Onlarca yıldan beri Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uyarlanmış bir politika uygulayan ve ABD denetimindeki politik-askeri ve mali kuruluşların belirlediği programlara bağlı hareket eden Türkiye gericiliği, istikrarsızlık etkenlerinin artış gösterdiği bir süreçten geçiyor. Emperyalizme bağımlılığı güçlendiren hükümet politikaları istikrarsızlığı artırırken, işbirlikçi burjuvazi ve hükümet, içerde baskı ve yasaklara, dışarıda komşu ülkeler halklarına karşı tehdit, şantaj ve gerginlik politikalarına daha fazla sarılarak, hedeflerine ulaşmaya çalışıyor.
Türkiye işbirlikçi gericiliği, dünyanın en istikrarsız ve sorunlu bölgelerinden olan Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın ortasında; petrol, doğalgaz ve diğer hammadde kaynaklarına deniz ve kara ulaşım yollarının kesişme alanında yer almanın avantaj ve dezavantajlarına sahiptir. Emperyalistlerle ve bölge ülkeleriyle ilişkilerinde bu jeostratejik konumunu kullanmakta; ilişkilerin seyrine göre teslimiyet ya da şantaj ve tehdit politikalarına başvurmaktadır. 50 yıldır bölgede ABD emperyalizminin taşeronluğunu sürdürmektedir. Kürt sorununun da önemli bir etkenini oluşturduğu komşularıyla ilişkilerinde, son yıllarda giderek artan biçimde saldırgan, tehdit edici ve şantajcı bir politika izlemektedir.
Sovyetler Birliği’nin kapitalist entegrasyonunun tamamlanması ve Ortadoğu’da ABD hâkimiyetinin güçlenmesi, Amerikan emperyalizmi yönlendirmesinde İsrail’le stratejik işbirliği anlaşması imzalanması, bu saldırgan ve tehdit edici politikanın hız kazanmasının önemli etkenleri arasındadır. O, “üç kıtada at koşturmuş bir imparatorluğun” mirası üzerinde şekillenmekle, fırsat bulduğunda yayılmacı emelleri yönünde adım atmaktan kaçınmayacak bir “gelenekken gelmektedir. Emperyalizm taşeronluğunun, en pervasız emperyalizm işbirlikçisi bir politikacının seslendirdiği biçimiyle “bir koyup üç alma” politikasının bu “uzak geçmişle, bu anlamda bağı devam etmektedir. Halkın yoksulluğu, eğitim ve sağlık alanındaki devasa sorunlara karşın, silahlanmaya sürekli büyük paylar ayrılması ve son iki yılda 18 milyar dolar harcanması, emekçi hareketini kana boğma hedefinin yanı sıra, “caydırıcılık” demagojisiyle gizlenen yayılmacı emellerle de ilişkilidir.
İşbirlikçi gericilik, iç ve uluslararası koşulların sermaye politikalarının uygulanmasına sağladığı olanaklardan yararlanarak, ülkeyi ve kaynaklarını emperyalizme ve uluslararası sermayeye peşkeş çekme, özelleştirmeyi sürdürme, halk kitlelerinin kendi çıkarları yönünde örgütlü mücadeleye atılmalarını önleme, ücret ve maaşlarla tarım ürünleri taban fiyatlarını düşük tutma ve emekçilerin satın alma güçlerini daha da düşürme, sosyal kazanımları tümüyle budama, kıdem tazminatı uygulamasına son verme, fazla mesai ücretlerini düşürme, işgününü herhangi ek bir ödemede bulunmadan uzatma gibi hedeflerine bir an önce ulaşmak istemektedir. Özelleştirmeyle işçilerin sokağa atılması, işçi hareketinin ve sendikaların güçten düşürülmesi ve örgütsüz ve dağınık emekçilerin birleşik bir mücadeleyi gerçekleştiremeden teslim alınmalarının kolay olacağı hesaplanmaktadır.
Sömürücü egemen sınıflar, çelişkilerin derinleşmesine bağlı olarak, halka karşı politikalarını sertleştirmekte, demokratik siyasal taleplere baskı ve yasak zincirini daha kuvvetle örerek cevap vermektedir. Emekçi kitlelerini aldatmak ve beklentiye sürüklemek üzere, demokratikleşme propagandası sürekli gündemde tutulmasına karşın, bu doğrultuda herhangi bir adım atılmamakta; Türkiye’nin koşullarının farklı olduğu, bulunduğu bölgenin bazı hassasiyetler gerektirdiği vaazı sürdürülerek baskı, yasak, işkence ve katliamlar zorunlu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Diktatörlüğün takviyesi, gericiliğin güçlerinin birleştirilmesi amaçlı genelkurmay operasyonu devam etmektedir. Genelkurmay Başkanı ve Harp Akademileri Komutanı’nın açıklamaları, İçişleri Bakanının toplusözleşmelere müdahale genelgesi, grev yasakları, basın-yayın ve örgütlenme hakkına yönelik saldın ve emek basınına karşı girişilen ve süreklileşen baskı ve yasaklamalar, gazete, radyo ve televizyon kapatmaları, RTÜK ve YÖK bürokratlarının icraatları; bunların tümü generaller komutasında sürdürülen yeniden yapılandırma operasyonu kapsamındaki gelişmelerdir. Bu saldırıların, holding patronlarının, sosyal hakların tümüyle gaspını, işten çıkarmanın serbest bırakılmasını ve işgünün uzatılmasını hükümete dayatmalarıyla aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf değildir.
Hükümet eliyle sürdürülen saldırı programı, hükümet partileri dışındaki düzen partileri tarafından da benimsenen ve desteklenen bir programdır. Görünürde, emekçileri şu ya da bu düzeyde oyalama ve aldatma amaçlı bir muhalefet vardır. Ancak bu burjuva muhalefetinin ikiyüzlülükten öte bir önemi yoktur.
