Kapitalizmin değişen derisi: Post-modernizm

MODERNİZM VE POST-MODERNİZM
Eğer yakın geçmişimizde siyasal gündeme “post-modern darbe” terimi aracılığıyla yeniden girmeseydi, post-modernizm neredeyse üzerinde tartışmaktan artık usanılmış bir kavram halinde bırakıldığı yerde duracaktı. Bazı romanları, resimleri, şiirleri konuşurken belki kullanılacak, popüler kültür eleştirilerinde yine sıkça anılacak, teorisi hakkında ise yine pek az şey bilinmeye devam edecekti. Ama politikanın karmaşık bağıntıları, kültürel hareketle ilintisinin boyutları, alışılmış politik terminolojinin yerine şuradan buradan derlenmiş mecazlardan, transfer edilmiş kavramlardan oluşan karmaşık bir dilin kullanılması, hiç beklenmedik, kendisine özgü sonuçlar doğuruyor. Bitti denilen pek çok şey yeniden bağlıyor, öldü denilenler yaşayanların kılıklarında yeniden boy gösteriyor.
Post-modernizm de öyle oldu. Gerçekte Türkiye’de, yalnızca ithal mal olmanın uyandırdığı ilgiyle ayakta durduğu bir dönemin ardından, yaşanılan her şeyin aslında ve zaten post-modern olduğu sıradanlaştırmasının boğuntusunda, ne olduğu pek de bilinmeden yandaş ya da taraftar olunan bir moda kavram haline geldi. “Yüksek entelektüeller”, kendi aralarında kalması gereken bir sırrı paylaşır gibi konuştular, onları okuyanlar da kulak misafiri oldukları bu ilginç konuyu, kendi usullerince tutanın elinde kalan parçasıyla yeniden ürettiler. Belki de, tam kavramsal içeriğinin önerdiği şey, kendi basma geldi. En sonunda bir general, 28 Şubat müdahalesini, “post-modern darbe” olarak adlandırdı. Tanımlanamaz, akılla açıklanamaz, aklın dışında kalması daha hayırlı olacak bir durum!
Bu yüzden, dönüp geriye bakmakta yarar var.

POST-MODERNİZMİN DOĞUŞU
Belli bir dönemi adlandırmakta kullanılan terimin ilk kez ne zaman ortaya çıktığı o kadar önemli değildir. Çünkü çoğu zaman, yeniden hayat bulduğu ortam ve zaman, o ilk anlamı aşan yüklemler getirir ve başlangıçta yalnızca teknik bir işlevi olan terim, bu yeni kullanılışında, politik, toplumsal, ideolojik anlamlar taşımaya başlar. Post-modernizm için bu durum özellikle geçerlidir. “Modernizm sonrası-ötesi” anlamına gelen “post-modern” terimi, bazı araştırmacılara göre ilk kez, tarihçi Arnold Toynbee tarafından “A Study of History” adlı eserinde kullanıldı. Toynbee, başka tarihçiler tarafından “modern” dönem olarak adlandırılan dönemin aşağı yukarı on dokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde -1850 ile 1875 arasında- sona erdiğini düşünüyor, o andan itibaren “modernizm sonrası” bir döneme girildiğini ileri sürüyordu. Ancak post-modernizm terimi bugünkü anlamını, Jean-François Lyotard’ın 1979’da yazdığı “Post-modern Durum” adlı kitabıyla kazandı. Toynbee, yaşadığı dönemde, bazı siyasal ve toplumsal değerlerin değişmeye başladığını, eski kavramların yeni ilişkileri açıklamakta yetersiz kaldığını hissediyordu. Ancak yaşananların kapitalizmin yeni bir evresini temsil eden köklerini görmesi, tekelci-emperyalist bir döneme geçildiğini bilimsel olarak saptaması mümkün olmadı; ama kapitalizmin başlangıç özelliklerini karakterize eden “modernizm”in artık geçmişe ait bir özellik olduğunu görebiliyordu.
Ne var ki, modernizm de, kapitalizmin geçirdiği evrelere, değişik dönemlerde kazandığı değişik özelliklere göre biçim değiştiriyor, yeni öğeler kazanıyor ya da yitiriyordu. Bu yüzden, modernizmin bittiğinin ilan edilmesinden çok sonra, başka vesilelerle yeniden doğup, başka biçimde öldüğü de ilan edildi.
Fakat modernizmin öldüğü ve “post-modern çağın başladığı” önermesi, asıl anlamlı açıklamasını, 1970’li yıllarda, mimarideki yeni eğilimlerin tartışılması sırasında kazandı.
ABD Missouri St. Lois’te 15 Temmuz 1972’de Pruitt-İgoe mahallesindeki birkaç binanın dinamitle yıktırılması mimar Charles Jenks tarafından “modern mimarinin ölümü” olarak selamlanmıştı. Söz konusu mahalle, 1952–55 yılları arasında Japon asıllı ABD’li ünlü mimar Minoru Yamasaki tarafından tasarlanıp gerçekleştirilmiş, AIA (American Institute Of Architects) tarafından ödüllendirilmişti. Binalar toplu konutlar olarak tasarlanmış, çoğunlukla yoksul Zenci Amerikalıların barınmasına ayrılmıştı.
