Güncel durum, burjuvazinin açmazları ve emekçi hareketi

Onlarca yıldan beri Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uyarlanmış bir politika uygulayan ve ABD denetimindeki politik-askeri ve mali kuruluşların belirlediği programlara bağlı hareket eden Türkiye gericiliği, istikrarsızlık etkenlerinin artış gösterdiği bir süreçten geçiyor. Emperyalizme bağımlılığı güçlendiren hükümet politikaları istikrarsızlığı artırırken, işbirlikçi burjuvazi ve hükümet, içerde baskı ve yasaklara, dışarıda komşu ülkeler halklarına karşı tehdit, şantaj ve gerginlik politikalarına daha fazla sarılarak, hedeflerine ulaşmaya çalışıyor.
Türkiye işbirlikçi gericiliği, dünyanın en istikrarsız ve sorunlu bölgelerinden olan Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın ortasında; petrol, doğalgaz ve diğer hammadde kaynaklarına deniz ve kara ulaşım yollarının kesişme alanında yer almanın avantaj ve dezavantajlarına sahiptir. Emperyalistlerle ve bölge ülkeleriyle ilişkilerinde bu jeostratejik konumunu kullanmakta; ilişkilerin seyrine göre teslimiyet ya da şantaj ve tehdit politikalarına başvurmaktadır. 50 yıldır bölgede ABD emperyalizminin taşeronluğunu sürdürmektedir. Kürt sorununun da önemli bir etkenini oluşturduğu komşularıyla ilişkilerinde, son yıllarda giderek artan biçimde saldırgan, tehdit edici ve şantajcı bir politika izlemektedir.
Sovyetler Birliği’nin kapitalist entegrasyonunun tamamlanması ve Ortadoğu’da ABD hâkimiyetinin güçlenmesi, Amerikan emperyalizmi yönlendirmesinde İsrail’le stratejik işbirliği anlaşması imzalanması, bu saldırgan ve tehdit edici politikanın hız kazanmasının önemli etkenleri arasındadır. O, “üç kıtada at koşturmuş bir imparatorluğun” mirası üzerinde şekillenmekle, fırsat bulduğunda yayılmacı emelleri yönünde adım atmaktan kaçınmayacak bir “gelenekken gelmektedir. Emperyalizm taşeronluğunun, en pervasız emperyalizm işbirlikçisi bir politikacının seslendirdiği biçimiyle “bir koyup üç alma” politikasının bu “uzak geçmişle, bu anlamda bağı devam etmektedir. Halkın yoksulluğu, eğitim ve sağlık alanındaki devasa sorunlara karşın, silahlanmaya sürekli büyük paylar ayrılması ve son iki yılda 18 milyar dolar harcanması, emekçi hareketini kana boğma hedefinin yanı sıra, “caydırıcılık” demagojisiyle gizlenen yayılmacı emellerle de ilişkilidir.
İşbirlikçi gericilik, iç ve uluslararası koşulların sermaye politikalarının uygulanmasına sağladığı olanaklardan yararlanarak, ülkeyi ve kaynaklarını emperyalizme ve uluslararası sermayeye peşkeş çekme, özelleştirmeyi sürdürme, halk kitlelerinin kendi çıkarları yönünde örgütlü mücadeleye atılmalarını önleme, ücret ve maaşlarla tarım ürünleri taban fiyatlarını düşük tutma ve emekçilerin satın alma güçlerini daha da düşürme, sosyal kazanımları tümüyle budama, kıdem tazminatı uygulamasına son verme, fazla mesai ücretlerini düşürme, işgününü herhangi ek bir ödemede bulunmadan uzatma gibi hedeflerine bir an önce ulaşmak istemektedir. Özelleştirmeyle işçilerin sokağa atılması, işçi hareketinin ve sendikaların güçten düşürülmesi ve örgütsüz ve dağınık emekçilerin birleşik bir mücadeleyi gerçekleştiremeden teslim alınmalarının kolay olacağı hesaplanmaktadır.
Sömürücü egemen sınıflar, çelişkilerin derinleşmesine bağlı olarak, halka karşı politikalarını sertleştirmekte, demokratik siyasal taleplere baskı ve yasak zincirini daha kuvvetle örerek cevap vermektedir. Emekçi kitlelerini aldatmak ve beklentiye sürüklemek üzere, demokratikleşme propagandası sürekli gündemde tutulmasına karşın, bu doğrultuda herhangi bir adım atılmamakta; Türkiye’nin koşullarının farklı olduğu, bulunduğu bölgenin bazı hassasiyetler gerektirdiği vaazı sürdürülerek baskı, yasak, işkence ve katliamlar zorunlu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Diktatörlüğün takviyesi, gericiliğin güçlerinin birleştirilmesi amaçlı genelkurmay operasyonu devam etmektedir. Genelkurmay Başkanı ve Harp Akademileri Komutanı’nın açıklamaları, İçişleri Bakanının toplusözleşmelere müdahale genelgesi, grev yasakları, basın-yayın ve örgütlenme hakkına yönelik saldın ve emek basınına karşı girişilen ve süreklileşen baskı ve yasaklamalar, gazete, radyo ve televizyon kapatmaları, RTÜK ve YÖK bürokratlarının icraatları; bunların tümü generaller komutasında sürdürülen yeniden yapılandırma operasyonu kapsamındaki gelişmelerdir. Bu saldırıların, holding patronlarının, sosyal hakların tümüyle gaspını, işten çıkarmanın serbest bırakılmasını ve işgünün uzatılmasını hükümete dayatmalarıyla aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf değildir.
Hükümet eliyle sürdürülen saldırı programı, hükümet partileri dışındaki düzen partileri tarafından da benimsenen ve desteklenen bir programdır. Görünürde, emekçileri şu ya da bu düzeyde oyalama ve aldatma amaçlı bir muhalefet vardır. Ancak bu burjuva muhalefetinin ikiyüzlülükten öte bir önemi yoktur.

EMPERYALİZME BAĞIMLILIĞI GÜÇLENDİREN EKONOMİ POLİTİKA
Egemen sınıf politikaları ve hükümet uygulamaları, uluslararası mali sermayenin ve emperyalist büyük devletlerin çıkarlarına uygun olarak kent ve kırın tüm emekçilerinin daha fazla sömürülmesi ve baskı altına alınmasını içermektedir. On yıllardan beri, işbirlikçiler eliyle uygulanan politikalarla emperyalist sermaye önündeki tüm engeller, koruma önlemleri, gümrük vergileri, ithalat sınırlamaları kaldırılmış, emperyalist burjuvazi ve uluslararası mali sermayenin ülke kaynaklarını yağmalamalarının önü sonuna dek açılmıştır. 12 Eylül ve 24 Ocak kararlarıyla bu yolda daha hızlı adımlar atılmış, ’90’lı yıllardaki yeni anlaşmalarla sömürge kemendi güçlendirilmiştir. Emperyalist büyük devletlerin ve onlarla bin türlü bağı bulunan uluslararası sermaye kuruluşlarının dayattıkları ekonomi politika, ülke emekçilerinin üzerindeki yükü sürekli artırmaktadır. Borç, anapara ve faiz ödemelerini denkleştirmek için halkın sırtına yeni vergi yükü bindirmek, yeni köleleştirici anlaşmalarla borç bulmak burjuva hükümetlerinin başlıca işlerinden biri haline gelmiştir. Bu politika ülke ekonomisinin daha da bağımlı hale getirilmesine ve kent ve kırın tüm emekçilerinin yoksulluk ve sefalete sürüklenmesine hizmet eden bir politikadır. Bu politikada gösterilen ısrar, ülke ekonomisinin “kara ekonomi”ye sürüklenmesine, riski ve nispeten uzunca bir süreçte sermaye geri dönüşünü gerektiren üretim yerine faiz ve rant gelirleriyle keseyi doldurma eğiliminin güç kazanmasına, yeni işyerleri açma yerine üretim dışı faaliyetlere yönelmeye; halkın temel talepleri olan iş, sağlık, eğitim, barınma koşullarının iyileştirilmesi yerine karakol, cezaevi yapımı ve militarist aygıtın güçlendirilmesine, işsizler ordusunun saflarına her yıl yeni on binlerin katılmasına neden olan KİT tasfiyesi ve özelleştirmenin sürdürülmesine; emperyalist hegemonyanın güçlenmesine hizmet eden yeni kölelik anlaşmalarıyla tarım ve hayvancılık alanı dahil ekonominin uluslararası sermayeye bütünüyle açılmasına, MAI, MIGA ve tahkim anlaşmalarıyla uluslararası tekellerin ülke halkı aleyhine yaptırımlarının yasal hale getirilmesine yaramaktadır. (İstanbul Sanayi Odası yöneticileri Türkiye’nin 500 büyük işletmesinin üretim dışı gelirlerinin 1990’da 2,2; 1993’te 17,5; 1998’de 699,6 trilyon lira olarak gerçekleştiğini, bu işletmelerin üretim dışı karlarının 1999’da %219 oranında artış göstererek 1,5 katrilyon liraya ulaştığını, aynı yıl 35.608 işçinin bu işletmelerden çıkarıldığını açıkladılar. 500 büyük işletmenin gelirleri içinde faiz gelirleri oranı 1995’te %54,5 ten, 1999’da %219’a çıkmış, bu işletmeler salt repo işlerinden aynı yıl 2 milyar 62 milyon dolar gelir sağlamışlardır. Maliye Bakanı, 2000 yılının ilk sekiz ayı itibarıyla bütçeden sekiz aylık dönemde 17 katrilyon 296 trilyon liralık faiz ödemesi yapıldığını açıklamıştır.)
12 Eylül faşist darbesiyle girilen süreçte emperyalist kuruluşların denetim ve kontrolü önündeki engellerin kaldırılması, imzalanan stand-by anlaşmalarıyla ekonominin yönetiminin IMF’nin denetimine daha fazla girmesi burjuva hükümetlerine bazı avantajlar sağlamakla birlikte, istikrarsızlık devam etmektedir.
Burjuva hükümeti, işçi ve kamu emekçilerinin ücretleriyle küçük üreticilerin gelirlerinin düşürülmesi, yüz binlerce işçinin işten atılması, sosyal kazanımların gaspı ve çalışma ve yaşam koşullarının daha da zorlaştırılması politikası izlemektedir. Tekelci işletmeler, bilimsel teknik buluşları üretim de kullanarak daha az işçiyle daha fazla üretimi gerçekleştirir ve kârlarını artırırlarken, işsizlik ve yoksulluğun artmasına da yol açmaktadırlar.
Burjuva araştırma kurumlarının verileri, hükümet sözcülerinin “kalkınma ve refah düzeyinin yükseldiği” üzerine palavralarının dayanaksızlığını ortaya koymaktadır. Burjuva propagandasının aksine, işçi ve emekçi halk kitlelerinin gelir düzeyi son yıllarda daha da aşağılara düşmüş, yoksulluk ve işsizlik artmış, tekelci burjuvazi ve holding patronlarının kârları büyümüştür.
Türkiye, gelir dağılımının aşırı dengesiz, sömürünün yüksek, buna karşılık işçilik maliyetinin düşük olduğu ülkelerin başında gelmektedir. (DİE’nin 94 verilerine göre Türkiye’de nüfusun en yoksul birinci % 20’si milli gelirden % 4,9 pay alırken, ikinci % 20, % 8,6; üçüncü % 20’lik kesim %12,6; üçüncü % 20’lik kesim % 19,0 ve en üstteki % 20’lik kesim de % 54,9’luk pay alıyor) En son açıklanan DİE verileri, en üst %20’lik gelir grubunun (asalak ve sömürücü azınlığın) ülke gelirinin %54.9″una el koyduğunu; bunun nüfusun %80’lik kesiminin payından daha fazla olduğunu, 12 milyon kişinin yoksulluk sınırında yaşam mücadelesi verdiğini göstermektedir.
Sermayenin üretimden uzaklaşıp spekülatif alana yönelmesi, rant ve faiz gelirlerinin üretim gelirlerini kat kat aşması, kapitalizmin istikrarsızlığının ve emperyalist çürüme ve asalaklığın artışına işaret etmektedir. Mali sermaye egemenliği üretim araçlarının tahribine yol açmakta; teknik ilerlemelere, bilimsel buluşlara ve üretim verimliliğinin teknolojik yeniliklerin devreye sokulmasıyla artışına karşın, üretim araçlarının tahribi devam etmekte; fabrikaların kapasitelerinin düşürülmesi, ağır sanayi yatırımlarından uzak durularak rantiyeciliğin, kupon kesme ve faiz işlemlerinin “ekonomi içindeki payının” büyümesi üretici güçlerin gelişmesini engelleyici bir işlev görmektedir.
Tekelci burjuvazi yararına emekçilere bindirilen doğrudan ve dolaylı vergiler sürekli artmaktadır, işçi ve memurlar, on yılda 59,9 milyar dolar vergi ödemişlerdir. (1990’da 5 milyar dolar, 1991 de 6,1; 92’de 6,6; 93’te 7,4; 94’te 4,3; 95’te 5,2; 96.da 5,7; 97 de 6,3; 98’de 6,5; ve 99’da 6,5 milyar dolar.) Vergi yükünün %58’inin işçi ve diğer ücretlilerin sırtına yıkıldığı bilinmesine karşın, tekelci burjuva kuruluşların sözcüleri vergi oranlarının yüksekliğinden söz ederek, yüksek vergilerin yatırımların önünü tıkadığını ileri sürmekte, sermaye gelirlerinden vergi kesintilerinin düşürülmesini istemektedirler. Oysa 1999’da ücretli çalışanlar bir önceki yıla göre %3,1 oranında daha fazla vergi (2 katrilyon 707 trilyon 632 milyar 741 milyon) öderlerken, aynı dönemde diğer kesimlerin vergi payı bir önceki yıla göre %60,4’ten %57,3’e gerilemiştir.
Resmi verilere göre bütçe gelirlerinin %43’ü, vergi gelirlerinin %88’i faizlere gitmektedir. (Gelirler Genel Müdürlüğü açıklamalarına göre, vergiler 1989’da bütçe gelirlerinin %65,7’sini oluştururken; bu oran 1990’da %66,4; 93’te %53,9; 95’te %62,9; 1998’de %59,1: 99’da ise %52,8 olarak gerçekleşmiştir. 1989’da 8 trilyon 259 milyar lira faiz ödemesi yapılmış, bu miktar 1999 da 10 katrilyon 720 trilyon liraya yükselmiştir. Bunların tümünün düzen partilerinin yöneticileri, üst bürokratlar, mafya çeteleri ve işkenceci polis şefleriyle rüşvet, rant ve kara-para paylaşımı vb. ilişkiler içindeki kişiler oldukları görülmektedir. Halk en temel gereksinmelerini karşılayamazken, banka ve fabrika patronlarıyla uşak üst bürokrasinin gelirlerinde büyük artış olmuştur. Bankalarda ve borsada, faiz ve repo gelirleri büyümüş, hükümet politikalarıyla holding patronlarına bütçeden katrilyonlarca lira aktarılmıştır.) Holding patronları ve kapitalistler, riskli saydıkları yatırımlara yönelme yerine, rant ve faiz gelirleriyle kasalarını doldurmaya yönelmektedirler.
Emperyalizme bağımlı Türkiye’de politik ekonomik uygulamalar, hükümet programları, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen yasa ve kurallar uluslararası sermaye kuruluşlarının politikalarıyla uyumlu biçimde belirlenmekte ve pratiğe geçirilmektedir. Devlet ve hükümet politikaları IMF ve Dünya Bankası gibi mali sermaye kurumlarının belirlemeleri doğrultusunda ve emperyalist büyük devletlerin çıkarlarına denk düşmektedir. Hükümet, ithalatın sınırlanması yönündeki tüm engelleri kaldırmaya yönelirken, gübre, ilaç, traktör, benzin ve mazot fiyatları artırılmakta, ürün taban fiyatları düşük tutulmakta, sübvansiyonların kaldırılması için çalışmalar yapılmakta; bunun sonucu üretim yapamaz duruma gelen milyonlarca küçük ve orta üretici tekeller yararına üretim dışına ve yoksulluk ve işsizliğin kucağına itilmektedir.
GAP gibi sanayiye yönelik tarımın yapıldığı verimli tarım arazilerinin uluslararası tekellere ve emperyalistlere peşkeş çekilmesi ve nüfusunun %35’i kırsal alanda yaşayan, çalışır durumdaki nüfusunun %45’i tarımsal alanda istihdam edilen bir ülkede, tarım ve hayvancılık üretiminin emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun biçimde sınırlanmasının, halkın yoksullaşmasını artırıcı işlev görmesi kaçınılmazdır.
Azami kâr peşindeki burjuvazi ülkenin tüm kaynaklarının emperyalizm ve uluslararası tekeller tarafından yağmalanması ve işbirlikçilik payının bir ölçüde artışı için saldırı programının daha da sertleştirilmesini istemektedir. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin Bodrum toplantısından hükümetin “yapısal reformlar”ı sürdürmesi ve “bütçe disiplinine titizlikle uyarak, cesaretle yola devam etmesi” direktifi çıktı. Ecevit-Bahçeli yönetimindeki 57. hükümet, uluslararası tekellerin ve işbirlikçi burjuvazinin buyruklarını uygulamada gösterdiği kararlılıkla bugüne kadar işbaşına gelenler içinde en pervasızı olarak ünlendiği halde, TÜSİAD üyesi tekelci patronlar, milyonlarca emekçiyi yoksulluğa ve işsizliğe sürükleyen, kent ve kır emekçilerinin satın alma gücünün düşmesine yol açan, iç ve dış borçlanmanın tüm yükünün vergiler yoluyla halkın sırtına yıkılmasını sağlayan politikanın daha kapsamlı biçimde ve cesaretle sürdürülmesini istemektedirler.
Eski borçların ve faizlerinin karşılanması için sürekli yeni borç bulma hükümetin öncelikli işlerinden birini oluşturmaktadır. Ülkenin tüm kaynaklarını uluslararası mali sermayenin hizmetine sunma politikasını sürdüren hükümet, daha bugünden önümüzdeki dört yılda ödenecek 84 milyar dolar borcun, emekçilerin sırtından nasıl karşılanacağını planlamaktadır. 2000 yılı enflasyonunun %25’lere indirileceğini iddia eden burjuvazi ve hükümetleri, yatırımları durdurmalarına, ücret ve maaş zamlarını 2000 yılı için %25’lerde ve 2001 bütçesinde %10’larda sınırlamalarına, vergi yükünü -özellikle dolaylı vergi oranlarını artırarak- yükseltmelerine, deprem vergisi adı altında emekçilerin sırtına yeni yük bindirmelerine, deprem nedeniyle yurttaşların ve çeşitli ülke emekçilerinin sağladıkları yardımlara el koyup batık bankalara aktarmalarına, tarım ürünleri taban fiyatlarını düşük tutup, sübvansiyonları kaldırmalarına karşın, bunlarla yetinmemekte, saldırıları yoğunlaştırmayı hedeflemektedirler.
Hükümet batık banka kurtarma operasyonu kapsamında halkın sırtına 8,3 milyar dolar yük bindirmiş, hükümet çevreleri ve devlet üst bürokrasisiyle yakın ilişkide olan holding patronlarına borç faizi olarak katrilyonlar peşkeş çekilmiştir. (Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamalarına göre “korunan bazı kişilere ayrılan araçlar”ın yalnızca 1999 yılı için benzin ve araç bakım giderleri on milyarlarca lira tutmuş, bürokratların hizmetindeki araçların şoförlerine yalnızca bir yıl içinde 600 trilyon lira ödenmiştir. Yalnızca Mehmet Ağar’a 6 araç tahsis edilmiş, bu adamın hizmetindeki her araç günde 50 litre (toplam 22823 litre) benzin harcamış, 1,6 milyar araç bakım masrafı çıkarmıştır. Ağar ve emrindeki çetelerin ne yaptıkları, bu yolları niçin teptikleri ya da ne işler çevirip, hangi operasyonları sürdürdükleri bilinmemektedir.)
Türkiye’de devlet üst bürokrasisi ülke bütçesinin yağmalanmasından küçümsenemez pay almakta, devlet asalakları çetesi konumlarını sürdürmek üzere baskı cihazım halka karşı acımasızca ve vahşice işletmektedir. Üst bürokrasi başta olmak üzere, bürokratlar özel işlerini hizmetlerindeki araçlar ve emekçilerle görmekte, şatafat ve gösteriş içinde büyük harcamalar yapmakta, aileleri ve yakın-uzak çevreleriyle birlikte, giderleri halk tarafından karşılanan debdebeli bir yaşam sürdürmektedirler. Halk düşmanı işkenceciler dâhil eskisi-yenisi politikacı, bakan, genel müdür, müsteşar, emniyet müdürü, polis şefi, general vb.lerinin korumasına özel birlikler ve araçlar ayrılmakta, bunlar halkın sırtından asalak yaşamlarını sürdürmektedirler. Binlerce insanın işkenceye çekilmesi ya da imha edilmesinden sorumlu caniler, çakallarıyla birlikte gezmekle, yiyip içmekte, daireler, binalar almakta, araziler ve işletmeler kapatmaktadırlar.
İşbirlikçi gericilik ve hükümeti, burjuvazinin daha fazla vurgun gerçekleştirmesi için uyguladıkları soygun ve saldırı programını “istikrar programı” olarak adlandırmakta, bunun ülkenin ve halkın çıkarları için zorunlu olduğunu ilan ederek, halk kitlelerinin “istikrar” adına ve “istikrarın bozulmaması” kaygısıyla hareket etmelerini, kendilerini cendereye alan uygulamalara karşı ayağa kalkmamalarını sağlamaya çalışmaktadır.
İşçinin, kamu emekçisinin, üretici köylünün geliri azalır ve bunlar yoksullaşırken, artı-değer sömürüsüyle ve rant geliriyle ceplerini ve kasalarını dolduranların, lüks otomobil, villa, arsa alımları artıyor, lüks tüketimleri büyüyor, gelirleri sürekli artış gösteriyor. Zengin azınlığın durumuna bakarak, “mutluluk ve refah düzeyi yükseliyor” diye yazı döşenen burjuva şarlatanları, on milyonların durumlarını görmezden gelerek, “aman fazla ücret istemeyin, ülkenin durumu kötü, hepimizin içinde bulunduğumuz gemi sonra batar!” diye, sözde göz korkutmaya çalışıyorlar. İş güvencesinin Türkiye bakımından “lüks olduğu”nu vaaz eden işbirlikçi büyük burjuvazinin örgütleri TUSİAD ve TİSK, kıdem tazminatının 15 gün üzerinden hesaplanmasını ve kıdem tazminatına hak kazanma süresinin 3 yıla çıkarılmasını, işten çıkarmanın kolaylaştırılmasını ve nedenlerinin sorulmamasını, çalışma süresinin günlük 12, haftalık 48 saate çıkarılmasını, “süreksiz iş tanımı” süresinin 30 günden bir yıla çıkarılmasını dayatmaktadırlar. Holding patronları ve kapitalistler böylece, işçileri bir yıl boyunca “deneme süresi” adı altında ve hiçbir sosyal yükümlülük altına girmeden asgari ücretle çalıştıracak, tazminat ödemeden çıkarabilecek ve kimse kendilerine neden işçileri kapı dışarı ettiniz diyemeyecek. ( DİE, Haziran ayı itibariyle bir önceki yıla göre işçi sayısının %5,5 düştüğünü açıkladı. ISO, son iki yılda özel sektörde 414 bin işçinin işini kaybettiğini açıkladı. İSO’ya göre özelleştirilen 128 kuruluştan 10 bin 746 işçi işten çıkarıldı.) Faiz ve rant gelirlerini sürekli artıran tekelci burjuvazi ve kapitalistler, işçilik maliyetinin “yüksek olduğu” yalanıyla işçi ücretlerinin daha fazla düşürülmesini istemektedirler. Ücretler düşük olmasına ve 4,5 milyon civarında işçi herhangi bir sosyal hakkı ve dayanağı olmaksızın kayıtsız çalıştırılmasına karşın, işgücü maliyetinin yüksek olduğu yalanı oldukça yaygındır. Bu dayanaksız yalan tekelci burjuvazinin bu örgütleri tarafından yayınlanan Avrupa işveren Sendikaları Konfederasyonumun (UNlCE) 1999 tarihli raporu da ortaya koymaktadır. Bu rapora göre saat başı işçilik maliyetinin en düşük olduğu ülke Türkiye’dir. (Ücret dışı maliyetler dâhil saat başına işçilik maliyeti, 1997 yılı itibariyle ve Euro/saat hesabıyla Almanya’da 24,4; Norveç’te 22,2; İsviçre’de 21,8; Belçika’da 20,3; İsveç’te 20; Hollanda’da 18,6; Fransa’da 16,3; ABD’de 16,2; İtalya’da 15,2; Kanada’da 14,8 İngiltere’de 14,6; ispanya’da 12,7; İrlanda’da 12,6; Yunanistan’da 8 iken; Türkiye’de 4,1 Euro/saattir. Türkiye’de son üç yılda işçilik maliyeti daha da düşürülmüştür. Bu, hem dolaysız biçimde ücretler düşürülerek, hem de teknolojik uygulamalarla çalışma temposu hızlandırılarak işgünü uzatımıyla dolaylı biçimde gerçekleştirilmiştir.) DİE ve DPT verileri, üretici köylünün eline geçen paranın, bir önceki yıla göre %13,3 düşüş gösterdiğini, asgari ücretli işçinin ücretinin reel olarak(net) %12,4; ve memur maaşlarının ortalama olarak %10,8 oranında gerilediğini gösteriyor. (DİE açıklamalarına göre, 2000’in ilk üç ayında özel sektörde imalat Sanayi işçilerinin ücreti reel olarak saat başı %5,5 azaldı. Çalışan kişi başına verim ise %14,2 oranında artış gösterdi. 1999 Temmuz’una göre işçinin tüketim harcamaları %57,8 artarken, ücreti % 26,6 oranında artış gösterdi. Asgari ücretlinin bir yıl içindeki yoksullaşma oranına işaret eder bu farklılık. Türkiye’de tekstil, giyim ve deri işkollarında ve tarıma dayalı sanayide toplam işgücünün %35–45 civarındaki kesiminin ve büyük sanayide istihdam edilenlerin %10’Iuk kesiminin asgari ücretle çalıştığı düşünüldüğünde, toplam işçilerin yaklaşık %60 civarındaki kesiminin asgari ücrete yakın bir ücretle çalıştığı ortaya çıkıyor.) İşçi ücretleri bir önceki yılın aynı dönemine göre (yılın ilk üç aylık dönemi) %12,4 düşerken, özel sektör imalat sanayinde çalışan başına verim %14,2 ve çalışılan saat başı verim %10,4 oranında artmıştır. Bir yandan ücret-kâr ilişkisinde ücretlerin düşürülmesiyle diğer yanda teknolojik uygulamalarla verimlilik artmakta, kâr büyümektedir.

