getirilmese de içten içe hak verilen bu anlayışın kesin bir şekilde mahkûm edilmesi gerekiyor. Ama bunu yaparken de halkın devrimci potansiyelinin nereden kaynaklandığı, nasıl açığa çıkacağı, mevcut gerici etkilenmeler vb. konularda hatırlatmalar yapmak gerekiyor.

HALKA KARŞI GÜVENSİZLİĞİN TARİHSEL VE GÜNCEL KAYNAKLARI
Bu son derece yanlış bir anlayışın böylesine kolayca ve tartışılmadan benimsenebilmesinin başlıca iki nedeninden söz edebiliriz.
İlki günceldir, emekçi çoğunluğunun gerici, din istismarcısı sermaye partilerine oy vermiş ve verecek oluşundan, devrimci çağrılar karşısındaki kayıtsızlığından besleniyor. Halkın erdemlerine, devrimci dinamizmine, şanlı tarihine dair genel kavramları mekanik olarak benimsemiş bir devrimci, halkı oluşturan tek tek emekçilerle yüz yüze geldiğinde düş kırıklığına uğruyor. Hakkında o kadar methiyeler dizilen halk bu mu, diye şaşırıyor. Apaçık gerçekleri dile getiriyorum, bana mısın demiyor; patronlar ekmeğinin yarısını koparıp alıyorlar, isyan etmiyor; işletmesi özelleştiriliyor, dur bakalım ne olacak deyip kayıtsızlığını koruyor, IMF’nin adamı olduğu ayan beyan ortada olan Derviş için bile acaba memleketi düzeltir mi diye umut besliyor. Bu nasıl halk? Bu türden yakınmaları, erken bir başarı umudu ile yaptığı hamle hüsranla sonuçlanmış iyi niyetli, ama kavrayışı sığ pek çok solcudan duyabilirsiniz. Eğer kaba bir mantıkla bakılırsa haksız da sayılmazlar. Memleketin adeta bir sömürgeye dönüştürüldüğü, emekçilerin hızlı bir yoksullaşma süreci yaşadıkları bir zamanda, dur bakalım Derviş ne yapacak diyen bir halk nasıl devrimci olabilir?
Birincisinin oluşmasına önemli katkısı olan diğeri ise tarihsel/gelenekseldir ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e muhalefet hareketinin bir üst tabaka hareketi olarak gelişmesi, aydınların emekçilerle birleşmek yerine dışardan ve/veya devlet içindeki bürokratlardan gelecek desteğe bel bağlamaları sonucunda oluşmuştur. Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında değişik vesilelerle üzerinde durulduğu gibi. (Bunlar arasından “Proletarya ve Önderlik Sorunu” başlıklı yazı örnek gösterilebilir, sayı: 62, Aralık 1993) Gerek 19. yüzyıldaki demokratikleşme hareketleri gerekse de 20. yüzyıldaki hareketler, halka dayanmak yerine gözünü üst sınıflara dikmiş, emekçi sınıf eylemlerini ise kendi projelerinin haklılığını ortaya koyan karışıklıklar olarak görmüşlerdir. Halkı kurtarma işini halktan değil, üst sınıfların iyi niyetli mensuplarından beklemişlerdir. O günkü koşullarda bir ölçüde anlaşılır olan tutum bugüne taşınırsa, Murat Belge’nin çerçeve içinde yer verdiğimiz yazısı türünden halk düşmanlığı çıkar karşımıza.
Hal böyle olunca, halka güvensizlik rahatlıkla dile getirilebilir bir “hakikat” olabiliyor. Böylelikle halkta bir cevher bulunamayınca da halk dışında dayanılacak bir güç aramak zorunlu oluyor. Kimisi bu gücü “öncü devrimciler”in eyleminde, kimi orduda, kimi ise doğrudan doğruya sermayede görüyor.
İş, bakın nereye varıyor; Halkın dertleri ve sıkıntılarını ortadan kaldırmak üzere yola çıkılıyor, Bu halktan (öteki halklara bir diyeceğimiz yok, ama bizim halkta iş yok!) bir şey beklenemeyeceği, halkın karşı-devrimi güçlendirdiği kanaati hâsıl oluyor. Halkın nereye varacağı bilinmez taşkınlıkları karşısında sermayeye, orduya sığınılıyor. Böylece somut sorunlara ilişkin taktikler de şöyle şekilleniyor: Kürt sorununu TÜSİAD çözsün, şeriatı ordu önlesin, modern dünyaya uyum sürecine sermaye öncülük etsin…

DEVRİMCİLİK VE TOPLUMSAL KONUM
Devrimci literatürün halkın, daha dar anlamda konuşursak proletaryanın devrimci özelliklerine dair yaptığı saptamalar, vurgular geneldir, bütün zamanlar ve bütün ülkeler için geçerlidir. Ancak halk denilen kategoriyi oluşturan emekçiler, tanrısal bir kudretle iyi, doğru, erdemli, cesur, adil olarak yaratılmış insanlar değildir. Emekçiyi devrimci kılan, toplumsal üretim sürecindeki rolü, maddi konumudur. Emekçi farkında olsun veya olmasın, kendi talepleri için girdiği her eylem sermaye egemenliğinin temellerini sarsar, emekçilerin eylemleri tarihsel hareketin motorunu oluşturur.
Yani bir sınıfı devrimci veya gerici kılan, o sınıfın üretim sürecindeki rolü, üretim araçları karşısındaki konumu, gelişecek olan toplumsal sistemle ilişkisidir. O sınıfın kendi konumunun bilincine varmamış olması, onu nesnel bakımdan devrimci olmaktan çıkarmaz. Veya bazı mensuplarının kendi toplumsal konumuyla taban tabana zıt bir noktada bulunması, o sınıfın devrimci potansiyelini gölgelemez; tıpkı burjuva aydın bir tabakanın kendi sınıfı yerine proletarya saflarına geçmesinin, o sınıfı gerici bir sınıf olmaktan çıkarmaması gibi.
19. yüzyılın Marksizm-öncesi sosyalizm akımları da proletarya ile yoksullar ile ilgileniyorlardı. Proletaryanın yaşam koşullarını düzeltmeye çalışıyorlardı. Tüm sınıfların vicdan sahibi mensuplarını da bu projelerine kazanmaya çalışıyorlardı. Yani onlar, emekçinin yaşam koşullarını düzeltecek bir sistemi, emekçilerin dışındaki sınıflardan bekliyorlardı. Marksizm ise, proletaryanın kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceğini ortaya koydu, onun devrimci niteliğini keşfetti. O güne kadar Marx’la dayanışma içinde olan birçok aydın-felsefeci, “kaba güce sahip bu cahil kalabalığı” baş tacı ettiği için Marx’a cephe aldı. Oysa Marx’ın yaptığı duygusal bir tercih olmanın ötesinde, kapitalizmi ortadan kaldırıp sınıfsız bir toplumu kurmaya muktedir yegâne sınıf olarak proletaryanın tarihsel rolünü bilimsel bakımdan kavramış olmasıydı.
Tüm bu nedenlerden dolayı, bir sınıfın belli bir andaki durumuna, durgunluğuna, hatta apaçık sessizliğine bakarak o sınıfın devrimci olmadığına hükmetmek ve aynı şekilde bir sınıfın belli bir anda gösterdiği eylemlilik durumuna bakıp onu “en devrimci” ilan etmek bayağı bir yaklaşımdır. Böylesi bir bakış açısı 2001 yılının Nisan ortasında Türkiye’ye baktığında en devrimci sınıf olarak esnafları görmek zorundadır. Oysa esnaf emekçi bir tabaka olmakla birlikte, yeni bir düzenin temsilcisi olamaz, ara bir tabakadır. Proletarya ise belli bir anda sessiz olsa bile, üretim sürecinin en kritik noktasında bulunur, hayatı yaratma ve durdurma gücüne sahiptir, özel mülkiyetten yalıtık olduğu için de özel mülkiyetin, sömürünün olmadığı bir dünyayı yaratma gücü onun ellerindedir.
Pek çok burjuva aydını bu temel gerçeği yadsıyamadığı için, bu halktan bir şey çıkmaz düşüncesine dayanak bulmak üzere, “proletaryanın devrimci olduğu günler eskilerde kaldı, o şimdi refaha kavuştu, patronla birlikte üretim planlaması yapıyor” diyorlar. Onu devrimci kılan koşulların değiştiğini ispat etmeden, proletaryanın devrimci rolünün bittiğini söylemek bir demagojiden öteye geçemez. Ve zaten proletaryanın nasıl “refaha kavuşmuş olduğu” da gözler önünde. Devletin rakamlarıyla dahi ücret ortalaması yoksulluk sınırının altında “refah içinde” bir sınıf!

POTANSİYELİN AÇIĞA ÇIKMASI
Emekçi sınıfın nesnel bakımdan devrimci olması, sınıfa mal edilen devrimci sınıf özelliklerinin sürecin her anında, sınıfın her bir bireyinde rafine bir şekilde dışa vuracağı anlamına gelmez. Bütün bu söylenenler sınıfın sahip olduğu potansiyel özelliklerdir. Bu özellikler, özel bir tarihsel anda, sınıfın kitlesel olarak girdiği eylem içinde, sınıf örgütlenmeleri içinde açığa çıkar.
Sınıf kendini eylem içinde tanır, kendi konumunun gerçek bilincine ise politik eylem sürecinde varır. Devrimler, halkın devrimci özelliklerinin tüm zenginliği ile sergilendiği “tarihsel bayramlardır”. Gizli kalmış, bastırılmış, dile getirilmemiş tüm özellikler devrim anında bir patlama halinde dışarı vurur. Yaratıcılığın, paylaşımcılığın, örgütlenme yeteneğinin en gelişkin örnekleri sergilenir. Bu büyük toplumsal çalkantı, içinden büyük hatipler, örgütçüler, şairler, sanatçılar çıkarır.
Tarihin büyük devrimlerinde bütün bunlar yaşanmıştır. Ülkemiz tarihinden de buna sayısız örnekler gösterilebilir. Nâzım’ın dizeleriyle ölümsüzleşen Kara Yılan, cephane taşıyan kadınların içinde yer aldığı emperyalist işgale karşı savaş yıllan, 1960’lardan günümüze yaşanan fabrika işgalleri, uzun grevler, büyük işçi eylemleri sınıfın, halkın devrimci özelliklerini ortaya koyduğu anlar olmuştur. O güne kadar parti, mezhep, bölge farklılıklarının böldüğü işçiler kelimenin gerçek anlamıyla “bir yürek bir yumruk” gibi kenetlenmiş, eylem içinde geleceğin dünyasına ait tomurcuklar belirmiştir. Ve eylem, o güne dek, bu halktan bir şey olmaz diyenleri de halkın yüce nitelikleri üzerine nutuk atan dalkavuklar haline getirmiştir; tabii dalga geri çekilene kadar.

KABUĞUN İÇİNDEKİ ÖZE ULAŞMAK
Halkın devrimci özellikleri, eylem anında bir anda gökten zembille inmez. Söz konusu olan, kendisinde bulunmayan bir niteliğin bir anda bir dış etki tarafından ona kazandırılması değil, doğasında bulunan ama serpilip gelişme olanağı bulamamış özelliklerin uygun koşullar altında açığa çıkmasıdır. Bu anlamıyla da, halktaki ilerici, devrimci özelliğin izleri olağan, durgun dönemlerde de izlenebilir, eylem anındaki kitlesellik ve gelişkinlikle olmasa da açığa çıkarılabilir, işlenebilir.
Ama halkın bu özellikleri, burjuva yaşamın etkilerinden, geleneksel tortulardan, dinsel inançların uyutuculuğundan, popüler kültürün avutuculuğundan oluşan bir kabuk içine hapsedilmiştir. Bu nedenle, ona mekanikçe bakan, değerlendirmesini görünüş unsurlarıyla sınırlayan tepeden bir bakış sadece bu kabuğu görür. Evet, halk dediğimiz heterojen kitleyi oluşturan insanlar ile atölyelerde bağırta bağırta arabesk dinleyen, mahalle kahvesinde kâğıt oynarken küfürleşen, futbol takımının galibiyetini sokakta tepinerek kutlayan, eve gelince karısına kötek atan… insanlar aynı insanlardır.
Kimse bu özellikleri olumlayamaz. Halk sevgisi adına bu özellikleri meşru, olması gereken davranışlar gibi görmeye çalışma gayreti de kötü bir halk dalkavukluğudur. Halk adamı olmak demek de aynı alışkanlıklara bürünmek değildir. Ama mesele başkadır. Burjuva egemenlik koşullarında hâkim olan budur, bunu anlamak gerekir. Ama o insanları şekillendiren karakter özellikleri yukarıda sayılanlardan ibaret değildir. Televole kültürüyle zedeli bu mahalle emekçisinin, aynı zamanda pek çok olumlu özellik sergilemesi de mümkündür.
Burjuva bir insanın da iyiliksever, paylaşımcı olması mümkündür. Ama bu özellikler, onun sınıfının doğasından kaynaklanan özellikler değil, dışsal etkilerle kazandığı özelliklerdir. Emekçi için ise durum tersidir. Dinsel-feodal geleneklerin, cahil bırakılmışlığın, burjuva ideolojisinin bencilleştirici, yozlaştırıcı etkisi, onun özsel niteliklerini bir dereceye kadar görünmez kılabilir. O, kendine has olan, devraldığı olumlu emekçi değerlerinden, üretim sürecindeki durumundan kaynaklanan paylaşımcılığını, emek bilirliği, adalet duygusunu, haksızlığa tepkiyi bulaşık olduğu olumsuzluklara rağmen sergiler. Ekmeğini komşusuyla paylaşır, başına gecekondusu yıkılmış mahalleliye kapısını açar, sakatlık geçirmiş mesai arkadaşı için yardım kampanyası açar, arkadaşı için riske girer; aynasızlardan, yaltakçılardan, ispiyonculardan, bencillerden nefret eder… Emekçinin içinde yaşattığı bu olumlu değerler, üzerinde devrimci bilincin inşa edilmesine uygun bir temeldir.
“Halk adamı olmak” denirken de kastedilen, halkın gündelik yaşamına yuvalanmış dinsel, feodal, burjuva alışkanlıkları emekçiyle diyalogun engeli görmemek, aksine uygun yollarla bu engelleri aşarak emekçinin özündeki olumlu değerleri uyandırabilmek, onun ruhuna seslenebilmektir.
Halkın yukarıda sayılan türden yoz alışkanlıkların taşıyıcısı olduğu görmezden gelinemez. Maddi hayata egemen olanlar, düşünsel, kültürel hayata da egemendirler. Bu egemenlik altında steril bir insan topluluğu aramak anlamsızdır. Ama halk, egemen kültürün baskısı altındaki bir muhalif kültürün, halk kültürünün de taşıyıcısıdır. Tarih boyunca sultanların, ağaların, beylerin, paşaların, mütegallibenin zulmüne, yasağına, kan emiciliğine, kefen soyuculuğuna tepkisini her yolla ifade etmiş, yazılı ifade araçlarından yoksun olarak, dilden dile, kuşaktan kuşağa ileterek bugüne taşımıştır. Şiirlerle başkaldırmış, destanlarla kahramanlarını yüceltmiş, masallarla zalimin beynini dağıtmış, fıkralarla alay etmiş, halaylarla coşmuştur. Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun, Pir Sultan’ın ağzından konuşan odur: “Ferman padişahın dağlar bizimdir”, “Yürü bre Hızır paşa, senin de çarkın kırılır”, “Şahtan, padişahtan hesap sorarım / uykudan uyanan katılır bana” diye haykırır. Harmanlarda hareketli ezgiler eşliğinde diz kırarken bile simgelerle paylaşmayı yüceltir, kötünün hakkından gelir.
Halk işte bu değerlerin de taşıyıcısıdır. Ege köylülerinin, üzerinden yüzyıllar geçmiş bir başkaldırı ruhunu “Ben de Halimce Bedreddinem” deyimiyle yaşatmaları sanırız yeterince fikir vericidir. Velhasıl-ı, halkın ruhunda olumluyu yücelten, savaşı, haksızlığı, zulmü yeren, dünden bugüne aktarılmış halk kültürünün mayası da vardır. (Masal, dinsel söylence formu içine gizlenmiş haline aldanılırsa halk kültürü de pekâlâ gerici sayılabilir. Osmanlı tarihindeki en önemli başkaldırılar bile mezhep savaşları, dinsel cemaatlerin isyanı görünümü altında gelişmiştir. Bu türden etkilenmeler, kaçınılmazdı, çünkü o dönemlerde “yığınların duygu dünyaları yalnızca dinsel gıdalarla besleniyordu; “… Yığınlara kendi çıkarları ancak dinsel kılık altında gösterilebilirdi.” (Engels))