EMPERYALİZME BAĞIMLILIĞI GÜÇLENDİREN EKONOMİ POLİTİKA
Egemen sınıf politikaları ve hükümet uygulamaları, uluslararası mali sermayenin ve emperyalist büyük devletlerin çıkarlarına uygun olarak kent ve kırın tüm emekçilerinin daha fazla sömürülmesi ve baskı altına alınmasını içermektedir. On yıllardan beri, işbirlikçiler eliyle uygulanan politikalarla emperyalist sermaye önündeki tüm engeller, koruma önlemleri, gümrük vergileri, ithalat sınırlamaları kaldırılmış, emperyalist burjuvazi ve uluslararası mali sermayenin ülke kaynaklarını yağmalamalarının önü sonuna dek açılmıştır. 12 Eylül ve 24 Ocak kararlarıyla bu yolda daha hızlı adımlar atılmış, ’90’lı yıllardaki yeni anlaşmalarla sömürge kemendi güçlendirilmiştir. Emperyalist büyük devletlerin ve onlarla bin türlü bağı bulunan uluslararası sermaye kuruluşlarının dayattıkları ekonomi politika, ülke emekçilerinin üzerindeki yükü sürekli artırmaktadır. Borç, anapara ve faiz ödemelerini denkleştirmek için halkın sırtına yeni vergi yükü bindirmek, yeni köleleştirici anlaşmalarla borç bulmak burjuva hükümetlerinin başlıca işlerinden biri haline gelmiştir. Bu politika ülke ekonomisinin daha da bağımlı hale getirilmesine ve kent ve kırın tüm emekçilerinin yoksulluk ve sefalete sürüklenmesine hizmet eden bir politikadır. Bu politikada gösterilen ısrar, ülke ekonomisinin “kara ekonomi”ye sürüklenmesine, riski ve nispeten uzunca bir süreçte sermaye geri dönüşünü gerektiren üretim yerine faiz ve rant gelirleriyle keseyi doldurma eğiliminin güç kazanmasına, yeni işyerleri açma yerine üretim dışı faaliyetlere yönelmeye; halkın temel talepleri olan iş, sağlık, eğitim, barınma koşullarının iyileştirilmesi yerine karakol, cezaevi yapımı ve militarist aygıtın güçlendirilmesine, işsizler ordusunun saflarına her yıl yeni on binlerin katılmasına neden olan KİT tasfiyesi ve özelleştirmenin sürdürülmesine; emperyalist hegemonyanın güçlenmesine hizmet eden yeni kölelik anlaşmalarıyla tarım ve hayvancılık alanı dahil ekonominin uluslararası sermayeye bütünüyle açılmasına, MAI, MIGA ve tahkim anlaşmalarıyla uluslararası tekellerin ülke halkı aleyhine yaptırımlarının yasal hale getirilmesine yaramaktadır. (İstanbul Sanayi Odası yöneticileri Türkiye’nin 500 büyük işletmesinin üretim dışı gelirlerinin 1990’da 2,2; 1993’te 17,5; 1998’de 699,6 trilyon lira olarak gerçekleştiğini, bu işletmelerin üretim dışı karlarının 1999’da %219 oranında artış göstererek 1,5 katrilyon liraya ulaştığını, aynı yıl 35.608 işçinin bu işletmelerden çıkarıldığını açıkladılar. 500 büyük işletmenin gelirleri içinde faiz gelirleri oranı 1995’te %54,5 ten, 1999’da %219’a çıkmış, bu işletmeler salt repo işlerinden aynı yıl 2 milyar 62 milyon dolar gelir sağlamışlardır. Maliye Bakanı, 2000 yılının ilk sekiz ayı itibarıyla bütçeden sekiz aylık dönemde 17 katrilyon 296 trilyon liralık faiz ödemesi yapıldığını açıklamıştır.)
12 Eylül faşist darbesiyle girilen süreçte emperyalist kuruluşların denetim ve kontrolü önündeki engellerin kaldırılması, imzalanan stand-by anlaşmalarıyla ekonominin yönetiminin IMF’nin denetimine daha fazla girmesi burjuva hükümetlerine bazı avantajlar sağlamakla birlikte, istikrarsızlık devam etmektedir.
Burjuva hükümeti, işçi ve kamu emekçilerinin ücretleriyle küçük üreticilerin gelirlerinin düşürülmesi, yüz binlerce işçinin işten atılması, sosyal kazanımların gaspı ve çalışma ve yaşam koşullarının daha da zorlaştırılması politikası izlemektedir. Tekelci işletmeler, bilimsel teknik buluşları üretim de kullanarak daha az işçiyle daha fazla üretimi gerçekleştirir ve kârlarını artırırlarken, işsizlik ve yoksulluğun artmasına da yol açmaktadırlar.
Burjuva araştırma kurumlarının verileri, hükümet sözcülerinin “kalkınma ve refah düzeyinin yükseldiği” üzerine palavralarının dayanaksızlığını ortaya koymaktadır. Burjuva propagandasının aksine, işçi ve emekçi halk kitlelerinin gelir düzeyi son yıllarda daha da aşağılara düşmüş, yoksulluk ve işsizlik artmış, tekelci burjuvazi ve holding patronlarının kârları büyümüştür.
Türkiye, gelir dağılımının aşırı dengesiz, sömürünün yüksek, buna karşılık işçilik maliyetinin düşük olduğu ülkelerin başında gelmektedir. (DİE’nin 94 verilerine göre Türkiye’de nüfusun en yoksul birinci % 20’si milli gelirden % 4,9 pay alırken, ikinci % 20, % 8,6; üçüncü % 20’lik kesim %12,6; üçüncü % 20’lik kesim % 19,0 ve en üstteki % 20’lik kesim de % 54,9’luk pay alıyor) En son açıklanan DİE verileri, en üst %20’lik gelir grubunun (asalak ve sömürücü azınlığın) ülke gelirinin %54.9″una el koyduğunu; bunun nüfusun %80’lik kesiminin payından daha fazla olduğunu, 12 milyon kişinin yoksulluk sınırında yaşam mücadelesi verdiğini göstermektedir.
Sermayenin üretimden uzaklaşıp spekülatif alana yönelmesi, rant ve faiz gelirlerinin üretim gelirlerini kat kat aşması, kapitalizmin istikrarsızlığının ve emperyalist çürüme ve asalaklığın artışına işaret etmektedir. Mali sermaye egemenliği üretim araçlarının tahribine yol açmakta; teknik ilerlemelere, bilimsel buluşlara ve üretim verimliliğinin teknolojik yeniliklerin devreye sokulmasıyla artışına karşın, üretim araçlarının tahribi devam etmekte; fabrikaların kapasitelerinin düşürülmesi, ağır sanayi yatırımlarından uzak durularak rantiyeciliğin, kupon kesme ve faiz işlemlerinin “ekonomi içindeki payının” büyümesi üretici güçlerin gelişmesini engelleyici bir işlev görmektedir.
Tekelci burjuvazi yararına emekçilere bindirilen doğrudan ve dolaylı vergiler sürekli artmaktadır, işçi ve memurlar, on yılda 59,9 milyar dolar vergi ödemişlerdir. (1990’da 5 milyar dolar, 1991 de 6,1; 92’de 6,6; 93’te 7,4; 94’te 4,3; 95’te 5,2; 96.da 5,7; 97 de 6,3; 98’de 6,5; ve 99’da 6,5 milyar dolar.) Vergi yükünün %58’inin işçi ve diğer ücretlilerin sırtına yıkıldığı bilinmesine karşın, tekelci burjuva kuruluşların sözcüleri vergi oranlarının yüksekliğinden söz ederek, yüksek vergilerin yatırımların önünü tıkadığını ileri sürmekte, sermaye gelirlerinden vergi kesintilerinin düşürülmesini istemektedirler. Oysa 1999’da ücretli çalışanlar bir önceki yıla göre %3,1 oranında daha fazla vergi (2 katrilyon 707 trilyon 632 milyar 741 milyon) öderlerken, aynı dönemde diğer kesimlerin vergi payı bir önceki yıla göre %60,4’ten %57,3’e gerilemiştir.
Resmi verilere göre bütçe gelirlerinin %43’ü, vergi gelirlerinin %88’i faizlere gitmektedir. (Gelirler Genel Müdürlüğü açıklamalarına göre, vergiler 1989’da bütçe gelirlerinin %65,7’sini oluştururken; bu oran 1990’da %66,4; 93’te %53,9; 95’te %62,9; 1998’de %59,1: 99’da ise %52,8 olarak gerçekleşmiştir. 1989’da 8 trilyon 259 milyar lira faiz ödemesi yapılmış, bu miktar 1999 da 10 katrilyon 720 trilyon liraya yükselmiştir. Bunların tümünün düzen partilerinin yöneticileri, üst bürokratlar, mafya çeteleri ve işkenceci polis şefleriyle rüşvet, rant ve kara-para paylaşımı vb. ilişkiler içindeki kişiler oldukları görülmektedir. Halk en temel gereksinmelerini karşılayamazken, banka ve fabrika patronlarıyla uşak üst bürokrasinin gelirlerinde büyük artış olmuştur. Bankalarda ve borsada, faiz ve repo gelirleri büyümüş, hükümet politikalarıyla holding patronlarına bütçeden katrilyonlarca lira aktarılmıştır.) Holding patronları ve kapitalistler, riskli saydıkları yatırımlara yönelme yerine, rant ve faiz gelirleriyle kasalarını doldurmaya yönelmektedirler.