POLİTİK BASKIDA YOĞUNLAŞMA
MGK ve generaller yönetiminde burjuvazi ve gericiliğin güçlerinin sermayenin çıkarları yönünde birleştirilmesi ve emekçilerin saflarındaki bölünmüşlüğü derinleştirip hareketinin etkisizleştirilmesi operasyonu devam ediyor. Emekçilerin demokratik siyasal taleplerle yürüttükleri mücadele, düzenin baskı kurumları ve silahlı güçlerinin başlıca hedefi durumunda. Demokratikleşme propagandası, siyasal gericiliğin güçlendirilmesi ve diktatörlüğün takviyesi girişimlerinin örtüsü olarak kullanılıyor. Burjuvazi ve her türden uşağı, burjuva politikasının hedefinin halkın huzuru ve ülkede demokratikleşmenin sağlanması olduğu yalanıyla geniş emekçi kesimlerinin yanı sıra liberal-reformist çevreleri etkileme ve merkezi oligarşik kast etrafında birleştirme çabasındadır. Onlarca yıldır, emekçilere yönelik propagandalarında, seçim bildirgeleri ve hükümet programlarında, yaşam pahalılığının ve enflasyonun düşürüleceği, işsizliğin giderileceği ve yeni istihdam alanlarının açılacağı, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirileceği, yasalardaki ve Anayasadaki yasak ve baskı maddelerinin kaldırılacağı, demokratikleşmenin sağlanacağı vaatlerinde bulunanlar, pratikte bununla karşıt bir politikada birleşmiş durumdadırlar. Düzen partileri, hükümette veya muhalefette olmalarına bağlı olarak, halk kitlelerini aldatmak amacıyla ikiyüzlü bir propaganda yürütmelerine karşın, kır ve kent yoksullarını daha fazla cendereye alan gerici bir ekonomik ve politik platform etrafında ve generallerle MGK’nın emir-komutasında bir araya gelmiş durumdadırlar. Halka karşı bu gerici birlik, gelişmeler ve sınıf çelişkilerinin seyrine bağlı olarak parçalanma tehlikesi gösterdiğinde, generallerin komutasında yeniden yapılandırma operasyonu kapsamında ipler gerilmekte; yeni “ültimatom”larla kulaklar çekilirken, gericiliğin güçlerinin yeniden organizasyonu için harekete geçilmektedir.
İşbirlikçi gericilik politik ekonomik istikrarsızlığın doğurduğu ve doğurmaya mahkûm olduğu tehlikelerin bilincindedir ve hazırlıklarını buna göre yapmaktadır. Gericiliğin tüm güçlerinin aynı politikalar etrafında birleştirilmesi egemen sınıfların en önemli hedeflerinden birini oluşturmaktadır. Düzen partileri ve kurumlarının iç ilişkilerinin düzenlenmesinden, emperyalistler ve uluslararası tekellerle ilişkilere kadar, politik, ekonomik, askeri ve kültürel politikaların belirlenmesine, hemen her alanda devlet işleyişinin koordine ve kontrolünü yapan güç MGK ve Genelkurmay’dır. Generaller “laiklik-şeriat çelişkisi” ve “bölücülük ve bölücü terör” propagandasıyla emekçilerin saflarında ve emekçilerin yanında olabilecek aydınlar içinde önemli bölünmelere yol açarak, 28 Şubat 97 operasyonunu sürdürme olanaklarını buldular ve sermayenin çıkarlarını öngören bu saldırıyı başarıyla yürüttüler. Bugünkü hükümetin işbaşında kalışı, burjuva partilerinin birbirleriyle dalaşının asgari düzeyde tutulması, bu partilerin tümünün IMF ve uluslararası tekeller tarafından dayatılan ve işbirlikçi gericiliğin çıkarlarına da denk düşen politikalarda birleşmeleri, bu merkezi kumanda gücü eliyle önemli oranda sağlandı. Generaller, burjuva politikasının her falso verişinde devreye girmekte, düzen politikacılarının ve partilerinin demagojik demokrasi nutuklarının yönlendirilmesinden, hükümetin izleyeceği dış politikaya kadar her alanda, doğrudan işin içinde yer almakta, “yanlışlara dikkat çekmek” adına dayatmalarda bulunmakta, burjuva basın-yayın kurumlarının günlük yönlendirilmesi amaçlı toplantılar düzenlemekte, “seçkin basın mensupları”na brifingler vererek, burjuva propagandasını yönlendirmektedirler.
MGK ve generaller, emekçilerin bağımsız örgütlenmeye ve çıkarları yönünde politika yapmaya yönelmelerini engellemek amacıyla “halkla ilişkilerde özel bir önem vermektedirler. Halk kitleleri nezdinde “güvenilirlikleri”nin devam etmesi için toplantılar yapmakta, kurslar düzenlemekte, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine vaazlar vermekte, emperyalistler ve uluslararası tekeller yararına politikaların sürdürülmesinde oynadıkları dolaysız rolün açığa çıkmaması için, sosyal-siyasal ve ekonomik politikaların sorumlusunun politikacılar ve hükümet olduğu propagandasını sürdürmektedirler. Sermayenin emrindeki “kamuoyu araştırma kurumlarının “askerin güvenilirliği” üzerine reklâmları “asker” tarafından yönlendirilmekte, halk kitleleri üzerindeki “asker” etkisi böylece diri tutulmaya çalışılmaktadır.
Sermayenin hizmetindeki iktisatçılar, akademik kariyerlerini burjuvaziye hizmette gösterdikleri başarı üzerinden edinen profesörler ve işbirlikçi gericiliğin diğer tüm sözcüleri, “ülke bütünlüğü” ve “üniter devlet” propagandasıyla, demokratik siyasal taleplerin önünü kesme çabasındalar. İşçi ve emekçilerin ücret artışı ve sendikal haklar alanındaki acil taleplerinden, Kürt ve Türklerin tam hak eşitliği istemine dek, sosyal-siyasal ve ekonomik haklar için yürütülen mücadeleyi etkisizleştirmek ve siyasal gericiliğin emekçi mücadelesiyle darbelenmesini önlemek, gerici burjuva propagandasının, temel hedeflerinin başında gelmektedir. Burjuva propagandası, uzlaşmaz karşıtlık içindeki toplumsal sınıflar gerçeğini örtbas etme gücüne sahip olmamakla birlikte; bu demagojiyle emekçileri etkileyebildiği oranda sermayeye karşı mücadeleyi zayıflatabilmektedir. Sermayenin çıkarlarını esas alan düzen partilerinin programlarının ve hükümet uygulamalarının emekçiler içinde yarattığı güvensizlik, devlet, hükümet ve düzen partileri tarafından baskı ve yasakların yanı sıra yalana ve gerçek durumun gizlenmesine dayalı demagojik gerici propagandayla giderilmek istenmektedir.
İşbirlikçi egemen sınıflar ve hükümetin engelsiz bir yol üzerinde ilerlemedikleri ve önemli açmazlarla karşı karşıya oldukları, sosyal-siyasal olgu ve gelişmelerin bir diğer yanını oluşturmaktadır.
Hükümet sözcüleriyle holding patronlarının istikrar propagandalarının aksine, toplumun tüm kesimlerini -kuşkusuz farklı düzeylerde ve biçimde- kuşatan istikrarsızlık, burjuva politikalarına, düzen partileriyle kurumlarına güvensizlik, geleceğe umutsuzluk toplumun tüm kesimlerini, sosyal yaşamı ve ilişkileri etkileyen çürüme ve yozlaşma dönemin sosyal gerçeğidir. Bunu doğuran ya da buna yol açan kaynak, bütün değerleri metalaştıran kapitalist özel mülkiyet sistemi; bu sistemin ürünü burjuvazi ve onun devlet aygıtıdır. İşbirlikçi burjuvazi, uluslararası mali sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla derinleşen çürüme ve ona eşlik eden gerici zoru içeriye taşırken, kapitalist çözülmenin bütün olumsuz sonuçlarını emekçilere yıkmak ve sınıf egemenliğini baskı aygıtlarını takviye ederek ve zor uygulayarak sürdürmek istemektedir.
Burjuva diktatörlüğü ve hükümet yalnızca içerde halk kitlelerine karşı uyguladığı politikanın neden olduğu tepkiler ve ekonomik programının ülkenin emperyalizme ve uluslararası tekellere peşkeş çekilmesini içermesinin yol açtığı sonuçlar bakımından değil; uluslararası alanda ve bölgede üstlendiği ABD taşeronluğunun doğurduğu sonuçlar bakımından da açmaz içindedir. Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde gerçekleşen Ermeni kırımı, 85 yıl sonra dahi işbirlikçi Türkiye gericiliğinin ayaklarına dolanmaya devam etmektedir. Emperyalistler, onu uşaklık politikasında daha fazla tavize zorlamak üzere ikide bir “Ermeni soykırım tasarısı”nı gündeme getirmektedirler. Buna karşı, egemen sınıflar ve hükümeti, yıllardır Amerikan emperyalizmi komutasında Irak halkına karşı sürdürülen kuşatmada oynadığı gerici rolü teyit ederek, Irak’la ilişkileri yeniden düzenleyeceği şantajına başvurmak zorunda kalmıştır. Bunu yaparken dahi yürütülen propaganda, gelişmelerin Amerikan çıkarlarına aykırı olduğu biçimindedir. İşbirlikçi gericilik bölgede Amerikan çıkarlarının bekçiliğine soyunduğunu, bölge halklarıyla ve komşu ülkelerle ilişkilerini emperyalist efendinin politikalarına göre belirlediğini, bu vesileyle ve resmen ilan etmektedir.
Türkiye gericiliği Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da emperyalist haydutların yürüttükleri kuşatma, teslim alma ve denetim altında tutma politikasında, ülkenin kıtalar arası stratejik konumunu talan sofrasına bir pazarlık kozu olarak sürerek, elli yıldır ABD’nin ve Batı emperyalizminin uşaklığını yapıyor. Son yıllarda yoğunluk kazanan ve yeni sömürge anlaşmalarıyla güçlendirilen bu uşaklık politikasının, Arap ülkeleri başta olmak üzere komşu ülkeler halklarının öfkesine yol açtığı bir gerçektir. ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliği anlaşması, Türkiye’nin bölgeye yönelik emperyalist politikalarda üstlendiği gerici rolü daha da pekiştirmiş; bu durum başta Filistin, Irak, Libya ve Suriye olmak üzere, bölge ülkeleri halklarının Türkiye gericiliğine karşı güvensizliğini artırmıştır. Türkiye burjuvazisinin NATO üyesi olma gerekçesiyle Balkanlara asker göndermesi, Arnavutluk ve Yugoslavya’ya emperyalist müdahalede görev alması, topraklarının Irak’a saldırı üssü olarak kullanılması, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına bağlanmasının yol açtığı sonuçlardan bazılarıdır. Yunanistan’la karşılıklı geliştirilen “yumuşama” politikasının ne kadar devam edeceği, ya da nasıl gelişeceği belirsizdir. Kıbrıs ve Ege adaları sorunları çözümsüz durumdadır. AB’ye girme isteği Amerikan emperyalizminin çıkarlarına da uygun düşmesine karşın, bunun getirdiği ek sorunlar işbirlikçi gericiliği zora sokan bir diğer etkendir. ABD taşeronluğu gereği izlenen bölge politikası, Kafkasya ve Orta Asya’da girişilen Rusya karşıtı komplo ve darbe tezgâhları, Rusya ile var olan çelişkileri derinleştiriyor. Ülkenin tüm kaynakları, enerji santralleri, iletişim ve dolaşım hatları ve tarım alanları emperyalistlere peşkeş çekilmesine, uluslararası tekellerin çıkarlarına uygun biçimde tahkim anlaşması imzalanmasına ve askeri işbirliği anlaşmalarıyla sömürgeciliğin zincirleri her alanda daha kuvvetle bağlanmasına karşın, uşak burjuvaziden daha fazlasını isteme tutumu devam etmektedir. Bütün bunlar, propaganda edildiği gibi, işbirlikçi gericiliğin bölgede sözü dinlenir ve saygı duyulur bir güç oluşunu değil; nefret edilen bir emperyalizm kuklası ve taşeronu oluşunu göstermektedir.
Emperyalizm işbirlikçiliği ve ülke topraklarının savaş cephaneliğine çevrilmesi, NATO üyeliği, emperyalist üslerin varlığı, stratejik işbirliği anlaşmalarıyla emperyalist müdahalenin yolunun açılmış olması, militarist bürokratik aygıtın sürekli takviyesi ve modernizasyonu, kontra örgütlerinin CIA ve MOSSAD bağlantılı yeniden yapılandırılması, egemen sömürücü sınıfları işçi sınıfı ve emekçiler karşısında bir ölçüde güçlendirmekle birlikte: halk düşmanı politika, halkın düzen kurumlarına, partilerine ve hükümete tepkisine yol açmakta, istikrarsızlığı derinleştirici bir rol oynamaktadır. Ülkenin ve kaynaklarının emperyalist gericiliğe ve uluslararası tekellere peşkeş çekilmesi, uluslararası tahkimin ve “yabancı sermaye”nin ülkedeki faaliyetler nedeniyle herhangi biçimde uğrayacağı zararın emekçilerin sırtından karşılanmasının kabul edilişi; özelleştirmenin sürdürülmesi, ücret ve maaşların düşürülmesi, tarım ve hayvancılık üretiminin tekeller yararına önemli oranda dumura uğratılması, işçilere yönelik saldırıların artması, sendikasızlaştırma ve baraj sistemiyle sendikaların güçten düşürülmeye çalışılması, emekçi tepkisinin büyümesine neden olmaktadır. Burjuva diktatörlüğünün, düzen partilerinin ve gericilik ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden hükümetin “ayakları altındaki toprak”, ivmesi düşük bir hızla da olsa kaymakta, düzen partileri ve kurumlarından kopuş eğilimi güç kazanmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye egemen sınıflarının içinde bulundukları açmazın hafife alınamayacağını göstermektedir. Burjuvazi ve gericilik ekonomik ve sosyal-siyasal alanda, içerde ve dışarıda önemli zorluklarla karşı karşıyadır. Bu nedenledir ki, emperyalist ideolojinin yerli borazanları ikide bir “sosyal patlama tehlikesi”nden söz etmekte; hükümetleri, halk kitlelerinin öfkesini söndürecek “tahliye kanalları” açmaya çağırmaktadırlar.

HALKA KARŞI SORUMLULUK VE SORUMLU POLİTİKA
Sınıf güç ilişkilerinin bugünkü durumu, emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerinin geriliği ve emekçi hareketinin henüz aşılamayan dağınıklığı burjuvaziye politikalarını uygulama kolaylığı sağlamaktadır. Burjuva emperyalist ideolojik kuşatma ve emekçi hareketinin henüz kitlesel yükselişler biçiminde gelişmiyor olması, burjuvazinin işini bir ölçüde kolaylaştırmakta, şoven ve faşist propagandanın ve düzen partilerinin vaazlarının şöyle ya da böyle etkili olmasını sağlamaktadır. Artan hoşnutsuzluk ve güvensizliğe karşın, emekçilerin önemli bir kesimi henüz burjuva ideolojik politik etki altındadır ve düzen partilerinden birinden ötekine gidip-gelme tutumunu sürdürmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin bağımsız politik örgütlenmesi henüz burjuva-gerici kuşatmayı kırma düzeyine ulaşmaktan uzaktır. Sırtını uluslararası gericiliğe ve esas olarak Amerikan emperyalizmine dayamış işbirlikçi burjuvazi ve onun hizmetindeki düzen partileriyle hükümete cesaret veren esas etken budur. Hükümet, halk kitlelerinin taleplerini karşılayan politikaları uyguladığı, halkın desteğine ve güvenine sahip olduğu için değil; baskı, zorbalık ve yasaklarla emekçileri önemli oranda sindirmeyi başardığı ve emekçi hareketi saldırıları püskürtecek ve burjuvaziye geri adım attıracak örgütlü bir mücadele düzeyine ulaşamadığı için ayakta durabilmektedir.
İşçi ve emekçi hareketine son yıllarda damgasını vuran istikrarsızlık devam etmektedir. Bunun birçok nedeni vardır: Uluslararası burjuvazinin ideolojik kuşatması, burjuva saldırıları, sendika ağalarının hareketi geri çekici ve etkisizleştirici rolü, sendikaların mücadele örgütü konumlarını önemli oranda yitirmeleri, burjuva liberal ve reformist grupların emekçilerin ileri kesimleri içindeki hareketi geri çekici tutumları, devrimci sınıf politikalarının hareket üzerindeki etkisinin yetersizliği başlıca etkenler arasındadır.
Bu durum ve etkenler işçi ve emekçilerin mücadelesini zayıf düşürürken, sınıf içinde devrimci çalışma yapan sınıf bilinçli işçiyle devrimci sınıf partisinin propaganda, ajitasyon ve örgütleme çabasının sonuçları üzerinde de olumsuz etkide bulunmaktadır. Sermaye ve gericiliğin artan saldırılarının hedefi olan işçi sınıfının, kent ve kır yoksullarının, topraksız, az topraklı köylünün, küçük üreticilerin emperyalizme ve tekelci burjuvaziye karşı birleşik bir hareket içinde mücadeleye atılmaları, saldırıları püskürtmenin başlıca koşuludur. İşçi sınıfının tüm ezilenlerin taleplerini kararlılıkla sahiplenmesi; kent ve kır yoksullarıyla küçük üreticinin işçilerin yanında saf tutmaları, emekçi kitle örgütlerinin birlikte hareketi zorunludur.
Bugün, kitleler içinde sabırlı ve inatçı bir çalışmayı ısrarla sürdürmek, birim çalışmasını güçlendirmek, devrimci ajitasyon ve siyasal teşhiri daha geniş kesimler içinde yürütmek, sendikaların güçlü mücadele mevzileri olarak örgütlenmesi için burjuvaziye ve onun işçiler içindeki tüm uzantılarına karşı mücadele etmek, emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeylerinin yükseltilmesi için daha fazla çaba göstermek, bunun tüm araç ve yöntemlerini uygulamada ustalaşmak, mevzi direnişlerin birleştirilmesine çalışmak, bütün bu çalışmalar içinde sınıf partisinin mevzilerini güçlendirmek büyük bir önem taşımaktadır.
Uluslararası ve iç koşullar bugün, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelede halkın tüm kesimlerinin; işçi ve emekçilerin çıkarlarına bağlı politik ve sendikal örgütlenmelerin güncel somut talepler etrafında seferber edilmesini, başlıca görev olarak öne çıkarmıştır. Bu durum, kent ve kır emekçileri içindeki bağımsız devrimci çalışmanın başlıca hedefinin, hangi politik akım ya da parti tarafından etkilenmiş olursa olsun, emekçilerin en geniş kesimlerinin birleştirilmesi ve sermayenin saldırılarına karşı örgütlü mücadeleye çekilmesi olarak tespitini ve buna uygun taktiklerde birleşmeyi zorunlu kılıyor. Sınıf mücadelesinin bugünkü can alıcı, en önemli sorunu, sermaye ve güçlerine karşı emek cephesinin örülmesi, işçi sınıfı ve kent ve kırın tüm yoksullarının birleştirilmesidir. Kapitalist parti fraksiyonları tarafından aldatılan emekçileri kendi kurtuluşları yönünde uyarma ve kitleler içinde bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm fikrinin gerçek ve değiştirici bir maddi güce dönüşmesini sağlamanın yolu, ayrım çizgisini emek-sermaye kutuplaşması olarak koymaktan geçiyor, işçi sınıfı mücadelesinde belirleyici konumdaki ağır sanayi işçilerinin yüz binler halinde hâlâ sermaye partileri ve burjuva sendikacılık akımlarının etkisinde oldukları; gelenek ve alışkanlıkların düzen güçlerine kuvvet verdiği, halkın aldatılmasını kolaylaştırdığı koşullarda, temel ayrımın nesnel sınıf bölünmesi alanında yapılması hayati öneme sahiptir. Halkın sorunlarını ve taleplerini ikiyüzlüce sahiplendiklerini vaaz edenlerin gerçek yüzlerini açığa çıkarmak, ancak bu talepleri kararlıca sahiplenerek ve ikiyüzlü burjuva gericilere “buyurun bu taleplerin gerçekleşmesini sağlayalım!” diyebilme gücü göstermekle mümkündür. Emek-sermaye kutuplaşmasında, henüz kendi sınıf çıkarlarının düzen partileri ve kurumlarından kopuşu gerektirdiğini yeterince kavrayamamış geniş emekçi kesimlerinin, uluslararası sermaye ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadeleye çekilmesine hizmet eden taktikler izlemek, buna uygun ve hareketin ilerletilmesine hizmet eden ittifaklar gerçekleştirmek, sermaye partileri ve kurumlarının gerçek yüzlerinin açığa çıkmasını, onları, halkın talepleri karşısında aldıkları ikiyüzlü tutumlarının açıklık kazanacağı platformlara çekmeye çalışarak teşhir etmek, vaazlarının aldatıcı içeriğini gözler önüne sermek önem taşımaktadır. Bunu gözetmeyen her tutum, hangi gerekçeye bağlanırsa bağlansın, sermaye ve gericiliğin planlarına darbe vurması bir yana; emek güçlerinin birleşik hareketinin zaafa uğratılması ve şurada ya da burada, şu ya da bu düzen partisinin etkisi altında, parçalanmış halde kalmasına -niyetten bağımsız olarak- hizmet edecektir.
Burjuva liberal ve reformist akımın çeşitli kolları emekçilere yönelik propagandalarında halkın taleplerinden, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve ülkenin demokratikleşmesi gereğinden söz etmelerine karşın, bunun AB gibi emperyalist gerici merkezlerle ilişkilerin geliştirilmesi sonucu mümkün olabileceği anlayışını yayarak, burjuva-emperyalist ve gerici ideolojik etkinin güçlenmesine yol açmaktadırlar. HADEP ve ÖDP gibi partiler, burjuvazi ve emperyalist gericiliğin karakterinin değiştiği, herkes için demokrasinin olanaklı hale geldiği, demokratikleşmenin AB’ye girişle birlikte gerçekleşmesinin kaçınılmaz olacağı türünden beklenti ve düşüncelerin güçlenmesi yönünde çaba göstermekte, bu tutumlarıyla emekçilerin mücadelesini güçten düşürmekte, emekçiler içinde burjuvazi ve emperyalist gericilik yararına beklentilerin güç bulmasına neden olmaktadırlar. Sermaye ve gericilik, burjuva-liberal parti, grup ve çevrelerin uzlaşmacı politikalarından yararlanmayı ihmal etmemekte, reformist liberal politikalardan önümüzdeki dönemde de, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesini bölme, güçten düşürme ve saptırma amacıyla yararlanmayı hedeflemektedir.
Liberal parti ve grupların emekçi kitle hareketi karşısındaki tutumları ve izledikleri politika niyetle ilgili bir sorun değildir. Hangi niyetle izlendiğinden bağımsız olarak bu politika işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesini zayıf düşürmekte; bu parti, grup ve çevrelerin etkilediği emekçi kesimlerinin sermayeye karşı kararlı bir mücadeleye çekilmesinin, emekçi hareketinin ilerletilmesinde görebileceği olumlu işlev yerine getirilmemekte; bunların etkilediği kesimlerin kitle örgütlerinde mücadeleyi geri çekici bir rol oynamalarına yol açmaktadır.
İşçi-emekçi hareketinin istikrarsızlığının ve halk mücadelesinin düşük düzeyinin geçici olduğu, burjuva politikaları ve hükümet uygulamalarının halk içinde güvensizliğe ve öfke birikimine yol açtığı bir gerçektir.
Burjuvazi ve diktatörlüğün en önemli açmazlarından biri, Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün devamıdır. Burjuvazi ve gericilik, bu açmazını, Kürt gericiliğini bir biçimde yedekleyerek, içerde ve bölge ülkeleriyle ilişkilerinde kullanabileceği bir olanak olarak değerlendirme hesabı yapmakla birlikte; Kürt halkının taleplerini görmezden gelme veya baskı ve terörle cevaplama tutumunu sürdürmektedir. Kürtlerin varlığı ve haklarının inkârı politikasında ısrar, Kürt emekçilerinin hak eşitliği taleplerine baskı ve yasaklarla cevap verilmesi; burjuva reformcu ve uzlaşmacı politikalarla baskı ve terörün yol açtığı yorgunluk ve umutsuzluğa karşın, Kürt emekçileri içinde öfke birikimine yol açmaktadır.
Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, burjuvaziye, bu sorunu başka etken ve araçlarla birlikte, ezilenlerin hareketini ve mücadelesini bölmek ve yenilgiye uğratmak amacıyla kullanma olanağı vermektedir. Kürtlerin baskı altında tutulması, kültürleri ve dilleri üzerindeki yasak ve baskının devam etmesi, tam hak eşitliği temelinde birlikte yaşam talebinin reddi, Türk milliyetinden emekçilere herhangi bir yarar sağlamadığı gibi, işçi ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesini zaafa uğratma gibi bir sonuca da yol açmaktadır. Burjuvazi ve emperyalizmin hâkimiyetinin ve kapitalist sömürü ve baskının ortadan kaldırılması mücadelesi, hangi milliyet kökeninden gelirse gelsin tüm işçi ve emekçilerin en tam birliği ve birleşik mücadelesini gereksinmesine karşın, sorunun çözümsüzlüğü bağımsızlık ve siyasal özgürlük mücadelesine darbe vurmaktadır.
Kürt işçi ve emekçilerinin ulusal baskıdan ve ayrımcı uygulamalardan kurtulmaları Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelesini güçlendireceği gibi. Kürt gericiliğinin Kürt işçi ve emekçi hareketini bölme, hareketi emperyalizmin yedeğine çekme girişim ve olanaklarına da darbe vuracaktır. Kürtlerin tam hak eşitliği savunusu ve bunun için gösterilecek ikirciksiz çaba, Kürt işçi ve emekçilerinin Kürt ve Türk gericiliği ve emperyalizm karşısındaki konumlanışını güçlendirecek, işçi sınıfı ve kent ve kırın emekçilerinin bağımsız örgütlenmesi ve kurtuluş için mücadelesi güçlenecek, sınıf mücadelesinin keskinleştiği kritik zamanlarda, hareketi bölmenin aracı olarak kullanılma olanağı bu sorun açısından zayıflayacak veya ortadan kalkacaktır. Bu yönlü gelişmelerin sermaye ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadelede yaşamsal bir önemi olduğu kesindir.
Geleceği karartılan ve umutsuzluğa sürüklenenler arasında gençlik kitleleri özel bir yer tutmaktadır. Toplumun genç kuşakları umutsuzluk ve çöküş içinde, toplumsal sorunlara ilgisizliğe zorlanan; bencillik ve çıkarcılıkla gözleri karartılmış biçimde oradan oraya sürüklenen yığınlara dönüştürülmek istenmektedir. Onlardan istenen, emperyalizm uşağı burjuvazinin politikalarına tam bağlanmadır. Genç kuşaklar hem ucuz işgücünün en önemli kitlesini oluşturmakta; hem de en küçük bir taleple harekete geçtiklerinde polis ve jandarma saldırısı ve kontra cinayetleriyle yıldırılmak istenenlerin başında gelmektedirler. İşçi ve çırak gençlere dayatılan yoksulluk ve sefaleti sessizce ve boyun eğerek benimseme, hiçbir sosyal hakkı olmaksızın kapitalistler için durmadan çalışma; örgütlenme ve mücadeleye atılmaktan geri durarak kaderine razı olmadır.
Türkiye’de kişi başına eğitim harcaması yılda yalnızca 90 dolardır. Türkiye işbirlikçi burjuvazisi saltanatının devamında cehaletin önemli bir rolünün olduğu bilinciyle emekçi çocuklarına okulların ve eğitimin kapılarını bütünüyle kapatma tutumu içindedir. Eğitim her düzeyde paralı hale getirilirken, 86 milyon liralık asgari ücretle çalışan milyonlarca emekçinin; yoksulluk sınırında yaşam mücadelesi veren 12 milyon insanın çocuklarını okutması giderek zorlaşmaktadır. Eğitim sistemi, kapitalist ayrıcalıklı sınıfın ve üst bürokrasinin çıkarları yönünde düzenlenirken, işçi ve emekçi gençliğinin öğrenci kesiminin yolu yeni engellerle kesilerek, kitlesel biçimde kapitalistlerin niteliksiz ucuz işgücü olmaya itilmektedir.
Gençlik kitlelerinin içinde bulundukları durumdan bir çıkış yolu bulmaları, geleceklerinin ve umutlarının karartılmasına meydan vermemeleri, kapitalist gericiliğe ve emperyalist burjuva kuşatmaya karşı yürütülen mücadelede aktif ve militan bir ver tutmalarına bağlı hale gelmiştir. Toplumsal çürüme ve kapitalist çözülüşün dayattığı bireycilik ve çıkarcılıktan koptukları ve toplumsal kurtuluş amaçlı bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine katıldıkları oranda, somut ve acil taleplerin elde edilmesi olanağının da genişleyeceğini en başta genç kuşakların kavraması gerekmektedir. Tersinden, gençlik kitleleri bulundukları her alanda, emperyalizm ve gericiliğin dayattığı politikalara, iş ve okul kapılarının kapanmasına, zihni ve fiziki yıpranma koşullarının daha da ağırlaşmasına karşı mücadeleye atıldıkları; bunun aracı örgütlenmeler içinde, fabrika, işyeri, atölye, okul ve semtlerde bir araya geldikleri oranda kurtuluş mücadelesi güç kazanacaktır.
Bugün emekçi hareketinin en önemli sorunlarından biri de, hareketin gençlik kuşakları içinde güç bulmuş devrimci bir birikim ve girişkenlikle beslenememesidir. İşçi sınıfının bilimsel dünya görüşünü bir düşünce akımı olarak benimsemekle kalmayıp, bunu emekçiler içinde dönüştürücü maddi bir güce çevirmek üzere, inanç ve kararlılıkla işe koyulacak genç kuşaklar, geleceği ve zaferi kazanmanın teminatı olacaklardır. Bugün hareketin böyle bir kuşağa gereksinimi yaşamsal önemdedir.
Emekçilerin her bir kesiminin içinde bulundukları durum ve talepleri, sermaye politikalarına karşı halkın tüm kesimlerinin birlikte mücadelesini olanaklı kılarken, düzen ve devlet karşıtı emekçi öfkesi devrimci bir girişkenlik ve ayağa kalkış için zemin hazırlamaktadır. Milyonlarca emekçi saldırıları sessizce karşılamayacak ve kabullenmeyecektir. Birbirinden ayrı olmakla birlikte, sürüp giden işçi direnişleri, küçük grevler, iş bırakmalar, fabrika önlerindeki eylemler, demokratik siyasal haklar için gösterilen çaba, IMF ve hükümet politikalarına duyulan öfke, güçlü ve kitlesel boyutlu eylemlerin gelişebileceğinin göstergeleridir. Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri tarafından dayatılan ekonomi politikanın işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin yaşamını “cehennem”‘e çevirdiği koşullarda, emekçilerin düzen partileri ve kurumlarından uzaklaşmaları ve emekçi hareketinin burjuvaziden bağımsız bir yönelişe girmesi kaçınılmazdır. Henüz yeterince güçlü ve düzen kurumları ve güçlerini tehdit edecek bir düzeye ulaşmaktan uzak olmakla birlikte, yasak ve baskıları göğüsleyerek başvurulan grev, gösteri, iş yavaşlatma gibi birçok eylem, birleşik bir hareket içinde bir araya geldiğinde, emekçilerin sermaye ve hükümetlerine karşı daha etkin mücadeleler içine girebileceklerini göstermektedir.
Bu bakımdan emekçiler içinde yürütülen devrimci çalışma, asla boşa gitmemektedir. Sosyal, ekonomik ve politik gerçeklerin ve sınıf ilişkilerinin açıklanmasına şu ya da bu yanıyla katkıda bulunan her çaba, dağıtılan bildiri, çıkarılan bülten, okutulan kitap ve gazete, yapılan işçi kitle toplantısı, parti açıklamaları ve işçi ve emekçilerin taleplerini içeren çağrılarla bunların dile getirildiği miting ve gösteriler, büyük kitle direnişlerini besleyen kılcal damarlar görevini görecektir.
Bu çalışma, başarıyla yürütüldüğü ve işçi sınıfıyla emekçilerin geniş kesimlerine ulaşıp onlara mal olduğu oranda, burjuvazinin saflarında bozucu etki yapacak, onun sınıf egemenliğine darbe vuracak, burjuva propagandasının ikiyüzlülüğünü açığa çıkaracak, kapitalist saldırıların püskürtülmesi ve burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin başarıya ulaşmasına hizmet edecektir.

Kasım 2000

İsrail katliamları ve emperyalist zinciri kırmanın yolu

Emperyalist güçlerin kendi nüfuz bölgeleri olarak gördükleri yerlerdeki çatışmaları emperyalizmden bağımsız, yerel güçler arasındaki çatışmalar ve savaşlar olarak görmek, yanıltıcılığının ötesinde emperyalizmin işini kolaylaştıran büyük bir yanlıştır. Zira emperyalist güçler, onlarca yıldır hâkim oldukları, olmak istedikleri coğrafyalara, çok zorunlu olmadıkça kendileri müdahale etmiyor; kukla devletlerini kullanarak ya da bölgedeki karşıt güçleri kapıştırarak bir “barış gücü” kisvesi altında kendilerine meşruiyet zemini yaratıyor. Bu bir de İsrail’in Filistinlilere karşı giriştiği katliamın gerçekleştiği Ortadoğu gibi petrol ve enerji yatakları açısından dünya hegemonya mücadelesinin önemli merkezlerinden birinde geçiyorsa, o zaman daha kapsamlı bir bakışı da gerekli kılmaktadır.
Ortadoğu’daki ilişkiler, tarihi boyunca hâkim emperyalist güçler tarafından şekillendirilmeye çalışılmış, dünya emperyalist piramidindeki konum ve güçlerine göre emperyalist devletlerin bu bölgeye müdahaleleri söz konusu olmuştur. Bölgenin petrol kaynakları açısından dünya pazarındaki etkin konumu, bu bölgeye dönük emperyalist müdahaleleri daha bir kızıştırmış, onu dünyanın diğer bölgelerine göre, emperyalist hegemonya mücadelelerinden kaynaklanan çatışmalar açısından çok önemli bir merkez durumuna getirmiştir.
ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi emperyalist devletlerdeki enstitüler, think-tankler (düşünce kurumları) açısından Ortadoğu’nun öne çıkan bir ilginin konusu olması da yine bu nedenledir. Pentagon’a bağlı düşünce ve proje üreten birçok kurum için bu bölge, hiç gözden kaçırılmaması gereken, sürekli yeni hamlelere gebe bir satranç tahtası gibidir. Bu satranç tahtasındaki şah, vezir, fil, at gibi etkin taşların dışında piyon gibi, işlevleri sınırlı taşların yaptığı ve yapacağı olası hamleler de, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerce belirlenmeye, çekilip çevrilmeye, yönlendirilmeye çalışılmaktadır.

RUSYA, İRAN VE IRAK’IN GÜÇTEN DÜŞÜRÜLMESİ
Ortadoğu, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve böylece emperyalistler arasındaki güç ilişkilerinin temelden değiştiği koşullarda, emperyalist müdahalelere daha açık bir hale gelmiştir. Bugünkü konumuyla bölgedeki emperyalist güçlerden biri olan Rusya’nın, son yirmi yılda, ekonomik olarak da ABD’nin ve uluslararası emperyalist mali kuruluşların eline düşmesi, hâkimiyet alanlarında öne çıkan milliyetçi ayaklanma ve çatışmalar, yaşadığı iç karışıklıklar, onu, Ortadoğu’daki eski iddialı konumundan geriye düşürmüştür.
“İslam devrimi” ile birlikte ABD’ye karşı tavır alan İran’ın, yaklaşık son beş yıldır ABD ile uyumlu bir bölge politikasına razı olması ve bu yöndeki ilişkilerini daha da derinleştirmesi, ABD’nin bölgedeki manevra alanını genişleten bir etki yapmaktadır. İran’la sekiz yıl süren savaşının ardından, ABD’nin ağır silahlı saldırısı ve ekonomik ablukasıyla karşılaşan Irak da, bugünkü konumuyla ABD’ye karşı tavır geliştirmek açısından eskisine göre daha mecalsiz bir durumdadır. Aynı şeyi Arap milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden Kaddafi’nin Libya’sı için de söylemek mümkündür. Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ise bölgede ABD’nin saldırılarını meşrulaştıran ve kolaylaştıran iç gericilikler durumundadır.

İTTİFAK İSRAİL’İ CESARETLENDİRİYOR
Bunlarla birlikte Ortadoğu’da İsrail’in konumunu Arap halklarına karşı öncesine göre fazlasıyla güçlendiren ve ABD müdahalelerine de daha açık hale getiren çok önemli diğer gelişme de Türkiye-İsrail-ABD ittifakıdır. Son sekiz yıldır İsrail’le Türkiye arasında imzalanan ekonomik ve askeri işbirliği anlaşmaları İsrail’in bölgede kendisini daha “güvenli” hissetmesini ve pervasız davranmasını kolaylaştıran gelişmelerdir. Bu ittifakın Ortadoğu’nun Müslüman halkları için ifade ettiği anlam ise kaygı ve öfkedir. ABD, bu ittifakla, Ortadoğu’nun silahlanma düzeyi açısından en güçlü iki ordusunu kendi politikalarına karşı çıkacak her güce karşı birleştirmiş olmaktadır.
Tüm bu dengeler birbirini etkilemekte ve Ortadoğu’daki ABD pozisyonunun derinliğini ve hareket alanını belirlemektedir. Aynı şekilde 1948’de kurulan ve kuruluşundan beri ABD’nin desteğiyle, onun bölgedeki çıkarlarını düzenleyen bir kukla devlet olarak davranan İsrail’le Filistin halkı arasındaki uzun savaşın süreç içindeki vardığı basamaklar da, bölgedeki güç dengelerinden bağımsız olarak ele alınamaz.

