2000 yılı biterken, “IMF programı” ilk yılını da bir krizle noktaladı. Ama elbette bu kriz, “Bu program işe yaramaz” diye IMF programının bir kenara atılmasına neden olmadı. Tam tersine, bu programın daha kararlılıkla uygulanması için alınan önlemler artırıldı; yeni zam ve vergiler devreye sokuldu; ücret ve maaş artışlarına yeni sınırlar getirilirken, başta yabancı sermaye olmak üzere, rantçılar, faizciler, borsacıların desteklenmesine devam edileceğini gösteren ekonomik politikalar devreye sokuldu.
Öte yandan 2000 yılı, emekçi sınıfların son yıllardaki en büyük eylemine sahne olarak bitti. 1 Aralık; Ekim ve Kasım ayları boyunca süren çeşitli eylemlerin bir devamı olarak, emekçi sınıfların son yıllardaki en kitlesel ve en mücadeleci tutumunun simgesi olarak şekillendi. Ve 2000, emekçiler açısından, hak ve özgürlük mücadelesinin 200l’de de süreceğini, üstelik son 10 yıl ve 1 Aralık’tan çıkarılacak derslerle süreceğini gösteren işaretlerle dolu olarak tamamlandı.
Aslında bütün bir yılı; banka iflasları, hortumculuk, hayali ihracatçılık, mafyalaşma, F tipi cezaevleri, af, Türkiye-AB ilişkileri, FP’nin kapatılıp kapatılmaması, 28 Şubat’ın gidişatı, Genelkurmay’ın ve MİT’in karşı karşıya gelir gibi olması, Türkiye’ye Ortadoğu’da emperyalizmin biçtiği rol, Kürt sorunundaki gelişmeler, polis yürüyüşü, kriz, IMF’ye verilen “ek niyet mektubu”, TİS’ler, 2001 Bütçesi gibi her biri ayrı gibi görünen bütün bu gelişmeler ve 2001’e devreden sayısız sorunların tümü; yukarıda iki paragrafta işaret edilen sınıfların çıkarlarının karşıtlığı, ya da sınıfların karşı karşıya gelişi ile açıklanabilir. Dahası; bütün bu gelişmeler, egemen sınıflarla emekçilerin karşı karşıya gelişiyle bağlantılı olarak açıklanamadığında her biri bir polisiye vaka ya da kendi başına, bu yüzden de herkesin keyfine göre yorumlayacağı ekonomik, sosyal ve siyasal “anlaşılamaz” olgular olarak kalırlar.
Ancak Türkiye gibi son derece karmaşık ve hızlı gelişmelerin olduğu bir ülkede, başlıca olayların birbiriyle bağlantısının tablosunu vermenin bu yazı sınırları içinde güçlüğü ortadadır. Ve zaten gerekli de değildir. Bu yüzden burada: yazının ilk iki paragrafında işaret edilen karşıt sınıfların karşı karşıya gelişlerinin anlamı ve böyle karşı karşıya gelişler ile: ülkenin gidişatı arasındaki ilişkiyi ele alıp, bu mücadelede sınıf partisine, emekçi sınıfların ileri kesimlerine, örgütlerine (sendikalar, kitle örgütleri), emekten yana olduğunu söyleyen partilere nasıl bir rol düştüğü üstünde duracağız.
SERMAYE GÜÇLERİ IMF PROGRAMI ETRAFINDA BİRLEŞTİ
“Son 20 yıldır, sermayenin siyasi alanda yapmak istediği nedir?” diye sorarsak: bu soruya verilebilecek en kesin yanıt: “Sermayenin, kendi partilerini ’24 Ocak Programı’ olarak belirlenen ilkeler etrafında birleştirmesidir” diyebiliriz.
Kuşkusuz ki: 24 Ocak’tan bu yana köprülerin altından çok sular aktı: cuntalar işbaşına geldi, partiler kapandı, partiler kuruldu: ANAP hükümeti ve arkasından gelen hükümetler, ANAP’ın kaldığı yerden devam ettiler. Kimi geri adımlar atmak zorunda kaldı, kimisi “istikrar paketi” adı altında ekonomik programlar uyguladı, sağcı, solcu, dinci partilerin önderliğinde koalisyonlar kuruldu. “Kahrolsun 24 Ocak kararları”, “Kahrolsun özelleştirme” diyerek hükümete ortak olan partiler, tamamen tersi politikaların uygulayıcısı oldu. Kürt sorunu önce bir “savaşa” dönüşüp sonra “barış ve demokratik cumhuriyetçi” bir sürece yöneld. Susurluk’’ta çete düzeni deşifre oldu, “şeriata karşı” denilen 28 Şubat müdahalesi oldu; krizler, krizlerin yükünü emekçilerin sırtına yıkma operasyonları yapıldı; emekçilerin yüz binler halinde başvurduğu eylemler, grevler, grevlerin ertelenmesi, emekçi mücadelesinin yıktığı hükümetler olduğu gibi, milyonlarca emekçinin isteklerinin ve eylemlerinin görmezden gelindiği dönemler yaşandı. Ama bütün bir yirmi yıl boyunca büyük patronların ve onların her türden organizasyonunun başlıca amacı; Türkiye ekonomisinin uluslararası sermaye düzenine uydurulması (24 Ocak kararlarının temel şiarı da buydu) olarak kaldı.