Bu tür binaların teorik temeli, “modern mimari”nin en büyük teorisyeni ve ustası sayılan Corbusier tarafından geliştirilmişti. Corbusier, kent planlaması, sosyal konutlar, toplu yaşama alanları hakkındaki görüşleriyle, özellikle II. Emperyalist Savaş sonrası dünyasında etkili olmuş bir isimdi. “Konut, bir barınma makinesidir”, “eğri sokak keçi yoludur, düz caddeler ise, insanlar içindir”, diyordu ve savaş sonrasında tümüyle yıkılmış bir kasabanın (Fransa’da, Saint Die) otuz bin kişilik halkını, beş gökdelene yerleştirmeyi öneren bir plan yapmıştı. Bu plan onaylanmadı; ama ana fikrin bütün dünyaya yayılması için uygun koşullar vardı. Dikdörtgen prizmalar, küpler biçiminde tasarlanan, tamamen işlevsel, süssüz, neşesiz konutların önerilmesi, özellikle savaştan evsiz, kentsiz çıkmış Avrupa için her şeyden önce ekonomikti. Mümkün olduğu kadar dar alanda, alabildiğine yüksek binalar içine daha çok insanın yerleştirilmesi için küçük odalar, dar koridorlar ve küçük bir mutfak-banyodan ibaret “sosyal konut’lar birbiri ardına yapıldı. Bizde de “lojman” ya da “sosyal konut” denilince hâlâ akla ilk gelen modellerin yaratıcıları modern mimarinin kurucuları oldular. Böylece kentlerin önemli bir bölümü, katı işlevsellikten ötesine önem vermeyen, konutu “iş dışında kalan zamanda barınmak için kullanılacak yer”, bir “barınma makinesi” olarak tanımlayan anlayış, gerçekte savaş sonrası Keynesyen ekonomi politikalarıyla da uyumluydu. Çalışan yığınların olağanüstü kötüleşen durumlarına, “sosyal devlet” çerçevesinde çözüm arayan ama kapitalizmin olanaklarını mümkün olduğu kadar kısıtlı kullanarak bunu gerçekleştirmek isteyen devletler, modern mimarinin sosyal konut anlayışını kolayca benimsedi. Kentler, çirkin beton yığınlarıyla dolarken, bu “insan siloları” içindeki yaşam da, yeni sosyal sorunlar üreten merkezler haline geldi. Kilometrelerce merdiven, koridor, birbirlerine açılan dar kapılar, hücre gibi odalar içeren bu yapılarda, on binlerce işçi ailesi, kalabalık çocuk ordularıyla birlikte yaşamaya çalışıyorlardı. Hırsızlık, ırza tecavüz, cinayet, darp, asansörlerin parçalanması, cam çerçeve kırılması olaylarının sonu gelmiyor, kentin diğer bölgelerine oranla bu “sosyal konutlar”da daha fazla “suç” işleniyordu. “Sosyal devlet”, “sosyal adalet” gibi kavramlar, yoksullar arasında ancak böylece kendini gösterebilmişti.
Prof. Dr. Enis Kortan, “Modern ve Post-modern Mimarlığa Eleştirel Bir Bakış” başlıklı yazısında, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Konu ile ikili olarak sosyologların, psikologların ve benzeri uzmanların yerinde yapmış oldukları inceleme ve araştırmalar olayların arkasındaki gerçekleri ortaya koyuyordu. Daha işin başında insan yoğunluğu çok yüksek tutulmuş ve sonuçta insanların çok kalabalık, sıkışık ve burun buruna yaşadıkları rahatsız çevreler elde edilmiştir. Yüksek orandaki Vandalizm, saldırılar, hırsızlıklar ve cinayetlerin oluşmasında bu faktör çok etkili olmaktaydı. Hastalığın tanısı yapıldıktan sonra tedavisini bulmak kolaydı: Pruitt-İgoe mahallesinde yaşayan insanların sayısını azaltmak gerekiyordu. Bu bölgeden belli bir oranda insan başka semtlere nakledilerek yoğunluk düşürüldü ve boşaltılan bazı binalar da dinamitle yıkılarak yerine parklar, bahçeler yapıldı. İnsan kalabalığı azaltılıp normal optimal bir düzeye düşürülmüş, dinlenilen ve spor yapılan ortak yeşil alanlar çoğaltılmış ve sorun büyük ölçüde çözülmüştü.” (Yapı’dan Seçmeler dizisinin 9. Kitabı Mimari Akımlar 2’den alınmıştır.)
Kuşkusuz, bütün zevksizliklerine, özellikle gündelik hayat üzerindeki olumsuz etkisine karşın bu tip binaların başlangıçta teşvik edilmesinin asıl nedeni, kent topraklarının kapitalist tarzda verimli kullanılması idi. Bir yandan rantın gözetilmesi, diğer yandan da savaş sonrasında konutsuz kalmış milyonlarca insanın sorunlarına asgari bir çözüm bulunması girişimi, bu sonucu doğurmuştu. Beton mimarinin sağladığı teknik olanaklarla son derece basitleştirilmiş planlar üzerinde yapılan bu devasa “sosyal konutlar”, çok sınırlı arazi üzerine kurulabiliyor, değerli kent toprakları “sosyal konutlara gereğinden fazla ayrılmamış oluyordu.
Modern mimari, “ideal kent” kavramı ekseninde, mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışını ifade ediyordu.
Adaleti ve eşitliği sağlamak, toplumu düzene sokmak adına modernizm, ancak çirkin çağdaş kentler, beton bloklar çıkarttı ortaya. Modern mimarinin dayandığı ideoloji, insanlar için yaşanabilir kentler yerine, işlevlerine göre belirlenmiş bölgeler inşa etmeye yönelmişti. Kent, topyekûn zihinde kurulabilir, müdahale edilebilir bir nesne olarak düşünülüyordu. Kuşkusuz bu düşünceye, ayaklanmalara, politik kalkışmalara açık bir toplumsal sistem içinde yaşıyor olmanın getirdiği endişeler yön veriyordu. XIX. yüzyılın son çeyreği içinde, özellikle de Paris Komünü’nden sonra, işçi kitlelerini kent merkezi dışında, denetlenebilir ve kolayca yönlendirilebilir bölgelerde toplama düşüncesi burjuva kent anlayışına egemen olmuştu. İşçi ve yoksul mahallelerinin yalıtılmış bölgeler halinde kent dışında inşa edilmesi kent alanlarının kapitalist tarzda kullanılması için daha geniş olanaklar yarattı.
Buna, kentin kendisinin bir sermaye birikim merkezi, sermayenin yeniden üretilmesinin ve yönetilmesinin koşullarının yaratılma merkezi halini alması da eklenince, “piyasa ile tam uyumlu kent” arayışı ortaya çıktı. Modern mimari kapitalizmin bu evresinin ve savaş sonrası toplumsal projelerinin bir unsuru olarak güç buldu.
