Objektif ve sübjektif etken ilişkisi ve dönüştürücü iradenin önemi

1 Aralık Eylemi, çoğu kişinin beklentilerinin ötesinde yüksek bir katılımla gerçekleşti. İş bırakan emekçi sayısı bir buçuk milyona ulaştı. Yüz binlerce emekçi alanlara çıkarak gösteri yaptı. Önceden yapılan tahminlerin çok üstündeki bu katılımın etkisi de küçümsenemez çapta oldu. Sadece IMF bütçesini protesto ederek haklarını haykıran emekçiler değil, bizzat eylemin örgütçüleri de heyecan ve coşkuyla doldular. Tek tek katılımcı emekçilerin yanı sıra eyleme katılmayan ama eylemi dışarıdan görüp yaşayan çok sayıda emekçi, emeğin, emekçi kitlelerin gücünün bir kez daha farkına vardılar. Bu güce güvenebileceklerini, bu gücün kendi güçleri olduğunu yeniden sınadılar. Üstelik bu güç sınama, koşulların oldukça zor ve karanlık göründüğü bir dönemde yaşandı. Ve yine üstelik bu sınav, işçi konfederasyonlarının hemen hiç katkı sunmadıkları, DİSK’in oldukça sınırlı katıldığı, TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in ise neredeyse hiç katılmadıkları koşullarda geçildi.
Ancak 1 Aralık’la bir başka sınavdan daha geçildi. Hemen tüm siyasal çevrelerin ve sendika bürokrasisinin kanıta ihtiyaç göstermeyen mutlak ve önsel bir veri varsayarak mücadele isteğini ortaya koyan emekçilere karşı ya da nedenli nedensiz yinelemeyi adet haline getirdikleri “koşullar uygun değil”, “bu koşullarda yapılabilecek pek bir şey yok”, “bu koşullarda sermayenin saldırısı püskürtülemez, amaçlarına ulaşması önlenemez” saptama ya da anlayışı da, sınavdan geçti. Bu saptamanın ya da ona yaslanan anlayışın kesinlikle gerçekleri yansıtmadığı net biçimde görüldü. 1 Aralık, bu yönüyle, belki de en önemli rolünü oynamış oldu.
Kamu çalışanlarından daha büyük ve örgütlü bir güç oluşturan işçilerin örgütleri eylemin örgütlenmesine el atmazken, Kamu-Sen ile birlikte KESK’in, isteyip örgütlenmesi için uğraştıklarında, ne kadar büyük bir gücü harekete geçirebildikleri anlaşıldı. İki memur konfederasyonunun birlikte örgütlü oldukları ve iş bırakma için belirli bir çaba gösterdikleri işyerlerinde eyleme büyük ölçüde tam katılım sağlandı. Bu açıdan 1 Aralık’ın “milat” olarak nitelendirilmesi haksız sayılmaz.
Dolayısıyla 1 Aralık, eski ve tamamlanmış ancak çarpıtılarak deforme edilmiş objektif-sübjektif etken ilişkisine dair tartışmanın yeniden hatırlatılması, soruna ilişkin bilimsel yaklaşımın altının bir kez daha çizilmesi bakımından fırsat sunmaktadır.

OBJEKTİF KOŞULLAR OLMAKSIZIN HAREKET OLUŞMAZ
Sınıf mücadelesi tarihinin doğruladığı bir gerçektir ki, objektif (nesnel) koşulları bulunmayan ya da yeterince olgulaşmamış hiçbir hareket kendini ortaya koyamaz. Bu, büyük toplumsal altüst oluşlar, devrimler açısından olduğu kadar nispeten büyük ya da daha küçük toplumsal hareket ve eylemler açısından da geçerlidir. Burada kastedilen, kuşkusuz tek tek kişilerin ya da küçük bir azınlığın, diyelim ki öncünün eylemi değil, kitlelerin hareketidir. Ezilen ve sömürülen kitleler, onun ana gövdesi, bu kitlelerin eylemini koşullandıran az çok olgunlaşmış objektif nedenleri olmadan harekete geçmezler.
Öncünün eyleminin koşullan üzerinde durmak gerekli değildir ve öncü ile öncüsü olduğu ya da öncülüğüne soyunduğu kitle arasındaki ilişki bir başka tartışma konusu olmakla birlikte; toplumsal dönüşümler açısından olduğu Kadar toplumsal çatışmanın şu ya da bu yönde gelişmesi acısından da, eylemi ve eyleminin koşullan üzerinde durmaya ve tartışmaya değer gücün öncü değil ezilen kitleler olduğu tarihsel bir gerçektir. Öncü, öncülük iddiasındaki kitleleri hakları ve kurtuluşu doğrultusunda yönetip yönlendirebildiği ölçüde kendi rolünü oynamış olur, dolayısıyla öncünün bütün eylemi de bu rolünü oynamaya yönelik olduğunda anlamlıdır.
