IMF karşıtı bir program ihtiyacı

2000 yılı biterken, “IMF programı” ilk yılını da bir krizle noktaladı. Ama elbette bu kriz, “Bu program işe yaramaz” diye IMF programının bir kenara atılmasına neden olmadı. Tam tersine, bu programın daha kararlılıkla uygulanması için alınan önlemler artırıldı; yeni zam ve vergiler devreye sokuldu; ücret ve maaş artışlarına yeni sınırlar getirilirken, başta yabancı sermaye olmak üzere, rantçılar, faizciler, borsacıların desteklenmesine devam edileceğini gösteren ekonomik politikalar devreye sokuldu.
Öte yandan 2000 yılı, emekçi sınıfların son yıllardaki en büyük eylemine sahne olarak bitti. 1 Aralık; Ekim ve Kasım ayları boyunca süren çeşitli eylemlerin bir devamı olarak, emekçi sınıfların son yıllardaki en kitlesel ve en mücadeleci tutumunun simgesi olarak şekillendi. Ve 2000, emekçiler açısından, hak ve özgürlük mücadelesinin 200l’de de süreceğini, üstelik son 10 yıl ve 1 Aralık’tan çıkarılacak derslerle süreceğini gösteren işaretlerle dolu olarak tamamlandı.
Aslında bütün bir yılı; banka iflasları, hortumculuk, hayali ihracatçılık, mafyalaşma, F tipi cezaevleri, af, Türkiye-AB ilişkileri, FP’nin kapatılıp kapatılmaması, 28 Şubat’ın gidişatı, Genelkurmay’ın ve MİT’in karşı karşıya gelir gibi olması, Türkiye’ye Ortadoğu’da emperyalizmin biçtiği rol, Kürt sorunundaki gelişmeler, polis yürüyüşü, kriz, IMF’ye verilen “ek niyet mektubu”, TİS’ler, 2001 Bütçesi gibi her biri ayrı gibi görünen bütün bu gelişmeler ve 2001’e devreden sayısız sorunların tümü; yukarıda iki paragrafta işaret edilen sınıfların çıkarlarının karşıtlığı, ya da sınıfların karşı karşıya gelişi ile açıklanabilir. Dahası; bütün bu gelişmeler, egemen sınıflarla emekçilerin karşı karşıya gelişiyle bağlantılı olarak açıklanamadığında her biri bir polisiye vaka ya da kendi başına, bu yüzden de herkesin keyfine göre yorumlayacağı ekonomik, sosyal ve siyasal “anlaşılamaz” olgular olarak kalırlar.
Ancak Türkiye gibi son derece karmaşık ve hızlı gelişmelerin olduğu bir ülkede, başlıca olayların birbiriyle bağlantısının tablosunu vermenin bu yazı sınırları içinde güçlüğü ortadadır. Ve zaten gerekli de değildir. Bu yüzden burada: yazının ilk iki paragrafında işaret edilen karşıt sınıfların karşı karşıya gelişlerinin anlamı ve böyle karşı karşıya gelişler ile: ülkenin gidişatı arasındaki ilişkiyi ele alıp, bu mücadelede sınıf partisine, emekçi sınıfların ileri kesimlerine, örgütlerine (sendikalar, kitle örgütleri), emekten yana olduğunu söyleyen partilere nasıl bir rol düştüğü üstünde duracağız.

SERMAYE GÜÇLERİ IMF PROGRAMI ETRAFINDA BİRLEŞTİ
“Son 20 yıldır, sermayenin siyasi alanda yapmak istediği nedir?” diye sorarsak: bu soruya verilebilecek en kesin yanıt: “Sermayenin, kendi partilerini ’24 Ocak Programı’ olarak belirlenen ilkeler etrafında birleştirmesidir” diyebiliriz.
Kuşkusuz ki: 24 Ocak’tan bu yana köprülerin altından çok sular aktı: cuntalar işbaşına geldi, partiler kapandı, partiler kuruldu: ANAP hükümeti ve arkasından gelen hükümetler, ANAP’ın kaldığı yerden devam ettiler. Kimi geri adımlar atmak zorunda kaldı, kimisi “istikrar paketi” adı altında ekonomik programlar uyguladı, sağcı, solcu, dinci partilerin önderliğinde koalisyonlar kuruldu. “Kahrolsun 24 Ocak kararları”, “Kahrolsun özelleştirme” diyerek hükümete ortak olan partiler, tamamen tersi politikaların uygulayıcısı oldu. Kürt sorunu önce bir “savaşa” dönüşüp sonra “barış ve demokratik cumhuriyetçi” bir sürece yöneld. Susurluk’’ta çete düzeni deşifre oldu, “şeriata karşı” denilen 28 Şubat müdahalesi oldu; krizler, krizlerin yükünü emekçilerin sırtına yıkma operasyonları yapıldı; emekçilerin yüz binler halinde başvurduğu eylemler, grevler, grevlerin ertelenmesi, emekçi mücadelesinin yıktığı hükümetler olduğu gibi, milyonlarca emekçinin isteklerinin ve eylemlerinin görmezden gelindiği dönemler yaşandı. Ama bütün bir yirmi yıl boyunca büyük patronların ve onların her türden organizasyonunun başlıca amacı; Türkiye ekonomisinin uluslararası sermaye düzenine uydurulması (24 Ocak kararlarının temel şiarı da buydu) olarak kaldı.
Bu 20 yıl içinde düzen partileri, muhafazakârı, milliyetçisi, sosyal demokratı; kendi farklılıklarını bir yana iterek yakınlaştılar ve özellikle de ekonomi politikaları bakımından aynılaştılar. Örneğin ’90’ların başında ANAP’tan başka özelleştirmeyi açıkça savunan parti yoktu. Diğer partiler, kamu mallarının yabancı sermayeye devri anlamına gelecek olan özelleştirmeyi “vatana ihanet” sayıyordu. Gümrük Birliği’ne ANAP ve DYP dışındaki bütün partiler karşıydı. Daha iki-üç yıl önce DSP ve MHP, “özelleştirmeye karşıyız” diye meydanlarda bas bas bağırıyordu. Yine MHP ve FP, AB’ye girilmesini, “küreselleşmeye destek” verilmesini, “Hıristiyanlığa” ve “Türk düşmanlığına” teslim olmak olarak propaganda ediyorlardı. Ama şimdi bütün düzen partileri, kimi burnu sürtülerek, kimisi “ikna edilerek”, 24 Ocak Kararları’nın “ruhu” doğrultusunda, “tek yumruk” denecek kadar “ileri” bir noktadan birleşmiş bulunmaktadırlar.
Başka bir söyleyişle; son 20 yıl, özellikle de son 10 yıl içinde, düzen partilerinin hemen tümü; sermaye tarafından sadece, “genel olarak” uluslararası sermaye ile bütünleşme hedefinde değil, ama bu birleşmenin “taktiği” olan özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, “tarımın çökertilmesi” demek olan “tarım reformu”, “sağlık ve eğitimin paralı hale getirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin bireysel güvenliğe” indirgenmesi gibi ayrıntılarda da ortaklaştırıldı. En azından son birkaç yıldır, düzen partileri arasında özelleştirmeden sosyal güvenliğin tasfiyesine, eğitim, sağlık, iletişim ve öteki kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesinden (hizmetin bir meta haline getirilmesi) “tarım reformu”na kadar sadece genel değil ayrıntıda da bir fark kalmamış bulunmaktadır. Bu yüzden sermaye partileri gittikçe güç kaybedip oy oranları küçülmesine karşın, aralarında ayrıntıdaki farkların da önemli ölçüde kalktığı “partilerin koalisyonu” aracılığı ile “siyasetteki parçalanma” önemli oranda aşılmış görünmektedir. MHP ile DSP arasındaki yakınlaşma, FP’nin bile AB’ye tüm itirazlarını kaldırmış, diğer partilerle ayrılığını “türban sorunumla indirgemiş olması, Ecevit hükümetini nispeten uzun ömürlü yapmıştır. Bu yüzden de “Bu hükümetin alternatifi yok; onun için devam ediyor” yollu açıklamalar ikna edici değildir. Tersine; “bu hükümet uyum içinde” olduğu için işbaşındadır ve birkaç yıl önce “hükümet yıkan sorunlar” bugün “liderler zirvesinde” birkaç saatte çözülebilir duruma gelmiştir. Elbette bu sorunların basitleştiğinden ya da partilerin çözüm becerilerinin sonucu değildir, partilerin aynılaşmasıyla ilgilidir. Yani sermayenin önündeki sorunların; “liberal”, “sosyal demokrat”, “muhafazakâr”, “faşist” çözümleri önemini yitirirken; bu sorunların tümüne yakını, örneğin “IMF programı”nın gösterdiği doğrultuda çözülmek (yöntemin şu ya da bu olmasının hiç önemi yok) zorunluluğu dayatılırken, partilerin “özgünlüğü” de ortadan kaldırılmaktadır. (Daha doğrusu partilerin birbirinden farklılığı, etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, çevresel vb. zararsız konularda sürdürülerek, sistemin kendi içinde çok partililiği, ihtiyaca göre seçenek bulundurulması da korunmaktadır.)
Düzen partileri arasındaki aynılaşmanın geldiği aşama, onların emek düşmanlığı bakımından aralarındaki biçimsel farkların da ortadan kalkmış olması; emekçiler açısından “o parti olmadı bu partiyi seçelim” gibi “manevra” imkânlarını azaltırken, aynı zamanda emekçilerin birliği, her parti tabanındaki emekçilerin yakınlaşmasını da teşvik etmektedir. En son 1 Aralık eyleminde, sendikal alanda sağın ve solun en politikleşmiş kesimlerini temsil eden memur konfederasyonlarının (sol yoğunluklu KESK, MHP eğilimli Kamu-Sen, FP eğilimli Memur-Sen) bir araya gelmesi, daha da önemlisi her üç konfederasyon üyelerinin ortak eyleme geçmesi; emekçiler açısından birleşme imkânlarının genişlemesi ve bu alanda atılacak adımların şimdi başarılı olabileceğinin göstergesi olmuştur.
2000 yılı başında IMF ile imzalanan stand-by ise; büyük sermayenin ve arkasındaki uluslararası sermayenin bu 20 yıllık inatçı dayatmanın son halkası ve aynı anlama gelmek üzere zirvesi olarak biçimlenmiş bulunmaktadır. Ve uluslararası sermayenin kılavuzluğunda büyük patronlar ve onların hükümetleri (partileri ve her türden örgütleri); uyguladıkları politikaları, bütün eskiden kalan pürüzleri de temizleyip amaçlarını gerçekleştirdikleri bir süreç olarak, bir “operasyon”a dönüştürdüler. Yani, yasasızlığı, fiili durumlar yaratmayı, zoru ve şiddeti de işe katmayı göze alarak, ‘IMF programı” etrafında birleştiler ve şimdi de bu programı hayata geçirmek üzere tüm güçlerini seferber etmiş durumdalar. Böylece de; son 20 yıldır şikâyet ettikleri, “siyasi parçalanmışlığı”, “siyasi istikrarsızlığı” aşmayı da amaçlıyorlar. Ve “siyasi istikrarsızlık” dedikleri şeyin kendi taraflarında olan yanını, düzen partileri arasındaki siyasi farklılıklardan ve bu partilerin halk indinde itibar kaybından gelen yanını “IMF programı” etrafında oluşturdukları uzlaşmayla aşmayı amaçlıyorlar.
Eğer teferruatı bir yana bırakarak 20 yıllık çabaların bir sonucu da olan son 1–2 yıl içindeki gelişmeleri özetlersek, “olup bitenin özü” şudur:
Hükümet, sermaye partileri, irili ufaklı patron örgütleri (TOBB, TÜSİAD, GÜSİAD, sanayi odaları, vb.), yine büyük patronların, kültürel, sosyal içerikli organizasyonları (localar, vakıf türü örgütler, kulüpler, dernekler vb.) amaçlarını, IMF ile yapılan ve “Niyet Mektubu” denilen “program” üstünden gerçekleştirmekte anlaşmışlardır. Ve bir yılı aşkın bir zamandan beri; Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü servetlerinin uluslararası sermaye ve yerli ortakları tarafından yağmalanması; işçi ve emekçilerin haklarının gaspı; özelleştirme, eğitim, sağlık ve öteki kamu hizmetlerinin ticari konusu haline getirilmesi, Türkiye tarım ve sanayisinin çökertilmedi amaçlı her tür girişim bu “IMF programı” aracılığı ile bu program etrafında birleşmiş güçlerin hareketiyle gerçekleştirilmektedir.
Elbette ki; bugün “IMF programı” olarak “sivriltilen” saldırı hedefleri, 24 Ocak 1980’den beri, 20 yıldır süren, Türkiye’yi uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirme girişiminin bir devamıdır. Ama burada IMF’nin devreye girmesiyle “yeni” olan; sermaye cephesi içindeki “program çatışması”na son verilerek IMF baskısı ve himayesi altında sermaye güçlerinin birleştirilmesi; amaçlarını gerçekleştirmede de “kendiliğindencilikten” kurtarılıp “üç yıllık bir operasyona bağlanmış” olmasıdır. Şimdi bu “operasyon”un birinci yılı bir “kriz”le sonuçlanmıştır.
Ama programın arkasındaki güçler; “bu program başarısız oldu, başka bir yol arayalım” demek yerine; programı daha büyük bir katılıkla uygulayacaklarını ilan ederek, yeni bir niyet mektubuyla; servetlerin dışarıya aktarılmasını, zenginlerin daha zenginleşmesini hızlandırmayı amaçlamışlardır. Bu amaçla da; Türkiye’nin tarımını, sanayisini daha çabuk çökertecek, hizmet kurumlarının yabancıların eline geçmesini hızlandıracak kararlar almışlardır. Böylece bir kez daha, bu programın amacının, Türkiye’yi kalkındırmak, halkın refahı, ekonominin sorunlarını çözmek olmadığı anlaşılmıştır.
Tam tersine IMF programının amacının; ülke kaynakları hızla talan edilirken, emekçilerin daha da yoksullaştırılması, halka hizmet veren kurum ve kuruluşların (KİT’ler, tarım birlikleri, sosyal güvenlik kurumları, devlet okulları, üniversiteler, sağlık sistemi, hatta belediye hizmetleri) çökertilmesini çabuklaştırmak olduğu açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu yüzden de son “kriz”, bu “çabuklaştırma” için yeni bir “fırsat” yarattığından onlar için “kötü değil” (kriz çıktı diye ah vah edilmesi, gerçek anlamıyla timsah gözyaşlarıdır), bir “başarının ifadesi”dir de. Ve bu tür krizleri emekçiler, kendi taleplerini gerçekleştirmenin bir vesilesi olarak değerlendiremedikleri ölçüde, krizler belki sermaye cephesinde de tahribat yapar, aralarındaki çatlakları büyütür: hükümetler içinde kargaşaya yol açar, ama eninde sonunda, fatura emekçilere çıkarılır; büyük sermaye ise küçük ve orta boy kimi işletmeleri de “yutmuş” olarak politikalarını gerçekleştirmeye daha büyük bir güç ve cesaretle devam eder. Öncesini bir yana bıraksak bile ’94’ten beri irili ufaklı bütün krizlerde bu olmuş; sermaye güçlerinin kendi eseri olan krizler; “Ülke batıyor, herkes fedakârlık yapsın” yaygarası arkasında emekçilere fatura edilmiştir.

EMEK GÜÇLERİ DE ‘KENDİ PROGRAMLARI’ ETRAFINDA BİRLEŞMELİDİR
Eğer teferruatı bir yana bırakırsak, “emek cephesindeki sorunun özü”nün; bu sermaye programına, sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfının, emekçilerin, halkın bütün kesimlerinin üstünde birleştiği bir programa sahip olmamasıdır, diyebiliriz.
Bu, hedefi olan ve sermayenin tek merkezden saldırısı karşısında emek güçlerini o hedefe yöneltmekte birleştiren bir programın yokluğu kendisini pratikte, eylemlerin etkisizliği, mücadele eden güçlerin dağınıklığı olarak ortaya koymaktadır. Çünkü birleşmiş sermaye güçleri karşısında o güçleri etkileyecek kadar kararlı ve kitleselliği olmayan eylemler, birer protesto eylemine, emekçilerin öfke boşalttığı çıkışlara dönüşmektedir. Dahası, hareket onca kitlesel eylemlere karşın kitlesellik bakımından emekçilerin nispete) küçük bir bölümünü (kitlesellikte lokallik) ve taleplerde de sürekli bir ya da birkaç talebe indirgenmiş (talepte lokallik) kendisini ortaya koymaktadır.
Oysa özellikle son 10 yıl içinde sermaye güçleri giderek “tek merkezli” bir saldırıya doğru ilerlemiş, IMF ile varılan son anlaşma ile de resmen uluslararası bir merkezden yönetilir hale gelmiştir,
Ve yine 10 yıl içinde lokal özellikler taşıyan emekçi eylemlerinin başarısı da giderek daha azalmış; eylemlerin genelleşme ve daha kararlı ve daha güçlü olma ihtiyacı kendisini daha çok hissettirir hale gelmiştir. Nitekim 1989 Bahar Eylemleri’nden başlayarak bugüne gelinen süreç içinde eylemlerin başarı oranının da giderek düştüğünü görüyoruz.
Elbette ki buradan kalkarak, her işyerinde, her işkolu ve ülke sathında “hak mücadelesi”, bazen salt işyerleri ve işkollarıyla, bazen daha genel ve daha kitlesel bir biçimde sürmemeli, illa ki grevler, “genel grevler”, direnişler “genel direnişler” olarak gerçekleşmelidir demek istemiyoruz. Tersine işçi emekçi hareketi, karakteri gereği hem taleplerde hem de mücadeleye katılan kesimler bakımından “lokal eylemlerle” sürecektir. Hatta bir genel grev ve direnişe yaklaşıldığı ölçüde lokal eylemlerin sayısı, yaygınlığı ve sıklığı da artacaktır. (Örneğin 1 Aralık öncesi, hemen her işkolunda, ülke sathında eylemlerin yoğunlaşmasında görüldüğü gibi) Burada söylenmek istenen, sermayenin saldırısının püskürtülmesi, ondan genel bir gerileme yaratabilmek, yeni mevziler kazanabilmek için eylemlerde “genelleşme”, talepler ve katılan kesimler bakımından “genellik” sağlama ihtiyacıdır. Emekçilerin birleşmiş güçleri, aynı hedeflere yönetilmek üzere harekete geçmedikleri, lokal eylemlerin böyle bir genel eylemle birleşmek üzere organize olmadıkları takdirde kendi başlarına en fazla geçici başarılar elde edebileceklerini elbette kabul etmek gerektiğidir. Çünkü; uluslararası (IMF ve Dünya Bankası’nın vesayetinde yürütülen ekonomi politikalar bu birleşmenin ifadesidir) ve ulusal planda birleşmiş sermaye güçlerine karşı emek güçlerinin lokal ve bu saldırıyı püskürtecek ölçüde birleşmemiş güçlerle uzunca bir zaman direnmesi ve başarılı olması beklenemez.
Bu yüzden de; işçi sınıfı ve tüm emekçi sınıfların kitlesel olarak örgütlendikleri örgütler (işçi ve memur sendikaları, konfederasyonları, sendikalar, esnaf ve zanaatkâr odaları, ziraat odaları, muhasebeci, mühendis ve mimar odaları, tabip, eczacı, veteriner odaları vb.), emekçi sınıfların çeşitli kesimlerinin özel talepleri için oluşmuş örgütlenmeleri (dernekler, kooperatifler, kültürel ve sosyal amaçlı kuruluşlar vb.), sınıf partisi ve emekten yana olduğunu söyleyen partiler; emekçileri temsil niteliği taşıyan her türden platform örgütlenmeleri; “IMF programı” karşıtı bir program etrafında birleşip, emekçilerin “iktidar seçeneğini” de yaratacak bir mücadeleye atıldıkları ölçüde, emek güçleri kendilerine düşen tarihsel rolü oynamaya yönelebileceklerdir.
Türkiye’nin bağımsızlığı, demokratikleşmesi, özgür ve bağımsız bir ülke olmasının yolu da emekçilerin bu mücadeleler içinde dostlarını düşmanlarını görmeleri; ülkenin kaderine el koymalarının nasıl bir acil sorun haline geldiğini, bu görevden kaçamayacaklarını görevini yerine getirme zorunluluğunu anladıkları ölçüde, Türkiye’ye giydirilmek istenen IMF markalı “deli gömleği” yırtılabilecek; İMF reçeteleri çerçevesinde yürütülen “operasyonlar” önlenerek, ülke kaynaklarının halkın hizmetine sunulmasının imkânları ortaya çıkacaktır.
Bugün emek hareketinin en temel ihtiyacı, kendi taleplerini elde etmek üzere birleşmektir. Buradaki dayanak ise, sınıf partisinin bu birleşmenin gerçekleşmesi için gerekli politikaları üretmesi, bu politikaların emekçi sınıflar içinde hızla yaygınlaştırılmasıdır. Elbette ki, bu politikaların yaygınlaştırılması, sınıf içinde ve ileri kesimler içindeki politik, dinsel, etnik her tür ayrımı aşan birleşme ihtiyacının hissettirilmesi için var olan sınıf ve diğer emekçi sınıf örgütlerinde; hareketin ihtiyaçlarının ne olduğu konusundaki fikir birliğinin sağlanmasının önemi ortadadır. Bu yüzden de, 1 Aralık’ın da ortaya koyduğu dersler ışığında birleşme ve ortak hareket etmenin gerektirdiği tutumların yaygınlaştırılması, emekçi sınıflar hareketinin ilerlemesinde vazgeçilmez görünmektedir.

EMEK PLATFORMUNA İHTİYAÇ DAHA DA ARTMIŞTIR
Kurulmasından bu yana bir buçuk yılı aşkın bir zaman geçen Emek Platformu, geçen süre içinde önemli bir rol oynamıştır.
Her şeyden önce, sermaye cephesinin her alanda birleşmiş güçlerine karşı, emeğin birleşmiş güçlerinin simgesi olarak, moral ve simgesel bir değere sahip olmuştur. Zaman zaman aldığı kararlarla emekçilerin olağanda yapamayacakları kadar geniş birlikler meydana getirerek harekete geçmelerine vesile olduğu gibi, illerde de emek platformları oluşturmanın yolunu açarak, emekçiler arasında birlik ve ortak mücadele fikrinin yayılmasına yardımcı olmuştur. Ve bugünkü bileşimiyle Emek Platformu, birleşik işçi ve emekçi mücadelesinin bir merkezi görünümündedir.
Ancak Emek Platformu içinde yer alan sendika ve kitle örgütü temsilcilerinin Emek Platformu’na düşen tarihsel rolün farkında olduğunu, farkında olanların da bu rolü oynama niyetinde olduğunu söylemek çok güçtür. Tersine, platformda yer alan pek çok örgütün temsilcileri, ya hasbelkader platforma katılmakta ya da platformu işlemez hale getirmeyi kendi görevi olarak görmektedir. Bu yüzden de Emek Platformu bir buçuk yıl içinde yaptığı işlerde hep, bir yandan sınıfı, emekçileri birleştirme işlevi görünürken öte yandan hareketi arkadan hançerleyen bir tutum hep var olmuştur.
Emek Platformu’nun damgasını taşıyan iki önemli olaya şöyle bir bakmak bile bu platformun öneminin ve zaafının anlaşılmasına yeter:
1) 24 Temmuz 1999’da yapılan ve “mezarda emeklilik” yasasının protesto edildiği büyük işçi eylemi, eğer Emek Platformu olmasa bu ölçüde kitlesel ve yaygın olamazdı. Ama aynı eylemin geçiştirilmesi, etkisizleştirilmesi de Emek Platformu’nun sorunu bir yasak savmaya çeviren uzlaşmacı tavrıyla mümkün olmuştur.
2) Emek Platformu olmasa 1 Aralık olmazdı. Ama özellikle Türk-İş tarafının arkadan hançerlenmesi olmasaydı, 1 Aralık’ın Türkiye’nin emek mücadelesinin en büyük eylemlerinden birisi olmanın ötesinde “mücadelede yeni bir sayfa açan bir dönemin başlangıcı olması” da mümkün olurdu. Ama Meral kliğinin, hükümetle dolaysız bir işbirliği içinde hareketi arkadan hançerleyen tutumu, işçi sendikalarının Türk-İş üst yönetimine bakan sınıf işbirlikçisi tavırları 1 Aralık’ı geriye çekmiş, belki derslerle dolu ama geriye çekilmiş bir eylem olarak gerçekleşmesine neden olmuştur.
Ve elbette Emek Platformu içinde sendikal konfederasyonların “rekabet” adına birbirine çelme takmaları, birbirini dışlamaya yönelmeleri, hatta Emek Platformu’nu yıkma amaçlı maraza çıkarmaları gibi ilkel ama son derece yıkıcı girişimler de vardır. Bu yüzdendir ki, Emek Platformu’nun daha tutarlı olması ötesinde iç çatışmalara sürüklenmesini önleyecek bir “sorumluluğun” canlı tutulması da son derece önemlidir. Çünkü şu anda harekete “genellik” kazandıracak ve emekçi sınıfların en örgütlü kesimlerini temsil eder durumda olan Emek Platformu’nun yerine konabilecek daha iyi bir örgüt yoktur; yakın gelecekte de böyle bir imkân görünmemektedir.
Bu yüzden de elbette Platform’un yaptığı işler eleştirilmeye muhtaçtır. Elbette ki “yan çizenleri”, “yıkıcılık” yapanları şiddetle eleştirmek ihtiyaçtır. Ama bunların Emek Platformumu yaşatmak, geliştirmek, zaaflarını aşmasına yardımcı olmak için yapılması gerekmektedir.