HALKA GÜVENMEYENLER NE KADAR GÜVENİLİR?
Bütün bu anlatılanlardan sonra yine de biri çıkıp: “İyi, güzel de bu halk neden bu kadar tepkisiz?” diyebilir. Sermayenin, krizi emekçilerin boğazını sıkmanın bir vesilesi yaptığı, yaşamın iki kat ağırlaştığı koşullarda emekçilerin verdiği tepki, gerçekten de yetersiz. IMF programını geri püskürtecek düzeyde değil, sermaye sıkıntı çekse de faturayı halka kesiyor. Halk da söylene söylene buna katlanıyor.
Evet, bunlar doğru. Ama halktaki tepkinin yetersizliğini halkın ruhsuzluğu, duyarsızlığı ile açıklamak yanlış. Gerçekte halk, her vesileyle ve her şekilde tepki gösteriyor. İrili ufaklı eylemler yapıyor, politikacıların yolunu kesip hakaret ediyor, işyerinde, otobüste, mahallede homurdanıyor. Fakat o, tepkisini eyleme dönüştürecek örgütlenmelerden, araçlardan büyük ölçüde yoksun. Emekçilerin küçük bir bölümü örgütlü, onların da sermaye işbirlikçileri tarafından etkisi azaltılıyor. Halkın tepkisini akıtacağı kanallar yaratma sorumluluğunu yerine getirmeyenlerin halka dönüp, “daha ne duruyorsunuz? Ne zaman adam olacaksınız?” demelerini utanmazlık olarak damgalamak zorunludur. Bu halk ne zaman adam olacak? sorusunun cevabı sanırız ki tarih boyunca defalarca verilmiştir.
Bu halk, günü geldiğinde işgalcilere karşı elde silah can pahasına savaşmayı da bilmiştir; hakları için on binler, yüz binler halinde sokağa dökülmeyi de. Bir umut ışığı gördüğü her durumda, defalarca yanılmış olsa da yeni düş kırıklıklarını göze alarak, tehlikelere de atılmıştır. Tüm takiyyeciliğine, istismarcılığına karşın düzen karşıtı söylemlerine bakarak Refah’a da şans tanımıştır, sosyal demokrasiye de. Burada önemli olan tercihlerin yanlışlığı değildir; kendisinde bir güç, kararlılık, istikrar sezdiği her muhalefet hareketine omuz vermiştir. Ülkenin doğusundaki emekçiler, kimliğine sahip çıkacağına inandığı epeyce de pürüzlü bir güç için tarihte benzeri az bulunur bir fedakârlığa 15 yıl boyunca metanetle katlanmıştır.
Devrim diye yola çıkan bir avuç genci bağrına basan, onları koruyup kollayan, efsaneleştiren bu halktan başkası değildi. Kendisine tepeden bakan, anlaşılmaz formülleri benimsemesini isteyen siyasal gruplara bile senelerce yardım eden emekçilerdi. 12 Eylül’ün yıllar süren sokak yasağını, çıplak ayaklı yürüyüşleriyle parçalayan, büyük Ankara yürüyüşlerini örgütleyen hep emekçilerdi.
İhanete uğradılar, yarı yolda bırakıldılar, yanlış yola sürüklendiler… uslanmadılar.
Şimdi yine, güven veren her oluşumu, istikrarlı her yürüyüşü destekleyemeye hazırdırlar.
İşte işyerini terk etmeyen İzmir Sümerbank işçileri, işte Bergama köylüleri ve ötekiler…
Bu sayısız öfke kabarışlarının, eylem dereciklerinin içinde birleşip nehir olacakları bir yatak yaratılamamışsa, bunun sorumluluğunu emekçilerden başkasına yüklemek gerekir. Eğer tepki gösteren emekçiler, bir muhalefet odağı aramış da kendilerini Fazilet’in, MHP’nin içinde bulmuşlarsa, bu yanlış tercihlerinden dolayı onları suçlamak yersizdir. Emekçinin bilinç geriliğinin günahı emekçiye yüklenemez.
Ama iç sorunlarından vakit kalırsa emekçiyi ziyaret eden, söze, mücadelesini ekonomik taleplerle sınırladığı için onu azarlamakla başlayan, “ekmeği bırak sen, büyük kavgaya gel!” diye zehir zemberek laflar eden ve sonra da aylarca ortada gözükmeyen çağrıcıya güvenilsin isteniyorsa, o başka. Emekçi bıyık altından gülüp, “Kusura bakma, o eskidendi!” derse hata mı etmiş olur?
Eğer emekçilerin sizi ciddiye almasını istiyorsanız, işe ciddi olmakla başlamalısınız. Güven vermelisiniz, istikrarlı olmalısınız, emekçinin duygularını sezebilmeksiniz; emekçinin sınavından geçebilmeksiniz. Emekçi, çokça yanıltıldığı için, ucunda işini, aşını tehlikeye atmak olduğu için tam bir kanaat oluşturmadan sizinle yola çıkmayacaktır. Hem ülke sathındaki partiler mücadelesi arenasındaki yerinizi, tutumunuzu, hem yüz yüze geldiği politikacıyı sınayacaktır. Emekçi oracıkta çatılmış bir senaryoya figüran olmuyor diye ona kızmaktan vazgeçmelisiniz.
Bütün bunlardan sonra bu halk ne zaman adam olacak sorusunu tersine çevirip sorana iade etmek kaçınılmaz oluyor: Siz ne zaman adam olacaksınız?

SONUÇ YERİNE: HALKA DAYANMAKTAN BAŞKA YOL YOK
Halkın kanıları, on yıllara yayılan ve çoğu acı, sayısız deneyden süzülerek oluşmuştur. Kolay benimsemez. Kendisi muhalefet etse de muhalefet hareketlerine çok ihtiyatlı yaklaşır. Adım atmadan önce çok düşünür, çünkü tarihsel deneyler ona, adımının bedelinin ağır olacağını öğretmiştir. Ama bir kez benimseyince de kolay bırakmaz. Emeğin politikacıları, halkın devrimci potansiyelini görmeli, anlamalıdırlar ama yüzeysel, kısa vadeli çağrılarla emekçilerin güveninin kazanılamayacağını bilmelidirler. İnatçı, istikrarlı, akılcı bir çalışmanın ise mutlaka karşılık bulacağını bilmelidirler.
Çalışması şöyle böyle istikrar kazanmış her birimin, çabasının meyvelerini topladığı bir iddia değil, pek çok örnekle desteklenen bir gerçektir. Çalışması istikrar kazanmayan, ha bire çehresi değişen, birimleriyle ilişkisi sık sık kesintiye uğrayan bir örgütün bırakın geniş emekçi yığınları, üyelerinde bile güven yaratması güçtür. Elbette, canlı bir organizma olarak parti örgütünde, kan değişimi, dalgalanmalar, görev değişiklikleri olacaktır. Önemli olan, çalışma alanlarında istikrarın korunması, kişiler değişse bile çalışmanın kesintiye uğramamasıdır. Doğru tarzda yürütülmüş bir çalışmanın emekçilerde yankı bulmaması ise mümkün değildir.
Devrimci bir parti, komplolardan, burjuvazinin iç çatışmalarından medet umamaz. Onun dayanacağı tek güç kitlelerdir. Kitlelere sabırla siyasal gerçekleri açıklayacak, yanılgılarından ders çıkarmaları için uğraşacak, onun bir parçası, ancak etkin, bilinçli bir parçası olacaktır. Ama kaderini onlara bağlayacaktır. Çünkü “kahreden ve yaratan onlardır.”

Haziran 2001

EK:

HALK DÜŞMANLIĞININ BELGE’Sİ
Yazı boyunca eleştirilen halka güvensizliğin, ona tepeden bakışın tipik temsilcilerinden olan, bir çeşit bozuk teori ithalatçısı Murat Belge, krize karşı sokak eylemlerinin en yaygın olduğu günlerde “Sokaktaki Kitleler” başlıklı bir yazı yayınladı. Basında çıkan pek çok benzerinin en açık sözlüsü olan bu ibret belgesini (giriş niteliğindeki ilk iki paragrafı dışında) aşağıya alıyoruz.
Emekçinin eylemi Belge’yi fena korkutmuş: Emekçinin eyleminden doğsa doğsa faşizm doğarmış! Peki, ne yapalım O zaman? Açık cevap yok. Emekçi eylemine sırtını dönen kendini bir yol ağzında bulur:
Biri MGK’ya, öteki sermayeye çıkar. Belge, sivil toplumcudur, yazarı olduğu gazetenin patronunun da içinde olduğu sermayeyi yeğler herhalde.
Kriz başlayalı beri ‘kitleler sokakta’ sözlerini her gün duymak ve okumak, ayrıca akşamlan televizyonda ‘sokaktaki kitleleri’ seyretmek mümkün oldu. Ama nedense herhangi bir heyecan duymuyorum.
Bu ‘nedense’yi anlamaya benim de ihtiyacım var. Yaşlandım mı, umudum mu tükendi, ne oluyor?
Kitleler, bir ‘kitle gösterisi’nde, ancak ‘slogan’ dediğimiz şeyleri haykırabilirler. ‘Sloganlar’ da, felsefi metinler olamaz elbette. Ama her şeye rağmen bir yönü işaret ederler; yan yana getirildiklerinde görünüşte çok tutarlı olmasalar da, derin düzeyde bir bütünlük oluştururlar. İnsanlar sokağa çıkmışlarsa, belli ki bir dertleri ve şikâyetleri var; sokaktaki sözleri ve davranışları, bu dertten nasıl, hangi yöntemlerle kurtulmayı tasarladıklarını ve nereye, nasıl bir yere varmayı özlediklerini bir biçimde anlatır. Önemli olan da budur elbette; son kertede, benim gibi birinin duyacağı heyecan da buna bağlıdır. Yoksa kitleler sokağa çıkıp, ‘Zencilere ölüm! Kahrolsun Yahudiler!’ diye de bağırabilirler. Birileri de bundan heyecan duyabilir ama öylesi bana hitap etmiyor.
Bugünlerde televizyonda seyrettiğim gösterilerde insanların haykırdıkları da doğrusu hitap etmiyor. Evet, bu insanlar ‘Zencilere ölüm!’ filan demiyorlar ve kendi durumlarındaki felaketten ötürü oradalar. Buraya kadar onlara ‘hak veriyorsunuz’. Ama kendinizi ‘onlarla birlikte’ hissetmiyorsunuz.
12 Eylül sabahından bugüne sistematik biçimde de-politize edilmiş insanların oluşturduğu bir ‘kitle’ bu. Ve o sabah doğmuş olanların, şimdi 21 yaşında olduğu bir toplum. Şu an sokaktalar, çünkü başlarına gerçekten büyük bir şey geldi. Ama sözlerine ve davranışlarına baktığımda, başlarına gelen bu büyük şeyin nasıl geldiğine dair bir fikirleri olmadığı gibi, bundan böyle olmasını istedikleri şeyin, böyle bir şey olduğu ölçüde, matah bir şeye benzemediğini görmek mümkün. Bir sok ve bir protesto, o kadar. Hükümet gitsin, Derviş gitsin, o gitsin, bu gitsin! Ne olsun, gidenlerin yerine ne gelsin? Belli değil, demeyeceğim. Aslında oldukça belli: bu toplum, öncekiler bir yana, 1980’den bu yana değişmez bir ‘sağ söylem’ dinliyor. Onun içinde katı faşizm de var, görece yumuşağı ve ‘modernize/ürbanize’ olmuş biçimleri de; ‘patrisyen/patriarkal/otoriter’ olanı var, pleb ve orta sınıf olanından zaten geçilmiyor. Sonuç olarak, ne olacağına bugün bu haliyle sokak karar verecekse, bu karar bu faşizmin bir ortalaması olur.
Ama farkında olmadan aslında protesto ettikleri de bu. Bir zehir yutmuşlar, panzehir olarak ondan biraz daha fazlasını yutmak İstiyorlar. Böyle bir absürt durum. Arada, ‘fırsattan oportünite çıkarmakla yükümlü politikacıları yuhalamak gibi olumlu görünen işler yapıyorlar, ama bu da bilinçli değil. ‘Yuh’tan başka söyleyecek söz bulamadıkları için. (11 Nisan 2001, Radikal)