Sorun, egemenler karşısında kitlelerin eylemi ve bu eylemin koşullarıdır. Tek tek kişiler ya da bir azınlık olarak öncü, kuşkusuz istediği zaman eyleme geçebilir, geçer. İradesini ortaya koyarak tek tek kişilerin ya da öncünün eyleminin koşulları tartışması anlamsızdır. Burada önemli olan öncünün eyleminin doğruluğu, ezilen kitlelerin eylemini geliştirmek üzere üzerine düşeni yapıp yapmadığı olabilir.
Kitlelerin eylemine gelince, bu eylem yalnızca isteğe, iradeye bağlı olarak oluşmaz ve dolayısıyla eyleme geçmek üzere kitleler, eğer böyle bir eylemin objektif koşulları bulunmuyorsa ya da bu koşullar yeterince olgunlaşmamışsa, ne denli güçlü olursa olsun hiçbir istek ve irade tarafından harekete geçirilemez. Tek tek kişiler bir türden hareket etmek üzere ikna edilebilir, kandırılabilir hatta satın alınabilirler. Bunun bile belirli nesnel koşullarından söz edilebilir. Ancak bir sınıf ya da hele ezilen birkaç sınıf bir arada kitlesel olarak belirli bir davranışta bulunuyorsa, bir yönde hareket ediyorsa, bu hareketin mutlaka belirli bir nesnelliği var demektir.
Sorun, işbirlikçi büyük burjuvazi tarafından bin türden araç kullanılıp aldatılarak düzen içinde tutulan sömürülen ve ezilen kitlelerin, haklarını sahiplenmeleri ve kendi çıkarlarına uygun yeni bir düzen kurmaları ise ki öyledir, bu kitlelerin eylemini gerektirdiği gibi, bu eylem de yalnız isteğe ve değiştirici iradeye bağlı olarak oluşmaz.
Sınıf mücadelesi tarihinde sömürü ve baskı varsa birçok kez kitlelerin eyleminin nesnel koşullarının da bulunduğu, dolayısıyla sömürü ve baskının varlığının ezilen kitlelerin eyleminin objektif koşulu olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu görüş, yine sınıf mücadelesi tarihi tarafından yalanlanmıştır. Örneğin Almanya, Hollanda, Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde işçi sınıfının eylemine, 40–50 yılı bulan uzun bir süre sonrasında yeniden birkaç yıldır tanık olunmaktadır. Böyle uzun bir eylemsizlik döneminin kuşkusuz sübjektif (öznel) nedenleri de vardır ancak bu nedenlerin bile bunca uzun süredir olumsuz rolünü oynayabilmesi de dâhil olmak üzere hareketsizliğin belirli nesnel koşullara bağlı olmadan izahı olanaksızdır. Burada, sömürü ve baskının varlığına rağmen, kapitalizmin -belirli aralar bir yana bırakılırsa- yaşadığı göreli refah döneminin, bu ülkelerin kendilerinden geri ülkelerin sırtından kendi ezilenlerine dağıtabildiği “kırıntıların sözünü etmek gerekecektir. Sübjektif etkenler arasında olan sosyal demokrasinin oynadığı yatıştırıcı rol, revizyonizmin yıkıcı etkisi, devrimci sınıf partisinin yeterince güç toplayamaması ve etkili olamaması vb. ancak bu temelde açıklanabilir.

OLUMSUZ NESNEL KOŞULLARIN TESLİM ALICILIĞI
Tarih boyunca kitlelerin eyleminin nesnel koşullarının elverişsiz olduğu dönemler, bu elverişsizliğin kendisini ilerici, “solcu”, sosyalist güç ve kişilere en çok dayattığı, mücadeleci öncü güç içinde tahribatlara, sapmalara, bölünmelere vb. neden olduğu zamanlar olmuştur. Oportünizm, ezilenlerin mücadelesinin elverişsiz nesnel koşullarından beslenmiş ve karşı etki olarak bu koşulları beslemiştir. Böylesi dönemlerde oportünizmin temel tezi, kitlesel hareketler için koşulları elverişsiz kılarak gelişen kapitalizmin kitlelerin kurtuluşunu ya doğrudan kapitalizm çerçevesinde ya da gelişen kapitalizmin sosyalizmi yakınlaştırdığı iddiasıyla koşullandırdığı olmuştur. Elverişsiz nesnel koşulların beslediği oportünizm, koşullardaki değişmeye bağlı olarak durum kitlesel hareketler için elverişli hal almaya başladığında yatıştırıcı rolünü oynamaya devam etmiş, ya hâlâ nesnel koşulların elverişsizliğini ileri sürmüş ya da nesnel koşullardaki olumlu gelişmenin kendiliğinden ezilen kitlelerin dertlerini çözeceğini iddia etmiştir.
