Emperyalist güçlerin kendi nüfuz bölgeleri olarak gördükleri yerlerdeki çatışmaları emperyalizmden bağımsız, yerel güçler arasındaki çatışmalar ve savaşlar olarak görmek, yanıltıcılığının ötesinde emperyalizmin işini kolaylaştıran büyük bir yanlıştır. Zira emperyalist güçler, onlarca yıldır hâkim oldukları, olmak istedikleri coğrafyalara, çok zorunlu olmadıkça kendileri müdahale etmiyor; kukla devletlerini kullanarak ya da bölgedeki karşıt güçleri kapıştırarak bir “barış gücü” kisvesi altında kendilerine meşruiyet zemini yaratıyor. Bu bir de İsrail’in Filistinlilere karşı giriştiği katliamın gerçekleştiği Ortadoğu gibi petrol ve enerji yatakları açısından dünya hegemonya mücadelesinin önemli merkezlerinden birinde geçiyorsa, o zaman daha kapsamlı bir bakışı da gerekli kılmaktadır.
Ortadoğu’daki ilişkiler, tarihi boyunca hâkim emperyalist güçler tarafından şekillendirilmeye çalışılmış, dünya emperyalist piramidindeki konum ve güçlerine göre emperyalist devletlerin bu bölgeye müdahaleleri söz konusu olmuştur. Bölgenin petrol kaynakları açısından dünya pazarındaki etkin konumu, bu bölgeye dönük emperyalist müdahaleleri daha bir kızıştırmış, onu dünyanın diğer bölgelerine göre, emperyalist hegemonya mücadelelerinden kaynaklanan çatışmalar açısından çok önemli bir merkez durumuna getirmiştir.
ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi emperyalist devletlerdeki enstitüler, think-tankler (düşünce kurumları) açısından Ortadoğu’nun öne çıkan bir ilginin konusu olması da yine bu nedenledir. Pentagon’a bağlı düşünce ve proje üreten birçok kurum için bu bölge, hiç gözden kaçırılmaması gereken, sürekli yeni hamlelere gebe bir satranç tahtası gibidir. Bu satranç tahtasındaki şah, vezir, fil, at gibi etkin taşların dışında piyon gibi, işlevleri sınırlı taşların yaptığı ve yapacağı olası hamleler de, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerce belirlenmeye, çekilip çevrilmeye, yönlendirilmeye çalışılmaktadır.
RUSYA, İRAN VE IRAK’IN GÜÇTEN DÜŞÜRÜLMESİ
Ortadoğu, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve böylece emperyalistler arasındaki güç ilişkilerinin temelden değiştiği koşullarda, emperyalist müdahalelere daha açık bir hale gelmiştir. Bugünkü konumuyla bölgedeki emperyalist güçlerden biri olan Rusya’nın, son yirmi yılda, ekonomik olarak da ABD’nin ve uluslararası emperyalist mali kuruluşların eline düşmesi, hâkimiyet alanlarında öne çıkan milliyetçi ayaklanma ve çatışmalar, yaşadığı iç karışıklıklar, onu, Ortadoğu’daki eski iddialı konumundan geriye düşürmüştür.
“İslam devrimi” ile birlikte ABD’ye karşı tavır alan İran’ın, yaklaşık son beş yıldır ABD ile uyumlu bir bölge politikasına razı olması ve bu yöndeki ilişkilerini daha da derinleştirmesi, ABD’nin bölgedeki manevra alanını genişleten bir etki yapmaktadır. İran’la sekiz yıl süren savaşının ardından, ABD’nin ağır silahlı saldırısı ve ekonomik ablukasıyla karşılaşan Irak da, bugünkü konumuyla ABD’ye karşı tavır geliştirmek açısından eskisine göre daha mecalsiz bir durumdadır. Aynı şeyi Arap milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden Kaddafi’nin Libya’sı için de söylemek mümkündür. Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ise bölgede ABD’nin saldırılarını meşrulaştıran ve kolaylaştıran iç gericilikler durumundadır.
İTTİFAK İSRAİL’İ CESARETLENDİRİYOR
Bunlarla birlikte Ortadoğu’da İsrail’in konumunu Arap halklarına karşı öncesine göre fazlasıyla güçlendiren ve ABD müdahalelerine de daha açık hale getiren çok önemli diğer gelişme de Türkiye-İsrail-ABD ittifakıdır. Son sekiz yıldır İsrail’le Türkiye arasında imzalanan ekonomik ve askeri işbirliği anlaşmaları İsrail’in bölgede kendisini daha “güvenli” hissetmesini ve pervasız davranmasını kolaylaştıran gelişmelerdir. Bu ittifakın Ortadoğu’nun Müslüman halkları için ifade ettiği anlam ise kaygı ve öfkedir. ABD, bu ittifakla, Ortadoğu’nun silahlanma düzeyi açısından en güçlü iki ordusunu kendi politikalarına karşı çıkacak her güce karşı birleştirmiş olmaktadır.