Bu 20 yıl içinde düzen partileri, muhafazakârı, milliyetçisi, sosyal demokratı; kendi farklılıklarını bir yana iterek yakınlaştılar ve özellikle de ekonomi politikaları bakımından aynılaştılar. Örneğin ’90’ların başında ANAP’tan başka özelleştirmeyi açıkça savunan parti yoktu. Diğer partiler, kamu mallarının yabancı sermayeye devri anlamına gelecek olan özelleştirmeyi “vatana ihanet” sayıyordu. Gümrük Birliği’ne ANAP ve DYP dışındaki bütün partiler karşıydı. Daha iki-üç yıl önce DSP ve MHP, “özelleştirmeye karşıyız” diye meydanlarda bas bas bağırıyordu. Yine MHP ve FP, AB’ye girilmesini, “küreselleşmeye destek” verilmesini, “Hıristiyanlığa” ve “Türk düşmanlığına” teslim olmak olarak propaganda ediyorlardı. Ama şimdi bütün düzen partileri, kimi burnu sürtülerek, kimisi “ikna edilerek”, 24 Ocak Kararları’nın “ruhu” doğrultusunda, “tek yumruk” denecek kadar “ileri” bir noktadan birleşmiş bulunmaktadırlar.
Başka bir söyleyişle; son 20 yıl, özellikle de son 10 yıl içinde, düzen partilerinin hemen tümü; sermaye tarafından sadece, “genel olarak” uluslararası sermaye ile bütünleşme hedefinde değil, ama bu birleşmenin “taktiği” olan özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, “tarımın çökertilmesi” demek olan “tarım reformu”, “sağlık ve eğitimin paralı hale getirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin bireysel güvenliğe” indirgenmesi gibi ayrıntılarda da ortaklaştırıldı. En azından son birkaç yıldır, düzen partileri arasında özelleştirmeden sosyal güvenliğin tasfiyesine, eğitim, sağlık, iletişim ve öteki kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesinden (hizmetin bir meta haline getirilmesi) “tarım reformu”na kadar sadece genel değil ayrıntıda da bir fark kalmamış bulunmaktadır. Bu yüzden sermaye partileri gittikçe güç kaybedip oy oranları küçülmesine karşın, aralarında ayrıntıdaki farkların da önemli ölçüde kalktığı “partilerin koalisyonu” aracılığı ile “siyasetteki parçalanma” önemli oranda aşılmış görünmektedir. MHP ile DSP arasındaki yakınlaşma, FP’nin bile AB’ye tüm itirazlarını kaldırmış, diğer partilerle ayrılığını “türban sorunumla indirgemiş olması, Ecevit hükümetini nispeten uzun ömürlü yapmıştır. Bu yüzden de “Bu hükümetin alternatifi yok; onun için devam ediyor” yollu açıklamalar ikna edici değildir. Tersine; “bu hükümet uyum içinde” olduğu için işbaşındadır ve birkaç yıl önce “hükümet yıkan sorunlar” bugün “liderler zirvesinde” birkaç saatte çözülebilir duruma gelmiştir. Elbette bu sorunların basitleştiğinden ya da partilerin çözüm becerilerinin sonucu değildir, partilerin aynılaşmasıyla ilgilidir. Yani sermayenin önündeki sorunların; “liberal”, “sosyal demokrat”, “muhafazakâr”, “faşist” çözümleri önemini yitirirken; bu sorunların tümüne yakını, örneğin “IMF programı”nın gösterdiği doğrultuda çözülmek (yöntemin şu ya da bu olmasının hiç önemi yok) zorunluluğu dayatılırken, partilerin “özgünlüğü” de ortadan kaldırılmaktadır. (Daha doğrusu partilerin birbirinden farklılığı, etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, çevresel vb. zararsız konularda sürdürülerek, sistemin kendi içinde çok partililiği, ihtiyaca göre seçenek bulundurulması da korunmaktadır.)
Düzen partileri arasındaki aynılaşmanın geldiği aşama, onların emek düşmanlığı bakımından aralarındaki biçimsel farkların da ortadan kalkmış olması; emekçiler açısından “o parti olmadı bu partiyi seçelim” gibi “manevra” imkânlarını azaltırken, aynı zamanda emekçilerin birliği, her parti tabanındaki emekçilerin yakınlaşmasını da teşvik etmektedir. En son 1 Aralık eyleminde, sendikal alanda sağın ve solun en politikleşmiş kesimlerini temsil eden memur konfederasyonlarının (sol yoğunluklu KESK, MHP eğilimli Kamu-Sen, FP eğilimli Memur-Sen) bir araya gelmesi, daha da önemlisi her üç konfederasyon üyelerinin ortak eyleme geçmesi; emekçiler açısından birleşme imkânlarının genişlemesi ve bu alanda atılacak adımların şimdi başarılı olabileceğinin göstergesi olmuştur.