Başka konulara ilişkin görüşleri ve onlarla bağlantısı bir yana bırakılır ve kitlelerin eyleminin objektif ve sübjektif koşullan açısından ele alınırsa, oportünizm ya da yatıştırıcılık, objektif etkenin abartılması olarak şekillenmiş, her durumda devrimci iradenin, bilinç ve örgütün, bilinçli örgütlü çalışmanın rolünü göz ardı etmiş, küçümsemiştir. Koşulların nesnel açıdan olumsuz olduğu durumlarda daha açıktan, ama her durumda ezilen kitlelere, gücüne ve mücadelesine değil ama sömürücülerin bütününe ya da bazı kesimlerine ama mutlaka kapitalizme bel bağlamış, ezilenlerin mücadeleleriyle ve kendi güçleriyle değil ama kapitalizmin gelişmesiyle ya da kapitalistlerin ihsanlarıyla kurtulacaklarına iman etmiştir. Devrimci iradenin kullanımına ihtiyaç duymayan nesnelcilik ya da gerekircilik (determinizm), gelişmenin kendiliğinden ilerleticiliğine olan iman, kitlelerin gücüne inanmayan yatıştırıcılığın felsefi yaklaşımı olmuştur.

1 ARALIK’A GELİRKEN
Türkiye’de sınıf mücadelesinin pratiği, özellikle sermayenin saldırılarına karşı öfkenin yükseldiği ve kitlesel karşı koyuş olanaklarının çoğalma gösterdiği anlarda siyasal ve sendikal çevrelerde “koşullar uygun değil”, “objektif koşullar müsait değil” saptamalarını ileri süren genişlemesine bir yatıştırıcılığın örnekleriyle doludur. Aşağı yukarı son on yıldır, kitle eyleminin her yükselişe yönelme denemesi karşısında hep bu itiraz ileri sürülmüş ve hemen her kitle eylemi sermaye ve iktidarın yanı sıra kendi örgütlerinin başına çöreklenmiş yatıştırıcı ve sermayenin adamlarının oluşturdukları engeller aşağıdan zorlanıp aşılarak gerçekleşebilmiştir. 1 Aralık’ın “milat” oluşu, en çok, neredeyse ilk kez kitle eyleminin yukarıdan engellenmeden ve tersine örgütlenerek gerçekleşmesiyle ilgilidir. 1 Aralık’a gelinceye kadar özellikle memur hareketi yukarıdan da önü açılarak ilerlemesine rağmen, genel olarak işçi ve emekçi hareketi kendi örgütlerinin üst kademelerinden ya belirli bir eğilim halinde ya da bütünüyle gelen engellemelerle de boğuşmuş, “koşulları yok” edebiyatı bu engellemelerin başlıca argümanını oluşturmuştur.
1 Aralık’a gelirken, son on yıldır kitle hareketi için gerçekten koşullar uygun değil miydi?
Bunu kimse iddia edemez. Yine de hemen her eylem yönelimi ve girişimi karşısında “koşullar uygun değil” laflarının ortalığı sarması ve ciddi ciddi tartışılma imkânı elde etmesinin nedeni başkadır. Ama önce son on yılın koşullarına objektif yönüyle değinelim.