RUSYA’NIN TOPARLANMA SÜRECİ
Yukarıda özetlenmeye çalışılan siyasal dengeler içindeki önemli bir başka gelişme de, Putin’le birlikte Rusya’nın yeni bir toparlanma sürecine girmiş olmasıdır. Rusya, Putin’in başa geçmesiyle birlikte, önceden yitirdiği, yitirmekle yüz yüze kaldığı etkinlik alanlarındaki gücünü yeniden kazanmaya yönelik hamleler yaptı. Bunun dışında, sadece kendisine yönelik bir nükleer saldırı olması durumunda, nükleer silah kullanmayı öngören Nükleer Doktrini’ni yenileyerek bu koşulu kaldırdı ve kendi toprak bütünlüğü ve egemenlik ilişkileri açısından tehlike olarak gördüğü her durumda nükleer silah kullanmayı, doktriner olarak benimsedi. Bu arada Suriye’deki Rus üslerinin yenilenmesi kararlaştırıldı. Bölgenin etkin güçlerinden Suriye ile bu ilişkinin dışında, İran’da Rus mühendislerinin nükleer enerji santralleri kurması kararlaştırıldı. Rusya İran’a nükleer teknoloji satacak. Ayrıca Rusya’nın İran’a silah satışı da giderek yoğunlaştı.
Tüm bu gelişmeler, bölgenin tek hâkimi olmak isteyen ABD’yi bölgede son dönemde azami düzeye çıkardığı hâkimiyetinden Rusya’ya pay kaptırmamak için daha aceleci ve müdahaleci davranmaya yöneltti. Bugün için Rusya, bölgede ABD çıkarlarını tehdit eder düzeyde bir güç oluşturamasa da, gelecek açısından böyle bir tehlikenin potansiyel olarak bile var olması ABD’yi bu ihtimali hesap eden politikalara itmektedir. Keza Rusya şu an ABD ile açık bir hesaplaşmayı göze alabilecek bir durumun gerisinde gözükse de, bunun ileride daha farklı bir etkinlik noktasına varması ABD açısından önemli bir potansiyel risk demektir. Çünkü Rusya “yaralı” durumdayken bile Irak ya da Libya ile karşılaştırılamayacak düzeyde bir bölge gücüdür.
Ayrıca emperyalist diplomasi, bugün ulaştığı noktada emperyalistler açısından iç politika kadar etkin olunan bir alandır ve egemenlik ilişkilerinin gerektirdiği tarzda zaman zaman yeniden yapılandırılmakta, hareketli tutulmaktadır. Hiçbir nüfuz alanı emperyalistler açısından ilgi gösterilmeden bir kenarda duran ve sürekli emir-komuta bekleyen bir durumda değildir. Boş bırakılan bir bölgenin başka bir emperyalist tarafından bir gedik bulunduğunda girilebilecek bir yumuşak karın olarak değerlendirileceği, bütün emperyalistler tarafından, özellikle de ABD tarafından çok iyi bilinmektedir.

CAMP DAVID’DEN HAREMÜŞŞERİF’E
İsrail’le Filistin’in masaya oturtulduğu Camp David Zirvesi’nin çökmesi ve Filistin’in bağımsız devlet ilan edeceğini açıklaması, İsrail kadar ABD açısından da bir dize getirme ve burun sürterek kendi lehine yeni bir denge kurma tulumunu öne çıkartmıştır. Nazi bozuntusu ve İsrail kasabı Ariel Şaron’un 28 Eylül’de Haremüşşerif’e yönelik provokatif ziyaretinin patlattığı Filistin öfkesi ve İsrail terörü, ABD tarafından “uzlaştırıcı güç” maskesi altında bölgedeki pozisyonunu daha da pekiştirme fırsatı olarak değerlendirildi. Önce Pentagon ve CIA güdümlü ABD medya tekelleri tarafından “iki İsrailli askerin linç edilmesi” öne çıkarılarak İsrail saldırıları haklı gösterilmeye çalışıldı. İsrail tankları, helikopterleri, gemileri, füzeleri ve birlikleriyle gerçekleştirilen ve çoğu genç ve çocuk 200 dolayında Filistinlinin yaşamına mal olan saldırılar, ABD medyası ile onun “müttefiki” durumunda olan, dolayısıyla ona bağımlı bulunan ülkelerin medyasının düzlediği zemin üstünde gerçekleşti.
“ABD barışı”nın bugünkü halkasında gerçekleşen bu katliamdan sonra ABD iki tarafa “barış çağrısı” yapan güç olarak ortaya çıktı. “Saldır, gözdağı ver, karşındakini suçla ve ardından da kendi isteklerini dayatarak anlaşma yap” mantığı üzerine kurulu ABD barışı yine sahnedeydi ve halkının baskısı nedeniyle Camp David’te tam teslimiyete razı olmayıp bağımsız devlet ilan edeceğini açıklayan Arafat’ı cezalandırmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. ABD medyası daha önce “uzlaşmaya” yanaşmayarak Camp David’in çökmesine neden olan taraf olarak ilan ettiği Filistin tarafını son kanlı olayların sorumlusu olarak göstermeye devam etti.
Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde Ati D (Clinton), AB (Solana), Mısır (Mübarek), Ürdün (Abdullah), Filistin (Arafat) ve İsrail’in (Barak) katılımıyla yapılan zirve böylesi bir ortamda gerçekleşti. Ortada daha kuruluşundan bu yana yarım asırdır işgalci bir durumda bulunan İsrail’in yeni bir katliamı değil de, Filistin’in uzlaşmaz tavırlarının neden olduğu çatışma ortamı vardı ve bunu gidermek, daha fazla kişinin ölmesini önlemek(!) ABD ve Avrupalı emperyalistlere düşüyordu. Bu anlaşmada Arafat’a imzalattırılan gizli “güvenlik mutabakatının İsrail’in “güvenliği” üzerine şekillenmesi şaşırtıcı olmadı. Bu, bağımsız yaşayabilmek için bugüne kadar binlerce evladını yitiren Filistin halkı açısından tam anlamıyla bir “acı barış”tı. İmzalanan antlaşma, ABD’nin bölgedeki konumunu pekiştirmek açısından bir nifak belgesinden öteye geçmeyen Oslo Antlaşmasından daha da geriye düşürdü Filistin’in konumunu. Daha önce Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı ile “işgal altındaki topraklar” olarak anılan Batı Şeria-Gazze bölgesi, Şarm El-Şeyh’te “topraklar” olarak anıldı. Bu aslında İsrail açısından değil Oslo, kuruluşundan beri sağladığı en ileri mevziiydi. Böylelikle İsrail bölgede bir “işgal gücü” olmaktan tamamen kurtuluyor ve meşru bir konumda zikrediliyordu. Varılan anlaşmada Arafat ve beraberindeki heyet, katliamları soruşturacak komisyonun başında katliamların asıl tetikçisi olan ABD’nin bulunmasını kabul etti. CIA destekli bu gizli mutabakatın ardından Filistin yönetimi sokaklardaki eylemlerin sorumlusunu “Filistin’in emirlerine uymayan İslami hareketler” olarak gösterdi.

ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN MECALSİZLİĞİ
Ve İsrail, Şarm El-Şeyh’te varılan “anlaşmada” şiddetin sona erdirilmesinin istenmesine rağmen Filistin topraklarına saldırılarını sürdürdü. İsrail Başbakanı Barak “barış” sürecinin askıya alındığını açıklayarak arkasına aldığı destekle Filistin topraklarına yapılan saldırılara devam işareti verdi.
Ardından da, Filistin’in bağımsızlığını ilan etmesi durumunda “Apartheid planı” olarak adlandırılan “tek taraflı bölme” planını devreye sokma tehdidinde bulundu. Bu plan Filistinlilerin yaşadığı bölgeleri kuşatarak Filistin’i yalıtmayı, yani bir toplama kampına çevirmeyi esas alıyor.
Aslında Filistin davası bakımından düşünüldüğünde bu yalıtma planının ABD tarafından bölgesel ölçekte yaratıldığını, İsrail saldırılarının bunun üzerinden gerçekleştiğini söylemek abartı olmaz. Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan Arap Zirvesi’nden çıkan sonucun İsrail’i kınamaktan öteye gitmemesi bunun göstergesidir. 21 Arap ülkesinin katıldığı zirveyi terk eden Libya’nın dışında diğer ülkelerin sonucu yetersiz bulduklarını açıklamakla yetinmeleri bunun işaretidir. 1996’daki Arap Zirvesi’ne çağrılmayan ve bir süre öncesine kadar ABD’ye açıktan kafa tutan Irak ve bölgenin diğer etkin gücü Suriye dâhil hiçbir ülke, ABD’yi açıktan karşısına alan bir tutum sergileyemedi. Bu Ortadoğu’da ABD’nin bölgede kendisine tavır alan güçleri de siyasi olarak mecalsiz bir noktaya getirmesinin bir sonucuydu. ABD karşısındaki Arap milliyetçiliği geçmişe göre ciddi anlamda mevzi kaybetmiş ve bu, İsrail ile Filistin arasındaki dengelerin İsrail’in lehine daha da ağır basmasına olanak sağlamıştı. Siyasi ve moral değerler bakımından bu noktaya gelinmesinde, yukarıda değinildiği gibi, Türkiye egemenlerinin takındığı tavır da etkili olmuştu. İsrail’le son sekiz yıldır geliştirilen askeri ve ekonomik işbirliği ve ABD-İsrail-Türkiye ittifakı, İsrail’i Filistin halkına ve diğer Ortadoğu halklarına karşı daha fazla şımartmış, bu şımarıklık hegemonya mücadelesiyle birleşince ister istemez kışkırtıcı bir rol de oynamıştı.

DÜZEN PARTİLERİ İSRAİL’E SELAM ÇAKIYOR
DSP-ANAP-MHP hükümetinin İsrail’in katliamcı tutumunu es geçerek göstermelik biçimde karşılıklı “diyalog” önermesi İsrail’i daha da cesaretlendirirken, Filistin halkının ve komşu Arap halklarının tepkisini çekmişti. 28 Şubat’ın hâkim güçlerinin zoruyla da olsa ABD-İsrail-Türkiye ittifakının altına imza atan Erbakan’ın geleneğini temsil eden FP içinden de İsrail’le karşı açıktan bir tavır gösterilmemiş, düzen partilerinin tümü İsrail’e karşı geliştirilecek böylesi bir tavrın kendi pozisyonlarını zora sokacağını düşünmüştü. Birçoğu böyle bir tavrı zaten gerekli de görmemiş, ABD’nin planı çerçevesinde, onun çizdiği diplomatik hat içinde davranmasını ülke çıkarları için gerekli saymıştı.
Ülke içinde İsrail karşıtı gösterilere karşı polisin takındığı tavır da, aslında çatıdaki politik tercihin bir yansımasından başka bir şey değildi. İşin daha çarpıcı noktası ise Filistin topraklarına ve halkına yönelik İsrail saldırılarının sürdüğü günlerde Türkiye’nin İsrail’le sarmaş dolaş olması. İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Amira Arnon, ülkesinin Filistin’e yönelik saldırılarının sürdüğü günlerde Türkiye’de Çukurova ve GAP’ı gezerek toprak beğeniyordu. İsrail’in Türkiye ile geliştirdiği ittifak çerçevesinde Türkiye’de kurmayı amaçladığı serbest ticaret bölgesi kapsamındaki bu gezi sırasında Arnon, “Türkiye ile ilişkilerimiz askeri işbirliğinin çok ötesine geçti” diyor.
Tüm bunlar Türkiye yönetenlerinin 50 yıldır ABD ile girdiği efendi-uşak ilişkisinin bugün Türkiye’yi içine ittiği durumun nerelere vardığını göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Türkiye egemenlerinin dâhil olduğu bölge gericiliklerinin tümünün bugün Filistin’e karşı girişilen İsrail saldırıları ve ABD’nin bu saldırılar üzerinden kendi pozisyonunu daha derinleştirme ve geliştirme adımlarında pay sahibi olduğunu söylemek sadece gerçeği ifade etmek olacaktır.
Ve bugün İsrail-Filistin ilişkisi bağlamında oluşan tablo, emperyalizme karşı verilecek olan mücadelelerde halkların kardeşliği ve birlikte enternasyonalist bir dayanışma içinde davranmalarının gerekliliğini ve önemini göstermektedir. Ortadoğu’da emperyalist ABD zincirinin halkaları durumundaki tüm bölge gericilikleri, bölge halkları tarafından geriletilmeden, ABD’nin bölgedeki işgalci konumuna son verilmesi ve İsrail gibi “işgalci uydulardan kurtulmak mümkün olmayacaktır. Ortadoğu halklarının, emperyalizme ve kendi gerici iktidarlarına karşı gösterecekleri kararlılığın düzeyi, İsrail’in Filistin ve diğer bölge halkları üzerindeki tehdidine de son verecek tek anahtardır.

Kasım 2000

Üniversite gerçeği, bilim ve mücade

(Bu yazının, Özgürlük Dünyası’nın 50. ve 51. sayılarında yer alan “Yüksek Öğrenim Gençliğinin Örgütlenme Sorunları” başlıklı 2 bölümlük yazı ile birlikte okunması, sorunun kavranması açısından faydalı olacaktır.)

Üniversitelerde iki anlayış mücadele ediyor. Birisi; fikir babalığını Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) yaptığı, işbirlikçi sermayenin, hükümetin ve YÖK’ün ise adım adım uygulamaya koyduğu anlayış. Bu anlayışa göre üniversite, “Piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılarak kapılarını özel girişimciliğe açan, bilimin sermayenin hizmetine sunulduğu, üniversitelerin şirketlerle kaynaştığı, dahası, üniversitenin kendisinin holdinge dönüştürüldüğü” kurumlar olmalıdır. Diğeri ise, bilim insanı onurunu yitirmemiş akademisyenlerin, bilimsel öğrenim görmek isteyen öğrencilerin, insanca çalışma ve yaşama koşulları talep eden üniversite çalışanlarının ve bir bütün olarak, parasız, demokratik ve bilimsel eğitimden yana olanların savunduğu anlayıştır. Bu anlayışa göre üniversite; “Bilimsel araştırma ve öğrenimin özgürce yapılabildiği, bilimin sermayenin değil, toplumun, halkın hizmetinde olmasının gerekliliğini ilke edinmiş; şirketler, holdingler, uluslararası tekeller ve işbirlikçileri karşısında bağımsız kimliğini koruyan, devlet tarafından finanse edilen ve eğitimde fırsat eşitliğine uygun olarak yapılandırılan, özerk ve demokratik bir işleyişe sahip olan” kurumlar olmalıdır.
Geçtiğimiz ay içerisinde başlayan 2000–2001 eğitim-öğretim döneminde de üniversitelerde bu iki anlayışın mücadelesi yaşanıyor-yaşanacak.
Üniversitelerin açıldığı ilk günlerde YÖK’ün ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ortak olarak çıkardığı, üniversiteler ve bilim açısından “yüz karası” niteliği taşıyan bir broşür, öğrencilere dağıtıldı, ailelerine gönderildi. Böyle bir broşürün dağıtılması bile, üniversitelerin getirildiği noktanın sermaye, hükümet ve YÖK’ün üniversiteye yüklediği işlevin bilim, demokrasi ve özgürlük karşıtı içeriğini çarpıcı bir biçimde göstermiştir. Bu aynı zamanda bugün yükseköğrenime hâkim olan anlayıştır.
Üniversitelerde mücadele eden iki anlayışın birincisini temsil edenlerin çıkarıp dağıttığı bu broşüre karşı, öğrenciler de çeşitli bildiri ve broşürler yayınlayarak, üniversitenin gerçek işlevinin ne olması gerektiğini ortaya koydular. Bu belgeler ve içerikleri, üniversiteler ve bilim alanında süren mücadelenin güncel ifadeleridir. Mücadelenin kökleri ise oldukça eskilere dayanır.

ÜNİVERSİTE-BİLİM İLİŞKİSİ VE EGEMENLERİN TUTUMU
Üniversitenin tarihi bilim tarihi kadar eski değildir. Ancak, üniversitelerin kurumsal yapıya kavuşmaya başladığı ortaçağın son dönemlerinden itibaren üniversiteler (akademiler), bilimsel araştırmanın, üretimin ve öğrenimin merkezleri olmuştur. O günden itibaren üniversitelerle bilim iç içe geçmiş; bilimin ilerlemesi üniversitenin, üniversitenin ilerlemesi de bilimin ilerlemesi anlamına gelmiştir.
Bilim denince, “doğa ve toplumun gelişim, ilerleme yasalarını anlamak, buradan elde edilen bilgiyi toplumun hizmetine sunmak; insanın ve doğanın zenginliğini, yine insan ve doğanın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılabilir hale getirmek; insanlığın bolluk içerisinde, sağlıklı, mutlu, eşit ve özgür yaşamasının olanaklarını ilerletmek, bu uğurdaki çalışmaları sistemli bir hak getirmek” akla gelir. Eğer bilimin amacı ve işlevine dair bir tanım yapılacaksa, namuslu, onurlu her bilim insanının üzerinde birleşebileceği genel tanım budur. Üniversiteler ise, “bilimin konusunu oluşturan bütün alanlarda, bilimin amacına ve işlevine uygun olarak araştırma ve üretim içerisinde olan, bu temelde lisans ve lisansüstü öğrenim veren, öğrencileri bilimsel ve mesleki bir formasyona kavuşturan kurumlardır.”
Üniversite ve bilimin bu iç içe geçmiş tanımı ve tarihi aynı zamanda egemen sınıfların, bilime ve üniversiteye hâkim olmalarının da tarihlidir, ama öte yandan bu egemenliğe karşı mücadelenin de tarihidir. Birçok bilimsel gelişme egemen sınıfların toplum üzerindeki ideolojik hâkimiyetlerini sarsmış, egemenler de buna karşı üç ana yaklaşımla tutum almışlardır. Kimi zaman bilimsel gelişmeleri bütünüyle reddetmişler, bilimi ve bilim insanlarını din ve tanrı düşmanı ilan ederek baskı altında tutup, tasfiyeye girişmişlerdir. Kimi zaman ise, bilimsel ilerlemeleri kendi egemenliklerinin dolgu malzemesi yaparak, bilginin yönünü saptırmış veya kendi çıkarlarına uygun olarak yorumlayıp kapsamışlardır. Bütün zamanlarda ise, bilimi ve bilimsel bilgiyi, yoksul halklardan, sömürülen emekçi yığınlardan saklayarak, onları bilimden ve bilgiden uzak tutarak, insanların, halkın bilinçlenmesini engelleyerek, bilimsel ilerlemelerin sosyal sonuçlarının önüne geçmeye çalışmışlardır. Bilimin ve üniversitenin ortaçağ engizisyonuna, dinsel ve feodal gericiliğe karşı verdiği mücadele bu yönüyle zengin örnekler sunmaktadır.
Modern toplumun, kapitalizm-emperyalizm çağının egemen sınıfı olan burjuvazi ise, feodal gericiliğe karşı bilim ve aydınlanmaya sahip çıkarak kendi egemenliğini kurmuştur. Ancak o da bir kez egemen olduktan sonra, bilimin ve üniversitenin toplumdan, işçi sınıfı ve emekçilerden yana olmasına karşı amansızca mücadele etmiştir. Günümüze kadar gelen süreç içerisinde de bir egemen sınıf olarak burjuvazinin bilim ve üniversite karşısındaki tutumunu, yukarıda ortaya koyduğumuz üç ana yaklaşımın iç içe olduğu burjuva ideolojik anlayış belirlemiştir.
Dünyanın yuvarlak olduğundan, kendisinin ve güneşin etrafında döndüğünden tutun da, maddenin tanrıdan, evrensel akıldan veya ilahi güçlerden bağımsız olarak doğada var olduğu gerçeğine, Darwin’in Evrim Teorisi’nden Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ne, inorganik maddenin organik maddeye dönüşmesinden atomun parçalanmasına birçok bilimsel buluş ve ilerleme egemen sınıflar tarafından hep reddedilmiş, buna karşı dinsel, metafizik görüşler savunulup propaganda edilmiştir.
19. yüzyıl, burjuvazinin bilinemezci, olgucu, kuşkucu ve metafizik görüşlerinin diyalektik materyalizm tarafından aşılmasına sahne olurken, artık hiçbir bilim adamı diyalektik materyalizmi top yekûn reddedemez hale gelmiştir. 20. yüzyılda birçok bilimsel buluş, sömürücü egemen sınıfların ve onun son temsilcisi burjuvazinin ideolojik hegemonyası aşıldıkça ve diyalektik materyalizm bir kılavuz olarak benimsendikçe gerçekleşebilmiş ve bunların her biri burjuva bilim anlayışına indirilen birer darbe olmuştur. Bilim ve üniversite, her tür dogmatik, gerici, hurafeci, kaderci anlayışlardan kurtuldukça, amacına ve işlevine uygun bir kulvarda geleceğe yürüye-bilmiştir.
Bütün bu tarihsel süreç, bilim ve üniversitenin; bilimi ve bilgiyi kendi tekelinde tutup, ona köle muamelesi yapan, bilimin ve üniversitenin işlevini, amacını, sınırlarını kendi çıkarlarıyla çizmek için uğraşan egemen sınıflara karşı mücadele ettikçe ilerleme şansına sahip olabileceğini zorunluluk düzeyinde ortaya koyan bir süreçtir. Dolayısıyla bugün de üniversitelerin bilim kurumları olarak varlıklarını sürdürmelerinin yolu, tarihsel sürecin gösterdiği zorunluluğa uygun hareket etmelerinden geçmektedir.

SERMAYE-ÜNİVERSİTE İLİŞKİSİ NE GETİRİYOR?
Türkiye üniversitelerinde, sermayenin üniversiteyle kurduğu ilişkinin özü, egemen sınıfların tarih boyunca bilim ve üniversiteyle kurduğu ilişki ve ona yüklediği anlamdan farklı değildir. Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) dönem dönem hazırladığı üniversite raporlarında ortaya konan anlayış; Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanı Kemal Gürüz’ün dile getirdiği düşünceler; rektörler, dekanlar, üniversite ve fakülte yönetimlerine egemen olan anlayış, özünde aynıdır.
Bu çevreler tarafından “Üniversitenin yeniden yapılandırılması ve bilimsel araştırmanın somut olması” cümlesiyle özetlenen sermaye-üniversite ilişkisinin çerçevesi genel hatlarıyla şöyle açıklanabilir:
Üniversitelerin piyasanın ihtiyaçlarına uygun olarak uluslararası şirketler ve yerli işbirlikçileriyle yakın ilişkiler kurması, onların ihtiyaç duyduğu konularda araştırma-geliştirme (Ar-Ge) projeleri hazırlamaları, teknolojik açıdan donanımlı, altyapı sorunları az çok çözülmüş devlet üniversitelerinin bu şirketlerin yan kuruluşları haline getirilmesi, devlet üniversitelerine kaynak olmadığı gerekçesiyle bütçeden ayrılan pay düşürülürken özel üniversiteler ve vakıf üniversitelerinin teşvik edilmesi, bedava arazi tahsis edilmesi, en yetenekli ve başarılı öğrencilerin daha üniversite sıralarındayken bu şirketlerin elemanları olarak çalışmaya teşvik edilmesi, bilimin işlevinin ve amacının, şirketlerin kâr maksimizasyonu için yeni teknolojiler üretmekle sınırlandırılması, devletin ideolojik ihtiyaçlarına uygun olarak üniversitenin sözde bilimsel araştırmalar yapıp raporlar hazırlaması, vb.
12 Eylül sonrası hükümetleri ve YÖK’ün üniversitelere yönelik karar ve düzenlemelerinin kapsam ve içeriği buna uygun olarak şekillenmiştir. Birçok uluslararası şirket ve onların ülke içerisindeki yerli ortaklarıyla “bilimsel araştırma, teknolojik geliştirme” adı altında projeler hazırlanmış ve uygulamaya konmuştur. Birçok konferans, sempozyum ve uluslararası ölçekte düzenlenen toplantılarla üniversitenin ufku, kapitalist sömürü sisteminin, kâr ve rantı artırmaya dönük girişimleriyle sınırlanmıştır. Her tür bilimsel-teknik gelişme, sermaye düzeninin ihtiyaçlarını karşıladığı oranda geçerli ve yararlı sayılmış; toplumun çıkarına hiçbir proje oluşturulmasına izin verilmemiş, bu tür girişimler ya finanse edilmeyerek, ya da baskı altına alınarak engellenmiştir.
Üniversiteye finansman sağlamak, öğrencilerin yeteneklerini değerlendirmek ve ilerletmek propagandasıyla kendisine meşru temeller oluşturmaya çalışan bu egemen yaklaşıma göre üniversite ve bilim; Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar ve onların işbirliği yaptığı yabancı tekellerle uyum içerisinde çalıştığı oranda ayakta durabilir ve çağın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek kurumlar olarak varlığını sürdürebilir. Bunun içindir ki, kamu arazileri, ormanlık alanlar bu işbirlikçi kapitalistlere yasadışı yollardan ve bedava verilerek peşkeş çekilmektedir.
Sermaye-üniversite ilişkisinin nasıl bir amaç taşıdığının çarpıcı örnekleri Türkiye’deki üniversiteler şahsında saymakla tükenmeyecek kadar çoktur. Siyanürlü altın aranmasının, nükleer santrallerin kurulmasının, insan ve çevre sağlığı açısından hiçbir zararı olmayacağı doğrultusunda “bilimsel raporlar” hazırlayacak kadar alçalmış, kamuoyu önünde bunu savunarak üniversite kürsülerinde akademik kariyer yükseltecek kadar bozulmuş ve kirlenmiş, sermayenin boyunduruğu altına girmiş üniversite öğretim görevlileri sistem tarafından üretilmekte ve desteklenmektedir.
Üniversitelerde düzenlenen konferanslarda ve panellerde, borsanın iyilikleri üzerine methiyeler düzecek, girişimcilik ruhu ve kolay para kazanmanın, kısa yoldan köşe dönmenin yolları üzerine bilimsel seminerler veren, bunu üniversitenin çağa ayak uydurmasının zorunlu adımları sayan profesörler, doçentler el üstünde tutulmaktadır. Enerjiden sağlığa, ulaşımdan iletişime birçok alanda toplumun ihtiyaçlarına yanıt vermeyi amaçlayan projeler geliştirmeyi gereksiz sayıp, bu konuda hiçbir sistemli çalışma desteklenip finanse edilmezken, devlet üniversitesindeki dersini bırakıp özel üniversitedeki dersine yetişen, şirket davetlerinde, yemeklerinde boy göstermeyi “bilim ahlakına” uygun sayan bir akademisyen tipini üniversiteye hâkim kılma onuru sermaye-üniversite ilişkisinin bu çağdaş yorumuna aittir!
Üniversiteye hâkim kılınan bilim dışı anlayışın çarpıcı örneklerini, ders kitaplarında bilimsel öğretiler olarak okutulan saçmalıklarda, şarlatanlıklarda da görmek mümkündür. İktisat, kapitalistlerin sömürü ve talanını haklı göstermek için okutulur ve özelleştirmeler, yabancı sermaye, aşırı kâr hırsı ve tekelcilik övülüp kutsanır. Kapitalizmin ekonomik krizlerini güneş lekelerine ya da azalan marjinal faydaya bağlayarak açıklamak, iktisadi doktrinler olarak öğretilir. İşletmecilik, en kısa yoldan “voleyi vurmak” ve emek sömürüsü üzerinden servete servet katmanın bilimi olarak “genç girişimcilerin” yüceltmesiyle beyinlere kazınır. Matematik, fizik, kimya ezberlenmesi gereken karmaşık formüller ve şekillerden ibaret, sadece kârlı yatırımların ölçüm ve proje araçları olarak vardır. İletişim fakültelerinde kitle haberleşmesi ve hukuk ilişkisi üzerine okutulan “bilimsel” derslerde, 12 Eylül’ün basın ve düşünce özgürlüğü üzerindeki baskıcı ve sansürcü tutumu haklı gösterilebilmekte ve gerekçeleri sayfalarca anlatılabilmektedir. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Kitle Haberleşme Hukuku isimli ders kitabında yer alan şu kısa paragraf, oldukça çarpıcıdır: “28. maddenin basın özgürlüğünü önemli bir biçimde sınırlayan bu hükmünü (82 Anayasası’nın 28. maddesinin içerdiği hükümler kastediliyor) 12 Eylül 1980 öncesi Türkiyesi’nin durumunu dikkate almak suretiyle değerlendirmek gerekir. Ülkemizi ve milletimizi parçalamaya yönelik yayınların önlenmesi Devletimizin en doğal hakkı olarak kabul edilmelidir. Hiçbir devlet varlığına yönelik bu tür saldırılara göz yumamaz. Anayasamızın bu alanda dahi hâkim kararını gerekli görmesi, basın özgürlüğüne verdiği değeri gösterir.”
Bütün bunlar ve alt alta sıralanabilecek daha birçok örnek, sermaye-üniversite ilişkisi üzerine cafcaflı sözlerle yürütülen popüler propagandanın üniversiteyi içine ittiği ve giderek derinleşen uçurumun göstergesi durumundadır. Burjuvazinin bilim anlayışının ve üniversite öğrenimine egemen olan ideolojisinin yarattığı tablodur bu. Amaçlananın, üniversitenin toplumun, işçi emekçi halkın yanında, bilimin amaç ve işlevlerine uygun olarak varlığını sürdürmesini savunan anlayışın, bu doğrultuda halkta ve öğrencilerde var olan beklentinin bütünüyle yok edilmesi, karalanıp unutturulması olduğu ise açıktır.

YÖK’ÜN ÜNİVERSİTEYE HİZMETİ!
Sermaye-üniversite ilişkisi temelinde üniversitelerin yeniden yapılandırılmasının temel dayanağını oluşturan kurum YÖK’tür. YÖK, yetkileri ve uygulamaları yönüyle uluslararası sermaye ve işbirlikçilerine hizmet edecek şekilde örgütlenmiştir ve hakkını yemeyelim bugüne kadar hizmette kusur etmemiştir. 6 Kasım 2000’de kuruluşunun 19. yılına girecek olan YÖK’ün kurucuları ve savunucuları bu kuruluş gününü kutlamaya hazırlanırken, üniversitenin bilimsel kimliğine sahip çıkanlar bunu protesto etmektedirler. Burada, YÖK’ün üniversiteye hizmetten sermayeye hizmeti anladığı 20 yıllık tarihini iki temel noktada özetleyebiliriz.
1. YÖK, kuruluş amaçlarına uygun olarak üniversiteyi bilimsel eğitimden ve bilim insanı niteliği taşıyan öğretim kadrolarından temizlemeye yönelik yoğun bir çaba içerisinde olmuştur. Üniversitenin idari ve akademik yönetiminde, egemen sınıfın ideolojik hâkimiyetine halel getirmeyecek bir kadrolaşmayı ve kurumlaşmayı titizlikle uygulamıştır. Kimi zaman bir istihbarat örgütü olarak yönetenlere hizmet etmiş, çoğu zaman da, devletin üniversitelerdeki militarist baskı aygıtı olarak işlev göstermiştir. Çıkardığı yönetmelikler ve genelgelerle, öğrenci, öğretim üyesi ve üniversite çalışanlarının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durmuştur. Kamuoyunun karşısında kurucuları da dâhil hiç kimsenin açıktan savunamadığı bir kurum olmasına rağmen varlığını sürdürmesinin temelinde de bu kusursuz hizmetleri yatmaktadır.
2. YÖK’ün üniversiteye hizmetinin bir diğer yönü ise, üniversitelerin ve yükseköğrenimin ticarileştirilmesi alanında yaşanmıştır. TBMM’nin YÖK Araştırma Komisyonu’nun raporu bile, YÖK’ün kendisi de dâhil, üniversite yönetiminin nasıl bir şirket, holding yönetimi anlayışıyla yürütüldüğünün çarpıcı örnekleriyle doludur. Üniversite arazilerinden haksız kazanç sağlanmasından zimmete para geçirmeye kadar, dolandırıcılık, yağma, soygun ve rant işi YÖK’ün temel işleri olmuştur. YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün, “bilimsel araştırma somut olmalıdır” sözleriyle kastettiğinin, eğitimin ve üniversitelerin olanaklarının alınıp satılan birer meta haline getirilmesi olduğunu söylemek, bir gerçeği ifade etmek olacaktır.