Solculuk üzerine

Bazı terimler, tanımlamak istedikleri olayı, nesneyi, olguyu ya da akımı açıkça tanımlamaktan çok, karıştırırlar. Türkiye’de, “solculuk”, böyle terimlerden bindir. “Solcu” terimi, yaygın olarak 1960’tan sonra, özellikle de Türkiye İşçi Partisi’nin 1961’de kuruluşundan sonra komünistleri, sosyalistleri, sosyal demokratları, Kemalistlerin bir bölümünü kapsayan terim olarak kullanılmaya başladı. Bir yandan, “komünistim, sosyalistim” demeyi göze alamayanlar için kolaylık sağlıyordu, diğer yandan da temel bazı sorunlarda ortak görüşlere sahip olan bir grup aydını adlandırıyor; onlar arasındaki kimi görüş ayrılıklarını örtüyordu. Örneğin “kalkınma” sorununda devletçiliği benimsemek, askeri, siyasi, diplomatik bakımdan Amerika’dan bağımsızlığı savunmak, sanat ve edebiyatta halkçı-gerçekçi, kültürel bakımdan Batıcı-Aydınlanmacı olmak, solcu olmanın ölçütleri gibiydi. Siyasal bakımdan işçi sınıfının örgütlenmesi ve toplumsal hareketin öncü gücü olarak düşünülmesi, sermaye ve emek arasında net, kesin ayrım gözetmek ve emekten yana açık tavır koymak, işçi sınıfının iktidarını hedeflemek “solculuğu” tanımlamak için o kadar önemli görülmüyor, bunların sözü edilmiyordu. Bu yalnızca, “sol” içindeki çok önemli olmayan ayrım noktalarından biri olarak görülebiliyordu. “Elbette sosyalistim, ama proletarya diktatörlüğüne karşıyım!”, “elbette sosyalistim, ama millî özel teşebbüsse karşı değilim!”, “benim için sosyalizm, İsveç sosyalizmidir!” diyenlerin hepsi “solcu” sayılıyordu. “Proletarya devrimini” savunanlar da, “parlamenter rejim dışındaki bütün yollara gayrimeşrudur” diyenler de, ya da enternasyonalistlerle milliyetçiler de, “sol” ortak kavramının altında toplanabiliyordu.
Terimin kapsamı bunca geniş tutulunca, tanımlanmasında kullanılan ölçütler de genelleşiyor, kapsadığı varsayılan grupların görüşlerinin ortak ve genel özelliklerini berraklaştırma uğruna darlaştırıyordu. Tanım öğeleri azaldıkça terimin kapsamı genişliyordu. Örneğin Mete Tuncay, “Türkiye’de Sol Akımlar – 1, adlı eserinin “Giriş” bölümünde, terimin “ideolojik içeriği”ni, şöyle özetliyordu: “Solun çıkış noktası, insan, insanın akıl gücü, insan doğasının değiştirilebilirliği ve insanın eylem yoluyla kendini geliştirebileceği, yetkinleştire-bileceği inancıdır. Bunun için solculuk, her insanın eşit özgürlüğe hakkı olduğunu ileri sürer.” (BDS yayınları, 1991, s.18)
Görülebileceği gibi, “sol”un tanımı, bu içeriğiyle Aydınlanma’nın ve Fransız Devrimi’nin temel felsefi önermelerine kadar indirgenmiştir. Kuşkusuz bu öğeler, aynı zamanda herhangi bir ülkenin komünistleriyle, sosyal demokratlarını olduğu kadar, liberalleri, hümanistleri de özdeşleştirebilir. Öyleyse, “solcu” terimi, bir bakıma kapsadığı kavramları temel özellikleri bakımından belirsizleştirirken, kimi ikincil özellikleri öne çıkarmaktadır. Birbirlerinden farklılıkların esas olarak sınıf mücadelesi ölçütünde bulacak bu grupları açıklayıcı olmayan bir genelleme içinde eritmesi, terimin siyasal bakımdan da işlevsiz olmasına yol açmaktadır. Ayrıca, temel olmayan özellikler bakımından yapılan genellemeler, terimin kapsamı içinde görülebilenlere, üstlenmedikleri siyasal işlevler de yükleyebilmektedir. Bu yüzden, asla bir araya gelemeyecek olan siyasal görüşler, sınıf tavırları, “birleşebilir”, “birleşmesi gerekli” akımlar gibi algılanabilmektedir. Her ideoloji, toplumsal örgütlenme ve sınıf mücadelesinin hedefleri içinde oynadığı rol bakımından anlamlıdır. Bu hedefler, tutumlar söz konusu edilmeksizin, “sol” kavramının kendisinin birleştirici olabileceğini düşünmek yanıltıcıdır.

İDEOLOJİ, SİYASETİN İÇİNDE AÇIKLIK KAZANIR
Her siyaset, belli bir sınıfın toplumsal-ekonomik çıkarlarını ifade eder. Siyasetin asıl hedefi, siyasi iktidarı ele geçirmektir. Ancak bu iktidarın ve ona giden yolda kullanılacak araçların ve taktiklerin içinde, her adımı birbirine uygun hale getiren, birbirleriyle düşünsel bir tutarlılık içinde olmalarını sağlayan bir “duvarcı ipi” gibi, ideoloji yer alır. İdeolojisiz bir siyaset olmaz. Ancak ideoloji, tek başına iktidar mücadelesini temsil etmez, ya da yalnızca ideolojiye sahip olunmakla iktidara yürünmez.
İşçi sınıfı ideolojisine, bilimsel sosyalizme özgü olarak, Türkçede “dünya görüşü” biçiminde oldukça yerinde bir karşılık bulunmaktadır. Bu terim, burjuva, feodal ideolojiler için, bilimsel sosyalizmde olduğu kadar yerinde bir içerik bulmamaktadır. Çünkü yalnızca bilimsel sosyalizm, hayatın bütün alanlarını kucaklayan, dünyaya bakışımızı bütüncül, tutarlı, kapsamlı kılan bir ideolojidir. Bilimsel sosyalizm dışındaki ideolojiler, bilimsel olmamak, geleneklerden, alışkanlıklardan, mülk sahibi sınıfların siyasetlerinden izler taşımak gibi özellikleri dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksundur; hayatın bütün alanlarını aynı ilkelere göre kavramak endişesi taşımazlar, açıklayıcı değillerdir. Daha çok, hitap ettiği grubu, topluluğu bilinçten farklı duygu, inanç, gelenek gibi bağlarla bir arada tutmaya hizmet ederler. Dünyayı açıklamaktan çok, onu bulanık bir biçimde ve “tersine çevrilmiş” haliyle yansıtırlar. Bundan dolayı da, her siyaset içinde farklı görünümler kazanırlar. Burjuva siyaset, burjuva ideolojiyi de eğip bükerek, gündelik çıkarlara uygun hale getirmeye çalışır. Burjuvazinin ideolojisi, tarih boyunca da köklü değişiklikler göstermiş, burjuvazinin değişen karakterine uygun olarak değişik içerikler kazanmıştır. Buna karşılık işçi sınıfının bilimsel ideolojisi, bütün zamanlar boyunca temel karakteristiklerini dünya çapında korumuş, iktidar uğruna mücadelenin bir bileşeni olmuştur. Ülkeden ülkeye kimi tarihsel-kültürel özellikler dolayısıyla farklı renkler kazanmış olsa da, esas olarak dünya işçi sınıfının tek bir bilimsel ideolojisi olmuştur. Bu özelliği kazandıran, işçi sınıfının ulusal, bölgesel etkilerle değişmeyen temel nitelikleridir.
Bu kısa özet, ideolojilerin kesin bir sınıfsal nitelik taşıdığını gösteriyor.
Bu noktada, “sol”u, bir ideoloji olarak tanımlamak, ama onun hangi sınıfın ideolojisi olduğunu belirsiz bırakmak doğru olmaz. Sınıf niteliği netleştikçe, “sol”un yukarıda değindiğimiz kapsamı daralacak, genel ve soyut nitelikler ekseninde yapay olarak özdeşleştirilmiş siyasi akımlar arasındaki temel farklılıklar görülecektir.
Türkiye’de “sol”un tanımının genellikle sınıf ölçütünü dışarıda bıraktığı görülebilir. “İlericilik”, “insancılık”, “değişime inanmak” gibi özellikler, açıkça emek ve sermaye arasındaki ayrımdan söz etmeksizin ve hangi sınıfın hangi yöndeki ilericiliği, hangi insan, hangi değişim gibi soruları yine sınıf açısından tanımlamaksızın açıklayıcı olamazlar. Günümüzde genellikle “ilericilik”, “çember sakallı, örümcek kafalılara karşı olmak, başörtüsü takan öğrencileri üniversiteye sokmamak” biçiminde anlaşılmakta, ama bu terim çürümüş kapitalizmi savunup savunmamayı kapalı tutmaktadır. Hem kapitalizmden yana, hem de “ilerici” olmak mümkün değilken, sırf dinsel gericiliğe karşı olduğu için en koyu kapitalizm savunucuları “ilerici” gibi görünebilmektedir. Başörtüsüne savaş açanlar, üniversitelerdeki bilim düşmanlığına, YÖK gericiliğine gözlerini kapamaktadır. Ya da, örneğin küreselleşmeyi savunmak, “değişime inanmak”la süslenirken, özelleştirmeye, tekelleşmeye karşı çıkanlar “tutucu” olarak adlandırabilmektedir. Günümüzde emperyalizmin propagandacılığını yapanların en çok kullandıkları sözcükler bunlardır. Kendilerini bu kavramlarla reklâm etmekte, işçi sınıfına ve emekçilere yönelik her saldırı, “radikal, devrimci” olarak övülebilmektedir. Örneğin Kemal Derviş, IMF programlarının uygulanmasındaki güçlükleri soran gazetecilere “devrim sancısız olmaz!” diyebilmektedir. Aynı zat, “kalbim soldadır” da demiştir. Kemal Derviş’in anladığı “sol” hiç kuşkusuz, yukarıda sayılan değerleri de kapsamaktadır. Çerçevesi bunlarla çizilmiş bir “sol”un, onu kapsamadığı gerçekten söylenemez.
Son günlerde, “yeni bir sol parti”den sıkça söz edilmektedir. Bir grup eski sosyal demokratın ve bazı ÖDP ve HADEP mensuplarının bu girişim içinde, şimdilik en azından “görüşmeci” olarak yer aldığı da basına yansımıştır. Kriz koşulları, emek ve sermaye arasındaki sınırları netleştirdikçe, politikalar düzeyinde de işçi ve emekçileri toparlayacak yeni burjuva girişmelerin olması kaçınılmazdır. Yeni parti girişimcilerine “temel kavramlarınız, temel değerleriniz nedir?” diye sorulduğunda, onlar da, “sol” için genel geçer görülen birkaç kavramı sıralayacaklardır.
Ancak bu genellikleri ölçüsünde “geçersiz” olan kavramlar ve değerler, eğer işçi-emekçi iktidarının denek taşma sürülürlerse, hepsinin “kalp para” olduğu anlaşılabilecektir.
Kapitalizmin özüne dokunmayan, işçi ve emekçileri kapitalizmin yedek gücü halinde örgütlemeyi amaçlayan bu türden girişimleri gerçek nitelikleriyle kavrayabilmek için siyasi iktidarlarında hangi sınıfların hâkim hale geleceği sorusunu sormak yeterlidir. “Sol”u, bir ideoloji olarak tanımlamak, tanımlarken de en sınırlı sayıda özellikle yetinmek, sonuçta kimliği net olarak saptanamayacak bir yığının ortaya çıkmasına hizmet etmektedir. Öteden beri “solculuk” belirtisi olarak kabul edilmiş birkaç özelliği taşıdığından dolayı, terimin kökünde bulunan işçi ve emekçi sınıfların iktidarından yana olmak özelliğini de kendiliğinden taşıdığı izlenimi verenler, her zaman aldatabilecek birilerini bulmuşlardır.
“Sol” kavramının bunca karışık, belirsiz ve kirletilmiş olduğu bir ortamda, işçilerin ve emekçilerin hareketini “solcu” olarak tanımlamak, bu karışıklığa katkıda bulunmaktan öteye geçemeyecektir.