Bahar Eylemleri ve ardından Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşünün ardından ’90’larda artık bir yandan uluslararası sermayenin saldırganlığı dizginlerinden boşanmış durumdadır, öte yandan da toplum her yönüyle çürümeye başlamıştır. Kutuplaşma artmış, ezilenlerin hoşnutsuzluğu ciddi boyutlar kazanmış, sistemin hemen hiçbir kurumu itibarını koruyamamış, başta sermaye partileri ve parlamento kitleler üzerindeki etkisini hızla kaybetmiş, yönetim neredeyse ancak kriz yönetimi olarak devam edebilir hal almıştır. Türkiye, yıllardır sömürülen ve ezilen kitleleri işsizlik ve sefaletin göbeğine iten, milyonlarca kişinin sadece yoksulluk değil açlık sınırının altında yaşamını sürdürebildiği ama kazanılmış haklara yönelik saldırının buna rağmen sürdürüldüğü, sermaye saldırılarının dur durak bilmediği, buna karşılık bütün engellemelere karşın sık sık yüz binlerin iş bıraktığı, sokağa döküldüğü, ancak bu eylemlerin ya protestoculuk ya da amaçlaştırılmış Ankara gidiş gelişleriyle sonuç alıcı içerikten yoksun kılındığı bir süreçten geçmektedir. IMF politikaları doğrultusunda yürütülen sermaye ve hükümetin saldırıları emekçileri canlarından bezdirirken, hoşnutsuzluklarını, sermaye partilerinin yedeği olmaktan uzaklaşmalarını, şurada burada hak arayışlarına yönelmelerini, dolayısıyla çok sayıda kendiliğinden işçi, emekçi eylemini koşullandırmıştır. Türkiye’nin sermaye saldırılarının giderek tırmanmasıyla karakterize olan son yıllarının emekçilerin harekete geçmesi bakımından elverişsiz nesnel koşullar sunduğunu iddia etmek olanaksızdır. Bu yöndeki iddialar, çok sayıda kendiliğinden lokal emekçi eylemi tarafından boşa çıkarıldığı gibi, işçi ve memur sendikalarının gönüllü ya da genellikle gönülsüz eylem çağrısı yaptıkları her durumda büyük ölçüde tabandan örgütlenen ya da önündeki engellerden az çok kurtulan tabanın kendiliğinden eylemlerine geniş katılımlarla da yalanlanmıştır.

GERİCİ ENGELLEMELER
“Koşullar uygun değil” iddiası, eylemin objektif koşullarının elverişsizliğine ilişkin ileri sürülmesine karşın, genellikle gericilikten kaynaklanan baskıların, gerici politikaların sürdürülmesindeki kararlılığın etkisi altında şekillenmektedir. Dolayısıyla bir yanıyla objektif-sübjektif ilişkisi üzerinden kafaları karıştırmaya yöneliktir, diğer yanıyla da gericilik, baskısı ve saldırılarının sürdürülme kararlılığı karşısında teslimiyeti ifade etmektedir.
Objektif koşullar, adı üzerinde, şu ya da bu kişi ya da grubun ya da sınıfın iradesine, örgütlerinin davranışına, program ya da politikalarına bağlı olmayan, maddi toplumsal koşulların şu ya da bu şekillenişinin ortaya koyduğu koşullardır. Çeşitli sınıf ve grupların, onların siyasal temsilcilerinin, ideoloji yayınlarının faaliyetleri, bunların oluşturduğu etki, bilinç ya da bilinçsizlik, örgüt ya da örgütsüzlük durumu, aldatıcılığın gücü ya da güçsüzlüğü gibi bir dizi kategori, sınıf mücadelesinin gelişmesinde objektif değil sübjektif etken olarak rolünü oynar.
Sınıf mücadelesine gelince, o bir karşıtlar mücadelesidir; oluşmuş, olgunlaşmış, kararlı hale gelmiş ya da gelmemiş en az iki iradenin karşıtlığı ve çatışmasının unsurlarını içerir. Ancak egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin karakteristiği, mücadelenin oldukça uzunca bir sürecinde birinciler dişinden tırnağına kadar örgütlü, amaçları ve buna uygun politikaları belirlenmiş, tek tek unsurları ya da çeşitli grupları arasında çelişme ve farklılıklar olsa bile belirli bir irade (dolayısıyla program, politikalar ve planlar) etrafında birleşmişken, ezilenlerin, hareketlerine yön veren böyle bir irade birliğine sahip olmayışlarıdır. Egemen sınıf (ya da sınıflar) ekonomiye egemen olmakla kalmaz, politik ve ideolojik yönleri de içinde olmak üzere bütün bir üst yapıya egemendir. Eğitsel, yönetsel, dinsel, hukuki, ahlaki vb. bütün alanlar egemen sınıfın egemenliğini olumlama alanlarıdır ve bütün bu alanları kapsayan ve toplamı üzerinden oluşan egemenlik durumu, sonunda maddi bir güce de dönüşmek ve egemenliğin maddi (objektif) koşullarını güçlendirmek üzere başlıca iki biçimde görünür. Birincisi, egemen sınıfı, sınıf olarak (kuşkusuz egemenliğin objektif temeline uygun olarak) birleştirir ya da bu birliği güçlendirir. İkincisi, egemenliğin üzerinden sağlandığı, dolayısıyla baskı altında tutulan, sömürülen ve ezilen kitlelerin kendi talep ve çıkarları etrafında birleşmelerini, kendi politikalarının ardından yürüyerek kendi örgütlerinde toplanmalarını önleyerek ve onları dağıtarak egemenlerin yedeği halinde tutar. Sömürülen, ezilen kitleler bakımından sorun, egemenlerin etkisini kırarak kendi politikaları etrafında kendi birliğini sağlamak, dolayısıyla egemenler karşısında kendi iradesini oluşturmaktır. Egemenlerin ise bütün çabası bunu önlemeye, geciktirmeye yöneliktir.