ÜNİVERSİTELERDEKİ MÜCADELENİN KAPSAMI VE PLATFORMU
Üniversite-bilim, sermaye-üniversite ilişkisi ve YÖK üzerine yazımızın buraya kadarki bölümünde ortaya konan özet tablo, yazımızın başında ortaya koyduğumuz “üniversitelerde iki anlayış mücadele ediyor” tespitinin tarihsel ve güncel temellerini oluşturmaktadır.
Bugün üniversitelerde parasız, bilimsel, demokratik eğitim talebi etrafında yürütülen mücadelenin kapsamı ve zemini, bu özet tablo ekseninde ele alınmak zorundadır. Çünkü üniversite gençliğinin, öğretim elemanlarının ve bir bütün olarak akademisyenlerin, parasız, demokratik, bilimsel eğitim mücadelesine kazanılmasının yolu, doğru araçlar ve yöntemlerle, bilimsel bir temelde propaganda yürütmekten geçmektedir. Bir süredir üzerinde ısrarla durulan “üniversitelerde bir fikir hareketi yaratma, bilim temelinde bir tartışma ve bölünme yaratma” ifadesi ile kastedilen, üniversitedeki mücadelenin yukarıda ortaya konulan genişlikte ve zenginlikte ele alınmasıdır.
Elbette ki üniversitelerde öğrenci gençliğin güncel, somut talepler etrafında mücadele etmesi ve bu talepleri savunup savunmama temelinde bir bölünmenin üniversitelerde yaşanması gerekir. Örneğin kantin özelleştirmeleri, yemek, yurt ve harç zamları, kulüp ve ÖTK’ların demokratik bir biçimde kurulup çalışması vb. genel ve tek tek üniversitelere özgü birçok soruna karşı, bilimsel demokratik eğitim talebi ekseninde bir tepkinin ortaya konması önemli ve zorunludur. Ancak, yemekhane, kantin özelleştirmeleri ve harç zamlarına karşı tepkinin protestocu bir hareketin ötesine geçmeyip, “bir parlayıp bir sönen” seyir izlemesinin, özelleştirme saldırısının uluslararası ve ulusal boyutuyla bilimsel, ideolojik bir tartışma düzeyine çıkarılamamasından kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Oysa yemekhane, kantin özelleştirmeleri ve harç zamları üzerinden birbiriyle bağıntılı bir bilimsel tartışmanın çerçevesi oldukça geniştir. Bu güncel ve somut taleplerden yola çıkarak üniversitede yaşanacak bir “bölünmenin” boyutu, özelleştirmeden yana olanlar-olmayanlar, eğitimde fırsat eşitliğini savunanlar-savunmayanlar, devletin üniversiteyi mali açıdan finanse etmesini isteyenler-istemeyenler, üniversitelerin bağımsız ve özgür kimliğinin yanında veya karşısında olanlar, ülkenin bağımsızlığını savunanlar-savunmayanlar… şeklinde genişleyebilir. Yemekhane ve kantin özelleştirmelerine, harç zamlarına karşı çıkmanın, yemek parası verip vermeme ya da harç ödeyip ödememenin ötesinde, ülke ve dünya sorunlarına ve bu sorunların çözümüne yaklaşımda iki farklı dünya görüşünün çatışmasının ürünü olduğu gerçeği üniversite gençliğine gösterilemediği sürece, akademik mücadelenin bilimsel ve sınıfsal temellerinin zayıf ve sığ kalacağı açıktır.
Yine ÖTK’lar ve kulüplerin içinde yer alıp almama, bu öğrenci örgütlerinin oluşum ve çalışmaları üzerindeki baskılara, anti-demokratik düzenlemelere karşı çıkıp çıkmama konusu, üniversitede demokrasi sorunu olarak ele alınmadığında, tepkisel ve kaba reddedişlerle sınırlı bir tutum ortaya konduğunda da ortaya çıkan tablo farklı olmayacaktır.
Örnekler çoğaltılabilir. Bugün iktisat kulüpleri, IMF, 2001 bütçesi ve ülke ekonomisinin gidişatı üzerine, kültür, sanat, eğitim, araştırma kulüp ve toplulukları, emperyalist kültürün, üniversitenin kültürel-ideolojik yaşamına etkileri ve sonuçları üzerine; biyoloji ve fizik bölümleri biyo-teknoloji, genetik ve ışık hızı konusunda gündeme getirilen şarlatanlıklar üzerine tartışmadığı, ABD, Türkiye, İsrail ittifakı ve GAP’ın geleceği konusu üniversitenin gündemine girmediği, dahası üniversite bir bütün olarak bunları sorgulayıp bilimsel bir tartışma yaşamadığı koşullarda akademik mücadele “adı var, kendi yok” bir duruma düşecektir.
Üniversitelerin anti-emperyalist, anti-faşist bir hareketin kitlesel ve istikrarlı geliştiği mekânlar olması, mücadelenin yazı boyunca ortaya konan politik-ideolojik zemine oturtulması ile mümkün olacaktır. Üniversitelere, “işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarının yanında olmanın bilimsel bir gereklilik, zorunluluk olduğu” fikrinin hâkim olmasını sağlayacak bir akademik mücadele, üniversitelerde yürütülen devrimci çalışmanın merkezine oturtulmalıdır. Gerici faşist kurumlaşmayı, burjuvazinin bilim anlayışını ve ideolojik kuşatmasını yarmanın başkaca yolu yoktur.
YÖK ve üniversitelerdeki eğitimin niteliği, amacı tartışıldığında sıkça yapılan ve doğruluğu su götürmez olan bir tespit vardır: “Düşünmeyen, üretmeyen, tartışmayan, sorgulamayan, araştırmayan, her şeyi olduğu gibi kabul eden, ülke ve dünya gündemindeki konulara yabancı, biriktirmeyen ve sadece tüketen, lümpen, bireyci, bilinmezci, nihilist, post-modern, halkına ve ülkesine karşı sorumluluk hissetmeyen bir üniversite ve gençlik yaratılmak isteniyor,” Bu tespit sadece sermaye-üniversite ilişkisini ve YÖK’ün amaç ve işlevini ortaya koymaz. Aynı zamanda, bu tespiti yapanlara ve bu tespite katılanlara bir sorumluluk da yükler. O da tespitte söylenenlerin tam tersi bir konumda yer alarak üniversitenin günlük hayatına katılmaktır.
Evet, üniversitelerde bugün iki anlayış mücadele ediyor. Ve bu anlayışlardan ikincisini temsil edenler de en az birincisini temsil edenler kadar disiplinli, ısrarlı, çalışkan ve kararlı olurlarsa, sonuçta kazanan mutlaka ve mutlaka üniversite ve bilim olacaktır.

Kasım 2000

Kapitalizmi yenmek için

İşçi sınıfı bakımından temel sorun, aynı zamanda işçi sınıfının varlık koşulunu da oluşturan sömürü koşullarıdır. İçinde yaşamaya mahkûm edildiği ağır sömürü koşullan; işçi sınıfını tanımlayan temeli sağladığı gibi, giderek kendisine kaderi olarak sunulan ve tek tek işçilerin de böyle hissetme eğilimi gösterdikleri kapitalizmin tüm yıkıcı sonuç ve kötülüklerini, dayanılmaz çalışma ve yaşama koşullarını, gelir dağılımı uçurumunu, işsizlik, yoksulluk, sefalet, hak ve özgürlük yoksunluğu, kültürel gerilik ve cehaleti koşullandırır.
Kapitalizm, işgücünü satarak geçinen milyonlarca işçiyle bu işgücünü satın alarak sermayeye dönüştüren, dolayısıyla işçilerin yarattıkları emek ürünlerine karşılığını ödemeden el koyan sermaye sahipleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığa dayanır. Sermayedar, burjuvazi, işçi sınıfının emeğine karşılıksız olarak el koymadan edemez. Ücret olarak işçilere ödediği kırıntının ötesinde işçilerin ürettikleri bütün değerlerle yalnızca kendi mülkiyetini büyütür. İşçilerin yarattığı artı-değer, kapitalist patron tarafından kendi kârı sayılır ve sermaye böylece işçilerin sırtından birikir. İşçilerin sırtından biriken sermayenin durmaksızın büyüttüğü kapitalist mülkiyet sahipliği, sermayenin egemenliğini ifade eder. Kapitalizmde egemen olan sermayedir; tüm ilişkiler sermaye ilişkileri olarak şekillenir, her şeyin para ile alınıp satılır olması, işçilere nefes alacak bir alan bile bırakmaz. Artık su bile parayladır!
Sermayenin gözü kördür. Gözü paradan başka bir şey görmeyen insanları tanımlamak üzere söylenmiş “dini imanı para” özdeyişi, aslında, burjuva aldatıcılığıyla sömürüsünü kamufle etme ihtiyacı duymayan vahşi kapitalistlere yöneltilmiştir. Sermayeyi suçlayan bu özdeyiş, demagog burjuvalar tarafından, “iyi” sermayedarları, dolayısıyla sermaye egemenliği ve kapitalizmi olumlayan içeriğiyle yüceltilerek dönüştürülmüştür. Oysa “iyi” ve “kötü” sermayedar ayrımı tam bir sahtekârlıktır ve gözü kör olan yalnızca “kötü” sermayedarlar değil, sermayenin bizzat kendisidir. Birikmeden, dolayısıyla işçi sömürüsünden beslenmeden edemeyen, aksi halde sermaye olmaktan çıkacak olan sermaye, sömürü demektir. Sermaye ilişkileri, sömürü ilişkileridir. Bu ilişkiler içinde işçiler; bizzat kendileri sömürüldükleri kadar, kapitalistler tarafından karşılığı ödenmeksizin el konulan tüm değerleri, artı-değeri üreterek sömürünün gerçekleşmesi ve devamının aracı kılınmışlardır.
Bu nedenle işçi bakımından temel sorun, sömürüye dayanan koşulların, sermaye egemenliğinin işçi sınıfına dayatılmış olmasıdır. Değiştirilmesi gereken, sömürülmekten kurtulmak için son verilmesi zorunlu olan sermaye egemenliği ve kapitalizmdir.
Sermaye ilişkileri içinde kalındıkça sömürü ancak hafifletilebilir, ancak sömürüden kurtulmak olanaksızdır. Nispeten iyileştirilmiş çalışma ve yaşam koşulları, sermayeye karşı mücadeleye bağlı olarak elde edilebilir. Sermayeye karşı mücadele içinde ücretlerin yükseltilmesi ve bir dizi sosyal haklar sağlanabilir. Ancak sermaye ilişkileri sürdükçe sermaye egemenliği devam eder ve bu, ücretlilik sisteminin, emeğini onun karşılığını hiçbir zaman ve hiçbir koşulda ödemeyecek olan sermayedara satmanın devamı demektir, sömürüye boyun eğme ve köleliğe katlanma zorunluluğu anlamına gelir.
Üstelik sermaye, kendisine karşı mücadele içinde elde edilen kazançları sürekli geri alma eğilimindedir. Sermayenin egemenlik koşulları sürdükçe sömürüden kurtulmak olanaksız olduğu gibi, işçi sınıfının elde etmiş olduğu kazanımların da hiçbir garantisi yoktur. Sınıf mücadelesi az çok tavsadığında ya da sermaye ile emek arasındaki güç ilişkileri sermaye lehine az çok değiştiğinde, sermaye, vermek zorunda kaldığı tavizleri geri almak üzere hemen karşı saldırıya geçer. Öte yandan kapitalizm içinde kalındıkça, egemenliklerinin doğal sonucu olarak kapitalistler, işçi sınıfının elinden kazanımlarını geri almak için -enflasyonist politika izlemek vb.- türlü olanakları kullanırlar.
Söylendiği gibi, sömürü çarkının dişlileri arasında ezilmekten kurtulmak için, sermaye egemenliğine son vermek zorunludur; aksi durumda ücretli kölelik sürecektir.
Kapitalizmde, sermayenin işçi sınıfı karşısındaki üstünlüğü, sermayenin bu ekonomik bakımdan egemenlik durumundan türer. Mülkiyet sahibi olan, toplumsal gelişmenin sermaye birikimiyle özdeş sayıldığı sömürücü kapitalist toplumda mülkiyeti giderek daha az elde daha büyüyerek toplayan sermayedarlar, hükmetmeye yarayan bütün maddi olanakları kendi ellerinde bulundururlar.
Bu olanaklardan ilki, sermayenin görünüş biçimi ve gerçekleşme aracı olan, paradır. Bu nedenle, sermayenin egemenliği paranın egemenliği olarak tanımlanabilir. Parayla para kazanmak, kapitalistlere özgüdür. İşçilerin eline geçen para ise, hemen tamamen geçim araçları uğruna tüketilir. İşçiye, kendisini ve çocuklarını eğitmek ve sağlığını korumak için bile para kalmaz ya da yetmez.
Burada birinciden türemiş ikinci üstünlük nedeni/aracına geliriz, işçiler, kapitalizmde kültürel bakımdan kendilerini geliştirme olanaklarına sahip değilken, bilgi de, ekonomiyi tekellerinde tutan kapitalistlerin tekelindedir. Kapitalistler, kafa ile kol emeği arasındaki işbölümünden bu yana sömürücü sınıfların tekeline geçen ve onların belirli bir tabakası tarafından (aydınlar) kullanılan bilgi tekelini, uçurumu işçiler aleyhine derinleştirerek devralmışlardır, işçi, ağır ve uzun çalışma koşullarının yaratmış olduğu baskıdan başını kaldırıp kendisini kültürel bakımdan geliştirmeye, bu amaçla okuyup yazmaya, eğitimine vakit bulamaz.
Zorlukla vakit ayırdığında ise bu kez eğitimini finanse etmek için para bulamaz. Kapitalizm, burjuvazi kendisini ve çocuklarını yurtiçi ve dışında en gelişkin olanaklardan yararlanarak eğitirken, işçinin cehalete mahkûm edilmesidir. Bilgi tekeli, modern iletişim süreçleri geliştikçe, kendisi de dev bir sektör haline gelen iletişim alanındaki tekelle tamamlanır. Bilginin dolaşımını sağlayan iletişim tekeli, bilgi tekelini neredeyse yıkılmaz kılar.
Öte yandan bilgi tekeli, yönetim tekeli ile iç içe girmek üzere bir ikinci tekel durumu ile daha birlikte yan yana bulunur. Yönetme tekelini koşullandıran sermayenin ekonomik egemenliğidir ve bu tekel bilgi tekeli ile güçlendirilir, işçiler, kendileri açısından ekonomik bakımdan gerçekleşmesi olanaksız olan yönetim süreçlerinin dışında kalırlar, devlet işlerini yürütmeye katılamazlar. Her egemen sınıfın olduğu kadar kapitalist toplumda burjuvazinin bir tabaka ya da kast oluşturan adamları ya da bir bölümünü oluşturan bürokrasi, sermayenin egemenliğine dayandığı gibi, işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin cehaletinden de güç alır.
Bürokrasinin yanında, silahlandırılmış özel birlikler, ordu ve polis, toplumsal aykırılıkları suç sayıp cezalandıran mahkemeler ve yargılanıp cezalandırılanların takıldıkları cezaevleri ve bütün bu zor aygıtını finanse etmek üzere vergi toplamak için örgütlendirilmiş maliye, devlet adı altında, toplumun resmi temsilcisi, gözetim altında tutucusu, koruyup kollayıcısı ve sürüp gitmesinin sağlayıcısı durumundadır. Ancak toplum, sömürüye dayalı bir toplum ve işçiler bakımından boyun eğilme konusu edilen ücretli kölelik sistemi olduğu için, korunup kollanan, devamı için uğraşılan sömürü ilişkileri ve sömürücü toplum koşullarıdır. Dolayısıyla devlet, kapitalistlerin üstünlüklerinin en başta geleni olarak karşımıza çıkar ve sömürü koşullarına yönelik karşı çıkışları bastırıp cezalandırmak üzere kapitalistlerin yönetim tekelini resmen temsil eder. Öyle ki, ücretli kölelikten kurtulmak için işçi sınıfı ve tüm emekçileri baskı altında tutan burjuva devletinden, kısacası burjuvazinin ekonomik egemenliğinin doğrudan sonucu ve uzantısı olan siyasal egemenliğinden kurtulmak ve işçi sınıfının siyasal egemenliğini, işçi iktidarını kurmak zorunludur.
Bu noktada burjuvazinin sözü edilmesi gereken bir diğer önemli üstünlüğüne geliriz. Diğer üstünlükleri gibi tam bir tekel durumu oluşturmasa bile, yine temel bir üstünlük etkeni olan örgütlenme tecrübe ve alışkanlığı, binlerce yıldan bu yana bir egemen sömürücü sınıftan diğerine miras kalarak günümüzde kapitalist sınıfın elinde birikmiştir. İşçilerin en çok bir-iki yüzyıldır sahip oldukları sandık ve sendika gibi iktidar amaçlı olmayan örgütlerin kendilerine sağladıkları örgüt ve örgütlü mücadele tecrübesi dışında pek fazla birikimleri yoktur. Belirli bir süre iktidarı eline almış Sovyetler Birliği ve diğer ülkelerin işçi sınıflarının siyasal örgütlenme tecrübeleri, kuşkusuz bir birikim oluşturmaktadır, ancak bu birikime ulaşabilen yalnızca sınırlı sayıda -aydınlanmış- işçi olmaktadır. Burjuvazi ise, sınıflı toplumların oluşmasından bu yana biriktirilen egemenliğinin örgütlenmesi tecrübesini elinde tutmaktadır, ekonomik egemenliği dolayısıyla edindiği toplumsal örgütlenme tecrübelerinin de katılımıyla, burjuvazi sınıf olarak bu birikimi alışkanlık düzeyinde içselleştirmiştir.
Ücretli kölelikten kurtuluş için, işçi sınıfı iktidarı zorunludur. Bu, kuşkusuz kolay iş değildir ve bu amaçla yürütülecek politik mücadeleyi, bu mücadelenin aracı olan işçi sınıfı partisine olan ihtiyacı dayatır. İşçi sınıfının iktidar amaçlı mücadelesi ve bu mücadeleyi yürütmede vazgeçilmez aracı olan partisinin, son derece elverişsiz koşullarda ve son derece kısıtlı olanaklarla yüz yüze olacağı ortadadır. Öte yandan, son derece küçük ve tekelleşme sürecinin ilerleyişine paralel olarak giderek daha da küçülme durumundaki bir azınlığın, tüm dünyada birkaç bin ailenin milyarlarca ezilenden oluşan büyük çoğunluğa kendi azınlık çıkarlarını dayatması ve hükmetmeye devam etmesinin koşulları, daha da elverişsizdir ve olanakları daha da daralmaktadır. Devasa zenginliklere sahip birkaç bin aile, zenginlik ve üstünlükleri ne denli büyük olursa olsun, milyarlarca ezilene hükmetmeye devam edemez. Kapitalistlerin en temel olanaksızlığı buradadır, İşçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki sömürünün yoğunlaşması, dolayısıyla çalışma ve yaşama koşullarının ağırlaşması dayanılmaz hal aldıkça, kapitalizm sonuna yaklaşır. İçinden çıkamadığı ve üstesinden gelemediği krizler bunun işaretidir.
Ancak kapitalizm kendiliğinden devrilmeyeceği gibi, elindeki dev olanakların kapitalistlere sağladığı üstünlükler, sermaye egemenliği ve kapitalizme karşı zorlu bir mücadeleyi koşullandırır.
Kapitalizm er geç sona erecektir. Bu çürümüş sömürü sistemi sonsuza kadar ayakta kalamaz. İşçi sınıfına düşen, tarihsel bakımdan sona ermesi kaçınılmaz olan kapitalizme karşı, burjuvazinin iktidarına son verecek bir mücadeleyi örgütlemektir.
Öte yandan, işçi sınıfı, kapitalizme karşı mücadelesinde, kendisi gibi emeğiyle geçinenlerden başka kimseyi yanında bulamaz. Demokrasi mücadelesinde onun yanında yer alabilecek olan ara sınıflar, -küçük burjuvazi vb.- sermaye iktidarına son verme mücadelesinde işçi sınıfının yanında yer almazlar. Bunun anlamı, kapitalizme karşı mücadelesinde işçi sınıfının kendisine güvenmek zorunda olduğudur. Burjuvaziye karşı eşitsiz olanaklarla yürütmek durumunda olduğu mücadelede, bu nedenle, işçi sınıfı, bütün olanaklarını seferber etmek zorundadır, işçiler, zaten büyük üstünlüklere sahip burjuvaziyi başka türlü yenemez, onu başka türlü iktidar mevkilerinden indiremez.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde sahip olduğu olanaklar ve bunlardan kaynaklanan üstünlükleri var mıdır, varsa nelerdir?
Burjuvaziye karşı mücadelesinde işçi sınıfının en önemli üstünlüğü, kapitalizmin kendisine hiçbir gelecek sunmamasının yanında kaybetmekten çekinip kaçınacağı hiçbir kazanç, mülkiyet, gelir vb. sağlamamış ve sağlamayacak olmasıdır. Kapitalizm, işçi sınıfını üretim araçlarından, dolayısıyla sermaye olarak kullanılacak ve emek dışında gelir getirecek tüm maddi araçlardan ayırıp kopararak var olur. Özetle, işçi sınıfı, kapitalizm içinde sömürünün nesnesi olmak dışında bir yer edinme imkânına sahip değildir, insanca yaşayabilmesinin tüm olanakları kapitalizmin dışındadır ve kapitalizmin sona erdirilmesini gerektirir. Bu nedenle işçi sınıfı, zaten sahip olmadığı şeyleri kaybetmekten korkmasına hiç gerek olmadan, insanlığını ve bütün zenginlikleriyle birlikte dünyayı kazanmak üzere kapitalizmi sona erdirmek için mücadele etme yeteneğindedir.
İşçi sınıfı, bütün ezilen sınıflar içinde örgütlenmeye en yatkın sınıftır. Binlerce işçiyi tek bir üretim biriminde, fabrika ve işletmelerde toplayan kapitalizm koşullarında bundan doğalı yoktur. Üstelik bu, alelade bir toplanma da değildir; fabrika, vardiya vardiya, bölüm bölüm, bantlar ve aralarındaki diğer bağlantılarıyla tam bir örgüttür. Kapitalizm, amansız sömürü ve baskısıyla işçi sınıfını kendisine karşı mücadeleye teşvik ederken aynı zamanda ona örgütlü davranmayı öğretir.
Yine üstelik fabrika örgütlülüğü aracılığıyla, işçi sınıfı, sadece örgütlenmeyi değil kolektivizmi ve dayanışmayı öğrenir, yaşar ve benimser. Birinin işini ancak fabrikadaki diğerlerinin bütünlediğini, üründe tüm işçilerin emeğinin bulunduğunu, biri olmadan diğerinin üretemeyeceğini, emeğin toplumsal karakterini kendi şahsında yaşayarak sınayan işçi, kendisini kolektif çalışmasıyla kavrar ve tanımlar. Buradan, başka işçilerle dayanışma zorunluluğunu çıkarır.
İşçi, örgütlenmeye, kolektif çalışmaya ve dayanışmaya yatkındır.
Sendikal örgütlenme içine girişi, dayanışmacı eğilimini güçlendirir. Örgütlü birliği, kolektivizmi ve dayanışmacı tutumu olmadan bir grevi kazanamayacağını yaşayarak öğrenir; patrona karşı birliğini ve mücadelesini geliştirir. Sendika ve sendikal mücadele içinde kendi mücadelesini kendisinin finanse etme zorunluluğunu anlar ve uygular; bu ona hiç aykırı gelmez, patrondan kendisine fayda gelmeyeceğini ve patrona karşı mücadelesinde başkalarına bel bağlayamayacağını öğrenir.
Bunlar, kapitalizmin işçi sınıfına kazandırdığı üstünlüklerdir. Kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfına bu üstünlükleri kazandırmadan edemez.
Bundan sonrası için ise, kapitalizm, işçi sınıfı karşısında tam bir duvardır. Kapitalizm, karşıtı olması kaçınılmaz her adımı engelleyici, baskıyla dağıtıcı, dışlayıcıdır. Kapitalistlerin ve kolektif kapitalist olarak onların devletlerinin başlıca çabası, işçileri politik yaşamdan dışlama, en çok çeşitli kapitalist fraksiyonların yedeği olarak burjuva politikası yapmaya yöneltme, ama bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmesini ve mücadelesini önlemeye yöneliktir.
İşçi sınıfının iktidarını kurup kapitalizme son vererek kendisini kurtarabilecek işçi sınıfının ise, kapitalizmin kazandırdığı üstünlükleri kullanarak kendisini bağımsız bir sınıf olarak örgütleme, kendi bağımsız sınıf partisi içinde örgütlenme ve politik mücadele yürütmekten başka çaresi yoktur.
İşçi sınıfı politik örgütlenme çalışması ve politik mücadelesine, mücadele deneyleriyle birlikte bütün üstünlüklerini en son noktasına kadar aktarmak durumundadır. Politik mücadelesinde kapitalizmin kendisine kazandırdığı üstünlükleri, insanlığın düşünce ve bilgi birikimiyle yoğurarak kendisini yenilmez kılmak zorundadır. Bu düşünsel birikimin doruğunu oluşturan Marksizm, işçi sınıfına onun dışından ulaşmış olsa bile zaten işçi sınıfının bilimsel dünya görüşüdür. Kapitalizmin kaçınılmaz sonunu gösterir ve kendi kendisini kurtaracak işçi sınıfının kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracağını söyler.
Geriye sermayedarların üstünlüklerinin üstesinden gelmek kalır. Onların çok yönlü güçlü tekellerini kırmak ve mücadelesini karşıtının sahip olduğu üstünlüklere rağmen zafere ulaştırmak…
İşçi sınıfının üstülükleri buna yetecek güçtedir. Sorun, bunları kullanmaktadır.
Mücadeleye, sınıfın ileri unsurları, aydınlanmış, işçi sınıfı iktidarını kurmak gerektiğini bilen işçiler başlayacaktır. Ve sorun, ileri unsurları, öncüyü aslanın ağzına atmak değil ama sınıfın politik örgütlenmesini gerçekleştirmektir. Kendileri, örgütlenme zorunluluğunu bilen, kolektif çalışma ve dayanışma ihtiyacını kavrayan, burjuvazinin bilgi tekeline rağmen gerçek bilimsel bilgiye ulaşmış ve bunu durmaksızın zenginleştirme ve politik mücadelenin kaldıracı olarak kullanma durumunda olan ileri unsurlar, kendilerinden geri sınıf kardeşlerinin örgütlenmesine, kolektivizmi ve dayanışmacı tutumu benimsemelerine ön ayak olacaklardır.
İşçiler bir kez ne yapacaklarını kavradıklarında çoğunluğun yenilmez gücünün kendi kollarında olduğunu göreceklerdir. Bunun için ileri unsurların en temel görevi, kendilerinden geri sınıf kardeşlerini aydınlatmaktır. Bu, onlara gerçek bilgiyi sürekli ulaştırarak ve onların bu bilgiyi kendi tecrübeleriyle sınamalarının önünü açarak gerçekleştirilebilir.
Burada birinci olarak, burjuva iletişim tekeliyle güçlendirilmiş bilgi tekeli ve ikinci olarak, tecrübe kazandırıcı mücadeleleri aldatmanın yanında, zorla dağıtıp bastırmayla görevli yönetim tekelinin aşılması zorunluluğu kendisini dayatır. Bu, en örgütlü, en akıllı taktikler uygulayan, dayanışmacı bütün eğilimleri teşvik eden kolektif bir çabayla kapitalizmin üstünlüklerini alt etmek üzere fedakârca bir mücadeleyi ve görevler üstlenmeyi gerektirir. İşçi sınıfı, eğer doğru biçimde teşvik edilirse, fedakâr bir mücadeleye hazırdır. Kapitalizmin bugününü ve geleceğini kararttığı ve insan olmaktan çıkardığı işçiler, eğer aydınlatırlarsa, kapitalizmin sonunun kaçınılmazlığını kavrar ve kendi çabalarıyla tarihe karışacağına inanırlarsa, içinde yaşamaya mahkûm edildikleri pislikten, haksızlık ve kötülüklerden kurtulmak için feda etmeyecekleri şey olamaz. Tarih, kendi yememiş yoldaşına yedirmiş, onu kurtarmak için göğsünü siper etmiş, kapitalist egemenlere karşı kurdukları barikatlarda binlerle can vermiş, anayurdunu savunurken milyonlarını feda etmiş işçilerin örnekleriyle doludur.
Çözüm, davasının haklılığına ve kazanılabilir bir dava olduğuna işçinin bir kez inanmasındadır.
Bu, bilgi tekeli koşullarında, bütün bir okul ve medya ordusu karşısında işçi sınıfının kendi eğitimini tamamlaması sorunudur. İşçi basınının var edilmesi, yaşatılması ve fabrikalarda dağıtımının gerçekleştirilmesi, bildiriler, broşürler, diğer yayınlarla güçlendirilmesi, bunun için zorunludur. 24 saat gerçeğe aykırı bilgilerle bombardıman edilen işçi sınıfı ve emekçilerin kendileri ve tarihsel görevleri konusunda aydınlanmalarının temel yolu, burjuva bilgi tekelinin karşısına işçi basınının dikilmesidir. Bunun örgütlü olmanın yanında fedakârca bir çabayı gerektirdiği kesindir. Başka türlü, sınıfın, kapitalizmin karşıtı bir güç olarak ileri adımlar atması olanaksızdır.
Bizzat kapitalist bilgi tekelini kıracak işçi basınının örgütlenmesinin ciddi bir maliyetinin olduğu tahmin edilebilir. Öte yandan, afiş, bildiri vesaire mücadele araçları yine bir finansman sorunu yaratır. Üstelik bir işçi örgütünün, eğer adına layık bir örgüt olacaksa, 24 saat sınıfın ve örgütünün sorunlarına kafa yoran, çözüm arayan ve uygulamaya çalışan görevlilere ihtiyaç duyması, bunun da yine 24 saat çalışacak bu görevlilerin ihtiyaçlarının karşılanması sorununu gündeme getireceği ortadadır. Ancak en az kapitalistlerin örgütü kadar güçlü, dolayısıyla en az onlarınki kadar profesyonel (bu, kuşkusuz para karşılığı çalışmak anlamında değil ama işini iyi bilen ve iyi yapan anlamındadır) bir politik sınıf partisi olmadan kapitalizmin üstesinden gelinemeyeceği kesindir. Dolayısıyla finansman sorunlarının çözülmesi zorunludur. Çözüm, sermayedarlara bel bağlamak ve partilere devletin yaptığı yardımların peşinde koşmakla değil ama mutlaka işçilerin küçük küçük katkılarıyla sağlanabilir. Sendikasını finanse eden işçi, gerekliliğine inandığında partisini finanse etmekten kaçınmayacaktır. Aydınlanmış işçinin yapacağı, yine kendinden geri sınıf kardeşlerini aydınlatmak ve davasına inandırmak olmaktadır.
Aydınlanmış işçinin bildiği gerçeği bütün işçi sınıfına ulaştırmak gerekiyor: Kapitalizm sona erdirilecekse, işçi sınıfı iktidarını kurarak kendi kurtuluşunun yolunu açacaksa, bu, her yönüyle işçilerin eseri olacaktır. Bunu örgütlenmesi ve mücadelesiyle, kolektivizmi ve dayanışmasıyla, kendi örgüt ve mücadele araçlarını aidatları ve bağışlarıyla kendisi yaşatarak, basınını kendisi dağıtarak, eğitimini kendisi örgütleyerek, kapitalizme son verecek birliğini sağlayarak yapacaktır, işçi sınıfını ancak kendisi kurtarabilir. Bu dava zordur, ileri ölçüde fedakârlık ister, ama başarıya ulaşması kaçınılmazdır. Ve insan toplumunun ilerlemesinin başka hiçbir yolu yoktur.