70’li yıllarda, “sosyal konutlar” büyük metropollerden başlayarak tasfiye edilmeye başlandı. New York, Londra, Paris gibi merkezlerde, sanayi bölgelerinin büyük kentler dışına sürülmeye başlamasının da desteğiyle, eski sosyal konutlar büyük bir sevinçle yıkılmaya başlandı. Neoliberal politikaların egemenliğinde, sosyal konut projelerinden tümüyle vazgeçildi. “0 iğrenç beton yığınları” yıkılırken, içinde yaşayan yüz binlerce insan için yeni bir barınma olanağı geliştirilmesi artık düşünülmüyordu. Kendiliğinden oluşmuş “kenar mahalleler” bu sorunu kendi içinde eritiyordu. Hem kent estetiği, hem de insan hayatı bakımından ele alındığında oldukça sert eleştirileri hak eden bu anlayış “postmodern mimari”nin doğuşunu besledi.
Jameson’a göre, mimarlık, “geç kapitalizmle post-modern deneyim arasındaki en dolaysız ilişkiyi’ açığa çıkardığı için, post-modernizm tartışmalarında bu kadar ön plana çıkıyor.
Post-modernizm, modernliğin gözle görünür açmazlarına karşı bir savaşım ve hesaplaşma olarak adlandırılma başarısını, modernizmin bu özelliklerine dayanarak kazandı. Böylece post-modernizm “eleştirel, olumlu, katkı yapıcı ve sorgulayıcı” niteliklerin sahibi gibi göründü. Buna dayanarak post-modernizmin, moderniteden bir kopuşu temsil ettiği ileri sürebilirdi. O bir başka kültür, bir alternatif, yeni bir dönemdi!
Bir yanda modern mimarinin insana karşı özellikleri ve yarattığı sonuçlar ortadayken, diğer yandan kapitalist kent ve toplum anlayışının değişmesini gerektiren yeni politik-ekonomik koşullar doğmuşken, modern mimarinin kapitalist saflarda barınmasının koşulları da kalmamıştı. Bu yüzden, modernizme ilişkin mimarlık tartışmaları meslek içi tartışma boyutunu aşıyordu. Zaten, post-modernizm de, kendisini bir mekân estetiği, yeni bir görsellik estetiği olarak tanımlıyordu. Buradan hareket ederek Foucault, 19. yüzyılı bir zaman-tarih çağı, 20 yüzyılı ise bir mekân çağı olarak nitelendiriyordu.
Görünüş, aldatıcı olduğu kadar ikna edicidir. Kuşkusuz post-modernist gelişmenin asıl dayanağı da buradaydı. F. Jameson’un, post-modernizmi “geç Kapitalizmin mantığı” olarak adlandırması, bu bakımdan yerindedir. Çünkü yalnızca modernizmle Karşıtlık, modernizm eleştirisi olarak anlaşılması halinde, post-modernizmin gerçek temelleri, hedefi ve içeriği hakkında doğru tanımlar yapma olanağı yoktur.
Özellikle ilişkiyi ya da karşıtlığı, modernizm/post-modernizm ekseninde kuran değerlendirme modelleri, modernizmi tek bir bütün olarak ele alma ve onun kapitalizmin değişik evrelerinde edindiği farklı boyutları ve özellikleri, değişimleri göz ardı etme yanlışına yol açmaktadır. Böylece, örneğin Aydınlanma hareketi faşizme kaynak olarak gösterilebilmektedir.

MODERNİZM NEYDİ?
Kent ve mimari alanlarındaki ihtiyaçlar ve değişmeler, aslında, kapitalizmin deri değiştirmekte oluşunun birer göstergesiydi. Bir noktada değişme varsa, bağlı olarak başka birçok alanda da değişmenin en azından kıpırdamaya başladığını söyleyebiliriz. Modernizmin eleştirisi, yalnızca çarpık kentler, kötü binalar üzerinden yapılmakla kalmadı. Modernizmin kaynakları, yaşayan etkileri, sonuçları büyüteç altına alındı. Emperyalizm, kapitalizmin doğuş ve devrimci gelişme koşullarında yarattığı bu yönelimi, kendi ideolojisi olarak benimsemekte güçlük çekiyordu.
Peki, neydi modernizm?
Modernlik, bir yeni dünya tasarısının unsuru olarak XVIII. yüzyılda Aydınlanma filozofları tarafından formüle edildi. Nesnellik, bilimsel düşünce, evrensel ahlak ve sanatın özerkliğini geliştirme gibi temel hedefler ekseninde gelişti. Bu tasarım, aynı zamanda, sanatı, bilimi, felsefeyi de ancak belirli toplum katlarına seslenen biçimlerinden kurtarmayı amaçlıyordu. Aydınlanma felsefecileri, yine bu bilgi alanlarından gündelik yaşamın zenginleştirilmesinde yararlanmayı, bilginin toplumsal bir işlev üstlenmesini, insanın kurtuluşu davasının bir aracı haline gelmesini istiyorlardı. Örneğin Ansiklopedistlerin, bilgiyi zanaatkârlar için pratik bir kazanım haline getirmeyi amaçlayan çabaları bunun bir örneğiydi. Sanat ve bilimler, sadece doğal güçler üzerindeki denetimi artırmakla kalmamalı, dünyanın ve insan benliğinin anlaşılmasını, ahlaki ilerlemeyi, insanların mutluluğunu da sağlayabilmeliydi.
Aydınlanma, ortaçağ düşüncesine, toprak aristokrasinin siyasal-kültürel egemenliğine karşı, Katolik kilisesinin gerici baskısına karşı, burjuva devrimci gelişmenin bütün birikimini temsil ediyordu. Özgürlük, eşitlik, insan hakları, demokrasi gibi kavramların toplumsal ve siyasal harekette rol oynamaya başlamasında, Aydınlanmacı filozofların, edebiyatçıların çalışmalarının belirleyici katkısı olmuştur.
Dinsel bağnazlığa karşı geliştirilen Aydınlanmanın temelinde yer alan bir başka öğe “doğal din” akımı idi. Her türlü biçimsellikten, gelenekten bağımsız, insanın doğasında yerleşik bulunan bir dinin aranması… Kökleri antik çağda Stoa felsefesinde bulunan bu anlayışa göre, din, tanrının bir açılmasının (yani vahyin) değil, aklın ürünüydü.