Türkiye’de sınıf mücadelesinin son bir kaç yıllık tecrübesinden de biliniyor ki, medyası, ideoloji yayma merkezleri başta olmak üzere sermaye bu uğraş içindedir. Örneğin bir süre ideolojik bombardımanla emekçilerin önemli bir kesimini özelleştirmenin gerekli ve emekçilerin çıkarma uygun olduğuna bile inandırmışlardır. 28 Şubat emekçileri bölerek egemenlerin egemenlik durumunu sağlamlaştırmaya önemli bir katkıda bulunmuştur. Egemenler her fırsattan bu yönde yararlanmaya çalışmışlardır. Türkiye’de egemenlerin örgütlülük durumu, tecrübesi ve sağlamlığı ve emekçileri egemenlerin örgütlülüğünün sağlamlığı ve kutsallığına inandırabilmesi tarihsel bakımdan oldukça yüksek düzeydedir. Emekçilerin gözünde devlet kutsaldır ve emekçilerin kendilerinin değil “onların” yönetebileceklerine inandırılmışlıkları oldukça güçlü temellere sahiptir.
Bütün bunların üstünden ve ötesinde IMF direktiflerine uygun sermaye saldırganlığı son derece kararlı ve hiç geri adım atma belirtisi göstermeyen bir kararlılıkla sürdürülmekte, emekçilerin tepkileri görmezden gelinmekte ve onlarda “biz ne yaparsak yapalım fark etmiyor” inancı yerleştirilmeye özen gösterilmektedir.
Kısacası egemenlerin bütün politik örgütsel faaliyeti sömürülen ve ezilen kitlelerin birliği ve eyleminin önünü kesme amaçlıdır. Burada neredeyse son noktasına kadar tırmandırılan gericiliğin baskı ve şiddetini anmamak olmaz. Emekçileri eyleme geçmekten caydıran önemli bir unsur olarak egemenlerin baskı ve zoru, onlara her fırsattan yararlanılarak hatırlatılmaktadır. Toplum neredeyse tepeden tırnağa terörize edilmiştir; en küçük bir muhalefet cop ve kurşunla, bombayla yanıtlanmakta, hak arayışları şiddetle bastırılmaktadır.
Bunların tümü egemenlerin ideolojik ve politik olarak (hukuki, ahlaki vb. alanları da kapsayarak) sınıf mücadelesine müdahalesi kapsamındadır; düşünce -ideoloji, politika vb.- ve örgüt alanında egemenlerin durumunu sağlamlaştırırken ezilenler bakımından mücadele koşullarını zorlaştırmaktadır. Sözü edilen egemenlerin sınıf mücadelesine müdahaleleri, sınıf mücadelesinin sübjektif koşullarının çerçevesini çizen etkenlerin bir yönünden başka bir şey değildir. Egemenlerin sınıf mücadelesine, toplumsal siyasal yaşama, bu mücadele ve yaşamın bir tarafı olarak bu müdahalesi, kuşkusuz mücadelenin objektif koşullarını da olumsuz olarak etkilemekte, örneğin mücadeleden caydırılan emekçilerin atıllığı giderek bizatihi kırılması gereken ve objektif unsur gibi rol oynamaya başlayan bir karakter kazanmaktadır.