Kasım 2000

Ekim devrimi ya da tarih ve insanlık

Ekim (7 Kasım) 1917’de Rus proletaryası, yoksul köylülükle ittifak kurarak Bolşevik Partisi’nin önderliğinde ayaklandı ve politik iktidarı ele geçirdi. Rus proletaryasının bu büyük tarihsel eylemiyle birlikte insanlık tarihinde yeni bir çağ, proleter devrimler çağı başlatılmış oldu…
Ekim Devrimi, sömürücü sınıfların tasfiyesi, sosyalist inşa, savaş ve ardından sosyalizmden komünizme tedrici geçişin başlatılması; kısacası Sovyetler Birliği’ndeki işçi sınıfının bütün bu dönemde kaydettiği başarılar ve gerçekleştirdikleri, insanlık tarihi açısından “ilkler” dönemi oldu.
1871’de 72 gün boyunca proletarya diktatörlüğü bayrağını dalgalandıran Paris Komünü bir tarafa bırakılırsa, tarihte ilk kez sömürünün olmadığı modern bir toplumsal düzen; varlık koşullarını yok etmek üzere kurulan yeni bir devlet ve gerçekten de “yeni bir hümanizma”ya doğru gelişen bir kültür ortaya çıktı. İnsanlar arasında yepyeni ilişkiler gelişti, toplumsal bilincin tamamıyla yeni biçimleri oluştu. Tarihte ilk defa, insanlığın maddi ve entelektüel güçlerinin kesintisiz ve çok yönlü gelişmesinin koşulları yaratıldı.
Açlık, yoksulluk, işsizlik, cehalet, sömürü ve ulusal baskı, halkların, işçi ve emekçilerin yaşamlarından koparılıp atıldı. Örneğin 1933’te Sovyetler Birliği, işletmelerin çoğunluğunda 7 saatlik işgününün, sağlığa zararlı işyerlerinde de 6 saatlik işgününün uygulandığı ilk ülke oldu. Toplumlar tarihinin en ileri ve en demokratik anayasasında ilk defa bir ülkenin yurttaşlarına iş ve emeğinin niceliği ve niteliğine göre ücretlendirilmesi garantilendi. Kısacası, ilk köle ayaklanmalarından beri yüz milyonlarca ezilenin yüzlerce yıl hayalini kura-geldiği bir toplumsal yaşam, gerçek haline geldi.
Kuşkusuz insanlar, önceleri de kendi tarihlerini kendileri yapıyorlardı, ancak bu o zamana kadar, bütünlüklü bir plana dayanan toplu bir iradeyle olmuyordu. Ekim Devrimi’nden sonradır ki, insanlar kendi tarihlerini ilk defa birlikte ve sadece emekçi halkın çıkarlarını ifade eden bütünlüklü bir plana göre yapmaya başladılar. Ve ancak böylelikle o zamana kadarki “insan akıbetinin ezeli çöpçatanı olan kader”, Ekim Devrimi ile birlikte insanların yaşamlarından sökülüp atılabildi. (Anton Makarenko edebiyatta mutluluk konusunu işlediği makalesinde şunları söyler: “Ancak Ekim Devrimi, ilk kez dünya tarihinde hakiki, esasen temiz ve saf bir mutluluğun doğuşunu sağladı… Bizim mutluluğumuz, Sovyet yurttaşının oldukça karmaşık, ama son derece de zengin duygularının bütünlüğüdür. Bu bütünlükte, aşk sevinci de soluk alır: çünkü bu sevinç yalıtılmış değildir, çünkü asıl ve doğal şeklindeki anlamını yitirmemiş, (aksine) bütün özellikleriyle alevlenmekte, gerçek ve şiddetli sıcaklığıyla yanmakta ve herhangi bir ailenin yoksul kulübesinde insanların acılarını dindiren bir uyuşturucu işlevi görmemektedir… Her duyumumuzda insanları ve insanlığı düşünme yatar ve bu yüzden mutluluğumuz sadece sosyal değil, aynı zamanda tarihsel bir olgudur da. Ve sırf bu yüzdendir ki mutluluğumuz eza verici tesadüflerin ve geçiciliğin etkilerinden arınmıştır ve daha önceleri insan akıbetinin ezeli çöpçatanı olan kaderle hiçbir ilişkisi kalmamıştır.” -Makarenko, Eserler, Cilt 7, s. 39–1–1.-)
Tarihte hiçbir dönem emekçi kitleler, içinde bulundukları tarihsel süreçle bu denli bilinçli ve devrimci bir ilişki kurmadılar. Sosyalist Sovyetler insanının şahsında yepyeni bir insan tipi kristalleşti: Neyi ve ne için yarattığını bilen, yaşamının ve uğraşının amacı konusunda fikri berrak, insan olarak tüm yeteneklerini geliştirebilen, karşısına çıkan engelleri yeni bir tarih bilincinden esinlenerek aşma kudretini gösteren ve geleceğe umutlu ve iyimser bakabilen bir insan tipi.
Sosyalist Sovyetler Birliği, kendisinden önceki toplumların 200 yılda sağladığı gelişmeyi 20 yıla sığdırarak gerçekleştirmişse; uzun savaşlarda harap olmuş geri bir ekonomi devraldığı halde en ileri kapitalist ülkeleri birçok yönden geçebilmişse ve bunu, insanlığı faşizm belasından kurtarmanın ağır yükünü büyük oranda omuzlayarak başarmışsa; kültür ve sanatta, bilim ve teknikte, sosyal ve ekonomik gelişmede dünyanın işçi ve emekçilerine ve aydınlarına ilham ve umut kaynağı olmuşsa; işte bütün bunların sırrı tam da bu yeni insan tipinin belirtilen karakteristik özelliklerinde yatmaktadır.
İnsanlık tarihinin bu en dinamik toplumunu ve yeni insan tipini yaratan ise, dünya görüşü Marksizm-Leninizm olan proletarya partisinin önderliğinde kurulan sosyalist sistemdi.

“KARŞILIKLI GÜVEN”
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin üzerinden 83 yıl geçti.
Bugün, yeni bir yüzyılın (binyılın) başında, dönüp geriye baktığımızda, bu 83 yıllık sürenin insanlık tarihi açısından esas olarak iki farklı dönemi kapsadığını görürüz: İnsanlığın toplumsal gelişmesi bakımından bir doruk oluşturan, tarihte eşi olmayan yepyeni bir uygarlığın kurulduğu dönemle; (ölçü olarak bu düzey ve uygarlık alındığında) giderek geriye doğru savrulduğu, insan toplumu olarak gittikçe kendini tüketmeye ve inkâr etmeye başladığı dönem.
İnsanlık tarihinin sayısız dönemeçleri vardır, ancak hiçbir dönemde insanlık, Ekim Devrimi’nden bu yana geçen dönemde olduğu kadar ileriye doğru gelişmemiş ve aynı zamanda böylesi bir gelişme düzeyinden bu denli geriye savrulmamıştır. (Son 40 yıla ilişkin “geriye savrulma” tespiti ilk bakışta abartılı görülebilir. Hatta kaba bir bakışla “insanlar bugün 100 yıl öncesine göre daha iyi yaşıyorlar” da denilebilir. Ancak insanlığın toplumsal gelişme düzeyine, böylesi zamansal ‘kıyaslama’ yöntemiyle bakılamaz. Gerçek ölçüt burada, toplumsal yaşamın temeli olarak maddi üretimin gelişmişlik düzeyi olabilir ancak. Buradan bakıldığında, toplumsal maddi üretimin bugünkü kapitalist dünyadaki gelişmişlik düzeyiyle, dünya halkları ve emekçilerinin kimseye sır olmayan ağır yaşam koşulları, yoksulluğu ve sefaleti arasındaki uçurum kolaylıkla görülebilir. Aynı uçurum, insanlığın genel kültürel birikimiyle, bugünkü işçi ve emekçi yığınlarının içinde tutuldukları kültürel kölelik arasında da tespit edilebilir.)
Böylesi büyük altüst oluşlara sahne olan bu tarihsel sürecin merkezinde duran sınıf, işçi sınıfıdır. Onun zaferiyle insanlık gelişmesinin doruğuna ulaştı, onun yenilgisiyle de yeniden geriye savruldu. Ve bu nedenle bugün, emperyalist burjuvazi ile ideologlarının mağrur bir edayla ”baldırı-çıplaklar bir daha yeni bir dünya kurma cüretkârlığını göstermesinler!” diyerek, pervasızca uluslararası işçi sınıfına saldırdığı koşullarda yaşıyoruz…
Lenin pek çok eserinde, işçi sınıfının komünizmin zaferinin kaçınılmazlığı konusunda eğitilmesinin önemine dikkat çeker. Seçilen yolun doğruluğu konusundaki kesin inancın devrimci eylem gücünü ve coşkuyu yüz kez artırdığını söyler.
Denilebilir ki, sosyalizmin toplumsal bir sistem olarak ilk yenilgisinin ve karşıdevrimin bu ilk ve geçici yenilgiye yaslanarak boyutlandırdığı ideolojik saldırının modern proletaryanın saflarında yarattığı en büyük tahribat, sosyalizme ve kendi gücüne olan inancı proletaryanın elinden almasıydı.
Her yenilgi inanç yitimine yol açmaz. Nitekim proletaryanın tarihinde, devrime kalkıştığı ama yenildiği pek çok olay vardır. Dolayısıyla, geçici de olsa, bu yenilginin ayırt edici özelliği, yenilginin kapsamında (bu, proletaryanın kaydettiği zafer oranında büyüktü) ve yarattığı tahribatta yatmaktadır. Ve biliyoruz ki, bu tahribat dalgası proletaryanın ileri unsurlarını da kapsayarak gelişti.
Lenin, bir yerde, Bolşevik Parti ile emekçi yığınlar arasındaki ilişkinin özünü tanımlamak için, “karşılıklı güven” ifadesini kullanır. Belirtmeye gerek yok ki, karşıdevrimin ideolojik saldırısının da bütün özü ve amacı, tam da bu “karşılıklı güven”i sarsmak ve yıkmaktır.
Bugün gerek işçi hareketinin sosyalizmle birleşmesinin, gerekse sosyalizmin işçi hareketiyle birleşmesinin çok yönlü ve aynı zamanda çok özgün sorunları vardır. Ancak, “karşılıklı güven” sorunu, bugün bu sorunların en genel ve aynı zamanda en özgün olanıdır.
Kesin inanç… Türkiye’de olsun, dünyanın başka ülkelerinde olsun, proletaryanın sınıf bilinçli ileri unsurlarında bu inanç esas olarak vardır. Nitekim partimiz bu inancın Türkiye topraklarındaki ifadesidir. Fakat bununla birlikte şunu da vurgulanmalıyız ki, modern revizyonist ihanet ile karşıdevrimin ideolojik saldırısının ve genel olarak günümüz burjuva toplumlarının içinde bulundukları tükeniş ve çözülme sürecinin neden olduğu çok yönlü tahribatın etkileri, sınıfın bugünkü ileri unsurları üzerinde de kendisini hissettirmeye devam etmektedir. Ve bu etkiler esas olarak ideolojik biçimler altında ortaya çıkmamakta, aksine: Bireyin “kendine dönüşü” (bireycilik) ve giderek insan olma niteliklerine yabancılaşması sürecinde; işçi sınıfına, partiye, önderliğine, geleceğe, sosyalizmin zaferine karşı gelişmiş bulunan tereddüt, kuşku ve inanç sarsıntısı, daha çok örgütsel çalışma alanında şu veya bu pratik tutum ve eğilime bürünerek ortaya çıkmaktadır… (Bilinmektedir ki, burjuvazi egemen olduğundan bu yana, hiçbir dönem yalnızca tank, tüp ve tüfekle, yalnızca baskı ve zorbalıkla saldırmadı işçi sınıfına. Bunların yanı sıra, ideolojik silahlar da (demagoji, tahrifat, dezenformasyon. Karşı propaganda, satın alma vb. vb.) hiçbir dönem onun savaş cephaneliğinden eksilmedi. Bu silahların seçimini ise, her zaman sınıf mücadelesinin somut durumuna, güçler dengesine, düşmanının o koşullardaki üstünlükleri ve zayıflıklarının somut tahliline göre yaptı. Demek ki, burjuvazinin saldırı silahlarının çok çeşitli oluşu bilgisi değil sadece, aynı zamanda burjuvazinin, sınıf mücadelesinin cereyan ettiği somut tarihsel koşulların özgünlüğünde, hangi silahını öne çıkardığı, hangisine ayrı bir rol biçtiği ve hangisiyle de gerçekten başarı kaydettiği bilgisi de gereklidir. Buradan bakıldığında görülecektir ki, burjuvazinin ideolojik silahlarıyla saldırısı, genellikle proletaryanın iktidar adayı olduğu ya da doğrudan iktidar olduğu dönemlerde ayrı bir ağırlık kazanır. Nitekim Marksizm’in işçi hareketinde egemen olmasından bu yana, sosyalist hareket içersinde Marksizm maskesini kullanan iki ana revizyonist akım ortaya çıkmıştır. Birincisi Almanya’daki Bernstein revizyonizmi, ikincisi SB’deki modern revizyonizmdir. Her iki revizyonist mihrak da, devrimci işçi hareketinin ya nispeten en güçlü olduğu ya da iktidarının zirvesinde olduğu dönemde ortaya çıkmıştır.)
Nesnel olarak tarihsel yazgısı yeni bir dünya kurmak olan bir sınıfın karakterine ve değerlerine tümüyle yabancı bu etkilerin aşılması sorunu; tek başına olmasa da, bir eğitim ve aydınlanma sorunudur. (Eğitim denilirken, anlaşıla-gelen soyut bilgi edinme kastedilmiyor burada. Aksine, burada sözü edilen, esas olarak görev almaya ve iş üzerinden öğrenmeye dayanan bir eğitimdir.) Dünyayı sarsarak son yüzyıla damgasını vuran bir sınıfın ileri öğeleri olarak, burjuva ideologlarının her türlü araçla aşılamaya çalıştığı kuşkuya, nihilizme, pragmatizme ve “boş ver, hayatın tadını çıkar” ilkelliğine daha bilinçli ve kararlı karşı koymak zorundayız. Eğer Marksizm-Leninizm’in ruhu, tarih karşısında yeni bir devrimci tutum almakta yatıyorsa; o zaman ne geçmişi ne de geleceği olan “şimdiki zaman insanının ufuksuzluğuyla değil de, tarihsel materyalist bir bilinçle “dünü bugüne, bugünü yarına bağlayarak”, “insanlığın nereden gelip nereye doğru gittiği” sorusunu iyi özümsemek ve de böylesi bir ufuk genişliği ile işe sarılmak durumundayız.
Yalnızca Ekim Devrimi ve sosyalist düzenin “tarihten bir sapma” olup olmadığı sorusunun açık yanıtı değil, aynı zamanda Sovyet proletaryası ve emekçi halkının kurduğu toplumsal düzenin insanlık tarihindeki gerçek yeri ve değeri de ancak böyle bir perspektiften bakıldığında tam manasıyla anlaşılabilecektir. Geleceğin konusu olan proletarya devriminin kaçınılmazlığının da, Ekim Devrimi’yle birlikte pratik ve tarihsel olarak kanıtlandığı daha bir açıklık kazanacaktır. Yalnızca Ekim Devrimi’nin bugünkü anlamı değil, çalışmamızın ve dolayısıyla sorumluluklarımızın da gerçek boyutları bu perspektiften bakıldığında daha kolay görülebilecektir. Kararlılık ve şevk, kesin inanç ve umut; tarihsel dönemimizin bugünkü devrimci kuşağından talep ettiği daha fazla yeteneği ve daha geniş ufku kazanmanın belli başlı dürtüleri olarak, daha derinden ve daha bilinçli hissedilebilecektir.

HER SINIF TARİHE KENDİ MEVZİSİNDEN BAKAR
Burjuvazinin ideologları, Ekim Devrimi’nin ve Sosyalist Sovyetler Birliği’nin proletaryanın özgüveni açısından taşıdığı derin anlamı bildiklerinden, proletaryaya yalnızca yenilgisini hatırlatmakta, yeni bir dünya kurma amacıyla devrime yönelmenin nafile olduğunu işçi ve emekçilerin beyinlerle kazımaya çalışmaktadırlar.
Burjuva tarih anlayışına göre, tarihte tayin edici rolü oynayan, kitleler değildir. Sömürülen ve ezilen kitleler buna rağmen devrimler gerçekleştirerek sömürüşüz bir toplum kurmaya yeltenmişseler, burjuva kafası tarafından bu, mevcut sömürü “sistemin alternatifi olmadığından” baştan itibaren anlamsız ve yenilmeye mahkûm bir girişim olarak değerlendirilir ve böyle propaganda edilir. Burjuvazinin propaganda aygıtlarının bu konudaki tüm yazılı ve görsel yayınlarının amacı, dünya proletaryasının kendi tarihine bu gözle bakmasını sağlamaktır.
Fakat öte yandan, dizginlerinden boşalmış emperyalist kapitalist saldırganlığın kendisi bizzat, dünya işçi sınıfını kendi tarihini farklı bir mevziden yeniden hatırlamaya sürüklemektedir.
Bugün Rusya’nın yeni “özel girişimciler”i “işsizlere küçük bir gelir kaynağı olsun diye” (!), bu onurlu sınıfın evlatlarını, boyunlarına asılan reklâm panolarıyla Moskova sokaklarında dolaştırmaktadırlar! İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sürekli yanmakta olan “Meçhul Asker”in ateşi, bugün artık sokak çocuklarının körpe bedenlerini geceleri ısıtmaya yaramaktadır! Açlık ve soğuktan telef olmamak için böylesi bir işi ve yaşamı kabullenmek zorunda bırakılan Rus işçisi ve gençliği, kendilerinden önceki işçi kuşaklarının kurduğu düzeni, burjuvazinin ideolojik saldırısıyla engellemeye çalıştığı bir mevziden mutlaka yeniden hatırlayacaktır. Bu mevzi, işçi sınıfının özgücüne güven duyması mevzisidir.
Uluslararası proletarya hareketi, bugün, özellikle özgüvenini yeniden kazanacağı bir süreçten geçmektedir. Ve açıktır ki, gerek kendi saflarından yeni ileri unsurları ortaya çıkarmasının, gerekse partileşmesi ve sosyalizmi yeniden benimsemesinin bir basamağıdır bu süreç. Bu nedenle de, sosyalizmin başta işçi sınıfı olmak üzere insanlığa sağlamış olduğu tarihsel ve toplumsal kazanımlarının somut propagandası sosyalist görevlerimizin başında gelmektedir.

Günümüz dünya proletaryası açısından Ekim Devrimi ve sosyalizm, kendi sınıfının nelere muktedir olduğunun, en modern sınıf olarak en ileri toplumları yaratacak yegâne güç olduğunun tarihsel kanıtıdır. İşçi sınıfının tarihteki en büyük eylemi, en değerli eseri ve insanlığa şimdiye kadar sunabildiği en büyük hizmetidir.
Ekim Devrimi, insana ve yaşama dair inanç ve güvende içerili olan o devasa kudretin ifadesidir aynı zamanda. Demek ki, Ekim Devrimi’nin mücadelemizdeki bugünkü anlamı; başta modern proletaryaya ve onun tarihsel rolüne olmak üzere, insana ve yaşama olan inancın yeniden kazanılması ve kazandırılması, insanın yaratıcılığına ve gücüne ve yaşamın eşsiz güzelliğine dair güvenin ve şevkin yeniden edinilmesi ve edindirilmesidir.
Ekim Devrimi, insanlığın geçmişinde kalmış değil. Bugün onun yol açtığı insani ve toplumsal gelişmeden geriyiz. Ekim Devrimi, insanlığın önünde duruyor.

Kasım 2000

Sovyet sisteminin tükenmez gücü

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi Sekreteri Andrey Aleksandroviç Jdanov’un, Moskova İşçi Delegeleri Sovyet’inin, parti temsilcileri, toplumsal örgütler ve Sovyet Ordusu’nun katılımıyla Büyük Ekim Devriminin 29. yıldönümü nedeniyle gerçekleştirilen toplantıya sunduğu son derece önemli saptamalarda bulunan raporu okuyucuların dikkatine sunuyoruz. Türkçesi ilk olarak yayınlanan belge, Olcay Geridönmez tarafından çevrildi.

Yoldaşlar! Sovyetler Birliğinin emekçileri bugün, Sosyalist devrimimizin 29. yıldönümünü kutluyorlar.
Geçen yıl büyük bayramımızı, Alman faşistlerinin, ardından Japon emperyalistlerinin yok edilmesiyle son bulan anavatan savaşının bitiminden kısa bir süre sonra kutlamıştık.
1945 yılı, Sovyet halkının ve özgürlük tutkunu diğer halkların faşizm ve saldırganlık karşısında kazandıkları büyük zaferin yılı olarak tarihe geçti.
1946, savaş sonrası ilk yıldır. Sovyet halkı, faşist saldırganlarla yürütülen ölüm kalım savaşından zaferle çıkaktan ve barışçı çalışmalarına döndükten sonra, bütün gücünü savaşın ağır sonuçlarını ortadan kaldırmaya, sosyalizmin sağlamlaştırılması ve geliştirilmesine yoğunlaştırdı. Bu görevlerin yerine getirilmesi mücadelesinde Sovyet halkı, tıpkı anavatan savaşı sırasında olduğu gibi, ne gücünü esirgedi ne de emeğini vermekten sakındı, ülkenin ve devletin çıkarlarının tüm gereklerini yerine getirdi.
Sovyet halkı, savaş sonrası güçlükleri büyük bir fedakârlıkla ve sosyalist düzenin yıkılmaz iktidarına dayanarak aşıyor, Lenin’in bize gösterdiği, Stalin yoldaşın bize önderlik ettiği yolda başarıyla ilerliyor. (Şiddetli alkışlar)