“KLASİK SOLCU” AYDIN TİPİ
Emek Platformu’nun yayınladığı “Emek Programı”, kendi amaçlarını aşan sonuçlar da doğurdu. Bunlardan en önemlisi, Türkiye’nin artık tüketmeye başladığı “solcu” tipinin bazı özelliklerini açığa çıkarmış olmasıdır.
Bu özelliklerin başında, işçi sınıfına ve emekçilere karşı güvensiz ve yukarıdan-mesafeli bakış gelmektedir. Emek Programı, işçilerin ve emekçilerin örgütlü kesimini büyük ölçüde temsil eden sendikaların ve meslek örgütlerinin, ağır kapitalist saldırı karşısında açık bir tavır koyabilmek amacıyla bulup gerçekleştirdikleri bir mücadele biçiminin adı olmuştur. Program, bütün burjuva örgütleri ve medya tarafından suskunlukla boğulmaya çalışılmış, üzerinde konuşulduğu zaman ise küçümsenmiş ve karalanmıştır. Her şeyden önce, bu niteliği ile güncel sınıf çatışmasının odak noktasına oturmuştur. Diğer yandan program, Türkiye’de ilk kez, üniversite-bilim çevreleriyle işçi-emekçi örgütleri arasında dolaysız bir elbirliğinin ürünü olarak ortaya çıkmış, programa katkıda bulunan değişik siyasal görüşlerdeki bilim adamlarının niteliklerinden bağımsız olarak programı bir karşı koyuş ve direniş ilanı olmanın da ötesinde, kendi iktidar programı gibi benimseyen işçilerin ve emekçilerin niteliğine bürünmüştür. Yayınlanışından bugüne, işçi ve emekçi kitlelerinin bilinçlenmesi, kendi durumlarının farkına varması, daha çoğunu öğrenmeyi talep etmesi bakımından da, son derece yararlı bir eğitici rol oynamıştır. Bugün de, bu etkisi sürmektedir.
Ne var ki, “solcu aydın”, geleneksel güvensizlik ve tepeden bakma alışkanlığıyla, hem Emek Platformu’na, hem de Emek Programına karşı içsel bir direnç göstermiştir. Emek Platformu içindeki kimi sendikaların yöneticilerinin siyasal görüşleri, bürokratik-sarı geçmişleri, bu örgütlenmeye karşı uzak durmalarının gerekçesi yapılmıştır. “Gericilerle aynı safta olmak”, “solcu değerlerine” uymamıştır! Söz konusu örgütlerin milyonlarca işçi-emekçiyi barındırdığını, aileleriyle birlikte Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu temsil ettiğini görmemek, daha kolaylarına gelmiştir. Burada da kalmamışlar, EP’nin düzenlediği mitinglerde, “sakallı, takkeli adamlarla” aynı yerde olmaktan sıkılmışlardır. 50 bin kişilik Ankara mitinginden sonra, “keşke 50 kişi olsaydık da, doya doya kendi sloganlarımızı haykırsaydık!” diyen, “anlı şanlı solcular”a sıkça rastlanmaktadır. Sınıfın ana kitlesini örgütlemek, mücadelesinin her aşamasında ve her mücadele biçiminde sınıfla yan yana, iç içe olmak, işçileri ve emekçileri iktidara taşımak perspektifine bağlı bir davranıştır. Ama işçi-emekçi iktidarı derken kendi bir avuç aydın grubunun iktidarını anlayanlar, bundan ötesine siyasal kültürü de örgütlenme anlayışı da yetmeyenler, işçi sınıfını “gericiler-ilericiler” diye bölmeyi yanlış göremezler. Bu örneklerde, yalnızca “uzaktan ve tepeden” bakmanın değil, örtülü bir korkunun da izleri bulunmaktadır. Klasik “solcu aydın” tipi, genelde halk kitlelerini karanlık içindeki bir yığın gibi görür. Bütün gerici eylemlerde onlar yer almıştır, gerici partileri iktidara getiren onların oylarıdır, onlar cahildir, aydın düşmanıdır vs! Bu önyargılar yüzünden halk kitlelerinin, işçi ve emekçilerin asla kendi değerlerine ulaşamayacaklarını, kendileriyle kitleler arasında sürekli bir çelişki ve çatışma bulunacağını varsayar. Kuşkusuz bu önyargılar, kendi yaşam tarzlarından, küçük-burjuva alışkanlıklarından da beslenir ve sürekli büyür. Bu yüzden bir işçi toplantısında sakallı ya da takkeli bir işçi gördüğünde korkusu depreşir. Kendisini oraya ait hissetmez ve bir an önce “ilerici, solcu topluluğuna” gitmeyi özler. Kendisini rahat, güvende ve anlaşılır bulduğu tek yer burasıdır.
Kendi söyleyip kendi dinlemeye alışmıştır. Marksist literatürü “su gibi içmiş” olmakla övünür, Türkiye’nin ve Dünyanın bütün meselelerini derinlemesine bilir, ama bir işçiyle işyerindeki problemini konuşmak, bir üreticiyle iki çift laf etmek durumunda kalınca sıkıntıdan boğulur. Her şeyden önce, kesinlikle anlaşılmayacağına inanmıştır. Bu onun iki sözü bir araya getirmesini engeller. “Nasıl olsa anlaşılmayacağım” diye düşünür. Oysa aslında işçilerin ve emekçilerin gerçek sorunlarından habersizdir. Bir bütün olarak sınıfın yaşam koşullarını, gündelik meselelerini bilmez. Sendikaları, fabrikaları, mahalleleri tanımadığı İçin, ağzını açınca da “derin teorik analizler”den başkasını çıkarmayı beceremeyeceğinden susup kalır. Bu yalnızca herhangi bir “solcu aydın”ın, bireysel sorunu değildir. “Solcu parti’lerin, “solcu dergi çevrelerinin” ortak özelliğidir. “Solcu parti”, özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal hakların gaspı gündemdeyken, milyonlarca işçi ve emekçiyi ilgilendiren bu temel sorunları görmez, “komünizm propagandasının en önemli iş” olduğunu düşünür, Nâzım Hikmet’in yurttaşlığı kampanyasını her işin önüne koyar. Bütün bunların kendi çevrelerinde yarattığı heyecanı ve tartışmayı, “gündemde olmak” sanır. Kendi sesinin yankısını, yalnızca yine kendisine benzeyen çevrelerden almak ona yeter. “Solcu dergi”, “solcu militanın” yiğitliği edebiyatına boğulmuştur. Bolca kahramanlık, fedakârlık sözü edilir. İşçi ve emekçi sorunları ise, dergilerin “ağır yükü”dür. Süs gibi durur ve diğer hamasi sayfaların içinde aranırsa bulunur. Bu türden haber ve yazılar ise, çoğunlukla acele siyasal bilinç yetiştirme telaşından, asıl soruna değinmeye fırsat bulamaz! Yalnızca kendi dar çevrelerinde okunur, pohpohlanır. Ekmek davasındaki işçiye hiçbir şey anlatmaz. Her satırından kan damlayan yazılar, sanki özellikle sıradan işçiyi, emekçiyi korkutmak için yazılmıştır.
“Solcu”ların, işçilerle, emekçilerle aralarına koydukları mesafenin son derece ilginç bir örneği vardır. Evrensel gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni İhsan Çaralan, 14 Nisan 2001’de İstanbul’da yapılan Emek Platformu mitingiyle, 1 Mayıs 2001’i kıyaslayarak, bu “mesafeye” ilişkin önemli bir saptama yapmıştır. 14 Nisan mitingine, yaklaşık 40 bin işçi ve emekçi katılmıştır. 1 Mayıs’ta ise, meydanda yaklaşık 100 bin kişi bulunmaktadır. Bundan çıkacak aritmetik sonuç şudur: “Solcu aydın” ve “solcu” gruplar, “kendilerinin” saydıkları 1 Mayıs’ta alanları doldurmuşlar, ama Emek Platformu’nun mitingine katılmamışlardır. Elbette bu hesaptan, 14 Nisan mitingine katılan işçi ve emekçilerin 1 Mayıs’a katılmadıkları sonucu kesinlikle çıkmaz. Ama diğer sonucun kesinliği ortadadır. 1 Mayısta, “biz bize”, alabildiğine “kızıl”, “kendi sloganlarımızı doya doya haykırarak” bayram edilmiş, işçilerin ve emekçilerin eylemi ise uzaktan seyredilmiş, belki farkına bile varılmamıştır.
“Solcu aydın”ın bir diğer özelliği ise, sanki bu özellikleriyle çelişik gibi durur: “İşçiler açısından meseleye bakmak”, çok yaygın bir başka alışkanlıktır. Yine en taze örneklerini, Emek Programı sürecinde gördük. Örneğin, “bu programı, işçiler emekçiler yazmadı, nereden Emek Programı oluyormuş!”, “bu program, emekçileri kapitalizme bağlıyor, sınıfın öz çıkarlarını temsil etmiyor!” “Altında MHP’li sendikacıların imzası bulunan bir program, nasıl olur da işçi sınıfına götürülür!”
Bu sözler, görünüşte, soruna “işçi sınıfı açısından bakma”nın sonuçlarıdır! İşçilerin ve emekçilerin çıkarı düşünülmekte, kapitalizmin sinsi bir saldırısına karşı işçiler korunmaktadır! Bu tavırda, işçilerin günlük mücadeleleri içinde karşılaşılabilecek sorunlara dikkat çekme diye bir endişenin rol oynadığını söyleyemeyiz. Burada kendisini gösteren, “kendisi yapmadıkça bir işin yapılmış sayılamayacağı” anlayışıdır. Farklı siyasal görüşlere sahip sendikalar ve meslek örgütleri, ilk kez bu çapta büyük bir hedefte birleşmişler, gerici sendikacılar bu hedefe çekilebilmişler, aşağıdan gelen sert sınıf baskısı onları başka türlü davranamaz hale getirmiş… Bunlar önemsenmiyor, işçi sınıfının emperyalist baskı ve saldırı karşısında kendisine bir siper kazmış olduğu, buradan kalkarak hücuma geçebileceği görülmüyor. Yine bazı “solcu çevreler”, “kendi programlarına göre” çok geride olduğunu söyleyerek, Emek Programı’nı eleştirdiler. Şu ya da bu unsurları da içermediği için, şunu bunu da söylemediği için, programı desteklemediler. Bir siyasal partiden beklenen her eylemi, devrimci bir işçi sınıfı partisinin programında bulunabilecek her özelliği, EP’de ve programında aradılar. Bu nokta ilginçtir. Çünkü bir başka yerde “kendi” özelliklerini aramak, bulamadığı için de onunla her türlü bağı koparmak, aslında kendi partiliğini inkâr etmek demektir. Kendi o “çok önemli siyasi farklılığını”, sendikal bir örgütte aramak, partiden de, sendikadan da hiçbir şey anlamamak demektir. Ama sorun bu “cahillik” değildir. Buradaki esas sorun, sınıf hareketine yabancılık ve sınıf hareketinin ana kitlesinden korkudur. “Benmerkezcilik” denilen küçük burjuva ruh halinin bir yansımasıdır bu. “Eğer ben merkezde değilsem, her şey yanlıştır” diyen, kendinden menkul bir öncülük kompleksidir bu.
Bir yandan hiç bıkmadan “işçi sınıfına öncülük” iddiasını ileri süren “solcu”, diğer yandan, bu iddiasını gerçek sanarak, işçi sınıfının arkasına düşmekten de müthiş korkar. Emek Platformu’nun kendi eylemlerinde uyguladığı disipline uymak, ya da doğrudan doğruya kendilerine “bir rica” olarak iletilmiş taleplerini kabul etmek, “işçi-emekçi kuyrukçuluğu” olarak adlandırılır. Eğer bir de Emek Programımın işçi ve emekçi kitleleri için açtığı olanaklardan söz ediyorsanız, kitlenin peşine takılmış dalkavuklardan başka bir şey değilsiniz demektir! Bu iki özellik bir araya gelince, şöyle bir manzara ortaya çıkıyor: “Solcu aydın”, işçilerin önünde gidemez, çünkü sınıfın gerici çoğunluğu tarafından dışlanmaktadır; arkasından da gitmez, çünkü kendisi “işçi kuyrukçusu” değildir. Bu yüzden en kolayı “ideolojik solculuk” yapmaktır.
Bu özellikler, aslında Türkiye’ye özgü sayılabilecek bir sorunun da kaynağına işaret etmektedir. “Halkla birleşememek, kitleselleşememek”, çok eski zamanlardan beri Türkiye “soluna” musallat olmuş dertlerdendir. Bu şikâyeti en çok dile getirenler, “solcu” alışkanlıklarını birer erdem gibi taşımaya devam edenler, “ideolojik solculuk”tan vazgeçmeyenlerdir. Ama kitleselleşme sorunu da, gece gündüz kafalarını meşgul eder, çünkü bu olmadan siyasi hareket sayılamazlar. Türkiye’de “sol”, genellikle Kürt’ten ve Alevi’den başka “halk” tanımamıştır. Bu halk kesimleri, neredeyse “doğal kaynak” gibi görülmüş, Kürt ulusunun ve Alevi mezhebinin tarihsel ezilmişliklerinden gelen eğilimleri, örgütlenme kolaylığı olarak kabul edilmiştir. Her “solcu” siyasal bildirisini, ilk önce ya bir Kürt’e, ya da bir Alevi gencine ulaştırmayı dener. Bu kolaycılığın nedeni de, yine kitlelere karşı duyulan ürküntüdür. Ne var ki, bir siyasal varlık olmak için gerekli kalabalığı toplayabilmek için, Kürt ve Alevi nüfusunun da asıl kitlesine ulaşamaz. Bu yüzden, asıl “çalışma alanını” daha önce “sola” kazanılmış çevrelere yöneltir. Bir kural olarak, “solcu parti”, diğer “solcu parti”den adam ayartarak kitleselleşmeyi düşünür. “Adam ayartma” tek tek kafakol ilişkileriyle olabileceği gibi, bir grubun başında olan kişiyi kazanmak biçiminde de olur. Böylece, “grup sahibi adam”, bir süre sonra “parti içi hizip başı”, “fraksiyon kurucusu önder” haline gelir. O da, başka “solcu” gruplardan adam kazanarak, kendi varlığını kanıtlamaya girişir.
İşçi sınıfı içinde ciddi kitle çalışması yapmak, bütün bu alışkanlıklarla çatışır. Sınıfın içinde, her zaman bir “solcu” bulma imkanı yoktur. Hatta sınıfın ana kitlesi’ genellikle “solcu” bakış açısından “gerici” (!)dir. İşçiden kolay kolay adam çıkacağına inanmaz. Oraya gireceğine, kendisine yakın davranacak çevrelerde dolaşmayı tercih eder. Bu yüzden, “solcu aydın”, devrimci bir işçi gördüğünde ne yapacağını şaşırır. Bir rastlantıyla “kazanılmış” olan işçi, partinin ya da grubun en değer verilen kişisi haline gelir. O çevreye giren işçi de, bir süre başka bir şaşkınlık yaşar. Kendisine hayran aydınlar arasında gördüğü itibar yüzünden, bir süre sonra bütün işçi özelliklerini kaybeder, kendi işyerindeki sorunlardan haberi yokken, “bireyselleşememenin yol açtığı örgütlenme sorunları” üzerine nutuk atmaya başlar. Bu arkadaşa, “bugün sizin işyerinde direniş vardı, ne oldu sonuç” diye sorarsanız, hayal kırıklığına uğrar. Konuşmak istediği konu bu değildir çünkü! O da, çevresindeki aydınlar gibi, anlaşılmaz kelimelerle süslenmiş cümleler kurmak, yeni kazandığı statünün tadını çıkarmak istemektedir.
“Sınıf dışında solculuk” örneklerinin kuşkusuz en tipik olanı, siyasi olarak “öncü savaş”ı benimsemiş olanlardır. Silahlı, gizli örgütlenmeye bağımlı bu “solculuk”, işçi sınıfıyla yakın ilişkiyi, sınıf içinde çalışmayı, sendikal haklar uğruna mücadeleyi küçük ve önemsiz işler sayar. Büyük kahramanlıklar, inanılmaz fedakârlıklar yapan kadrolara sahip olmak, milyonlarla birleşmekten daha önemlidir. Bu çevrelerde de, sınıfın üzerinde, sınıfı güdülecek bir sürü olarak görme alışkanlığı “solcu aydınlar”ınkinden çok farklı değildir.
Bütün bu özellikler, kişisel, ahlaki, kültürel özellikler olabilir; ancak belli bir “sol” siyaset içinde düşünüldüğünde, hepsinin ideolojik özellikler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bir “solcu”, işçi sınıfından neden uzak olduğu sorulduğunda, bunu gayet derin gerekçelerle açıklayabilir ve bunu haklı gösterir. Neden işyeri sorunlarıyla değil de, aklının yarım yamalak erdiği felsefi sorunlarla uğraştığı sorulduğunda, size Lenin’den, Marx’tan alıntılar yaparak cevaplar verebilir. Alevilikle hiç ilgisi olmadığı halde neden dedeler gibi bıyık bıraktığının da bir açıklaması vardır. “Kürt olsun da çamurdan olsun” demesini de pek güzel savunabilir. Fırsatçılığın, grup çıkarcılığının, “taktik” deyince kandırmacılıktan başka bir şey düşünememenin de gerekçeleri vardır. Ama bunların hepsi, “yüksek siyasi hedeflerle” bağdaştırılır. Başta da söylediğimiz gibi, siyasetle ideolojinin birliğinin işaretidir bu. İşçi sınıfını hiç hesaba katmayan bir siyasete, işçi sınıfı dışı bir ideoloji eşlik eder.
Fakat Türkiye’de “solculuk”, bir de kendisine özgü özellik geliştirmiş ve “siyasetsiz solculuk” kavramını yaratmıştır. Yaygın olarak “solcu aydınlar”da, partisizlik, siyasetsizlik, siyasete bulaşmama eğilimleri gözlenmektedir. Tıpkı, burjuvazinin “bütün ideolojiler kötüdür, ideolojilerin esiri olmamak lazım” derken çok açık bir ideolojik tutumu sergilemelerinde olduğu gibi, siyaset dışı kalmak isteyen aydınlarda da, kendilerine uygun bir siyasetin varlığından söz edebiliriz. Ancak hemen belirtilmeli ki, bu siyasetin temel özelliği, “sınıf dışı olmak”tır.