“Mücadelenin koşulları yok” ya da “koşullar elverişli değil” yatıştırıcılığı tam ta bu notada ortaya çıkmakta ve önem kazanmaktadır. Sömürülen ve ezilen kitlelerin hoşnutsuzluğunu kabartıp onları eyleme iten uygun koşullara rağmen, egemenlerin müdahaleleri, baskı ve zoru, ideolojik, politik ve örgütsel gücü, en çok kitlelerin gücüne ve yaratıcılığına inanmayan, yaşamı ve çıkarları ile emekçilere yakın durmayan sendika bürokrasisi ile ürkek küçük burjuva siyasetçileri bu baskılara teslim olmaya, onları abartmaya ve egemenlerin sınıf mücadelesine müdahalelerini üstesinden gelinemeyecek objektif etken düzeyine yükseltmeye itmekte ve caydırmaktadır. Sorunun özü buradadır ve 1 Aralık’ın bir kez daha gösterdiği başlıca gerçek de budur.

DÖNÜŞTÜRÜCÜ İRADENİN ROLÜ
Oysa egemenlerin, bir sübjektif etken oluşturan ve üstesinden gelinebilecek müdahaleleri karşısında “koşullar uygun değil” teslimiyetçiliğinden başka bir sonuç çıkarılabilir ve çıkarılmalıdır.
Bu sonuç ne olabilir?
En az gerici egemenler kadar kararlı bir biçimde sınıf mücadelesine emekçilerin bilinç ve örgüt düzeylerini yükseltecek iradi müdahalelerde bulunmak. 1 Aralık’ın temel dersi, bütün “koşulları yok” iddialarına karşın emekçilerin bugünkü bilinç ve örgütlülük düzeylerine uygun düşen ve bu düzeyi geliştirmeyi gözeten politikalar izlendiği ve buna uygun kararlarla çalışma yapıldığı durumda milyonların harekete geçebildiğim ve geçtiğini göstermesi olmuştur. Objektif koşullar dünden bugüne baştan aşağı değişmediğine göre, kitlelerin harekete geçmeleri bakımından değişen politik tutumdur; sübjektif etken olarak rol oynayan kitlelerin eylemini hazırlayıp örgütleme tutumu, sınıf mücadelesine ezilen kitleler lehine ve mücadelelerinin önünü açıcı iradi müdahalede bulunucu tutum ve çalışmadır. “Koşulları yok” yatıştırıcılığından, bugünkü örgüt imkânları kullanılarak eylem çağrısı yapma ve eylemi örgütleme tutumuna geçildiğinde kitlelerin hakları için eyleme hazır olduğu görülmüştür.
Dolayısıyla sorun ne emekçi kitlelerde ve onlara mal edilen boyun eğici kaderci hakkını sahiplenmezlikte ne de objektif koşullardadır. Sorun, emekçi kitleler sadece yatkın değil ama hakkını aramak için mücadeleye susamış ve objektif koşullar da bunun için son derece elverişliyken (zaten objektif koşullar elverişli değilken ezilenlerin mücadele etmeye bunca susamışlığı olanaksızdır), bu mücadele için gerekli bilinç ve örgüt ihtiyacını karşılayıcı davranıp davranmamadadır.
Sorun, yıllardır emekçi kitlelerde değil ama onların örgütlerinin başında bulunanlarda, onların örgüt imkânlarını olumlu değil olumsuz bir etkene dönüştürenlerde olagelmiştir. 1 Aralık buna bir kez daha dikkat çekmiştir. Kimsenin işçilerin memurlardan daha düşük bir mücadele isteği, gücü ve kararlılığına sahip olduğunu ileri sürmeye hakkı yoktur. 1 Aralık’ta geniş memur kitleleri harekete geçerken işçi kitlelerinin hareketsizliğinin nedeni, kuşkusuz ne IMF politikalarının işçileri canından bezdirmemesi ne onların hoşnutsuzluklarının memurlar kadar belirginleşmemesi ne de işçilerin mücadele eğilimi içinde olmamasıdır. Neden, gerici baskıların işçileri hareketsiz kılacak kadar memurlardan daha fazla etkilemesi de olamaz. İşçilerin 1 Aralık’taki hareketsizliği doğrudan, onların örgüt imkânlarından yararlanmalarını önleyen, son yıllarda birçok kez olduğu gibi onları kendi içlerinden baltalayan ve arkalarından hançerleyen sendika bürokrasisinin egemen sınıftan yana tutumundan kaynaklanmıştır.
Bütün bunlar, ezilen kitlelerin bilinç ve örgüte olan ihtiyaçlarını, dolayısıyla mücadelenin sübjektif koşullarının önemini göstermektedir. Objektif koşullar elverişli olsa bile, sübjektif koşullar yeterince elverişli değilse sorun çözümsüz olarak kalmakta, onca hoşnutsuzluğa ve mücadele isteğine rağmen atalet aşılamamaktadır.