Emperyalizme bağımlı Türkiye’de politik ekonomik uygulamalar, hükümet programları, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen yasa ve kurallar uluslararası sermaye kuruluşlarının politikalarıyla uyumlu biçimde belirlenmekte ve pratiğe geçirilmektedir. Devlet ve hükümet politikaları IMF ve Dünya Bankası gibi mali sermaye kurumlarının belirlemeleri doğrultusunda ve emperyalist büyük devletlerin çıkarlarına denk düşmektedir. Hükümet, ithalatın sınırlanması yönündeki tüm engelleri kaldırmaya yönelirken, gübre, ilaç, traktör, benzin ve mazot fiyatları artırılmakta, ürün taban fiyatları düşük tutulmakta, sübvansiyonların kaldırılması için çalışmalar yapılmakta; bunun sonucu üretim yapamaz duruma gelen milyonlarca küçük ve orta üretici tekeller yararına üretim dışına ve yoksulluk ve işsizliğin kucağına itilmektedir.
GAP gibi sanayiye yönelik tarımın yapıldığı verimli tarım arazilerinin uluslararası tekellere ve emperyalistlere peşkeş çekilmesi ve nüfusunun %35’i kırsal alanda yaşayan, çalışır durumdaki nüfusunun %45’i tarımsal alanda istihdam edilen bir ülkede, tarım ve hayvancılık üretiminin emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun biçimde sınırlanmasının, halkın yoksullaşmasını artırıcı işlev görmesi kaçınılmazdır.
Azami kâr peşindeki burjuvazi ülkenin tüm kaynaklarının emperyalizm ve uluslararası tekeller tarafından yağmalanması ve işbirlikçilik payının bir ölçüde artışı için saldırı programının daha da sertleştirilmesini istemektedir. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin Bodrum toplantısından hükümetin “yapısal reformlar”ı sürdürmesi ve “bütçe disiplinine titizlikle uyarak, cesaretle yola devam etmesi” direktifi çıktı. Ecevit-Bahçeli yönetimindeki 57. hükümet, uluslararası tekellerin ve işbirlikçi burjuvazinin buyruklarını uygulamada gösterdiği kararlılıkla bugüne kadar işbaşına gelenler içinde en pervasızı olarak ünlendiği halde, TÜSİAD üyesi tekelci patronlar, milyonlarca emekçiyi yoksulluğa ve işsizliğe sürükleyen, kent ve kır emekçilerinin satın alma gücünün düşmesine yol açan, iç ve dış borçlanmanın tüm yükünün vergiler yoluyla halkın sırtına yıkılmasını sağlayan politikanın daha kapsamlı biçimde ve cesaretle sürdürülmesini istemektedirler.
Eski borçların ve faizlerinin karşılanması için sürekli yeni borç bulma hükümetin öncelikli işlerinden birini oluşturmaktadır. Ülkenin tüm kaynaklarını uluslararası mali sermayenin hizmetine sunma politikasını sürdüren hükümet, daha bugünden önümüzdeki dört yılda ödenecek 84 milyar dolar borcun, emekçilerin sırtından nasıl karşılanacağını planlamaktadır. 2000 yılı enflasyonunun %25’lere indirileceğini iddia eden burjuvazi ve hükümetleri, yatırımları durdurmalarına, ücret ve maaş zamlarını 2000 yılı için %25’lerde ve 2001 bütçesinde %10’larda sınırlamalarına, vergi yükünü -özellikle dolaylı vergi oranlarını artırarak- yükseltmelerine, deprem vergisi adı altında emekçilerin sırtına yeni yük bindirmelerine, deprem nedeniyle yurttaşların ve çeşitli ülke emekçilerinin sağladıkları yardımlara el koyup batık bankalara aktarmalarına, tarım ürünleri taban fiyatlarını düşük tutup, sübvansiyonları kaldırmalarına karşın, bunlarla yetinmemekte, saldırıları yoğunlaştırmayı hedeflemektedirler.
Hükümet batık banka kurtarma operasyonu kapsamında halkın sırtına 8,3 milyar dolar yük bindirmiş, hükümet çevreleri ve devlet üst bürokrasisiyle yakın ilişkide olan holding patronlarına borç faizi olarak katrilyonlar peşkeş çekilmiştir. (Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamalarına göre “korunan bazı kişilere ayrılan araçlar”ın yalnızca 1999 yılı için benzin ve araç bakım giderleri on milyarlarca lira tutmuş, bürokratların hizmetindeki araçların şoförlerine yalnızca bir yıl içinde 600 trilyon lira ödenmiştir. Yalnızca Mehmet Ağar’a 6 araç tahsis edilmiş, bu adamın hizmetindeki her araç günde 50 litre (toplam 22823 litre) benzin harcamış, 1,6 milyar araç bakım masrafı çıkarmıştır. Ağar ve emrindeki çetelerin ne yaptıkları, bu yolları niçin teptikleri ya da ne işler çevirip, hangi operasyonları sürdürdükleri bilinmemektedir.)
Türkiye’de devlet üst bürokrasisi ülke bütçesinin yağmalanmasından küçümsenemez pay almakta, devlet asalakları çetesi konumlarını sürdürmek üzere baskı cihazım halka karşı acımasızca ve vahşice işletmektedir. Üst bürokrasi başta olmak üzere, bürokratlar özel işlerini hizmetlerindeki araçlar ve emekçilerle görmekte, şatafat ve gösteriş içinde büyük harcamalar yapmakta, aileleri ve yakın-uzak çevreleriyle birlikte, giderleri halk tarafından karşılanan debdebeli bir yaşam sürdürmektedirler. Halk düşmanı işkenceciler dâhil eskisi-yenisi politikacı, bakan, genel müdür, müsteşar, emniyet müdürü, polis şefi, general vb.lerinin korumasına özel birlikler ve araçlar ayrılmakta, bunlar halkın sırtından asalak yaşamlarını sürdürmektedirler. Binlerce insanın işkenceye çekilmesi ya da imha edilmesinden sorumlu caniler, çakallarıyla birlikte gezmekle, yiyip içmekte, daireler, binalar almakta, araziler ve işletmeler kapatmaktadırlar.
İşbirlikçi gericilik ve hükümeti, burjuvazinin daha fazla vurgun gerçekleştirmesi için uyguladıkları soygun ve saldırı programını “istikrar programı” olarak adlandırmakta, bunun ülkenin ve halkın çıkarları için zorunlu olduğunu ilan ederek, halk kitlelerinin “istikrar” adına ve “istikrarın bozulmaması” kaygısıyla hareket etmelerini, kendilerini cendereye alan uygulamalara karşı ayağa kalkmamalarını sağlamaya çalışmaktadır.