SINIF PARTİSİ VE IMF KARŞITI MÜCADELE
Öncesini bir yana bıraksak bile, son 10 yıla yayılan emekçi sınıflar mücadelesinin, herhangi bir ülkeyle kıyaslanamayacak ölçüde yoğun, kitlesel bir karakter gösterdiğini söyleyebiliriz. Kimi zaman, (bazen yılda birkaç kez) yüz binlerce işçi ya da kamu emekçisi Kızılay alanında boy gösterirken, kimi zaman yüzlerce hizmet ve üretim biriminde çalışan emekçilerin, işçilerin sokaklara döküldüğüne tanık olundu. Binlerce işçinin katıldığı grevler haftalarca sürdü. Bu eylemlerin nedenleri özelleştirmeden işten çıkarmalara, toplusözleşmelerin çıkmaza girmesinden “savaşa hayır” ya da grevli toplusözleşmeli sendika hakkı gibi çok değişik nedenlere dayansa da; sonuçta tüm sermayenin güç odaklarının emekçilere yönelttiği saldırıların bir parçasına karşı yapıldı.
Bu nedenledir ki; son 10 yıl içindeki Türkiye emekçi sınıf hareketinin asıl sorunu, çoğu zaman anıldığı gibi, “eylemsizlik”, “az eylem yapılıyor olması” değildir.
Ama başka bir açıdan bakıldığında hareketin zaafları daha açık görülür. Örneğin eyleme geçen emekçilerin yüz binlerle eyleme katılmasının hemen arkasından, hiçbir şey olmamış gibi ertesi gün işlerinin başına dönmesi, bu nedenle de yüz binlerin eyleminin bir protesto eylemi olarak kalmasına yol açtı. Dahası her eylem kendi başına ve her kesim talepleri ne kadar ortak olursa olsun, toplumsal kesimlerin birbiriyle çok az birleşerek ortak eylem yapabilmesi emekçi sınıf hareketinin zaaflarının en önemlilerinden birisi olarak gösterilebilir.
Sonuç olarak, yukarıda, “lokallikle” ilgili söylenenlerle birlikte düşünüldüğünde Türkiye’nin emekçi sınıflarının mücadelesinin en temel iki zaafından söz edebiliriz. 1. Eylemde ve taleplerde “lokal”lik (Emek Platformu bu zaafın giderilmesinde önemli rol oynayabilir), 2. İstikrarsızlık ve bir hedefe kararlı bir biçimde yönelmemiş olması.
Aslında bu iki zaaf iç içedir ve her biri diğerinin kaynağıdır. Ve kuşkusuz Emek Platformu doğru işlese bir ölçüde bu zaaflarını azaltabilir ama toplam olarak hareketin siyasallaşması olarak ifade edebileceğimiz bu iki zaaf; aslında sınıf partisinin hareket içindeki etkinliğinin zayıflığı ile bağlantılıdır. Dolayısıyla bu iki zaafın ortadan kalkmasının tek yolu da sınıf partisinin harekete müdahale etmesi, hareketin emekçi sınıfların birleşik eylemi haline dönüşmesinin sağlanması, hareketin sermayenin iktidarını tehdit eden bir çizgiye doğru geliştirilmesidir.
Demek ki, sınıf partisinin görevlerini belirlemesi de bu noktadan olmak durumundadır. Çünkü partinin sınıf içindeki etkinliğinin artmasının tek yolu, onun hareketinin birleşip ilerlemesi için gereken müdahaleyi “etkin” ve “ihtiyacın düzeyine uygun bir biçimde” yapmasıdır.
Eğer sınıf partisi: sınıfın sermayenin ulusal ve uluslararası çapta birleşmiş güçlerini geri püskürtmenin yolunu işçilerin, emekçilerin birleşik eylemi, bir genel grev ve genel direniş hattına yönelmek olarak belirlemişse; o zaman bütün parti örgütlerinin (merkez organlarından birimlerine, genel başkandan partinin yeni üyesine kadar her parti örgütü ve üyesinin görevi), bu amaçla uyumlu olması gerekir, Bu yüzden de sınıf partisi; kendi parti örgütlerinin görevini, genel grev genel-direniş hattına yönelinmesi için işçi ve emekçi sınıfların iller, ilçeler, hatta semt ve mahalleler düzeyinde hareketi birleştirecek emekçi organizasyonlarının gerçekleştirilmesidir. Bu emekçi sınıfların hareketinin nasıl birleştirileceği ve hangi olanaklardan yararlanılacağı elbette ki pratiğin konusudur ve bölgeden bölgeye değişiklikler gösterir. Ama şu söylenebilir ki; her şeyden önce var olan platformların geliştirilmesi, emekçi sınıfların her kesimi arasında, hareketin sorunları ve mücadelenin ilerletilmesi için tartışmalar açılması, en geniş emekçi çevrelerini birleştirmek, sendikalar ve kitle örgütlerinin imkânlarından ustaca yararlanmak Önemlidir. Elbette sadece örgütlü kesimler içinde değil, organize sanayi bölgeleri, sanayi siteleri, semtler, emekliler, ev kadınları, emekçi ve öğrenci gençlik yığınları içinde her olanağın değerlendirilerek bu fikrin yaygınlaştırılıp, uygun örgütlerin geliştirilmesi partinin her örgütünün, her üyesinin başlıca görevi olarak belirlenebilir. Bu amaçla günlük gazete başta olmak üzere parti yayınlarının kullanılması, bildiri, afiş gibi araçların özgün koşullarda da değerlendirilmesi kendi başına önem taşır.
Yine kendisini emekten yana ilan eden partilerin ve değişik siyasi çevrelerin birleştirilmesi, onların emekçiler içindeki etkilerinin de sınıf hareketinin bir olanağı haline getirilmesi, sınıf partisinin dönemsel taktiğinin bir parçası olarak alınıp, “ittifakların” bu ihtiyaca göre biçimlendirilmesi önemlidir. Ve elbette siyasal platformdaki tüm düzen partileriyle IMF programı ve ona karşı olan emekçilerin programı arasındaki bir polemiği yürütmek, düzen partilerinin pozisyonu ile emeğin çıkarlarının karşıtlığı yine bu dönem taktiğinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

IMF PROGRAMI KARŞITI BİR PROGRAM
Yukarıda da çeşitli vesilelerle değinildiği gibi sermaye güçleri; IMF programının arkasında birleşmişler, emekçilere yönelik saldırıyı da bu programın bir parçası olarak “güncelleştirip” hayata geçirmektedirler.
Emek güçleri ise bu programın tam karşıtı bir başka program etrafında birleşmek zorundadırlar. Ve sınıf hareketini izleyen herkes için bu programın en azından ana hatları yıllardır alanlarda haykırılan, uğruna sayısız eylemler yapılan işçi-emekçi talepleridir. Ve bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1. Gümrük Birliği, MAI, MIGA ve Türkiye’yi açık pazar haline getiren öteki anlaşmalardan çıkılması, diğer ülkelerle ticarette tam eşitlik, IMF ile olan anlaşmaların iptal edilmesi.
2. Özelleştirmeye son verilerek, özelleştirilen kurumların yeniden kamuya devredilmesi: sanayi ve hizmet KİT’lerinin modernize edilerek verimliliklerinin ve üretimdeki etkinliklerinin artırılması, bu kuruluşların düzen partilerinin ve hükümetlerin arpalığı olmaktan çıkarılarak “işçi denetimi”ne açılması, tarım KİT’lerinin (Devlet Üretme Çiftlikleri-TİGEM), araştırma ve geliştirme kurumlan olarak, tarımın modernleştirilmesinin dayanakları olarak yeniden örgütlenmesi, “Tarım Birliklerinin (TARİŞ; PANKOBİRLİK, FİSKOBİRLİK vb.) gerçek üreticilerin denetimine verilerek, bağlı sanayi kuruluşlarının modernize edilerek üretime katkılarının artırılması, kooperatifçiliğin desteklenmesi, bir tarım reformuyla; topraksız köylünün topraklandırılması, yoksul köylülerin ve tarım işçilerinin yaşam düzeyinin yükseltilmesi ve sosyal güvenceye kavuşturulması için gereken önlemlerin alınması.
3. Enerji, iletişim, THY, DDY, Denizyolları, demir-çelik, petro-kimya, makine sanayi gibi ülkenin bağımsızlığı ile de doğru dan ilgili olan temel ve stratejik sanayi ve hizmetlerin bir ulusal kalkınma programının parçası olarak ele alınması, demir ve denizyolu taşımacılığını merkeze alan bir ulaşım politikası, çevrenin korunmasını da içeren ulusal bir tarım programı ile birleştirilmesi emek mücadelesinin ülkenin kaderine el koyması bakımından da hayati öneme sahiptir.
4. Verimliliğin artırılması, yeni teknolojilerin sanayide kullanılması, yeni iş organizasyonları vb. gibi, teknoloji ve sanayideki her gelişmeden yararlanılması ama bunu emeğin aleyhine değil lehine; işçinin emekçinin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması (haftada 5 gün çalışma ve 35 saatlik iş haftası), emekçilerin refah düzeyinin artırılması için kullanılması, emek mücadelesinin birliği ve uluslararası sermaye ve yerli ortakları ile arasında kesin bir sınır çizmesi ile de ilgilidir.
5. GAP’ta emperyalist tekellerin ve ülkelerin parsa kapması, üslenmesi önlenerek, GAP’ın imkânlarından bölge halkının yararlandırılması ilkesi benimsenmelidir. Topraksız köylülerin topraklandırılması, bölgenin sanayileşmesi için GAP’ın imkânlarının geliştirilmesi, ülke kalkınmasında GAP merkezli bölge kalkınmasının özel bir dikkat alanı olması, emek mücadelesinin birleştirilmesinde (doğuda ve batıda) son derece önemlidir.
Bu amaçla;
– Sendikal örgütlenmenin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve kamu emekçileri ve tüm emekçilerin grev ve TİS hakkıyla donatılmış sendikalaşmasının yolunun açılması, barajın kaldırılması, sendika seçmede tam özgürlük (referandum), sendika seçmede belirleyici yöntem olarak benimsenmelidir. Kamu emekçilerine grevli, toplusözleşmeli sendika hakkının tanınması;
– Sigortasız çalışmanın önlenmesi için etkin bir sigorta denetimi kurulması, sanayide taşeron sistemine son verilerek emekçilerin, işçilerin haklarını istismar eden her girişimin yasaklanması;
– Sosyal güvenlik sisteminin gerçek bir reformdan geçirilerek tüm halka, insanca bir sağlık ve emeklilik hizmeti sunar hale getirilmesi;
– Tüm emekçilere parasız eğitim ve sağlık hizmeti hakkı;
– Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi. Dolaylı vergilerin kaldırılması;
– Asgari ücretin “açlık sınırı”nın üstüne çıkarılması ve vergi dışında tutulması;
– “Açlık sınırı”nın altında gelire (Aralık 2000’de bu sınır, 4 kişilik bir aile için, net 206 milyon TL) sahip ailelere sosyal yardım yapılarak gelirlerinin açlık sınırının üstüne çıkmasının sağlanması.

KALKINMIŞ BİR TÜRKİYE İÇİN HER TÜR KAYNAK VARDIR
Türkiye’yi yönetenler, bugüne kadar emekçilerin her talebi için “kaynak yok” bahanesini öne sürmüşlerdir. Ama Emek Platformu’nun dikkat çektiği gibi, örneğin sadece 2001 bütçesinde iç borç ödemelerine ayrılmış olan 16 katrilyon, (yaklaşık 21 milyar dolar) yatırımlar, KİT’lerin modernizasyonu ve emekçilerin durumlarının düzeltilmesi gibi tüm talepleri karşılamak için yeterlidir. Dahası genel olarak da; iç ve dış borçların ertelenmesi, bankalar, rantçılar, hortumcuların yağmasının önlenmesi gibi önlemler (bu alana aktarılan miktar 21 milyar doları bütçeye konan ve faizcilere aktarılan olmak üzere 40 milyar dolan aşkındır), Türkiye’nin devasa kaynaklarını serbest hale getirecektir.
“Ve sadece bütçe tartışmalarıyla bile görülmektedir ki; Türkiye’nin emekçilerinin refah içinde yaşaması için, bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin temellerinin atılması için Türkiye’nin sanayi, tarım imkânları, teknik birikim, yetişmiş insan gücü vb. bakımından her imkânı vardır. Yeter ki, bu imkânlar emperyalistlerin ve yerli uşaklarının yağmasından kurtarılıp ülkenin ilerlemesi, bölge barışı ve halkın refahı için harcansın.
“Bunu yapabilme imkânı ise, emekçilerin ülke kaderine el koyması, sermaye iktidarı karşısında kendi talepleri için birleşmesinden geçmektedir. Sermaye partilerinin, hükümetlerin emekçilerin kimi taleplerini yerine getirmesinin koşulu da buradan geçmektedir.

Ocak 2001

Objektif ve sübjektif etken ilişkisi ve dönüştürücü iradenin önemi

1 Aralık Eylemi, çoğu kişinin beklentilerinin ötesinde yüksek bir katılımla gerçekleşti. İş bırakan emekçi sayısı bir buçuk milyona ulaştı. Yüz binlerce emekçi alanlara çıkarak gösteri yaptı. Önceden yapılan tahminlerin çok üstündeki bu katılımın etkisi de küçümsenemez çapta oldu. Sadece IMF bütçesini protesto ederek haklarını haykıran emekçiler değil, bizzat eylemin örgütçüleri de heyecan ve coşkuyla doldular. Tek tek katılımcı emekçilerin yanı sıra eyleme katılmayan ama eylemi dışarıdan görüp yaşayan çok sayıda emekçi, emeğin, emekçi kitlelerin gücünün bir kez daha farkına vardılar. Bu güce güvenebileceklerini, bu gücün kendi güçleri olduğunu yeniden sınadılar. Üstelik bu güç sınama, koşulların oldukça zor ve karanlık göründüğü bir dönemde yaşandı. Ve yine üstelik bu sınav, işçi konfederasyonlarının hemen hiç katkı sunmadıkları, DİSK’in oldukça sınırlı katıldığı, TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in ise neredeyse hiç katılmadıkları koşullarda geçildi.
Ancak 1 Aralık’la bir başka sınavdan daha geçildi. Hemen tüm siyasal çevrelerin ve sendika bürokrasisinin kanıta ihtiyaç göstermeyen mutlak ve önsel bir veri varsayarak mücadele isteğini ortaya koyan emekçilere karşı ya da nedenli nedensiz yinelemeyi adet haline getirdikleri “koşullar uygun değil”, “bu koşullarda yapılabilecek pek bir şey yok”, “bu koşullarda sermayenin saldırısı püskürtülemez, amaçlarına ulaşması önlenemez” saptama ya da anlayışı da, sınavdan geçti. Bu saptamanın ya da ona yaslanan anlayışın kesinlikle gerçekleri yansıtmadığı net biçimde görüldü. 1 Aralık, bu yönüyle, belki de en önemli rolünü oynamış oldu.
Kamu çalışanlarından daha büyük ve örgütlü bir güç oluşturan işçilerin örgütleri eylemin örgütlenmesine el atmazken, Kamu-Sen ile birlikte KESK’in, isteyip örgütlenmesi için uğraştıklarında, ne kadar büyük bir gücü harekete geçirebildikleri anlaşıldı. İki memur konfederasyonunun birlikte örgütlü oldukları ve iş bırakma için belirli bir çaba gösterdikleri işyerlerinde eyleme büyük ölçüde tam katılım sağlandı. Bu açıdan 1 Aralık’ın “milat” olarak nitelendirilmesi haksız sayılmaz.
Dolayısıyla 1 Aralık, eski ve tamamlanmış ancak çarpıtılarak deforme edilmiş objektif-sübjektif etken ilişkisine dair tartışmanın yeniden hatırlatılması, soruna ilişkin bilimsel yaklaşımın altının bir kez daha çizilmesi bakımından fırsat sunmaktadır.

OBJEKTİF KOŞULLAR OLMAKSIZIN HAREKET OLUŞMAZ
Sınıf mücadelesi tarihinin doğruladığı bir gerçektir ki, objektif (nesnel) koşulları bulunmayan ya da yeterince olgulaşmamış hiçbir hareket kendini ortaya koyamaz. Bu, büyük toplumsal altüst oluşlar, devrimler açısından olduğu kadar nispeten büyük ya da daha küçük toplumsal hareket ve eylemler açısından da geçerlidir. Burada kastedilen, kuşkusuz tek tek kişilerin ya da küçük bir azınlığın, diyelim ki öncünün eylemi değil, kitlelerin hareketidir. Ezilen ve sömürülen kitleler, onun ana gövdesi, bu kitlelerin eylemini koşullandıran az çok olgunlaşmış objektif nedenleri olmadan harekete geçmezler.
Öncünün eyleminin koşullan üzerinde durmak gerekli değildir ve öncü ile öncüsü olduğu ya da öncülüğüne soyunduğu kitle arasındaki ilişki bir başka tartışma konusu olmakla birlikte; toplumsal dönüşümler açısından olduğu Kadar toplumsal çatışmanın şu ya da bu yönde gelişmesi acısından da, eylemi ve eyleminin koşullan üzerinde durmaya ve tartışmaya değer gücün öncü değil ezilen kitleler olduğu tarihsel bir gerçektir. Öncü, öncülük iddiasındaki kitleleri hakları ve kurtuluşu doğrultusunda yönetip yönlendirebildiği ölçüde kendi rolünü oynamış olur, dolayısıyla öncünün bütün eylemi de bu rolünü oynamaya yönelik olduğunda anlamlıdır.
Sorun, egemenler karşısında kitlelerin eylemi ve bu eylemin koşullarıdır. Tek tek kişiler ya da bir azınlık olarak öncü, kuşkusuz istediği zaman eyleme geçebilir, geçer. İradesini ortaya koyarak tek tek kişilerin ya da öncünün eyleminin koşulları tartışması anlamsızdır. Burada önemli olan öncünün eyleminin doğruluğu, ezilen kitlelerin eylemini geliştirmek üzere üzerine düşeni yapıp yapmadığı olabilir.
Kitlelerin eylemine gelince, bu eylem yalnızca isteğe, iradeye bağlı olarak oluşmaz ve dolayısıyla eyleme geçmek üzere kitleler, eğer böyle bir eylemin objektif koşulları bulunmuyorsa ya da bu koşullar yeterince olgunlaşmamışsa, ne denli güçlü olursa olsun hiçbir istek ve irade tarafından harekete geçirilemez. Tek tek kişiler bir türden hareket etmek üzere ikna edilebilir, kandırılabilir hatta satın alınabilirler. Bunun bile belirli nesnel koşullarından söz edilebilir. Ancak bir sınıf ya da hele ezilen birkaç sınıf bir arada kitlesel olarak belirli bir davranışta bulunuyorsa, bir yönde hareket ediyorsa, bu hareketin mutlaka belirli bir nesnelliği var demektir.
Sorun, işbirlikçi büyük burjuvazi tarafından bin türden araç kullanılıp aldatılarak düzen içinde tutulan sömürülen ve ezilen kitlelerin, haklarını sahiplenmeleri ve kendi çıkarlarına uygun yeni bir düzen kurmaları ise ki öyledir, bu kitlelerin eylemini gerektirdiği gibi, bu eylem de yalnız isteğe ve değiştirici iradeye bağlı olarak oluşmaz.
Sınıf mücadelesi tarihinde sömürü ve baskı varsa birçok kez kitlelerin eyleminin nesnel koşullarının da bulunduğu, dolayısıyla sömürü ve baskının varlığının ezilen kitlelerin eyleminin objektif koşulu olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu görüş, yine sınıf mücadelesi tarihi tarafından yalanlanmıştır. Örneğin Almanya, Hollanda, Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde işçi sınıfının eylemine, 40–50 yılı bulan uzun bir süre sonrasında yeniden birkaç yıldır tanık olunmaktadır. Böyle uzun bir eylemsizlik döneminin kuşkusuz sübjektif (öznel) nedenleri de vardır ancak bu nedenlerin bile bunca uzun süredir olumsuz rolünü oynayabilmesi de dâhil olmak üzere hareketsizliğin belirli nesnel koşullara bağlı olmadan izahı olanaksızdır. Burada, sömürü ve baskının varlığına rağmen, kapitalizmin -belirli aralar bir yana bırakılırsa- yaşadığı göreli refah döneminin, bu ülkelerin kendilerinden geri ülkelerin sırtından kendi ezilenlerine dağıtabildiği “kırıntıların sözünü etmek gerekecektir. Sübjektif etkenler arasında olan sosyal demokrasinin oynadığı yatıştırıcı rol, revizyonizmin yıkıcı etkisi, devrimci sınıf partisinin yeterince güç toplayamaması ve etkili olamaması vb. ancak bu temelde açıklanabilir.

OLUMSUZ NESNEL KOŞULLARIN TESLİM ALICILIĞI
Tarih boyunca kitlelerin eyleminin nesnel koşullarının elverişsiz olduğu dönemler, bu elverişsizliğin kendisini ilerici, “solcu”, sosyalist güç ve kişilere en çok dayattığı, mücadeleci öncü güç içinde tahribatlara, sapmalara, bölünmelere vb. neden olduğu zamanlar olmuştur. Oportünizm, ezilenlerin mücadelesinin elverişsiz nesnel koşullarından beslenmiş ve karşı etki olarak bu koşulları beslemiştir. Böylesi dönemlerde oportünizmin temel tezi, kitlesel hareketler için koşulları elverişsiz kılarak gelişen kapitalizmin kitlelerin kurtuluşunu ya doğrudan kapitalizm çerçevesinde ya da gelişen kapitalizmin sosyalizmi yakınlaştırdığı iddiasıyla koşullandırdığı olmuştur. Elverişsiz nesnel koşulların beslediği oportünizm, koşullardaki değişmeye bağlı olarak durum kitlesel hareketler için elverişli hal almaya başladığında yatıştırıcı rolünü oynamaya devam etmiş, ya hâlâ nesnel koşulların elverişsizliğini ileri sürmüş ya da nesnel koşullardaki olumlu gelişmenin kendiliğinden ezilen kitlelerin dertlerini çözeceğini iddia etmiştir.
Başka konulara ilişkin görüşleri ve onlarla bağlantısı bir yana bırakılır ve kitlelerin eyleminin objektif ve sübjektif koşullan açısından ele alınırsa, oportünizm ya da yatıştırıcılık, objektif etkenin abartılması olarak şekillenmiş, her durumda devrimci iradenin, bilinç ve örgütün, bilinçli örgütlü çalışmanın rolünü göz ardı etmiş, küçümsemiştir. Koşulların nesnel açıdan olumsuz olduğu durumlarda daha açıktan, ama her durumda ezilen kitlelere, gücüne ve mücadelesine değil ama sömürücülerin bütününe ya da bazı kesimlerine ama mutlaka kapitalizme bel bağlamış, ezilenlerin mücadeleleriyle ve kendi güçleriyle değil ama kapitalizmin gelişmesiyle ya da kapitalistlerin ihsanlarıyla kurtulacaklarına iman etmiştir. Devrimci iradenin kullanımına ihtiyaç duymayan nesnelcilik ya da gerekircilik (determinizm), gelişmenin kendiliğinden ilerleticiliğine olan iman, kitlelerin gücüne inanmayan yatıştırıcılığın felsefi yaklaşımı olmuştur.

1 ARALIK’A GELİRKEN
Türkiye’de sınıf mücadelesinin pratiği, özellikle sermayenin saldırılarına karşı öfkenin yükseldiği ve kitlesel karşı koyuş olanaklarının çoğalma gösterdiği anlarda siyasal ve sendikal çevrelerde “koşullar uygun değil”, “objektif koşullar müsait değil” saptamalarını ileri süren genişlemesine bir yatıştırıcılığın örnekleriyle doludur. Aşağı yukarı son on yıldır, kitle eyleminin her yükselişe yönelme denemesi karşısında hep bu itiraz ileri sürülmüş ve hemen her kitle eylemi sermaye ve iktidarın yanı sıra kendi örgütlerinin başına çöreklenmiş yatıştırıcı ve sermayenin adamlarının oluşturdukları engeller aşağıdan zorlanıp aşılarak gerçekleşebilmiştir. 1 Aralık’ın “milat” oluşu, en çok, neredeyse ilk kez kitle eyleminin yukarıdan engellenmeden ve tersine örgütlenerek gerçekleşmesiyle ilgilidir. 1 Aralık’a gelinceye kadar özellikle memur hareketi yukarıdan da önü açılarak ilerlemesine rağmen, genel olarak işçi ve emekçi hareketi kendi örgütlerinin üst kademelerinden ya belirli bir eğilim halinde ya da bütünüyle gelen engellemelerle de boğuşmuş, “koşulları yok” edebiyatı bu engellemelerin başlıca argümanını oluşturmuştur.
1 Aralık’a gelirken, son on yıldır kitle hareketi için gerçekten koşullar uygun değil miydi?
Bunu kimse iddia edemez. Yine de hemen her eylem yönelimi ve girişimi karşısında “koşullar uygun değil” laflarının ortalığı sarması ve ciddi ciddi tartışılma imkânı elde etmesinin nedeni başkadır. Ama önce son on yılın koşullarına objektif yönüyle değinelim.
Bahar Eylemleri ve ardından Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşünün ardından ’90’larda artık bir yandan uluslararası sermayenin saldırganlığı dizginlerinden boşanmış durumdadır, öte yandan da toplum her yönüyle çürümeye başlamıştır. Kutuplaşma artmış, ezilenlerin hoşnutsuzluğu ciddi boyutlar kazanmış, sistemin hemen hiçbir kurumu itibarını koruyamamış, başta sermaye partileri ve parlamento kitleler üzerindeki etkisini hızla kaybetmiş, yönetim neredeyse ancak kriz yönetimi olarak devam edebilir hal almıştır. Türkiye, yıllardır sömürülen ve ezilen kitleleri işsizlik ve sefaletin göbeğine iten, milyonlarca kişinin sadece yoksulluk değil açlık sınırının altında yaşamını sürdürebildiği ama kazanılmış haklara yönelik saldırının buna rağmen sürdürüldüğü, sermaye saldırılarının dur durak bilmediği, buna karşılık bütün engellemelere karşın sık sık yüz binlerin iş bıraktığı, sokağa döküldüğü, ancak bu eylemlerin ya protestoculuk ya da amaçlaştırılmış Ankara gidiş gelişleriyle sonuç alıcı içerikten yoksun kılındığı bir süreçten geçmektedir. IMF politikaları doğrultusunda yürütülen sermaye ve hükümetin saldırıları emekçileri canlarından bezdirirken, hoşnutsuzluklarını, sermaye partilerinin yedeği olmaktan uzaklaşmalarını, şurada burada hak arayışlarına yönelmelerini, dolayısıyla çok sayıda kendiliğinden işçi, emekçi eylemini koşullandırmıştır. Türkiye’nin sermaye saldırılarının giderek tırmanmasıyla karakterize olan son yıllarının emekçilerin harekete geçmesi bakımından elverişsiz nesnel koşullar sunduğunu iddia etmek olanaksızdır. Bu yöndeki iddialar, çok sayıda kendiliğinden lokal emekçi eylemi tarafından boşa çıkarıldığı gibi, işçi ve memur sendikalarının gönüllü ya da genellikle gönülsüz eylem çağrısı yaptıkları her durumda büyük ölçüde tabandan örgütlenen ya da önündeki engellerden az çok kurtulan tabanın kendiliğinden eylemlerine geniş katılımlarla da yalanlanmıştır.