2000 yılı başında IMF ile imzalanan stand-by ise; büyük sermayenin ve arkasındaki uluslararası sermayenin bu 20 yıllık inatçı dayatmanın son halkası ve aynı anlama gelmek üzere zirvesi olarak biçimlenmiş bulunmaktadır. Ve uluslararası sermayenin kılavuzluğunda büyük patronlar ve onların hükümetleri (partileri ve her türden örgütleri); uyguladıkları politikaları, bütün eskiden kalan pürüzleri de temizleyip amaçlarını gerçekleştirdikleri bir süreç olarak, bir “operasyon”a dönüştürdüler. Yani, yasasızlığı, fiili durumlar yaratmayı, zoru ve şiddeti de işe katmayı göze alarak, ‘IMF programı” etrafında birleştiler ve şimdi de bu programı hayata geçirmek üzere tüm güçlerini seferber etmiş durumdalar. Böylece de; son 20 yıldır şikâyet ettikleri, “siyasi parçalanmışlığı”, “siyasi istikrarsızlığı” aşmayı da amaçlıyorlar. Ve “siyasi istikrarsızlık” dedikleri şeyin kendi taraflarında olan yanını, düzen partileri arasındaki siyasi farklılıklardan ve bu partilerin halk indinde itibar kaybından gelen yanını “IMF programı” etrafında oluşturdukları uzlaşmayla aşmayı amaçlıyorlar.
Eğer teferruatı bir yana bırakarak 20 yıllık çabaların bir sonucu da olan son 1–2 yıl içindeki gelişmeleri özetlersek, “olup bitenin özü” şudur:
Hükümet, sermaye partileri, irili ufaklı patron örgütleri (TOBB, TÜSİAD, GÜSİAD, sanayi odaları, vb.), yine büyük patronların, kültürel, sosyal içerikli organizasyonları (localar, vakıf türü örgütler, kulüpler, dernekler vb.) amaçlarını, IMF ile yapılan ve “Niyet Mektubu” denilen “program” üstünden gerçekleştirmekte anlaşmışlardır. Ve bir yılı aşkın bir zamandan beri; Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü servetlerinin uluslararası sermaye ve yerli ortakları tarafından yağmalanması; işçi ve emekçilerin haklarının gaspı; özelleştirme, eğitim, sağlık ve öteki kamu hizmetlerinin ticari konusu haline getirilmesi, Türkiye tarım ve sanayisinin çökertilmedi amaçlı her tür girişim bu “IMF programı” aracılığı ile bu program etrafında birleşmiş güçlerin hareketiyle gerçekleştirilmektedir.
Elbette ki; bugün “IMF programı” olarak “sivriltilen” saldırı hedefleri, 24 Ocak 1980’den beri, 20 yıldır süren, Türkiye’yi uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirme girişiminin bir devamıdır. Ama burada IMF’nin devreye girmesiyle “yeni” olan; sermaye cephesi içindeki “program çatışması”na son verilerek IMF baskısı ve himayesi altında sermaye güçlerinin birleştirilmesi; amaçlarını gerçekleştirmede de “kendiliğindencilikten” kurtarılıp “üç yıllık bir operasyona bağlanmış” olmasıdır. Şimdi bu “operasyon”un birinci yılı bir “kriz”le sonuçlanmıştır.
Ama programın arkasındaki güçler; “bu program başarısız oldu, başka bir yol arayalım” demek yerine; programı daha büyük bir katılıkla uygulayacaklarını ilan ederek, yeni bir niyet mektubuyla; servetlerin dışarıya aktarılmasını, zenginlerin daha zenginleşmesini hızlandırmayı amaçlamışlardır. Bu amaçla da; Türkiye’nin tarımını, sanayisini daha çabuk çökertecek, hizmet kurumlarının yabancıların eline geçmesini hızlandıracak kararlar almışlardır. Böylece bir kez daha, bu programın amacının, Türkiye’yi kalkındırmak, halkın refahı, ekonominin sorunlarını çözmek olmadığı anlaşılmıştır.