I) SAVAŞ SONRASI İLK YIL
Geçen yıl Sovyet ülkemiz, barışçı sosyalist gelişmesine yeniden başladı. Sovyet devleti ekonomisini, barış dönemi koşulları ve görevleri doğrultusunda yeniden düzenlemektedir. Bütün çalışmamız, Stalin yoldaşın Sovyet devletinin acil görevlerine ilişkin verdiği direktifler ışığında yürütülmektedir. “Biz,” demişti Stalin yoldaş, “ulusal ekonominin savaş öncesi düzeyini en yakın gelecekte önemli oranda aşmak, halkın maddi refah düzeyini yükseltmek, Sovyet devletinin askeri ve ekonomik gücünü daha da sağlamlaştırmak için, düşmanın ülkemizde açtığı yaratan en kısa zamanda sarmalı ve ulusal ekonomiyi yeniden savaş öncesi düzeyine ulaştırmalıyız.”
Her birimiz, bu görevlerin kolaylıkla gerçekleştirilemeyeceğini biliyor. Alman faşist saldırganlar, Sovyet ekonomisine çok büyük zararlar vermiştir. Faşist barbarlar, on binlerce fabrika, devlet çiftliği, kolektif çiftlik, Makine ve Traktör İstasyonu’nu yakıp yıktılar. Ülkemizin batısındaki demiryolu ağını tamamıyla tahrip ettiler. Faşistler, koca bölgeleri tümüyle harap ederek buraları çöle çevirdiler, Sovyet insanının yıllar boyu ortaya koyduğu cefakâr emeğinin meyvelerini yok edip milyonlarca Sovyet köylüsünü evsiz bıraktılar.
Vatanımızın tarihinde, şu son savaş kadar çok sayıda insan fidanını İcran, kentlerde, köylerde, sanayide, ulaştırmada ve tarımda böylesi eşi görülmemiş bir kıyım yaratan bir savaş görülmedi. Böyle büyük bir yıkım karşısında kapitalist devletlerin her biri, en büyük ve moderni dahi, onlarca yıl geriye düşer, tali bir güç haline dönüşürdü. Ancak Sovyetler Birliği’nde böyle olmadı.
Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü, kudretli bir biçimde çıktı. Kapitalist devletlerden farklı olarak ülkemiz, barışçı yeniden inşaya geçişi, kriz ve sarsıntı geçirmeden gerçekleştirdi. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’nın Sovyetler Birliği’ne, Hitler Almanya’sına karşı savaşan öteki tüm ülkelerle; toprakları düşman işgaline uğramayan ve bu nedenle ulusal ekonominin savaş sonrası yeniden inşası görevleriyle karşılaşmayan Birleşik Devletler ve İngiltere gibi ülkelerle ise hiç mi hiç karşılaştırılamayacak kadar büyük bir zarar verdiği bilinmektedir. Ne var ki bu ülkelerde savaş sonrası döneme, ağır ekonomik ve politik krizler eşlik etmektedir.
Savaş döneminden barış dönemine geçiş, kapitalist ülkelerde, pazarın son derece daralmasına, üretimin düşmesine, fabrikaların kapanmasına, işsizliğin artmasına yol açtı. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde sanayi ürünleri toplamı, 1946’da 1943 yılına göre üçte biri aşan bir gerileme gösterirken, işsiz sayısının resmi verilere göre üç milyon sınırını aştığı bilinmektedir.
Savaştan barışa geçişle birlikte Sovyet ordusu mevcudu önemli oranda düşürülmüş, askeri bütçe üçte iki oranında azaltılmış, fabrika ve işletmeler barış üretimine göre düzenlenmiştir; buna karşın, Sovyetler Birliği’nde fabrika ve işletmelerin kapatılması, üretimin düşürülmesi ve işsizlik gibi durumlar yaşanmamıştır.
Sovyet halkı, ekonomik kriz ya da işsiz kalma korkusu duymaksızın güvenle yolunda yürümektedir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin ekonomik örgütlenmesi, ne krizler ne de işsizlik tanıyan farklı, daha üstün sosyalist sisteme dayanmaktadır.
Ne var ki bu, savaş sonrası ulusal ekonominin yeniden inşasının, işçilerin, devlet çalışanlarının ve köylülerin ortak dava uğruna fedakârlıklarda bulunmaksızın gerçekleşebileceği anlamına gelmiyor. Savaşın ağır mirasını -yıkım ve tahribat- ortadan kaldırmanın ve ulusal ekonomiyi yeniden inşanın, ancak ciddi fedakârlıklar yaparak olanaklı olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Buna karşın bu fedakârlıklar, kapitalistlerin savaş sonrası toparlanmanın bütün yükünü işçilerin, köylülerin ve memurların sırtına yıktığı kapitalist devrederdeki işçi ve emekçilerin olağanüstü büyük fedakârlıklarıyla karşılaştırılamaz. Kapitalist ülkelerde bu yük her şeyden önce, milyonlarca işçi ve emekçinin işyerlerinden atılarak işsizliğin devasa boyutlara ulaşmasından oluşmaktadır.
Bizde işsizlik sorunu yoktur ve olmayacaktır da. Bu, ülkemiz işçi ve emekçileri için büyük bir rahatlamayı ifade eder. Kalkınma dönemlerini, ekonomik sistemin tamamını temellerine kadar sarsan, yarını belli olmayan emekçilerde sürekli bir endişe yaratan kriz dönemlerinin takip etmesine yol açan kapitalist sisteme özgü üretim anarşisi bizde yoktur. Bizim ekonomik yaşamımız ulusal ekonomik bir plan tarafından yönlendirilmektedir.
Savaştan önceki barışçı inşa döneminde Sovyet devleti, ulusal ekonomimizin sosyalist dönüşümünü bütünlüklü bir plan uyarınca gerçekleştiriyordu. Savaş yıllarında ise ülkemizdeki bütün yardımcı kaynaklar planlı olarak cephenin ihtiyaçları için seferber edildi. Şimdi de Sovyet devleti, aynı biçimde SSCB’nin ulusal ekonomisinin yeniden kurulması ve geliştirilmesi işlerini, yeni beş yıllık plan ışığında örgütlemektedir. Genç sosyalist bir güç olarak SSCB’nin yeniden doğuşunu ve ilerleyişini sağlamak amacındaki yeni beş yıllık plan kapsamında kadın-erkek her Sovyet yurttaşı gücünü, yetenek ve becerisini onurla kullanma alanı bulacaktır. (Şiddetli alkışlar)
Sovyet yurttaşı, bütün halkın ve devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutmayı ilke edinmiştir. Genelin sorunlarını, en özel kişisel sorunu olarak görür. Bu nedenle Sovyet halkı yeni beş yıllık planı, kendi yaşamsal ve acil gereksinimlerine uygun bir mücadele programı olarak algıladı.
Yaratıcı Çalışma
Yaratıcı çalışmanın coşkusu milyonlarca insanı sardı. Beş yıllık planı gerçekleştirmek ve aşmak üzere girişilen sosyalist yarış bütün ülkeye yayıldı. İlerleme arzusu içindeki Sovyet halkı, ulusal ekonominin ve kültürün her dalını daha da geliştirmenin yol ve olanaklarını bulmakladır. Savaşın sınamalarından geçmiş SSCB halklarının sağlamlaşmış ve çelikleşmiş dostluğu, barış dönemindeki kültürün ve ulusal ekonominin atılımı ve gelişimi için güçlü bir dayanaktır.
Stalin Yoldaş, ”Komünist Parti önderliğindeki Sovyet halkı, yeni beş yıllık planı yalnızca yerine getirmek için değil, aşmak için de hiçbir güç ve çabayı esirgemeyecektir,” demişti. Şimdi herkes, önderimizin bu yüreklendirici sözlerinin başarıyla yaşama geçirildiğini görmektedir.
Ulusal ekonomimizin yeniden kuruluşunun ilk sonuçları alınmıştır. Düşmanın yaraladığı ülkemiz yeniden canlanmakta, yıkıntıların arasından binlerce fabrika, maden ocağı, kolektif çiftlik, devlet çiftliği, okul, yüksek okul, bilimsel araştırma enstitüsü yükselmektedir. Savaş öncesi beş yıllık planlar doğrultusunda kurulmuş, şimdi ise, küllerle molozların içinden yeniden yaşama dönmekte olan fabrikaların onarılıp faaliyete geçiş haberleri ülkemizde büyük bir doyum duygusuyla karşılanıyor. Stalingrad’lı ve Harkovlu traktör fabrikaları, Rostov’daki tarım makineleri fabrikası, Aşağı Svir’deki hidroelektrik santrali, Baktık Denizi-Beyaz Deniz kanalı ve daha birçok dev girişim yeniden faaliyete geçmiş bulunuyor. Yeniden inşa edilen Dinyeper Enerji Santralı kısa sürede faaliyete başlayacak. Almanlar tarafından tamamen yıkıma uğratılmış Donetz Havzası, kömür üretimini savaş öncesi düzeye çıkarma yolunda güvenle ilerlemektedir. Faşist düşmanlarca ne büyük bir titizlikle yıkıma uğratıldıklarını ve şanlı adlarının yeniden, Sovyetler Birliğinin faaliyette olan ve adları emek kahramanlıklarıyla öne çıkan fabrika ve işletmelerinin arasında yer almaları için Sovyet halkının vermek zorunda kaldığı olağanüstü çabayı bildiğinden, halkımız, bu işletmelerin yeniden doğuşunu, ölüleri dirilmişçesine büyük bir sevinçle selamlamaktadır.
Bu süreçte bir dizi yeni fabrika da kurulmaktadır. Kurulmakta olan yeni makine ve demir-çelik fabrikalarının bir kısmı üretime geçmiş bulunuyor. Maden işletmeleri, enerji santralleri, demiryolu hatları, tekstil, kimya ve daha birçok sanayi dalında ki fabrikalar üretime başladı. Ulusal ekonominin onarımı ve geliştirilmesi, yeni teknik donanımlar eşliğinde yürütülüyor. Sanayi tüketim mallarının toplam üretimi 1946 yılının ilk dokuz ayında, bir önceki yıla oranla yüzde 19’luk bir artış gösterdi. Demiryollarında, yüklenen günlük ortalama vagon sayısı aynı süre içinde yüzde 12 arttı.
Alman işgaline uğramış bölgelerde tahrip edilmiş köyler, kentler ve kültürel yapıların yeniden inşa çalışmaları geniş kapsamda ele alındı. Ne var ki, yıkımın büyüklüğü ve yeniden inşa çalışmasının kapsamı göz önünde bulundurulduğunda, buralarda atılmış ilk adımlardan söz edebiliyoruz henüz. Stalin yoldaş, .Alman işgalcilerinin harabeye çevirdiği bölgeleri yeniden ayağa kaldırmak için altı-yedi yıl, hatta daha çok zaman gerekeceğine işaret etmektedir.
Ardımızda bıraktığımız yıl, ülkemizin hızlı bir ilerleme için büyük olanaklara sahip olduğunu göstermiştir. Buna karşın, beş yıllık planı uygularken, üstesinden gelmemiz gereken birçok güçlükle karşılaşacağız. Tek başına ulusal ekonominin savaş üretiminden barışçı gelişmeye dönüştürülmesi bile, beraberinde önemli ekonomik, örgütsel ve teknik güçlükler getirmektedir. Bunun yanı sıra devletimizin, salt hali hazırdaki üretim temelinden yararlanmakla yetinemeyeceğini, ayrıca sanayinin üretim temelini olduğu gibi, ulusal ekonominin öteki dallarını da yeniden faaliyete geçirme ve geliştirmeyi de amaçladığını göz önünde bulundurduğumuzda, bu görevin yerine getirilmesinin ne kadar çok malzeme ve para gerektirdiği daha açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Yeni beş yıllık plan çerçevesinde, yalnızca ulusal ekonomiye yapılacak merkezi sermaye yatırımlarının iki yüz elli milyar Rubleyi aşması öngörülüyor. Bu masrafın karşılanmasını güvence altına almak için ekonomik yönetimin sosyalist yöntemlerim, tutumluluk ve verimlilik sistemine dayanan rejimi güçlendirmemiz ve geliştirmemiz, kötü ekonomik yönetimi, aşırı şişmiş personel istihdamını ve yüksek üretim masraflarını kararlılıkla ortadan kaldırmamız ve ulusal ekonomimizin onarımı ve geliştirilmesi için gerekli olan bütün yardımcı kuvvetlerimizi ve bütün yedek kaynaklarımızı seferber etmemiz gerekmektedir.
Bazı iktisatçılarımız, Lenin ve Stalin’in birçok kez sözünü ettikleri tutumluluk rejiminin, kısa süreli bir kampanya olmadığı, tersine, ekonomi yönetiminin sosyalizme özgü yöntemlerinden biri olduğunu bugüne kadar kavramış değiller. Sovyet halkı bu direktifi daima belleğinde canlı tutmalı ve çalışmasını titizlikle bu doğrultuda yürütmelidir.
Barış dönemine geçiş süreci, karne sisteminin kaldırılmasını ve normal ticarete dönüşü de hedeflemektedir. Büyük bir savaş yürütüldüğünde, onu tek yönlü bir savaş karakterine büründürmek üzere ulusal ekonomiyi altüst etmek zorunda kalındığında, cephedeki orduya düzenli iaşe akışını sağlamak için cephe gerisindeki tüketimin kısıtlanmasını ve fiyat farklılıklarını kabullenmek durumunda kalındığında, karne sistemi belası kaçınılmaz olur. Savaş bitip seferberlik kaldırıldığında, karne sisteminin gerekliliği ortadan kalkar. Bu kez de fiyat farklılıkları belası baş gösterir. Normal bir ticarete, üretimin ve tüketimin her açıdan daha yüksek bir gelişimine ulaşmak için bu belayı ortadan kaldırmak zorunludur. Bir dizi bölgede yaşanan kuraklık ve devletin besin maddesi stoklarındaki erime, karne sisteminin kaldırılmasının 1946’dan 1947’ye ertelenmesini zorunlu kıldı. Yüksek ticari fiyatları aşağı çekmek ve karneye bağlanmış besin maddelerinin aşırı düşük fiyatlarını artırmak, karne sisteminin kaldırılması ve 1947’de tek fiyat uygulamasının ön koşullarını yaratmak için, bir dizi kaçınılmaz geçiş önlemi almak yine bir zorunluluk oldu.
Sovyet hükümeti, karneye bağlanmış gıda maddeleri fiyatlarının zamlanmasının getirdiği güçlükleri göz önünde bulundurdu ve bu nokrada, işçi, devlet çalışanı ve köylülerden büyük fedakârlıklar talep etmek zorunda olduğunu gördü. Çünkü bu tür fedakârlıkla! olmaksızın, savaşın ağır mirasını bertaraf ermek ve temelinden sarsılmış ulusal ekonomiyi onarmak olanaksız olacaktı. Sovyet hükümeti, düşük ya da ortalama bir ücret alan işçi ve emekçilerin kayıplarını gidermek için bir dizi önlem aldı.
Ticaretin geliştirilmesi ve tüketim malları üretiminin arttırılması sorunu, şimdi Sovyet devletinin özel bir önemle eğildiği görevlerinden biridir. Karne sisteminin kaldırılmasına bağlı olarak uygulamaya konuları ortak devlet fiyatlarının tutarlı bir biçimde düşürülmesinin ön koşulunu yaratmak istiyorsak, devlet, kooperatif ve yerel sanayilerin tüketim malları üretimini önemli oranda arttırması bu noktada belirleyici olacaktır. Ticaretin gelişmesi için, kentlerde ve işçi semtlerindeki devlet ticaretinin, yanı sıra kooperatiflerce yürütülen ticareti de geliştirmek yoluyla her türlü yardımcı kaynaktan yararlanmak bundan sonra da bir zorunluluktur. Ticareti ne kadar kapsamlı geliştirirsek, emekçilerin refah düzeyi de o kadar çabuk düzelir, yaşamsal ihtiyaçları karşılanır, reel ücretlerin düzeyi yükselir ve ruble istikrar kazanır. Bu acil görevleri yerine getirmek için, Sovyet ve para organlarımızın, ticari örgütlenmenin ve tüketim maddeleri üretiminin iyileştirilmesine verdikleri önem kesin bir biçimde artmak durumundadır. “Ülkenin ekonomik yaşamının serpilip gelişmesinin ve sanayiyle tarımın, üretimlerini daha da arttırmak doğrultusunda bir teşvik görmelerinin,” diyor Stalin yoldaş, “bir başka önkoşulu daha vardır. Bu da, kent ve kır arasında, ilçeler ve bölgeler arasında, ulusal ekonominin çeşitli dalları arasında gelişmiş bir ticarettir.”
Sanayi işletmeleriyle inşaat projelerimize daha güçlü bir işgücü donanımının sağlanması sorunu yakıcı hale gelmiştir. Para ve malzeme stokları gibi üretim etmenlerine sahip olunabilir, ancak işgücü yetersizse para ve malzeme stoklarından gereken verimlilikte yararlanılamaz ve üretim planı havada kalır. Sovyet devleti, kapitalist devletlerdeki gibi köylü ekonomisinin yıkımı ve kent küçük burjuvazisinin iflas ettirilmesine dayanan işgücü takviye kaynaklarına sahip değildir. Sosyalist sisteme sahip bizim devletimizde işgücünü takviye eden bu tür kaynaklar ortadan kaldırılmıştır. Oysa ulusal ekonominin onarılması ve geliştirilmesi planının uygulanmasının en belirleyici önkoşulu, sanayi, ulaştırma ve inşaat alanlarına işgücü sağlanmasıdır. Bu, devletin büyüyen ulusal ekonomideki işgücü açığını kapatmak üzere yeni yollar aramak durumunda olduğu anlamına gelmektedir.
Henüz savaşa girmemişken Sovyet devleti, bu sorunu, devletin ihtiyaç duyduğu yere gönderdiği, resmi yedek işgüçleri aracılığıyla çözmek yoluna girmişti. Ve savaştan sonra bu sorun, ne kadar da yakıcı hale gelmiştir! Alman saldırıları, Almanlarla çarpışmalar sırasında, Alman işgali ve Sovyet insanlarının zorunlu işçilik yapmak üzere Almanya’ya götürülmesi sonucu Sovyetler Birliği’nin yaklaşık yedi milyon insanını geri getirilemez bir biçimde kaybettiği biliniyor. Bu devasa kayıp, Sovyet toplumundaki emekçilerin en aktif bölümünü hedef almıştır. Bu kaybın yeniden inşa çalışmalarımıza olumsuz bir etki yaptığı açıktır.
Bu sorun, mesleki ve teknik okullarda eğitilmiş işgücü kaynaklarının artırılması, Urallar’da, Sibirya’da ve Uzak Doğu’da, maddi durumlarıma iyileştirilmesi ve barınma sorunlarının çözülmesi temelinde -ki bilindiği gibi bakanlar kurulunun aldığı karar da bunları öngörmektedir- sabit işgücü kontenjanlarının yaratılması, ayrıca işgücü kaynaklarının üretimin gereksinimi doğrultusunda sanayi içerisinde yeniden dağıtımı, yoğun bir emek-gücü gerektiren üretim süreçlerinin hızlı bir dönüşümle mekanikleştirilmesi ve de verimliliğin artırılması yoluyla çözülebilir ve çözülmek zorundadır.
Tarımın görevleri
Tarımın yeniden kurulması ve geliştirilmesi alanında da çözülmesi gereken birçok sorunla karşı karşıyayız. Savaş tarımsal üretim temelini fazlasıyla sarsmış bulunuyor. Büyükbaş hayvanlarla ve çeşitli işlerde çalıştırılan atların sayısında büyük bir düşme yaşandı. Makine ve traktör envanteri düştü. Kolektif çiftliklerde işgücü azaldı. Savaşın neden olduğu güçlüklere, ülkedeki bir dizi bölgede yaşanan kuraklıklara bağlı olarak ortaya çıkan olumsuzluklar eklendi.
Hasadın coğrafi dağılımındaki değişim ve dengesizliği karşısında bu yılki tahıl tedarik planının yerine getirilmesi son derece büyük bir önem taşımaktadır. Altaylar’daki köylü kolektiflerinin inisiyatifiyle birçok bölgedeki köylüler geçtiğimiz haftalarda, tahıl tedarik olanını belirlenen tarihten önce yerine getirme ve aşma yükümlülüğü altına girmişlerdir. Bu olgu ancak Sovyet köylüsünün derin yurtseverliğinin yeni bir ifadesi olarak yorumlanabilir. Parti ve Sovyet organları örgütsel, ideolojik, politik çalışmalarıyla köylülerin devlete karşı yükümlülüklerini yerine getirmelerine yardımcı olmalıdırlar.
Şimdi, tarımda önemli bir atılım söz konusu olduğu için sanayimiz köylere geniş bir destek başlatmak, onları traktörler, biçerdöverler ve diğer tarımsal makine ve yedek parçalarıyla donatmak durumundadır. Ancak sorun bununla bitmiyor. Ayrıca, kolektif çiftliklerin yönetim sorunlarının ciddi şekilde ele alınması ve iyileştirmelere gidilmesi zorunludur. Sen yıllarda bir dizi bölgede, tarımsal üretim kooperatiflerinin statüleri ciddi bir biçimde ihlal edildi ve bu, kolektif çiftlik sisteminin temellerini sarsmıştır. Kolektif çiftliklere ait kamu arazilerine el konulması ve kolektif çittik mülkiyetlerinin zimmete geçirilmesi olaylarının yaygınlık kazandığı saptandı. Kolektif çiftliklerin ortak mülklerini yıkımdan korumak ve kolektif çiftlikler sisteminin temeli olan tarımsal üretim kooperatiflerinin daha güçlendirilmesini sağlayacak önlemler almak durumunda kalındı.
Bu bağlamda SSCB Bakanlar Kurulu ile Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin, kolektif çiftliklerdeki tarımsal üretim kooperatiflerinin statüsünü ihlallerin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemler konusunda, Stalin yoldaşın inisiyatifiyle aldığı kararın ne büyük bir öneme sahip olduğu açıktır. Hükümet bünyesinde kolektif çiftlikler sorunlarıyla ilgilenecek bir kurul oluşturuldu. Bu kurulda, tarımsal kooperatiflerin statülerinde bir düzeltine yaratmak, toplumsal kolektif çiftliklerin sistematik bir biçimde yayılmasını, tarımsal üretim kooperatifleri statüsünün korunmasının sıkı bir denetimini sağlamak ve yönetmeliği ihlal etme girişimlerine karşı kolektif mülkleri koruma altına almak doğrultusunda alınacak önlemleri hazırlamak üzere kolektif çiftlik sisteminde doğrudan yer alan işçilerden oluşan büyük bir grup yer almaktadır.
Alınan bu kararların kolektif çiftlik düzeni davası için taşıdığı olağanüstü önemin ayrıca ortaya konulmasına gerek yoktur herhalde. Kolektif çiftlik düzeni sorunlarında Bolşevik çizginin bu tahrifatına ve bu tahrifatın sorumlularına etkili bir darbe vurulmuştur. Toplumsal ilkelerin zayıflatılmasına yol açan ve kolektif çiftliklerde açgözlü, spekülatif unsurların gelişmesine meydan veren kolektif çiftlik yaşamındaki ciddi eksiklikler, kesin bir açıklıkla ortaya konulmuştur. Bakanlar Kurulunun ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin kararı, kolektif çiftliklerde düzeni sağlamak için ve ortak yaşamın sarsılan birçok dayanaklarını yeniden kurmak için tüm dürüst kolektif çiftçilerin eline güçlü bir silah vermiştir. Bu karar, kolektif çiftliklerde büyük bir hoşnutlukla karşılanmıştır. Tek tek nahiyelerde temsilcileri bulunan Kolektif Çiftlikler Sorunları Kurulu bünyesinde, kolektif çiftlikler sisteminin çıkarlarını güvence altına alan güçlü ve belirleyici bir örgüt yaratıldı. Stalin Yoldaşın müdahalesi ve yardımıyla kolektif çiftliklerimizin sağlamlaştırılmasının güçlü bir temele oturtulduğuna ve tam bir başarıyla taçlandığına kuşku yoktur. (Alkışlar)
Sovyet kültür çalışması
Yoldaşlar! Büyük inşa görevlerinin ve ulusal ekonomimizin yeniden onarılmasına ve daha da geliştirilmesine ilişkin planların yerine getirilmesi,, yüksek bir ideolojik düzey ve eğitim, kültür çalışmalarının daha geniş bir kapsama ulaştırılmasını gerektirmektedir. Bilinçli bir Sovyet yurttaşı olmak, partinin ve Sovyet devletinin politikalarını kavramak, bu politikaların gerçekleştirilmesine var güçle katılmak anlamına gelir. Sosyalist bilinç, Sovyet toplumunun gelişmesini hızlandırır, gücünün ve iktidarının kaynaklarını zenginleştirir. Bu nedenle, halkın politik ve kültürel düzeyinin sürekli olarak geliştirilmesi, Sovyet sistemi için yaşamsal bir zorunluluktur. Sovyetler Birliğinin anavatan savaşındaki zaferi, birçok açıdan partinin, gençliğimize sürekli olarak cesaret ve kendi gücüne güven aşılayarak emekçi kitlelerin arasında gerçekleştirdiği eğitim çalışmasının bir meyvesiydi.
Savaş yıllarında, o zamanlar egemen olan koşullar nedeniyle, Sovyet halkının ideolojik ve kültürel ihtiyaçlarını yeterince karşılayacak durumda değildik. İdeolojik ve kültürel gereksinim artmıştır. Bütün bunlar, halkın ve devletin eğitim, kültür, sanat alanındaki gereksinimleri doğrultusunda hizmet vermekle karşı karşıya olan Sovyet aydınlarına büyük bir sorumluluk yüklemektedir.
Parti Merkez Komitesi’nin, kısa bir süre önce, edebiyatımız ve sanatımızda, kabul edilemez bir ideoloji yoksunluğu ve apolitik bir yaklaşım saptadığını biliyorsunuz. Bu ideoloji yoksunluğunun niteliğinin bilincindeyiz. Bunlar, kapitalizmin insan bilincinde bıraktığı, aşılması ve yok edilmesi gereken kalıntılardır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin ideolojik ve politik çalışmanın sorunlarına ilişkin aldığı son kararlar, her türden ideolojik bozuşmaya karşı Bolşevik uzlaşmazlığın sağlamlaştırılmasına yöneliktir ve sosyalist kültürümüzün tüm araçlarını -basın, propaganda, ajitasyon, bilim, edebiyat ve sanat- yeni ve daha üstün bir düzeye çıkarmayı amaçlamaktadır.
Genç neslimizin politik eğitimi özellikle büyük bir önem taşır. Sovyet sistemi, gençliğin ideolojik yoksulluk, politikayla uyuşmazlık doğrultusunda eğitilmesine tahammül edemez. Gençlik, zararlı etkilerden korunmalı, eğitim ve öğretimleri Bolşevik ideoloji doğrultusunda gerçekleştirilmelidir. Sosyalizmi inşa edecek yürekli, davamızın zaferine inanan, gözü pek, zorluklar karşısında yılgınlığa düşmeyen ve bütün engelleri aşmaya hazır bir ustalar neslini ancak bu yolla yetiştirebiliriz.
Sovyet devleti bilimin gelişmesine özel bir önem vermektedir. Komünist partinin önümüzdeki döneme ilişkin planlarında Stalin yoldaş, bilimin güçlendirilmesinin olağanüstü önemini vurgulamaktadır. Sovyet hükümetinin, bilim adamlarımızın bilimsel çalışmalarını geliştirmeleri için ve Stalin’in önlerine koyduğu, bilimin yurtdışındaki kazanımlarını yalnızca en yakın gelecekte edinmeyi değil ayrıca aşma görevini yerine, getirmeleri için gerekli koşulları yaratmak üzere ne gibi etkili önlemler aldığı bilinmektedir. Bilimsel araştırma enstitüleri ile bilim çalışanları sayısının şimdiden savaş öncesindeki sayıyı önemli oranda aştığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bilimsel çalışmalar nicelik ve nitelik bakımından sürekli bir yükseliş göstermektedir. Sovyet bilim adamları bundan sonra da yenilikler yolunda yürüyecek ve bilimsel kazanından üretime de kararlılıkla uygulayacaklardır. Ayrıca sosyal bilimlerdeki gelişmişlik düzeyinin doğa bilimleri ve teknik alanlardan geri kalmaması istenmektedir. Bu açıdan Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nce şu günlerde kurulmuş bulunan Sosyal Bilimler Akademisi’nin büyük bir rol oynaması bekleniyor. Bu akademi, sosyal bilimler alanında yeni bir bilim adamları neslinin yetiştirilmesi ve geliştirilmesinden sorumludur.
Sovyet aydın tabakasının, halkımızın eğitilmesini üstlenmek, kültürü korumak, halkımıza yeni bir beğeni kazandırmak ve onun yeni ihtiyaçlarını geliştirmek, ahlaki politik bütünlüğünü sağlamlaştırmakla sorumlu grupların görevleri son derece önemli ve değerlidir. Özelde propagandacılarımızın, yazarlarımızın, sanatçılarımızın, öğretmenlerimizin ve bilim adamlarımızın, genelde de Sovyet aydınlarının tümünün görevlerini layıkıyla yerine getireceklerinden kuşku yoktur. (Şiddetli alkışlar)
Yoldaşlar! Halkımızı büyük görevler beklemektedir. Lenin’in öğretisinin savunucuları olan bizler, bu görevlerin başarıyla yerine getirileceğinden kuşku duymamaktayız. SSCB’deki sosyalist kuruluşun tüm deneyimleri Bolşevik Partisinin ve onun önderi Stalin Yoldaş’ın politikası, bütün halkımızın parti politikasını elbirliğiyle desteklemesi bunun kanıtıdır. Kısa bir süre önce bütün dünya, Sovyet halkının Bolşevik Parti politikalarına verdiği desteğe tanık olma fırsatını elde etti. SSCB Üst Sovyet’i seçimlerini kastediyorum. Bu seçimler, bugüne kadar görülmemiş politik bir coşkuyla gerçekleştirildi ve Sovyet demokrasisinin gücünü, ülkemizdeki halkların parçalanmaz bütünlüğü ve dostluğunu gözler önüne serdi.
Bu, tüm Sovyet halkının, benin ve Stalin’in partisinin politikasını desteklediği anlamını taşıyor. Halkımız, Bolşevik Parti politikasını ülkemizin bundan sonraki ilerlemesinin güvencesi olarak görmektedir. Bu, bütün Sovyet yurttaşlarının şanlı partimizin bayrağı altında birleştiği ve onun önderi J.V. Stalin’e sonsuz güven ve büyük bir sevgi duyduğu anlamına gelmektedir. (Şiddetli alkışlar)

II) SOVYETLER BİRLİĞİ VE KALICI BARIŞ İÇİN MÜCADELE
Yoldaşlar! Özgürlük sevdalısı ülkelerin Alman ve Japon saldırganlar karşısında elde ettikleri zafer, barışçı gelişmenin yolunu açmış ve ulusları, savaştan sonraki barışçı inşanın sorunlarını çözmeyi başlayabilecekleri bir ortam hazırlamıştır. Dünyadaki tüm özgürlük tutkunu halkların beklentisi nedir? Halklar, İkinci Dünya Savaşı’nın kendilerinde açtığı yaraları sağaltabilecekleri ve büyük küçük her ulusa bağımsız gelişme olanağı ve her insana varlığını sürdürebilme güvencesi sağlayan sağlam, kalıcı, demokratik bir barış özlemi duymaktadırlar. Hitler Almanya’sına karşı özgürlüklerini, bağımsızlıklarını, barış içinde, yaşam haklarını kanlarıyla savunan “‘sıradan insanların” tutkuyla diledikleri şey budur.
Sovyetler Birliği, savaş yıllarında faşizme karşı kurtuluş mücadelesinin öncülüğünü yürüttüğü gibi, barış için mücadelede de demokratik halkların öncülüğünü yürütmektedir. Sovyetler Birliği’nin uluslararası meselelerdeki politikası açık ve kesindir. Bu politika, halklar arasında sürekli, demokratik bir barış sağlama mücadelesidir ve barışsever ulusların dostça işbirliğinin sağlamlaştırılması politikasıdır.
Geride bıraktığımız yıl, faşizme karşı zafer kazanıldıktan sonra barışsever halkların, savaş sonrası inşa sorunlarını çözmeye başladıkları bir yıldı. Savaştan barışa geçişin kolay bir iş olmadığı ve demokratik bir barışın yaratılması mücadelesinin bir dizi engelle karşılaştığı görüldü.
Demokratik bir barışın yaratılmasına engel olan güçlüklerin kaynağı nedir? Çeşitli devletlerin savaş sonrası inşaya ilişkin birbirinden farklı görüşler taşımasının nedeni nedir?
Faşist bloğa karşı mücadele eden halklar için, İkinci Dünya Savaşı, anti-faşist bir kurtuluş mücadelesi karakteri taşıyordu. Haklı bir anti-faşist savaşın, haklı bir demokratik barışla taçlanması kuşkusuz beklenen bir şeydi. Bütün ülkelerin halklarının yakıcı istemleri ve çabaları bu doğrultudadır. Sürekli, sağlam bir barışın güvence altına alınması, ne saldırganın cezasız kalabildiği ne de kurbanların göz ardı edilebildiği bir barışın sağlanması demektir. Faşizmin kalıntılarının yok edilmesini ve eski düşman ülkelerde demokratik ilkelerin sağlamlaştırılmasını amaçlayan, bu devletlerin bağımsızlığına saygı gösteren ve ekonomik bakımdan köleleştirilmelerine izin vermeyen bir barışın güvence altına alınması demektir. Böyle bir barış, müttefiklerin kurtarma amaçlarına denk düştüğü gibi, faşizm boyunduruğunu üstlerinden atmış, demokratik gelişme yoluna girmiş tüm halkların çıkarlarına da denk düşer.
Sovyetler Birliği’nin böyle bir barışın kurulması için hiçbir çabadan kaçınmadığı çok iyi bilinmektedir. Dış politikacılarımızın Dışişleri Bakanlığı’ndaki uzun erimli, çok yönlü çalışmalarının ve kısa sure önce sonuçlandırılan Paris Barış Konferansı’ndaki uğraşlarının amacı buydu. Genel bir barışa ilişkin bu açık ve somut programın, çok büyük engeller ve anlaşmazlıklarla karşılaşmaksızın uygulanabileceği varsayılıyordu; ne var ki olaylar bu yönde gelişmedi. Tersine, bu barış programı, başlarında İngiltere ile ABD’nin bulunduğu bir dizi ülkedeki gerici unsurların örgütlü direnişiyle karşılaştı. Bunlar (her ne pahasına olursa olsun Anglo-Amerikan politikanın kulvarlarında yüzmeye hazır olduklarını ilan eden belli bazı küçük devletlerden yararlanarak) bütün mantıklarını bir kenara iterek, galip devletlerle Hitler Almanya’sının müttefikleri arasındaki barış sözleşmelerinin hazırlığı için yürütülen ortak çalışmaları bozmaya, engellemeye çalıştılar.
Paris Konferansında barış antlaşmaları taslakları üzerine yürütülen tartışmalarda bu ve bunlara benzer anti-demokratik eğilimler, Triest’in statüsünün belirlenmesi ve Tuna nehrinin uluslararasılaştırılması sorununun görüşüldüğü tartışmalarda özellikle açık bir biçimde ortaya çıktı. Barış sözleşmelerinin hazırlığına bağlı olarak öne sürülen bir dizi ekonomik talep, hiçbir biçimde adalet ilkelerine uymamaktadır. Barış konferansında böylece son derece haksız bir ilke baştacı edildi. Bu, gerçekten de ekonomik olarak güçlü ülkelerin, savaş sırasında büyük zararlar görmüş ve yaralarının sarılmasını uzun bir sürece yaymak zorunda olan küçük ülkeleri köleleştirme isteğini yansıtan “eşit olanaklar” ilkesidir. Paris Konferansı sürecinde, faşizmin artıklarının yok edilmesi ve savaşa katılmış ülkelerin demokratik düzenlerinin istikrarının sağlanması gibi, demokratik barışın olmazsa olmaz ilkelerinden birine önemli bir direniş gösterildi.
Bu koşullar altında, Almanya’nın eski müttefikleri ile yapılan barış sözleşmelerinde yer alan birçok soruna ilişkin tatmin edici kararlar alınamadı. Güçlerin eşit haklara sahip olması ilkesi konferansta, İngiltere ve ABD temsilcileriyle bunlara bağlı ülkelerin temsilcilerinin kendi isteklerini, savaş sonrası sorunların karara bağlanması sırasında kendi bağımsızlık hakları için mücadele eden ülkelere dikte ettirmeye çalışmasıyla ihlal edildi.
Konferans, savaş sonrası politikaya ilişkin iki farklı akımın varlığını ortaya çıkardı. Bu iki âlem, uluslararası işbirliğinin bugün hangi yönde geliştirilmesi gerektiği sorununda özellikle belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Yalnızca Sovyetler Birliği’nin izlediği politik çizgi, barışın sağlamlaştırılması ve saldırganlığın önlenmesi için gerekli her şeye sahip olan Birleşmiş Milletler’in yetkili bir uluslararası örgüt olma ilkesinin tam anlamıyla gerçekleştirilmesinden oluşmaktadır. Bu ilkeye temel oluşturan düşünce, bu uluslararası örgütün, Milletler Cemiyeti’nin talihsiz bir kopyası olmaması, tersine barışı ayakta tutabilecek ve yeni bir saldırganlığı önleyebilecek yeteri güce ve etkili bir prestije sahip olmasıdır.
Birlik Ruhuyla
Stalin Yoldaş, böyle bir uluslararası örgütün alacağı önlemlerin ancak, Hitler Almanya’sına karşı yürütülen savaşın ana yükünü omuzlarında taşımış büyük güçlerin gelecekte de birlik ve uzlaşma ruhuyla hareket ettikleri takdirde yeterince etkili olacağına dikkat çekmişti. Sovyetler Birliği’nin, bu ilkelere sadık kalınmasını güvence altına almak yolunda verdiği çabaları burada yeniden hatırlatmaya gerek yoktur. Sovyetler Birliği, sağlam, sürekli ve adil bir demokratik barış davasını, uluslararası işbirliğinin sağlamlaştırılması davasını gün gün, adım adım savundu. O tarihlerde bütün dünya Sovyetler Birliği’nin uluslararası işbirliğine verdiği önemi ve Sovyetler Birliği’nin dış politika alanında attığı her adımın ne ölçüde bu bedele yönelik olduğunu, Stalin Yoldaş’ın, United Press Haber Ajansı müdürü Bay Hugh Baillie’nin sorularına verdiği yanıtlara dayanarak görme olanağını buldu. Uluslararası politika çizgilerinden biri budur.
Diğer çizgi, daha dün yaptıkları açıklamayı geri almaya, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün temelini sarsmaya, yayılmacı ve saldırgan güçler için yol açmaya eğilimli olan gerici güçlerin ve çevrelerin çizgisidir. Bu çizgiyi geliştirenler, şimdi Güvenlik Konseyi’nde görüşülecek sorunların kararlaştırılmasında büyük güçlerin oy birliği ilkesine şiddetle saldırmaktadırlar. Bu ilkeye karşı acımasız bir kampanya açılmış bulunuyor. Bu kampanyanın amacının uluslararası işbirliğini ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün temellerini sarsmaktan ibaret olduğu tamamen açıktır. Uluslararası işbirliğinin normal ilkelerinin, dünya egemenliğini ele geçirmek üzere yayılmacılık ve saldırganlık için elinin kolunun serbest kalmasını isteyen söz konusu emperyalist çevrelerin planlarına uymadığı biliniyor. Ancak ülkemiz halkları kanlarını, dünya hegemonyacılığının yeni adaylarına yol açmak uğruna oluk oluk akıtmadı. Birleşmiş Milletler örgütünün en önemli görevi, dünyayı egemenliğine alma iştahı ve isteğinin karşısında durmaktır.
Kalıcı bir barışın gizli ve açık düşmanları, uluslararası işbirliğini boşa çıkarmayı amaçlayan bu saldırılarını, kindar bir Sovyet karşıtı kampanya eşliğinde yürütmektedirler. Askeri politik gizli ajanlar ve yardımcılarının yoğun olarak sürdürdükleri dizginsiz Sovyet karşıtı “Atom”‘ propagandası, yeni bir savaş tehdidi ve şantajı, yalnızca Churchill ve yandaşları gibi, yeni bir savaşı kışkırtanların yararınadır. Bu Sovyet karşıtı kampanya, savaşın kendileri için kar sağlayan bir girişim anlamı taşıyan, kalıcı demokratik bir barış istemeyen ve dolayısıyla demokratik barışın gerçek öncüsü olan Sovyetler Birliği’ne karşı bir karalama kampanyası açabilmek için öfkelenen en genci emperyalist çevrelerce yönetilmektedir.
Yeni bir savaş propagandasına temel oluşturan hareket noktası da, halkların demokratik çabalarından ürken gerici çevrelerin korkusudur. Demokratik hareketin öncüsü olarak Sovyetler Birliği, bu kampanyanın ana hedefini oluşturmaktadır. Sovyetler Birliği, saldırganlığa ve yayılmacı politikaya karşı, demokrasi için mücadelenin en tutarlı savaşçısı olduğundan, bu doğaldır.
SSCB’ye karşı karalama kampanyasının son dönemlerde özellikle büyük bir kapsama ulaştığını saptamaktan kaçınmak mümkün değil. Bu kampanya, geniş ölçekte yürütülmekte ve demokratik ülkeler halklarının Sovyetler Birliği’ne karşı duydukları güveni, onun artan prestijini sarsmak üzere planlanmıştır. Kuşkusuz, Sovyetler Birliği’ne, rejimine ve yurttaşlarına karşı bir nefretin ısrarla yayılmaya çalışılmasının yeni bir şey olmadığı ve bu türden kışkırtmaların kışkırtıcılar açısından birden çok defalar hüsranla sonuçlandığını anımsamaktan da kaçınılamaz. ABD ve İngiltere gibi ülkelerdeki birçok gazete ve derginin, Sovyetler Birliği’nden gelen her şeyin düşmanlık, kuşku ve tereddütle karşılanmasını ve SSCB’deki yaşam ve koşullar hakkında olabildiğince az gerçeğin sızmasını sağlamaya çalıştıkları bilinmektedir. ABD ve İngiltere’deki birçok gazete sütununu kaplayan Rusya hakkındaki “bilgilerin”, yalan konusunda kapsamlı deneyimlere sahip birçok burjuva politikacısına bile bıkkınlık vermeye başladığı da bilinen bir gerçektir. Rusya hakkında bir şeyler yazmak için şimdilerde, biraz yalan, biraz bilgisizlik biraz da pervasızlık yeterli oluyor.
Olaylar öyle bir hal almıştır ki SSCB hakkındaki doğru bir bilginin yayınlanması istisnai ve sıra dışı olmuştur. Gerçekleri çarpıtmak zorlaştığında ise durum gerçeklerin daha da aleyhine dönmektedir: Gerçekler basitçe suskunlukla geçiştirilmektedir.
Kısa bir süre önce Amerikan gazeteleri bir habere yer verdiler. Habere göre, ABD kamuoyu araştırmaları enstitüsünün yönelttiği, Sovyetler Birliği’nde partisiz insanların seçim hakkına sahip olup olmadığına ilişkin soruyu az sayıdaki denek doğru yanıtlamış. Soruya muhatap olan çoğunluk, ya partisizlerin böyle bir hakka sahip olmadığı ya da bu konuda bir yorum yapamayacağı cevabını vermekteydi. SSCB’de herhangi bir dine bağlı olmanın yasak olup olmadığı sorusuna ise çoğunluğun verdiği yanıt, buna izin verilmediği ya da bu soruya yanıt bulamadığı biçimindeydi. Böylece ortalama bir Amerikalı, SSCB hakkında ya hiç bilgi alamamakta ya da bilgiyi çarpıtılmış, karalanmış biçimiyle almaktadır.
Son zamanlarda, genelde Sovyet insanlarının karakteri, özelde de Rusların ulusal kişilikleri üzerine birçok “araştırma” yayınlandı ve bu türden makalelerin yazarları, Sovyet halkını en olumsuz bir tarzda gösterebilmek için hiçbir çabadan kaçınmadılar. Rusların ne kadar çabuk değiştiklerine ilişkin yazılar yazılıp şaşkınlığa düşülüyor. Kanımız savaş meydanlarında oluk oluk akarken cesaretimiz, mertliğimiz, üstün moralimiz, sınırsız yurtseverliğimiz karşısında hayran olurlardı; şimdi ise, öteki uluslarla işbirliği yapmak istediğimizde, uluslararası meselelere katılım konusunda eşit haklarımıza sahip çıktığımızda ise, tahammülsüz ve kuşkucu bir karaktere sahip olduğumuzu söyleyerek bir karalama ve çarpıtma dalgasıyla üstümüze çullanıyorlar, aşağılamaya ve saldırmaya başlıyorlar. Bize karşı takınılan bu tavır, kendilerini “dünyanın en değerli varlıkları”, uygarlığın “‘yaratıcısı” sayan bu insanların varabildikleri arsızlığın ve kültürsüzlüğün derecesi karşısında, elden, şaşırmaktan başka bir şey gelmiyor. Halklar arasına yeniden nifak ve düşmanlık tohumu ekme yoluna gidenler, bugüne kadar halklara nice acı ve mutsuzluklar getirmiş, ilericilik ve özgürlük güçlerine, gericiliğin, kötülüğün ve şiddetin güçleri karşısında zafer kazandıran şu son savaştan hiçbir ders çıkarmadılar. Bay Wallace birkaç gün önce yaptığı konuşmalardan birinde, “Pravda” da yayınlanan her satır ABD eleştirisine karşılık Amerikan basınında en az bin satır Sovyet karşıtı eleştiriler yayınlanacağını söyledi. Bay Wallace’in bu açıklamasının gerçek duruma uymadığını söylemeye olanak yok doğrusu.
Sürekli barışın düşmanlarınca öyle çok belirsizliğin ve huzursuzluğun taşınmakta olduğu böylesine karmaşık uluslararası bir durum söz konusu olduğu bir sırada, dünyaya Stalin Yoldaşın, barış ve güvenliğe özlem duyan ve Stalin’in her sözünün değerini bilen bütün insanların yüreğini cesaret ve umutla dolduran sakin, güvenli ve bilge sesi, büyük bir yankı bularak yayıldı. (Şiddetli alkışlar) Stalin Yoldaş, yeni bir savaş tehlikesi söylentisini yayanlara, bu kampanyanın şantajcı ve spekülatif özünü açığa çıkararak ve “yeni bir savaş” çıkma tehlikesinin var olmadığını ortaya koyarak gereken yanıtı verdi. Stalin Yoldaş, Sovyetler Birliği’nin “yeni bir savaş” tehlikesi şantajı ya da spekülasyonu aracılığıyla sindirilemeyeceğini böylece göstermiş oldu.
Sovyet anavatanın yeni başarıları üzerine
Büyük devrimimizin 29. yıldönümünü kutlamak üzere bir araya toplandığımız şu anda, New York’ta düzenlenen Birleşmiş Milletler’in genel toplantısında Sovyet devletini temsil eden yoldaşlarımız, uluslararası işbirliği ilkesini ve barış davasını yalpalamaksızın savunmaktadırlar. Sovyetler Birliği’nin barışın güvence altına alınması yolunda Sovyet delegasyonu adına Molotov Yoldaş’ın savaş amaçlı atom enerjisi üretiminin ve kullanımının yasaklanması, silahlanmaya genel bir sınırlama getirilmesi doğrultusundaki önerisi, Sovyetler Birliği’nin barışın güvence altına alınması yolunda bulunduğu yeni dünyadaki ilerici insanların sempatisini ve desteğini sağlayan olağanüstü bir öneridir.
Sovyetler Birliği, dünyanın karşısına hep yeniden gerçek ve sürekli bir demokratik barışın ve gerçek uluslararası işbirliğinin öncüsü olarak çıkmaktadır. Kalıcı, genel bir barışın kurulmasına ve güvence altına alınmasına direniş gösteren güçler her kim olursa olsun, bu mücadelenin başarıyla sonuçlanacağından en ufak kuşkumuz yoktur. Barış için çalışan güçlerin her gün çoğalması ve bunların sağlam bir temele dayanması gerçeği bu güvenimizi güçlendiriyor. Bu güçler, giderek daha iyi örgütlenip güçleneceklerdir.
Sovyetler Birliği, sürekli demokratik bir barış ve ulusların kolektif güvenliği mücadelesinde yalnız değildir. Sovyetler Birliğimin barışsever politikası, yurtdışındaki milyonlarca insanın desteğiyle karşılanmaktadır. “Dünya halkları” diye vurguluyor Stalin yoldaş, “savaş sefaletinin bir kez daha tekrarlanmasını istemiyorlar. Barışın ve güvenliğin sağlamlaştırılması uğruna ısrarla mücadele ediyorlar.”
Eşi benzeri görülmemiş savaşın neden olduğu kayıplar ve yıkımlar, Hitler Almanyası ve emperyalist Japonya karşısında kazanılan zafer, dünyada yeni bir politik durum yarattı, halk kitlelerini sarstı, politik katılımlarını canlandırdı ve bütün ülkelerde demokrasinin gelişmesinde büyük bir itilim kazandırdı. Gericiliğin güçleri, eski konumlarını geri kazanmaya ve halkların demokratik gelişimini engellemeye çalışmalarına karşın zayıflamış, demokrasi güçleri ise artmış, çoğalmıştır. Yugoslavya, Çekoslovakya ve Polonya gibi kardeş Slav ülkelerdeki demokrasinin elde ettiği parlak zaferleri anmak yeterlidir. Hitler’ci faşist boyunduruğa karşı büyük, kutsal mücadele sırasında temelleri atılan, halkların kanlarını akıtarak kazandığı yeni, gerçek bir demokrasi serpilip gelişmektedir. Bu ülkelerin halkları, ülkelerinin kaderlerini kendi ellerine alarak demokratik bir sistem kurdular ve gericiliğin güçlerine, yeni bir savaşın kışkırtıcılarına karşı aktif bir mücadele yürütüyorlar.
Demokrasi, daha dün Almanya’nın müttefikleri olan ülkelerde de -İtalya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Finlandiya- bugüne kadar görülmedik bir gelişme gösteriyor ve halk kitleleri güçlü bir etkinlik gösteriyor. Kısa bir süre önce, savaş sonrası Avrupa’sında demokratik güçlerin sağlamlaşmakta olduğuna işaret eden Bulgaristan’daki anavatan cephesinin önemli bir zaferine tanık olduk. Yanı sıra, İngiltere’de muhafazakârlar seçimi kaybederken İşçi Partisi’nin zafer kazanmasının, aynı şekilde Fransa’da gericiliğin sol blok karşısında yenilgiye uğramasının, bu ülkelerde önemli bir sol dalga yaşandığı anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Sömürge ve bağımlı ülkelerdeki halkların da, uluslarının bağımsız gelişimleri uğruna mücadele eden özgürlük ve gelişkin bir demokrasi arzusuna kapıldıkları bilinmektedir. Milyonlarca emekçi, bütün ülkelerde barış davasını savunmak üzere örgütlenmektedirler. İşçilerin uluslararası işbirliği yolunda aktif bir politika yürüten dünya sendikalar birliğinin önemini, sonra Uluslararası Demokrat Kadınlar Birliği ve Demokrat Dünya Gençlik Birliği’nin çalışmalarını kastediyorum. Demokrat ülkeler arasındaki kültürel ilişkiler gelişip sağlamlaşıyor. Demokrasi güçleri büyüyor ve bunlar, barış davasının başarısına bir kanıttır. (Şiddetli alkışlat)
Yoldaşlar! Savaştan sonra geride bıraktığımız ilk yıl, beklendiği gibi son derece zorlu bir yıl oldu. Sovyet devleti, dört yılı aşkın süren acımasız savaşın ağır sonuçlarının üstesinden gelmek zorunda kaldı. Sovyet, halkının çabalarının ilk meyvelerini verdiği rahatlıkla söylenebilir. Barışçı inşa süreci başarılı bir gelişme göstermektedir. Şimdi, ülkemizin sağlam ve güvenli adımlarla hızlı bir yeniden inşa, ekonomi ve kültürün tüm alanlarında savaş sonrası devasa bir gelişme yolunda yürüdüğünü söyleyebiliriz. Diğer ülkelerle ilişkiler açısından Sovyetler Birliği, adil demokratik bir barış için ara vermeksizin sürdürdüğü mücadelesiyle ve küçük halkların çıkarlarının güvenilir savunucusu olarak uluslararası konumunu güçlendirmiş, halklar arasında barışçı, iyi komşuluk ilişkilerinin kurulmasına önemli katkılar sağlamıştır.
Sovyet devletinin otuzuncu yılına giriyoruz. Son yıllarda Sovyet devleti iki kanlı, yıkıcı savaş geçirdi. Bu savaşlar, Sovyet devletinin kurulup var olmayı sürdürdüğü toplam sürenin yaklaşık dörtte birine denk gelmektedir. Savaşın yarattığı yıkımların ortadan kaldırılmasının olağanüstü çabalar gerektirdiği göz önünde bulundurulduğunda, devletimizin bugüne kadar barışçı inşa için ne kadar kısa bir süreyle yetinmek durumunda kaldığını rahatlıkla anlayabiliriz. Bu kısa tarihsel süreçte ülkemiz iki savaştan -müdahalecilere karşı savaş ve İkinci Dünya Savaşı- zaferle çıkmışsa, güçlü bir sosyalist sanayi ve üstün bir gelişime sahip bir tarımı başarıyla kurabilmişse, halk kitlelerinin kültür ve refah düzeyi önemli oranda arttırılmışsa, bu, Sovyet sisteminin tükenmez yaşam gücüne ve halkımızın Büyük Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiği sırada uğruna mücadele ettiği davanın yenilmezliğine işaret eder. (Şiddetli alkışlar)
Yaşasın Sovyet halkı, yaşasın güçlü vatanımız Sosyalist Sovyet Cumhuriyetler Birliği!
Yaşasın Bolşeviklerin şanlı partisi!
Yaşasın Sovyet iktidarı!
Yaşasın, ülkemizdeki komünizmin zaferini tamamlamak için Sovyet vatanımızı yeni başarılara doğru götüren önderimiz Stalin Yoldaş!