GERİCİ ENGELLEMELER
“Koşullar uygun değil” iddiası, eylemin objektif koşullarının elverişsizliğine ilişkin ileri sürülmesine karşın, genellikle gericilikten kaynaklanan baskıların, gerici politikaların sürdürülmesindeki kararlılığın etkisi altında şekillenmektedir. Dolayısıyla bir yanıyla objektif-sübjektif ilişkisi üzerinden kafaları karıştırmaya yöneliktir, diğer yanıyla da gericilik, baskısı ve saldırılarının sürdürülme kararlılığı karşısında teslimiyeti ifade etmektedir.
Objektif koşullar, adı üzerinde, şu ya da bu kişi ya da grubun ya da sınıfın iradesine, örgütlerinin davranışına, program ya da politikalarına bağlı olmayan, maddi toplumsal koşulların şu ya da bu şekillenişinin ortaya koyduğu koşullardır. Çeşitli sınıf ve grupların, onların siyasal temsilcilerinin, ideoloji yayınlarının faaliyetleri, bunların oluşturduğu etki, bilinç ya da bilinçsizlik, örgüt ya da örgütsüzlük durumu, aldatıcılığın gücü ya da güçsüzlüğü gibi bir dizi kategori, sınıf mücadelesinin gelişmesinde objektif değil sübjektif etken olarak rolünü oynar.
Sınıf mücadelesine gelince, o bir karşıtlar mücadelesidir; oluşmuş, olgunlaşmış, kararlı hale gelmiş ya da gelmemiş en az iki iradenin karşıtlığı ve çatışmasının unsurlarını içerir. Ancak egemen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin karakteristiği, mücadelenin oldukça uzunca bir sürecinde birinciler dişinden tırnağına kadar örgütlü, amaçları ve buna uygun politikaları belirlenmiş, tek tek unsurları ya da çeşitli grupları arasında çelişme ve farklılıklar olsa bile belirli bir irade (dolayısıyla program, politikalar ve planlar) etrafında birleşmişken, ezilenlerin, hareketlerine yön veren böyle bir irade birliğine sahip olmayışlarıdır. Egemen sınıf (ya da sınıflar) ekonomiye egemen olmakla kalmaz, politik ve ideolojik yönleri de içinde olmak üzere bütün bir üst yapıya egemendir. Eğitsel, yönetsel, dinsel, hukuki, ahlaki vb. bütün alanlar egemen sınıfın egemenliğini olumlama alanlarıdır ve bütün bu alanları kapsayan ve toplamı üzerinden oluşan egemenlik durumu, sonunda maddi bir güce de dönüşmek ve egemenliğin maddi (objektif) koşullarını güçlendirmek üzere başlıca iki biçimde görünür. Birincisi, egemen sınıfı, sınıf olarak (kuşkusuz egemenliğin objektif temeline uygun olarak) birleştirir ya da bu birliği güçlendirir. İkincisi, egemenliğin üzerinden sağlandığı, dolayısıyla baskı altında tutulan, sömürülen ve ezilen kitlelerin kendi talep ve çıkarları etrafında birleşmelerini, kendi politikalarının ardından yürüyerek kendi örgütlerinde toplanmalarını önleyerek ve onları dağıtarak egemenlerin yedeği halinde tutar. Sömürülen, ezilen kitleler bakımından sorun, egemenlerin etkisini kırarak kendi politikaları etrafında kendi birliğini sağlamak, dolayısıyla egemenler karşısında kendi iradesini oluşturmaktır. Egemenlerin ise bütün çabası bunu önlemeye, geciktirmeye yöneliktir.
Türkiye’de sınıf mücadelesinin son bir kaç yıllık tecrübesinden de biliniyor ki, medyası, ideoloji yayma merkezleri başta olmak üzere sermaye bu uğraş içindedir. Örneğin bir süre ideolojik bombardımanla emekçilerin önemli bir kesimini özelleştirmenin gerekli ve emekçilerin çıkarma uygun olduğuna bile inandırmışlardır. 28 Şubat emekçileri bölerek egemenlerin egemenlik durumunu sağlamlaştırmaya önemli bir katkıda bulunmuştur. Egemenler her fırsattan bu yönde yararlanmaya çalışmışlardır. Türkiye’de egemenlerin örgütlülük durumu, tecrübesi ve sağlamlığı ve emekçileri egemenlerin örgütlülüğünün sağlamlığı ve kutsallığına inandırabilmesi tarihsel bakımdan oldukça yüksek düzeydedir. Emekçilerin gözünde devlet kutsaldır ve emekçilerin kendilerinin değil “onların” yönetebileceklerine inandırılmışlıkları oldukça güçlü temellere sahiptir.
Bütün bunların üstünden ve ötesinde IMF direktiflerine uygun sermaye saldırganlığı son derece kararlı ve hiç geri adım atma belirtisi göstermeyen bir kararlılıkla sürdürülmekte, emekçilerin tepkileri görmezden gelinmekte ve onlarda “biz ne yaparsak yapalım fark etmiyor” inancı yerleştirilmeye özen gösterilmektedir.
Kısacası egemenlerin bütün politik örgütsel faaliyeti sömürülen ve ezilen kitlelerin birliği ve eyleminin önünü kesme amaçlıdır. Burada neredeyse son noktasına kadar tırmandırılan gericiliğin baskı ve şiddetini anmamak olmaz. Emekçileri eyleme geçmekten caydıran önemli bir unsur olarak egemenlerin baskı ve zoru, onlara her fırsattan yararlanılarak hatırlatılmaktadır. Toplum neredeyse tepeden tırnağa terörize edilmiştir; en küçük bir muhalefet cop ve kurşunla, bombayla yanıtlanmakta, hak arayışları şiddetle bastırılmaktadır.
Bunların tümü egemenlerin ideolojik ve politik olarak (hukuki, ahlaki vb. alanları da kapsayarak) sınıf mücadelesine müdahalesi kapsamındadır; düşünce -ideoloji, politika vb.- ve örgüt alanında egemenlerin durumunu sağlamlaştırırken ezilenler bakımından mücadele koşullarını zorlaştırmaktadır. Sözü edilen egemenlerin sınıf mücadelesine müdahaleleri, sınıf mücadelesinin sübjektif koşullarının çerçevesini çizen etkenlerin bir yönünden başka bir şey değildir. Egemenlerin sınıf mücadelesine, toplumsal siyasal yaşama, bu mücadele ve yaşamın bir tarafı olarak bu müdahalesi, kuşkusuz mücadelenin objektif koşullarını da olumsuz olarak etkilemekte, örneğin mücadeleden caydırılan emekçilerin atıllığı giderek bizatihi kırılması gereken ve objektif unsur gibi rol oynamaya başlayan bir karakter kazanmaktadır.
“Mücadelenin koşulları yok” ya da “koşullar elverişli değil” yatıştırıcılığı tam ta bu notada ortaya çıkmakta ve önem kazanmaktadır. Sömürülen ve ezilen kitlelerin hoşnutsuzluğunu kabartıp onları eyleme iten uygun koşullara rağmen, egemenlerin müdahaleleri, baskı ve zoru, ideolojik, politik ve örgütsel gücü, en çok kitlelerin gücüne ve yaratıcılığına inanmayan, yaşamı ve çıkarları ile emekçilere yakın durmayan sendika bürokrasisi ile ürkek küçük burjuva siyasetçileri bu baskılara teslim olmaya, onları abartmaya ve egemenlerin sınıf mücadelesine müdahalelerini üstesinden gelinemeyecek objektif etken düzeyine yükseltmeye itmekte ve caydırmaktadır. Sorunun özü buradadır ve 1 Aralık’ın bir kez daha gösterdiği başlıca gerçek de budur.

DÖNÜŞTÜRÜCÜ İRADENİN ROLÜ
Oysa egemenlerin, bir sübjektif etken oluşturan ve üstesinden gelinebilecek müdahaleleri karşısında “koşullar uygun değil” teslimiyetçiliğinden başka bir sonuç çıkarılabilir ve çıkarılmalıdır.
Bu sonuç ne olabilir?
En az gerici egemenler kadar kararlı bir biçimde sınıf mücadelesine emekçilerin bilinç ve örgüt düzeylerini yükseltecek iradi müdahalelerde bulunmak. 1 Aralık’ın temel dersi, bütün “koşulları yok” iddialarına karşın emekçilerin bugünkü bilinç ve örgütlülük düzeylerine uygun düşen ve bu düzeyi geliştirmeyi gözeten politikalar izlendiği ve buna uygun kararlarla çalışma yapıldığı durumda milyonların harekete geçebildiğim ve geçtiğini göstermesi olmuştur. Objektif koşullar dünden bugüne baştan aşağı değişmediğine göre, kitlelerin harekete geçmeleri bakımından değişen politik tutumdur; sübjektif etken olarak rol oynayan kitlelerin eylemini hazırlayıp örgütleme tutumu, sınıf mücadelesine ezilen kitleler lehine ve mücadelelerinin önünü açıcı iradi müdahalede bulunucu tutum ve çalışmadır. “Koşulları yok” yatıştırıcılığından, bugünkü örgüt imkânları kullanılarak eylem çağrısı yapma ve eylemi örgütleme tutumuna geçildiğinde kitlelerin hakları için eyleme hazır olduğu görülmüştür.
Dolayısıyla sorun ne emekçi kitlelerde ve onlara mal edilen boyun eğici kaderci hakkını sahiplenmezlikte ne de objektif koşullardadır. Sorun, emekçi kitleler sadece yatkın değil ama hakkını aramak için mücadeleye susamış ve objektif koşullar da bunun için son derece elverişliyken (zaten objektif koşullar elverişli değilken ezilenlerin mücadele etmeye bunca susamışlığı olanaksızdır), bu mücadele için gerekli bilinç ve örgüt ihtiyacını karşılayıcı davranıp davranmamadadır.
Sorun, yıllardır emekçi kitlelerde değil ama onların örgütlerinin başında bulunanlarda, onların örgüt imkânlarını olumlu değil olumsuz bir etkene dönüştürenlerde olagelmiştir. 1 Aralık buna bir kez daha dikkat çekmiştir. Kimsenin işçilerin memurlardan daha düşük bir mücadele isteği, gücü ve kararlılığına sahip olduğunu ileri sürmeye hakkı yoktur. 1 Aralık’ta geniş memur kitleleri harekete geçerken işçi kitlelerinin hareketsizliğinin nedeni, kuşkusuz ne IMF politikalarının işçileri canından bezdirmemesi ne onların hoşnutsuzluklarının memurlar kadar belirginleşmemesi ne de işçilerin mücadele eğilimi içinde olmamasıdır. Neden, gerici baskıların işçileri hareketsiz kılacak kadar memurlardan daha fazla etkilemesi de olamaz. İşçilerin 1 Aralık’taki hareketsizliği doğrudan, onların örgüt imkânlarından yararlanmalarını önleyen, son yıllarda birçok kez olduğu gibi onları kendi içlerinden baltalayan ve arkalarından hançerleyen sendika bürokrasisinin egemen sınıftan yana tutumundan kaynaklanmıştır.
Bütün bunlar, ezilen kitlelerin bilinç ve örgüte olan ihtiyaçlarını, dolayısıyla mücadelenin sübjektif koşullarının önemini göstermektedir. Objektif koşullar elverişli olsa bile, sübjektif koşullar yeterince elverişli değilse sorun çözümsüz olarak kalmakta, onca hoşnutsuzluğa ve mücadele isteğine rağmen atalet aşılamamaktadır.
Kuşkusuz, sübjektif etken bir yere kadar etkilidir. Ancak bu etkenin, emekçilerin başlıca bilinç ve örgütlülük düzeylerinin rolü küçümsenemez.
Tarihin, bilinç ve örgüt imkânları son derece geri emekçi eylemlerine en üst boyutlarda, birçok kez sosyal patlamalar halinde tanıklık ettiği de bilinmektedir. Bu korku, Türkiye’de saldırılarının emekçi kitlelerin yaşam koşulları üzerindeki yıkıcı etkisinin farkım a olan egemenlerin bir dizi temsilcisi tarafından oldukça sık dile getirilmektedir. Kuşkusuz yaşam emekçiler bakımından tahammül edilmez hal aldığında, mücadelenin sübjektif koşulları ne denli elverişsiz olursa olsun patlamalar olanaksız değildir. Ancak bu yönde bir gelişme işçi ve emekçilerin ileri unsurları tarafından tercih edilecek bir gelişme değildir; politik olarak birleşmemiş örgütsüz kitlelerin kurtuluşlarını elde etmeleri olanaksızdır. Bu durumda ancak bir yıkım ortaya çıkabilir, eylem yapıcı yönünden baştan yoksun kalmıştır, yeniyi kuramaz. Üstelik bu tercih edilir olmamasının ötesinde işçi ve emekçilerin ileri unsurlarının kendilerini ve kendi rollerini, emekçilerin kendilerinden geri unsurlarını kendi çıkarları ve buradan kaynaklanan politikaları etrafında birleştirme misyonlarını inkar etmeleri anlamına da gelir. Her şeyin ötesinde bu tür kendiliğinden gelişme olağanüstü zor, sancılı ve koşulları zorladığı kadar koşulların da zorladığı bir gelişme olarak belirebilir.
Burada önemli olan, sübjektif etkenin objektif koşullar üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkisidir ki, bu noktada işçi ve emekçilerin ileri unsurları bitaraf kalamaz. Nasıl ki gericiliğin politik müdahaleleri, aldatıcılığı ve örgütlülük düzeyi, sınıf mücadelesinin objektif koşullarını şu ya da bu yönde etkiliyor, genellikle elverişliliğini törpülüyor ve bu yönüyle sübjektif etken objektif koşullar üzerinde bir karşı etkide bulunarak, sonuçta objektivitenin bir parçası haline geliyorsa, aynı şey, ezilenlerin ileri unsurlarının, örgütlerinin, siyasal ve sendikal temsilcilerinin sınıf mücadelesine müdahalesi açısından da geçerlidir. Ezilenlerin ileri unsurları ve beğenilsin beğenilmesin verili koşullardaki temsilci ve liderleri, örgütleri ve bu örgütlerin başındakilerin tutumları, politikaları, sınıf mücadelesine emekçilerden yana müdahil oluş ya da olmayışları, yalnızca bir sübjektif etken olarak rol oynamakla kalmaz ama aynı zamanda objektif koşulları olumlu ya da olumsuz yönde etkiler.
Sübjektif etkenin mücadelenin objektif koşulları üzerindeki olumsuz etkisinin örneklerini işçi ve emekçiler uzun süredir yaşıyorlar. Tek tek örnekler çok olduğu gibi, genel olumsuzluğun aşılması işçi ve emekçilerin ileri unsurlarının ciddi çabalarını gerektirmektedir. Başlıca işlevi emek hareketini içinden bölüp parçalamak ve yatıştırıp atalete mahkûm etmek, egemenlerin cephe gerisini güçlendirip sağlamlaştırmak olan sendika bürokrasisi oldum olası bu rolünü oynamakta ve ancak tabandan gelen dayanılmaz baskılar karşısında ona yol vermektedir. Bu durumun değişmesi gerektiği açıktır ama büyük uğraşlara ihtiyaç gösterdiği de bir o kadar açıktır.
Sübjektif etkenin objektif koşullar üzerindeki olumlu etkisinin son örneği ise 1 Aralık’ta memur sendikalarının izlediği mücadeleyi hazırlayıp örgütleyici tutumdur. Bunun geliştirilmesi gerektiği, protestoculuğun ötesinde hak almayı esas alan bir içeriğe ve buna uygun biçimlere kavuşturulması sorunu ayrı bir sorun ve tartışmadır. Ancak görülmüştür ki, bir kez el atıldığında ve mücadeleci bir tutum alındığında kitleler harekete geçmekte ve ”koşullar uygun değil” ya da aynı anlama gelmek üzere “kitleler hazır değil” yolundaki tespitlerin bahane olmaktan öteye gitmediğini göstermektedirler.
Bugün sınıf mücadelesi pratiği ve siyasal toplumsal koşulların durumu ortaya koymakladır ki, tüm ezilenleri ve mücadelelerini tek bir paydada birleştirmeye olan ihtiyaç şimdiye kadar olmadığı ölçüde büyümüştür. Hem bütün ezilen kesimleri hedef alan amansız sermaye saldırısı ve bu saldırının bu kesimlere hayat hakkı tanımaz niteliği hem de bu saldırı karşısında çalışma ve yaşam koşulları tahammül edilmez derecede bozulan emekçilerin bir birinden kopuk lokal eylemlerinin yaygınlığı ama yetersizliği, dönüştürücü iradenin, bilinç ve örgüt unsurunun, kısaca sübjektif etkenin önemini artıran temeli sağlamaktadır. Ezilenlerin birleşik eyleminin yaratılması zorunluluğu, objektif koşulların böyle bir mücadele için tamamen elverişli olduğu, bütün elverişsizliğin gericiliğin mücadelenin koşullarını olumsuz yönde etkileyen ve giderek aldatıcılıktan daha fazla öne çıkan baskı ve zoru içeren müdahalelerinin karşısında bu koşulların da olumlu yönde evrilmesine katkıda bulunacak dönüştürücü iradi müdahalenin eksikliğinden kaynaklandığı geçeği üzerinden hayat bulabilir. Bugün her zamankinden daha fazla ezilen kitlelerin bilinç ve örgüt ihtiyacını karşılama ve birleşik mücadelenin yaratılmasının zorunlu dayanağı olan gericiliğe karşı birlikte mücadele bilincini yayma ve birleşik örgütlülükler oluşturma zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Gericilik, ayrı bir yazının konusu olabilecek bunca zaaf ve başarısızlıklarına (kriz, enflasyonu kontrol altına alamama, siyasal yıpranmaların derinleşmesine yol açan bir dizi başarısızlık vb.) rağmen başarısızlıklarını da yeni saldırılarının dayanağı yapabiliyorsa, bugün artık bunun tek nedeni, emekçi ve ezilen kitlelerin bilinç ve örgüt düzeylerinin geriliği, dolayısıyla sübjektif etkenin zaaflı durumudur.
Emeğin yaratıcılığına ve tükenmez gücüne inanç, emekçi kitlelerin kendi politikaları etrafında birleşmiş örgütlü gücünün yenilmezliğine güvenle bugün artık yakıcı bir ihtiyaç haline gelmiş olan dönüştürücü iradenin her alandaki müdahalesini azim ve kararlılıkla örgütlemekten başka yapacak şey yoktur. Böyle bir irade, IMF programına karsı bu programdan zarar gören tüm kesimlerin ve herkesin emeğin programı etrafında toparlanması için uğraş demektir. Toplumun tüm kesimlerinde, emekçi tabanda ve örgütleri içinde, onlarla birleşme eğilimi gösterebilecek bütün katmanlar ve örgütleriyle birleşecek bir politik tutumu yaygınlaştırıcı ve örgütlülüğü geliştirici, harekete geçebilecek, mücadele eğilimi gösteren bütün kesimleri bir araya getirici, örgütlülükleri değerlendirici ve mücadeleye katıcı bir dönüştürücü irade; şimdi her şey buna bağlıdır. Bunun bir kör irade olmayacağı açıktır, her şey, bütün koşullar böyle bir iradeye olan ihtiyacın altını çizmekte ve dönüştürücü, birleştirici iradeyi davet etmektedir. Türkiye’de sınıf mücadelesinin kısa ve uzun vadedeki gelişmesini belirleyecek olan, bu iradenin ne derece ve hangi yeterlilikte ortaya konabileceğidir.
Şimdi her şey IMF programından zarar gören tüm kesimlerin bir araya gelmek üzere aydınlatılması ve örgütlenmelerinin düzeyinin yükseltilmesi ve birleşik mücadele örgütlerinin (başlıca Emek Platformu) zaaflarından arındırılarak geliştirilmesi için çabaya bağlanmıştır. Ezilenlerin mücadelesinin başlıca zaaf noktası buradadır ve aşılması zorunlu asıl engel de budur: Geniş kitlelerin bilinç ve örgüt düzeyini yükseltmeye yönelik dönüştürücü irade bugün tayin edicidir.

Ocak 2001

Coğrafi esneklik nedir?