Modernizmin temellerinden bir diğeri “hümanizm” akımıydı. Hümanizmle birlikte insan yaratılışın bağımlı üyesi olmaktan kurtuluyor ve “özgür birey” haline geliyordu. Yine aynı dönemde, Kopernik’le birlikte Aristo’nun yer merkezli evren anlayışı yerini güneş merkezli evren anlayışına terk ediyor, “evrensel birlik” görüşü doğuyordu. Descartes evreni fizik ve metafizik diye ikiye ayırıyor, metafizik evreni din ve kiliseye bırakırken, fizik evreni insana, onun kullanımına sunuyordu. Böylece Rönesans dönemi, evren, insan, din, bilim anlayışıyla bir bakıma modernizmin felsefi temellerinin ortaya konulduğu dönem oldu. Nitekim 17. yüzyıl bilimsel devrimine iki önemli görüş egemen oldu. Bu dönemde düşünce hayatı, doğal olayları kutsal kitaplara başvurmadan doğal nedenlerle açıklamaya yöneldi.
Aydınlanma, inançla aklın karşı karşıya geldiği ve aklın inanca karşı üstünlük sağladığı bir etki yarattı. Buna bağlı olarak tarih de “insan aklının ilerlemesinin” tarihi olarak yeniden tasarlanmaya başlandı. Bunun bir diğer siyasal etkisi, ortaçağın dinsel kurumlar haline getirdiği bütün siyasal ve sosyal kurumların din dışına çekilmesi oldu.
Feodal yönetim biçimine karşı, ulusal devletlerin doğuşu da, aynı dönemde başladı ve Aydınlanma içinde bu eğilim yalnızca siyasal bir tercih olarak değil, etik bir değer olarak da yüceltildi.
Öyleyse, moderniteyi karakterize eden başlıca bilimsel, siyasal, kültürel ve teknik özellikleri şöylece özetleyebiliriz: Aydınlanma geleneği, akılcılık, ilerlemeci tarih ve bilim anlayışı, ulus devlet, din dışı siyasal ve toplumsal hayat…
Bu ve benzeri unsurların gelişmesi toplumsal bir dizi değişmeye bağlı olarak açıklanabilir. Kapitalist ekonominin evrensel boyutlarda gelişmesi ve sanayi devrimi sonrası döneme özgü sınıflı toplumsal yapılanma, bu sürecin giderek pekişmesi ve yerleşmesi, merkezi bürokrasinin giderek daha fazla etkin gelişmiş devlet aygıtının ortaya çıkması ve yaygınlaşması, bilimsel-teknik gelişmelerin sonuçlarının ve etkilerinin dünya ölçeğinde artması, genişlemesi… Kuşkusuz, insanlık tarihinin en önemli sıçrama noktalarından birini temsil eden bu gelişmeler, aynı zamanda, yeni bir sınıfın egemenliğinin sonuçlarıydı ve mülk sahipliğine dayanan sınıflı toplumlara özgü egemenlik biçimlerinin bütün kirini, pasını da üstünde taşıyordu. Zamanında, büyük bir ilerleme olarak kabul edilebilecek olan rasyonalite (ussallık) aynı zamanda, tek din, tek dil, tek bayrak sloganlarının da kaynağı olabiliyor ve farklılıklara savaş açılmasının düşünsel dayanağı olabiliyordu. “Akla uygunluk”, gelişen ve dünya egemenliği hedefine yönelen Avrupa kapitalizmi için, bir aklama ve kabul ettirme kıstasıydı. Sömürgecilik, sanayisinin ağır çalışma koşulları, toprak ilhakı, “gerçek ve akıl” arasındaki ilişki bakımından daima onaylanabilir görünüyordu. Hegel’in ünlü, “gerçek olan her şey akla uygundur, akla uygun olan da gerçektir” önermesi, yalnızca akılla açıklanabilir bir dünyaya ait felsefi bir önerme olarak kalmıyor, aynı zamanda dünyada olup biten her şeyin gerçekliği ile akla uygunluğu arasındaki zorunluluğu ileri sürerek, örneğin Prusya monarşisinin onaylanması gibi, siyasal-ekonomik tarihsel koşulların kabulünü de zorunlu gösteriyordu.
Soyut bir felsefi-ideolojik yapı olarak ele alındığında, modernizm, XVIII. yüzyıl Aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir yasa, bağımsız-özgür düşünce ve sanat geliştirme amacı güden çalışmaları olarak tanımlanabilir. Onlar, tarih sahnesine yeni çıkan bir sınıfın sözcüleri olarak, sanatların ve bilimlerin yalnızca doğa güçlerinin denetim altına alınmasına değil; aynı zamanda bütün olarak dünyanın, ben’in, ahlaksal ilerlemenin ve hatta insan mutluluğunun anlaşılmasına da önayak olacağını ummuşlardır. Ancak idealler, bir kez toplumsal gerçeğin, sınıflar mücadelesinin dünyasının sert koşullarının içinden geçmeye başladığında, egemen sınıfın gerçekleri ile çatışmaya, başlangıçta önerilenlerin tersine sonuçlar vermek üzere başka amaçlara hizmet etmeye başlarlar. Tıpkı, kapitalizmin gelişme koşullarında tüm olup bitenlerin Aydınlanmanın umut ve idealleriyle çatışmaya başlamasında olduğu gibi.

POST-MODERNİZM NEDİR?
Post-modernizm, varlık koşullarını kapitalizmin değişen-tekelleşen içeriğinde ve bunun doğrudan doğruya modernliğin başarısızlığı olarak görülmesinde bulmuştur. Post-modernizmin öncelikle dünyadaki olagelen değişimlerin yarattığı yeni ihtiyaçlara bir cevap olarak ortaya çıktığı söylenmektedir. Bu değişimi, Amerika’nın askeri ve iktisadi hâkimiyetinin üst-yapısal ifadesi ya da en azından Avrupa merkezciliğin sonu olarak görenler de var, modernizmin 10. yüzyılın ikinci yarısı ve 1960’lardan sonra yaşadığı krizle tanımlayanlar da var. Buna göre, Avrupa’nın dünyanın geri kalan ülkeleri üzerindeki egemenliğinin sonu ve yerel ya da azınlık kültürlerine söz hakkı veren medyaların ve ortamın gelişmesi post-modernizmin ortaya çıkışındaki iki temel değişimdir.