İşçinin, kamu emekçisinin, üretici köylünün geliri azalır ve bunlar yoksullaşırken, artı-değer sömürüsüyle ve rant geliriyle ceplerini ve kasalarını dolduranların, lüks otomobil, villa, arsa alımları artıyor, lüks tüketimleri büyüyor, gelirleri sürekli artış gösteriyor. Zengin azınlığın durumuna bakarak, “mutluluk ve refah düzeyi yükseliyor” diye yazı döşenen burjuva şarlatanları, on milyonların durumlarını görmezden gelerek, “aman fazla ücret istemeyin, ülkenin durumu kötü, hepimizin içinde bulunduğumuz gemi sonra batar!” diye, sözde göz korkutmaya çalışıyorlar. İş güvencesinin Türkiye bakımından “lüks olduğu”nu vaaz eden işbirlikçi büyük burjuvazinin örgütleri TUSİAD ve TİSK, kıdem tazminatının 15 gün üzerinden hesaplanmasını ve kıdem tazminatına hak kazanma süresinin 3 yıla çıkarılmasını, işten çıkarmanın kolaylaştırılmasını ve nedenlerinin sorulmamasını, çalışma süresinin günlük 12, haftalık 48 saate çıkarılmasını, “süreksiz iş tanımı” süresinin 30 günden bir yıla çıkarılmasını dayatmaktadırlar. Holding patronları ve kapitalistler böylece, işçileri bir yıl boyunca “deneme süresi” adı altında ve hiçbir sosyal yükümlülük altına girmeden asgari ücretle çalıştıracak, tazminat ödemeden çıkarabilecek ve kimse kendilerine neden işçileri kapı dışarı ettiniz diyemeyecek. ( DİE, Haziran ayı itibariyle bir önceki yıla göre işçi sayısının %5,5 düştüğünü açıkladı. ISO, son iki yılda özel sektörde 414 bin işçinin işini kaybettiğini açıkladı. İSO’ya göre özelleştirilen 128 kuruluştan 10 bin 746 işçi işten çıkarıldı.) Faiz ve rant gelirlerini sürekli artıran tekelci burjuvazi ve kapitalistler, işçilik maliyetinin “yüksek olduğu” yalanıyla işçi ücretlerinin daha fazla düşürülmesini istemektedirler. Ücretler düşük olmasına ve 4,5 milyon civarında işçi herhangi bir sosyal hakkı ve dayanağı olmaksızın kayıtsız çalıştırılmasına karşın, işgücü maliyetinin yüksek olduğu yalanı oldukça yaygındır. Bu dayanaksız yalan tekelci burjuvazinin bu örgütleri tarafından yayınlanan Avrupa işveren Sendikaları Konfederasyonumun (UNlCE) 1999 tarihli raporu da ortaya koymaktadır. Bu rapora göre saat başı işçilik maliyetinin en düşük olduğu ülke Türkiye’dir. (Ücret dışı maliyetler dâhil saat başına işçilik maliyeti, 1997 yılı itibariyle ve Euro/saat hesabıyla Almanya’da 24,4; Norveç’te 22,2; İsviçre’de 21,8; Belçika’da 20,3; İsveç’te 20; Hollanda’da 18,6; Fransa’da 16,3; ABD’de 16,2; İtalya’da 15,2; Kanada’da 14,8 İngiltere’de 14,6; ispanya’da 12,7; İrlanda’da 12,6; Yunanistan’da 8 iken; Türkiye’de 4,1 Euro/saattir. Türkiye’de son üç yılda işçilik maliyeti daha da düşürülmüştür. Bu, hem dolaysız biçimde ücretler düşürülerek, hem de teknolojik uygulamalarla çalışma temposu hızlandırılarak işgünü uzatımıyla dolaylı biçimde gerçekleştirilmiştir.) DİE ve DPT verileri, üretici köylünün eline geçen paranın, bir önceki yıla göre %13,3 düşüş gösterdiğini, asgari ücretli işçinin ücretinin reel olarak(net) %12,4; ve memur maaşlarının ortalama olarak %10,8 oranında gerilediğini gösteriyor. (DİE açıklamalarına göre, 2000’in ilk üç ayında özel sektörde imalat Sanayi işçilerinin ücreti reel olarak saat başı %5,5 azaldı. Çalışan kişi başına verim ise %14,2 oranında artış gösterdi. 1999 Temmuz’una göre işçinin tüketim harcamaları %57,8 artarken, ücreti % 26,6 oranında artış gösterdi. Asgari ücretlinin bir yıl içindeki yoksullaşma oranına işaret eder bu farklılık. Türkiye’de tekstil, giyim ve deri işkollarında ve tarıma dayalı sanayide toplam işgücünün %35–45 civarındaki kesiminin ve büyük sanayide istihdam edilenlerin %10’Iuk kesiminin asgari ücretle çalıştığı düşünüldüğünde, toplam işçilerin yaklaşık %60 civarındaki kesiminin asgari ücrete yakın bir ücretle çalıştığı ortaya çıkıyor.) İşçi ücretleri bir önceki yılın aynı dönemine göre (yılın ilk üç aylık dönemi) %12,4 düşerken, özel sektör imalat sanayinde çalışan başına verim %14,2 ve çalışılan saat başı verim %10,4 oranında artmıştır. Bir yandan ücret-kâr ilişkisinde ücretlerin düşürülmesiyle diğer yanda teknolojik uygulamalarla verimlilik artmakta, kâr büyümektedir.
POLİTİK BASKIDA YOĞUNLAŞMA
MGK ve generaller yönetiminde burjuvazi ve gericiliğin güçlerinin sermayenin çıkarları yönünde birleştirilmesi ve emekçilerin saflarındaki bölünmüşlüğü derinleştirip hareketinin etkisizleştirilmesi operasyonu devam ediyor. Emekçilerin demokratik siyasal taleplerle yürüttükleri mücadele, düzenin baskı kurumları ve silahlı güçlerinin başlıca hedefi durumunda. Demokratikleşme propagandası, siyasal gericiliğin güçlendirilmesi ve diktatörlüğün takviyesi girişimlerinin örtüsü olarak kullanılıyor. Burjuvazi ve her türden uşağı, burjuva politikasının hedefinin halkın huzuru ve ülkede demokratikleşmenin sağlanması olduğu yalanıyla geniş emekçi kesimlerinin yanı sıra liberal-reformist çevreleri etkileme ve merkezi oligarşik kast etrafında birleştirme çabasındadır. Onlarca yıldır, emekçilere yönelik propagandalarında, seçim bildirgeleri ve hükümet programlarında, yaşam pahalılığının ve enflasyonun düşürüleceği, işsizliğin giderileceği ve yeni istihdam alanlarının açılacağı, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirileceği, yasalardaki ve Anayasadaki yasak ve baskı maddelerinin kaldırılacağı, demokratikleşmenin sağlanacağı vaatlerinde bulunanlar, pratikte bununla karşıt bir politikada birleşmiş durumdadırlar. Düzen partileri, hükümette veya muhalefette olmalarına bağlı olarak, halk kitlelerini aldatmak amacıyla ikiyüzlü bir propaganda yürütmelerine karşın, kır ve kent yoksullarını daha fazla cendereye alan gerici bir ekonomik ve politik platform etrafında ve generallerle MGK’nın emir-komutasında bir araya gelmiş durumdadırlar. Halka karşı bu gerici birlik, gelişmeler ve sınıf çelişkilerinin seyrine bağlı olarak parçalanma tehlikesi gösterdiğinde, generallerin komutasında yeniden yapılandırma operasyonu kapsamında ipler gerilmekte; yeni “ültimatom”larla kulaklar çekilirken, gericiliğin güçlerinin yeniden organizasyonu için harekete geçilmektedir.