Coğrafi esneklik, genel anlamda, üretimde işyeri olarak kullanılan mekânların yer değiştirmesi, kapatılıp, bir süre sonra aynı yerde veya bir başka yerde tekrar açılması ve işyerinin kullanım şekillerinde değişiklik yapılması ile ilgili fonksiyonların tümünü kapsar.
İşletmelerin parçalanarak, bazı parçalarının ülke içinde veya ülkelerarası taşınması, parçalanan kısımların aynı mekânda ayrı ayrı yerlere taşınması veya aynı yerde, kısımların birbirinden soyutlanması, ayrı şirketlere bölünmesi, coğrafi esnekliğin konusuna girer. Yani üretimin mekânsal değişikliklerinin tümünü içeren, üretim faktörlerini de değişime uğratan düzenlemeleri tanımlar.
Coğrafi esnekliğin konusuna giren endüstriyel süreçlerin üretim süreci olarak karşımıza çıkardığı ve günlük yaşantımızı etkileyen unsurlarını, nereden geldiğini anlamamıza yardım edecek gelişmeleri kısaca açıklamaya çalışalım.
Esnek üretim denince, ilk akla gelen fonksiyonel esnekliktir. Bu da işletmelerin biçimsel, hacimsel ve yapısal parçalanmasına ve yer değiştirmesine denk düşer. Üretim araçlarının daha çok fonksiyonlu ve çeşitli amaçlar için kullanılmasına, işlevlerinin artırılmasına uygun düzenlemeleri içerir. Dolayısıyla işletmelerde ve toplumda, üretim ilişkilerinin tümünü etkileyen, birbiri ardı sıra etkileşim sürecine giren bir dizi toplumsal anlayışlara ve düzene etkisini beraberinde getirir. Toplumsal yaşamda ve iş yaşamında, geleneksel ahlak ve kültür olarak şekillenen ilişkiler içinde bazı anlayışlarda ve tutumlarda farklılaşma yaratır ve algılamayı değiştirir. Geleneksel iş ahlakının değişimine karşı tepkileri ise, ideolojik bir platformda absorbe edici önlemler geliştirir. Bununla kalmaz, yapısal değişim sürecinin karmaşası içerisinde ideolojik çelişkilerin çözümüne ilişkin yöntem ve biçimlerde de karmaşa yaratır. Toplumun gelişmeye açık dinamiklerini sabote ederek, ideolojik ve politik birikimleri dağıtıcı ve gerçek hedeflerinden saptırıcı girişimlere dayanaklık eden bir rol oynar.
Örneğin, işsizlik, bu sürecin bir fenomeni olarak, herkesin iş sahibi olduğu, ama hiç kimsenin sürekli ve düzenli bir işinin olmadığı ve gerçek işsizliğin ortadan kaldırıldığı iddia edilen bir tanımlamayla sınırlanmaya çalışılır. Oysa bir insan, iş yaparak, kendine yetecek bir ücret aldığı sürece işe sahiptir, bu şartlara sahip değilse işsizdir. Ama fonksiyonel esnekliğin öne sürdüğü iddia, ara sıra iş bulsa da, işsiz kalsa da, kısmi bir iş ile geçinemeyecek gibi ücret alsa da, bu kişinin, işsiz olmadığı biçimindedir.
Her işsizin, aynı zamanda, her türden ve her zaman iş bulabilir fonksiyonlara sahip olduğu, piyasada herkese uygun iş olduğu propaganda edilir. Gerçekten de, daha önce çalıştığından daha kötü koşullarda olma ve ne ücret alınacağı pazarlık edilmediği zaman herkese iş varmış gibi de görünür. Ya da bir iş (AB ülkelerinde iş, “işyeri” olarak tanımlanıyor) için, 3 veya 4 kişi istihdamı demek olan kısmi zamanlı işle, bir işçinin ücretini 4 işçiye bölüp vererek, işsizliği ortadan kaldırma yöntemi gibi masaüstü hesaplarıyla işsizliğin olmadığı da “ispatlanıyor.”
Bu tartışmanın bir başka yönü de verimlilik ve kâr üstüne yürütülen spekülasyonlarda yansır. “Verimlilik = kâr” mantığı ile sömürünün artışına karşı çıkan her fikri “verimsizliği savunma” olarak suçlamak, sömürüyü artırmayı savunmanın en kestirme yolu olarak kullanılmaktadır. Oysa iktisadi bir tanımlama olan “verimlilik”, kârın tam tersine, toplumsal amaçlı üretimin sonucu artan bir tanımlamadır. Yani birim zamanda, sömürüyü azaltmak, işçinin artık değerden aldığı payı artırarak da daha çok üretim (daha verimli bir üretim) yapılabilir. Dolayısıyla, toplumun genel çıkarı söz konusu değilse, olumlu anlamda bir verimlilikten bahsetmek abestir. Çünkü verimli bir üretim, üretimi yapanın refahını artırmadığı sürece, ya da toplumun refahını artırmadığı durumda, sadece sömürünün artmasına karşılık gelir. Ama kapitalizmin ideologları, sadece kârın artması için yapılan aşırı sömürüyü, “verimlilik” olarak kabul ettirmek isterler.
Bu örneklere benzer binlerce ilişki tarzına ilişkin tanımlama, gerçek anlamından saptırılarak, esneklik kavramı ve süreci içerisinde, topluma adapte edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla, fonksiyonel esnekliği ve esnek üretimin diğer alanlarını, (sayısal esneklik, işgücü piyasasında, ücrette esneklik, pazarlarda esneme, vs. yeniden-üretim sürecindeki üretim ilişkilerinde, verimlilik, kalite, vs. üstüne yürütülen politikalarda da) bu esnekliğe yapısal uyum sağlayıcı hukuksal ve toplumsal kuralları, birbiri ardı sıra eklemlenen faktörler olarak geliştirir.
Yapısal uyum, bu anlamda, üretimde mekânın esnekleştirilmesiyle başlayan ve üretim ilişkilerinde esnekleşme ile sürdürülecek bir ekonomi-politikanın harcı durumuna gelir. Ki, üretim süreçlerinde yapılacak değişikliklere uygun kültürel, ideolojik, siyasal yapılanmada da benzer değişimlere gerek duyulur.
Bütün bu etkileşimin başlangıç noktası olarak ise, coğrafi esnekliği ele almak gerekir. Çünkü endüstriyel ilişkiler ağının biçimsel değişimi için, sayılan tüm fonksiyonel ve yapısal esnekliğin uygulanabilir olması ve buna toplumun ikna edilebilirliği gereklidir. Endüstriyel yeniden yapılanma, üretim faktörlerinin tümünü içeren etkisiyle, başlangıç olarak üretici güçlerin coğrafi düzenlemesi biçiminde karşımıza çıkar. Böyle bir düzenlemede sektörel ve biçimsel olarak üretim ki en başında daha çok maddi üretimden söz etmek gerekirse, var olan gelişimi içerisinde ülkelerarası ilişkiler açısından da, yeni bir coğrafya düzeni kurmaya çalışmaktadır.
Bu düzenlemede kışkırtıcı rolü oynayan etmen ise, sermaye hareketinin hızı ve devinim sürecidir. Kısaca, P-M-P+Kâr (rant) olarak bilinen (para-meta-para+kâr) sermayenin devinimi, daha kısa sürede ve kârı artıran bir hareket hızını yaratacak sürece dönüşmek istemektedir. Artmak isteyen sermaye hareketinin hızı ile birlikte, yatırımlarda, üretimde ve dağıtımda da daha büyük hızda bir dönüşüm gerekmektedir.
Yeryüzünde mevcut üretici güçlerin tümünde yer değiştirme ve harekette, hız ve serbestlik elde etmek üzere, mülk edinme tarzında daha serbest, daha kuralsız bir hâkimiyet kurmaya çalışılmaktadır. Sermayenin rahatça her alana girip-çıkmasının kolaylaştırılması için yapılan bir dizi değişikliklere gidilmektedir. Üretici güçler olarak, işgücü, sermaye, topraklar, hammaddeler, kara ve denizlerden elde edilen ürünler, hava, su, elektrik, üretim araçları, fabrikalar, makineler ve insanlar, hayvanlar, vs. akla gelebilecek birikmiş tüm doğal ve insani rezervlerin kolay hareket edebilecek ve alınıp satılabilecek duruma getirilebilmesinin olanakları hazırlanmaktadır.
Üretim faktörleri üzerinde, üretici güçlerin hareketinde ortaya çıkan bu ivme, üretim ilişkileri, yani özetle, işçi-işveren ilişkilerinde, -yani işçi ile patron arasında, küçük işletme sahibi ile büyük işletmeler ve holdingler arasında, ulusal ekonomilerle, metropol ülke ekonomileri, uluslararası tekeller arasında, vs. türündeki ilişkiler- anlaşmalar ve ticari ilişkilerin bütününde, yeni düzenlemeleri zorlar. Ki, bu zorlamanın da etkisiyle tekeller ve tekelci gruplar arasındaki rekabet hızlanmakta, bu da işçiler ve diğer emekçi sınıfların kesimleri arasında rekabetin kışkırtılmasının dayanağı olarak değerlendirilmektedir. Ve “coğrafi esnekliğin” konusu olan üretim faktörlerinin yer değişimine uygun örgütlenmeler ve sosyal düzenlemeler de, bu rekabetin bir devamı olarak ortaya çıkıp etkinlik kazanır.
Coğrafi esneklikle birlikte gelişen üretim faktörlerindeki bu gelişim, ister istemez mevcut iktisadi kuramların temelinde yer alan kavramların içeriğini yeniden gözden geçirme, bazı kavramları yeniden tanımlama, vs. gibi ihtiyaçları da dayatmaktadır.
Coğrafi esnekliğin yol verdiği üretim organizasyonu; işçiyi yığından yalıtan, işyerinin hızla yer değiştirmesi, ülkeden ülkeye taşınması da dâhil, işyerinin somut olarak işçiden bağımsız hareketinin imkânı, işçilerin sınıf olarak birleşmesi, kaynaşması ve dayanışmasının önüne engeller dikmektedir.
Dahası coğrafi esneklik; doğanın, insanın, bilimin, tarımın ve sanayinin gelişimini de engelleyen etmenlerin ortaya çıkmasına, ülkelerin ekonomik olarak planlama yapmasına, ülkelerin kalkınmasının önüne de engeller çıkarmaktadır.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN AMACI, ÜRETİCİ GÜÇLERİN DAHA HIZLI YER DEĞİŞTİRMESİDİR
Coğrafi esneklikle; sermayenin hızlı yer değiştirmesi yanında, ihtiyaca göre, üretim araçları ve işçilerin de yer değiştirme fonksiyonları artırılmaya çalışılır.
Sermaye, hareketinde, emperyalist sisteme ait özellikleri nedeniyle, iki belli başlı karakter içerir. Bunlardan birincisi ve en belirgin olanı, kâr, daha çok kâr ve faiz (rant) elde etmeye koşulludur. İkincisi ise, eşitsiz ve dengesiz gelişim yasasını izler. Üretim araçlarının mülk edinme tarzındaki gelişme de, yol, su, elektrik, makineler, fabrikalar, bankalar, okullar, alet ve edevatlar, vs. ile işgücü kaynağı olarak insanın ve doğanın aynı sistem içinde sermayenin bu hızına ayak uydurması istenir.
Coğrafi esnekliğin en dolaysız amacının, kârın en yoğun alınabileceği alanlara kayışı, bu amaçla mekân değişikliklerini daha hızla yapma imkânı sağlayacağını söyleyebiliriz.
Sermaye, sınırsız kâr isteği ve hızlı devinimle, en büyük birikimini hangi alanda, hangi sektörde, hangi bölgede (ve ülkede) yapabilir ise, oraya en çabuk bir biçimde ulaşmak ister. Var olan birikime ise en kısa yoldan ve en az yatırımla el koymaya çalışır. Bu ulaşımın önündeki engelleri ise, hiçbir sınır tanımadan kaldırmayı amaçlar.
Devletlerin sınırlarını, yasalarını, kurumlarını, işçi sınıfına ve emekçilere belli haklarını tanıyan ve kollayan güvencelerini (yasal ve kurumsal) örgütlerini, kârı en kestirme ve en yüksek düzeyde elde etmesini engelleyen ne varsa onu kabul etmek istemez, onları önünden kaldırmak ister. Ama gerek işçi sınıfının mücadelesi, gerekse, genel olarak sınıflar mücadelesinin sömürüyü sınırlandırma yönündeki kazanımları (milli devlet politikaları, gümrükler, ulusal sanayi ve tarımın korunması önlemleri, anti-tekel yasalar, sosyalizmin uluslararası etkisi altında şekillenen kurumlar, işçi ve emekçi örgütleri, vs.) kârın sınırsız artırılmasında sermayenin önündeki engeller olarak ortaya çıkar.
Yeni liberal eğilimin öne çıktığı (gümrük duvarlarının alçaltılması ve sermaye dolaşımı önündeki engellerin azalması, serbest kur, ulusal parada korunmanın kalkması) son 20 yılda, iletişimin ve ulaşımın hızlanması ve SB ve Doğu Bloğu’nun da çökmesiyle coğrafi esneklik hem geniş bir manevra alanı buldu; hem de tekeller-arası rekabette daha çok ihtiyaç duyulan bir araç oldu. Başka bir söyleyişle, tüm dünya toprakları, bu topraklarda yaşayan ülkelerin halkları ve yaşanılan mekânlar, yeraltı ve yerüstü servetleri ve turizm imkânları, tarihi eserler ve kültür mirasları vs. sermaye hareketinin hızına uygun olmak üzere yeniden paylaşılır hale getiriliyor. Ve bu yağmalamanın hızını kestiği düşünülen yasa, kural, gelenek, değer yargısı, devlet organizasyonları, ideoloji, fikir, vs. ne varsa tümünün bu amaca uygun hale gelmesi için çalışılıyor.
Kuşkusuz ki; bugün coğrafi esneklik olarak adlandırılan gelişmelerin tarihsel kökleri vardır. Ve bugünü anlamak için bu tarihsel köklere de inmek gerekir. Ancak, sonuçta bir dergi yazısının sınırları içinde sorunu toparlamak bakımından sorunun bu yanını şimdilik bir tarafa bırakmak gerektiği de ortadadır. Yine de şunu belirtmek gerekir ki, bugünkü coğrafi ya da fonksiyonel esneklikle sanayinin henüz oluştuğu dönemlerdeki esnek çalışma yöntemleri ve mekân değişikliklerini ayırmak gerekir. Çünkü o gün emek mücadelesi ve sanayi gelişmenin kendi seyri içinde onu geliştirici rol oynayan “esneklik” yöntemleri, bugün tekeller tarafından ülkelerin ekonomisini çökertmek, emek güçlerini parçalamak, kârdan çok da rantı artıran yöntemlerin oradan oraya göçü olarak, yağma ve talanın yaygınlaşıp pervasızlaşması olarak biçimlenmesiyle, eski dönemlerdekinden farklıdır. Dahası; bu ilişkiler ’70 öncesi ve sonrası (Fordist ve post-Fordist teknikler ayrımı) arasında bile farklılıklar göstermektedir. Ve bu yüzden de bu yazının sınırları içinde daha çok da yakın geçmişle bugünün farklılıklarına değinilecektir.

COĞRAFİ ESNEKLİK NASIL GELİŞTİ?
Bir örnekle başlayalım:
“Avrupa’da Beşikten Mezara İstihdam Tarih Oluyor” adlı makalenin sahibi T. Roth, The Wall Street Journal’deki yazısında, “Hollanda’da her iki işçiden biri, İspanya’da toplam işgücünün %41’i, part-time veya geçici bir işte çalışmaktadır. Fransa’da ise, %14 olan toplam işgücü içindeki part-time veya geçici işçi oranı bugün %26’ya ulaşmış bulunmaktadır.” (1.7.1996) demektedir. Bugünkü tabloda ise, Almanya’da geçici işçilik %50 artmış, Fransa’da ise, toplam işgücü istihdamı içinde %75’e ulaşmıştır. İtalya’da da 14–29 yaş arası işsizler için “iş eğitimi sözleşmesi” adıyla geçici işçilik istihdamı yaygınlaşmaktadır. İspanya’da 1986 yılında çıkarılan bir yasa ile geçici işçi istihdamı, 1988 yılında %93’ü bulmuştur. Sendikaların baskısı ile daha sonraki yıllarda bu oran düşürülmüştür. AB üyesi ülkelerin tümünde öğretmen ve hemşireler, yaygın olarak geçici işçilik statüsünde çalışmaktalar. Ayrıca “kendi hesabına çalışma”, hemen tüm Avrupa devletlerinde birçok sektörde yaygınlaşmaktadır.
Ş. Oğuz, “Türk Henkel Dergisindeki “Dünya’da İşsizlik” adlı yazısında şunları belirtiyor:
“Şu anda dünyada aşağı yukarı 300 milyon kişi, doğduğu yerden çok uzaklarda ve politik sınırlar dışında çalışmak zorundadır. Artı, Dünya Bankası’nın bir araştırmasına göre, 1 milyara yakın bir işsiz sayısına giden bir dünya vardır. İşsizlik dünyada iki sebepten dolayı meydana gelmektedir. Bunlardan bir tanesi, ileri teknoloji ve otomasyondur; üretim artık giderek emek-yoğun sanayilerden makine ve sermayeye (high-tech sermayelere) doğru gitmektedir. İkincisi, uluslararası rekabetin giderek acımasız hale gelmesi ve hatayı affetmez bir yapı arz etmesi yüzünden ucuz emeğin bulunduğu yerlere doğru, sermaye ve yatırım akışkanlığının sağlanmasıdır.” (Mayıs 1996)
Dünyadaki işsizliğin artması, dünyadaki toplam üretimin verimsizliğinin yanı sıra, ekonominin krizlerinin de nedeni olan sistemsel bir çarpıklığın sonucudur. Bu çarpıklığın temelinde ise, doğayı ve yaratılan değerleri insanların genel refahı için kullanmak yerine, bir küçük azınlığın refahı için kullanmak üzere örgütlenmiş olmak yatar.
Tekellerin 70’li yıllardaki krizi sonrası girdiği yönelimde, endüstriyel işletmeciliğin modelinde yeni bir açılım ortaya atıldı. Bu açılım, “toplam kalite yönetimi” olarak standart bir üretim teknolojisinin dünyadaki tüm üretime adaptasyonuna olanak sağla yan düzenlemeler olarak karşımıza çıkar.
Stoksuz üretim, fason üretim, kısa süreli ve parçalı üretim, sipariş üstüne üretim, vs. gibi küçültülmüş ölçekli üretime uygun işletmecilik tercih edilmeye başlar. Just-in Time, yani tam zamanında üretim, sipariş üstüne üretim olarak yaygınlaşmaya başlar. En küçük birimlerdeki üretimden, en büyük holdinglere ve çokuluslu tekellere kadar, aşağıdan yukarıya doğru siparişler üstüne örgütlenmiş bir üretim modeline yönelinir.
Küçültülmüş üretim teknolojisi ile değişime sokulan yeni üretim organizasyonunda denetimin sağlanması, bilgisayarla yapılabilir. Bu nedenle bilgisayar, kalite yönetiminin ikamesi ile coğrafi esnekliğin yaratılabilmesinin vazgeçilmez bir unsurudur.
Tekeller, büyük işletmecilikten küçültülmüş ölçekli işletmelere doğru bir kayışı tercih ederken, kârın maksimize edilmesi için emeğe ödenen ücretler arasında rekabetin kışkırtılmasını hedefler. On binlerce küçük işletmeye bölünmüş şirketleri, her ülkenin kendi içinde bölünmüş şirketleri arasında olduğu gibi, diğer ülkelerin bölünmüş şirketleri ile de rekabete sokar. Sadece bir tek ülkedeki şirketler arasında değil, aynı tekele bağlı çeşitli ülkelerden on binlerce motor şirketi veya lastik şirketleri gibi, jant, vs. arasında rekabet edecek koşullara uyarlanarak ve daha küçük parçalara bölünerek, azami kâr elde etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, tek bir ülkenin firmaları arasında rekabet koşulları yerine, uluslararası rekabet koşullarına göre uyarlanmış işletmecilik, pazara sokuluyor. İşletmelerin kolayca kapanması, rekabet edemez duruma gelmesi sonucu, bu işletmelerden işçi çıkarımı da daha kolay hale getirilerek, azami sömürünün koşulları arttırılıyor.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN YAYGINLAŞMASI, KAMU ALANINA MÜDAHALE İLE BAŞLADI
Üretimdeki mekânların esnekleşmesi, uzunca bir zamandan beri dikkat çekici bir unsur olarak üretim sürecinde etkili olmaktadır.
İşletmelerin iç mekânlarında üretim akışının sürecini ve yönünü değiştirmekten başlayarak işletmelerin ülkeden ülkeye taşınmasına kadar varan, coğrafi etkenin üretim sürecine bir unsur olarak girmesi, son 20 yıldır, sistemli bir politika olarak, uluslararası sermaye tarafından yönlendirilmektedir. Toplam Kalite Yönetimi adıyla dünyada yaygınlaştırılan ve 2. Dünya Savaşından bu yana yürütülen çalışma; coğrafi esnekliğin işletmelerin kendi içinde mekânlarının bölünmesi sorununda olduğu kadar işletmelerin taşeronlaştırılması, ya da ülkeler arasında nakledilen işletmelerin birbiriyle bağlantılı çalışmasının imkânlarının genişletilmesinin aracı olarak kullanılmaktadır. Toplam kalite yönetiminin teknik ifadesi olan 9000’li standartlar, aslında dünyanın her köşesindeki üretimin standartlaşmasını, buna bağlı olarak da üretimin herhangi bir coğrafyaya bağlı olmadan gerçekleştirmesini amaçlamaktadır. Çünkü Toplam Kalite Yönetimi, bir yandan standartlara uyulmak koşuluyla üretimin taşeronlaştırmasını kolaylaştırdığı gibi, üretimin ve işletmelerin mekân olarak da birbirinden çok farklı yerlerdeki işletmeler arasında bölünmesine imkân tanımaktadır. Büyük işletmelerin bölünüp parçalanması ve uluslararası planda dağıtılması, elbette bu de-santralizasyona karşın her gün daha büyük bir sermaye temerküzü (sermaye yoğunlaşması), tekellerin üretimindeki etkinliklerinin artırması da böylece mümkün hale gelmiştir. Yani tekeller; Toplam Kalite Yönetiminin yaygınlaşmasına bağlı olarak bir mekana, entegre veya büyük işletmelere bağlı kalmadan da, üretim üstündeki kontrollerini yaygınlaştırmada yeni imkanlar elde etmişlerdir.
Nitekim, büyük ölçekli üretim yapan entegre işletmelerin, “taşeronlaştırma” benzeri bir biçimde parçalanarak, taşınması kolay, işçi sorunlarını asgariye indiren, sınıf mücadelesinin imkanlarını dağıtma amaçlı girişimleri önce Avrupa, ABD, Japonya gibi merkezi kapitalist ülkelerde devreye sokuldu. Ye daha sonra da Türkiye gibi ülkeleri de kapsayarak, kamu sektörünün dağıtılmasının (KİT’lerin ve kamuya ait hizmet kurumlarının) da bir aracı olarak işletildi.
Örneğin TOFAŞ ve RENAULT’nun ana işletmesinde çalışan her 1 işçiye karşılık “yan sanayi” denilen ve bu işletmelere “iş yapan” firmalarda 10 işçi çalışmaktadır. Bu örnek bile sanayideki parçalanmanın boyutlarını göstermektedir. Kamuda ise; örneğin Sümerbank; önce üçe bölünmüş, sonra Sümerbank’ın 16 dokuma fabrikası 16 ayrı firma olarak parçalanmış, her fabrikada (kapatılmayanlar) sayısız taşeronlara “bölünerek” özelleştirme tamamlanmıştır. Ya da; kamunun elektrik dağıtım kurumu olan TEDAŞ; il il, bazı büyük iller ikiye, üçe bölünerek özelleştirirken, her özel firma da sayısız taşeronları devreye sokmuştur. PTT posta servisi, İGDAŞ vs. pek çok KİT de aynı yöntemle alt taşeronlaşmanın yaygın olduğu kamusal alana örneklerdir.
Türkiye’de son 15 yıl içinde, bir kurtuluş reçetesi olarak propaganda edilen özelleştirme; kamu işletmelerinin üretim mekânlarının, arsalarının, sosyal tesislerinin, bazı kısımlarının haraç mezat satımından ibaret olmuştur.
Özellikle entegre tesislerden bazıları parçalandı, coğrafi bakımdan parçalanması imkansız olanları ise, kalite yönetiminin dağıtılma tekniğine terk edildi.
Aynı şirket veya işletme içerisinde toplanan işçilerin dağıtılması ve birbirinden soyutlanmasının yöntemi, kalite çemberleri veya grup çalışmaları biçiminde kümelere ayrılma tekniğiyle gerçekleştiriliyor. Ve elbette bu yöntemler, artık herkesçe bilindiği gibi, aynı zamanda endüstriyel demokrasinin gerçekleştirilmesinin aracı olarak da propaganda ediliyor.
Parçalanmanın bir diğer yöntemi olan taşeronlaştırma ise; sanayide kendisini KOBİ işletmeciliği biçiminde bir “alt işletmecilik” modeli olarak gösterirken, aynı zamanda coğrafi yer değişimine de uygun bir zeminde biçimlenmiş.
Bir yandan Toplam Kalite Yönetiminin teknikleri, öte yandan taşeronlaştırmanın genelleştirilip yaygınlaştırılması üretimin özgürleşmesi, yeni bir teknolojik devrim gibi tanıtılıp yoğun bir ideolojik baskı da bu uygulamaların aracı yapılıyor.
Ana işletmenin alt yapıları olarak açılan küçük ve orta işletmeler pıtrak gibi çoğalırken, bu durum aynı zamanda yabancı sermayenin, fiziken daralmış gibi görünen işletmelerin ana merkezlerini ucuza kapatarak, bütün “alt işletmeleri” ucuza ve kolayca kontrol altına alacağı imkânı yaratması bakımından son derece önemliydi. Bu yüzden de kamudaki büyük KİT’lerin birer birer işletmelere ayrılıp öyle satılması önem kazanıyordu. En kârlı olan kısımlarını yabancı tekeller kapışıyordu. Tabii böylece kısımların başka bölgelere taşınması da, satın alma da, işçi çıkarımı ve hak gaspları da kolaylaşıyordu.
70’ler sonrasında Türkiye’de de, yabancı sermayenin, “coğrafi” bakımdan özelliklerine daha çok dikkat ettiğini söyleyebiliriz. Örneğin Dünya Bankası, Türkiye’nin bir “tarım ülkesi” olarak kalmasına özen göstererek verdiği kredileri yönlendirdi. Ve sadece “tarım” ve “tarıma dayalı kredi”ler verdi. Şimdi de Türkiye; enerji geçiş yollarının güvenliği ve limanı olma özelliği ile GAP ve belli alanlardaki tarımsal imkânları ile çimento sanayi hammaddesiyle, bölgenin tatlı su kaynaklarının büyük bölümüne sahip olması ile önemli görünmektedir. Ye tabii, SB’nin dağılmasından sonra; Kafkasya, Balkanlar, Ön Asya, Ortadoğu gibi kriz bölgelerinin merkezinde olma, Orta Asya ile akrabalık bağlarının olmasıyla önem kazanmış bulunmaktadır. Özelleştirilen işletmelerden Fransızların çimento fabrikalarını satın alması, batılı enerji tekellerinin enerji sektörüne el atması, GAP’ın, Çukurova’nın, batılı tarım tekellerinin ve enerji firmalarının gözde alanları olması, Etibank’ın, THY’nin, Telekom’un, IMF’nin en çok ısrar ettiği özelleştirmeler olması bir rastlantı değildir.
Uluslararası tekeller; coğrafi konuma ve imkânlara elbette başka ülkelerde de önem vermektedir. İtalya, Akdeniz ticareti bakımından, “coğrafi düzenlemeye” sokulmaktadır.
Toplam Kalite Yönetiminin yayıldığı ülke olarak da Japonya aslında coğrafi esnekliğin tipik örneklerini vermiştir. Örneğin ’80’li yılların sonunda, Japonya limanlarından otomobil parçalarıyla yüklü olarak yola çıkan “fabrika gemiler” (bu gemiler montaj fabrikası olarak kullanılıyordu), verilen siparişler üstüne, montajları yolda yapılan otomobilleri kendilerine bildirilen limanlara bırakıyordu. Ve elbette sadece üretimin bir bölümü değil, fabrikalar da bölgenin çeşitli ülkelerine yayılıyordu. Örneğin 1992 yılında Mazda Motor (Japon), girdiği krizden kurtulma çabası içinde fabrikalarını Japonya’dan Singapur’a ve Çin’e kaydırmaya başladı. Filipinler ve Tayvan gibi 8 Güneydoğu Asya ülkesine ise, yeni fabrikalar kurmaya başladı. Ayrıca tüm Asya çapında yaydığı, araba yedek ve yan parçalarını üretmek üzere açılan işletmelerde, uluslararası IQEM: kalite yönetimi) standardizasyon olarak düzenlemelere giderken, bu 8 ülkedeki fabrikalarında Japonya’da ve Doğu-Güneydoğu Asya ülkelerinde yapılan parçalar, monte edilmeye başladı.
Türkiye’den bir örnek verirsek; 102 yıllık dünya pet şişe tekeli Schmalbach Lubeca, 2 yıl önce Türkiye’de de şubesini Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde açtı. Bu Alman kökenli dünya devi, pet şişe, muhafaza kaplan üretimini yürüttüğü 22 ülkede, 65 fabrikaya sahip. 1969 yılında tekelin hisselerinin önemli bir bölümünü, Amerikan Şirketi Continental Can satın alır. Avrupa’nın tanınmış tekellerinden VIAG, aynı bünyeye katılır. Dünyanın en büyük yatırımcı ve menajer firması Alianz Capital Partners tekeli tarafından, maddi ve danışmanlık hizmeti ile desteklenir. Avrupa’nın tanınmış birçok vakumlu kapak ve teneke kutu firmaları da aynı bünyede faaliyet göstermektedir. Schmalbach Lubeca, marmelât şişelerinin Ar-Ge çalışmalarını Fransa’da, kapaklardan oksijen sızmasına karşı Ar-Ge çalışmalarını ise Amerika’da yapıyor. 1998 Eylül’ünde Dudullu OSB’de açtığı şubesi, su ve meşrubat şişesi üretiyor. Açıldıktan kısa bir süre sonra ise, Türkiye’de aynı sektörde üretim yapan Starpet AŞ şirketini tümüyle bünyesine kattı. Böylece Türkiye tekeli olarak üretilen pet şişelerin tümü, Fransa ve ABD’de Ar-Ge çalışması yapılan bir teknoloji ile üretilirken, uluslararası standartta üretime sokulmuş oldu.