Harvey’e göre kültürel planda post-modernizmin ortaya çıkışının nedeni, kapitalist süreçte iki ayrı dönemi temsil eden fordist üretimden post-fordist üretime geçiştir. Buna göre post-modern durum, kapitalizmle aynı temelde yükselen modernizmden bir kopuş değildir. Kapitalizmin bu yeni döneminin kültürel mantığı olan post-modernizm, en azından dayandığı ekonomik temel bakımından modernizmle bir süreklilik ilişkisi içindedir. Her ne kadar tüm modern dönem için fordist üretimden bahsetmek mümkün olmasa da, yürüyen bantlarla sembolize edilen fordist üretimin modernizmin bilimsellik ilkelerine göre yapılandığı bilinmektedir. Fordist üretim sisteminin amacı, bilindiği gibi, kitle üretimi ve kitle tüketimidir. Standart biçimlerin üretimine imkân tanıyan bu üretim biçimi, merkezileşmeyi ve büyük miktarda sabit sermaye yatırımını gerektirmektedir. ’30’lu yıllardan 70’lerde yaşanan ekonomik buhrana kadar (post-fordist üretime geçilmeye başlandığı döneme kadar) uygulanan Keynesyen politikalar ve refah devleti anlayışı fordist üretimin devamlılığını sağlamıştır. Fordist üretim dönemi örgütlü emeğin güçlü olduğu bir dönemdir. Zira bu dönem kitlesel üretimin devamı için tam güne yayılan ve vardiyalarla sürdürülen çalışma saatlerini gerektirmektedir. 70’li yıllarda yaşanan iktisadi kriz, ’60’lı yıllardan itibaren zaten düşmekte olan kâr hadlerini ve üretimi tükenme noktasına getirmiştir. Kapitalist sistemim bu krizden çıkış için bulduğu formül esnek üretim olarak da adlandırılan post-fordist üretimdir. Post-fordizm, kitlesel üretim yerine farklılaşmış üretimi getirmiştir. Farklılaştırılmış üretim bir yandan belli bir merkezde toplanma zorunluluğunu ortadan kaldırmış, diğer yandan da tüketici yelpazesini genişletmeye yaramıştır. Üretimin parçalara ayrılıp farklı coğrafyalarda gerçekleştirilebilmesi örgütlü emeğin gücünü kırmıştır. Zira üretimin parçalanarak farklı coğrafyalara taşınabilmesi ucuz yerel işgücünü kullanabilmeyi olanaklı kılmıştır, iktisadi arka plan olarak ortaya konan post-fordizmin kültürel alandaki ifadesi, post-modern durumdur. Post-modernizme yol açan gelişmelerin, “tek ve mutlak bilim anlayışının reddedilmesiyle” başladığını ileri sürenler de vardır,
Post-modernizm, bazı savunucuları tarafından modernliğin açmazlarına karşı bir savaşım ve hesaplaşma olarak gösteriliyor. Dikkat edilirse, burada, modernizmin kendi başına, nesnel maddi koşullardan bağımsız bir olgu olarak ele alındığı, bir başka deyişle, kapitalizmden kesinlikle söz etmemeye özen gösterildiği fark edilecektir. Post-modernizmin modernite karşısındaki konumu, Özetle yeni kapitalizmin (tekelciliğin), eski (rekabetçi, ya da savaş sonrası Keynesyen politikalarla tanımlanan) kapitalizm karşısındaki tutumudur.
“Modern toplumun bunalımı” denilen şey de, aslında Yeni Dünya Düzeni ite çatışma haline gelen bu eski değerlerin bunalımıdır. Modernizm/post-modernizm tartışmasının temeli de burada aranmalıdır. Bu çatışmanın “Avrupa değerleriyle Amerikan değerleri arasındaki çatışma” olarak yorumlanması, gerçeğin bir bölümüne işaret etmektedir.
Bu tartışma, kapitalizm içi bir tartışma olarak sürdüğünden, post-modernizm ister istemez kendisini modernizmle tanımlamakta, onun karşısındaki konumunu, yine modernizmi esas alarak yapmaktadır. Bu yüzden de, post-modernizmin tanımında “kendisi olarak” tanımında güçlük çekilmektedir. Bazıları “neo-modernizm” (yeni modernizm), bazıları “üst modernizm” olarak tanımlamakta, böylece ister istemez, her ikisi arasındaki “nesep birliği”ni kabul etmektedirler. Bazıları ise, genel ilkeleri ve özellikleri bakımından post-modernizmin, “modern sonrası” ve “modern karşıtlığı” olarak tanımlanabileceğini söylemektedir. Bazıları ise, özellikle toplumsal yaşam söz konusu olduğunda, mevcut durumda “öznenin sonu”ndan “öznenin yükselişine, “yeni bireycilik”e, “toplumun çözülüşümden “sivil toplum’un yeniden ortaya çıkışına, “modernliğin sonu”ndan “başka bir modernlik”e ya da “neo-modernizm”e ulaşıldığını ileri sürerek, yeni bir çağa, postmodern çağa geçildiğini söylemektedir.
Post-modernizmin siyasal ve toplumsal bir ihtiyaçtan doğduğunu ileri sürenler ise, genellikle, “XX. yüzyıl boyunca demokratikleşme ve çoğulculuk olgusunun hızla gelişmesini, post-modernizmin kaynağı olarak gösteriyorlar. Bu görüşe göre, XXI. yüzyıla girerken karşıt uçlara da varlık hakkı tanıyan hoşgörü, modernitenin karşıtlıklar üzerine kurulu toplumsal anlayışının yerini almış bulunuyor. Otomatik telefonlar, uydu kanallı televizyonlar, kıtalararası yolculuk süresini kısaltan uçaklar, internet, ülkelerarası yaygın göçler, başka kimliklerin varlığını gösterdi ve kabul edilmelerini kolaylaştırdı. Tüketim toplumu, medya-gösteri toplumu, çokuluslu kapitalizm olarak adlandırılan yeni ekonomik düzen içinde ve yeni toplumsal yaşamla birlikte oluştu. Post-modernizm, “çok ayrımlı alanlar” kavramını bu değişikliklerin içinden çıkartıyor. Farklılıkları bireşime ulaştırma yerine, o çeşitliliklerin hep birden bir arada var olması gereğini ileri sürerek, modernizmden ayrıldığını ileri sürüyor. Yaşadığımız çağın, hoşgörü felsefesi, seçme olanağı, bilginin erişilebilirliği, kamu yaşamının demokratikleştirilmesi gibi olumlu özelliklerinin bulunduğu, post-modernizmin bir başka iddiası.