(Jdanov’un konuşması, sık sık alkışlarla kesintiye uğradı. Konuşmasını bitirdiğinde Stalin’in onuruna müthiş bir alkış koptu, dinleyiciler ayağa fırlayarak Stalin’i büyük bir coşkuyla alkışladılar)

Kasım 2000

ULUSLARARASI SENDİKAL KONFERANS ÜZERİNE

İlki geçen yıl Mayıs ayında Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’nın 2.’si, 29 Ağustos – 1 Eylül tarihleri arasında Fransa’nın Annecy kentinde toplandı. Konferansa aktif olarak 14 ülkeden 250 sendikacı katıldı. Konferansın sonuç bildirgesine uyacaklarını, alınan kararları ülkelerinde uygulayacaklarını söyleyen ülkelerle birlikte konferans 20’den fazla ülkeyi kapsayan bir coğrafyada etkili oldu. Bu ülkeler: Türkiye’nin dışında Avrupa’dan Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, İngiltere, İspanya, Yunanistan, Kıbrıs, Avusturya, Rusya, İsviçre, Danimarka, Yugoslavya’nın yanı sıra Filistin, Benin, Burkina Faso, Ekvador’, Kolombiya ve Peru’dan sendikacılar ‘küreselleşme’, ‘sendikalarımızın durumu’, ‘uluslararası dayanışma’ konularını tartıştılar.

Türkiye delegasyonunun sunduğu deklarasyon
Sınıfın gücünden beslenen, mücadeleci bir sendikacılık ihtiyacı

2. Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na Türkiye delegasyonu bir deklarasyon sundu. Haber-İş Sendikası İstanbul 1 no’lu Şube Başkanı Levent Dokuyucu tarafından okunan deklarasyon metnini yayınlıyoruz.

Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı’nın sayın temsilcileri!
1999 Eylülü başında Türkiye-Balıkesir-Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans, öncelikle, ilk konferans olmanın da verdiği yükümlülükle; “Sendikal hareket nereye gidiyor; içinde bulunduğu sorunları nasıl aşacak?” sorusunu ortaya atmış ve bu soruya verilecek yanıt temelinde, uluslararası mücadeleci bir sendikacılık hareketinin de başlatılmasını amaçlamıştı.
Bugün, burada bizleri bir araya getiren, Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı’nın geçtiğimiz bir yılı kapsayan süreci göstermiştir ki; Ören Konferansı’nın ortaya attığı soru ve bu soruya verilen yanıt; uluslararası planda yankı bulmaktadır ve bizim etkimizle olduğu kadar bizden bağımsız olarak da ileri işçi kesimlerinde, sınıf kaygısı güden sendikacılar arasında en azından hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği, daha mücadeleci bir sendikacılık için harekete geçmek gerektiği fikri itibar kazanmaktadır. Bizler yükümlülüklerimizi yerine getirdiğimiz ölçüde de; attığımız adım büyüyüp, sermayeye karşı, uluslararası işçi sınıfının insanlık toplumunu ileriye doğru götürdüğü büyük yürüyüşünün önemli adımlarından birisi olma şansını elde edebilecektir.
Ören Konferansı; konferansta ortaya atılan soruyu yanıtlarken, sendikal hareketin çıkış yolunun da “mücadeleci, sistemle uzlaşan değil mücadele eden sendikacılığa dönmekten” geçtiği tespitini de yapmıştı.
Hiç kuşkusuz, Ören Konferansı’nda ortaya atılan ve yanıtı aranan “Sendikal hareket nereye gidiyor; içinde bulunduğu sorunları nasıl aşacak?” sorusu bugün de sendikal hareketin temel sorusu olma özelliğini koruyor. Çünkü sendikal hareketin karakteri gereği, sadece soruya genel bir yanıt vermek ötesinde; mücadelenin üstünde yükseleceği zemin ve her yeni olgu karşısında bu sorunun yeniden yeniden yanıtlanması ihtiyacı, her geçen gün daha büyük, daha yakıcı bir önemle karşımıza çıkmaktadır. Ve bundan böyle de çıkmaya devam edecektir. Dahası; soruya genel yanıt vermek ve en ileri kesimlerin bu soruya verilen yanıt etrafında birleşmesi de yetmeyecektir. Sınıfın ileri kesimleri ve onlar aracılığı ile uluslararası işçi sınıfının ana gövdesi mücadeleci bir sendikacılık hareketinin etkisi altına girmeden, soru ve ona verilen yanıtın yeniden yeniden verilmesi, yanıtın kapsamının genişletilip derinleştirilmesi en önemli görev olmaya devam edecektir.
Sendikal hareketin dünya ölçüsündeki sorunlarının devasa boyudan göz önüne alındığında, bir yıl içinde bu sorunların boyutlarının nereden nereye geldiğini kesin ölçülerle tespit etmek zordur. Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, geçen bir yıl içinde sermaye cephesinden işçi sınıfına, emek mücadelesine yönelen uluslararası saldırının şiddeti ve genişliği artmıştır. Bu saldırının genişlemesi yanı sıra, kendisini sermaye ile uzlaşma temelinde tanımlamış olan geleneksel sendikacılığın sınıf işbirlikçisi rolü ve bu rolün hareket içinde yarattığı büyük tahribatın boyutları çok daha açık bir biçimde görülür hale gelmiştir.
Elbette ki; bu durum, bir yandan sermaye kesimlerinin saldırılarını cesaretlendirir, onların işbirlikçisi ve yine onların politik-ideolojik etkisi altındaki sendika yöneticileri kastı arasında sendikacılığın geleceği için karamsarlığı yoğunlaştırırken, sendikal hareketi, içine sürüklendiği bataktan çıkaracak güçlerin harekete geçmesinin meşruiyet temellerinin herkes için görülür hale gelmesinin imkânlarını da artırmıştır.

* * *
İşçi sınıfının sendikal hareketinin geçmişine ve bugünkü karşı karşıya olduğu sorunlara, Ören Konferansı’nda ortaya atılan soruya verilen genel yanıt çerçevesinde baktığımızda, düne göre bugün şu tespitleri daha kesin bir biçimde yapabiliriz:
A) Kapitalizmin ideologları ve propagandacıları, “tarihin sonuna gelindiği” ve dolayısıyla artık sınıflar mücadelesinin, dolayısıyla işçi ile kapitalist, emek ile sermaye gibi karşıtlıkların eskiye ait karşıtlıklar olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüşlerini, artık insanlığın “sanayi toplumu’nu aşıp “sanayi-ötesi toplum”a geçtiği, artık “bilgi çağıma ulaşıldığı gibi “masum” ilericilik taşıyan belirlemeler yaptıktan sonra asıl noktaya dönüp; “emeğin artık-değer yaratmadığı”nı, değer yaratan şeyin “sermaye” ve “bilgi” olduğunu iddia ederek, emeği, dolayısıyla emeğin sahibi olan, emek-gücünü kol kaslarında taşıyan işçiyi ve işçi sınıfını da “tarih öncesine” ait, eskiden kalmış ve dolayısıyla da dağılan ve çözülmeye mahkum bir “sınıf” olarak tanımlıyorlar.
B) Kapitalizmin ideologları; 1990’ların başında ilan ettikleri Yeni Dünya Düzeni ile sosyalizmin insanlığa vaat ettiği “barış içinde, sınıfsız, sömürüşüz, baskısız bir dünya” tasarımını, kendisine adapte ederek; “barış içinde, adil, refahın paylaşıldığı bir dünyanın kapitalizm tarafından gerçekleştirilebileceği”ni iddia etti. “Küreselleşme” olarak ifade edilen politikaları da; bu amaca giden dünyanın yolu olarak gösterdiler. Ama gerçekte; Yeni Dünya Düzeni, emperyalizmin en büyük güçlerinin, dünya hegemonyasını pekiştirmenin planıydı ve küreselleşme ise; birkaç en gelişmiş ülkenin ve başlıca uluslararası tekellerin dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamasının, emeğin sömürüsünün hat safhaya çıkarılmasının ve aynı zamanda bu yağma ve sömürüye karşı çıkabilecek güçlerin, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların örgütlü güçlerini dağıtmanın programıydı. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, her biri sistemin ideolojik motifi olarak da kullanılan toplam kalite yönetimi, kalite güvencesi, standardizasyon, akreditasyon, verimlilik gibi kavramlarla ifade edilen, işçi sınıfına ve emekçilere yöneltilen saldırılar, işte bu programın unsurları olarak her ülkede yaygınlaştırıldı. Ve bu programa karşı hemen bütün dünyada sadece işçiler değil, köylüler, memurlar, mühendis, avukat, muhasebeci, doktor gibi orta sınıfların “alt kesimleri” de tepki göstermekte, çoğu zaman işçilerle aynı taleplerle, IMF, WTO, MAI gibi küreselleşme kurumlarının şahsında şekillenen politikalara karşı çıkmakta, kitlesel protestolara başvurmaktadırlar.
C) Uluslararası sermayenin yukarıdaki iki maddede belirlenen tutumu ve dünyayı yeniden yapılandırma girişimi; sendikal alanda da özgün politikaların uygulanmasını getirdi. Emeğin değer yarattığı ve sistemin vazgeçilmez bir dayanağı olduğunu, bu yüzden de yasayla belirlenmiş hakları bulunduğunu kabul eden kapitalist anlayış; işçinin örgütlenme ve hakları için mücadele etme hakkını da en azından lafız olarak kabul ediyordu. Ve bu anlayışı ebedi ve toplumsal gelişmenin son aşaması sayan son yarım yüzyılın uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi sendikacılık anlayışı; sendikaları bu sistem içinde ücret ve çalışma koşullarını iyileştiren ama aynı zamanda da sistemi koruyan, bu amaçla da sınıf hareketini denetim altına almanın kurumları olarak biçimlendirdi.
Devrimci işçi hareketinin ve sosyalizmin uluslararası burjuvazi karşısındaki başarıları ve kapitalizmi baskı altına alması son yarım yüzyıl içinde burjuva ideologlarının “sosyal devlet ” diye tarif ettikleri ve gelişmiş kapitalist ülkelerde daha açık görüldüğü gibi, işçilerin de kimi haklarının yasalara geçirildiği koşullarda (bu haklar bir yandan işçi hareketinin ileri atılımının bir sonucu iken, öte yandan burjuvazi tarafından sınıf hareketini kontrol etmenin rüşveti olarak kullanıldı) işçiler ve sendikalar açısından da kimi avantajlar ortaya çıktı:
İşçinin düzenli bir işi olması, (işçinin girdiği işte uzun yıllar çalışmasının sağlandığı koşullar) belirli iş güvencesine sahip olması ve refahtan az çok pay alması gibi etkenler, uzlaşmacı sendikacılığı, işçi yığınları tarafından da kabul edilir kıldı. Kapitalistler de; soruna aşağı yukarı böyle baktılar. Nitekim patronlar nezdindeki meşruiyet ve yasalardaki haklara dayanarak kendisini tanımlayan, yasalar içinde mücadeleyi ilke düzeyine yükselten uzlaşmacı sendikacılık, esnek çalışmanın yaygınlaşması, taşeronlaştırma, rekabet ve piyasa ekonomisi olarak ifade edilen koşulların öne çıkmasıyla, elinden oyuncağı alınmış geri zekâlı bir “yetişkin”e dönüştü. Çünkü artık kapitalistlerin; kazanılmış haklara, sendikalı olmaya, işçilerin toplu olarak pazarlık yapmasına, eskiden kazanılmış olan sosyal haklarına (belirli bir işgünü, tatil günü, hafta sonu tatili ve bayram tatilleri, paralı yıllık izin, hastalık izni vb. izinleri gibi) bir saygıları yoktur. 300 yıllık işçi sınıfı mücadelesinin kazananlarının ortadan kaldırılması için başlatılan (fiili durumlar yaratarak, işsizlik baskısını kullanarak, yeni yasal düzenlemelere girişilerek vs. vs.) girişimlere, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma uygulamaları da eklenerek geleneksel sendikacılığı işlevsizleştirmiş, onu sürekli kan kaybına sürükleyen, işçi karşısında itibarsızlaştıran, patronlar karşısında da derbederliğini açığa çıkaran bir kaosa sürüklemiştir. Ve süreç; giderek sendikalı olmanın tanınmaması, toplusözleşme ve grevin “gayri meşru” ilan edilmesi doğrultusunda ilerlemektedir. Türkiye’de, geçtiğimiz yaz binlerce işçinin grevinin sudan gerekçeler öne sürülerek hükümet tarafından yasaklanması, patronların işçilerin ücret taleplerini, sosyal hak taleplerini, topluca iş bırakma vb. yolla patronları sıkıştırmalarını “ülkenin uluslararası piyasalarda rekabet gücünü azaltan zararlı, ülke çıkarına aykırı eylemler olarak suçlanmasının giderek daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanması ve bu tutumların sadece geri kalmış ülkelerde değil, en gelişmiş ülkelerin yetkilileri ve patron kuruluşları tarafından ifade edilmeye başlanması, bu sürecin nereye doğru gittiğinin verileridir.
Sermaye; bütün bu hak-hukuk tanımaz saldırılarını “emeğin değer yaratmadığı”, insanlığın artık “sanayi-ötesi toplum”a, “bilgi çağı”na geçtiği ideolojik dayatmalarına dayandırmaktadır. İşçi haklarına saldırı, sosyal güvenlik sistemini tahrip, işçi ailesinin giderlerini gözetmeyen “bireysel sözleşme”ye dayalı işçilik, gelecek işçi kuşaklarının yetiştirilmesini de gözeten bir asgari ücret tanımlamasının ücretin temeli sayılmasının artık “çağdışı”, “eskiye ait istekler” olarak nitelendirilmesi de, yine aynı ideolojik saptamaya; “emeğin değer yaratmaktan çıktığı” saptamasına dayandırılmaktadır.
Kısacası; bugünün kapitalisti, 18. yüzyılda olduğu gibi, güvencesiz, örgütsüz, tek başına kalmış, çalışmadığı gün aç kalmaya mahkûm olan çıplak işçiyle, “bireysel sözleşme” yapmak istemekte; bu amacına varmak için de her yolu mubah görmektedir.
İşte; “yeni sendikacılık”, “mücadeleci sendikacılık”, kapitalistler bakımından bu ölçüde “ileri” hedeflere yönelen bir saldırıyı püskürtmekle karşı karşıyadır.

* * *
Bu gelişmeler çok açık göstermektedir ki; dünya işçi sınıfı, tarihin hiçbir döneminde sermaye tarafından böylesi kapsamlı, planlı ve vahşi bir saldırının hedefi olmamıştır.
Yine, burjuva propagandası tarafından koparılan “işçi sınıfı yok oluyor, nicel olarak bile ortadan kalkıyor” yaygaralarına karşın, son elli yıl içindeki gelişmeler göstermektedir ki dünyanın bütün ülkelerinde işçi sınıfı hem nicel (en geri ülkede bile işçilerin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir) hem de nitel (eğitilmişlik, kültürel düzey, toprakla bağı vb.) bakımından tarihte görülmemiş biçimde büyümüş, büyümeye de devam etmektedir.
Ama aynı zamanda; işçi sınıfı, dünya genelinde, bu ölçüde ortak sorunlarla ve bu ölçüde kapitalist sömürünün azgınlaşması ve vahşice saldırısının yarattığı somut taleplerle birbirine yaklaşmamış; taleplerde bu derece dolaysız ortaklaşmamıştır. Bu durum, işçi sınıfı hareketinin ulusal ve uluslararası düzeyde birliğinin ve bağımsız bir biçimde örgütlenmesinin koşullarını tarihte hiç olmadığı kadar genişletmiştir.
Yine dünya işçi sınıfının ve birer birer ülkelerdeki işçilerin çıkarları ve tabii talepleri hiçbir dönemde bugün olduğu kadar; diğer emekçi sınıflarla (köylüler, memurlar, mühendisler, doktorlar, esnaf ve zanaatkârlar, kent ve kır emekçileri ile) bu ölçüde yakınlaşmamıştı.
Yine tarihin hiçbir döneminde, ezilen uluslar ve geri kalmış ülke halklarının emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi; uluslararası işçi sınıfının emperyalizme ve kapitalist tekellere karşı mücadelesiyle bu ölçüde iç içe geçmemişti.
Yani uluslararası işçi sınıfı ve birer birer ülkelerdeki işçiler; bütün tarihleri boyunca, böyle zorluklarla karşılaşmadıkları gibi, böylesi geniş bir ittifak temeli ve taleplerin bu kadar açık yaklaştığı bir dönem de görmemişlerdi.
Bütün bu gelişmeler sendikal harekette iki eğilimi hızla belirginleştirmektedir. Geleneksel, uzlaşmacı sendikacılığın temsilcisi sendika yöneticileri kastının sermaye ile daha çok yakınlaşmasını, varlıklarını sermaye önünde daha çok boyun eğerek, işbirlikçilikte daha ileri adımlar atarak sürdürme eğilimini güçlendirirken, aynı zamanda, tabandaki işçi yığınları içinde de; mücadelesiz hak elde edilemeyeceği fikri ve bu fikrin devamı olarak da harekete geçme eğilimleri güç kazanmaktadır.
Gündelik ilişkiler içinde işçilerin “geri” kesimleri içinde, umutsuzluk, karamsarlık, boş vermişlik, sorunlardan kaçma vb. olarak yansıyan mücadeleden geri durma eğilimleri sıkça rastlanan bir tutumsa da, bunun, “uzlaşmacı sendika yöneticileri kastı”ndan yansıdığı ve ileri kesimlerin öne çıktığı her durumda işçi yığınlarının onları izlediği gerçeği de pek çok kez tanık olduğumuz bir durumdur. İşte hareketin, bizim asıl dikkatimizi çekmesi gereken ve politikalarımızı üstünde şekillendirmemiz gereken yönü, bu ikinci yönüdür. Çünkü sınıfın mücadele isteği ve onun en ileri temsilcileri olarak bizlerin rolü, sınıfın ana gövdesini sendikal mücadeleye, mücadeleci bir sendikacılık çizgisine çekmektir.
* * *
Bu çerçeveden ve yukarıdaki koşullardan, önümüzdeki görevlere baktığımızda şunları söyleyebiliriz:
1) işçi sınıfı hareketinin bugün en temel zaaflarından birisi, sendikalarıyla sınıfın ana kitlesinin bağlarının kopmuş olmasıdır. Bu durum, kendisini, sendikasız ama sendikalı olmak isteyen milyonlarca işçinin var olmasına karşın, sendikaların üye kaybediyor, mutlak olarak küçülüyor olmasında açıkça ortaya koymaktadır. Bu çelişkiyi aşmanın yolu da sendikaların yeniden işçiyi; ücret, sosyal haklar, çalışma saatlerinin azaltılması vb. sendika olmanın temel kriterlerinin yeniden hatırlanması, işçilerin bu en genel çıkarlar etrafında birleştirilmesi görevini yeniden öne çıkarması gibi görevlerin yerine getirilmesinden geçmektedir. Dahası bugün sendikalar sadece uzlaşmacı sendikacılık tutumunu benimseyen seçilmiş sendika yöneticilerinin bürokratik tarzları tarafından işçiden koparılmamakta, aynı zamanda, “sendika uzmanı” adı altındaki görevliler tarafından da bürokrat bir tarza çekilmektedir. Pek çok yerde pek çok sendika fiilen bu “eğitilmiş” uzmanlar tarafından yönetilmektedir. Bu duruma son vermek, sendikal hareketin sağlıklı bir yola girmesi için önemli olduğu kadar, “sendika uzmanları”nın da kendi rollerine dönmesi bakımından önemlidir. Ama elbette sorunun bu yanı tek başına ele alınıp çözülecek bir şey değildir. Tersine bu durum, sendikal hareketin yenilenmesi, işçiyle bütünleşmesi sürecinde çözümleyebileceği bir sorundur. Ancak daha bugünden konferansımız bu konuya dikkatleri çektiği ölçüde, sendikaların, işçi tarzında yeniden yapılanması için yürüteceği faaliyeti daha bütünlüklü olarak yerine getirebilecektir.
2) Emperyalizmin “küreselleşme” saldırısını boşa çıkarmak için dünyanın her köşesinde bu saldırıya karşı çıkan işçiler ve tüm diğer emekçilerle ortak davranışa, dayanışmaya girmek için mücadele etmek, tutumumuzun anlaşılması emekçiler içinde yaygınlaşması için son derece belirleyicidir. Bu çerçevede, bütün ülkelerde, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma uygulamalarına karşı mücadelenin desteklenmesi, geri ülkelerin tarım ve sanayilerini yıkmayı amaçlayan politikalara karşı bu ülkelerdeki tepkilerin desteklenip yaygınlaştırılması, gelişmiş ülkelerde de balıkçılar, çiftçiler, taşımacılar gibi sektörlerde tepkilere yol açan yeni liberal politikalara, ülkeler düzeyinde ve uluslararası düzeyde destek verilmesi, diğer emekçi kesimlerle dayanışma, uluslararası tekellere karşı mücadelenin genelleşmesi için önemli bir dayanak olacak mahiyettedir.
3) Kazanılmış hakların korunması, sosyal güvenlik sistemlerinin tahrip edilmesinin önlenmesi (ve elbette iyileştirilmesi, bu fonlara devlet katkısının artırılması), yasalara geçmiş, TİS’lerle gelenek haline getirilmiş, iş güvencesinin sağlanması için gerekli önlemlerin alınması, yararlanılabilir bir işsizlik sigortası sisteminin tüm ülkelerde yaygınlaşması için çaba harcanması, emeği koruyan yasa ve TIS maddelerinin pazarlık masasına konmaması, kazanılmış ekonomik ve sosyal hakların savunulması, 35 saatlik iş haftasının tüm ülkelerde geçerli hale gelmesi, sendikal örgütlenme özgürlüğünün önündeki (baraj, sendikaya üye olmayı caydıran yaptırımlar vb.) maddelerin kaldırılması, TİS prosedürünün basitleştirilmesi (bürokrasiden arındırılması, kısa süreli çalışanlar için bile TİS yapılabilir bir prosedür geliştirilmesi) ve kısaltılması için ulusal ve uluslararası alanda çabaların yoğunlaştırılması, önümüzdeki dönemin önemli talepleridir.
4) Uzlaşmacı sendikacılığın temsilcileri ile az çok mücadeleden yana tutum alan sendikacılar arasındaki çatışmada, mücadeleden yana yer alan sendikal kesimlerle birleşmek ve onların daha ileri bir hatta yönelmelerine yardımcı olmak, günümüz sendikal çalışması içinde son derece önemlidir. Bu konuda; sekterliğe, her koşulda geçerli formülasyonlar öne sürmeye, bugün gelinen noktada şu ya da bu nedenle uzlaşmaya tepki gösteren sendikal çevrelerin daha önceki siyasi tutumları vb. bahaneleri öne sürme eğilimlerine karşı durma ve sendikal yöneticileri, sınıfın sendikacılıkla ilgilenen kesimler içindeki “büyük bölünmeyi”, mümkün olduğu kadar emekten yana olanların lehine gerçekleştirmek için gereken politik beceriyi göstermek sendikal hareket içinde mevziler kazanmak için belirleyici öneme sahiptir. Bu süreç aynı zamanda geleneksel sendikaların yeniden mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde dönüştürülmesi süreci olarak ele alınmak, uzlaşmacı sendikacılık yanlılarım sendikaların yönetimlerinden tasfiye etmek süreci olarak da değerlendirilmelidir.
5) Sınıf içinde kapitalistlerin uygulamalarına karşı, çeşitli işyeri ve işkollarında ortaya çıkan tepkileri birleştirerek; tepkiyi tek bir hedefe; sermayenin saldırılarının püskürtülmesine yöneltmek, tepkilerin etkisini artıracağı gibi, aynı zamanda sınıf hareketinin birleştirilmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Bu aynı zamanda sendikal hareket içinde sınıfın en geniş kesimleriyle uzlaşmacı sendika yöneticilerinin yaygın bir biçimde karşı karşıya gelmesinin bir vesilesi olacağı için; uzlaşmacı sendikacılık eğilimlerinin ve onların temsilcilerinin gerçek rollerinin işçiler tarafından görülmesini de kolaylaştıracaktır. Dahası işçi hareketinin salt kendi sınıf talepleriyle sınırlı kalması onu daraltan ve yalnızlaştıran bir durumdur. Sendikal hareketin uzlaşmacı sendikacılık çemberini kırarken en önemli dayanaklarından birisi de köylüler, kamu emekçileri ve diğer emekçi sınıflarla taleplerinin çok açık biçimde görülecek tarzda yaklaşmış olmasıdır. Ve işçi yığınları diğer emekçi sınıfların taleplerini destekledikleri ölçüde kendi taleplerini de elde etme imkânına kavuşacaklardır. Bunun içindir ki sendikalar ve sınıf kaygısı duyan sendikacılar, sınıfı yalnızlıktan ve darlıktan kurtaracak olan bu yönelişi geliştirmek ve yaygınlaştırmak yükümlülüğündedir.
6) Az çok ilişkilerimizin geliştiği her ülkede, biçimi ülkedeki mücadele ve bizlerin sendikalar içindeki konumlanmamız tarafından belirlenen mücadeleci bir sendikacılık odağı olarak davranmak; önümüzdeki süreçte, bir sendikal çekim merkezi olmamızın önemli bir adımı olacaktır. Bu bir yandan ülkelerin koşullarına göre, uzlaşmacı sendika yöneticileri arasındaki her çelişkiden de yararlanarak var olan sendikalar içinde etkimizi artıracak girişimleri sürdürmek biçiminde olurken öte yandan da, birer birer ülkelerde, konferansın aldığı kararların yaygınlaştırılması, uzlaşmacı sendikacılığın çözümsüzlüğüne tepki gösteren sendikacıların dayanağı olacak biçimde bu kararların yaygınlaştırılması için çeşitli araçlar geliştirmek gerekmektedir. Ancak bu konuda adım atmanın ilk koşulu olarak konferansımızın kararlarını her araçla yaygınlaştırıp, işçilerin, her namuslu sendikacının tartışmasına ve onları zenginleştirmesine açmayı öğrenmemiz gerekmektedir.
7) Konferansın aldığı kararların birer birer ülkelerde yaygınlaştırılması sendikalar ve geleneksel sendikacılık çizgisinde her gün, her vesile ile ortaya çıkan çelişmelerin doğru bir biçimde derinleşmesi için, bu kararların sendikacılar arasında ve işçi yığınları içinde; işyerleri, işkolları, ulusal ve uluslararası düzeyde toplantılar organize etmek, bu toplantıların düzenlenmesinde, ülkelerin mücadeleci sendikacıları (tabii ki; mücadeleci sendikacıların denetimindeki sendika merkezleri ve bölge ve şube yönetimleri arasında da) arasında, yıl içinde ikili ya da çok taraflı olarak yapılacak görüşmelerle başka ilişkilerin geliştirilmesi, ülkelerdeki sendikacıların ve ileri işçilerin diğer ülkelerdeki mücadeleci sendikacılarla yüz yüze gelmesini sağlayacak dayanışma ziyaretleri düzenlenmesi ve fikir alışverişinin, etkileşimin artırılması için ülkeler arasındaki ilişkilerin sıklaştırılıp daha düzenli hale getirilmesi gerekmektedir.