COĞRAFİ ESNEKLİK, SERMAYE HAR£KETİNİ HIZLANDIRIRKEN, KONTROLÜNÜ DE ARTIRIR
Coğrafi olarak esnetilmiş üretim, esnetilmiş pazarlar, sermayenin gelişimi ve dünyaya egemenliği için ortaya atılan “yeni bir yöneliş” olarak karşımıza çıkmakladır. Burada, emperyalist hegemonyanın daha çok kâr sağlamaya yönelik örgütlenme modelinde de bazı yeni düzenlemelere ihtiyacı vardır. Örneğin, tekeller, “General Motors”. “General Electric”, “Ford”, “Chrysler”, “IBM” gibi ABD tekelleri, gittikleri ülkelerde tüm sermayesi kendilerine ait şubeler açma eğilimindeyken, ulus devlete ait korumacı yasaların engeliyle karşılaşarak, yerli sermaye ile ortaklaşmaya yönelmek zorunda kalıyordu. Pek çok geri ülkede bu ortaklıklar, yabancı tekele, %49’dan fazla hisse sahibi olamama gibi bir sınır getiriyordu. Ama yeniden organizasyon sürecinde ortaklıklar, şubeleri olan firmalarla bu yüzde 49–51 gibi oranları kaldırırken, çok daha az paylarla bile “alt işletme”, “taşeron firma” yöntemiyle, daha etkin bir egemenliği mümkün kılar hale gelmiştir. Yüz yılın başlarında, Lenin, emperyalizm tahlilini desteklemek için örnek verdiği, tekellerin çeşitli yöntemlerle (yönetim kurullarındaki oy hesapları vb. yollar) yüzde 8 hisse ile yüzde 92’lik sermaye kesimini denetlemesi; günümüzde taşeron firmalar ve “alt işletmeler” yoluyla, son derece kestirme yollardan gerçekleştirilmektedir. Alt işletmelerin, de-santralizasyonun ve karşıtı gibi görülen santralizasyonun (merkezileşmenin) aracı olmasının nedeni de, budur.
Bir ülkedeki ana işletmeler, yani tekellerin ortaklığındaki şube firma, toplam üretimin %2 veya %20 gibi küçük bir bölümünü üstlenirken, yani sadece Ar-Ge ve son ürün montajını elinde tutarken, aslında tüm üretimi denetlemektedir.
Örneğin Türkiye’deki bir yabancı sermaye yatırımında, alt taşeron işletmelerinde üretilen parça veya yarı mamullerin üretimi için konan sermaye, tümüyle yerli sermaye olmasına karşın, ana işletmenin denetimine tabi olmak zorundadır. Burada, denetim bir yanı belli standartlara uyma zorunluluğu olarak karşımıza çıkar. Ki, standartların ana işlevi, denetime açık olmak üzere tüm işletme bilgisinin bilgisayarlara aktarımıdır. Aynı zamanda işletmelerin üretim tekniğine ait uygulamalarda, standart bir teknoloji izlemek zorunluluğu getirilmektedir. ISO–9000, AS–400, vs. gibi kalite standardı zorunluluğu, buradan kaynaklanır. Bu standartlar Avrupa Kalite Vakfı’nın (EFQM) ve Türkiye’de Kal-Der öncülüğünde geliştirildiği gözlenir.
Tekelci denetimin diğer yanı pazarlara egemen olunan bir coğrafi güdümlemenin artışıdır. Coğrafi esnekliğin, coğrafi olarak pazarlara hâkimiyette ve yönlendirmede tekellerin olanaklarını artırdıkları bir düzenleme olduğu görülür.
Büyük işletmelerin işçisine sermaye ortaklığı ile gelen sömürü, küçük ve orta işletmelerin sermayelerine ortak olmadan da sağlanabildiği gibi, bu işletmelerde daha fazla sömürünün yolu açılmaktadır. Yani alt işletmelerde sağlanan aşırı sömürü, ana işletmelere toplanmakta, buradan da yabancı sermayeye aktarılmaktadır. Denebilir ki, yan sanayi, daha önceki dönemlere göre ana sanayi ile daha sıkı ve pek çok yönden vazgeçilmez bir ilişki içine girmek zorunda kalmaktadır.
Bu eğilim sermayeyi, aynı zamanda tüm pazarlara da, daha çok hâkimiyetle birlikte yöneltmektedir. Yani daha çok kârlı ve sorunsuz bölgelere doğru sınaî sermayenin, sanayinin kayışı, artarak yaşanırken, sermayenin uluslararası ve ulusal pazarlarda denetimini ve gözetimini daha da artırır.
Örneğin, Alman çelik tekelleri, kömürünü Afrika’dan, işçisini Türkiye’den, Yugoslavya’dan, Yunanistan’dan getirerek kendi ülkesinde çelik üretirken, ’85’lerden itibaren üretimini, kömürün ve demir cevherinin bol bulunduğu, aynı zamanda işgücünün de çok ucuza geldiği Afrika ülkelerine doğru kaydırmaya başladı. 20 yıl öncesine kadar Türkiye, Avrupa’ya işçi ihraç eden ülke durumundaydı. Bugün ise, Avrupa ülkeleri, Türkiyeli işçileri geri göndermeye çalışıyor. Ama aynı zamanda 68 milyonluk bir pazar olarak, Türkiye’nin enerji üretim ve dağıtım tesislerine, Telekom’una, GAP’a daha çok ilgi gösterirken, aynı zamanda otellerinin, hipermarket zincirlerinin kollarını da Türkiye’nin başlıca kentlerine uzatmış bulunuyorlar. Ve elbette spekülasyona çok uygun borsası, yüksek faizler, devlet garantili yüksek borçlandırmalar da son 20 yılın eğilimi olarak kendisini ortaya koyuyor”.
Çokuluslu tekellerin kolları olarak gelişen holdingler ve bankaları, holding işletmelerine yatırılan yabancı sermayelerin geri çekilmesi ile birlikte, kısa zamanda batmaya veya birleşmeye zorlanıyor.

ŞİRKET BİRLEŞMELERİ
Coğrafi esnekliğin yaygınlaşarak genelleşmesi, tekellere bir başka gelişimin imkânını daha açtı. Tekeller veya işletmeler-arası birleşmelerde ve ayrışmalarda devinim hızının arttığı gözleniyor.
Tekelleşmenin bir eğilimi olarak bilinen üretimin çeşitli dallarında faaliyet gösterme isteği; coğrafi esnekliğin sağladığı imkânların genişlemesiyle, tekellerin eğilimi olmaktan da öte, pratiği haline geldi. Kitlesel üretimin yapısallığı içindeki faaliyetini birkaç sektörel kolla sınırlandırma, yerini, bütün kollara yayılmaya bırakır oldu. Örneğin, bir otomobil tekeli, ekonominin her dalında yatırım yapar hale geldi. Otomotiv sektöründe tanınmış tekel, banka, sigorta, kimya, tekstil, tarım, hizmet, vs. gibi çok çeşitli sektörlere girmeye başladı. Böylece çokuluslu şirketler, çok sektörlü şirketlere kolayca dönüştü. Herhangi bir sektörde faaliyete girmesinin önündeki engeller de, KİT’lerin çözülmesiyle birlikte ortadan kalkıyor.
Sermaye, ana işletmelere olduğu kadar alt işletmelere de kolay girip çıkabildiği için, sipariş üstünden iş verme, doğrudan alt taşeronlarla da yapılabilir hale geldi. Bunun en belirgin yaptırımı, KOBİ işletmeleri, şirket krize girdiğinde, yabancı sermayeye satış için kendine çekidüzen vermeye başlıyordu. Yabancılara satış, hem malını, hem de kendini olmak üzere, küçük şirketler için cazip hale geliyordu. Böylece tekeller, büyük küçük demeden her sektörde şirket alıp satabilecekleri bir pozisyon elde ettiler. Büyüklerin küçükleri yutması kolaylaşırken, büyüklerin kendi aralarındaki rekabette de artış ve bununla birlikte şirket birleşmeleri de arttı. Kimin eli kimin cebinde olduğu takip edilemeyecek duruma geldi. Büyük tekeller arasında portföy diplomasisi de benzer bir ivme kazandı. Bir deyişle “bulanık suda balık avlamak” için koşullar ve ortam uygun hale getirildi.
Her ürünü, kendi doğal ortamında ve kendi pazarı için üretilir hale getirip, bundan da azami kâr sağlamak üzere tekeller, yeni iş organizasyonuna girdi, Yani gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinde ürettikleri mamulleri geri kalmış ülkelere pazarlama yerine, daha çok teknolojisini pazarlayarak, o ülke içinde üretimini sağlayarak daha çok kâr elde edebileceği olanakları yaratıyordu.
Daha çok çeşitte ve kalitede ürün üretilir hale gelmesi, marka anlayışını da beraberinde getirdi. Çok çeşitli ve çok farklı kalitede ürün piyasaya sürülmeye başladı. Dolayısıyla, her semtte belli çeşitlilikte ürün pazarlayan esnaflar ortadan kalkarak, her çeşitte ürünün pazarlandığı süper ve hiper-marketler ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla, coğrafi olarak, yer değişikliğinde önemli bir adım olan pazarlama yöntemi, küçük esnaftan büyük marketçiliğe dönüşürken, üretimdeki büyük işletmelerin parçalanması ve taşeronlaştırmanın tersine bir değişime uğruyordu.
Örneğin, otomobil, hız teknesi, TV, buzdolabı, kozmetik, giyecek, yiyecek, kitap, ekmek, pasta, musluk, oturma odası, gibi çok çeşitli ve farklı kalitede ürün tek bir mekânda satışa sunuldu. Pazarlama sektörü, biçimsel bir değişime uğradı ve ayrı bir sektör olarak önemi arttı. Ambalaj sektörü de önem kazanarak gelişti. Promosyonculuk, reklâmcılık, mankenlik, vs. gibi sektörler, yeni bir işbölümü içinde türeyen, yeni meslekler olarak değer kazandı.
Hizmet sektörü, kol hizmetlerinden çok da kafa hizmeti olarak, artan bir önem kazanmaya başladı.

COĞRAFİ ESNEKLİĞİN, ‘İŞ HUKUKU’ VE ‘ÜRETİM STANDARDI’
“İş hukuku” ve “üretim standardı” da coğrafi esneklikten payını aldı.
Tekelci sermaye merkezlerinin “piyasaları rahatlatmak ve krizi önlemek” adına, tüm dünya ölçüsünde uygulamaya soktukları de-regülasyon (kuralsızlaştırma) hareketi, var olan kurallar ve yasaların yerine, üretim sürecinin yeniden organize edilmesine uygun iş hukukunda (burada kastedilen sadece yazılı hukuk değil, ama onu kapsamak üzere genel olarak ilişkilerdeki alışkanlık ve yerleşmiş geleneksel tutumların bütünü) ve yaşamında yeni standartlar geliştirilmesini şart koştu.
Genel söylemiyle “kalite standardı” olarak adlandırılan bu yapısal biçimlenme, üretim süreçlerine, kalite ve verimlilik, vizyon olarak getirilerek, genel kabul görmesi sağlandı.
Bu standardı kabul etmeyenleri de, ürünlerini pazarlara sokmayarak, satışlarını çeşitli yöntemlerle engelleyerek, kalite standardını kabul etmeyenleri pazardan sürerek boyun eğdirmeye yönelmiş bulunuyorlar. Dolayısıyla “kalite standardında” üretim yapmayan pazarlara giremez, üretim yapsa bile pazar bulamaz hale sokulmaya çalışılır.
Önemli bir maliyet unsuru olmasına karşın “kalite standardı” için gerekli olan danışmanlık, test laboratuarları, işletmelerin yeniden biçimlenmesi, mekânsal olarak yer değiştirmeye zorlanması, bilgisayarlı üretime geçme zorunluluğu gibi pek çok ek masraflarla, kalite sistemi kurmaya tüm işletmeler zorlandı, zorlanıyor. Bilgisayarlar üstünden üretime koşullandırılan küçük ve orta ölçekli işletmecilik, böylece kolayca tekeller tarafından denetlenir hale gelirken, herhangi bir sermaye yatırımı olmadan da tekellere bağımlı hale getirilmiş oluyor. Dahası, bu süreçte teknoloji ve sermaye bakımından zora giren küçük ve orta işletmelerin önemli bir bölümü ise, yenileme yapamadığı için daha büyükler ya da tekelleri tarafından yutuldular. Tabii ki, bu süreç işçinin daha yoğun çalıştırılması süreci olarak da işledi. Daha çok sömürünün yanı sıra üretim sürecinin, işçinin işçiyi ihbarı süreci olarak da organize edilerek sınıf dayanışması tahrip edilmek istendi. Zaten “yeni teknoloji” diye satılan da; iş hukukunda, bu işçiyi daha çok sömürmek için yapılan üretimin yeniden örgütlenmesi süreciydi.
İşçinin aşırı sömürülmesinin süreci; aynı zamanda yabancı tekellerin yerli firmaları, büyük firmaların küçükleri denetlemesi süreci olarak organize edilmesiydi. Bilgisayarlı üretim, sermayenin denetimi için gerekliydi. Yazarkasa, bilgisayarlı üretim, uluslararası standardizasyona ilişkin koşullar olarak tüm küçük-büyük işletmelere ve esnafa dayatılırken, bu araçların satın alınmasının maddi külfetinden daha önemli olarak, denetime açık ve tâbi duruma getirilmesi bu süreç için daha açıklayıcıdır.
Süreç, sadece üretim tekniği ile sınırlı kalmadı. Aynı zamanda kredi imkânları da “kalite standardı”nı yakalama şartına bağlandı. Bu yüzden de, işletmeler, en yukarıdan kontrol edilmek için her yandan kuşatıldı. Bir başka söyleyişle KOBİ kredileri, sadece “kalite standardı”na uyumlu çalışmanın yürütülmesi şartıyla veriliyordu. Çünkü ancak bu standart yakalanırsa; coğrafi uzaklığa bağlı kalmadan bir üretim ve “sıfır hatalı üretim” yapılabilirdi. Alt işletmelerin bölgeden bölgeye, hatta ülkeden ülkeye dağıtılmış olması bunu zorluyordu.
Aynı zamanda bir ülkedeki üretim tekniği, diğer ülkelerdeki üretim tekniği ile aynı kalitede olmalıydı ki, sermaye istediği ülkeye veya aynı ülke içindeki istediği işletmeye kolayca kayabilsin. Sermayesini en az riske atabileceği veya ihtiyacı olan bir ürünü en ucuza mal edebileceği işletmelere kayışında kolaylık sağlayabilsin. Üretimini en kısa sürede ülke içinde veya başka bir ülkedeki diğer yerine kaydırarak yapabilir duruma gelsin. Bu durum, işçilerin ülke içinde birbiriyle rekabetini artırmakla birlikte, ayrıca ülkeler arasında artan bir rakip işgücü ile karşı karşıya kaldığını göstermektedir.
Bunu bilinen bir örnekle açıklarsak; Hollanda menşeli Lever, ucuz işgücünden yararlanmak üzere işlettiği Kimya Teknik İşyerindeki direniş nedeniyle, sermayesi riske girdiğinde, üretimini Gebze’deki işletmesine kaydırarak kurtardı. Coğrafi esnekliğin bugün ulaştığı boyuta bir örnek daha vermek gerekirse (basında çıkan bir haber) Türkiyeli bir patron gösterilebilir; TÜSİAD Başkan Yardımcısı ve Organik Holding’in patronu Aldo Kaslowski, polimer fabrikası kurmak üzere yaptığı projeyi önce, Uzak Doğu’da uygulamaya yönelir. Burada kriz çıkınca, yatırımını Rusya’ya kaydırır, ama bu sefer de Rusya krize girmiştir. Bir süre, Körfez ülkelerinde araştırma yapar, şartları uygun bulmayıp, bu sefer Hollanda’ya geçip, en azından şimdilik orda yatırıma “karar” kılar. Bütün bu geçişlerin kazasız belasız olması için “kalite standardı”, “yasalarda esneklik”, “sermayenin yer değiştirmesinde esneklik” bütün bunların içinde hareket ettiği bir zarf olarak coğrafi esneklik ister istemez, sermayenin hızla hareketi için zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

İŞ STANDARDI VE COĞRAFİ ESNEKLİK
Uluslararası standardizasyon, üretim süreci içinde teknik bir yapılanmanın standardı olarak, yani sadece üründe değil, üretim sürecinde tek bir standart sağlamaya yönelik olarak biçimlendirilmektedir. Neyin ne kadar, ne zaman üretileceği değil, aynı zamanda hangi kıstaslarda ve teknoloji ile üretileceğini belirleyen bir standart olarak, işin anlamını değiştiriyordu. Yani üretim sürecinin bütünü içinde teknik bir kurumlaşma yaratıyor.
Böylece iş standardı, kalite standardı olarak, teknik bir anlam, bundan da öte ideolojik bir anlam kazanarak, her işletme ve kuruma ilişkin anlayışların, belli kurallar zincirine tabi duruma gelmesini sağlı yordu. Sadece ISO–9000 çalışması yapılan işletmelerde değil, sendikasız, sigortasız yani kayıt-dışı denilen küçük ve orta işletmelerin de kalite standardına uygun üretim yapılır hale gelmesi isteniyor.
Böylece iş standardı, üretimin organizasyonu ile birlikte üretimin muhtevasını da değiştirdi. Bir ürün, sadece en iyi ve en maharetli ellerin ürünü değil, aynı zamanda belli bir “standart süreci”nin ürünü olarak ortaya çıktığında pazarda “aranır” olmaya başladı. Bu standart, herhangi bir ürünün, en kısa sürede, en kaliteli ve en ucuza nasıl ve nerede üretileceğini belirlemekle kalmadı, aynı zamanda nasıl bir teknikle üretildiğine de bağlı hale geldi.
Bir işkolunda çalışan işçi, bağlı olduğu şirketler topluluğu içinde yer değiştirirken, değişik sektörler arasında göçe uygun iş ilişkisi içine girmeye başladı.
Üretim teknolojisi dediğimizde akla, bir işletmedeki işleyiş olarak şunlar gelir;
– Planlama, günlük, haftalık, aylık olarak yapılmalı.
– İşçiler için performans (verimlilik) değerlendirmesi günlük, aylık olarak alınmalı.
– Her kısmın kendi içinde üretimin tekniğine ilişkin açıklamaların yazıldığı GT’leri (Geliştirme Tekniğine ilişkin düşünceler) işçilerin vermesi sağlanmalı.
– Yapılan her iş mutlaka kayıtlara geçirilmeli, önce kağıtlara, sonra bilgisayara.
– İş kartları, herkes ve her iş sürecinde, her makine için, ara kademelerde de kaydedilmeli.
– Bilgisayarlara, günlük, aylık performans eğrileri işlenmeli.
– Kalite kontrol, her iş bitiminde, işi yapan tarafından yapılmalı, vs. Böylece herkes ve her makine için kontrol sağlayan çok geniş bir teknik uygulama, denetime tabi duruma getirilmektedir. Teknoloji transferi yapılarak tüm ülkelerdeki işletmelere yaygınlaştırılır.
Örneğin, binlerce küçük üretici tarafından, “merdiven altı” tabiriyle üretilen tekstil ürünlerine baktığımızda, bunların taşeronlar tarafından yapılanları ile ana firmalarda yapılanları arasında hiçbir farkın olmaması, aynı markaları vuran taşeron üreticinin, ana üretici kadar usta olması gerekli olduğu gözlenebilir. Yani, kalite standardına uygun olarak, üretim teknolojisini, ana firma nasıl kullanıyorsa, taşeron firma da aynısını kullanmak zorundadır. Taşeron işletme, ana işletmenin verdiği siparişi, gece gündüz, az veya çok işçi ile veya kendisi dışında başka üreticiye yaptırarak da olsa, istenilen zamanda ve miktarda, istenilen kalitede yetiştirmek zorundadır. Yoksa işini kaybeder, çalıştırdığı işçisi de işini kaybeder duruma gelir. İki sipariş arası taşeron işletme, boş oturarak, işçisini geçici bir süre eve göndermek zorunda kalır. Ya da ücretsiz izne çıkarır.
Geçici işçilik, kısa süreli iş, iş akitlerinin kısa süreli olması, ücretsiz izinler, vs. gibi, işgünü sürelerini de, “boş zaman” bırakmamak üzere doldurmaya yönelik bir uygulama görürüz. İş süreleri, “iş bitimine kadar” olan süreye çevrilir. Ücretler ise, iş değerlendirmesine tabi tutulur.
İşte bütün bu yönelişlerden dolayıdır ki; bu alandaki “iş hukuku” değiştirilmek ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Tabii, burada bahsedilen iş hukuku, yasalara geçmiş olan hukuk değil, günlük yaşamın getirdiği “hukuk”tur. Ve bu “hukuk”, “kuralsızlık” olarak yasalara ve toplu sözleşmelere geçirilmek isteniyor. Yıllardır MESS’in her toplu sözleşmeye “esnek çalışma dayatması” ile başlamasının nedeni de budur.
Coğrafi esnekliğin yapısal ve örgütleniş biçimlerine ilişkin daha geniş bir açıklama başka bir yazının konusu olacaktır.

Ocak 2001

“Halk haklarını mücadele ile elde edebileceğini öğrendi”

Ekvador’daki devrimci halk hareketi içinde yakın tarihte ve bugün önemli ve etkin bir yere sahip olan
Ekvador Marksist-Leninist Komünist Partisi (PCMLE) temsilcisi ile ABD’nin bölgedeki hegemonya ilişkileri; Ekvador’daki ayaklanmalar döneminden bugüne gerçekleşen olayları; ülkedeki emek yanlısı mücadeleci çevrelerin durumunu, aydınların ve işçi sınırının hareket içindeki ağırlığı ve yeri üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. PCMLE temsilcisi partinin ayaklanmadaki rolü ve sonrasındaki süreçte gerek politik ve ideolojik mücadele ve gerekse aydınlatma faaliyetleri konularında neler yaptıklarına dair önemli bilgiler verdi. Ancak Türkiyeli okuyucular açısından röportajın anlaşılmasını kolaylaştırır düşüncesi ile bu ülkedeki yakın dönem olaylarını genel çizgileriyle özetlemeyi gerekli gördük.
Ekvador Cumhuriyeti, Güney Amerika’nın Büyük Okyanus’a bakan kıyılarında yer alan bir ülke. Yüzölçümü, Galapagos Adalarıyla birlikte 269.178 km2 (Türkiye nüfusunun yaklaşık beşte-ikisi). Tahmini nüfusu 12 milyon. Başkenti ise Quito. Ekvator çizgisinin tam ortasından geçtiği toprakları zengin bir bitki örtüsüne sahip olan ülkede aynı zamanda değerli petrol yatakları bulunmaktadır. Nüfusu ise birçok etnik topluluktan oluşur. Sayıları en fazla olan topluluk (nüfusun %50’si) yerlilerdir. Bir başka büyük etnik grup yerli ve İspanyol karışımı olan ve nüfusun %40’ını oluşturan Mestizo’lardır. Nüfusun yaklaşık %8,5’ini oluşturan beyaz nüfus 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl başlarında bölgeye gelen İspanyolların çocuklarıdır. Kuzey kıyılarında sömürge döneminde ülkeye getirilmiş Siyah nüfus yaşar. Yerli diller olmakla birlikte, ülkede genel olarak İspanyolca konuşulur. Halkın büyük çoğunluğu Katolik’tir
Ekvador’un kırsal bölgelerinde bulunan halk kesimleri katı bir yoksulluk içinde yaşıyor ve bu belgelerde halen feodal üretim ilişkileri hüküm sürmekte. Ancak kapitalizmin gelişmesiyle bu yapının yavaş yavaş dağılmaya yüz tuttuğu gözleniyor.
Ekvador’un en büyük iki kenti; özgün mimari yapısıyla Latin Amerika’nın en güzel şehirlerinden olan başkent Quito ve ülkenin önemli liman kenti ve ticaret merkezi olan Guayaquil’dir.
Ülke ekonomisi genel olarak petrole ve tarıma dayalıdır. Yeterli düzeyde işlenmemiş topraklarıyla ve yeraltı zenginlikleriyle Ekvador, son yıllarda emperyalist ülkelerin çıkar ilişkilerinin odaklandığı ülkelerden biri durumuna geldi.
Politik ve ekonomik açıdan ülke yönetiminde ABD emperyalizminin baskısı giderek daha çok hissedilirken, ABD, bu tür yönlendirmeler için Planlama ve Eşgüdüm Konseyi, Merkez Bankası ve Ulusal Kalkınma Merkezi gibi stratejik öneme sahip kurumları kullanıyor. Bazı madencilik ve balıkçılık kuruluşlarıyla birlikte, devlet, kısa bir süre öncesine kadar tüm hidroelektrik enerji işletmeleri ve karayollarını elinde bulundurmaktaydı. ABD emperyalizminin kendisiyle işbirliği içindeki maşa hükümetler aracılığıyla dayattığı özelleştirme politikaları, Ekvador’da tüm kârlı kamu kuruluşlarının kısa bir zaman içinde yabancı tekellere devredilmesini hedefliyor. Yönetimde ordunun ağırlıklı söz sahibi olduğu ülkede son yıllarda yükselen halk muhalefeti ve ekonomik kriz, 2000 yılı başında hükümete karşı yapılan bir halk ayaklanmasını doğurdu.
Ekvador halkı, iktidardaki Jamil Mahuad hükümetinin ABD emperyalizmiyle işbirliği içindeki saldırılarına karşı bir dizi eylem başlattı. 17 Ocak 2000 tarihinden itibaren süresiz genel grev ilan edildi. 21 Ocak tarihine gelindiğindeyse halk ülkenin birçok yerinde barikatlar kurdu ve ülkede 22 eyaletin 21’inde demokratik halk seçimleri yapıldı. Halk, hükümetin iradesini tanımayarak kendi temsilcilerini seçti. Ordu içindeki muhalif bazı subaylar da ayaklanmaya katıldılar. Bu gelişmelerin ardından yeni bir hükümet kurulduğu açıklandı, ancak ordunun ve ABD güdümündeki yetkililerin müdahalesi sonucu yeni kurulan hükümetin ömrü sadece birkaç saat sürdü. Birkaç gün sonra ise devrilen lider Jamil Mahuad’ın yardımcısı Gustavo Noboa devlet başkanlığına getirildi. 2000 yılı başında gerçekleşen bu olayların ardından diktatörlüğün baskıları daha da arttı.