İşbirlikçi gericilik politik ekonomik istikrarsızlığın doğurduğu ve doğurmaya mahkûm olduğu tehlikelerin bilincindedir ve hazırlıklarını buna göre yapmaktadır. Gericiliğin tüm güçlerinin aynı politikalar etrafında birleştirilmesi egemen sınıfların en önemli hedeflerinden birini oluşturmaktadır. Düzen partileri ve kurumlarının iç ilişkilerinin düzenlenmesinden, emperyalistler ve uluslararası tekellerle ilişkilere kadar, politik, ekonomik, askeri ve kültürel politikaların belirlenmesine, hemen her alanda devlet işleyişinin koordine ve kontrolünü yapan güç MGK ve Genelkurmay’dır. Generaller “laiklik-şeriat çelişkisi” ve “bölücülük ve bölücü terör” propagandasıyla emekçilerin saflarında ve emekçilerin yanında olabilecek aydınlar içinde önemli bölünmelere yol açarak, 28 Şubat 97 operasyonunu sürdürme olanaklarını buldular ve sermayenin çıkarlarını öngören bu saldırıyı başarıyla yürüttüler. Bugünkü hükümetin işbaşında kalışı, burjuva partilerinin birbirleriyle dalaşının asgari düzeyde tutulması, bu partilerin tümünün IMF ve uluslararası tekeller tarafından dayatılan ve işbirlikçi gericiliğin çıkarlarına da denk düşen politikalarda birleşmeleri, bu merkezi kumanda gücü eliyle önemli oranda sağlandı. Generaller, burjuva politikasının her falso verişinde devreye girmekte, düzen politikacılarının ve partilerinin demagojik demokrasi nutuklarının yönlendirilmesinden, hükümetin izleyeceği dış politikaya kadar her alanda, doğrudan işin içinde yer almakta, “yanlışlara dikkat çekmek” adına dayatmalarda bulunmakta, burjuva basın-yayın kurumlarının günlük yönlendirilmesi amaçlı toplantılar düzenlemekte, “seçkin basın mensupları”na brifingler vererek, burjuva propagandasını yönlendirmektedirler.
MGK ve generaller, emekçilerin bağımsız örgütlenmeye ve çıkarları yönünde politika yapmaya yönelmelerini engellemek amacıyla “halkla ilişkilerde özel bir önem vermektedirler. Halk kitleleri nezdinde “güvenilirlikleri”nin devam etmesi için toplantılar yapmakta, kurslar düzenlemekte, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine vaazlar vermekte, emperyalistler ve uluslararası tekeller yararına politikaların sürdürülmesinde oynadıkları dolaysız rolün açığa çıkmaması için, sosyal-siyasal ve ekonomik politikaların sorumlusunun politikacılar ve hükümet olduğu propagandasını sürdürmektedirler. Sermayenin emrindeki “kamuoyu araştırma kurumlarının “askerin güvenilirliği” üzerine reklâmları “asker” tarafından yönlendirilmekte, halk kitleleri üzerindeki “asker” etkisi böylece diri tutulmaya çalışılmaktadır.
Sermayenin hizmetindeki iktisatçılar, akademik kariyerlerini burjuvaziye hizmette gösterdikleri başarı üzerinden edinen profesörler ve işbirlikçi gericiliğin diğer tüm sözcüleri, “ülke bütünlüğü” ve “üniter devlet” propagandasıyla, demokratik siyasal taleplerin önünü kesme çabasındalar. İşçi ve emekçilerin ücret artışı ve sendikal haklar alanındaki acil taleplerinden, Kürt ve Türklerin tam hak eşitliği istemine dek, sosyal-siyasal ve ekonomik haklar için yürütülen mücadeleyi etkisizleştirmek ve siyasal gericiliğin emekçi mücadelesiyle darbelenmesini önlemek, gerici burjuva propagandasının, temel hedeflerinin başında gelmektedir. Burjuva propagandası, uzlaşmaz karşıtlık içindeki toplumsal sınıflar gerçeğini örtbas etme gücüne sahip olmamakla birlikte; bu demagojiyle emekçileri etkileyebildiği oranda sermayeye karşı mücadeleyi zayıflatabilmektedir. Sermayenin çıkarlarını esas alan düzen partilerinin programlarının ve hükümet uygulamalarının emekçiler içinde yarattığı güvensizlik, devlet, hükümet ve düzen partileri tarafından baskı ve yasakların yanı sıra yalana ve gerçek durumun gizlenmesine dayalı demagojik gerici propagandayla giderilmek istenmektedir.
İşbirlikçi egemen sınıflar ve hükümetin engelsiz bir yol üzerinde ilerlemedikleri ve önemli açmazlarla karşı karşıya oldukları, sosyal-siyasal olgu ve gelişmelerin bir diğer yanını oluşturmaktadır.
Hükümet sözcüleriyle holding patronlarının istikrar propagandalarının aksine, toplumun tüm kesimlerini -kuşkusuz farklı düzeylerde ve biçimde- kuşatan istikrarsızlık, burjuva politikalarına, düzen partileriyle kurumlarına güvensizlik, geleceğe umutsuzluk toplumun tüm kesimlerini, sosyal yaşamı ve ilişkileri etkileyen çürüme ve yozlaşma dönemin sosyal gerçeğidir. Bunu doğuran ya da buna yol açan kaynak, bütün değerleri metalaştıran kapitalist özel mülkiyet sistemi; bu sistemin ürünü burjuvazi ve onun devlet aygıtıdır. İşbirlikçi burjuvazi, uluslararası mali sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla derinleşen çürüme ve ona eşlik eden gerici zoru içeriye taşırken, kapitalist çözülmenin bütün olumsuz sonuçlarını emekçilere yıkmak ve sınıf egemenliğini baskı aygıtlarını takviye ederek ve zor uygulayarak sürdürmek istemektedir.
Burjuva diktatörlüğü ve hükümet yalnızca içerde halk kitlelerine karşı uyguladığı politikanın neden olduğu tepkiler ve ekonomik programının ülkenin emperyalizme ve uluslararası tekellere peşkeş çekilmesini içermesinin yol açtığı sonuçlar bakımından değil; uluslararası alanda ve bölgede üstlendiği ABD taşeronluğunun doğurduğu sonuçlar bakımından da açmaz içindedir. Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde gerçekleşen Ermeni kırımı, 85 yıl sonra dahi işbirlikçi Türkiye gericiliğinin ayaklarına dolanmaya devam etmektedir. Emperyalistler, onu uşaklık politikasında daha fazla tavize zorlamak üzere ikide bir “Ermeni soykırım tasarısı”nı gündeme getirmektedirler. Buna karşı, egemen sınıflar ve hükümeti, yıllardır Amerikan emperyalizmi komutasında Irak halkına karşı sürdürülen kuşatmada oynadığı gerici rolü teyit ederek, Irak’la ilişkileri yeniden düzenleyeceği şantajına başvurmak zorunda kalmıştır. Bunu yaparken dahi yürütülen propaganda, gelişmelerin Amerikan çıkarlarına aykırı olduğu biçimindedir. İşbirlikçi gericilik bölgede Amerikan çıkarlarının bekçiliğine soyunduğunu, bölge halklarıyla ve komşu ülkelerle ilişkilerini emperyalist efendinin politikalarına göre belirlediğini, bu vesileyle ve resmen ilan etmektedir.