* * *
Avrupa merkezli söylemle “sosyal refah devleti” yılları olarak ifade edilen yıllarda uzlaşmacı sendikacılık, kendisine bir meşruiyet temeli bulurken; kimi ülkelerde düzen partilerinin, (sosyal demokrat partiler, sosyalist partiler vb.) politikalarının dolgu maddesi işlevini gördü. Ya da; Türkiye’de olduğu gibi “partiler-üstü siyaset”, “partiler-dışı sendikacılık” adı altında en gerici partilerle, anti-komünist organizasyonlarla birleşti.
Ne var ki; sendikal haklar ve ekonomik bakımdan nispeten iyi koşullar, sendikaların bu gerici düzen partilerinin peşinden sürüklenmesine tepkiler gelişmesine yol açmadı.
Bugün, yukarıda belirlemeye çalıştığımız koşullardan dolayı; sendikal hareketin sistem partilerinin peşinden gitme ya da politika dışında kalma imkânı hızla ortadan kalkmaktadır. Dahası, sendikalar ekonomik taleplerle ilgili olarak bile ayağa kalktıklarında, karşılarında devletleri, IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi uluslararası sermaye merkezlerini bulmaktadırlar. Bu durum, sendikaların, siyasal bir tutum almasını zaten zorladığı gibi, aynı zamanda sermayenin yeniden yapılanma politikalarından zarar gören diğer emekçi sınıflarla birleşme sorununun da çözümlenmesini dayatmaktadır. Bu yüzden de sendikaların siyasetin dışında kalma çabaları, onları tümüyle işlevsiz hale getiren bir labirente sürüklemektedir.
İşçi sınıfının tarihsel misyonu ve sendikal hareketin sınıflar mücadelesindeki yeri bir yana bırakılsa bile, bugün, sendikacılık siyasetle uğraşmak, üstelik herhangi bir siyasetle de değil; kendi sınıf çıkarlarından kaynaklanan bir siyasetle uğraşmak durumundadır.
Bu nedenledir ki; Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı, artık bir fikir açıklığına ihtiyaç duyulan bu konuyu da gündemine alıp tartışmalı, ülkeden ülkeye ifade farklılığı olsa da; “sendikal hareketin siyasallaşması ihtiyacı”nın gereğine ve sendikal hareketin içine sürüklendiği kaostan kurtulması arasındaki dolaysız bağa dikkat çekmelidir.
Umuyoruz ki; konferansımız; sınıf hareketinin önümüze koyduğu sorunları çözümleyip üstüne düşeni yapmak için gereken inisiyatifi gösterecektir.

2. uluslararası sendikal dayanışma konferansı sonuç bildirgesi
— Fransa’nın Annecy kentinde İkinci Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na katılan, sınıftan yana mücadeleci sendikacılar ve sınıf örgütleri olarak, tekellerin ve emperyalizmin sömürüsüne maruz kalan herkese, uluslararası dayanışma ve mücadele çağrısı yapıyoruz.
—Küreselleşme” ve Yeni Dünya Düzeni, kapitalist sömürünün ve emperyalist saldırganlığın gittikçe yoğunlaşması anlamına gelmektedir. NATO ve diğer emperyalist güç odaklarının, ülkelerin bağımsızlığını hiçe sayarak buralara müdahale etmeleri dünya barışı için oldukça tehlikelidir.
— Sermayenin, metaların ve hizmetlerin serbest dolaşımını öngören Avrupa’daki kapitalist birleşme ve genel olarak emperyalist küreselleşme; işsizliği, yoksulluğu ve sosyal adaletsizlikleri artırarak sermaye cephesini tahkim etmektedir. Oysa bilim ve teknikteki ilerleme ve isçiler tarafından üretilen zenginlikler; halkların sorunlarının çözülmesi ve emekçilerin yasam düzeyinin dünya çapında düzeltilmesi için olanak sunmaktadır.
— Fakat bu birikim ve olanaklar, kapitalistlerin kârlarını artırmanın bir aracı haline getirilmekte, insanlığın yararına kullanılması yönündeki özlemler emekçilerin aşırı sömürüsü üzerinden sermaye biriktiren tekellerin egemenlik duvarına çarpmaktadır. Bir taraftan milyonlarca insan açlıkla boğuşurken ve asgari geçim koşullarına dahi sahip olmayan milyonlarca emekçinin yaşamını sürdürmesi temel sorunken, kapitalistler kârlarına kâr katmaktadır.
— işçi sınıfının ve insanlığın geleceği asla kapitalist düzende değildir. Haklarını koruma ve yenilerini elde etme, radikal toplumsal ve politik dönüşümler talep etme ve insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılması yönündeki talep ve özlemler, giderek daha can alıcı bir anlam kazanmaktadır.
— Avrupa ve dünya işçi sınıfı, sermayenin ve onun politik temsilcilerinin kazanılmış sosyal hakların gasp edilmesini amaçlayan çok yoğun bir saldırısıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu neoliberal saldırı dalgasının ardında, tekellerin daha fazla kâr için kıran kırana rekabeti ve kapitalizmin krizi belirginlik kazanmaktadır.
— Sosyalist sistemin çöküşünün ardından işçi sınıfına dayatılan koşulların olumsuz sonuçlarını şimdi yavaş yavaş görüyoruz. En başta çalışma hakkı tehdit altındadır. Kapitalizmin doğasında bulunan işsizlik, önemli boyutlarda seyretmektedir ve uzunca bir zamandan beri sosyal bir olay halini almıştır. İşçilerin satın alma gücü dramatik bir biçimde düşüş göstermektedir. Sosyal haklar budanmakta, sosyal güvenlik sistemi giderek daha fazla oranda sermayenin insafına terk edilmekte, başlıca kamu sektörleri özelleştirmeye tabi tutulmaktadır. Sağlık, eğitim hizmetleri gibi kamu hizmeti olan her şey metalaştırılmaktadır. Çevre tehdit altındadır. Çalışma biçimleri, işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin aleyhine döndürülmektedir. Sömürüyü yoğunlaştıran yeni biçimler ortaya çıkmakta, esneklik, iş hayatının vazgeçilmez kuralı durumuna getirilmekte, günlük çalışma saatleri artırılmakta, düzenli bir işgünü, iş güvencesine dair haklar ve toplusözleşmeler tehdit altındadır. Demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanmaktadır.
— Bütün bu gelişmeler; bir yandan işçi sınıfının haklarını ortadan kaldırırken öte yandan da, ulusal ve uluslararası planda işçilerin birleşip sisteme karşı mücadele etme imkânlarını hızla genişletmektedir. Dahası, bütün ülkelerde işçilerin; köylüler, kamu emekçileri, esnaf ve zanaatkârlar gibi çeşitli emekçi kesimlerle birleşme, sermayeye ve tekellere karşı mücadele etme imkânları da büyümektedir.
İşçi sınıfının ulusal ve uluslararası birliğinin, her ülkede diğer emekçi sınıflarla ittifakının zemini, şimdiye kadar görülmedik ölçüde somut ve güncel olgular olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Konferansımız, bu gelişmenin küçük ama anlamlı bir adımıdır.
— Sendikal harekette yaşanan olumsuzluklarda, sınıf işbirlikçi sendikacılığın payı büyüktür. Bu tür sendikacılık ve temsilcileri, kapitalist yeniden yapılanma önlemlerinin ve sosyal demokrat ve muhafazakâr hükümetlerin halk düşmanı politikalarının destekçisi durumundadır;
Sınıf işbirlikçiliği emekçilerin demokratik, ekonomik, sosyal haklarının savunusu için sınıf mücadelesini terk ederek iflasa saplanmıştır; Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu kurum olarak işçi sınıfının çıkarlarına aykırı ve sermaye destekçisi tehlikeli reformist bir politika izlemekte; emekçileri sömürü sistemine entegre etmeyi hedeflemektedir.
Sınıf mücadeleci çizgide duran güçler, sınıf düşmanıyla girişilen bu uzlaşmayı red ve teşhir etmektedirler. İşçi sınıfının mücadeleci birliğini savunmakta, emekçileri emperyalizm ve tekellere karşı mücadele için örgütlemektedirler. Mücadeleci sendikacılık, bu perspektiften hareketle şu talep ve görevlerin gerçekleştirilmesi için uluslararası dayanışmayı ve ortak eylemi gerçekleştirmeli, Avrupa ve dünya çapında güçlerini koordine etmelidirler.
Bunun için:
1. Ücret, çalışma koşulları, sosyal sigorta hakkı gibi 20. yüzyıl boyunca işçi ve emekçi mücadeleleriyle kazanılmış hakları, bugünkü hakların korunmasında ve yenilerinin kazanılmasında dayanak yapmalıyız.
2. Bütün ülkelerde sendikal hak ve özgürlüklerin tanınmasını talep ediyoruz, grev hakkını, sendikal eylemi yasaklayan, toplusözleşmeleri ortadan kaldıran işçi düşmanı ve anti-demokratik tüm yasalar iptal edilmelidir.
3. Sendikalarımızın yeniden güç kazanması temel hedeflerimizden biridir ve sendikaların üye sayılarını artırmaları yönündeki çabaları desteklemek, organize etmek erteleyemeyeceğimiz bir görevdir.
4. Emek güçlerinin eylemini ulusal ve uluslararası düzeyde daha ileri bir tarzda koordine etme ihtiyacına dikkat çekmek istiyoruz.
5. İşsizliğe karşı çıkmak ve cins, dil ve din ayrımı olmaksızın, işsizlerin sınıfın bir parçası olduğu bilinciyle davranmak, sendikaları bu konuda duyarlı hale getirmek en başta bizlere düşen bir görevdir. IMF, DB, DTO ve G7 gibi kuruluşların işçi ve halk düşmanı emperyalist politikalarına karşı mücadele etmek, konferansımızın dikkat çektiği noktalardan birisidir.
6. Avrupa’da ve tüm dünyada barışın savunulması, Atlantik ittifakının, -NATO’nun- lağvedilmesi. Başta Balkanlar, Irak, Ortadoğu ve Avrupa’da olmak üzere, bütün dünya ülkelerinden emperyalist kuvvetlerin geri çekilmesi için mücadele sendikal hareketin göz ardı edemeyeceği talepler arasındadır.
7. Sosyal, demokratik ve çevre hakları için sürekli mücadele, özelleştirmelere, ağır vergi yüküne karşı çıkmak, sağlık ve eğitimin özelleştirme yoluyla metalaştırılmasına karşı durmak, işçilerin uluslararası talepleri olarak biçimlenmiştir.
8. Ücretler düşmeksizin haftalık çalışma süresinin 35 saate düşürülmesi (saat sorunu ülkeden ülkeye fark edebilir), haftada beş gün ve günde 7 saatlik çalışma talebi somut ve günceldir.
9. Sendikal hareketin büyük sermaye önünde diz çökmesine karşı çıkıyoruz. Avrupa Sendikalar Birliği ve diğer reformist sendika merkezlerinin uzlaşmacı çizgilerine karşı mücadele ediyoruz.
10. Değişik ülkelerin sendikal örgütlerinden sendikacıların yer aldığı ve uluslararası planda konferans kararlarını koordine edecek ve 3. toplantıyı hazırlayacak bir komite oluşturulmuştur.
11. işverenlere, sermayenin hizmetindeki hükümetlere ve Brüksel komisyonunun kararlarına karşı çıkacağız ve mücadeleci sendikacılık anlayışlarını desteklemek yükümlülüğümüzün gereğini yapacağız.
12. İlk ortak eylemimiz 2001 yılı Haziran ayında Cenevre’de ILO toplantıları esnasında yapılacaktır. Bu eylem, tek tek ülkelerde gerçekleştirilen etkinliklerin bir devamı olarak görülmelidir. Ortak sloganımız şu olacaktır: “Emperyalist Yeni Dünya Düzenine karşı, mücadelemizi uluslararasılaştıralım!”

Daha ileri bir sendikal konferans için
İHSAN ÇARALAN

Birinci toplantısı Balıkesir-Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans’ın ikinci toplantısı, Fransa’nın Annecy kentinde yapıldı.
Gerek toplantılar sırasında yapılan konuşmalar içinde, gerekse toplantının arkasından, katılan sendikacılar tarafından sıcağı sıcağına çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Muhtemelen de yıl boyunca, sendikal hareketin çeşitli sorunları vesilesiyle, sendikal konferans ve bu konferansta alınan kararlar üzerinden de değerlendirmeler yapılacaktır. Ancak burada, toplantının kazanmış bulunduğu tarihsel önem, toplantının içeriği ve önümüzdeki döneme ilişkin bazı yönleri üstünde durmakta yarar olacaktır.
Aslında; sendikal hareket içindeki “açmazlar” ve “arayışın” bir sonucu olarak, kendisine “sendikal konferans” ve “uluslararası” sıfatını takan pek çok toplantı yapılmaktadır. Ve önceki yıl Ören’de, bu yıl da Annecy’de yapılan toplantı da uzaktan bakıldığında, bu çok sayıdaki toplantıdan birisi gibi görülebilir. Ancak, bu toplantı sırasında bir delegenin söyledikleri; bu toplantının diğerlerinden farkını ortaya koyar mahiyetteydi. Toplantıyı düzenleyen sendikacılarla siyasal bakımdan da hayli farklı bir görüşe sahip olan ve toplantıya ilk kez katılan bu sendikacı; “Ben daha önce de çok çeşitli uluslararası sendikal toplantılara katıldım. Ama bu toplantı gerçek bir sendikal toplantı; katılanlar da gerçekten sendikacılar ve hissediyorum ki onlar işçileri temsil ediyorlar” diyerek toplantının diğer “uluslararası sendikal toplantılarla” farkını ortaya koydu. Gerçekten de; sendikal hareketin bu kadar dağınık, ama çıkış arayışlarının da bu ölçüde yaygın olduğu bir dönemde, her birkaç kişiyi bir araya getiren, internetin başına geçip, sağa sola e-mail atarak, toplantıya icabet edecek bir “çokluk” sağlayıp, uluslararası bir sendikal toplantı yaptığını ilan edebilmektedir. Dahası bu toplantıya katılanların çoğunluğu seçilmiş ya da bir biçimde sınıfın bir kesimini temsil eder pozisyonda da olmayabilmektedir. Ve bunlar genellikle çeşitli partilerin ya da siyasi çevrelerin sendikacılığa, işçi sorunlarına ilgi duyan görevlileri, işçi üyeleri ya da sendikalarda görevli ama konferans düzenleyenlerle bir biçimde ilişkili “uzman”lar olmaktadır. Toplantılarda da daha çok genel ve entelektüel düzeyde tartışmalar yapılmaktadır. Ve bu pek çok sayıdaki toplantının birkaçı dışındakilerin bir devamlılığı yoktur. Bu devamlılık, hem toplantıların birbiriyle bağlantısı bakımından hem de toplantı öncesinin hazırlıkları ve sonrasında da alınan karaların ne olup olmadığı, hangi tepkinin geldiği, çağrılara uyulup uyulmadığı bakımdan söz konusu olmamaktadır.

ULUSLARARASI KONFERANS’IN KAZANDIĞI POZİSYON
Uluslararası Sendikal Konferans’ın henüz “ikinci toplantısı” yapılmıştır. Ama şu açıkça görülmektedir ki; her iki toplantının da bir ön hazırlığı olmuştur. Bu ön hazırlık, sadece teknik olarak değil; konferansta ele alınacak konular ve konferansın amaçları çeşitli işçi ve sendikal çevrelerde tartışılarak başlamış; ön hazırlık sırasında çıkan fikirler konferansa taşınmış, konferansta alman kararlar da çeşitli ülkelerin sendikacılarının en azından duyarlı kesimleri arasında tartışılmıştır. İkinci konferans hazırlığı da, birincisindeki sürecin devamı olarak düzenlenmiş ve birincisine göre nispeten daha geniş çevreler konferans öncesi tartışmalara katılmıştır.
Demek ki; sonuncusu Annecy’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans, en azından üç özelliği ile bütün diğer “uluslararası sendikal konferans” vb. adlar altında yapılan toplantılardan ayrılmıştır.
1. Bu konferansa katılanlar, işçiler tarafından seçilmiş (kimi profesyonel, kimi olmadan sendikaların çeşitli kademelerinde görev yapan) sendikacılardır. Dolayısıyla da bir kitlesel temsil konumuna sahiptirler.
2. Bu konferansın bir devamlılığı vardır. İkincisi birincisinin devamıdır; üçüncüsü de ikincisinin devamı ve onun koyduğu tuğlaların üstüne yenilerini koymak için yapılacaktır. Aynı zamanda bu devamlılık hem konferansın hazırlayıcıları bakımından hem de katılımcıların omurgası bakımından söz konusudur. Bu hem konferansın giderek ortak amaç ve fikirler etrafında daha çok yoğunlaşmasını hem de sendikal bir odak olarak şekillenip, uzlaşmacı sendikacılığa karşı mücadeleci sendikacılık odağı olarak tanınıp gelişmesine imkân tanıyacak bir özellik olarak tezahür etmektedir.
3. Konferansa katılan sendikacılar, kişisel görüşlerinden de öte, çeşitli ülkelerde az çok duyarlı sendikal kesimlerin, ileri işçi kesimlerinin konferansa yönelik önerilerini alıp bu toplantıya katılmışlar; dolayısıyla da konferans en azından bazı ülkelerde işçilerin de ilgisi içinde, sonuçları da merakla beklenen bir etkinlik olarak gerçekleşmiştir.
Sorunların ele alınışı, içeriği ve benzerlerine girmeden, sadece işçi hareketi içinde bugün almış bulunduğu pozisyon itibariyle de bu konferans, son derece önemli bir role sahip olmuştur. Ve elbette misyonu ve sorumluluğunun ağırlığı da böylece son derece ciddiye alınacak biçimde artmıştır. Dolayısıyla konferansın eksiklerine yöneltilecek eleştiriler ve konferansın üçüncü toplantısının hedef ve görevlerini belirlemede; önceki iki konferansın gösterdiği bu olumlu yönelişin geliştirilmesi son derece önemlidir. Çünkü ilk iki toplantı; ne yapılması gerektiğini, aslında böyle bir konferansın hangi görevleri yerine getirirse anlamlı olmaya devam edeceğini göstermiştir. Ve kendisini tekrarlayan, bir öncesiyle bağlantı kurmayan ve sendikal hareketin uluslararası sorunlarını çözme cesaret ve ataklığını taşımayan bir uluslararası sendikal konferansın da benzer addaki başka girişimlerden kendisini ayırıp uluslararası işçi sınıfı hareketi içinde bir seçenek olamayacaktır.

ÖREN’DEN ANNECY’E AŞILMASI GEREKEN SORUNLAR
Uluslararası Sendikal Konferans’ın Ören’de yapılan ilk toplantısının konusu; elbette, “sendikal hareket nereye gidiyor; biz bu gidişatı nasıl sınıf lehine çevirebiliriz?” olarak özetleyeceğimiz bir çerçevedeydi. Ve konferansa katılan sendikacılar, gerek sendikal hareketin sorunları, gerekse çözümleri konusunda ciddi bir görüş alışverişi yaptıkları gibi, temel konularda da görüş yakınlığı içinde olduklarını gördüler. Ve dolayısıyla; “ilk olma”, “başka ülkelerde de neredeyse aynı şeyleri düşünüyor ve yapıyor, yapmak istiyor” olduğunun görülmesinin verdiği coşku ve heyecan, tabii böyle bir konferansın başlatılmış olmasının yarattığı özgüvenle birleşerek, Ören’in “ana başarısı” oldu ve ikinci toplantı bu heyecanla hazırlandı.
Ancak şu hemen söylenebilir ki; ikincisinin sonundan bakıldığında; birincisi ile ikinci konferans arasındaki sürecin yeterince etkin ve konferansın sınıf hareketi bakımından kazandığı pozisyon ve önüne koyması gereken görevler bakımından öneminin yeterince kavranarak hazırlandığı söylenemez. Annecy’deki tartışma, Ören’deki tartışmayı çok az aşan bir çerçeve çizebildi. Çünkü gerek hazırlık aşamasında her ülkede, geniş işçi tartışmalarının yeterince yapılamaması (bazı ülkelerde daha iyi, bazılarında daha az yapılmış olabilir ama sendikal hareketin içinde bulunduğu koşullar düşünüldüğünde, geniş tartışmalar açmak, bu tartışmaların sonucu olarak da ileri işçi çevrelerinin önemli bir kesimini konferansla bütünleştirmek mümkündü) konferansın ikinci toplantısında hissedilen en önemli zaaflardandı.
Bu durum kaçınılmaz olarak konferansın bileşimini de etkiledi ve çok daha geniş sendikal kesimlerin konferansa katılımı mümkünken, ikinci toplantıya, birinci toplantıya katılan kesimleri çok az aşan bir katılım oldu. Burada katılımın azlığı ya da çokluğundan söz ederken, katılan kişi ya da ülke sayısını kastetmiyoruz. Tersine konferansa katılan sendikal kesimlerden söz ediyoruz. Örneğin her iki konferansa da, kendisine “sınıf sendikacısıyım” diyen kesimler büyük bir yoğunlukta katılırken, şu anda sendikal hareket içinde olan, uzlaşmacı sendikacılıkla birleşmeyen, ama bir çıkış yolu arayan çok değişik renkte kesimler olduğu, bunların sendikal hareket içinde oldukça geniş bir yelpaze oluşturduğu düşünüldüğünde, konferansın iki toplantısında da “darlık”ın son derece önemli bir problem olarak ortaya çıktığını söylemek, gerçeği tespit etmek olacaktır.
“Darlık”ın bir nedeni elbette, konferansın henüz yeni ve yeterince duyurulmamış olmasıdır. Ama bugün için asıl önemli yanı ise, konferansın düzenleyicisi ve katılımcılarının en azından bir bölümünün, farkında olarak ya da olmayarak, konferansı; bir sınıf sendikacılığı merkezi olarak görmeleridir, diyebiliriz. Oysa bu uluslararası sendikal konferansın ilerlemesi ve sınıf hareketi içinde rol oynamasının vazgeçilmeyecek koşulu; bugünkü sendikal gidişattan hoşnutsuz olan ve bu durumu değiştirmek için çaba göstermek isteyen herkesi, her sendikal kesimi toparlayan bir platform olmasıdır. Bu yüzden de; konferans toplantılarına katılanların çoğunluğunun “sınıf sendikacısıyım” demesi, konferansın olumluluğu değil, acilen aşılması gereken zaafıdır. Elbette ki; konferansın üçüncü toplantısı, ikinci toplantıda da dile getirilen bu zaafı aşmak yükümlülüğü ile karşı karşıyadır.
Konferansın ikinci toplantıda ortaya çıkan zaaflarından birisi de; konferanstaki tartışmaların genel kalması; tartışma konuları ve tartışılacak sorunların, birinci toplantıyı aşan bir “aktüel gündem”e sahip olmamasıydı, diyebiliriz. Toplantının hemen sonrasında yapılan “kısa değerlendirme toplantıları”nda ve toplantı aralarında çeşitli ülkelerden katılan sendikacıların aralarındaki sohbetlerde de bu konu en çok yakınılan konu olarak tezahür etti.
Şöyle ki;
Sendikal hareketin içinde bulunduğu koşullar ve konferansa her seferinde yeni ülkelerden sendikacıların katılacağı düşünüldüğünde, her konferans toplantısı, bir yanıyla sendikal hareketin genel sorunlarını, gidişatını, bu gidişat içinde alacağı pozisyonu yeniden yeniden tartışacaktır. Ama ortalama bir-bir buçuk yılda bir sendikal hareket bir “sıçrama” yapmayacağına göre; sendikal hareketin çeşitli yönleri üstünde bilgi alışverişi, o yıl belirlenen sorun üzerinde uluslararası planda kimi etkinlikler düzenlenmesinin konferans gündemine girmesi vb. bir ya da iki önemli konuda tartışmaların yapılması gerektiği, ikinci konferans süreci içinde açıkça ortaya çıkmıştır. Örneğin Annecy’deki toplantı; “esnek çalışma”, “yeni teknolojilerin sendikal harekete etkileri”, “sendikal bürokrasiye karşı mücadele ve sendikalarda yeni bir dönüşümün imkânları”, “sendikal yasaların demokratikleştirilmesi için kampanyalar” vs. gibi özel bir ya da iki konuda tartışıp, bu konuda kararlar alarak, sendikal hareketin sorunlarını bu konu etrafında tarif edip uluslararası planda görevler saptayabilirdi. Özellikle konferans sonrasında yapılan görüşmelerde ve konferans sonrası çeşitli ülkelerden gelen sendikacıların değerlendirmelerinde bu “boşluğa” dikkat çekildi. Ve bu konuda; üçüncü toplantıyı düzenlemekle görevlendirilen sendikacıların uyarılması haklı bir uyarıydı.
Konferans sırasında, sendikal konferansın dikkate alması gereken yönlerden birisinin de “somutluk” olduğu ortaya çıktı.
Kuşkusuz, konu uluslararası olunca, soyutlamalar, genelleştirmeler kaçınılmazdır. Ama bu genelleştirmelerin yanı sıra, somut, uygulanabilir kararlar alınması, konferansın şu ya da bu ülkenin bir kentinde şu kadar sayıda sendikacının iki üç gün süreyle yaptığı bir tartışma olmaktan çıkıp; uluslararası planda yeni bir sendikacılık anlayışı etrafında mücadeleci sendikal çevrelerin mevzilendirilmesi faaliyeti olarak ele alındığında anlamlı olacaktır. Bunun bir yolu ise, gündelik hareket içinde, başlangıç olarak sembolik düzeyde de olsa, sendikalar ve işyerleri arasındaki ilişkilerin, sendikacılar ve ileri işçi kesimleri arasındaki dolaysız ilişkileri de kapsayan, (örneğin eğitim gezilerinin bu çerçevede değerlendirildiği) dayanışmaların, işyerleri ve işkolları ötesinde mücadeleci bütün sendikacıların ve sendikal çevrelerin katılmasının önünü açacak somut kararlar almayı üçüncü toplantının gündemine taşımak da içinde bulunulan hazırlık sürecinde dikkate alınması gereken konulardan birisidir. Çünkü bu tür somut dayanışma eylem ve ilişkileri, ancak farklı ülkelerdeki hareketin koşulları ve ihtiyaçları arasında doğru ilişkiler kurulmasıyla mümkündür, Bu yüzden de ülkelerden ve işçi tabanından gelecek isteklerle biçimlendirilecek bu kararlar, ancak konferansın hazırlık toplantısı sırasında ortaya çıkabilir ve bu çalışmalar sırasında gelecek somut öneriler bu nedenle de önem taşımaktadır.

ULUSLARARASI SENDİKAL KONFERANS’IN 3. TOPLANTISI İÇİN
İlk iki konferansın sonuçları üstünden yapmaya çalıştığımız bu değerlendirmenin amacı, elbette Uluslararası Sendikal Konferans’ın Üçüncü Toplantısı’nın konferansın tarihsel rolüne daha uygun bir biçimde hazırlanması içindir. Bu yüzden de; yukarıda aktarmaya çalışılan eksik ve zaafları, giderilmesi gereken ve önümüzdeki bir yıl içinde aşılacak zaaflar olarak ele almak gerekir.
Bu açıdan bakıldığında; her şeyden önce, Konferansın ikinci toplantısının aldığı kararlar ve bu sayımızda tam metnini yayımladığımız “Sonuç Bildirgesi”nde dikkat çektiği sorunlar üstünden konferansın hem tanıtımı hem de kararlarının sınıf içinde yaygınlaştırmasını yıl içindeki çalışmamızın ana unsuru olarak değerlendirmemiz gerekir. Elbette bu karar ve belirlemelerin yaygınlaştırılıp hayata geçirilmesi aynı zamanda konferansın üçüncü toplantısına da hazırlık, aslında konferansın üçüncü toplantısını yığınlar arasında yapmak anlamına gelmektedir. Çünkü sonuçta üçüncü toplantıya gidecek öneriler ve görüşler, hatta kimlerin gidip neleri savunacağı, bu toplantılarda ortaya çıkacaktır. Ve bu süreç böyle değerlendirilebildiği ölçüde yukarıda konferansın ilk iki toplantısı için sözü edilen olumsuzluklar aşılabilecektir.
Elbette ki, bu çalışmaların daha somut uluslararası planda başlatılabilmesi için, çok vakit geçirilmeden konferansın üçüncü toplantısının gündeminin de belirlenmesi önemlidir. Ama en önemlisinin, konferansın amaç ve kararlarının sınıf tabanında yayılması, toplantıya hazırlık sürecinin, en geniş işçi ve sendika çevrelerini içine çekecek biçimde, öyle bir iki toplantıyla sınırlı kalmayacak tarzda yürütülmesidir. Başlangıç noktası bu olursa, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz tüm zaaflar ikincil ve aşılması kolaylaşmış zaaflar derekesine düşecektir.
Uluslararası Sendikal Konferans’ın iki toplantısı, üçüncüsünün daha kapsayıcı ve daha işlevsel olarak toplanabileceğini göstermiştir. Dahası, bu konferansın uluslararası işçi sınıfı hareketinin mücadelesinde son derece önemli bir dayanak görevi görmeye aday olduğunu göstermiştir. Görevlerimizi bu temel iki yaklaşım üstünden belirlediğimiz ve yerine getirdiğimiz ölçüde üstümüze düşeni yapmış oluruz. Daha azına da razı olmamak gerekir.

Kasım 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