2000 yılı başında Ekvador’da bir halk ayaklanması yaşandı. Bu hareket nasıl başladı, nasıl gelişti, bugüne neler devretti?
2000 yılı Ocağında Jamil Mahuad hükümetine karşı yaşanan halk ayaklanmasının nedenlerinin başında halkın iktidara yönelik birikmiş tepkisi gelir. Ayaklanma, gelişen bu tepkinin tüm emekçi kesimlere yayılmasıyla ortaya çıktı.
Politikasını tamamen IMF’nin direktiflerine göre planlayan Mahuad hükümeti, IMF programını harfi harfine uygulamaya çalışıyordu. Devlete ait tüm işletmelerin özelleştirilmesini hedefledi. Nelerdi bu işletmeler? Elektrik, telefon, toplu taşıma vb. Özelleştirmelerin başlamasıyla birlikte elektrik, gaz, petrol, telefon ve taşımacılık gibi hizmetlerin fiyatlarında büyük artışlar gündeme geldi.
Mahuad hükümetinin öncelikli hedeflerinden birisi de özel bankalar konusunda önlemler almaktı. Hükümetin aldığı kararlar uyarınca özel bir bankaya para yatırmış olanlar hesaplarına bir yıl boyunca dokunamayacaktı. Bu kararın nedeniyse bankerlerin ekonomik olarak düştükleri zor durumdan kurtarılmasıydı. Bu durum da, Ekvador halkının Mahuad hükümetine karşı ayaklanmasının önemli nedenlerindendi.
Burjuva yayın organları, Ocak ayındaki ayaklanmayı sadece yerlilere ve ordunun bir kesimine ait bir hareket olarak göstermeye çalıştılar, ancak bu doğru değildir. Tüm halk kesimlerinin katıldığı bir ayaklanmaydı bu. Sadece başkent Quito’da da değil ülkenin tüm kesimlerinde eylemler yaşandı. Eylemlerin sonucu olarak halk birçok kentte ve bazı eyaletlerde kendi hükümetlerini oluşturdu. Bu nedenle ayaklanmanın, tüm ülke emekçilerinin hareketi olduğunu söylüyoruz. Yerli hareketi ayaklanma içinde doğallıkla önemli bir yer tutuyordu. Ama ayaklanmanın sadece yerlilere mal edilmesi doğru değildir.
Hareketin örgütleyicilerinden Yurtsever Cephe (FRENTE PATRIOTICA) ve Halk Cephesi (FRENTE POPULAR), yerli örgütü olan CONAIE’ye birlikte mücadele etme önerisi getirdiler. Ancak CONAIE’nin yöneticileri bu öneriyi reddederek sadece muhalif ordu kesimleriyle ortaklığa gitmeyi tercih ettiler. Ayaklanma sonucunda kurulan hükümetin başında CONAIE’den bir temsilci, ordunun muhalif kesimlerinden bir temsilci ve bağımsız bir avukat yer aldı. Biz özde bir halk hükümeti olmadığını bilmemize karşın bu hükümete destek verdik. Çünkü emperyalizmin neoliberal politikalarına karşı bir hükümetti.
Ancak yeni kurulan hükümet yalnızca dört saat iktidarda kalabildi. Emperyalizm ve burjuvazi hızlı bir manevra ile Mahuad’ın yardımcısı olan Noboa’yı başa getirdi. Ve biz bu noktada Noboa hükümetinin Mahuad hükümetinden bir farkı olmadığının propagandasını yaptık. Bugün de aynı şeyleri söylemeye devam ediyoruz. O da aynı IMF programını uygulamayı amaçlıyordu. Mahuad’ın planladığı dolarizasyon politikasını, yani ulusal para birimi olan Sucre’nin yerine ABD dolarını getirmeye yönelik uygulamayı, Nohoa eksiksiz hayata geçirdi. Burjuvazinin tüm kesimleri Noboa hükümetine derhal desteklerini verdiler ve halkı yatıştırmak için eylemleri sona erdirme çağrılarında bulunmaya başladılar. “Diyalog başlasın, toplumsal barış sağlansın” gibi telkinlerde bulundular. Bunun gerekçesini de ülkenin krizden kurtarılması ve ileriye gitmesi olarak göstermeye çalıştılar. Bu süreçte hem partimiz PCMLE hem de MPD (Demokratik Halk Cephesi) bu politikaları teşhire yönelik propaganda faaliyeti yürüterek, neoliberal programa karşı mücadelenin devam ettirilmesi gerekliliğini dile getirdi.
Noboa hükümetinin ilk icraatı da yeni yasalar çıkarmak ve özelleştirmeyi hızlandırmak oldu. Petrol, telefon ve elektrik işletmeleri gibi tüm kilit kamu kuruluşları özelleştirme kapsamına alındı. Bu programa kilise, ordu, medya ve burjuvazinin diğer tüm kesimleri destek verdi ve kısa zamanda özelleştirmeyi kolaylaştırmaya yönelik yeni yasalar gündeme geldi. Ardından özelleştirmelere yeniden start verildi. Bu dönemle birlikle emperyalizm, Ekvador’u, sorunlarını çözmeye ve kalkınmaya başlayan örnek bir ülke olarak göstermeye başladı. Ama bu propaganda emperyalistlerin yalanlarından biriydi.
Bunlarla amaçlananlardan birisi de dolarizasyonun tüm Latin Amerika’ya yayılması ve genel bir politika haline getirilmesidir. ABD emperyalizmi bir yandan da EURO ile çatışma ve rekabet halinde olan kendi para birimi dolara güç katmak için yeni bir mekanizma yaratmaya, dolarizasyon uygulamalarını Euro’ya karşı kullanmaya çalışmaktadır.
Ekvador’daki ekonomik, siyasal ve sosyal kriz oldukça güçlü bir hale gelmiştir. Ne Noboa hükümeti ne de başka bir burjuva hükümet bu krizin üstesinden gelme yeteneğine sahip değildir. Ekvador ekonomisi bugün tamamen çökmüş durumdadır. Devlet bütçesinin %48’inin petrol ihracından elde edildiğini düşünürsek uluslararası petrol piyasalarında yaşanan krizin ve düşen fiyatların bu çöküşteki etkisini daha iyi anlayabiliriz. Bunun yanında ikinci gelir kaynağı olan meyve ağırlıklı gıda maddelerinin ihracat fiyatları da düşmektedir.
Ülke endüstrisi tamamen çökmüş durumdadır. İstihdama baktığımızda nüfusun %80’i ya işsizdir ya da kayıtdışı çalışmaktadır.

ABD emperyalizminin Latin Amerika kıtası üzerinden dünya egemenliğini sürdürmeye yönelik stratejik hedeflerinin olduğu biliniyor. Bu hedefleri gerçekleştirmeye yönelik önemli planlardan birinin de Plan Colombia olduğu bilinen bir gerçek. Öncelikle, Plan Colombia kısaca nedir? Neyi içermektedir? Planın Ekvador’a etkisi nedir, partinizin bu konuya yaklaşımı ve verdiği mücadeleden söz eder misiniz?
Plan Colombia, ABD emperyalizminin, Kolombiya’daki uyuşturucu üretimini ve ticaretini sona erdirmeyi amaçladığını iddia ederek kıtaya yönelik stratejik hedeflerini gerçekleştirme uygulamalarını içeren bütündür. ABD’nin öne sürdüğü iddiaların altındaki asıl neden, Kolombiya’daki gerilla hareketini, halk muhalefetini yok etmeyi amaçlıyor olmasıdır. Bu plana karşı tepkinin had safhada olduğu ülke, bugün, Ekvador’dur. Plan Colombia dâhilinde Ekvador’un Manta sahil kentine kurulan askeri üs ve havaalanı ile hem Kolombiya’daki saldırıları güçlendirme hem de Ekvador’daki anti-emperyalist hareketi boğma amacı güdülmektedir. Bu nedenlerle Plan Colombia’ya karşı mücadelede, Ekvador, kilit konumda bir ülkedir.
Emperyalizmin saldırı planlarına karşı kısa bir sürede politik bir hat oluşturduk ve bunu üç temel üzerine oturttuk. Birincisi, IMF’nin ekonomik programına karşı mücadele -ki bu aynı zamanda özelleştirmeye, neolibalirzme, dolarizasyona karşı ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için verilen bir mücadeledir.
Politikalarımızın ikinci ayağını ise Plan Colombia karşıtı mücadele oluşturuyor. Bu da anti-emperyalist bir nitelik taşıdığından partimiz için stratejik önem taşımaktadır.
Üçüncüsü de ABD’nin Manta’da inşa etmekte olduğu üsse karşı yürütülen çalışmalardır. Bu temeller üzerinde içinde emek yanlısı partilerin, sendikaların, kitle örgütleri ve köylülerin ve öğrenci örgütlenmelerinin aynı çatı altında toplandığı SİYASET BİRLİĞİ’Nİ (UNITAD POLITICA) kurduk. Bu politikaların hayata geçirilmesinde Yurtsever Cephe de -ki içinde farklı emek yanlısı gruplar, petrol işçileri, öğrenciler bulunmaktadır- önemli bir rol oynamaktadır. Ayaklanma günlerinden kalan ve önümüzdeki günlerde toplanacak olan Ulusal Kongre bu doğrultuda kararlar alacaktır. Ulusal Kongre üyeleri topluma ekonomik ve siyasi anlamda IMF programının neler içerdiğini anlatan bir teşhir faaliyeti yürüttü ve bunu anlatırken bağımsızlık, IMF karşıtı mücadele ve yaşanabilir bir ücret taleplerini işledi.
Partimiz mücadelenin daha da güçlenmesi için yeni bir ayaklanma örgütlemenin gerekliliğini savunmaktadır. Yeni bir ayaklanma, Ekvador’da, doğallıkla devrim anlamına gelmez ama devrimci durumun yaratılması için çok önemli bir adım, bir ivme niteliğindedir. 2000 yılı başındaki ayaklanmadan elde ettiğimiz en önemli sonuçlardan biri de emekçilerin mücadele etmeyi öğrenmesidir.

Ayaklanmanın bugün için parti ve halk açısından kazanımları neler oldu? Ayaklanmaların yenilgiyle sonuçlanması kitle örgütlerini ve mücadeleci kesimleri nasıl etkiledi? Tüm olanlardan sonra parti kendi açısından ne gibi kazanımlar elde etmiştir, ne gibi deneyimler edinmiştir?
Bu süreçte tüm halk hareketi, özellikle parti, çok şey öğrendi. Örneğin öğrenciler, işçiler mücadeleci halk çevreleri bu ayaklanmalar sonunda mücadele ederek kazanım elde edebileceklerini somut olarak gördüler. Emperyalist çevreler, burjuvazi yıllarca, halkı, mücadeleyle bir şey elde edemeyeceğini söyleyerek kandırmıştı. Önerdikleri, mücadele etmeksizin çalışmak, çalışmak, sesini çıkartmadan çalışmaktı. Şimdi halk biliyor ki mücadele ederlerse haklarını elde edebilirler.
Bu sürecin sonunda halkın önemli bir bölümü, çoğunluğu, temelden sosyal bir değişikliğin gerekli olduğuna inanmaya başladı. Ancak istenen sosyal değişikliğin biçimi konusunda bir netlik yoktu. İnsanlar nasıl bir değişiklik istediklerinin tam olarak ayrımında değillerdi. Örneğin öne çıkan sloganlardan biri bir halk hükümetinin -ama dikkat edin herhangi bir hükümet değil- kurulmasıydı. Ancak bu hükümetin bileşenleri neler olacaktı, bu tam kesinlik kazanmış değil. Bu süreçte yapılanlardan en önemlisi partinin sosyal değişim konusunda halkı aydınlatabilmesi oldu. Halkla sürekli iç içe olup, bugünkü sorunlarının tek çözüm yolunun sosyalizm olduğunu söyledik. Doğrudan sosyalizm propagandası yaptık. Bunun gerçekleşebilmesinin de esas olarak silahlı mücadeleye bağlı olduğunu işledik.

Peki, halkta bir silahlanma eğilimi gözlemlediniz mi?
Hayır. Genel olarak böyle bir eğilimden söz edemeyiz. Ancak bazı sınırlı kesimlerde, özellikle gençlikte böyle bir eğilim var. Örneğin, Plan Colombia’ya karşı mücadele verirken bunun hem bölge halkına hem de oradaki gerillalara karşı bir plan olduğu bilinerek savaşılıyor. Böylece dayanışma duygusu da gelişiyor.

Peki, geçmiş mücadele yuları boyunca işçi sınıfının mücadele içindeki ağırlığı neydi? Sınıf, şimdi sendikal bakımdan ne kadar örgütlü? Partinin sınıf içindeki çalışması ne boyutlarda?
İşçi sınıfının bugünkü sendikalılaşma oranı % 4–5 civarında. Doğallıkla bu bizim açımızdan çok büyük bir sorun. Orandaki düşüklüğün en önemli nedenleri de esnek çalışmanın yaygın olması ve anti-sendika yasaları. Bugünkü mücadele içinde en önemli yeri kamu çalışanları tutuyor, özellikle özelleştirmeye karşı bu böyle. Ardından petrol sektöründe çalışan işçiler ve elektrik sektöründe çalışanlar geliyor. Özel sektörde çalışan işçilerinse mücadeleye katılımı çok zayıf.
Ülkede ulusal düzeyde örgütlü 5 sendika konfederasyonu var. Bunlardan biri Ekvador Genel İşçi Sendikası (UHTE). Çok büyük değil ama bizim açımızdan en önemli sendika bu. Bunun nedeni mücadele açısından oldukça aktif bir konfederasyon olması. Hem Halk Cephesi hem de Yurtsever Cephe içinde önemli bir rol oynuyor. Tüm bunlara bakarak, işçi sınıfının ülkemizdeki toplumsal hareket içinde çok önemli bir yer tuttuğunu ne yazık ki söyleyemeyiz.

Ekvador’da işçi sınıfının nicelik durumu nedir?
Ülkede kamu sektöründeki işçi sayısı yaklaşık 300 bin. 120 bin civarında da eğitimci var. Eğitimciler UNE adlı bir sendikada örgütlenmiş durumda. Özellikle öğretmenleri anmamın nedeni de, herhangi bir mücadele döneminde, örneğin yaşadığımız 45 günlük grev döneminde onların aktif ve önemli rolleri olması. Karşı karşıya geldiğimiz her mücadele döneminde de öğretmenlerin önemli rolleri oldu. Zaten bahsettiğimiz 45 günlük grevin ardından taleplerinin çoğu kabul edildi.

Peki, şu durumda siyasal özgürlük ne düzeyde elde edilmiştir? Ayaklanma günlerinden sonra gericilik nasıl bir bastırma çizgisi izledi? Gerek yasal bir parti olarak MPD gerekse PCMLE üzerine nasıl bir baskı politikası uygulandı, bunlar püskürtülebildi mi?
Ayaklanma döneminde burjuvaziye en büyük darbe ordudaki bölünme oldu. Ordunun bir kısmı tavrını hükümetten yana koyarken, özellikle demokrat subaylardan oluşan başka bir kesim ayaklanmayı destekler bir tavır aldılar. Doğallıkla, ordusunun birlik içinde olmasını isteyen burjuvazi ayaklanmadan sonra bölünme yaratan subaylara karşı katı yaptırımlar uyguladı. Birçoğunu cezaevine attı. Parti bu subaylara yardım konusunda çalışmalar yaptı. Sonuçta bu insanların da devrime kazanılabilmesi olanağı değerlendirilmeliydi. Zaten demokrat subaylara karşı bu yaptırımlar toplum içinde de tepkilere yol açmıştı. Ayrıca subaylara yönelik yaptırımlar çözüm olmak yerine burjuvazi ve ordu için yeni sorunlar yarattı.
Saldırının bugünkü boyutlarına gelecek olursak: Örneğin daha birkaç hafta önce Demokratik Halk Hareketi’ne (MPD) karşı bir komplo girişimi oldu. Son seçimlerde 120 üyeli meclise iki temsilci sokmayı ve bazı belediye başkanlıklarını kazanmayı başaran Demokratik Halk Hareketi’nin Kolombiya’daki en büyük iki gerilla örgütü olan FARC ve ELN ile ilişkileri olduğunu söyleyerek partiyi yasal platformun dışına itme yönünde girişimlerde bulunuldu. Bunun nedeniyse MPD’nin mücadele içinde önemli ve sürükleyici, aktif rolünü bilmeleri ve bunu engellemeye çalışmalarıydı.

Peki, şu anda siyasal haklar ne oranda kullanılabiliyor? Partinin bunları kullanabilmekteki başarısı nedir? Somut kazanılmış haklar nelerdir; örneğin basın cephesinde ya da başka alanlarda?
Partimiz daima legal ve illegal alanın olanaklarını birlikte kullanmaya çalışmıştır. İllegal alanda çalışma yaparken -sosyalizmin, komünizmin, silahlı halk ayaklanmasının çalışmasını yaparken- aynı zamanda yasal alandaki araçları da en iyi şekilde kullanmaya çalıştı. Örneğin MPD bunlardan biridir, diğerleri Eğitimciler Sendikası ve UHTE gibi örgütlenmelerdir. Ancak bazı şeyleri belli kanallar üzerinden yapamazdık. Örneğin MPD üzerinden silahlı ayaklanma propagandası yapamazdık. Bunun için illegal alanın olanaklarını kullanabilirdik. Daima neyle neyi yapabileceğimizin hesabıyla hareket ettik.
Bugün burjuvazi, Ekvador’da, halk hareketine etkili bir darbe indirecek koşullara sahip değil. Örneğin, Kolombiya ya da Peru burjuvazisinin olanaklarına sahip değil. Bunun nedeniyse Ekvador’da hareketin kitleselliğidir. Bu nedenle emperyalistler, neoliberal programın sonuna kadar götürülmesi konusunda ısrarcı davranıyor. Ama bunda da tam olarak başarılı olabildiklerini söyleyemeyiz.

Ekvadorda devrim cephesinde değişik siyasi grupların olduğu biliniyor. Burjuvazi bu çok grupluluk konusunda nasıl davranıyor? Bu tür bir siyasal ortamda, gruplar arasında belli çelişkiler olacaktır. Egemenler bu çelişkilerden ne biçimde faydalanma yoluna gidiyor?
Burjuvazinin halk hareketine karşı saldırısının en önemli yönleri ideolojik ve siyasi alanlardır. Örneğin gördük ki ülkedeki muhalif kesimler, öğretmenler, belli işçi çevreleri, öğrenciler halk hareketinde önemli bir rol oynamalarına rağmen, yapılan seçimlerde gene bu insanlar burjuva partilere oy verdiler. Oy verilen bu partilerin hiçbirinin halk kesimleri içinde bir taban çalışması olmamasına rağmen, bu böyle. Ülkede, burjuva politik yelpazede yer alan partilerin en önemlilerinden biri Sosyal Demokrat Parti, bir diğeri yerlilerin partisi PACHAKUTİK. Bu da belli yönlerden sosyal demokrat bir parti ama içinde değişik fraksiyonlar da var. Milliyetçiliğe, hatta ırkçılığa kadar uzanan bir görüntü sergiliyor bu fraksiyonlar.

Kitlelere yönelik çalışmalarınızda ne gibi propaganda ve ajitasyon araçlarına sahipsiniz? Gelecekte bu yönde neler yapacaksınız? Bunları ne şekilde kullanıyorsunuz?
Propaganda ve ajitasyon için en önemli aracımız “En Marcha” (PCMLE’nin merkezi yayın organı). Bu yayın hem kitleler hem de parti militanlarının eğitimi için en önemli araç. “En Marcha” haftalık olarak 10 bin adet basılıyor ve ülkenin her yanına ulaşıyor.

Ülke nüfusunu da düşünürsek illegal bir yayın organı için oldukça iyi bir rakam.
“En Marcha” illegal. Ancak kitle desteğiyle belli bir meşruluk sağlayabildik. Örneğin açıktan dağıtabiliyoruz. Herhangi bir polisiye baskıyla karşılaşmadan. Bunun dışında kitle örgütleri üzerinden çalışma yürütüyoruz. Örneğin Ekvador Devrimci Gençliği. Bunlar üzerinden açıktan sosyalizm ve komünizm propagandası yapabiliyoruz. Liseli gençlik içinde de önemli bir güce sahibiz. Parti belli dönemlerde açık toplantı çağrıları yapıyor. Bu toplantılarda ülke sorunlarını ve çözüm yollarını tartışıyoruz. Tüm bunları da, partinin, mevcut durumdan kurtulmanın yegâne aracı olduğunu kitlelere göstermek için yapıyoruz.

Günlük gazete konusunda ne düşünüyorsunuz?
Hali hazırda böyle bir gazete çıkarmak için çalışmalarımız sürüyor. Gazetenin, daha doğrusu derginin yayınına Ocak ayı sonunda başlamayı planlıyoruz. Öncelikle yayın hayatına 2 haftalık periyotlarla başlayacak. Beş altı ay içindeyse haftalık bir dergi haline gelecek. Sonraki 6 aylık süreç içinde de günlük gazete haline getirmeye çalışacağız. Bunun için bir grup gazeteciyle proje değerlendirmemiz sürüyor. Bu gazetecilerin hepsi partili değil, ancak sosyalist, mücadeleci insanlar. İlk başlarda bu yayın ülkedeki halk kesimlerinin ekonomik, sosyal, siyasal alanlardaki sorunlarına yönelik analizlere yer verecek. Periyot aralığı geniş olduğundan ilk başta sıcak haberler olamayacak. İlerleyen süreçte sıcak haberlere yer verebileceğiz. Başlangıç olarak 6–8 bin civarında basmayı düşünüyoruz. Başkent Quito’da basılacak ve tabloid formatında, 18 sayfa olacak. Dağıtım ağı ise parti tarafından örgütlenecek.

Türkiye’deki ilerici çevreler Latin Amerika hareketine oldukça ilgi duyuyorlar. Zaten de dünya genelinde bir ‘Latin Amerika geleneği’nden söz ediliyor. Kıtadaki ülkeler arasındaki devrimci dayanışma ve birliktelik nedeniyle toplam bir ‘Latin Amerika devrimci hareketi’nden bahsediliyor. Peki, bunun nedenleri nelerdir? Latin Amerika ülkeleri arasında nasıl bir devrimci dayanışma var ki bütünsel bir hareketten söz edilebiliyor?
Bugün Latin Amerika’daki devrimci hareketten söz ederken öncelikle Venezüella, Kolombiya ve Ekvador üçlüsünden söz etmek gerekir. Venezüella’da şu anda iktidarda olan Hugo Chavez hükümeti ABD’nin emperyalist politikalarına karşı çıkışlarda bulunduğundan bu ülke önemli. Oldukça güçlü bir halk hareketi de var. Kolombiya’daysa gerilla hareketi güçlü. Ekvador’da da halk hareketinin gücü ortada. Emperyalist politikalar özellikle bu üç ülkede sekteye uğruyor. Başka Latin Amerika ülkelerinde de direniş var. Özellikle Arjantin’de son yıllarda öne çıkan işçi sınıfının, Brezilya’da topraksız köylülerin hareketini görüyoruz. Peru’da son gelişmelerden sonraki sosyo-politik durum önemli.
Latin Amerika’da belli başlı devrimci partilerin her yıl bir araya gelerek düzenledikleri bir uluslararası konferans var. Örneğin son konferans Arjantin’de yapıldı, konusu devrime hangi yoldan ulaşılacağıydı. Ancak bu konferansta daha çok Maocu akımların etkisi görüldü. Almanya’dan ve Yunanistan’dan bile gözlemci düzeyinde katılım oldu. Arjantin’den, Peru’dan ve Bolivya’dan katılanlar da Maocu akımlardı. Maocu düşünce son yıllarda Latin Amerika’da etkinlik kazanmıştır diyebiliriz.

Eskiden beri, Latin Amerika’dan Türkiye’ye esen sıcak devrim rüzgârları -Che Guevara örneğini biliyoruz- beraberinde başka şeyler de taşıdı, bu da kitlelerden kopuk bir silahlı eylemcilik çizgisiydi. Türkiye’de bu mücadele türünü zamansız kullanan örgütler oldu. Ekvador’da da bu tür zamansız, kitlelerden kopuk silahlı mücadele anlayışından söz edilebilir mi? Ya da genelleştirirsek silahlı mücadele Ekvador halkı için ne ifade ediyor?
Uzun bir dönem -tüm Latin Amerika çapında- insanlar silahlı mücadeleden söz etmediler. Uzun süren kriz döneminden sonraysa artık halk “ne yapabiliriz, bu sorunları nasıl çözebiliriz?” diye sormaya başladı. Ülkede şimdiye kadarki hiçbir hükümet bu krizi ortadan kaldıramadı, öyle ki, artık Ekvador halkı Kolombiya’daki gerillaların taktiklerini yakından izlemeye, hatta bunları uygulamaya başladı. Özellikle gençlik içinde bu tür bir anlayış giderek yaygınlaşıyor. İşçilerin bir kısmı benzer yöntemleri benimsemeye başladılar. Sadece Ekvador’da değil, Peru’da, Bolivya’da Arjantin’de halk artık silahlı mücadele konusunu tartışıyor. Hem de bunu tartışırken yeni bir fikirmiş gibi değil; normal, gerekli, meşru bir yol olarak görüyorlar. Önümüzdeki yıllarda Ekvador’da muhtemelen bu yönde bir kalkışma olacak. Bu nedenle Parti bu konuya özel bir önem veriyor. Çünkü daha bugünden Ekvador’da silahlı mücadelenin koşulları mevcut durumda.
Che Guavera konusuna gelince, özellikle gençlik bu konuya özel bir ilgi gösteriyor. Onun fikirlerinin yanlışlığını ya da doğruluğunu tartışmaktan ziyade onu dünyayı değiştirmek isteyen bir devrimci ve gerilla olarak kabul ediyorlar. Burjuvazi bir dönem Che’yi metalaştırmaya, ticari ürünlerin üstlerinde kullanarak onu ticari bir simge haline getirmeye çalıştı. Ancak Che’nin zihinlerdeki gerçek imgesini değiştiremediler. Daha birkaç ay öncesine kadar Kolombiya’daki gerillalar Ekvador sınırını geçip kasabalarda 3–4 gün geçiriyorlar, ihtiyaçlarını gidermek için alışveriş yapabiliyorlardı. Halk da bu duruma sempatiyle bakıyor, kimse korkmuyor ya da şaşırmıyordu. Ancak şimdi sınıra askeri yığınak yapıldığından, bu geçişlerin sayısı azaldı.

’90lı yıllardan bugüne SSCB’nin de çöküşünden sonra yoğun bir sosyalizm karşıtı ortam yaratılmaya çalışıldı. Bununla eşgüdümlü olarak kapitalizmin artık çelişkileri ortadan kaldırdığı, dünyanın küreselleştiği yolunda ideolojik bombardıman yaşandı. Tüm bunlar karşısında partiniz nasıl bir tutum sergiledi. Bu durum ülke aydınlarını nasıl etkiledi? Parti buna karşı nasıl bir teorik mücadele yürüttü?
Sosyalizm karşıtı propagandanın başlamasından sonra ülkedeki aydınların çoğu sağa kaydılar. Parti bu dönem boyunca devrimci konumunu korudu ve ülke genelinde tartışma başlattı. Sosyalizm ve komünizm konularını tartıştırdı. Aydınlarla mümkün olduğunca bir araya gelip sosyalizmin olanaklı olup olmadığı yönünde tartışmalar yaptı. Üniversite öğretim üyeleriyle bağlantılar kurup çeşitli toplantılar düzenledi. Bunların üzerinden solda yer alan aydınlar bir araya gelmeye başladı, hatta bir yayın organı dahi yayımlamaya başladılar bu aydınlar. Küreselleşme ve neoliberalizm karşıtı bir yayın organıydı bu. Günümüze gelindiğinde küreselleşme ve neoliberalizm karşıtlığını yalnızca partimiz çevresindeki aydınlar savunur durumdalar. Diğer aydınlar küreselleşmeyi savunuyorlar. Tehlikeli olan bir başka grup da devrimci, sosyalist söylemleri kullanan post-modernist akımlar. Devrimci gözüken ama özünde karşı-devrimci olan gruplar. Yerlilerin siyasi hareketi olan PACHAKUTlK de bu konumda şu an.

Kültürel alandaki mücadele için araçlarınız var mı? Radyolardan, televizyonlardan, gazetelerden yararlanabiliyor musunuz?
İki büyük kentimiz başkent Quito ve Guayaquil’de (İki büyük ticari kent diyebiliriz bunlara) hem radyo, televizyon istasyonları hem de burjuva gazeteler tamamen bir sansür uyguluyor bize. Bunları kullanamıyoruz. Ancak küçük şehirlerde gerek radyo-televizyon istasyonlarını gerekse belli oranda gazeteleri kullanabiliyoruz. Ülke çapında yayın yapan medya ise bize kesinlikle yer vermiyor. Bununla birlikte biz çeşitli etkinlikler, festivaller, parti müzik gruplarının verdiği konserler düzenliyoruz. Kültürel alanda, çok değişik etnik gruplara sahip olan bir ülke olduğumuzdan, tüm renklere yer vermeye çalışarak kültürel üretimlerde bulunmaya çalışıyoruz. Çünkü bu etnik grupların hepsinin kendine özgü ve önemli yanları var.