Kimileri için, post-modernizm, modernlik tasarımının sorgulanışı ve modernliğe duyulan inancın yitirilmiş olmasını ifade ediyor, bir çoğulculuk ruhunun var olduğunu, geleneksel bağnazlıklara karşı kuşkuculuğun arttığını gösteriyor ve nihayet dünyayı evrensel bir bütünlük olarak algılayan ve kesin çözümlerle, sorulara tam yanıtlar bekleyen bakış açısının (meta anlatıların) reddini öngörüyor. Post-modernizm için anlam berraklığından çok anlam zenginliği önemlidir; biri ya da öteki demek yerine, hem biri hem öteki diyebilmenin yolunu bulmak önemlidir: “birkaç düzeyde anlam ve birkaç odak noktasının birleşimini ortaya çıkarmak”… Farklı düşünceleri yan yana koyarak, nasıl uygun gelirse öyle seçme ve derleme yapılmasına (eklektisizm) ve farklı imajların karıştırılmasına izin vermek…
Post-modernizmin modern düşünceye yönelttiği en temel eleştiri, akıl ve rasyonalite kavramlarının belirleyici rolüne ilişkindir. Modern bilim, epistemoloji ve metodolojinin çoğu versiyonu akla ve rasyonaliteye verdiği önemle karakterize olur. Günümüzde ise, özellikle bazı Amerikan sosyoloji okullarının etkisiyle, sadece toplumbilimlerinde değil, doğa bilimlerinde de bu özellik eleştirilmiş, aşındırılmış ve dışlanmıştır.
Akla yönelik postmodern eleştirinin temel önermesine göre, her şeyden önce, modern akıl evrenselliği, birlik ve bütünlüğü, aynı kuralların her yerde geçerli olduğu görüşünü gerektirmektedir. Post-modernizm ise aksine her durumun farklı olduğunu ve özel bir biçimde anlaşılması gerektiğini ileri sürerek buna karşı çıkıyor. Post-modernist teorisyenlere göre, her paradigma, kendine özgü bir mantığa sahiptir ve birbirlerine göre hiyerarşik bir üstünlükleri yoktur. Böyle bir dünyada evrensel akla da yer yoktur, ikinci olarak, akıl aydınlanmanın, modern bilimin ve Batı’nın bir ürünüdür. Modern bilim gibi, akıl da tahakküm edici, baskıcı ve totaliter bir şeydir. Akıl ve rasyonalite, post-modernizmin duyguya, içebakış ve sezgiye, özerkliğe, yaratıcılığa, hayal gücüne ve fanteziye verdiği önemle bağdaşmamaktadır.
Post-modernizmin sanat ve edebiyat hakkındaki görüşleri de, esas olarak yukarıda özetlenen “toplumsal değişim” saptamasına dayanıyor.
Post-modernist sanat, kendi hedefini “eğlenmek isteyen kesimin kültürel gereksinmesine yanıt vermek” olarak tanımlıyor. Onlara göre, bu kesim gittikçe genişliyor, eski sınıfları da içine alıyor. Romanda Proust, Joyce, Mann; şiirde Eliot, Valery bitmiştir. Sanatta tür ayrımı belirsizdir. Postmodernist yapıt okunurken bir kez daha yazılır, açık yapıt söz-bilime dayalıdır; başlıca yöntem olarak derlemeyi kullanır. Tüm karşıtlıklar, yapıtta gerçeğin çeşitlemeleri olarak eşzamanlı biçimde var olur. Anlatım yöntemine değil konuya, içeriğe önem verilir; sanatla izleyici bağlantısı doğrudan kurulur, eleştirmenin aracılığına gerek yoktur. Post-modernizm, sanatta, yeni teknolojik olanakların (buna sanayi ötesi toplumun olanakları da deniliyor) ve yöntemlerin (bilgisayar, fotoğraf) eleştirel kullanımıdır; kültürün yaygınlaştırılmasıdır, başka yapıtlardan kopyalamadır. Post-modernizm, değişik tartışmaların yan yana konmasına, değişik imgelerin (görünüşlerin) karıştırılmasına izin verir, bu eğilimi kışkırtır. Post-modernist kurgucunun iddiası, seçkin beğeni sahibi ile halkı, aynı düzeyde birleştirmektir.
Post-modernist teorisyenler arasında bunca farklı görüşlerin bulunması da, yine post-modernizmin özelliklerinden sayılıyor. Post-modernizme bir bütünlük, birlik kazandırmaya çalışmak, post-modernizmin amaçlarıyla uyuşmaz. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanlış çıkarsamaları, yanılgıları da olumlayan, hatta meşruluk zemini olarak gören bir tavırdır post-modernizm. Post-modernizmin, özne’yi merkezsiz kılarak, çoğul akılcılaştırmanın yolunu açtığı iddia ediliyor; böylece, modernitenin evrensel mahiyeti bozuluyor ve bireyci toplumsal düzenlemelere olanak tanınıyormuş. Yerel olanı meşrulaştırdığı bir başka iddia. Böylece post-modernizmin, modernitenin yarattığı hiyerarşinin ve bütüncül (totaliter) toplumsal düzenlemelerin karşısına, eşitliği ve bireyci düzenlemeleri geçirdiği ileri sürülüyor. Bu yoldan da, modernitenin tek, evrensel ve mutlak kıldığı gerçeklik de post-modernitede çoğul, tikel ve göreli hale dönüşüyor. Bütün bunlar, post-modernizmin “düzen”i reddetmediği ama düzenin soyut ifadelerini, görünüşteki belirtilerini “sorguladığı” anlamına geliyor.
Post-modernizmin bazı özelliklerini şöylece özetleyebiliriz:
Post-modernizm, içerikten çok görüntüyle ilgilidir. Kültürlerin yan yana olması, örneğin, Japon yemekleriyle lahmacunun, arabeskle klasik senfonilerin birlikte olabilmesi, aynı işlevi paylaşabilmesidir. Her şey herhangi bir sentezin konusu olmaksızın, yan yana durabilir. “Her şey gider!” Tarihi olanla şimdiki zaman yan yanadır, zaman, özellikle tarih kavramı geçersizdir. Gerçek ve hayal gücü birbirine karışır. Edebiyatta, kimin ne yazdığı ve ne anlattığı değil, ne şekilde kurgulandığı önemlidir. Gabriel Garcia Marguez’in, Umberto Eco’nun, Salman Rüşdi’nin, Orhan Pamuk’un romanlarında olduğu gibi, “gerçekten daha gerçek, mistikten daha mistik” olaylar dizisi aranır ve üst üste yığılır. Metinler birbiri içine girer. Neden/sonuç ilişkisi sorun olmaktan çıkarılır.