Kuşkusuz, sübjektif etken bir yere kadar etkilidir. Ancak bu etkenin, emekçilerin başlıca bilinç ve örgütlülük düzeylerinin rolü küçümsenemez.
Tarihin, bilinç ve örgüt imkânları son derece geri emekçi eylemlerine en üst boyutlarda, birçok kez sosyal patlamalar halinde tanıklık ettiği de bilinmektedir. Bu korku, Türkiye’de saldırılarının emekçi kitlelerin yaşam koşulları üzerindeki yıkıcı etkisinin farkım a olan egemenlerin bir dizi temsilcisi tarafından oldukça sık dile getirilmektedir. Kuşkusuz yaşam emekçiler bakımından tahammül edilmez hal aldığında, mücadelenin sübjektif koşulları ne denli elverişsiz olursa olsun patlamalar olanaksız değildir. Ancak bu yönde bir gelişme işçi ve emekçilerin ileri unsurları tarafından tercih edilecek bir gelişme değildir; politik olarak birleşmemiş örgütsüz kitlelerin kurtuluşlarını elde etmeleri olanaksızdır. Bu durumda ancak bir yıkım ortaya çıkabilir, eylem yapıcı yönünden baştan yoksun kalmıştır, yeniyi kuramaz. Üstelik bu tercih edilir olmamasının ötesinde işçi ve emekçilerin ileri unsurlarının kendilerini ve kendi rollerini, emekçilerin kendilerinden geri unsurlarını kendi çıkarları ve buradan kaynaklanan politikaları etrafında birleştirme misyonlarını inkar etmeleri anlamına da gelir. Her şeyin ötesinde bu tür kendiliğinden gelişme olağanüstü zor, sancılı ve koşulları zorladığı kadar koşulların da zorladığı bir gelişme olarak belirebilir.
Burada önemli olan, sübjektif etkenin objektif koşullar üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkisidir ki, bu noktada işçi ve emekçilerin ileri unsurları bitaraf kalamaz. Nasıl ki gericiliğin politik müdahaleleri, aldatıcılığı ve örgütlülük düzeyi, sınıf mücadelesinin objektif koşullarını şu ya da bu yönde etkiliyor, genellikle elverişliliğini törpülüyor ve bu yönüyle sübjektif etken objektif koşullar üzerinde bir karşı etkide bulunarak, sonuçta objektivitenin bir parçası haline geliyorsa, aynı şey, ezilenlerin ileri unsurlarının, örgütlerinin, siyasal ve sendikal temsilcilerinin sınıf mücadelesine müdahalesi açısından da geçerlidir. Ezilenlerin ileri unsurları ve beğenilsin beğenilmesin verili koşullardaki temsilci ve liderleri, örgütleri ve bu örgütlerin başındakilerin tutumları, politikaları, sınıf mücadelesine emekçilerden yana müdahil oluş ya da olmayışları, yalnızca bir sübjektif etken olarak rol oynamakla kalmaz ama aynı zamanda objektif koşulları olumlu ya da olumsuz yönde etkiler.
Sübjektif etkenin mücadelenin objektif koşulları üzerindeki olumsuz etkisinin örneklerini işçi ve emekçiler uzun süredir yaşıyorlar. Tek tek örnekler çok olduğu gibi, genel olumsuzluğun aşılması işçi ve emekçilerin ileri unsurlarının ciddi çabalarını gerektirmektedir. Başlıca işlevi emek hareketini içinden bölüp parçalamak ve yatıştırıp atalete mahkûm etmek, egemenlerin cephe gerisini güçlendirip sağlamlaştırmak olan sendika bürokrasisi oldum olası bu rolünü oynamakta ve ancak tabandan gelen dayanılmaz baskılar karşısında ona yol vermektedir. Bu durumun değişmesi gerektiği açıktır ama büyük uğraşlara ihtiyaç gösterdiği de bir o kadar açıktır.
Sübjektif etkenin objektif koşullar üzerindeki olumlu etkisinin son örneği ise 1 Aralık’ta memur sendikalarının izlediği mücadeleyi hazırlayıp örgütleyici tutumdur. Bunun geliştirilmesi gerektiği, protestoculuğun ötesinde hak almayı esas alan bir içeriğe ve buna uygun biçimlere kavuşturulması sorunu ayrı bir sorun ve tartışmadır. Ancak görülmüştür ki, bir kez el atıldığında ve mücadeleci bir tutum alındığında kitleler harekete geçmekte ve ”koşullar uygun değil” ya da aynı anlama gelmek üzere “kitleler hazır değil” yolundaki tespitlerin bahane olmaktan öteye gitmediğini göstermektedirler.