Ülkede kitap yayın etkinliği ne durumda? Özellikle Marksist klasikler basılabiliyor, bulunabiliyor mu? Partinin bu yönde bir çalışması var mı?
Basın yayın alanında ekonomik sorunlara da paralel olarak ciddi bir daralma yaşanıyor. Örneğin birçok gazete yayınını durdurdu, tirajları düştü, yeni yöntemler arar hale geldi. Kitap konusunda da bu böyle. Marksist klasikleri, ticari amaçla olsun, yayımlayan tek bir yayıncı yok. Parti kendisi bazı kitaplar çıkardı. “Manifesto”, “Ne Yapmalı?”, “Bolşevik Parti Tarihi”, “Sol Komünizm” ve birkaç tane daha… En çok satan tür, romanlar. Bunlar bile ancak 1000 adet basılıyor.

Partinin kendi politik görüşlerini anlattığı kitaplar var mı?
Yaklaşık on yıl önce bastığımız bir kitap vardı. “Propagandanın El Kitabı”. Şimdi onun genişletilmiş bir baskısını yeniden yayımlayacağız. Bunun dışında militanların eğitimi için parti okullarında kullanılan kitapçıklar var. Bir de öğretmenler sendikasıyla birlikte çıkarttığımız yayınlar… Örneğin “Eğitim ve Sınıf Mücadelesi” gibi.

Parti okulları dediniz. Biraz açar mısınız?
Bunlar üç ana bölümde eğitim veren yapılar. İlki, parti üst kadroları için örgütlenen bir ay süren okul. Eyalet komitelerinde yer alan kadrolar katılıyor bu okula. Bir ay boyunca felsefe, ekonomi, Ekvador’un toplumsal analizi, parti, devrimin yolu-yöntemleri uluslararası durum, teorik, teknik ve pratik, propaganda, finans, kitle içinde örgütlenme gibi konularda eğitim veriliyor. Bir alt düzeyde 5–8 gün süren bir okulumuz var. Burada daha çok mahalle ve üniversite komiteleri gibi orta düzeydeki kadrolarımız eğitiliyor. Bir üst düzeyde eğitimi yapılan konular daha sade bir dille işleniyor. Üçüncü düzeyde ise 3 gün süren ve tüm parti üyelerinin katıldığı okullar var. Genel olarak parti çalışması ve kitle içinde çalışma eğitimi veriliyor. Bu okullara zaman zaman Şili, Venezüella, Dominik Cumhuriyeti’nden kardeş partilerden yoldaşlar da katılıyor. Kolombiya Komünist Partisi – Halk Kurtuluş Ordusu (PCC(ML) – EPL) üyesi bazı yoldaşlar da özellikle teknik konularda eğitim vermek için okullara katılıyorlar.

Ocak 2001

Felsefe bilimler-üstü bir bilim midir?

İnsanın kendini, doğayı, toplumu anlama ve değiştirme çabası, onun tarih boyunca temel uğraşı olmuştur/olmaktadır. Bu uğraşın çerçevesini ise zorunlu ve sonsuz insan ihtiyaçlarının karşılanması için -maddi ve düşünsel- üretim ve genişletilmiş yeniden üretim belirlemektedir. Bu aynı zamanda doğa bilimlerinin/pozitif bilimlerin ve felsefenin tarihsel serüveninin de maddi temelidir.
Bu serüven, belirtilen maddi temele bağlı olarak insanın insana, sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte de bir sınıfın bir başka sınıfa egemen olma sürecini de kapsar. Dolayısıyla, doğa bilimleri/pozitif bilimler ve felsefe, insanının kendini, doğayı ve toplumu anlama çabasının bir ürünü ve aracı olmakla kalmaz, bununla birlikte tarihsel gelişim ve ilerleme içerisinde insanın insana ve bir sınıfın bir başka sınıfa egemen olmasının aracı olarak da işlev görmüştür ve görmektedir.
Bugün de ülkemizde başta “yükseköğrenimin baronları”, “YÖK şefleri” olmak üzere, yazılı-görsel sermaye medyasının kalemşorları ve burjuva ideologlar her şeyi tersyüz ederek, yarattıkları yanılsama ve fikri karmaşayı, kapitalist emperyalist sistemin egemenliğini sürdürmenin dayanağı olarak kullanıyorlar. Yerküre üzerinde son yirmi yıldır toplumların düşünsel hayatına hâkim kılınmak istenen “ideolojiler öldü” kanısı; özünde burjuvazinin sosyal, iktisadi ve ideolojik hegemonyasının yeniden üretimini amaçlıyor.
“İdeolojilerin öldüğü” ilan edildikten sonra, burjuva ideologlar “bilimin somutluğu” adına, bilimi ve bilgiyi pazara süren, üretimin temel girdileri arasında sayıp metalaştıran, sırf bu iş için özel şirketler kurup “yeni bir sektör” yaratan bir ideolojik çizgide çalışmalarını sürdürüyor. SAS Institute isimli Amerikan şirketi, bu temelde 120 ülkeye hizmet veriyor ve bunların birçoğunda bürosu bulunuyor. Benzer birçok şirket var ve bunlar işlevlerini şu sözlerle açıklıyorlar: “Hemen her platformdan, istenilen her formatta topladıkları veriyi işleyerek ve bilgiye dönüştürerek verimlilik, rekabet üstünlüğü ve karlılığı artırmak üzere müşterilere sunmak.”
Bilim ve bilgi karşısındaki bu tutum, felsefe ve bilim ilişkisi tersyüz edilerek, bu tersyüz edilmişlik içerisinde felsefe, ideolojinin yerine geçirilerek güçlendiriliyor. Okumuşundan, mürekkep yalamışından en cahiline kadar (burjuva bilimciden, akademisyenden reklâmcısına, iletişim uzmanına, mankenine, pop starına kadar), ne yaptığını bilenlerin ve bilmeyenlerin yer aldığı geniş bir yelpaze oluşturan burjuva propaganda güruhu, vıcık vıcık bir burjuva ideolojik propagandayı, bilimsellik ve felsefilik adı altında gençliğin ve emekçi halk yığınlarının önüne koyuyor. İşine geldiğinde, “benim felsefem bu”, “şirketimizin felsefesi bu” ya da “yaşam felsefesi meselesi bu” vb. diyerek yapılan bir “felsefe popülizmi”, diğer yanda ise felsefeyi her şeyin yerine geçirerek ve üzerinde tutarak yapılan seçkincilik…
Böyle bir durumda, bilim-felsefe ve ideoloji ilişkisini doğru kavramak, bugün özellikle lise ve üniversite gençliği içerisinde yaygın bir ilgi alanı oluşturan felsefe konusunda doğru bir öğrenme süreci açısından önemlidir. Ülkemizde, burjuva ideolojinin temel üretim alanı olan ve 12 Eylül ile birlikte bu yönü daha da belirginleştirilen üniversitelerdeki gerici şoven düşünsel hegemonyaya karşı bir dalga yaratmak açısından da konunun tarihsel arka planına özet olarak değinmenin anlamlı olacağı düşüncesindeyiz.

DOĞA BİLİMLERİ/POZİTİF BİLİMLER VE FELSEFE
Bilindiği gibi felsefi sistemleri, düşünce ile maddenin (varlığın) bağıntısı sorununa verdikleri yanıt ve getirdikleri çözümleme ye göre idealist ve materyalist olmak üzere iki büyük kampa ayrılır. Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmelerin geri düzeylerde olduğu, doğa bilimleri/pozitif bilimlerle felsefe arasında henüz bir “alan ayrımının” olmadığı dönemlerde, insanın kendini, doğayı ve toplumu anlama çabası büyük oranda felsefenin koyduğu düşünce ve mantık sistemleri tarafından yönlendiriliyordu. Uzunca bir dönem düşünce ve mantık sistemlerine egemen olan felsefi akımlar özünde hep idealist-metafizik felsefi akımlar oldu.
Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerlemeye bağlı olarak -özellikle ortaçağın sonlarına doğru- insanı; doğayı ve toplumu anlamaya yönelik çalışmalarda maddeci dünya görüşünün öne çıktığını görürüz. Bu dönemler felsefe alanında idealist ve materyalist felsefe arasındaki kamplaşmanın daha da belirginleştiği dönemlerdir.
Bu süreci Engels en genel hatlarıyla şöyle anlatıyordu: “Her felsefenin, özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşünce ile varlığın bağıntısı… düşüncenin varlığa, tin’in doğaya ilişkisi, … tin’in mi, doğanın mı, hangisinin en ilk öğe oldukları sorunudur. … Bu soruyu yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa ayrılıyorlardı. Tin’in doğaya oranla önce gelme özelliğini ileri sürenler, idealizm kampını oluşturuyorlardı. Ötekiler, doğayı ilk öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullarında yer alıyorlardı.”

a) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve idealist felsefe
19. yüzyılın ilk yarısında felsefe alanındaki kamplaşmanın idealizm cephesindeki en ileri temsilcisi Hegel’di. Hegel, kendinden önceki idealist filozofların, dünyayı olmuş bitmiş süreçlerin, donukluğun, hareketsizliğin, değişmez mutlaklığın bir toplamı olarak algılayışlarına önemli bir darbe vurmuştu. Hegel, kendi felsefesinin temeline hareket ve değişimi koymuştu. Ancak Hegel’in diyalektiğinde doğa bilimlerinin ortaya çıkardığı maddi gerçekliklerin tuttuğu yer, evrensel aklın (us’un), idenin, tin’in kendini gerçekleştirmesinden öte bir anlam içermiyordu. Hegel’in felsefesindeki değişim ve hareket, evrensel us’un, tin’in sahip olduğu özgürlük doğrultusunda kendisini özgür kılma serüveninin hareket ve değişiminden başka bir şey değildi.
Hegel şunları yazıyordu: “… Dünya tarihini son ereğine göre incelemeliyiz; bu son erek dünyada istenen şeydir. Tanrıya gelince, onun en yetkin olduğunu biliyoruz: o bundan ötürü yalnız kendini ve dengini isteyebilir. Tanrı ve onun istencinin doğası birdir: felsefede buna ide diyoruz. Böylece ide kendi basmadır, ama incelememiz gerekir. İnsan tin’i öğesidir. Daha belirli olarak ide, insan özgürlüğü idesidir. İdenin kendini en salt açma biçimi düşüncenin kendisidir: ide mantıkta böyle ele alınır. Başka bir biçimi ile fiziksel doğadır, üçüncüsü ise sonuncusu ve tin dediğimiz şeydir.”
“… Tin doğası kendini tam karşıtında bildirir bize. Tin’i maddenin karşısına koyuyoruz. Nasıl ağırlık maddenin tözü ise, özgürlüğün de tin’in tözü olduğunu söylemeliyiz. Herkes tin’in başka Özellikler yanında bir de özgürlüğe sahip olduğuna doğrudan doğruya inanır. Felsefe ise bize, tin’in başka bütün özelliklerinin özgürlükten ileri geldiğini, hepsinin özgürlüğe aracı olduğunu, hepsinin özgürlük ardında olup onu meydana getirdiğini öğretir. …”
İdealizmin bu en ileri temsilcisinde bile, doğanın ve onun içerisinde insanın maddi varlığına ilişkin doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerlemelerin ortaya koyduğu maddi gerçeklik evrensel aklın yansımalarından, görüngülerinden başka bir şey değildi.

b) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve “eski” materyalizm
Felsefi kampın materyalist cephesinde ise Başta Feuerbach olmak üzere, Thomas Huxley, Büchner, Vogt, Moleshcott’un materyalist görüşleri vardı. Ancak onların materyalist görüşleri de, doğa bilimlerindeki gelişmelerin, madde ve düşünce arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkinin tarihsel gelişim ve ilerleme yasalarını bütünlüklü olarak ortaya koymakta yetersiz kalıyordu.
Bütün bu materyalistlerin eksikliği ve “kaba”lıkları üç noktada eleştiri konusuydu: “1) Bu materyalizmin ‘mekanik yanı ağır basmakta’ idi, kimya ve biyolojide sağlanan en son gelişmeleri hesaba katmıyordu (bugün, maddenin elektrik teorisini de katmak zorunluluğu vardır); 2) eski materyalizm ne tarihsel idi ne de diyalektik (anti-diyalektik anlamda metafizikti) ve evrim anlayışına sistematik ve genelleştirilmiş bir biçimde bağlı değildi; 3) eski materyalizm, ‘insan özü’nü, (somut olarak ve tarihsel olarak saptanmış), ‘bütün toplumsal ilişkilerin karışımı’ olarak değil de, soyut olarak görüyor ve bu yüzden dünyayı yalnızca ‘yorumluyordu’, oysa bu bir ‘değiştirme’ sorunuydu, yani ‘devrimci pratik eylem’in özünü kavramamıştı.” (Marx ve Engels’ten aktaran Lenin; Marx, Engels, Marksizm)
Bu pasajdan, Marx ve Engels tarafından “eski” ve “kaba” olarak nitelendirilen materyalistlerin, idealist felsefeye karşı mücadelede doğa bilimlerinde gelişmelerin ortaya çıkardığı birikimi yeterince dikkate almadığı ve dünyayı değiştirme eyleminin önemini kavramadığını öğreniyoruz. Söz konusu eksiklik, aynı zamanda “eski” materyalistlerin idealist-metafizik felsefeye bilinemezcilik, olguculuk gibi özünde metafizik olan akımlara açık kapı bırakması sonucunu da doğuruyordu.
Comte, Hume ve Kant gibi metafizik felsefede önemli yer tutan isimlerin olgucu (pozitivist), eleştirici, bilinemezci düşüncelerinin kendilerine doğa bilimleri-pozitif bilimleri temel aldıklarını da unutmamak gerekir. Bu filozofların her biri fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi doğa bilimleri/pozitif bilimler alanında eğitim görmüşlerdir. Ancak her birinin olgucu, eleştirici, bilinemezci, uzlaştırmacı yaklaşımları, doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmelerin bir biçimde idealist-metafizik felsefelerin şemsiyesi altında kalmasına hizmet etmiştir.
Marx bu filozofların yaklaşımını da eleştiriyor ve “… bu felsefeyi, idealizme verilmiş ‘gerici’ bir ödün ve en iyimser anlamda ‘materyalizmi açıktan açığa geri çevirirken, gizlice, utangaç bir biçimde kabul etme’ olarak niteliyordu.”
Sonuç olarak. 1800’lü yılların ortalarına kadar doğa bilimleri/pozitif bilimler alanındaki gelişmeler; idealist-metafizik felsefe ve “eski” materyalizm tarafından ileriye dönük, genelleştirilebilir ve sistematik bir yaklaşımla yorumlanmaktan, doğanın, toplumların ve politik ekonominin gelişim ve ilerleme yasalarını kavramaktan ve dünyayı değiştirmek için kullanılacak bir bilimsel yöntem oluşturmaktan şu veya bu oranda uzak kalıyordu. Bu durum aynı zamanda, doğa bilimleri/pozitif bilimlerin, böyle bir bilimsel yöntemi kullanarak insanın kendini, doğayı ve toplumları anlama, yorumlama ve değiştirme eylemine katkıda bulunacak daha ileri adımlar atmasında zayıflatıcı bir etki yapıyordu.
c) Doğa bilimleri/pozitif bilimler ve diyalektik ve tarihsel materyalizm
Önceleri kısa bir süre Hegel’den etkilendiğini söyleyen, sonraları ise Feuerbach’ın materyalizminin sıkı bir takipçisi olduğunu vurgulayan Karl Marx, görüşlerinin biçimlendiği 1844’lü yıllardan başlayarak materyalistti ve yaşamının sonuna kadar felsefeyi bilimsel temelleri üzerine oturtma mücadelesi verdi, oturttu ve geliştirdi.
Doğa bilimlerini/pozitif bilimleri, eski felsefenin mutlakçı, tanrıcı ve her türden metafizik cenderesinden kurtaran, felsefeyi bilimler-üstü bir bilim olarak tutma çabasına son veren Marx ve Engels oldu. Marx ve Engels, yaşadıkları çağa kadar olan süreçteki bilimsel gelişmelerin toplam bilgisini büyük bir titizlikle incelediler ve o güne kadarki felsefi akımların köklü bir eleştirisini yaptılar. Hegel’in diyalektiğini “ayakları üzerine oturtarak” ve “eski” materyalizmin yukarıda da ortaya konulan eksikliklerini gidererek felsefeyi bilimsel temellerine oturttular.
Marx ve Engels’in kuruculuğunu yaptıkları diyalektik ve bilimsel materyalist felsefe, başta Hegel’in diyalektiğinin olumlu yönleri olmak üzere, o güne kadarki felsefenin bütün devrimci özelliklerini içinde barındırıyordu. Ama aynı zamanda bir bütün olarak geçmiş felsefi akımlardan, bu akımların felsefeye yüklediği misyonlardan köklü bir kopuşu da ifade ediyordu. Dahası, Marx ve Engels’le birlikte felsefe tarihinde yeni bir dönem -felsefenin “bilimler-üstü bir bilim” olmaktan çıkıp bir yöntembilim olarak alanının netleştiği- başlıyor ve bu devrimci anlayış tarihteki yerini alıyordu.
“Bilinçli diyalektiği, (Hegelcilik de dâhil idealizmin yıkımından) kurtarma gereğini kavrayan ve onu doğanın materyalist anlayışına uygulayan, hemen hemen yalnızca Marx ve ben olduk.” (Engels)
“Diyalektik materyalizmin, artık diğer bilimlerin üstünde olan bir felsefeye ihtiyacı yoktur. Daha önceki felsefeden düşünce bilimi ve onun yasaları, biçimsel mantık ve diyalektik kalmıştır. Marx’ın anladığı biçimde ve Hegel’in de anlayışına uygun olarak diyalektik, şimdi bilgi teorisi ya da epistemoloji adı verilen şeyi kapsar; bilgi teorisinin de, bilginin kaynağını ve gelişmesini, bilgisizlikten bilgiye geçişi inceleyerek ve genelleştirerek, konusunu tarihsel olarak ele alması gerekir.” (Lenin)
İşte Marx ve Engels bunu yaptılar ve diyalektiği insanın kendini, doğayı ve toplumu anlaması, değiştirmesi eyleminin tarihini ve ilerleyişini bilmenin başat yöntemi haline getirdiler. Dahası, doğa bilimleri/pozitif bilimler ile felsefe arasındaki bağıntıyı bilimsel temellerine oturttular ve felsefeyi sadece tek tek üstün bireylerin, okumuşların, filozofların ve onların öğrencilerinin “okullarının” bir işi olmaktan çıkardılar ve bu dönemi bir anlamda kapattılar.
Engels şöyle diyordu: “… Felsefenin bu şekilde ifade edilen amacının, ancak bütün insanlık tarafından ilerleme ve gelişme içinde yerine getirilebilecek olan bir görevin, bir tek filozofa verilmesinden başka bir anlama gelmediğini kavradığımız andan itibaren, bugüne kadar kabul edile gelmiş anlamıyla felsefe son bulmuş demektir. Bu yolla ya da herhangi bir tek birey tarafından elde edilemeyecek olan ‘mutlak gerçeği’ kovalama yerine, müspet bilimlerin yolundan giderek, ulaşılabilir göreli gerçekleri kovalamak ve bu bilimlerin vargılarını diyalektik düşünce aracılığıyla özetlemek gerekir.”
Çünkü artık: “Önceki sistemlerden farklı olarak Marksist felsefe, diğer bilimlerin üzerinde bir bilim değildir; tersine bir bilimsel araştırma aracıdır, bütün doğa ve toplum bilimlerine nüfuz eden ve onlar geliştikçe kendini onların ürünleriyle zenginleştiren bir yöntemdir. ” (Jdanov)
Bugün doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki ilerleme ve gelişmenin boyutu öyle bir noktaya varmıştır ki, bu bilim dallarını amaç ve kapsamlarına göre sınıflandırmak, birbirlerinden nasıl faydalandıklarını ve birbirlerini nasıl etkilediklerini ortaya koymak, kendi aralarında yeni alt bilim dallarına nasıl ayrıştıklarını tespit etmek başlı başına ayrı bir araştırmanın konusudur.
Ancak şunu söyleyebiliriz ki diyalektik ve bilimsel materyalizm, o güne kadar her şeyin başı ve sonu olarak görülen ve her şeyin üzerinde gösterilen felsefeyi bu durumdan kurtarmış; doğa bilimleri/pozitif bilimler ve toplum bilimleri arasındaki yerini, ilişkiyi bilimsel temellerine oturtmuş ve toplumların ideolojik üst yapısındaki ait olduğu yere koymuştur.
Bütün bunlar bize doğa bilimleri/pozitif bilimler alanında yaşanan ilerlemeye, gelişmelere bağlı olarak, doğa bilimleri ile felsefe arasında henüz bir ayrışmanın olmadığı dönemlerden, birçok müspet bilim dalının felsefeden ayrılmaya başladığı ve felsefenin de diyalektik ve tarihsel materyalizmle birlikte bilimsel temellerine oturduğu, böylece felsefenin de bir bilimsel araştırma yöntemi olarak alanının ayrıştığını ve felsefenin bir bilimler bilimi olmaktan çıktığını da göstermektedir.
“Felsefenin gelişmesinin kendine özgü niteliği, doğaya ve topluma ilişkin bilimsel bilgi geliştikçe, müspet bilimlerin birbiri ardından felsefeden ayrılmış olmalarında yatar. Dolayısıyla felsefenin alanı, müspet bilimlerin gelişmesi sonucu sürekli olarak daralmıştır. (Bu sürecin bugün bile sona ermemiş olduğunu söyleyebilirim.) Doğa ve toplum bilimlerinin bu şekilde felsefenin vesayetinden kurtuluşu, gerek doğa ve toplum bilimleri için, gerekse felsefenin kendisi için bir ilerleme oluşturmaktadır.” (Jdanov)
Doğa bilimleri/pozitif bilimlerdeki gelişmeye bağlı olarak, bu bilimlerin alanlarıyla felsefenin alanının ayrışması süreci, felsefenin bilimsel temellerine oturtulması süreciyle de tamamlanmıştır. Marx ve Engels’in felsefeyi bilimsel temellerine oturtması, diyalektik ve tarihsel materyalizm gibi bilimsel bir yöntemin inşası bize şunları söyleme olanağı vermiştir:
Eski felsefenin ve doğa bilimlerinin toplam birikimi, eleştirisi ve yeni tarzda inşası diyalektik ve bilimsel materyalizmin doğuşunun temelini oluşturdu.
Diyalektik ve bilimsel materyalist yöntem, sadece felsefe alanının bir yöntemi değil, doğanın, toplumların ve politik ekonominin ilerleme ve değişim yasalarını bilme ve dünyayı değiştirme eyleminin bilimsel kılavuzu olmuştur. Dolayısıyla diyalektik ve bilimsel materyalizm, bütün bilim dalları içinde bilimsel araştırma ve bilimsel bilgiyi edinmenin yöntemidir.
Felsefenin görevi ise artık, doğru ve gerçek bilgiyi edinmenin yöntemi olarak işlev görmesidir. Bu ise felsefenin -Engels’in ve Lenin’in de belirttiği gibi- “mutlak gerçek” peşindeki soyut serüveninin yerini, doğa bilimleri/pozitif bilimlerin peşinden giderek, onların vargılarını özetlemek, bilginin kaynağını ve gelişmesini, bilgisizlikten bilgiye geçişi inceleyerek ve genelleştirerek, konusunu tarihsel olarak ele almaktır.
Günümüz koşullarında, doğa bilimleri ve pozitif bilimlerdeki ilerlemeye paralel olarak, her bilim dalının kendi konusunu oluşturan alanda, bağlantılı olduğu bütün “alt bilim dalları”yla birlikte, kendi bilgi teorisini “bağımsız olarak” oluşturduğunu söylemek ise bilgi teorisi açısından somut bir duruma işaret etmek olacaktır. Bu da felsefenin, bu farklı bilim dallarının oluşturduğu bilgi teorisini “merkezileştirerek” ideolojik çatı içerisindeki yerine oturtma işleviyle sınırlı bir süreci yaşadığının somut ifadesidir. Artık alanı ideolojiler, ideolojiler arasındaki mücadele içerisinde bir “bilgi bilim” aracı olarak işlev görmekle sınırlanmış ve bu sınırlanması giderek artmakta olan felsefe ile karşı karşıyayız.
Dolayısıyla felsefe her şeyin başı sonu, bilimlerin üstünde bir bilim veya bilimler bilimi değil (Marksizm öncesi dönemde büyük oranda bu yaklaşım egemendi. Marksizm’le birlikte ve günümüzde bu anlamda felsefe tarihe karışmıştır) bilimsel öğrenme yöntemidir. Dolayısıyla toplumsal üst yapının, ideolojik yapının içindi bir parçası olarak yerini almıştır.

BİLİM VE FELSEFE İLİŞKİSİ VE İDEOLOJİK MÜCADELE
Şüphesiz bütün bunlar, Marksist felsefenin tarih sahnesine çıkmasından sonraki süreçlerde, idealist-metafizik felsefenin savunucularının bir köşeye çekilip meydanı Marksizm’e bıraktıkları anlamına gelmez. Bir başka söyleyişle, Marksist felsefe ile metafizik-idealist felsefe arasındaki mücadele bitmiş ve birileri felsefeyi, bilimi kendi sınıfsal varlığının ve egemen toplum sisteminin “mutlaklığım ve bakiliğini” savunmanın, bu temelde bir ideolojik mücadelenin sürdürülmesinin aracı olarak kullanmaktan vazgeçmiş değildir.
Ancak, bir kez Marksizm bilim, felsefe ve ideoloji arasındaki bağıntıyı adamakıllı kurduktan sonra felsefe alanında yaşanan mücadele süreci, temelde ideolojik mücadele sürecidir; Marksizm ile her renkten burjuva ideolojisi arasındaki mücadele süreci.
Sosyal bilimlerin bir bilim dalı olmaktan çıkarılması için açılan savaş, uygulamalı bilimler dışında bir bilim kabul etmeme anlayışının altında yatan nedenler…
Biyolojik determinizm, ideoloji olarak biyoloji eksenli tartışmalar. Olaylar ve olgular arasındaki neden sonuç ilişkilerini ekonomi politiğin ve toplum yasalarının çok yönlü ilişkileri üzerinden diyalektik bir düzlemde değil de, biyolojik nedensellik düzleminde sıkıştırılıp kalması arayışı…
Biyoteknoloji başta olmak üzere ”bilimsel, teknik devrim” üzerine oturtulan ve dünyayı tekniğin yasalarıyla açıklama, teknik ne-denedik ve zorunluluk üzerine tezler…
Bütün bunların, felsefeyi gericileştiren, burjuva ideolojik, karşı-devrimci “doktrin arayışlarının unsurları olmaları dışında felsefi olarak hiçbir değeri yoktur. Felsefeyi, dünyayı yeniden yorumlamakla ve mevcut statükoya boyun eğmek eksenine sıkıştıran dinozorca, arayışla, felsefenin ideoloji içerisindeki yerini donuklaştırma ve bilimle olan bağlarını tersyüz etme çabasıyla ise doğrudan bağlantıları vardır.
Sonuç olarak; Marx, felsefe alanındaki çalışmalarını değerlendirirken icat ettiği yeni bir şey olmadığını söyleyerek “Diyalektik Hegel’de tepe üstü duruyordu. Benim yaptığım onu ters çevirerek ayakları üzerine oturtmak oldu” diyordu. Bugün birçok burjuva ideolog, sermayenin paralı kalemşorları ve tekelci medyanın başını tutmuş gazeteci-yazar taifesinin çabası felsefeyi yeniden tepe üstü çevirmek ve dünyanın, insanlık ve toplumlar tarihinin devrimci temelde kavranması ve değiştirilmesi eylemini bilinmezciliğin, statükoculuğun, post-modernizmin vb. her renkten ve soydan pespaye burjuva ideolojisinin çıkmaz sokaklarında boğmaktır. Çabanın hedef kitlesi ise özelde öğrenci gençlik, genelde ise bütün gençlik ve emekçi halktır.
Dolayısıyla konuyu yukarıda özet olarak ortaya koymaya çalıştığımız çerçevede ele almak, bilim, felsefe ve ideoloji ilişkisini doğru kavramak, bu alana gerçekçi ve “objektif” bir yaklaşımın kapılarının sonuçta diyalektik ve tarihsel materyalizme açılacağını görmek, bunu unutmamak gerekir.
Başka çıkış yok! Ötesi gericilik, çağ dışılık ve gerçek anlamda “dinozorluk”tur.