Tam tersine IMF programının amacının; ülke kaynakları hızla talan edilirken, emekçilerin daha da yoksullaştırılması, halka hizmet veren kurum ve kuruluşların (KİT’ler, tarım birlikleri, sosyal güvenlik kurumları, devlet okulları, üniversiteler, sağlık sistemi, hatta belediye hizmetleri) çökertilmesini çabuklaştırmak olduğu açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu yüzden de son “kriz”, bu “çabuklaştırma” için yeni bir “fırsat” yarattığından onlar için “kötü değil” (kriz çıktı diye ah vah edilmesi, gerçek anlamıyla timsah gözyaşlarıdır), bir “başarının ifadesi”dir de. Ve bu tür krizleri emekçiler, kendi taleplerini gerçekleştirmenin bir vesilesi olarak değerlendiremedikleri ölçüde, krizler belki sermaye cephesinde de tahribat yapar, aralarındaki çatlakları büyütür: hükümetler içinde kargaşaya yol açar, ama eninde sonunda, fatura emekçilere çıkarılır; büyük sermaye ise küçük ve orta boy kimi işletmeleri de “yutmuş” olarak politikalarını gerçekleştirmeye daha büyük bir güç ve cesaretle devam eder. Öncesini bir yana bıraksak bile ’94’ten beri irili ufaklı bütün krizlerde bu olmuş; sermaye güçlerinin kendi eseri olan krizler; “Ülke batıyor, herkes fedakârlık yapsın” yaygarası arkasında emekçilere fatura edilmiştir.
EMEK GÜÇLERİ DE ‘KENDİ PROGRAMLARI’ ETRAFINDA BİRLEŞMELİDİR
Eğer teferruatı bir yana bırakırsak, “emek cephesindeki sorunun özü”nün; bu sermaye programına, sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfının, emekçilerin, halkın bütün kesimlerinin üstünde birleştiği bir programa sahip olmamasıdır, diyebiliriz.
Bu, hedefi olan ve sermayenin tek merkezden saldırısı karşısında emek güçlerini o hedefe yöneltmekte birleştiren bir programın yokluğu kendisini pratikte, eylemlerin etkisizliği, mücadele eden güçlerin dağınıklığı olarak ortaya koymaktadır. Çünkü birleşmiş sermaye güçleri karşısında o güçleri etkileyecek kadar kararlı ve kitleselliği olmayan eylemler, birer protesto eylemine, emekçilerin öfke boşalttığı çıkışlara dönüşmektedir. Dahası, hareket onca kitlesel eylemlere karşın kitlesellik bakımından emekçilerin nispete) küçük bir bölümünü (kitlesellikte lokallik) ve taleplerde de sürekli bir ya da birkaç talebe indirgenmiş (talepte lokallik) kendisini ortaya koymaktadır.
Oysa özellikle son 10 yıl içinde sermaye güçleri giderek “tek merkezli” bir saldırıya doğru ilerlemiş, IMF ile varılan son anlaşma ile de resmen uluslararası bir merkezden yönetilir hale gelmiştir,
Ve yine 10 yıl içinde lokal özellikler taşıyan emekçi eylemlerinin başarısı da giderek daha azalmış; eylemlerin genelleşme ve daha kararlı ve daha güçlü olma ihtiyacı kendisini daha çok hissettirir hale gelmiştir. Nitekim 1989 Bahar Eylemleri’nden başlayarak bugüne gelinen süreç içinde eylemlerin başarı oranının da giderek düştüğünü görüyoruz.
Elbette ki buradan kalkarak, her işyerinde, her işkolu ve ülke sathında “hak mücadelesi”, bazen salt işyerleri ve işkollarıyla, bazen daha genel ve daha kitlesel bir biçimde sürmemeli, illa ki grevler, “genel grevler”, direnişler “genel direnişler” olarak gerçekleşmelidir demek istemiyoruz. Tersine işçi emekçi hareketi, karakteri gereği hem taleplerde hem de mücadeleye katılan kesimler bakımından “lokal eylemlerle” sürecektir. Hatta bir genel grev ve direnişe yaklaşıldığı ölçüde lokal eylemlerin sayısı, yaygınlığı ve sıklığı da artacaktır. (Örneğin 1 Aralık öncesi, hemen her işkolunda, ülke sathında eylemlerin yoğunlaşmasında görüldüğü gibi) Burada söylenmek istenen, sermayenin saldırısının püskürtülmesi, ondan genel bir gerileme yaratabilmek, yeni mevziler kazanabilmek için eylemlerde “genelleşme”, talepler ve katılan kesimler bakımından “genellik” sağlama ihtiyacıdır. Emekçilerin birleşmiş güçleri, aynı hedeflere yönetilmek üzere harekete geçmedikleri, lokal eylemlerin böyle bir genel eylemle birleşmek üzere organize olmadıkları takdirde kendi başlarına en fazla geçici başarılar elde edebileceklerini elbette kabul etmek gerektiğidir. Çünkü; uluslararası (IMF ve Dünya Bankası’nın vesayetinde yürütülen ekonomi politikalar bu birleşmenin ifadesidir) ve ulusal planda birleşmiş sermaye güçlerine karşı emek güçlerinin lokal ve bu saldırıyı püskürtecek ölçüde birleşmemiş güçlerle uzunca bir zaman direnmesi ve başarılı olması beklenemez.