Tüm bu dengeler birbirini etkilemekte ve Ortadoğu’daki ABD pozisyonunun derinliğini ve hareket alanını belirlemektedir. Aynı şekilde 1948’de kurulan ve kuruluşundan beri ABD’nin desteğiyle, onun bölgedeki çıkarlarını düzenleyen bir kukla devlet olarak davranan İsrail’le Filistin halkı arasındaki uzun savaşın süreç içindeki vardığı basamaklar da, bölgedeki güç dengelerinden bağımsız olarak ele alınamaz.
RUSYA’NIN TOPARLANMA SÜRECİ
Yukarıda özetlenmeye çalışılan siyasal dengeler içindeki önemli bir başka gelişme de, Putin’le birlikte Rusya’nın yeni bir toparlanma sürecine girmiş olmasıdır. Rusya, Putin’in başa geçmesiyle birlikte, önceden yitirdiği, yitirmekle yüz yüze kaldığı etkinlik alanlarındaki gücünü yeniden kazanmaya yönelik hamleler yaptı. Bunun dışında, sadece kendisine yönelik bir nükleer saldırı olması durumunda, nükleer silah kullanmayı öngören Nükleer Doktrini’ni yenileyerek bu koşulu kaldırdı ve kendi toprak bütünlüğü ve egemenlik ilişkileri açısından tehlike olarak gördüğü her durumda nükleer silah kullanmayı, doktriner olarak benimsedi. Bu arada Suriye’deki Rus üslerinin yenilenmesi kararlaştırıldı. Bölgenin etkin güçlerinden Suriye ile bu ilişkinin dışında, İran’da Rus mühendislerinin nükleer enerji santralleri kurması kararlaştırıldı. Rusya İran’a nükleer teknoloji satacak. Ayrıca Rusya’nın İran’a silah satışı da giderek yoğunlaştı.
Tüm bu gelişmeler, bölgenin tek hâkimi olmak isteyen ABD’yi bölgede son dönemde azami düzeye çıkardığı hâkimiyetinden Rusya’ya pay kaptırmamak için daha aceleci ve müdahaleci davranmaya yöneltti. Bugün için Rusya, bölgede ABD çıkarlarını tehdit eder düzeyde bir güç oluşturamasa da, gelecek açısından böyle bir tehlikenin potansiyel olarak bile var olması ABD’yi bu ihtimali hesap eden politikalara itmektedir. Keza Rusya şu an ABD ile açık bir hesaplaşmayı göze alabilecek bir durumun gerisinde gözükse de, bunun ileride daha farklı bir etkinlik noktasına varması ABD açısından önemli bir potansiyel risk demektir. Çünkü Rusya “yaralı” durumdayken bile Irak ya da Libya ile karşılaştırılamayacak düzeyde bir bölge gücüdür.
Ayrıca emperyalist diplomasi, bugün ulaştığı noktada emperyalistler açısından iç politika kadar etkin olunan bir alandır ve egemenlik ilişkilerinin gerektirdiği tarzda zaman zaman yeniden yapılandırılmakta, hareketli tutulmaktadır. Hiçbir nüfuz alanı emperyalistler açısından ilgi gösterilmeden bir kenarda duran ve sürekli emir-komuta bekleyen bir durumda değildir. Boş bırakılan bir bölgenin başka bir emperyalist tarafından bir gedik bulunduğunda girilebilecek bir yumuşak karın olarak değerlendirileceği, bütün emperyalistler tarafından, özellikle de ABD tarafından çok iyi bilinmektedir.
CAMP DAVID’DEN HAREMÜŞŞERİF’E
İsrail’le Filistin’in masaya oturtulduğu Camp David Zirvesi’nin çökmesi ve Filistin’in bağımsız devlet ilan edeceğini açıklaması, İsrail kadar ABD açısından da bir dize getirme ve burun sürterek kendi lehine yeni bir denge kurma tulumunu öne çıkartmıştır. Nazi bozuntusu ve İsrail kasabı Ariel Şaron’un 28 Eylül’de Haremüşşerif’e yönelik provokatif ziyaretinin patlattığı Filistin öfkesi ve İsrail terörü, ABD tarafından “uzlaştırıcı güç” maskesi altında bölgedeki pozisyonunu daha da pekiştirme fırsatı olarak değerlendirildi. Önce Pentagon ve CIA güdümlü ABD medya tekelleri tarafından “iki İsrailli askerin linç edilmesi” öne çıkarılarak İsrail saldırıları haklı gösterilmeye çalışıldı. İsrail tankları, helikopterleri, gemileri, füzeleri ve birlikleriyle gerçekleştirilen ve çoğu genç ve çocuk 200 dolayında Filistinlinin yaşamına mal olan saldırılar, ABD medyası ile onun “müttefiki” durumunda olan, dolayısıyla ona bağımlı bulunan ülkelerin medyasının düzlediği zemin üstünde gerçekleşti.