Ocak 2001

Bilimsel sosyalizmin bir yol haritası: Ateşi Çalmak

Geride kalan 2000 yılında en çok okunan kitaplar içinde tarihi romanların ilk sırayı tuttuğu, herkesçe üzerinde anlaşılan bir saptama oldu. Gerçekten de bu sıralar adeta tarihi romanlarla yatılıp kalkılıyor. En çok okunanlar listesinde ilk sırada yer alıyorlar. En çok onlar hakkında yazılıyor, en çok onlar hakkında konuşuluyor. İnsan ilk bakışta, sıkıcı ders kitaplarıyla köreltilmiş tarih merakının uyandığı izlenimine kapılıyor.
Ama bu ilginin tarihin doğru anlaşılmasına yardımcı olduğunu düşünmek saflık olur. Başka birçok şeyin yanı sıra, bu kitaplar insanları bugünün sorunlarından uzaklaştırmak, geleceğe dair umutsuzluğa sürüklenmiş insanları geriye bakmaya yöneltmek gibi bir işlev görüyorlar; en azından böylesi bir amaçla pompalanıyorlar.
Bu genelleştirme, elbette şimdilerde pek rağbette olan sultanların, kralların vb. yaşamlarını anlatan, tarihin eğlenceli olayların bir fonu olarak kullanıldığı kitaplarla sınırlı. Oysa gerçek tarihi romanların önemi büyük. Ve hatta bu türden ‘tarihi’ romanlara karşı materyalist bir anlayışıyla yaratılmış tarihi romanları öne çıkarmak özel bir önem taşıyor.
Bu türde alternatif romanlardan biri hiç kuşkusuz “Ateşi Çalmak”. Bilimsel sosyalizmin kurucuları, işçi sınıfı hareketinin örgütçüleri ve pratik önderleri olarak Karl Marx ve Friedrich Engels’in yaşamlarını eksen alan roman aynı zamanda 19. yüzyılın bir panoramasını da veriyor. Bu eser bir bakıma işçi sınıfının yüz yıllık mücadelesinin de tarihidir. Avrupa işçi sınıfı, yaşam koşulları, moral özellikleri, kültürel seviyesi ile yansıtılır. Romanda o yüzyılın büyük çalkantıları, devrimler ve yenilgiler, adeta bir kamera tutulmuş gibi ayrıntılarla canlandırılır.
Sovyet yazar Galina Serebryakova tarafından onlarca yıllık titiz bir araştırma ve incelemeden sonra kaleme alman “Ateşi Çalmak”ın ilk cildi Türkiye’de 1994 yılında yayınlanmıştı. 2000 yılı Aralık’ında dördüncü cildi de yayınlanarak yüzyıl başlarından Marx’ın ölümüne kadar uzanan dönem okuyucuya sunulmuş oldu. Yayınlanmış dört cildi 2200 sayfa kadar tutan bu nehir roman hem bir devrimler yüzyılı olan 19. yüzyılı tüm zenginliği ile tanımak ve hem de Marx ve Engels’in örnek yaşamlarını, mücadelelerini, sosyalist teorinin doğuş ve biçimleniş koşullarını, gelişim özelliklerini anlayabilmek için başvurulması gereken temel önemde bir yapıttır. “Ateşi Çalmak”, kuşkusuz bir teori kitabı değildir; ama Marx ve Engels’in yapıtlarında en rafine haliyle karşımızda duran sosyalist teorinin anlaşılmasını kolaylaştıran, bilgi veren, bilgilerin kökleşmesini sağlayan bir yardımcı eserdir. Eserin roman türünde olması, okuyucunun, dönemi, olayları ve kişileri daha ayrıntılı, sosyal ve kültürel ortamla birlikte daha yakından tanımasını sağlar ve öğreticiliğinin yanında ona edebi bir haz da verir.
Marx’ın bir yapıtını okurken, eserin son, tamamlanmış hali vardır karşımızda. Bu eser karşımızda içeriği ile durur; ama çoğunlukla nasıl bir ihtiyaca karşılık olarak, hangi tartışmaların içinden süzülerek, hangi güçlükler içinde yazıldıklarına dair bir fikir vermez. “Ateşi Çalmak” ise bir yandan Marx ve Engels’in temel düşüncelerini, kimi yerlerde çarpıcı alıntılarla, kimi yerlerde ateşli tartışmalar içinde, kimi yerlerde ise işçilerle diyalog içinde özetler; ama öte yandan dönemin ortamı, yaratıcıların yaşamları, onların eserlerini yaratırken çektikleri sıkıntılar hakkında bizi bilgilendirir.
“Ateşi Çalmak”, geniş kapsamı, zengin olaylar örgüsü, Marx ve Engels’in çok değişik alanlarda gerçekleşen tüm çalışmalarını ele almış olması bakımından pek çok yönüyle değerlendirilebilecek niteliktedir. Ama bir dergi yazısı ile eseri tüm yönleriyle değerlendirmek olanaksızdır. Bu nedenle bu yazıda eser, tüm yönleriyle değil, daha çok sosyalist teorinin oluşumu, gelişimi ve yaratıcılarının yüksek devrimci nitelikleri bakımından değerlendirilmeye çalışılacaktır. (Ateşi Çalmak’a ilişkin genel bir değerlendirme için Özgürlük Dünyası’nın Aralık 1994 tarihli 74. sayısına bakılabilir.)

BİLİMSEL SOSYALİZMİN KAYNAKLARI
Bilimsel sosyalizmin başlıca üç kaynaktan beslenerek şekillendiği bilinmektedir: İngiliz politik ekonomisi. Alman felsefesi ve Fransız sosyalizmi. Kuşku yok ki, bu beslenme, adı geçen düşünce akımlarının fikirlerinden kimi unsurların dışarıda bırakılması, kimilerinin de bir araya getirilmesi gibi basit, mekanik bir işlem değildir. Bu beslenme, insan düşüncesinin o güne kadarki gelişiminin en yetkin hali olarak bu akımların görüşlerinden elbette yararlanıldığını, hatta onların bazı görüşlerinin benimsendiğini ifade eder. Ama aynı zamanda Marx ile Engels’in, teorinin inşası sürecinde en büyük savaşı da bu akım temsilcilerine karşı verdiğini gösterir. Marksizm, bu akımların derin bir eleştirel incelemeden geçirilerek kapsanması sonucunda doğmuştur.
En önemli temsilcilerini İngilizlerin oluşturduğu politik ekonomi; Hegel’de doruğa varan idealist felsefe; ağırlıklı olarak devrimler ülkesi Fransa’da kök salan sosyalizm akımları ve pratiği… Bunlardan beslenmek ve bunları aşmak ne demektir acaban Bu sorunun ayrıntılı bir yanıtını “Ateşi Çalmak”ta buluyoruz.
Yukarıda da belirtildiği gibi bu üç akım, insanlık düşüncesinin o güne kadarki tüm gelişimini temsil ediyordu. Marx ve Engels, birer peygamber olmadıklarına ve gerçekler onlara gökten vahiy yoluyla gelmeyeceğine göre, her şeyden önce mevcudu incelemek zorundaydılar. Bu akımlar burjuva çerçevedeki gelişimlerini tamamlamışlardı, yeni bir aşamaya yükselemediklerinden tıkanmışlardı, içerdikleri olumlu özellikler burjuva bir kabuk içindeydi. Marx ile Engels, bir yığın saçmalık, laf kalabalığı içine sıkışıp kalmış olumluluğa ulaşmak için her şeyden önce bu yığını enine boyuna incelemek zorundaydılar. Bu yığın ise yüzlercesi tarafından yazılmış binlerce kitap, rapor ve belge demekti. Sadece bu da değil. Aynı zamanda bunların ışığında değerlendirilerek tüm doğa bilimlerinin de incelenmesi gerekiyordu. İşte “Ateşi Çalmak”ta Marx ve Engels’in ayrı ayrı yollardan giderek aynı noktada buluşmaları, o güne kadarki insanlık birikimini nasıl bir titizlikle incelediklerini heyecan içinde gözleriz.
Marx’ın 1844 yılında hukuk biliminin Hegelci kavranışından “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” çalışması ile gerçekleştirdiği köklü kopuşa kadarki süreçte az yıla sığdırılmış yoğun bir inceleme dönemi vardır. İlerdeki arayışı içinde bilimsel bir şekle kavuşacak soruyu daha lise bitirme tezinde sormaya başlamıştır: Mutluluğun yolu insanlığı mutluluğa kavuşturmaktan geçmektedir.
Lise öğreniminin ardından hukuk öğrenimi görmek için yazıldığı Bonn ve ardından eğitimini sürdürdüğü ve doktorluk unvanı almasıyla sonuçlanacak olan Berlin günleri, Köln’deki “Ren Gazetesi” dönemi ve en sonu ülkesini terk etmek zorunda kaldıktan sonra yerleştiği Paris’te; “varolan her şeye cesurca saldırmak” ilkesi ile günler ve geceler boyunca okumuş, düşünmüş, sancı çekmiştir. Babasının da yakındığı gibi, bugün kurduğu sistemi yarın yıkarak, bir sonraki gün bir diğerini inşa etmeye koyularak ilerlemiş, düşünce dünyasında fırtınalar yaşamıştır.
İşte Berlin günlerinden bir sahne:
“‘Her şey hareket ediyor, her şey değişiyor. Dünya, nesneler, insanlar,’ diye tekrarlıyordu Karl bu berrak gerçeği ve Kopernik’in dünyanın döndüğünü kanıtladığı zaman duyduğu sevincin aynısını duyuyordu. Yüce, basit bir gerçek. (…)
”Bir aydan fazla bir süredir dışarı çıkmamak için hastalığını bahane ederek Hegel’i sayfa sayfa inceliyordu. Bu yeni fikirleri savaşa hazır bir düşman gibi karşıladı, ama kendini esir alınmış buldu. Hegel’den öncekilerin fikirlerini Hegel’in yıkıcı teorisine karşı savunmaya hazırdı, ama yenildi. Yaşamın anlamını ve gerçeğin kendisini bulma fırsatı; hareketli, olağanüstü, cesur bir beyin için çok çekici bir şeydi. Karl hiç acımadan kendi Olimpos’unu yıktı, Tanrıları tahttan indirdi ve onların burada, yeryüzündeki arayışı anlamalarını istedi. Kant, Schelling, Fichte; yakın bir zamana kadar onlara saygı duymuştu ama şimdi tozların içinde yenilmiş bir halde yatıyorlardı. Hegel, Karl’a dünyanın kapılarını açıyordu. İnsanlığın tarihini ve sosyal ilişkilerinin yapısını tanımasına yardım ediyordu.” (1. Cilt 3. Basım, sf. 300–301)
“Felsefenin karanlık, geçit vermez ormanlarında” ilerleyecek, dönemin en radikal, tanınmış profesörlerinin fikirlerini inceleyecek, bizzat mektuplaştığı Feuerbach’a da Hegel’e duyduğuna benzer bir hayranlık duyacaktı. Ama ruhu bir türlü uslanmayacak, arayışım sürdürecek, pratik eyleme karşı aşağılayıcı bir soğukluk taşıyan Feuerbach’a karşı sorular soracaktı:
“Mademki bilim, hayatın bilmecelerini çözmüyor, o halde biz ne yapalım? Dine mi dönelime Ama bu, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak anlamına gelir. Hayır. Yaşamın gerçekleriyle, pratikle iç içe olmamız gerekiyor. Teorinin çözemediği kaygıyı, güncel pratik çözecek.” (1. Cilt, sf. 584)
Marx, “devrimin canlı kitabı” olarak nitelendirdiği Paris’tedir artık ve Milli Kütüphane’de Fransa sınıf mücadeleleri tarihini incelemektedir:
“Yapılan fırtınalı tartışmaların ateşi hâlâ içinde canlıyken oradan, Milli Kütüphane’ye gitti. Kitaplar, orada onu bekliyordu. Kambur, çökmüş kütüphane görevlisi, Marx’ı saygılı bir şekilde karşıladı. Bu Alman, olağan bir okuyucu değildi. Kütüphaneci, hayranlıkla ona kitapları getirdi. Kitapları önünde tutarak getiriyordu. Sanki kamburu yer değiştirmişti. Adam Smith, Ricardo, James Mili, Say, Schulze… Fransız, kitapları mümkün olduğu kadar dikkatli bir şekilde masanın üzerine bıraktı ve ikinci postayı getirmek için hemen gitti. İkinci postada başka isimler vardı. İhtiyar, Marat’nın yazılarını, Robespierre’in, Mirabeau’nun ve Brissot’nun konuşmalarını, konvansiyon raporlarını, Desmoulins’in gazetesinin birkaç sayısını, Madam Rolland ve Lavoisier’in anılarını göğsüne bastırarak getirdi.” (1. Cilt, sf. 603–604)
O birinci büyük devrimi çözümlemekle uğraşırken Engels de İngiliz işçi sınıfının yaşamını derinliğine anlamak için fabrika müfettişlerinin raporlarını incelemektedir.
“Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi” ile insanlığın kurtuluşunun proletaryanın eylemi ile gerçekleşeceği net bir şekilde vurgulanmakta, Feuerbach üzerine incelemede ise ünlü 11. Tez formüle edilmektedir: “Felsefeciler şimdiye kadar dünyayı değişik şekillerde yorumlamakla yetindiler; oysa asıl yapılması gereken onu değiştirmektir.”
Teorinin temelleri atılmıştır ama daha kat edilecek çok yol vardır. Marx’ın karşısında burjuva politik ekonomisinin ‘saygın’ temsilcileri durmaktadır ve Marx, ilk ürününü 20 yıl sonra alabileceği bir çalışmaya girişmek için divitini silmektedir.
Kitap, en canlı betimlemelerle okuru Marx ile Engels’in yaratma süreçleri üzerine çeker. Kısacık bir cümlede dile gelen bu ‘beslenme’, ‘kapsama’ ve ‘aşma’ gerçeğinin ne büyük düşünsel çalışmaya ve sinirsel gerginliğe mal olduğunu okuyucunun zihnine kazır.

MARX’IN ESERLERİNİ OKUMA KLAVUZU
Kitapta, Marx ile Engels’in yaşamlarının ayrıntılı çizgileri, alışkanlıkları, beğenileri, sevdikleriyle ilişkilerinin yanında, onların eserlerinin hangi koşullarda, ne amaçla ve nasıl yazıldıkları da anlatılır.
Bu büyük devrimcilerin her bir yapıtı insanı hayrete düşürecek ölçüde parlak, derinlikli, gelişkindir. Bu yapıtları okuduğumuzda onların derin kavrayışları, sarsılmaz öngörüleri ve ezici polemik yetenekleri karşısında hayran kalırız. Peki, ama bu mükemmelliğe nasıl ulaşılmıştır, ne gibi sancılar çekilerek, ne gibi iç tartışmalar yapılarak, hangi yoksulluk ve üzüntülere katlanılarak ortaya çıkmıştır bu eserlere
Kitabın en büyük başarılarından biri, dönemin ekonomik, toplumsal ve politik ortamını oldukça ayrıntılı olarak betimlemesi ve böylece okuyucuya, teorik eserleri yazıldıkları dönemin koşullarıyla bağını koparmadan değerlendirme olanağı sunmasıdır. Ve okuyucu, Marx ile Engels’in eserlerini, hem evrensel özellikleri ve hem de yaratılış vesileleri ve dönemsel özellikleriyle öğrenir. Kitaplar sırf içerdikleri bilgilerle değil, zengin bir arka planla birlikte karşımızdadırlar. Marx, “Kapital”de kullanacağı bir örnek için bir makinenin işleyişini öğrenmek istemektedir ve kitapta böylesi küçük görünen bir ayrıntı için nasıl günlerce araştırdığına, mektupla Engels’ten yardım istediğine tanık oluruz. Ve görürüz ki, bu teorisyenlerin eserleri sadece yaratıcı zekâlarının değil, aynı zamanda olağanüstü bir titizliğin ürünüdür.
Buna bir başka örnek, en ünlü sosyalist eser olan ”Komünist Manifesto”nun yazılışı sırasında Marx’ın gösterdiği ve artık Jenny’ye bile isyan ettiren titizliktir.
“Karl, ha bire cümleleri düzeltiyor ve fazlalık olarak gördüğü şeyleri atıyor, dikkatli ve yavaş bir tempoyla çalışıyordu. Her düşünce ve her sözcük üzerinde uzun uzun düşünüyor, sözcükleri seçiyor, deniyor ve değerli taşları işleyen sabırlı ve titiz bir usta gibi onları düzenliyordu. (…)
“Jenny, onun elyazmasını tekrar tekrar temize çekiyordu ve kâh şaşırıyor, kâh isyan ediyordu:     Metnin tamamını tam üç kez temize çektim, tek tek sayfaları ise, kaç kez temize çektiğimi artık ben de bilemiyorum.” (2. Cilt 2. Basım, sf. 234–285)
Serebryakova, evrensel bir değer kazanmış eserlerin doğum anına götürür okuru. Okur başka kitaplarda karşılaşmadığı çarpıcı ayrıntılarla karşılaşır. Örneğin Marx, o çok ünlü 11. Tez’ini, kargacık burgacık yazısı ile (kafasında şekillendiği anda eline ilk geçen kâğıt olduğu için olsa gerek) karısı Jenny’nin alışveriş hesabını tuttuğu bir deftere, yazmıştır… Yıllarca süren çalışmaya mal olan ve özünde ekonomik bir kavram olarak paranın işlendiği kitap, parasızlık yüzünden Engels’e gönderilememiştir…
Bu özellikleriyle ”Ateşi Çalmak”, bir yönüyle Marx ve Engels’in eserlerini okuma kılavuzu olarak da görülebilir.

PROLETARYA KAHRAMANLARI OLARAK MARX VE ENGELS
Marx ve Engels, dünyayı düzeltsinler diye gönderilen ve doğuştan her şeye muktedir Mesihler veya kâhinler değillerdir. Bu iki insanın bilimsel sosyalizmin kurucuları olmalarını sağlayan, onların üstün zihinsel ve insani özelliklerinin yanı sıra uygun toplumsal koşullardır. Toplumsal koşullar yeterince olgun olmamış olsa idi, bu kişilerin yetenekleri toplumsal gelişmenin yasalarını bulmaları sonucunu doğuramazdı. “Ateşi Çalmak”, bu gerçeği tüm roman boyunca işler. O güne kadarki kahramanlar (elbette ki eski düzenin emrindeki tarihçiler marifetiyle), kahramanlaştıkça insani özelliklerini kaybetmiş, insanüstü, tanrısal varlıklar olarak insandan uzaklaşmışlardır.
Buna karşılık, birer proletarya kahramanı (bir anlamda anti-kahraman) olarak Marx ve Engels, gerçekte olduğu gibi romanda da o güne kadar kendisi dışındaki hareketlerin yedek gücü olarak kalmış proletaryanın kendi tarihsel rolünü ve gücünü kavramasını sağlayan ve kahramanlar olarak zihinlere kazınırlar.
Aynı şekilde Marx ile Engels, kapandıkları laboratuarlarda icatlar yapan, sonra da bunları kehanet gibi açıklayan âlimler değillerdi. Tüm yaşamları boyunca işçilerle iç içe oldular. İşçilere doğrulan açıklamakla yetinmediler, bütün sınıfın olduğu kadar kişi olarak tanıştıkları tek tek işçilerin kaderleriyle yakından ilgilendiler, en iyi dostlarını işçiler içinden edindiler.
Bu tarihi gerçek, “Ateşi Çalmak”ta bir dizi ayrıntılı örnekle ete kemiğe bürünür. Ve görülür ki, bu iki proletarya önderi sadece işçi sınıfı için yazmadılar: onlarla birlikte barikatlarda savaştılar, onlarla aynı örgütlerde yer aldılar, evlerini, paralarını onlarla paylaştılar. Ve en önemlisi son derecede yoğun teorik çalışmalar içinde oldukları halde, pratik görevlerini aksatmadılar.
Eserin 4. Cildinde Marx ile bir işçi dostu arasındaki vefalı ilişkiyi tasvir eden dokunaklı bir sahne özellikle ilgi çekicidir: Bir Alman işçisi, sürgün ve Komünistler Birliği’nin aktif bir üyesi olan, Engels’in “gerçek bir insan” diye andığı Karl Schapper ölüm döşeğindedir. Marx başucunda ona moral vermeye çalışmaktadır ve iki dost geçmiş mücadele günlerini anmakta, geleceğe olan umutlarını dile getirmektedirler, (sf. 192–196)

ÖRNEK ARKADAŞLIK
Marx ve Engels, insanlığa sömürüden, eşitsizlikten kurtuluşun ilkelerini sunmakla kalmadılar, geleceğin insani değerlerinin, böylesi içten, eşit ilişkilerin olabileceğini bizzat kendi yaşamlarıyla kanıtladılar. Onların hem çevrelerindeki insanlarla hem de kendi aralarındaki ilişkileri, komünist ahlakın da en parlak örneğini oluşturur. Tam bir karşılıklı güvene, sonsuz paylaşıma, feragate ve adanmışlığa dayanan bu ilişki, gerçek yoldaşlığın dayanması gereken ilkeler hakkında da bütünlüklü bir fikir verir.
1844’te birlikte çalışmaya karar vermelerinden yaşamlarının sonuna dek hiçbir kesintiye uğramadan süren bu dostluk, dört ciltlik eserin önemli bir boyutunu oluşturur. Bu arkadaşların kırk yıldan daha uzun süre hemen her gün mektuplaşması yeterince çarpıcı bir örnektir sanırız. Dostluklarının daha ilk yıllarında Marx’ın, ağırlıklı olarak kendi kaleminden çıkan ”Kutsal Aile”ye Engels’in imzasına kendisininkinden önce yer vermesi, bilimsel sosyalist teorinin geliştirilmesinde Engels’in rolünü hiçbir zaman ikincil olarak görmemesi ve daima bu teoriyi onun adıyla birlikte anması; Engels’in ise yaşam boyu Marx’ın kalabalık ailesine maddi yardımda bulunması, sırf Marx çalışmalarını aksatmasın diye Marx’ın gazete yazılarını yine Marx imzasıyla yazması, Marx’a “Kapital”i yazma olanağı sağlamak için bir çeyrek asır boyunca hiç sevmediği ticaret işinde gönüllü bir tutsaklığa katlanması ilk akla gelen örneklerdir. Engels’in aynı tutumu kitaptaki şu sözlerde tüm yalınlığı ile dile gelir:
“Marx’la arkadaş olmadan önce de, onunla 40 yıllık çalışmam sırasında da söz konusu teorinin hem temellendirilmesine hem de hazırlanmasına bir dereceye kadar bağımsız olarak katkıda bulunduğumu inkâr edemem. Fakat ekonomik ve tarihsel alandaki temel öncü düşüncelerin çok büyük bölümü, dahası onların nihai formülasyonu Marx’a aittir. Marx yaptıklarını, belki iki-üç spesifik alan dışında, bensiz de kolaylıkla yapabilirdi. Ama Marx’ın yaptıklarını ben hiçbir zaman yapamazdım. Marx daha yukarıdaydı, daha uzağı görüyordu, bizden daha çok ve daha çabuk yorumluyordu. Marx dahi idi, biz ise olsa olsa yetenekliydik. Bizim teorimiz o olmadan hiç de bugünkü yerinde olamazdı. Bu nedenle, bu teori haklı olarak onun adıyla anılıyor,’ diyordu Engels.” (4. Cilt, sf. 505)

SONUÇ
Dünya gericiliğinin 150 yıldır bilimsel sosyalizme, onların yaratıcılarına, izleyicilerine ve bir sistem olarak uygulamalarına karşı sürdürdüğü savaş, tarihin belki de en kindar, gözü dönmüş savaşıdır. Dünyanın monarşist, demokratik veya faşist tüm burjuva iktidarlarının, kaba kuvvetten adam satın almaya, yalandan iftiraya her yolu kullanarak sürdürdükleri, bütçelerinin hatırı sayılır bölümünü uğrunda harcadıkları bu savaş, sosyalizmin büyük zaferler kazanmasını engelleyemedi. Bugün, “sosyalizm öldü, yok oldu, bir daha belini doğrultamaz,” çığlıkları, aslında mezarlıktan geçerken duyduğu korkuyu yüksek sesle türkü söyleyerek yenmeye çalışan adamınkine benzer bir ruh halinin ifadesi.
19. yüzyıl, Marksizm’in yükseliş yüzyılı olduysa, bunun temelinde kapitalizmin vahşi sömürüsü bulunuyordu. Bugün eğer tekelci burjuvazi, emekçilerin yüz yıllık kazanmalarını ortadan kaldırarak 19. yüzyılın vahşi sömürü koşullarını yeniden egemen kılmak istiyorsa, 19. yüzyıldaki gibi büyük kalkışmalar beklemek, sosyalizmin yeni bir yükseliş yaşayacağını öngörmek neden hayal olsun?
Geleceğin işaretleri, şanlı bir geçmişte fazlasıyla mevcuttur. Ve Ateşi Çalmak, geleceği aydınlatan bu geçmişin romanıdır. Gelecek, işçi sınıfının, bu sınıfın özlemlerinin bilimsel bir ifadesi olan sosyalizmin olacaktır. Engels’in Marx’ın mezarı başında söylediği gibi: “Onun adı çağlar boyunca yaşayacaktır, eseri de!”

Ocak 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