Bu yüzden de; işçi sınıfı ve tüm emekçi sınıfların kitlesel olarak örgütlendikleri örgütler (işçi ve memur sendikaları, konfederasyonları, sendikalar, esnaf ve zanaatkâr odaları, ziraat odaları, muhasebeci, mühendis ve mimar odaları, tabip, eczacı, veteriner odaları vb.), emekçi sınıfların çeşitli kesimlerinin özel talepleri için oluşmuş örgütlenmeleri (dernekler, kooperatifler, kültürel ve sosyal amaçlı kuruluşlar vb.), sınıf partisi ve emekten yana olduğunu söyleyen partiler; emekçileri temsil niteliği taşıyan her türden platform örgütlenmeleri; “IMF programı” karşıtı bir program etrafında birleşip, emekçilerin “iktidar seçeneğini” de yaratacak bir mücadeleye atıldıkları ölçüde, emek güçleri kendilerine düşen tarihsel rolü oynamaya yönelebileceklerdir.
Türkiye’nin bağımsızlığı, demokratikleşmesi, özgür ve bağımsız bir ülke olmasının yolu da emekçilerin bu mücadeleler içinde dostlarını düşmanlarını görmeleri; ülkenin kaderine el koymalarının nasıl bir acil sorun haline geldiğini, bu görevden kaçamayacaklarını görevini yerine getirme zorunluluğunu anladıkları ölçüde, Türkiye’ye giydirilmek istenen IMF markalı “deli gömleği” yırtılabilecek; İMF reçeteleri çerçevesinde yürütülen “operasyonlar” önlenerek, ülke kaynaklarının halkın hizmetine sunulmasının imkânları ortaya çıkacaktır.
Bugün emek hareketinin en temel ihtiyacı, kendi taleplerini elde etmek üzere birleşmektir. Buradaki dayanak ise, sınıf partisinin bu birleşmenin gerçekleşmesi için gerekli politikaları üretmesi, bu politikaların emekçi sınıflar içinde hızla yaygınlaştırılmasıdır. Elbette ki, bu politikaların yaygınlaştırılması, sınıf içinde ve ileri kesimler içindeki politik, dinsel, etnik her tür ayrımı aşan birleşme ihtiyacının hissettirilmesi için var olan sınıf ve diğer emekçi sınıf örgütlerinde; hareketin ihtiyaçlarının ne olduğu konusundaki fikir birliğinin sağlanmasının önemi ortadadır. Bu yüzden de, 1 Aralık’ın da ortaya koyduğu dersler ışığında birleşme ve ortak hareket etmenin gerektirdiği tutumların yaygınlaştırılması, emekçi sınıflar hareketinin ilerlemesinde vazgeçilmez görünmektedir.
EMEK PLATFORMUNA İHTİYAÇ DAHA DA ARTMIŞTIR
Kurulmasından bu yana bir buçuk yılı aşkın bir zaman geçen Emek Platformu, geçen süre içinde önemli bir rol oynamıştır.
Her şeyden önce, sermaye cephesinin her alanda birleşmiş güçlerine karşı, emeğin birleşmiş güçlerinin simgesi olarak, moral ve simgesel bir değere sahip olmuştur. Zaman zaman aldığı kararlarla emekçilerin olağanda yapamayacakları kadar geniş birlikler meydana getirerek harekete geçmelerine vesile olduğu gibi, illerde de emek platformları oluşturmanın yolunu açarak, emekçiler arasında birlik ve ortak mücadele fikrinin yayılmasına yardımcı olmuştur. Ve bugünkü bileşimiyle Emek Platformu, birleşik işçi ve emekçi mücadelesinin bir merkezi görünümündedir.
Ancak Emek Platformu içinde yer alan sendika ve kitle örgütü temsilcilerinin Emek Platformu’na düşen tarihsel rolün farkında olduğunu, farkında olanların da bu rolü oynama niyetinde olduğunu söylemek çok güçtür. Tersine, platformda yer alan pek çok örgütün temsilcileri, ya hasbelkader platforma katılmakta ya da platformu işlemez hale getirmeyi kendi görevi olarak görmektedir. Bu yüzden de Emek Platformu bir buçuk yıl içinde yaptığı işlerde hep, bir yandan sınıfı, emekçileri birleştirme işlevi görünürken öte yandan hareketi arkadan hançerleyen bir tutum hep var olmuştur.
Emek Platformu’nun damgasını taşıyan iki önemli olaya şöyle bir bakmak bile bu platformun öneminin ve zaafının anlaşılmasına yeter:
1) 24 Temmuz 1999’da yapılan ve “mezarda emeklilik” yasasının protesto edildiği büyük işçi eylemi, eğer Emek Platformu olmasa bu ölçüde kitlesel ve yaygın olamazdı. Ama aynı eylemin geçiştirilmesi, etkisizleştirilmesi de Emek Platformu’nun sorunu bir yasak savmaya çeviren uzlaşmacı tavrıyla mümkün olmuştur.