Bugün sınıf mücadelesi pratiği ve siyasal toplumsal koşulların durumu ortaya koymakladır ki, tüm ezilenleri ve mücadelelerini tek bir paydada birleştirmeye olan ihtiyaç şimdiye kadar olmadığı ölçüde büyümüştür. Hem bütün ezilen kesimleri hedef alan amansız sermaye saldırısı ve bu saldırının bu kesimlere hayat hakkı tanımaz niteliği hem de bu saldırı karşısında çalışma ve yaşam koşulları tahammül edilmez derecede bozulan emekçilerin bir birinden kopuk lokal eylemlerinin yaygınlığı ama yetersizliği, dönüştürücü iradenin, bilinç ve örgüt unsurunun, kısaca sübjektif etkenin önemini artıran temeli sağlamaktadır. Ezilenlerin birleşik eyleminin yaratılması zorunluluğu, objektif koşulların böyle bir mücadele için tamamen elverişli olduğu, bütün elverişsizliğin gericiliğin mücadelenin koşullarını olumsuz yönde etkileyen ve giderek aldatıcılıktan daha fazla öne çıkan baskı ve zoru içeren müdahalelerinin karşısında bu koşulların da olumlu yönde evrilmesine katkıda bulunacak dönüştürücü iradi müdahalenin eksikliğinden kaynaklandığı geçeği üzerinden hayat bulabilir. Bugün her zamankinden daha fazla ezilen kitlelerin bilinç ve örgüt ihtiyacını karşılama ve birleşik mücadelenin yaratılmasının zorunlu dayanağı olan gericiliğe karşı birlikte mücadele bilincini yayma ve birleşik örgütlülükler oluşturma zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Gericilik, ayrı bir yazının konusu olabilecek bunca zaaf ve başarısızlıklarına (kriz, enflasyonu kontrol altına alamama, siyasal yıpranmaların derinleşmesine yol açan bir dizi başarısızlık vb.) rağmen başarısızlıklarını da yeni saldırılarının dayanağı yapabiliyorsa, bugün artık bunun tek nedeni, emekçi ve ezilen kitlelerin bilinç ve örgüt düzeylerinin geriliği, dolayısıyla sübjektif etkenin zaaflı durumudur.
Emeğin yaratıcılığına ve tükenmez gücüne inanç, emekçi kitlelerin kendi politikaları etrafında birleşmiş örgütlü gücünün yenilmezliğine güvenle bugün artık yakıcı bir ihtiyaç haline gelmiş olan dönüştürücü iradenin her alandaki müdahalesini azim ve kararlılıkla örgütlemekten başka yapacak şey yoktur. Böyle bir irade, IMF programına karsı bu programdan zarar gören tüm kesimlerin ve herkesin emeğin programı etrafında toparlanması için uğraş demektir. Toplumun tüm kesimlerinde, emekçi tabanda ve örgütleri içinde, onlarla birleşme eğilimi gösterebilecek bütün katmanlar ve örgütleriyle birleşecek bir politik tutumu yaygınlaştırıcı ve örgütlülüğü geliştirici, harekete geçebilecek, mücadele eğilimi gösteren bütün kesimleri bir araya getirici, örgütlülükleri değerlendirici ve mücadeleye katıcı bir dönüştürücü irade; şimdi her şey buna bağlıdır. Bunun bir kör irade olmayacağı açıktır, her şey, bütün koşullar böyle bir iradeye olan ihtiyacın altını çizmekte ve dönüştürücü, birleştirici iradeyi davet etmektedir. Türkiye’de sınıf mücadelesinin kısa ve uzun vadedeki gelişmesini belirleyecek olan, bu iradenin ne derece ve hangi yeterlilikte ortaya konabileceğidir.
Şimdi her şey IMF programından zarar gören tüm kesimlerin bir araya gelmek üzere aydınlatılması ve örgütlenmelerinin düzeyinin yükseltilmesi ve birleşik mücadele örgütlerinin (başlıca Emek Platformu) zaaflarından arındırılarak geliştirilmesi için çabaya bağlanmıştır. Ezilenlerin mücadelesinin başlıca zaaf noktası buradadır ve aşılması zorunlu asıl engel de budur: Geniş kitlelerin bilinç ve örgüt düzeyini yükseltmeye yönelik dönüştürücü irade bugün tayin edicidir.

Ocak 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