Türkiye gericiliği Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da emperyalist haydutların yürüttükleri kuşatma, teslim alma ve denetim altında tutma politikasında, ülkenin kıtalar arası stratejik konumunu talan sofrasına bir pazarlık kozu olarak sürerek, elli yıldır ABD’nin ve Batı emperyalizminin uşaklığını yapıyor. Son yıllarda yoğunluk kazanan ve yeni sömürge anlaşmalarıyla güçlendirilen bu uşaklık politikasının, Arap ülkeleri başta olmak üzere komşu ülkeler halklarının öfkesine yol açtığı bir gerçektir. ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliği anlaşması, Türkiye’nin bölgeye yönelik emperyalist politikalarda üstlendiği gerici rolü daha da pekiştirmiş; bu durum başta Filistin, Irak, Libya ve Suriye olmak üzere, bölge ülkeleri halklarının Türkiye gericiliğine karşı güvensizliğini artırmıştır. Türkiye burjuvazisinin NATO üyesi olma gerekçesiyle Balkanlara asker göndermesi, Arnavutluk ve Yugoslavya’ya emperyalist müdahalede görev alması, topraklarının Irak’a saldırı üssü olarak kullanılması, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına bağlanmasının yol açtığı sonuçlardan bazılarıdır. Yunanistan’la karşılıklı geliştirilen “yumuşama” politikasının ne kadar devam edeceği, ya da nasıl gelişeceği belirsizdir. Kıbrıs ve Ege adaları sorunları çözümsüz durumdadır. AB’ye girme isteği Amerikan emperyalizminin çıkarlarına da uygun düşmesine karşın, bunun getirdiği ek sorunlar işbirlikçi gericiliği zora sokan bir diğer etkendir. ABD taşeronluğu gereği izlenen bölge politikası, Kafkasya ve Orta Asya’da girişilen Rusya karşıtı komplo ve darbe tezgâhları, Rusya ile var olan çelişkileri derinleştiriyor. Ülkenin tüm kaynakları, enerji santralleri, iletişim ve dolaşım hatları ve tarım alanları emperyalistlere peşkeş çekilmesine, uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun biçimde tahkim anlaşması imzalanmasına ve askeri işbirliği anlaşmalarıyla sömürgeciliğin zincirleri her alanda daha kuvvetle bağlanmasına karşın, uşak burjuvaziden daha fazlasını isteme tutumu devam etmektedir. Bütün bunlar, propaganda edildiği gibi, işbirlikçi gericiliğin bölgede sözü dinlenir ve saygı duyulur bir güç oluşunu değil; nefret edilen bir emperyalizm kuklası ve taşeronu oluşunu göstermektedir.
Emperyalizm işbirlikçiliği ve ülke topraklarının savaş cephaneliğine çevrilmesi, NATO üyeliği, emperyalist üslerin varlığı, stratejik işbirliği anlaşmalarıyla emperyalist müdahalenin yolunun açılmış olması, militarist bürokratik aygıtın sürekli takviyesi ve modernizasyonu, kontra örgütlerinin CIA ve MOSSAD bağlantılı yeniden yapılandırılması, egemen sömürücü sınıfları işçi sınıfı ve emekçiler karşısında bir ölçüde güçlendirmekle birlikte: halk düşmanı politika, halkın düzen kurumlarına, partilerine ve hükümete tepkisine yol açmakta, istikrarsızlığı derinleştirici bir rol oynamaktadır. Ülkenin ve kaynaklarının emperyalist gericiliğe ve uluslararası tekellere peşkeş çekilmesi, uluslararası tahkimin ve “yabancı sermaye”nin ülkedeki faaliyetler nedeniyle herhangi biçimde uğrayacağı zararın emekçilerin sırtından karşılanmasının kabul edilişi; özelleştirmenin sürdürülmesi, ücret ve maaşların düşürülmesi, tarım ve hayvancılık üretiminin tekeller yararına önemli oranda dumura uğratılması, işçilere yönelik saldırıların artması, sendikasızlaştırma ve baraj sistemiyle sendikaların güçten düşürülmeye çalışılması, emekçi tepkisinin büyümesine neden olmaktadır. Burjuva diktatörlüğünün, düzen partilerinin ve gericilik ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden hükümetin “ayakları altındaki toprak”, ivmesi düşük bir hızla da olsa kaymakta, düzen partileri ve kurumlarından kopuş eğilimi güç kazanmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye egemen sınıflarının içinde bulundukları açmazın hafife alınamayacağını göstermektedir. Burjuvazi ve gericilik ekonomik ve sosyal-siyasal alanda, içerde ve dışarıda önemli zorluklarla karşı karşıyadır. Bu nedenledir ki, emperyalist ideolojinin yerli borazanları ikide bir “sosyal patlama tehlikesi”nden söz etmekte; hükümetleri, halk kitlelerinin öfkesini söndürecek “tahliye kanalları” açmaya çağırmaktadırlar.
HALKA KARŞI SORUMLULUK VE SORUMLU POLİTİKA
Sınıf güç ilişkilerinin bugünkü durumu, emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerinin geriliği ve emekçi hareketinin henüz aşılamayan dağınıklığı burjuvaziye politikalarını uygulama kolaylığı sağlamaktadır. Burjuva emperyalist ideolojik kuşatma ve emekçi hareketinin henüz kitlesel yükselişler biçiminde gelişmiyor olması, burjuvazinin işini bir ölçüde kolaylaştırmakta, şoven ve faşist propagandanın ve düzen partilerinin vaazlarının şöyle ya da böyle etkili olmasını sağlamaktadır. Artan hoşnutsuzluk ve güvensizliğe karşın, emekçilerin önemli bir kesimi henüz burjuva ideolojik politik etki altındadır ve düzen partilerinden birinden ötekine gidip-gelme tutumunu sürdürmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin bağımsız politik örgütlenmesi henüz burjuva-gerici kuşatmayı kırma düzeyine ulaşmaktan uzaktır. Sırtını uluslararası gericiliğe ve esas olarak Amerikan emperyalizmine dayamış işbirlikçi burjuvazi ve onun hizmetindeki düzen partileriyle hükümete cesaret veren esas etken budur. Hükümet, halk kitlelerinin taleplerini karşılayan politikaları uyguladığı, halkın desteğine ve güvenine sahip olduğu için değil; baskı, zorbalık ve yasaklarla emekçileri önemli oranda sindirmeyi başardığı ve emekçi hareketi saldırıları püskürtecek ve burjuvaziye geri adım attıracak örgütlü bir mücadele düzeyine ulaşamadığı için ayakta durabilmektedir.
İşçi ve emekçi hareketine son yıllarda damgasını vuran istikrarsızlık devam etmektedir. Bunun birçok nedeni vardır: Uluslararası burjuvazinin ideolojik kuşatması, burjuva saldırıları, sendika ağalarının hareketi geri çekici ve etkisizleştirici rolü, sendikaların mücadele örgütü konumlarını önemli oranda yitirmeleri, burjuva liberal ve reformist grupların emekçilerin ileri kesimleri içindeki hareketi geri çekici tutumları, devrimci sınıf politikalarının hareket üzerindeki etkisinin yetersizliği başlıca etkenler arasındadır.
Bu durum ve etkenler işçi ve emekçilerin mücadelesini zayıf düşürürken, sınıf içinde devrimci çalışma yapan sınıf bilinçli işçiyle devrimci sınıf partisinin propaganda, ajitasyon ve örgütleme çabasının sonuçları üzerinde de olumsuz etkide bulunmaktadır. Sermaye ve gericiliğin artan saldırılarının hedefi olan işçi sınıfının, kent ve kır yoksullarının, topraksız, az topraklı köylünün, küçük üreticilerin emperyalizme ve tekelci burjuvaziye karşı birleşik bir hareket içinde mücadeleye atılmaları, saldırıları püskürtmenin başlıca koşuludur. İşçi sınıfının tüm ezilenlerin taleplerini kararlılıkla sahiplenmesi; kent ve kır yoksullarıyla küçük üreticinin işçilerin yanında saf tutmaları, emekçi kitle örgütlerinin birlikte hareketi zorunludur.
Bugün, kitleler içinde sabırlı ve inatçı bir çalışmayı ısrarla sürdürmek, birim çalışmasını güçlendirmek, devrimci ajitasyon ve siyasal teşhiri daha geniş kesimler içinde yürütmek, sendikaların güçlü mücadele mevzileri olarak örgütlenmesi için burjuvaziye ve onun işçiler içindeki tüm uzantılarına karşı mücadele etmek, emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerinin yükseltilmesi için daha fazla çaba göstermek, bunun tüm araç ve yöntemlerini uygulamada ustalaşmak, mevzi direnişlerin birleştirilmesine çalışmak, bütün bu çalışmalar içinde sınıf partisinin mevzilerini güçlendirmek büyük bir önem taşımaktadır.