2) Emek Platformu olmasa 1 Aralık olmazdı. Ama özellikle Türk-İş tarafının arkadan hançerlenmesi olmasaydı, 1 Aralık’ın Türkiye’nin emek mücadelesinin en büyük eylemlerinden birisi olmanın ötesinde “mücadelede yeni bir sayfa açan bir dönemin başlangıcı olması” da mümkün olurdu. Ama Meral kliğinin, hükümetle dolaysız bir işbirliği içinde hareketi arkadan hançerleyen tutumu, işçi sendikalarının Türk-İş üst yönetimine bakan sınıf işbirlikçisi tavırları 1 Aralık’ı geriye çekmiş, belki derslerle dolu ama geriye çekilmiş bir eylem olarak gerçekleşmesine neden olmuştur.
Ve elbette Emek Platformu içinde sendikal konfederasyonların “rekabet” adına birbirine çelme takmaları, birbirini dışlamaya yönelmeleri, hatta Emek Platformu’nu yıkma amaçlı maraza çıkarmaları gibi ilkel ama son derece yıkıcı girişimler de vardır. Bu yüzdendir ki, Emek Platformu’nun daha tutarlı olması ötesinde iç çatışmalara sürüklenmesini önleyecek bir “sorumluluğun” canlı tutulması da son derece önemlidir. Çünkü şu anda harekete “genellik” kazandıracak ve emekçi sınıfların en örgütlü kesimlerini temsil eder durumda olan Emek Platformu’nun yerine konabilecek daha iyi bir örgüt yoktur; yakın gelecekte de böyle bir imkân görünmemektedir.
Bu yüzden de elbette Platform’un yaptığı işler eleştirilmeye muhtaçtır. Elbette ki “yan çizenleri”, “yıkıcılık” yapanları şiddetle eleştirmek ihtiyaçtır. Ama bunların Emek Platformumu yaşatmak, geliştirmek, zaaflarını aşmasına yardımcı olmak için yapılması gerekmektedir.
SINIF PARTİSİ VE IMF KARŞITI MÜCADELE
Öncesini bir yana bıraksak bile, son 10 yıla yayılan emekçi sınıflar mücadelesinin, herhangi bir ülkeyle kıyaslanamayacak ölçüde yoğun, kitlesel bir karakter gösterdiğini söyleyebiliriz. Kimi zaman, (bazen yılda birkaç kez) yüz binlerce işçi ya da kamu emekçisi Kızılay alanında boy gösterirken, kimi zaman yüzlerce hizmet ve üretim biriminde çalışan emekçilerin, işçilerin sokaklara döküldüğüne tanık olundu. Binlerce işçinin katıldığı grevler haftalarca sürdü. Bu eylemlerin nedenleri özelleştirmeden işten çıkarmalara, toplusözleşmelerin çıkmaza girmesinden “savaşa hayır” ya da grevli toplusözleşmeli sendika hakkı gibi çok değişik nedenlere dayansa da; sonuçta tüm sermayenin güç odaklarının emekçilere yönelttiği saldırıların bir parçasına karşı yapıldı.
Bu nedenledir ki; son 10 yıl içindeki Türkiye emekçi sınıf hareketinin asıl sorunu, çoğu zaman anıldığı gibi, “eylemsizlik”, “az eylem yapılıyor olması” değildir.
Ama başka bir açıdan bakıldığında hareketin zaafları daha açık görülür. Örneğin eyleme geçen emekçilerin yüz binlerle eyleme katılmasının hemen arkasından, hiçbir şey olmamış gibi ertesi gün işlerinin başına dönmesi, bu nedenle de yüz binlerin eyleminin bir protesto eylemi olarak kalmasına yol açtı. Dahası her eylem kendi başına ve her kesim talepleri ne kadar ortak olursa olsun, toplumsal kesimlerin birbiriyle çok az birleşerek ortak eylem yapabilmesi emekçi sınıf hareketinin zaaflarının en önemlilerinden birisi olarak gösterilebilir.
Sonuç olarak, yukarıda, “lokallikle” ilgili söylenenlerle birlikte düşünüldüğünde Türkiye’nin emekçi sınıflarının mücadelesinin en temel iki zaafından söz edebiliriz. 1. Eylemde ve taleplerde “lokal”lik (Emek Platformu bu zaafın giderilmesinde önemli rol oynayabilir), 2. İstikrarsızlık ve bir hedefe kararlı bir biçimde yönelmemiş olması.
Aslında bu iki zaaf iç içedir ve her biri diğerinin kaynağıdır. Ve kuşkusuz Emek Platformu doğru işlese bir ölçüde bu zaaflarını azaltabilir ama toplam olarak hareketin siyasallaşması olarak ifade edebileceğimiz bu iki zaaf; aslında sınıf partisinin hareket içindeki etkinliğinin zayıflığı ile bağlantılıdır. Dolayısıyla bu iki zaafın ortadan kalkmasının tek yolu da sınıf partisinin harekete müdahale etmesi, hareketin emekçi sınıfların birleşik eylemi haline dönüşmesinin sağlanması, hareketin sermayenin iktidarını tehdit eden bir çizgiye doğru geliştirilmesidir.