“ABD barışı”nın bugünkü halkasında gerçekleşen bu katliamdan sonra ABD iki tarafa “barış çağrısı” yapan güç olarak ortaya çıktı. “Saldır, gözdağı ver, karşındakini suçla ve ardından da kendi isteklerini dayatarak anlaşma yap” mantığı üzerine kurulu ABD barışı yine sahnedeydi ve halkının baskısı nedeniyle Camp David’te tam teslimiyete razı olmayıp bağımsız devlet ilan edeceğini açıklayan Arafat’ı cezalandırmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. ABD medyası daha önce “uzlaşmaya” yanaşmayarak Camp David’in çökmesine neden olan taraf olarak ilan ettiği Filistin tarafını son kanlı olayların sorumlusu olarak göstermeye devam etti.
Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde Ati D (Clinton), AB (Solana), Mısır (Mübarek), Ürdün (Abdullah), Filistin (Arafat) ve İsrail’in (Barak) katılımıyla yapılan zirve böylesi bir ortamda gerçekleşti. Ortada daha kuruluşundan bu yana yarım asırdır işgalci bir durumda bulunan İsrail’in yeni bir katliamı değil de, Filistin’in uzlaşmaz tavırlarının neden olduğu çatışma ortamı vardı ve bunu gidermek, daha fazla kişinin ölmesini önlemek(!) ABD ve Avrupalı emperyalistlere düşüyordu. Bu anlaşmada Arafat’a imzalattırılan gizli “güvenlik mutabakatının İsrail’in “güvenliği” üzerine şekillenmesi şaşırtıcı olmadı. Bu, bağımsız yaşayabilmek için bugüne kadar binlerce evladını yitiren Filistin halkı açısından tam anlamıyla bir “acı barış”tı. İmzalanan antlaşma, ABD’nin bölgedeki konumunu pekiştirmek açısından bir nifak belgesinden öteye geçmeyen Oslo Antlaşmasından daha da geriye düşürdü Filistin’in konumunu. Daha önce Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı ile “işgal altındaki topraklar” olarak anılan Batı Şeria-Gazze bölgesi, Şarm El-Şeyh’te “topraklar” olarak anıldı. Bu aslında İsrail açısından değil Oslo, kuruluşundan beri sağladığı en ileri mevziiydi. Böylelikle İsrail bölgede bir “işgal gücü” olmaktan tamamen kurtuluyor ve meşru bir konumda zikrediliyordu. Varılan anlaşmada Arafat ve beraberindeki heyet, katliamları soruşturacak komisyonun başında katliamların asıl tetikçisi olan ABD’nin bulunmasını kabul etti. CIA destekli bu gizli mutabakatın ardından Filistin yönetimi sokaklardaki eylemlerin sorumlusunu “Filistin’in emirlerine uymayan İslami hareketler” olarak gösterdi.
ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN MECALSİZLİĞİ
Ve İsrail, Şarm El-Şeyh’te varılan “anlaşmada” şiddetin sona erdirilmesinin istenmesine rağmen Filistin topraklarına saldırılarını sürdürdü. İsrail Başbakanı Barak “barış” sürecinin askıya alındığını açıklayarak arkasına aldığı destekle Filistin topraklarına yapılan saldırılara devam işareti verdi.
Ardından da, Filistin’in bağımsızlığını ilan etmesi durumunda “Apartheid planı” olarak adlandırılan “tek taraflı bölme” planını devreye sokma tehdidinde bulundu. Bu plan Filistinlilerin yaşadığı bölgeleri kuşatarak Filistin’i yalıtmayı, yani bir toplama kampına çevirmeyi esas alıyor.