“SOLUN” BİRLİĞİ, SINIFIN BİRLİĞİ
“Solcu” çevrelerin inanmaya ihtiyaç duydukları “solun birliği” efsanesi, işte bu gerçekler üzerine kurulmuştur. Aslında hepsini toplasanız 100 bin kişi etmeyecek olan bu “bilinçli solcular”, kendi aralarında defalarca birlik arayışına girmişler, her defasında yine bu temel gerçekler yüzünden, eskisinden daha kötü bir biçimde bölünmüşlerdir. “Sol” teriminin aldatıcı özdeşlik görüntüsü, asla bir araya gelemeyecek olan siyasal görüşlerin, sınıf tavırlarının, “birleşebilir”, “birleşmesi gerekir” akımlar gibi algılanmasına yol açmaktadır. Birleşememek ise, yine “sol”un hastalığı gibi görünmektedir. Aslında bu “solun” hastalığı değildir. Her biri farklı ideolojik ve siyasal yönelişleri, farklı sınıf kimliklerini ifade eden fakat “solcu” oldukları için aynıymış gibi algılanan bu grupların, partilerin, kişilerin birliği ya imkânsızdır, ya da geçicidir. Türkiye’de bu yolda harcanan zaman ve enerji, boşa gitmiştir, bundan sonra da aynı sonuca ulaşacaktır.
Her şeyden önce, “solun birliği” nesnel-toplumsal gerçekler açısından bir ham hayaldir. Bu, farklı sınıf ve tabakaların aynı ideoloji ve siyasette birleşmesini istemek anlamına gelmektedir ki bilimsel değildir.
Diğer yandan, “solun birliği” uğruna mücadele, Türkiye’de daima işçi ve emekçilerle birlik gerekliliğinin önüne geçmiştir. “Solcular”, sanki birbirleriyle birleşmeden hiçbir iş yapamazlarmış gibi bu sorunu daima gündemlerinde tutmuşlardır. Bu da aslında, kendine güvensizliğin, halk kitleleri karşısında ürküntüye kapılmanın bir ifadesidir.
Bugün açıkça anlaşılması gereken nokta, işçi ve emekçilerin birliğinin sağlanmasının, bütün bu boş uğraşlardan daha önemli olduğudur.
İşçi sınıfı ve emekçiler, çok uzun zamanlardan günümüze, din, mezhep, siyasi görüş, milliyet, bölge, meslek grubu gibi ölçütlerle bölünmüş ve birbirlerine düşman edilmeye çalışılmıştır. Aynı sınıftan olduklarını, her işçinin bir diğerinin “sınıf kardeşi” olduğunu anlayabilmesi için, Türkiye XIX. yüzyıl kapitalizminde yaşayan işçilerden daha geri durumda bırakılmıştır. Kuşkusuz bunda kapitalizmin kendisine özgü gelişme koşullarının da etkisi vardır. Ancak egemen sınıf politikaları ve propagandaları da, işçiler ve emekçi halk arasında ciddi duvarlar örmeyi başarmıştır. Farklı siyasal partilere oy veren, farklı mezhepten, milliyetten, farklı bölgelerden olan işçiler, tek ve aynı hak ve çıkarların peşinde kavga verdiklerini fark edebilecekleri koşullardan uzak tutulmuşlar, sendikalar özellikle bu ayrılıkları kışkırtacak biçimde örgütlenmişlerdir. Sınıfın birliğinin sağlanması mücadelesi, önümüzde son derece önemli bir mücadele alanı olarak durmaktadır. Bu yüzden, bir tek “gerici” işçiyi sınıfın birliği davasına kazanmaya çalışmak, on “ilerici solcuyu” partiye kazanmaktan daha önemlidir. Henüz içinden geçmekte olduğumuz çetin ekonomik-siyasal koşullarda bile, işçilerin ve emekçilerin mücadelesi gerçek bir birliğin çok uzağındadır. Aynı işkolundaki işçilerin mücadelesi bile, bölgesel farklıkların engeline takılabilmektedir. Emek Platformu Programı’nın bu bakımdan taşıdığı önem, kendi birliklerine kafayı takmış “solcular” tarafından anlaşılamamıştır. Sınıfın birliği hedefini, “ideolojik netlik olmadan birlik nasıl olabilir, bir MHP’li işçiyle biz nasıl bir araya gelebiliriz” gibi itirazlarla karşılamalarında da, kendisini gösteren şey “ideolojik solculuk”tur.
Oysa işçi sınıfının bilimsel ideolojisiyle donanmış bir bilinçte bu türden karışıklıklar yaşanmaz. Siyasi iktidar hedefini sınıfsal içeriğiyle birlikte tanımlayıp kavramış bir sosyalist için, sınıf içindeki farklı siyasal eğilimlerin ortak çıkar kavgasına engel olamayacağı ve işte bunun asıl değişimin kaynağı olduğu açıktır.
İşçi sınıfının iktidarını ve sosyalist toplumu amaçladığını ileri süren her siyasi akımın, ilk yapması gereken şey, Türkiye’ye özgü “solculuk”tan kurtulmak olmalıdır.

YOLUN SONU GÖRÜNDÜ
Gerçekte, Türkiye’de bu türden “solculuk”, artık tarihe gömülmek üzeredir. “Solun birliği” adına Türkiye siyasi tarihinde yaşanmış en büyük deney olan ÖDP, artık “farklılıkların armonisi”, “gökkuşağı”, “çok renklilik” gibi sloganlarını tüketmiş bulunmaktadır. Bu durum, asla ÖDP yöneticilerinin, bu “birlik” içinde yer alan farklı siyasi grupların ya da kişilerin hatası değildir. Farklı ideolojik ve siyasal görüşlere sahip, öyleyse temelde farklı sınıf çıkarlarını temsil eden grupların bir araya gelerek işçi sınıfı gibi mütecanis bir sınıfın çıkarları adına konuşması olanağı zaten yoktu. Bu, sınıfın ve halkın değil, “solcuların birliği” idi, bu yüzden de, “sol” teriminin içinde taşıdığı aldatıcı birlik görüntüsünün kurbanı oldu.
ÖDP, tek başına bir olay değil. Giriştiği deneyle birlikte, Türkiye “solculuğu”nun da sonunu ilan etmiş oluyor.
Türkiye’de artık bu tipte “solculuk” tarihinin son demlerini yaşıyor. Belirsiz ideolojik ilkeler ekseninde yapay birlikler oluşturmak, sosyal demokratlar bakımından da yolun sonunu bulmak üzeredir. Bir de “yeni sol parti”yi deneyecekler ve hep beraber göreceğiz. Çünkü artık, insan severlik, ilericilik, laiklik, demokratlık, halkçılık, “değişime inanmak”, “özgürlükçülük” gibi kavramların hepsi, çok açık olarak işçi-emekçi hareketiyle tanımlanmak, bu açıdan sorgulanmak zorundadır. Bu temelde anlam bulmayan, bununla tamamlanmış bir siyaset içinde somutlanmadan bu kavramların bir anlamı olamaz, kimseyi de etrafında gerçekten birleştiremez.
“İdeolojik solculuk”, kapalı devre siyaset, kapalı devre demokrasi, kapalı devre mücadele demektir. Sınıfın büyük gücünü harekete geçirmeyi düşünmekten bile korkan bu “solculuk”, burjuva ideologların dediği gibi modası geçmiş bir akım halini almaktadır. Sadece “fikirler üreten”, “her şeyin doğrusunu, haklısını bilen” ama bu fikirlere, doğrulara, haklılığa hayat verecek toplumsal güçle, işçi ve emekçilerle hiçbir ilişkisi olmayan “solculuğun”, egemen sınıflar tarafından ciddiye alınması beklenemez.

Haziran 2001

Gelecek sosyalizmdir

(Bu yazı, Fransız sosyalist yazar-gazeteci Henri Alleg’in, 6 Mayıs 2001 tarihinde Paris’te İşçi Gençlik Derneği tarafından düzenlenen Deniz’leri anma toplantısında yaptığı konuşmanın metnidir. (Başlık bizim tarafımızdan konmuştur.))