Demek ki, sınıf partisinin görevlerini belirlemesi de bu noktadan olmak durumundadır. Çünkü partinin sınıf içindeki etkinliğinin artmasının tek yolu, onun hareketinin birleşip ilerlemesi için gereken müdahaleyi “etkin” ve “ihtiyacın düzeyine uygun bir biçimde” yapmasıdır.
Eğer sınıf partisi: sınıfın sermayenin ulusal ve uluslararası çapta birleşmiş güçlerini geri püskürtmenin yolunu işçilerin, emekçilerin birleşik eylemi, bir genel grev ve genel direniş hattına yönelmek olarak belirlemişse; o zaman bütün parti örgütlerinin (merkez organlarından birimlerine, genel başkandan partinin yeni üyesine kadar her parti örgütü ve üyesinin görevi), bu amaçla uyumlu olması gerekir, Bu yüzden de sınıf partisi; kendi parti örgütlerinin görevini, genel grev genel-direniş hattına yönelinmesi için işçi ve emekçi sınıfların iller, ilçeler, hatta semt ve mahalleler düzeyinde hareketi birleştirecek emekçi organizasyonlarının gerçekleştirilmesidir. Bu emekçi sınıfların hareketinin nasıl birleştirileceği ve hangi olanaklardan yararlanılacağı elbette ki pratiğin konusudur ve bölgeden bölgeye değişiklikler gösterir. Ama şu söylenebilir ki; her şeyden önce var olan platformların geliştirilmesi, emekçi sınıfların her kesimi arasında, hareketin sorunları ve mücadelenin ilerletilmesi için tartışmalar açılması, en geniş emekçi çevrelerini birleştirmek, sendikalar ve kitle örgütlerinin imkânlarından ustaca yararlanmak Önemlidir. Elbette sadece örgütlü kesimler içinde değil, organize sanayi bölgeleri, sanayi siteleri, semtler, emekliler, ev kadınları, emekçi ve öğrenci gençlik yığınları içinde her olanağın değerlendirilerek bu fikrin yaygınlaştırılıp, uygun örgütlerin geliştirilmesi partinin her örgütünün, her üyesinin başlıca görevi olarak belirlenebilir. Bu amaçla günlük gazete başta olmak üzere parti yayınlarının kullanılması, bildiri, afiş gibi araçların özgün koşullarda da değerlendirilmesi kendi başına önem taşır.
Yine kendisini emekten yana ilan eden partilerin ve değişik siyasi çevrelerin birleştirilmesi, onların emekçiler içindeki etkilerinin de sınıf hareketinin bir olanağı haline getirilmesi, sınıf partisinin dönemsel taktiğinin bir parçası olarak alınıp, “ittifakların” bu ihtiyaca göre biçimlendirilmesi önemlidir. Ve elbette siyasal platformdaki tüm düzen partileriyle IMF programı ve ona karşı olan emekçilerin programı arasındaki bir polemiği yürütmek, düzen partilerinin pozisyonu ile emeğin çıkarlarının karşıtlığı yine bu dönem taktiğinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
IMF PROGRAMI KARŞITI BİR PROGRAM
Yukarıda da çeşitli vesilelerle değinildiği gibi sermaye güçleri; IMF programının arkasında birleşmişler, emekçilere yönelik saldırıyı da bu programın bir parçası olarak “güncelleştirip” hayata geçirmektedirler.
Emek güçleri ise bu programın tam karşıtı bir başka program etrafında birleşmek zorundadırlar. Ve sınıf hareketini izleyen herkes için bu programın en azından ana hatları yıllardır alanlarda haykırılan, uğruna sayısız eylemler yapılan işçi-emekçi talepleridir. Ve bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1. Gümrük Birliği, MAI, MIGA ve Türkiye’yi açık pazar haline getiren öteki anlaşmalardan çıkılması, diğer ülkelerle ticarette tam eşitlik, IMF ile olan anlaşmaların iptal edilmesi.
2. Özelleştirmeye son verilerek, özelleştirilen kurumların yeniden kamuya devredilmesi: sanayi ve hizmet KİT’lerinin modernize edilerek verimliliklerinin ve üretimdeki etkinliklerinin artırılması, bu kuruluşların düzen partilerinin ve hükümetlerin arpalığı olmaktan çıkarılarak “işçi denetimi”ne açılması, tarım KİT’lerinin (Devlet Üretme Çiftlikleri-TİGEM), araştırma ve geliştirme kurumlan olarak, tarımın modernleştirilmesinin dayanakları olarak yeniden örgütlenmesi, “Tarım Birliklerinin (TARİŞ; PANKOBİRLİK, FİSKOBİRLİK vb.) gerçek üreticilerin denetimine verilerek, bağlı sanayi kuruluşlarının modernize edilerek üretime katkılarının artırılması, kooperatifçiliğin desteklenmesi, bir tarım reformuyla; topraksız köylünün topraklandırılması, yoksul köylülerin ve tarım işçilerinin yaşam düzeyinin yükseltilmesi ve sosyal güvenceye kavuşturulması için gereken önlemlerin alınması.