Uluslararası ve iç koşullar bugün, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelede halkın tüm kesimlerinin; işçi ve emekçilerin çıkarlarına bağlı politik ve sendikal örgütlenmelerin güncel somut talepler etrafında seferber edilmesini, başlıca görev olarak öne çıkarmıştır. Bu durum, kent ve kır emekçileri içindeki bağımsız devrimci çalışmanın başlıca hedefinin, hangi politik akım ya da parti tarafından etkilenmiş olursa olsun, emekçilerin en geniş kesimlerinin birleştirilmesi ve sermayenin saldırılarına karşı örgütlü mücadeleye çekilmesi olarak tespitini ve buna uygun taktiklerde birleşmeyi zorunlu kılıyor. Sınıf mücadelesinin bugünkü can alıcı, en önemli sorunu, sermaye ve güçlerine karşı emek cephesinin örülmesi, işçi sınıfı ve kent ve kırın tüm yoksullarının birleştirilmesidir. Kapitalist parti fraksiyonları tarafından aldatılan emekçileri kendi kurtuluşları yönünde uyarma ve kitleler içinde bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm fikrinin gerçek ve değiştirici bir maddi güce dönüşmesini sağlamanın yolu, ayrım çizgisini emek-sermaye kutuplaşması olarak koymaktan geçiyor, işçi sınıfı mücadelesinde belirleyici konumdaki ağır sanayi işçilerinin yüz binler halinde hâlâ sermaye partileri ve burjuva sendikacılık akımlarının etkisinde oldukları; gelenek ve alışkanlıkların düzen güçlerine kuvvet verdiği, halkın aldatılmasını kolaylaştırdığı koşullarda, temel ayrımın nesnel sınıf bölünmesi alanında yapılması hayati öneme sahiptir. Halkın sorunlarını ve taleplerini ikiyüzlüce sahiplendiklerini vaaz edenlerin gerçek yüzlerini açığa çıkarmak, ancak bu talepleri kararlıca sahiplenerek ve ikiyüzlü burjuva gericilere “buyurun bu taleplerin gerçekleşmesini sağlayalım!” diyebilme gücü göstermekle mümkündür. Emek-sermaye kutuplaşmasında, henüz kendi sınıf çıkarlarının düzen partileri ve kurumlarından kopuşu gerektirdiğini yeterince kavrayamamış geniş emekçi kesimlerinin, uluslararası sermaye ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadeleye çekilmesine hizmet eden taktikler izlemek, buna uygun ve hareketin ilerletilmesine hizmet eden ittifaklar gerçekleştirmek, sermaye partileri ve kurumlarının gerçek yüzlerinin açığa çıkmasını, onları, halkın talepleri karşısında aldıkları ikiyüzlü tutumlarının açıklık kazanacağı platformlara çekmeye çalışarak teşhir etmek, vaazlarının aldatıcı içeriğini gözler önüne sermek önem taşımaktadır. Bunu gözetmeyen her tutum, hangi gerekçeye bağlanırsa bağlansın, sermaye ve gericiliğin planlarına darbe vurması bir yana; emek güçlerinin birleşik hareketinin zaafa uğratılması ve şurada ya da burada, şu ya da bu düzen partisinin etkisi altında, parçalanmış halde kalmasına -niyetten bağımsız olarak- hizmet edecektir.
Burjuva liberal ve reformist akımın çeşitli kolları emekçilere yönelik propagandalarında halkın taleplerinden, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve ülkenin demokratikleşmesi gereğinden söz etmelerine karşın, bunun AB gibi emperyalist gerici merkezlerle ilişkilerin geliştirilmesi sonucu mümkün olabileceği anlayışını yayarak, burjuva-emperyalist ve gerici ideolojik etkinin güçlenmesine yol açmaktadırlar. HADEP ve ÖDP gibi partiler, burjuvazi ve emperyalist gericiliğin karakterinin değiştiği, herkes için demokrasinin olanaklı hale geldiği, demokratikleşmenin AB’ye girişle birlikte gerçekleşmesinin kaçınılmaz olacağı türünden beklenti ve düşüncelerin güçlenmesi yönünde çaba göstermekte, bu tutumlarıyla emekçilerin mücadelesini güçten düşürmekte, emekçiler içinde burjuvazi ve emperyalist gericilik yararına beklentilerin güç bulmasına neden olmaktadırlar. Sermaye ve gericilik, burjuva-liberal parti, grup ve çevrelerin uzlaşmacı politikalarından yararlanmayı ihmal etmemekte, reformist liberal politikalardan önümüzdeki dönemde de, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesini bölme, güçten düşürme ve saptırma amacıyla yararlanmayı hedeflemektedir.
Liberal parti ve grupların emekçi kitle hareketi karşısındaki tutumları ve izledikleri politika niyetle ilgili bir sorun değildir. Hangi niyetle izlendiğinden bağımsız olarak bu politika işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesini zayıf düşürmekte; bu parti, grup ve çevrelerin etkilediği emekçi kesimlerinin sermayeye karşı kararlı bir mücadeleye çekilmesinin, emekçi hareketinin ilerletilmesinde görebileceği olumlu işlev yerine getirilmemekte; bunların etkilediği kesimlerin kitle örgütlerinde mücadeleyi geri çekici bir rol oynamalarına yol açmaktadır.
İşçi-emekçi hareketinin istikrarsızlığının ve halk mücadelesinin düşük düzeyinin geçici olduğu, burjuva politikaları ve hükümet uygulamalarının halk içinde güvensizliğe ve öfke birikimine yol açtığı bir gerçektir.
Burjuvazi ve diktatörlüğün en önemli açmazlarından biri, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün devamıdır. Burjuvazi ve gericilik, bu açmazını, Kürt gericiliğini bir biçimde yedekleyerek, içerde ve bölge ülkeleriyle ilişkilerinde kullanabileceği bir olanak olarak değerlendirme hesabı yapmakla birlikte; Kürt halkının taleplerini görmezden gelme veya baskı ve terörle cevaplama tutumunu sürdürmektedir. Kürtlerin varlığı ve haklarının inkârı politikasında ısrar, Kürt emekçilerinin hak eşitliği taleplerine baskı ve yasaklarla cevap verilmesi; burjuva reformcu ve uzlaşmacı politikalarla baskı ve terörün yol açtığı yorgunluk ve umutsuzluğa karşın, Kürt emekçileri içinde öfke birikimine yol açmaktadır.
Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, burjuvaziye, bu sorunu başka etken ve araçlarla birlikte, ezilenlerin hareketini ve mücadelesini bölmek ve yenilgiye uğratmak amacıyla kullanma olanağı vermektedir. Kürtlerin baskı altında tutulması, kültürleri ve dilleri üzerindeki yasak ve baskının devam etmesi, tam hak eşitliği temelinde birlikte yaşam talebinin reddi, Türk milliyetinden emekçilere herhangi bir yarar sağlamadığı gibi, işçi ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesini zaafa uğratma gibi bir sonuca da yol açmaktadır. Burjuvazi ve emperyalizmin hâkimiyetinin ve kapitalist sömürü ve baskının ortadan kaldırılması mücadelesi, hangi milliyet kökeninden gelirse gelsin tüm işçi ve emekçilerin en tam birliği ve birleşik mücadelesini gereksinmesine karşın, sorunun çözümsüzlüğü bağımsızlık ve siyasal özgürlük mücadelesine darbe vurmaktadır.