Sevgili arkadaşlar, yoldaşlar;
Kendi adıma ve Paris’te ve ülkemizde, dünyanın işçi ve emekçileri arasında uluslararası dayanışma gibi büyük bir prensibe sadık kalmış olanlar adına, bu toplantınızı coşkuyla selâmlıyorum.
Demokratik ve bağımsız bir Türkiye için kendilerini feda eden halk kahramanları ve örgütünüzün kurucuları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı andığınız bu önemli günde aranızda olmaktan büyük heyecan duyuyorum. Onlar, halkınızın ve yüce sosyalizm davası için savaşan tüm dünya halklarının hafızalarında ve kalplerinde ebediyen yaşayacaklar.
Aynı şekilde, bugün özgür, müreffeh ve yeni bir Türkiye için ağır baskı koşullarında, hapishanelerde ve dışarıda omuz omuza mücadele eden Türk ve Kürt emekçilerini selâmlıyorum.
Günümüzde dünya çok dramatik bir dönemden geçmektedir. Geçmişte, kapitalist sisteme karşı mücadele eden halklara muazzam bir destek teşkil eden, insanlığın geleceğini, mutluluğu ve kardeşliği simgeleyen sosyalist ülkeler, bugün artık yok. Bunun korkunç bir gerileme olduğunu inkâr edemeyiz. Ve eski köhne dünyanın savunucuları, dünya ekonomisini yöneten milyarderler, uluslararası tekellerin patronları, Afrika’nın, Arap ülkelerinin, Asya ve Latin Amerika’nın zenginliklerini yağmalayanlar, New York, Londra, Paris, Frankfurt borsalarında milyonlarca dolarla oynayanlar ve onların Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) gibi uluslararası mali kurumlardaki adamları; bu durumdan sonsuz sevinç duymuş ve yerlerinde tepinmeye başlamışlardır.
Artık sınırsız bir hoyratlık, vahşet ve küstahlıkla hareket edebiliyorlar. Başlarında da kendini dünyanın efendisi sayan, her tarafa müdahale etme, askeri üsler yerleştirme ve direnmeye cüret edenlerin (Irak ve Yugoslavya örneklerinde olduğu gibi) üstlerine bomba yağdırma hakkını kendinde gören Amerikan emperyalistleri var. Egemenlik altına almak istedikleri ülkelerde ise, çıkarlarını, kendi halklarına karşı ve yabancı emperyalistlerin çıkarlarıyla birleştirmiş uşaklar bulabiliyorlar. Köleleştirmenin adı, “ekonomik ve askeri yardım” olmuştur. Türkiye’nin işte böyle bir durumda olduğunu siz benden daha iyi biliyorsunuz ve zaten bu nedenle de halkınızı tüm gücüyle bu bağımlılığa karşı mücadeleye çağırıyorsunuz.
Dünya nüfusunun dörtte üçü yoksulluk koşullarında yaşarken, yüzlerce milyon erkek ve kadın tedavi olanaklarından ve çocuklarını okula gönderme imkânlarından yoksunken, Amerika’da ve Batı Avrupa’da ortalama yaşam süresi 75 olduğu halde dünyanın geri kalanında 45’i geçmezken, bizzat ileri kapitalist ülkelerde bile ve bu arada Fransa’da da yaşam koşullan her geçen gün daha da zorlaşırken, fabrikalar kapılarına kilit vurup işçi ve emekçileri sokağa atarken; kapitalizmin hizmetindeki politikacılar, gazeteciler, politika uzmanları gazete, radyo ve televizyonlarında kapitalizmin en üstün toplumsal sistem olduğunu utanmazca iddia ediyor ve tekrarlıyorlar. Ve dahası, başka bir sistemin var olmasının mümkün bile olmadığını ileri sürüyorlar. Eski sosyalist ülkelerde bir cehennem tablosu bulunduğunu, buralardaki halkın şimdi mutluluğa eriştiğini iddia ediyorlar.
Ama Ruslar ve eski sosyalist ülkelerde yaşayanların neleri yitirdiklerini anlayabilmeleri için, şimdiki durumları ile geçmişteki yaşam koşullarını kıyaslamaları yeterlidir. Birbirinden farklı yüz halkın birlik ve barış içerisinde yaşadıkları yerde şovenizm, dinci fanatizm, etnik ayrılıkçılık diriltildi ve bu bölünmüşlük üzerinden de kanlı çatışmalar kışkırtıldı. Herkesin yaşamı boyunca çalışma hakkının güvenceye alındığı yerde, şimdi milyonlarca işsiz var. Tüm yaşlıların bakım ve emekliliği güvenceye alınmışken, şimdi örneğin Moskova’da ve diğer kentlerin sokaklarında evsiz, soğuk ve açlıktan ölüme terk edilmiş ihtiyarlar görebilirsiniz. Bedava tedavi ve ilaç almak herkes için mümkünken, bugün bu hak küçük bir azınlığın tekelindedir. Çocuk bakımı ve yetiştirilmesi bakımından eskiden bu ülkeye herkes gıpta ile bakarken, şimdi terk edilmiş yüz binlerce çocuk var ve kendi başlarının çaresine bakmak zorundalar. Eğitim düzeyi bakımından dünyanın önde gelen ülkelerinden biriyken, şimdi okuma yazma bile bilmeyenlerin oranı artıyor. Ama aynı zamanda ülkenin yıkıntıları üzerinde, zenginliklere el koyan yabancı emperyalistlerin ihsanı sayesinde ve hırsızlık, rüşvet batağında boy veren ve lüks yaşamlarıyla böbürlenerek emekçilerin yoksulluğu ile alay eden bir fırsatçılar kesimi de var.
Geçmişte gençliğe onurlu yaşamın, kendine ve başkalarına saygının öğretildiği bu ülkelerde şimdiki çaresizliğin bir başka örneği de son zamanlarda binlerce genç kızın, iş bulmak, güvence ve konfora kavuşmak umuduyla Batıya göçüyor olmasıdır. Gerçekte ise, fuhuşa sürükleniyorlar. Ve sayıları birkaç kişiyle sınırlı da değil. Basında yayınlanan rakamlara göre 500 bin civarında genç kız, çeşitli vaatlerle aldatılarak seks köleliğine ve kadın satıcılarının sömürüsüne terk edilmiş durumdadır.
İşte, kısaca kapitalizme dönüşün kazandırdığı “nimetlerin” tablosu budur.
Bazıları, sosyalizmin de eksikliklerinin bulunduğunu söyleyeceklerdir. Doğrudur. Adaletsizlikleri, hata ve eksiklikleri düzeltmek için daha yapılması gereken çok şey vardı. Ama bir kafa ve ellerden başka servetleri olmayan kadın ve erkek emekçiler için ne büyük ilerlemeydi atılan adım! Temel sloganı her zaman için “yoksullara ve zayıflara ölüm”, “tüm iktidar, yetki zenginlere ve güç sahiplerine” olan, ilk yasası “kâr ve daha fazla kâr” olan insanlık dışı kapitalist sisteme taban tabana zıt bir adımdı sosyalizm.
Ama yine de kapitalistler “küreselleşme” sayesinde yarının bu günden daha iyi olacağını iddia etmekten geri kalmıyorlar. Peki, söz konusu olan nedir? Gerçekten de dünya değişti ve her gün değişmeye devam ediyor. Bilimde, sanayide, ulaşım ve iletişimde gerçekleştirilen olağanüstü ilerlemeler, mesafeleri yakınlaştırarak, imalatı ve ürünlerin dağıtılmasını küreselleştirdi.
İşte medyanın küreselleşmeyi göklere çıkarmak için kullandığı argümanlar bunlardır. Ama bu ilerlemelerin halklar için değil, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere tekellerin yararına kullanıldığını söylemeyi unutuyorlar.
Kapitalist propagandistlerin söyledikleri gibi küreselleşme, insanlığa yararlı ve kurtarıcı yeni bir aşama değil, tam tersine, sömürünün ve sermayenin egemenliğinin, emperyalist hegemonyanın katmerleşmesi demektir.
Her gün yayınlanan bilgiler göstermektedir ki küreselleşme, her ülkede zenginlerle yoksullar arasında daha fazla eşitsizlik yaratıyor. Zengin daha da zenginleşiyor, fakir daha da fakirleşiyor. Küreselleşen yeni teknoloji ve sermayenin hızlı hareket edebilme kapasitesi, her yerde aynı sorunları, fabrika kapatılmalarını, işsizliği ve sefaleti güçlendiriyor. Geri kalmışlıktan kurtulmaları kapitalistler tarafından engellenen az gelişmiş ülkelerle sanayileşmiş ülkeler arasındaki dengesizlik daha da derinleşmektedir.
İşte çok dağınık olsa da, insanlık, bugün bu duruma ve adaletsizliklere karşı ayağa kalkmaktadır. Seattle’de. Porto Allegre’de ve kısa bir süre önce Quebec’de sokağa taşan red ve isyan hareketi bunun ifadesiydi ve bu hareket büyümeye devam edecektir.
Halklar henüz son sözlerini söylemediler. Ama sermayenin uluslararası diktatörlüğüne ebediyen boyun eğmeyi kabul etmedikleri açıktır. Türk işçilerinin, Fransız işçilerinin Maastricht Sözleşmesi’nde dile gelen sermayenin Avrupa’sına karşı mücadeleleri, kıtalarının yeniden sömürgeleştirilmesine karşı Afrikalıların mücadeleleri, Washington’un kendilerini dize getirme çabalarına karşı çıkan Kübalıların, Iraklıların direnişleri, zenginliklerine el koyan yankee’lere karşı çıkan Güney Amerikalıların mücadeleleri, özgür bir vatan için savaşan Filistinlilerin mücadeleleri; her gün daha güçleniyor ve yaygınlaşıyor.
İşçilerin ve halkların bu kavgasının Uluslararasılaşması, bu köhnemiş baskı ve sefalet sistemini kaçınılmaz olarak devirecek ve yenecektir. Ve yeniden sosyalizmin yolunu açacaktır.
Sizlere, Emeğin Partisi’ne ve Türkiye’deki tüm ilerleme, demokrasi ve özgürlük güçlerine başarılar diliyorum.
Yaşasın dünya işçileri arasındaki dostluk ve dayanışma!

Fransızcadan çeviren: İsmail Bozdoğan
Haziran 2001

Maymundan insana geçişte emeğin rolü

Kimi “emek en yüce değerdir” der, yasak savmak için ve ne denli gözden çıkarıp dışlamış olsa da, bunu, dilinde, emeğine göstermelik bir saygı sunduğu emekçiyi, burjuvazinin peşine takmanın aracı olarak yuvarlar. Emeğin dönüştürücü gücünden sadece korkan ve emekçiyle birleşmeye yanaşmayan, ama bu gücü kendi amaçları uğruna kullanma çabasından da hâlâ geri durmayan “çağdaş solcu”, bu tutumuyla, siyasette ve sosyal alanda olduğu kadar, başta iktisat olmak üzere bilim ve kültür alanında da faaldir.
Giderek, “emeğin yüceliği”, iyice ucuna getirdiği dilinde, yere düşecek gibi eğreti durmaktadır. Çünkü arada bir yerlerde durmaya çalışarak ve emeği, emekçiyi ve haklarını savunuyor görünerek var olmaya uğraşmak hızla olanaksızlaşmaktadır. Azgınlaşan uluslararası sermaye egemenliği ve tekelci saldırganlık koşulları, kendine, emekle sermaye arasında ortalarda bir yer edinmeyi hem tehlikeli hale getirmekte hem de keskinleşen sınıf çelişkilerinin geçiş renklerini yok etmeye yönelik baskısı altında “uç”lardan birine kapılanmayı dayatmaktadır. Şimdi “çağdaş solcu”nun çoğu, neoliberalizmi düstur edinerek tamamen pervasızlaşan uluslararası sermayeye iltihak etmiştir ya da etme yolundadır. Neoliberal küreselleşmecilik ise ne emek tanımaktadır ne de hak. Bilim ve kültürel alan dâhil her sektör ve kurumu değişim çarkının dişlilerine bağlamada önemli adımlar atmış olan sermaye, artık ne değer yaratıcısı olarak ne insani ve toplumsal bir nitelik olarak emeğin adını anmaktadır. Burjuvazi, teorileri ve sözde bilimsel sözcüleriyle çoktan A. Smith ve D. Ricardo’nun gerisine fırlayıp gitmiştir. Her şeyi egemenlik altına alma ve tüm değerlere el koyma hırsı, emeği bütünüyle yok saymasına varmıştır. Oysa insan, diğer bütün değerleri olduğu gibi kendisini de emeğiyle var etmiştir. Geçmiş hayvanlığından gelecekteki yabancılaşmasını aşmış insansal insana uzanan süreç, bütün toplumsal, bilimsel, kültürel gelişmesiyle birlikte, en başta, bu alanlardaki gelişmelerle yaratıcılık ve üretkenlik düzeyi mükemmelleşen emeğin etkinlik sürecidir. Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı eserinin bir makalesini oluşturan aşağıdaki yazının, emeğin sadece değer yaratan başlıca kategori oluşu yönüyle değil ama karşılıklı etkileşimi sürecinde düşünce ve bilimsel üretimle ilişkisindeki tayin edici rolü yönüyle de dikkate alınarak okunması yararlı olacaktır inancındayız. Sermaye tarafından çarpıtılıp çürütülen bilim ve sanat, yüzünü, emeğe ve emekçiye dönmedikçe kendi varlık ve gelişme koşulundan yoksun kalacağı gibi, “bilim adamı” ve “sanatçı” da içinde olmak üzere, emek karşıtı her kimse, atamız insansı maymundan ötesine geçememiş olacaktır.

Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır – ona, zenginliğe çevirdiği materyali sağlayan doğayla birlikte. Ama bundan da sınırsızca daha fazla bir şeydir. O, tüm insan varoluşunun birincil temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir.
Yüz binlerce yıl önce, jeologların dünya tarihinin üçüncü zaman dönemi dedikleri, henüz kesinlikle saptanamayan bir dönemi sırasında, belki de onun sonlarına doğru, dünyanın tropikal bölgesinde bir yerlerde -muhtemelen şimdi Hint Okyanusunun dibine batmış geniş bir kıta üzerinde- insansı (antropoide) maymunların son derece gelişmiş bir ırkı yaşıyordu. Darwin, atalarımız olması gereken bu maymunların yaklaşık bir betimlemesini bize vermiştir. Bunların bedeni tamamen kıllarla örtülüydü, sakalları ve sivri kulakları vardı ve ağaçlar üzerinde sürü halinde yaşıyorlardı.
Tırmanma, ellere ve ayaklara farklı işlevler kazandırmaktadır ve yaşam tarzları yerde hareket etmelerini gerektirdiğinde, bu maymunlar, yürürken ellerini kullanma alışkanlığını yavaş yavaş bırakmaya, dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya başladılar. Böylece, maymundan insana geçişte kesin adım atılmış oldu.
Bugün yaşayan bütün insansı maymunlar dik olarak ayakta durabilirler ve yalnızca iki ayak üzerinde hareket edebilirler; ama bunu, yalnız zorunlu durumlarda ve pek beceriksizce yaparlar. Doğal yürüyüşleri yarı diktir ve yürümek için ellerini de kullanırlar. Çoğu, bükük parmaklarının orta kemiklerini yere dayar ve sakat bir kimsenin koltuk değnekleriyle yürüyüşü gibi bacakları bükük olarak bedenlerini uzun kollan arasında sallandırırlar. Genel olarak, biz, bugün bile, maymunlarda, dört ayak üzerinde yürümeden iki ayak üzerinde yürümeye geçişin bütün evrelerini gözleyebiliyoruz. Ama iki ayak üzerinde yürüme, onlarda, hiçbir zaman geçici bir önlemden öteye geçmemiştir.
Eğer kıllı atalarımızda dik yürüme, önce kural ve daha sonra da zamanı gelince bir gereklilik durumuna geldiyse, herhalde, bu arada, öteki çok farklı işlevlerin ellere aktarılmış olması zorunluluk olmuştur. Zaten maymunlarda, el ve ayakların kullanılış yollarında bazı farklılıklar vardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, tırmanmak için, el, ayaktan başka bir biçimde kullanılır. Daha aşağı memeli hayvanların ön pençelerini kullandıkları gibi, el, artık, özellikle besin tutmaya ve devşirmeye yardım eder. Birçok maymun, ağaçlarda yuva ve hatta şempanze gibi, kötü havadan korunmak için dalların arasında çatı yapmakta ellerini kullanırlar. El ile düşmanlarına karşı korunmak için sopaları yakalar, ya da meyveleri ve taşları düşmanlarına fırlatırlar. Yakalandıklarında insanlardan kopya ettikleri birçok basit hareketler için ellerini kullanırlar. Ama insana en çok benzeyen maymunların bile gelişmemiş eli ile yüz binlerce yıllık emek yoluyla son derece gelişmiş insan eli arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu burada anlaşılır. Kemiklerin ve kasların sayısı ve genel yapısı, ikisinde de aynıdır; ama en ilkel vahşinin eli, hiçbir maymunun elinin taklit edemeyeceği yüzlerce iş yapar. Hiçbir maymun eli, en kaba taş bıçağını bile asla imal etmemiştir.
Atalarımızın, binlerce yıllık sürede, maymundan insana geçiş döneminde, ellerini yavaş yavaş uyarlamayı öğrendikleri ilk hareketler, ancak en basit işlemler olabilirdi. En ilkel vahşiler, hatta aynı zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana benzer bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi yaratıklarından çok daha üstündür, ilk çakmak taşı insan eliyle bıçak haline getirilinceye kadar, öyle dönemlerden geçilmiştir ki, bizce bilinen tarihsel dönem, onunla karşılaştırılınca önemsiz görünür; Ama asıl adım atılmıştı: el, serbest duruma gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabilirdi. Böylece kazanılan daha büyük esneklik (soup-lesse) kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu.
O halde, el, yalnızca emeğin organı değildir, emeğin ürünüdür de. Ancak emeğin, giderek yeni işlemlere uygulanmasıyla, geliştirilmiş kasların, eklemlerin ve daha uzun aralıklarla, kemiklerin kalıtsal yoldan geçmesi, bu kalıtsal inceliğin, yeni, giderek daha karmaşık duruma gelmiş işlemlere, giderek yenilenen biçimde uygulanması, insan elini; Raphael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini, Paganini’nin müziğini yaratabilecek bu yüksek yetkinlik düzeyine kadar getirmiştir.
Ama el, tek başına değildi. O, son derece karmaşık bir organizma bütününün üyelerinden yalnızca biriydi. Ve el için yararlı şey, hizmet ettiği bütün beden için de yararlıdır – hem de iki yoldan.
Birincisi, beden, Darvin’in karşılıklı gelişme yasası diye adlandırdığı yasadan yararlandı. Bu yasaya göre, bir organik varlığın ayrı kısımlarının belirli biçimleri, görünüşte onlarla bağıntısı olmayan öbür kısımların belirli biçimleriyle her zaman bağıntılıdır. Böylece, çekirdeksiz alyuvar hücrelerine sahip ve kafanın iki eklemle (kondil) birinci omura bağlandığı hayvanların istisnasız hepsinde, yavruları emzirmek için süt bezleri vardır. Bunun gibi memeli hayvanlardaki çift tırnaklar, kural olarak, geviş getirmeyi sağlayan kırkbayır ile bağıntılıdır. Belirli biçimlerdeki değişmeler, aradaki bağıntıyı açıklayabilecek durumda olmamamıza karşın, öteki beden kısımlarının biçiminde de değişmelere neden olur. Gözleri mavi olan tamamen beyaz kediler, her zaman, ya da hemen her zaman sağırdır, insan elinin gittikçe yetkinleşmesi ve buna paralel olarak ayağın dik yürüyüşe uyarlanması, hiç kuşkusuz böyle bir karşılıklı gelişme yoluyla organizmanın öteki kısımları üzerinde de etkisini göstermiştir. Bu etki ise, burada bu olguyu genel terimleriyle belirtmekten öte bir şey yapmamızı sağlayacak kadar henüz yeterince incelenmemiştir.
Elin gelişmesinin, dolaysız, gözle görülebilir biçimde organizmanın diğer kısımlarına yaptığı etki çok daha önemlidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, bizim maymunsu atalarımız sürü halindeydiler; bütün hayvanların en toplumsalı olan insanın, toplumcul olmayan atadan türemiş olması elbette olanaklı değildir. Doğa üzerindeki egemenlik, elin gelişmesiyle, emek ile başladı ve her yeni ilerleme de, insanoğlunun ufkunu genişletti. İnsan, doğal nesnelerde, sürekli olarak, yeni, o güne kadar bilinmeyen özellikler keşfediyordu. Öte yandan emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa etkinlik durumlarını çoğaltma ve bu ortaklaşa etkinliğin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. Gereksinme kendine bir organ yarattı: maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş ama sağlam bir biçimde değişti ve ağız organları, yavaş yavaş birbiri ardından düşünce ifade eden sesler çıkarmayı öğrendi.
Hayvanlarla bir karşılaştırma, dilin kaynağının, emek sürecinden ve emek süreci ile birlikte doğduğu açıklamasının, tek doğru açıklama olduğunu gösterir. En gelişmiş hayvanların birbirlerine iletmek gereksinimini duydukları pek az şey bile, düşünce ifade eden konuşmayı gerektirmez. Doğal ortamda hiçbir hayvan, konuşmamayı ya da insan dilini anlamamayı bir eksiklik olarak duymaz. Ama hayvan, insanlar tarafından evcilleştirilirse, durum çok değişir. Köpek ve at, insanlarla olan ilişkilerinde düşünce ifade eden konuşmaya karşı öyle bir kulak geliştirmişlerdir ki, kavrayış çerçeveleri içinde her dili kolayca anlamayı öğrenirler. Ayrıca eskiden kendilerine yabancı olan, insana bağlılık, minnettarlık vb. gibi duyguları kazanma yeteneği edinmişlerdir. Böyle hayvanlarla fazla ilişkisi olan herkes, birçok durumda konuşamamalarını, onların şimdi ne yazık ki belli bir yönde çok gelişmiş ses organlarının artık ortadan kaldıramayacağı bir eksiklik olarak hissettiğini kabul etmekten kaçınamaz. Ama organın bulunduğu yerde, belirli sınırlar çerçevesinde bu yeteneksizlik bile ortadan kalkabilir. Kuşların ağız organları insanların ağız organlarından alabildiğine farklı olduğu halde, konuşmayı öğrenen tek hayvan kuştur. En çirkin sesli kuş olan papağan, en iyi konuşur. Onun konuştuğu şeyi anlamadığını söylememeli. Salt konuşma ve insanlarla bir arada bulunma zevkinden dolayı bütün sözcük hazinesini saatlerce konuştuğu ve yinelediği doğrudur. Ama kavrayışı çerçevesinde söylediklerini anlamasını da öğrenebilir. Papağana, anlamından bir şey kavrayabileceği küfür sözcükleri öğretin (sıcak ülkelerden dönen denizcilerin en çok hoşlandığı şeylerden biri); onu kızdırın ve küfür sözlerinin Berlinli bir seyyar sebze satıcısı kadar doğru değerlendirmeyi bildiğini hemen göreceksiniz. Şekerleme dilenirken de aynı şeyi yapar.
Önce emek, sonra onunla birlikte dil – bir maymunun beynini etkileyen ve en önemli iki dürtü bunlardır ve bu etki altında maymun beyni, bütün benzerliğine karşın çok daha büyük ve çok daha yetkin bir insan beynine doğru gelişmiştir. Ama beynin gelişimiyle, onun en yakın araçlarının, duyu organlarının gelişimi yan yana gitmiştir. Dilin sürekli gelişimi içinde işitme organının aynı ölçüde incelmesi zorunlu olarak nasıl yan yana gitmişse, bir bütün olarak beynin gelişimine paralel olarak da bütün duyular gelişmiştir. Kartal, insandan çok daha uzağı görür, ama insanın gözü, şeylerde, kartalın gözünden çok daha fazlasını görür. Köpeğin burnu insana göre çok daha keskindir, ama insan için değişik şeyleri ayırmaya yarayan kokuların yüzde birini bile ayırt edemez. Ve maymunun en kaba ilk biçimiyle bile sahip olmadığı dokunma duyusu, ancak bizzat insan elinin gelişimi ile birlikte, emek aracılığı ile gelişmiştir.
Beynin ve ona eşlik eden duyularının gelişmesinin, gittikçe durulaşan bilincin, soyutlama ve sonuç çıkarma yeteneğinin emek ve dil üzerindeki tepkisi, hem emeğe, hem de konuşmaya daha çok gelişme için durmadan yenilenen bir dürtü verdi. Bu gelişme sonunda insan, maymundan ayrılınca, bitiş noktasına gelmedi, değişik zamanlarda, değişik insan topluluklarında, derecesi ve yönü değişerek, hatta orada burada yerel ya da geçici bir gerilemeyle kesintiye uğrayarak, tüm olarak büyük ilerlemeler gösterdi, Oluşumunu tamamlamış insanın ortaya çıkışı ile birlikte sahneye çıkan yeni bir öğe, yani toplum bu gelişimi hem güçlü bir biçimde hızlandırdı ve hem de bu gelişime daha kesin bir yön verdi.
Kuşkusuz, ağaca tırmanan maymunlar topluluğundan bir insan toplumu oluşuncaya kadar yüz binlerce yıl -dünya tarihi içinde insan yaşamının bir saniyesine eşdeğer- geçti. (Bu konuda önde gelen bir otorite olan Sir W. Thomson, üzerinde bitkilerin ve hayvanların yaşayacağı kadar dünyanın soğuduğu zamandan bu yana yüz milyon yıldan ancak biraz daha fazla bir zaman geçmiş olabileceğini hesaplamıştır. (Engels’in notu.)) Ama sonunda bu da oldu. Maymun sürüsü ile insan toplumu arasında karakteristik ayrım olarak gene ne buluruz? Emek. Maymun sürüsü coğrafi durumun ya da komşu sürülerin direncinin ona tanıdığı beslenme bölgesinde otlanmakla yetiniyordu, yeni bir yemlenme alanı elde etmek için yürüyüşlere ve savaşımlara girişiyordu ama yemlenme bölgesinde doğanın sağladığından, farkına varmadan kendi döküntüleriyle gübrelendiği toprağın verdiğinden fazlasını elde edecek durumda değildi. Bütün beslenme bölgeleri dolunca, maymun nüfusunda artış da olamazdı. Olsa olsa hayvanların sayısı aynı kalabilirdi. Ancak bütün hayvanlar, son derece fazla yiyecek maddesi israf ederler. Bunun yanı sıra yetişmekte olan bir yiyecek maddesini, filiz halindeyken öldürürler. Kurt, avcının tersine, ertesi yıl ona yavrular verecek olan dişi geyiği esirgemez. Yunanistan’da taze çalıları büyümeden kemiren keçiler, ülkenin dağlarını kelleştirmiştir. Hayvanların bu “yağma ekonomisi”, kanlarının farklı bir kimyasal bileşim edinmesi sayesinde, onları, alışılagelmiş besinden başkasına uymaya zorlayarak, türlerin yavaş yavaş değişmesinde önemli bir rol oynar ve uyum gösterememiş türler yok olup giderlerken, tüm fiziksel yapı giderek değişir. Atalarımızın maymundan insana geçişine, bu yağma ekonomisinin güçlü bir biçimde katkıda bulunduğundan kuşku duyulamaz. Zekâ ve uyarlanabilirlik yetisi bakımından öteki ırklardan çok ilerde olan bir maymun ırkında yağma ekonomisi, yiyecek bitkilerinin sayısının sürekli olarak çoğalmasına ve bu bitkilerin yenebilecek kısımlarının tüketilmesine yol açmış olmalıdır. Kısacası yiyecekler giderek çeşitlenmiş ve bununla birlikte maymundan insana geçişin kimyasal öncüleri olan ve bedene giren maddeler de çeşitlenmiştir. Ama bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamıyla emek değildi henüz. Emek, alet oluşturmakla başlar. Bulabildiğimiz en eski aletler nelerdir? Tarih öncesi insanların keşfedilmiş kalıntılarına ve şimdiki en ilkel insanların ve en eski tarih çağlarındaki insanların yaşayış biçimine göre en eski olan aletler nelerdir? Bunlar, avcılık ve balıkçılık aletleridir; birinciler aynı zamanda silah yerine geçerler. Avlanma ve balıkçılık ise, salt bitkiyle beslenmeden, etin de yenmesine geçişi öngörür. Ve bu, maymunların insana geçiş sürecinde bir başka önemli adımdır. Et yemek, organizmanın metabolizma için gerektirdiği en önemli maddelerin hemen hazır bir durumda bulunmasını da sağlıyordu; aynı zamanda, sindirim için gerekli süreyi kısaltarak, bitkicil yaşamınkine uygun düşen öbür bitkisel beden süreçlerini de kısaltıyor ve böylece gerçek anlamda hayvan yaşamına uygun etkin belirtiler için daha çok zaman, daha çok madde ve daha çok istek kazandırıyordu. Oluş halindeki insan, bitkiden uzaklaştıkça, aynı ölçüde de hayvanın üstüne çıkıyordu. Et yanında bitkiyle beslenmeye de alışma, vahşi kedi ve köpekleri nasıl insanın uşağı yapmışsa, bitki yeme yanında etle beslenmeye alışma da, oluş halindeki insana beden gücü ve bağımsızlık vermekte büyük rol oynamıştır. Ancak, etle beslenme, etkisini en çok, beslenmesi ve gelişmesi için gerekli olan maddeleri şimdi eskisinden daha çok sağlayan ve bu nedenle de kuşaktan kuşağa daha hızlı ve daha yeterli gelişebilen, beyin üzerinde göstermişti. Yalnız bitkisel yiyecek alan insanlara olan saygımız bir yana, insan, etle beslenmeseydi, varlığına ulaşamazdı ve eğer etle beslenme de, tanıdığımız bütün halklarda şu ya da bu zamanda yamyamlığa neden olmuşsa (Berlinlilerin ataları olan Weletabianlar ya da Wilzianlar 10. yüzyılda bile ana-babalarını yiyorlardı), bunun bugün bizim için bir önemi yoktur.