3. Enerji, iletişim, THY, DDY, Denizyolları, demir-çelik, petro-kimya, makine sanayi gibi ülkenin bağımsızlığı ile de doğru dan ilgili olan temel ve stratejik sanayi ve hizmetlerin bir ulusal kalkınma programının parçası olarak ele alınması, demir ve denizyolu taşımacılığını merkeze alan bir ulaşım politikası, çevrenin korunmasını da içeren ulusal bir tarım programı ile birleştirilmesi emek mücadelesinin ülkenin kaderine el koyması bakımından da hayati öneme sahiptir.
4. Verimliliğin artırılması, yeni teknolojilerin sanayide kullanılması, yeni iş organizasyonları vb. gibi, teknoloji ve sanayideki her gelişmeden yararlanılması ama bunu emeğin aleyhine değil lehine; işçinin emekçinin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması (haftada 5 gün çalışma ve 35 saatlik iş haftası), emekçilerin refah düzeyinin artırılması için kullanılması, emek mücadelesinin birliği ve uluslararası sermaye ve yerli ortakları ile arasında kesin bir sınır çizmesi ile de ilgilidir.
5. GAP’ta emperyalist tekellerin ve ülkelerin parsa kapması, üslenmesi önlenerek, GAP’ın imkânlarından bölge halkının yararlandırılması ilkesi benimsenmelidir. Topraksız köylülerin topraklandırılması, bölgenin sanayileşmesi için GAP’ın imkânlarının geliştirilmesi, ülke kalkınmasında GAP merkezli bölge kalkınmasının özel bir dikkat alanı olması, emek mücadelesinin birleştirilmesinde (doğuda ve batıda) son derece önemlidir.
Bu amaçla;
– Sendikal örgütlenmenin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve kamu emekçileri ve tüm emekçilerin grev ve TİS hakkıyla donatılmış sendikalaşmasının yolunun açılması, barajın kaldırılması, sendika seçmede tam özgürlük (referandum), sendika seçmede belirleyici yöntem olarak benimsenmelidir. Kamu emekçilerine grevli, toplusözleşmeli sendika hakkının tanınması;
– Sigortasız çalışmanın önlenmesi için etkin bir sigorta denetimi kurulması, sanayide taşeron sistemine son verilerek emekçilerin, işçilerin haklarını istismar eden her girişimin yasaklanması;
– Sosyal güvenlik sisteminin gerçek bir reformdan geçirilerek tüm halka, insanca bir sağlık ve emeklilik hizmeti sunar hale getirilmesi;
– Tüm emekçilere parasız eğitim ve sağlık hizmeti hakkı;
– Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi. Dolaylı vergilerin kaldırılması;
– Asgari ücretin “açlık sınırı”nın üstüne çıkarılması ve vergi dışında tutulması;
– “Açlık sınırı”nın altında gelire (Aralık 2000’de bu sınır, 4 kişilik bir aile için, net 206 milyon TL) sahip ailelere sosyal yardım yapılarak gelirlerinin açlık sınırının üstüne çıkmasının sağlanması.
KALKINMIŞ BİR TÜRKİYE İÇİN HER TÜR KAYNAK VARDIR
Türkiye’yi yönetenler, bugüne kadar emekçilerin her talebi için “kaynak yok” bahanesini öne sürmüşlerdir. Ama Emek Platformu’nun dikkat çektiği gibi, örneğin sadece 2001 bütçesinde iç borç ödemelerine ayrılmış olan 16 katrilyon, (yaklaşık 21 milyar dolar) yatırımlar, KİT’lerin modernizasyonu ve emekçilerin durumlarının düzeltilmesi gibi tüm talepleri karşılamak için yeterlidir. Dahası genel olarak da; iç ve dış borçların ertelenmesi, bankalar, rantçılar, hortumcuların yağmasının önlenmesi gibi önlemler (bu alana aktarılan miktar 21 milyar doları bütçeye konan ve faizcilere aktarılan olmak üzere 40 milyar dolan aşkındır), Türkiye’nin devasa kaynaklarını serbest hale getirecektir.
“Ve sadece bütçe tartışmalarıyla bile görülmektedir ki; Türkiye’nin emekçilerinin refah içinde yaşaması için, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin temellerinin atılması için Türkiye’nin sanayi, tarım imkânları, teknik birikim, yetişmiş insan gücü vb. bakımından her imkânı vardır. Yeter ki, bu imkânlar emperyalistlerin ve yerli uşaklarının yağmasından kurtarılıp ülkenin ilerlemesi, bölge barışı ve halkın refahı için harcansın.
“Bunu yapabilme imkânı ise, emekçilerin ülke kaderine el koyması, sermaye iktidarı karşısında kendi talepleri için birleşmesinden geçmektedir. Sermaye partilerinin, hükümetlerin emekçilerin kimi taleplerini yerine getirmesinin koşulu da buradan geçmektedir.
Ocak 2001