Kürt işçi ve emekçilerinin ulusal baskıdan ve ayrımcı uygulamalardan kurtulmaları Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelesini güçlendireceği gibi. Kürt gericiliğinin Kürt işçi ve emekçi hareketini bölme, hareketi emperyalizmin yedeğine çekme girişim ve olanaklarına da darbe vuracaktır. Kürtlerin tam hak eşitliği savunusu ve bunun için gösterilecek ikirciksiz çaba, Kürt işçi ve emekçilerinin Kürt ve Türk gericiliği ve emperyalizm karşısındaki konumlanışını güçlendirecek, işçi sınıfı ve kent ve kırın emekçilerinin bağımsız örgütlenmesi ve kurtuluş için mücadelesi güçlenecek, sınıf mücadelesinin keskinleştiği kritik zamanlarda, hareketi bölmenin aracı olarak kullanılma olanağı bu sorun açısından zayıflayacak veya ortadan kalkacaktır. Bu yönlü gelişmelerin sermaye ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadelede yaşamsal bir önemi olduğu kesindir.
Geleceği karartılan ve umutsuzluğa sürüklenenler arasında gençlik kitleleri özel bir yer tutmaktadır. Toplumun genç kuşakları umutsuzluk ve çöküş içinde, toplumsal sorunlara ilgisizliğe zorlanan; bencillik ve çıkarcılıkla gözleri karartılmış biçimde oradan oraya sürüklenen yığınlara dönüştürülmek istenmektedir. Onlardan istenen, emperyalizm uşağı burjuvazinin politikalarına tam bağlanmadır. Genç kuşaklar hem ucuz işgücünün en önemli kitlesini oluşturmakta; hem de en küçük bir taleple harekete geçtiklerinde polis ve jandarma saldırısı ve kontra cinayetleriyle yıldırılmak istenenlerin başında gelmektedirler. İşçi ve çırak gençlere dayatılan yoksulluk ve sefaleti sessizce ve boyun eğerek benimseme, hiçbir sosyal hakkı olmaksızın kapitalistler için durmadan çalışma; örgütlenme ve mücadeleye atılmaktan geri durarak kaderine razı olmadır.
Türkiye’de kişi başına eğitim harcaması yılda yalnızca 90 dolardır. Türkiye işbirlikçi burjuvazisi saltanatının devamında cehaletin önemli bir rolünün olduğu bilinciyle emekçi çocuklarına okulların ve eğitimin kapılarını bütünüyle kapatma tutumu içindedir. Eğitim her düzeyde paralı hale getirilirken, 86 milyon liralık asgari ücretle çalışan milyonlarca emekçinin; yoksulluk sınırında yaşam mücadelesi veren 12 milyon insanın çocuklarını okutması giderek zorlaşmaktadır. Eğitim sistemi, kapitalist ayrıcalıklı sınıfın ve üst bürokrasinin çıkarları yönünde düzenlenirken, işçi ve emekçi gençliğinin öğrenci kesiminin yolu yeni engellerle kesilerek, kitlesel biçimde kapitalistlerin niteliksiz ucuz işgücü olmaya itilmektedir.
Gençlik kitlelerinin içinde bulundukları durumdan bir çıkış yolu bulmaları, geleceklerinin ve umutlarının karartılmasına meydan vermemeleri, kapitalist gericiliğe ve emperyalist burjuva kuşatmaya karşı yürütülen mücadelede aktif ve militan bir ver tutmalarına bağlı hale gelmiştir. Toplumsal çürüme ve kapitalist çözülüşün dayattığı bireycilik ve çıkarcılıktan koptukları ve toplumsal kurtuluş amaçlı bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine katıldıkları oranda, somut ve acil taleplerin elde edilmesi olanağının da genişleyeceğini en başta genç kuşakların kavraması gerekmektedir. Tersinden, gençlik kitleleri bulundukları her alanda, emperyalizm ve gericiliğin dayattığı politikalara, iş ve okul kapılarının kapanmasına, zihni ve fiziki yıpranma koşullarının daha da ağırlaşmasına karşı mücadeleye atıldıkları; bunun aracı örgütlenmeler içinde, fabrika, işyeri, atölye, okul ve semtlerde bir araya geldikleri oranda kurtuluş mücadelesi güç kazanacaktır.
Bugün emekçi hareketinin en önemli sorunlarından biri de, hareketin gençlik kuşakları içinde güç bulmuş devrimci bir birikim ve girişkenlikle beslenememesidir. İşçi sınıfının bilimsel dünya görüşünü bir düşünce akımı olarak benimsemekle kalmayıp, bunu emekçiler içinde dönüştürücü maddi bir güce çevirmek üzere, inanç ve kararlılıkla işe koyulacak genç kuşaklar, geleceği ve zaferi kazanmanın teminatı olacaklardır. Bugün hareketin böyle bir kuşağa gereksinimi yaşamsal önemdedir.
Emekçilerin her bir kesiminin içinde bulundukları durum ve talepleri, sermaye politikalarına karşı halkın tüm kesimlerinin birlikte mücadelesini olanaklı kılarken, düzen ve devlet karşıtı emekçi öfkesi devrimci bir girişkenlik ve ayağa kalkış için zemin hazırlamaktadır. Milyonlarca emekçi saldırıları sessizce karşılamayacak ve kabullenmeyecektir. Birbirinden ayrı olmakla birlikte, sürüp giden işçi direnişleri, küçük grevler, iş bırakmalar, fabrika önlerindeki eylemler, demokratik siyasal haklar için gösterilen çaba, IMF ve hükümet politikalarına duyulan öfke, güçlü ve kitlesel boyutlu eylemlerin gelişebileceğinin göstergeleridir. Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri tarafından dayatılan ekonomi politikanın işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin yaşamını “cehennem”‘e çevirdiği koşullarda, emekçilerin düzen partileri ve kurumlarından uzaklaşmaları ve emekçi hareketinin burjuvaziden bağımsız bir yönelişe girmesi kaçınılmazdır. Henüz yeterince güçlü ve düzen kurumları ve güçlerini tehdit edecek bir düzeye ulaşmaktan uzak olmakla birlikte, yasak ve baskıları göğüsleyerek başvurulan grev, gösteri, iş yavaşlatma gibi birçok eylem, birleşik bir hareket içinde bir araya geldiğinde, emekçilerin sermaye ve hükümetlerine karşı daha etkin mücadeleler içine girebileceklerini göstermektedir.
Bu bakımdan emekçiler içinde yürütülen devrimci çalışma, asla boşa gitmemektedir. Sosyal, ekonomik ve politik gerçeklerin ve sınıf ilişkilerinin açıklanmasına şu ya da bu yanıyla katkıda bulunan her çaba, dağıtılan bildiri, çıkarılan bülten, okutulan kitap ve gazete, yapılan işçi kitle toplantısı, parti açıklamaları ve işçi ve emekçilerin taleplerini içeren çağrılarla bunların dile getirildiği miting ve gösteriler, büyük kitle direnişlerini besleyen kılcal damarlar görevini görecektir.
Bu çalışma, başarıyla yürütüldüğü ve işçi sınıfıyla emekçilerin geniş kesimlerine ulaşıp onlara mal olduğu oranda, burjuvazinin saflarında bozucu etki yapacak, onun sınıf egemenliğine darbe vuracak, burjuva propagandasının ikiyüzlülüğünü açığa çıkaracak, kapitalist saldırıların püskürtülmesi ve burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin başarıya ulaşmasına hizmet edecektir.
Kasım 2000