Geleneksel sanat, gerçekliği belirli uzamda, zaman akışı içinde, açıkça, dolaysız olarak geniş izleyici kesimine yansıtıyordu. Modernist sanat ise, azınlığın kültürel ihtiyaçlarına uygun olarak, soyut bir uzamda, karışık zaman akışında gerçekliği yalnızca sezdirmeyi tercih etti. Çok iyi eğitim gören bu azınlık, kendini çoğunluğun temsilcisi, evrenselliğin ekinsel koruyucusu olarak görüyor; gerçeğin karmaşıklığını, belirsizliğini vurguluyordu. Geleneksel sanatta olduğu gibi, modernist sanatta tür (roman, öykü, şiir, resim, fotoğraf) açıkça belirlenmiştir. Yapıt birçok açıdan yorumlanabilir; izleyici, yapıtla kendisi arasında eleştirmenin bulunmasını tamamlayıcı bir unsur olarak görür.
Post-modernist sanatın izleyiciyi yadırgatıcı yönü, popülerleşmesi için bir olanaktır. Bunların abartılı kullanımıyla post-modernist sanat geleneksel gerçeklik anlayışından uzaklaşmakta, gittikçe yapaylaşmaktadır.

NEDEN KAPİTALİZMİN DEĞİŞEN DERİSİ?
Post-modernizm, pek çok eleştirmenin üzerinde birleştiği bir görüşe göre, modernizmin aşılması, ya da inkârı değil, onun bir devamıdır. Modernizme olan eleştirisi, hiçbir zaman modernizmin nesnel-maddi temellerine yönelmemiş, modernizmi doğuran kapitalizm, post-modernizmin eleştirisinin konusu olmamıştır. Aksine, post-modernizm, çağın emperyalist kapitalizminin ortaya çıkardığı görüntülerin bir övgüsü olmuş, bu görüntüler açısından, geçmiş yüzyıllarda kapitalizmin yarattığı düşünce biçimlerini, sanatı, felsefeyi, yaşam tarzını siyasal yapıları eleştirmiştir. Söz konusu olan, kapitalizmin eleştirisi değil, eskimiş kapitalist ideolojilerin ve sanat anlayışlarının yenilenmesi çabasıdır. Bu yüzden, post-modernizm, modernizmin “sonrası” değil, bir bakıma onun kapitalizmin ideolojisi olarak sona ermekte olduğunun ilanıdır.
Kapitalizm koşullarında, hele emperyalist çöküş koşullarında yerine ne konulacağı ise, yanıtlanması olanaksız bir sorudur. Modernist geleneğin, burjuvazinin devrimci çağına ait değerleri bir yana ama özellikle emperyalizm çağını işaret eden bütün yeni oluşumlarıyla birlikte insanlığın zihninden ve günlük yaşamından silinmesi, ancak sosyalizmle olanaklıdır.
Yazımızın bu bölümünde, post-modernizmle emperyalist-kapitalizm arasındaki içsel bağları göstermeye çalışacağız.
Bu özellikle, kapitalizmle ya da “Yeni Dünya Düzeni” ile post-modernizm arasındaki ilişkiyi bir abartı, bir yakıştırma olarak görenler için gerekli.
Başlangıçta post-modernizmi, gelip geçici moda akımlardan biri olarak değerlendiren eleştirmenler çoğunluktaydı. Belli bir sistem önerisi olmayan, bütün gücünü modernizme yönelttiği eleştirilerden alan bir tutumun, kalıcı ve etkili bir sanat, felsefe akımı olabileceğine ihtimal verilmiyordu. Ancak post-modernizm, özellikle mimarinin kendisine kazandırdığı görselliğin etkisine dayanarak, yayılma ve en azından tartışılma olanağını buldu. Sonra da yalnızca sanat ve edebiyatta bir tavır olmanın ötesinde, dönemsel özelliklerle kolayca birleşen bir hayat tarzı, düşünüş biçimi olarak tanımlanabilecek bir etki gücü kazandı; toplumsal koşullardaki değişime paralel olarak, popüler giyim kuşamın, gündelik davranış biçimlerinin, toplumsal hareket ve politika karşısında takınılan tavrın içeriği halini aldı. Farklı konularda süren birçok tartışmayı yan yana koymak, nasıl uygun gelirse öyle seçme ve derleme yapmak, farklı imajları karıştırmak (“serbest kolajlar yapmak”), anlam zenginliğini aramak adına düşünsel berraklığa karşı “birkaç odak noktasının bireşimini aramak”, “ya o, ya da bu” demek yerine “hem o, hem de bu” diyebilmek, soyut tanımlar olmaktan çıkıp, gündelik yaşamı tanımlamaya elverişli formüller değeri kazandı. Reklâm sloganları buna göre düzenlendi, gençlerin “takıldığı” kafelerdeki sohbetlerin içeriği böylece ayırt edilebilir oldu. Amerikan kolası, post-modern “her şey gider” formülünü aynen benimsedi, reklâmlarında kullandı. Giyim kuşam, bir zamanlar “bu ona uyar mı” gibi endişelere göre seçilirken, artık “her şey her şeye gider” serbestliği ile oluşturulmaya başlandı. Televizyonların “tartışma programları”, birbiriyle ilgisiz her şeyin söylenebildiği, “serbest ortamlar” olarak özellikle düzenlendi. Bütün bunlar, “post-modern olsun” diye yapılmadı. İçinde bulunulan yeni kapitalist kültürel ortam, karışıklığı, eklektizmi, “serbest kolaj” olarak onaylamaya hazırdı. Kesinlik, netlik, belli bir açıdan bakmak ve tutarlılık, artık modası geçmiş “modernizme özgü” kalıplardı ve terk edilmeliydi. Sanat ve edebiyatta eleştirmenin rolü, bir “iktidar kurmak” olarak yorumlandı ve karalandı. “Belli bir acıdan bakmak”, bir “duruş sergilemek” neredeyse yasaklandı. Değişkenlik, belirsizlik, “seçme özgürlüğü” olarak adlandırıldı.