Et yemek, çok önemli iki yeni ilerleme sağladı: ateşin kullanılması ve hayvanların evcilleştirilmesi. Birincisi, yemeği nerdeyse yarı-sindirilmiş durumda ağza getirerek, sindirim sürecini daha da kısalttı, ikincisi de avcılık yanında yeni ve daha düzenli bir beslenme kaynağı açarak, daha bol et elde etmeyi sağladı. Ayrıca, süt ve süt ürünleriyle, madde karışımları bakımından en azından etle aynı değerde bir yeni yiyecek maddesi getiriyordu. Bu iki ilerleme, insan için yeni kurtuluş araçları demekti. Bunların insanın ve toplumun gelişmesi için çok önem taşımasına karşın, dolaysız etkilerinin ayrıntılarına kadar inmek, bizi alanımızın çok dışına çıkartır.
İnsan, bütün yenebilen şeyleri yemesini nasıl öğrenmişse, her iklimde yaşamasını da öğrenmiştir. Barınılabilir dünyanın tümüne yayıldı ve kendi gücüyle bunu tam anlamıyla, başarabilecek tek hayvandı: Bütün iklimlere alışmış öteki hayvanlar, ev hayvanları ve haşarat, bunu kendiliğinden değil, ancak insanı izleyerek öğrenmişlerdir. Her zaman sıcak olan anayurt ikliminden daha soğuk bölgelere, yılın yaza ve kışa bölündüğü yerlere geçiş, soğuktan ve ıslanmaktan korunmak için ev ve giyim gibi yeni gereksinmeler, yeni çalışma alanları, insanı hayvandan durmadan uzaklaştıran yeni etkinlik biçimleri ortaya çıkardı.
Elin, konuşma organlarının ve beynin birlikte eylemiyle yalnızca her bireyde değil, aynı zamanda toplumda da, insanlar, giderek daha karmaşık işleri yapabilecek, giderek daha yüce hedeflere yönelecek ve erişecek güce ulaştı. Emek de kuşaktan kuşağa değişti, daha yetkin ve çok yönlü duruma geldi. Avcılığa ve hayvancılığa tarım, tarıma örgücülük ve dokumacılık, metallerin işlenmesi, çömlekçilik, gemicilik eklendi. Ticaret ve sanayinin yanı sıra, en sonu sanat ve bilim ortaya çıktı, kabileler, uluslar ve devletler halinde değişti; hukuk ve siyaset gelişti; bunlarla birlikte insan kafasında insani şeylerin gerçeği aşan yansıması ortaya çıktı: din. Önce kafanın ürünü olarak ortaya çıkan ve insan toplumlarına egemen gibi görünen bütün bu oluşumlar karşısında, çalışan elin daha mütevazı ürünleri arka plana geçti, bu, emeği planlayan kafa henüz ilk başlangıç durumundaki toplumsal gelişme basamağında (örneğin ilkel bir aile durumunda), kendisininkinden başka ellerle planlanmış emeğe sahip olabildiği ölçüde daha fazla oldu. Toplumun hızlı gelişmesinin bütün kazançlar; zihne, beynin gelişmesine ve etkinliğine dayandırıldı; insanlar, etkinliklerini, gereksinmeleriyle açıklamak (gene de bunlar zihinde yansır ve bilinçleşir) yerine, düşünceleriyle açıklamaya alıştılar. Böylece, zamanla, özellikle antik dünyanın batışından bu yana zihinleri etkilemiş olan idealist dünya görüşü oluştu. Bu idealist dünya görüşü, insanlara hâlâ o kadar egemendir ki, Darwinci okulun en materyalist doğa bilimcileri bile, insanın kökeni konusunda hâlâ herhangi bir duru görüş oluşturmaktan acizdirler, çünkü bu ideolojik etki altında, bu konuda emeğin oynadığı rolü kavramıyorlar.
Yukarıda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları oluşturanları değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı oluşmaz. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır ve çoğu zaman da, doğa bilimcilerin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. Keçilerin Yunanistan’ın yeniden ormanlaşmasını nasıl önlediklerini gördük. St. Helen adasında buraya ilk gelenlerin getirdikleri keçiler ve domuzlar, adanın eski bitkilerinin tamamen kökünü kazımayı başarmışlardır. Böylece daha sonraki gemicilerin ve göçmenlerin getirdikleri bitkilerin yayılması için ortam hazırlamışlardır. Ama hayvanların çevreleri üzerinde yaptıkları sürekli etkileme bir niyete dayanmaz ve hayvanların kendisi için de bir rastlantıdır. Ancak insanlar hayvandan uzaklaştıkça, onların doğa üzerindeki etkisi giderek daha çok düşünülmüş, planlanmış, belirgin ve önceden bilinen hedeflere yönelmiş bir eylem niteliği alır. Hayvan, bir yerin bitkilerini, ne yaptığını bilmeden yok eder. İnsan, bunları, boş kalan toprağa tarla ürünleri ekmek ya da kendisine ekilenin birkaç katını getirebileceğini bildiği ağaçlar ve bağlar yetiştirmek için yok eder. Yararlı bitkileri ve ev hayvanlarını bir yerden bir yere taşır, böylece dünyanın her yanında bitkileri ve hayvan yaşamını değiştirir. Bunun da ötesine gider. Yapay üretme yoluyla bitki ve hayvanlar insan eliyle o kadar değiştirilmişlerdir ki, tanınmaz duruma gelmişlerdir. Tahıl cinslerinin kökeni olan yabani bitkileri artık bulmak olanaksızdır. Kendi aralarında bile çok değişik olan köpeklerimizin, hangi vahşi hayvanlardan ya da çok sayıda ırkları bulunan atların, nereden geldiği bugün bile tartışma konusudur.
Söylemeye gerek yok ki, hayvanların yöntemli, önceden tasarlanmış biçimde hareket etme yeteneğini tartışmak bizim için söz konusu değildir. Tersine, protoplazmanın, canlı albüminin bulunduğu ve tepki gösterdiği, basit de olsa belirli hareketlerin, dıştan gelen belirli uyarmaların sonucu olarak oluştuğu her yerde embriyon halinde yöntemli hareket tarzı vardır. Böyle bir tepki, sinir hücresi bir yana, hiçbir hücrenin bulunmaması durumunda bile oluşur. Böcek yiyen bitkilerin avını yakalama yolu da, tamamen bilinçsiz olmakla birlikte, bir bakıma yöntemli gibidir. Hayvanlarda bilinçli ve yöntemli eylem yeteneği, sinir sisteminin gelişmesi oranında gelişir ve memeli hayvanlarda yüksek bir düzeye erişir. İngiltere’de yapılan tilki avı sırasında, tilkinin kendisini kovalayanlardan kaçmak için, çok üstün yer saptama bilgisini kullanmayı nasıl becerdiğini, her yeri ne kadar iyi tanıdığını ve bu yerleri kovalamacayı kesmek için nasıl kullandığını her gün gözlemek olanaklıdır. İnsanla birlikte oluşu dolayısıyla çok gelişmiş ev hayvanlarımız arasında, insan çocuklarıyla aynı aşamaya kadar varan kurnazlık durumlarını her gün görebiliriz. Çünkü insan embriyonunun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesi, hayvan olan atalarımızın, solucandan başlayarak milyonlarca yıl sürmüş bedensel gelişme tarihinin kısa bir yinelenmesi olduğu gibi, bir çocuğun ruhsal gelişmesi de aynı atalarımızın, hiç değilse daha sonrakilerin düşünsel gelişmesinin daha kısa bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Ama bütün hayvanların bütün yöntemli eylemi, dünyaya, onların iradesinin damgasını vurmayı sağlayamamıştır. Bunu, insan yapmıştır.
Kısacası, hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler oluşturur; insan onda değişiklikler oluşturarak, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. insanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı oluşturan da gene emektir. (Elyazmasının kenarına kurşun kalemle şu not edilmiştir: “Soylulaştırma”. -Ed.)
Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alplerdeki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı, işte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.
Ve aslında her geçen gün bu yasaları daha doğru anlamayı öğreniyor, doğanın geleneksel akışına yaptığımız müdahalelerin yakın ve uzak etkilerinin farkına varıyoruz. Özellikle yüzyılımızda doğa bilimin sağladığı büyük ilerlemelerden sonra hiç değilse günlük üretim ekinliklerimizin en uzak doğal etkilerini bile öğreniyor ve onların farkına varabilecek ve dolayısıyla onları denetleyebilecek bir durumda bulunuyoruz. Ama bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar, doğa ile olan iç içe durumlarını yalnızca sezme/f/e dalmıyor, daha iyi de öğreniyorlar; Avrupa’da klasik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan ve Hıristiyanlıkta en yüce gelişme noktasına varan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden arasında bir karşıtlığın, bu anlamsız ve doğaya aykırı düşüncesi bu ölçüde olanaksız duruma geliyor.
Üretime yönelmiş etkinliklerimizin en uzak doğal etkilerini hesaplamayı bir dereceye kadar öğreninceye dek, binlerce yıllık bir emek gerekli olmuşsa da, bu eylemlerin daha uzak toplumsal etkileri bakımından bu iş çok daha güç olmuştur. Patatese ve onunla birlikte yayılan sıraca hastalığına değindik. Oysa işçilerin yiyeceklerinin yalnız patatese indirgenmesinin bütün ülkelerin halk yığınlarının yaşayış durumu üzerinde yaptığı etkilerle, 1847 yılında patates hastalığı dolayısıyla İrlanda’nın uğradığı, yalnızca ve yalnızca patates yiyen bir milyon İrlandalıyı mezara yollayan ve iki milyonunu da denizaşırı ülkelere göç etmeye zorlayan açlıkla karşılaştırıldığı zaman, sıraca hastalığı nedir ki? Araplar alkol damıtmayı öğrendikleri zaman, o zamanlar henüz keşfedilmemiş olan Amerika’nın asıl yerlilerinin ortadan kalkmasına yarayan başlıca silahlardan birini oluşturduklarını düşlerinde bile görmemişlerdi. Ve sonradan Kolomb, Amerika’yı keşfettiğinde, Avrupa’da çok önceleri yenilgiye uğrayan köleliği yeniden canlandırmakta ve Zenci ticaretinin temelini atmakta olduğunu bilmiyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda, buhar makinesinin yapımı üzerinde çalışan insanlar, başka her şeyden daha çok tüm dünyanın toplumsal ilişkilerini kökten değiştiren ve özellikle Avrupa’da, zenginliğin azınlık tarafında ve yoksulluğun büyük çoğunluk tarafında yoğunlaşmasını, önce burjuvazinin toplumsal ve siyasal egemenlik elde etmesini, sonra da burjuvazi ile proletarya arasında, ancak burjuvazinin yıkılması ve bütün sınıf karşıtlıklarının ortadan kalkmasıyla sona erebilecek olan bir sınıf savaşımını ortaya çıkaran aracı hazırladıklarından habersizdiler. Ama bu alanda da yavaş yavaş, uzun ve çoğunlukla sert deneyler, tarihsel malzemenin toplanması ve incelenmesi sonucu, üretim etkinliğimizin dolaylı, daha uzak toplumsal etkileri konusunda aydınlığa varmayı öğrenmekteyiz; böylece, bu etkileri denetleme ve onları düzenleme olanağına da kavuşuyoruz.
Bu düzenlemeyi gerçekleştirmek için de; salt bilgiden başka şeyler gereklidir. Bunun için bugüne kadarki üretim tarzında ve onunla birlikte tüm toplumsal düzenimizde tam bir devrim gereklidir.
Şimdiye dek var olmuş bütün üretim tarzları, ancak emeğin en yakın, en dolaysız yararlı etkisine ulaşmayı hedef almıştır. İlerde ortaya çıkan, yavaş yavaş yinelenerek ve yığılarak etkili duruma gelen daha sonraki sonuçlar tamamen ihmal edilmiştir, Toprağın ilkel ortak mülkiyeti, bir yandan, ufukları genel olarak sınırlı olan insanların gelişme düzeyine tekabül ediyor, öte yandan ise, bu en ilkel ekonominin olası kötü sonuçları karşısın da, belirli bir telafi olanağı sağlayan, işlenebilir fazla toprağı gerektiriyordu. Bu toprak fazlalığı tükenince, ortak mülkiyet de son buluyordu. Oysa daha ileri bütün üretim tarzları, nüfusun çeşitli sınıflara bölünmesine ve bununla birlikte de egemen ve ezilen sınıflar arasındaki karşıtlığa götürüyordu; ama aynı zamanda; egemen sınıfların çıkarları üretimin itici unsuru haline geldi, çünkü üretim, artık ezilen halkın en temel tüketim araçlarının sağlanmasıyla sınırlı değildi. Bu, bugün batı Avrupa’da egemen olan kapitalist üretim tarzı içinde, en iyi biçimde yerine getirildi. Üretime ve değişime egemen olan bireysel kapitalistler, yalnızca etkinliklerinin en yakın yararlı etkileriyle ilgilenebilmektedirler. Hatta bu yararlı etki bile -üretilen ya da değişilen malın yararlılığı söz konusu olduğu ölçüde- tamamen arka plana geçer; satıştan elde edilecek kâr, tek itici güç olur.
Burjuvazinin toplumsal bilimi, klasik ekonomi politik, daha çok yalnız üretim ve değişim alanlarındaki insan eylemlerinin gerçekten tasarlanmış toplumsal etkilerini ele alır. Bu, onun teorik olarak ifade ettiği toplumsal düzene tamamen uygundur. Kapitalistler, doğrudan doğruya kâr için üretim ve değişim yaptıklarından, ilk planda yalnızca en yakın, en dolaysız sonuçlar hesaba katılmalıdır. Bir fabrikatör ya da tüccar, ürettiği ya da satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa, durumdan hoşnuttur ve metaın ve alıcısının sonradan ne olacağı onu ilgilendirmez. Bu etkinliklerin doğal etkileri için de aynı şey geçerlidir. Küba’da dağ yamaçlarındaki ormanları yakarak en verimli kahve ağacının bir kuşağına yetecek gübreyi bunların külünden sağlayan İspanyol tarımcılarını, sonradan şiddetli tropikal yağmurların artık korunamayan üst toprak tabakasını alıp götürmesi ve geriye yalnız çıplak kayalar bırakması ilgilendirir miydi? Bugünkü üretim tarzında, toplum karşısında olduğu gibi doğa karşısında da, daha çok, doğrudan ve elle tutulur sonuç dikkate alınır. Sonradan da, buna yönelmiş etkinliklerin en uzak etkilerini tamamen değişik ve tamamen ters düşen öteki sonuçlarından dolayı, arz ve talep dengesinin, her on yılda bir sanayi çevriminin gösterdiği ve hatta Almanya’nın da bu “çöküntü”de bütün deneyimini biraz daha önce geçirdiği gibi, çok tersine dönüşmesinden dolayı; kişinin kendi emeği üzerine kurulu özel mülkiyetin, zorunlu olarak, işçilerin mülksüzleştirilmeleri yönünde gelişmesi, buna karşılık bütün zenginliklerin giderek işçi olmayanların elinde toplanmasından dolayı şaşakalırlar. (…) (Elyazması burada kesiliyor. -Ed.)

F. Engels, Doğanın Diyalektiği
Çev: Arif Gelen, Sol Yayınları,
Ankara 1996, sf. 186–200.

Haziran 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