Aslında Filistin davası bakımından düşünüldüğünde bu yalıtma planının ABD tarafından bölgesel ölçekte yaratıldığını, İsrail saldırılarının bunun üzerinden gerçekleştiğini söylemek abartı olmaz. Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan Arap Zirvesi’nden çıkan sonucun İsrail’i kınamaktan öteye gitmemesi bunun göstergesidir. 21 Arap ülkesinin katıldığı zirveyi terk eden Libya’nın dışında diğer ülkelerin sonucu yetersiz bulduklarını açıklamakla yetinmeleri bunun işaretidir. 1996’daki Arap Zirvesi’ne çağrılmayan ve bir süre öncesine kadar ABD’ye açıktan kafa tutan Irak ve bölgenin diğer etkin gücü Suriye dâhil hiçbir ülke, ABD’yi açıktan karşısına alan bir tutum sergileyemedi. Bu Ortadoğu’da ABD’nin bölgede kendisine tavır alan güçleri de siyasi olarak mecalsiz bir noktaya getirmesinin bir sonucuydu. ABD karşısındaki Arap milliyetçiliği geçmişe göre ciddi anlamda mevzi kaybetmiş ve bu, İsrail ile Filistin arasındaki dengelerin İsrail’in lehine daha da ağır basmasına olanak sağlamıştı. Siyasi ve moral değerler bakımından bu noktaya gelinmesinde, yukarıda değinildiği gibi, Türkiye egemenlerinin takındığı tavır da etkili olmuştu. İsrail’le son sekiz yıldır geliştirilen askeri ve ekonomik işbirliği ve ABD-İsrail-Türkiye ittifakı, İsrail’i Filistin halkına ve diğer Ortadoğu halklarına karşı daha fazla şımartmış, bu şımarıklık hegemonya mücadelesiyle birleşince ister istemez kışkırtıcı bir rol de oynamıştı.
DÜZEN PARTİLERİ İSRAİL’E SELAM ÇAKIYOR
DSP-ANAP-MHP hükümetinin İsrail’in katliamcı tutumunu es geçerek göstermelik biçimde karşılıklı “diyalog” önermesi İsrail’i daha da cesaretlendirirken, Filistin halkının ve komşu Arap halklarının tepkisini çekmişti. 28 Şubat’ın hâkim güçlerinin zoruyla da olsa ABD-İsrail-Türkiye ittifakının altına imza atan Erbakan’ın geleneğini temsil eden FP içinden de İsrail’le karşı açıktan bir tavır gösterilmemiş, düzen partilerinin tümü İsrail’e karşı geliştirilecek böylesi bir tavrın kendi pozisyonlarını zora sokacağını düşünmüştü. Birçoğu böyle bir tavrı zaten gerekli de görmemiş, ABD’nin planı çerçevesinde, onun çizdiği diplomatik hat içinde davranmasını ülke çıkarları için gerekli saymıştı.
Ülke içinde İsrail karşıtı gösterilere karşı polisin takındığı tavır da, aslında çatıdaki politik tercihin bir yansımasından başka bir şey değildi. İşin daha çarpıcı noktası ise Filistin topraklarına ve halkına yönelik İsrail saldırılarının sürdüğü günlerde Türkiye’nin İsrail’le sarmaş dolaş olması. İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Amira Arnon, ülkesinin Filistin’e yönelik saldırılarının sürdüğü günlerde Türkiye’de Çukurova ve GAP’ı gezerek toprak beğeniyordu. İsrail’in Türkiye ile geliştirdiği ittifak çerçevesinde Türkiye’de kurmayı amaçladığı serbest ticaret bölgesi kapsamındaki bu gezi sırasında Arnon, “Türkiye ile ilişkilerimiz askeri işbirliğinin çok ötesine geçti” diyor.
Tüm bunlar Türkiye yönetenlerinin 50 yıldır ABD ile girdiği efendi-uşak ilişkisinin bugün Türkiye’yi içine ittiği durumun nerelere vardığını göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Türkiye egemenlerinin dâhil olduğu bölge gericiliklerinin tümünün bugün Filistin’e karşı girişilen İsrail saldırıları ve ABD’nin bu saldırılar üzerinden kendi pozisyonunu daha derinleştirme ve geliştirme adımlarında pay sahibi olduğunu söylemek sadece gerçeği ifade etmek olacaktır.
Ve bugün İsrail-Filistin ilişkisi bağlamında oluşan tablo, emperyalizme karşı verilecek olan mücadelelerde halkların kardeşliği ve birlikte enternasyonalist bir dayanışma içinde davranmalarının gerekliliğini ve önemini göstermektedir. Ortadoğu’da emperyalist ABD zincirinin halkaları durumundaki tüm bölge gericilikleri, bölge halkları tarafından geriletilmeden, ABD’nin bölgedeki işgalci konumuna son verilmesi ve İsrail gibi “işgalci uydulardan kurtulmak mümkün olmayacaktır. Ortadoğu halklarının, emperyalizme ve kendi gerici iktidarlarına karşı gösterecekleri kararlılığın düzeyi, İsrail’in Filistin ve diğer bölge halkları üzerindeki tehdidine de son verecek tek anahtardır.
Kasım 2000