Bütün bunların hayat koşullan içinde bir kökü, içinde yaşanılan sistemle bir bağıntısı olduğunu söylemek, bunu araştırmak bile, post-modernizm açısından, “meta-teorilere dayanmak”, “evrensel gerçeklik aramak” olarak damgalanıp eleştirildi.
Gerçekten, post-modernizm öylesine oluşmuş bir “ortam”, kendiliğinden gelişmiş bir “hayat biçimi” olarak görülebilir mi, yoksa dünyanın günümüzdeki koşullarıyla uyumlu bir ideoloji olarak mı görülmeli?

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE POST-MODERNİZM
Post-modernizmi, teknolojideki ve ekonomik yaşamdaki kimi değişimlerle açıklamaya çalışan Harvey, Jameson gibi düşünürler, “indirgemecilikle” suçlandılar. Bu eleştiriye göre, kültürel bir olguyu nesnel-maddi koşullarla açıklamaya çalışmak, yine “büyük, evrensel söylemler” kapsamındaydı ve olgunun özgünlüğünü, bireyselliğini hiçe saymaktı. Oysa, post-modernizmi eleştiren ve Marksist ilkelere sadık kalarak bunu yapmaya çalışan düşünürler, basit bir indirgemecilikten ötede, olgular arasındaki bağıntıyı göstermeye yönelmişlerdi. Örneğin, Harvey, post-fordizmle post-modernizm arasında bir ilişki bulunduğunu düşünüyor ve post-fordizmin yalnızca teknolojik bir değişme olmayıp aynı zamanda toplumsal sınıfların konumlanışını da etkileyen, ideolojik sonuçlar doğuran bir değişme olduğunu söyleyerek, post-modernizmin bu değişime denk düşen bir kültürel-ideolojik durum olduğunu ileri sürüyordu.
Her şeyden önce, bağımsız gelişen iki toplumsal olgu arasında, yalnızca aynı toplumsal ilişkiler içinde, aynı toplumun mekanizmaları tarafından kurulmuş bir “kendiliğinden” bağıntı zaten mevcuttur. Önemli olan, bu iki olgunun, diğer ilişkileri ve olguları da kapsayacak tarzda birbirini etkilemesinin sürekli ve sınanabilir özellikler taşıyıp taşımadığıdır, ikinci olarak, böyle bir ilişkinin determinizm kavramıyla açıklanmasının zorunlu olmadığıdır. Belirlenim, olgular arasındaki bağıntılardan yalnızca birisidir. Eğer gerekliyse, bir belirleme-belirlenme ya da nedensellik ilişkisi kurabilmek için, kuşkusuz birinin önce, diğerinin sonra ortaya çıkmış olması da yetmez. İki olgu arasında bir ilişki saptayabilmek için, görünüşe ve öze ilişkin belli karakteristiklerin bulunabilmesi gerekmektedir. Öyle ki, olguyu açıklayabilmeye elverişli bir soyutlama düzeyinde, kavramsallaştırma belirli özdeşlikler sağlayabilsin.
Post-fordizmle post-modernizm arasındaki ilişkiyi, bu ilkeler açısından ele aldığımızda, Harvey’in işaret ettiği bağıntıların hayali olmadığını görüyoruz. Bu bakımdan, her iki olgunun zamandaş ya da bir öncelik-sonralık sıralaması içinde olması önem taşımıyor. Tarihte kimi ideolojiler, sonradan kendisiyle bütünleşebilecek toplumsal ilişkileri bulmak üzere “sırada beklemişlerdir”. Tersine de söylenebilir; kimi toplumsal gelişmeler, kendilerini anlatsın diye, önceden yaratılmış ideolojileri, kültürel, sanatsal akımları unutuldukları yerden çıkarıp kullanmışlardır. Önemli olan, o ilişkilerin ortaya çıkardığı yeni durumların, o kültürel kalıp içinde teorileştirilip teorileştirilemediğidir. Kapitalizmdeki gelişmeler, emperyalizmin doğuşu, daha sonra “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen ilişkilerin ortaya çıkması ve doğurduğu toplumsal sonuçlar, post-modern ideoloji içinde tanımlanabilir özellikler göstermektedir. Ve bu yüzden, örneğin Jameson’un post-modernizmi kapitalizmin son dönemine ilişkin bir “kültürel mantık” olarak tanımlaması, ABD emperyalizminin Avrupa emperyalizmine karşı sağladığı üstünlükle post-modernizmi bağdaştırması da dikkate değer tezlerdir. Bunu görebilmek için, bazı olgulara değinmekte yarar var.
Kapitalizm, feodal parçalanmışlığı kapitalist pazar lehine ortadan kaldırırken, aynı zamanda farklı ulusal-kavimsel kimlikleri, dinsel cemaatleri, aynı ulus içinde tanımlanabilecek ama ayrı dilsel-kültürel kimlikler yüzünden ayrı duran toplumları da birleştirmeye yöneldi. Bu kuşkusuz aynı zamanda bir asimilasyon eylemiydi ve tek nedeni, “pazar birliğinin sağlanması değildi. Bunun yanı sıra, farklılıkların yok edilmesi, dil, kültür, din birliğinin sağlanması, yöneten-yönetilen ilişkisini yönetenler açısından kolaylaştıran bir faktördü. Ancak, kapitalist egemenliğin kapladığı alan bakımından dünya büyüdükçe, kapitalizmin çıkarları açısından gerekli bir birleştirme ve bütünleştirme eski yöntemlerle, asimilasyonun belli başlı fiziksel etkenler açısından gerçekleştirilmesi de güçleşti. Bunun yanı sıra emperyalist metropollerde, nüfusun önemli bir bölümü, göçmen işçilerden, eski sömürgelerin göç etmiş halklarından oluşmaya başladı. Dinsel, ırksal, ulusal bakımdan farklı topluluklar, başlıca kapitalist ülkelerde önemli bir demografik yoğunluk kazandı. Bunların egemen ulusun kültürüne, ulusal kimliğine katılması, dillerinin, dinlerinin silinmesi olanağı yoklu. Kitlesel olarak imha edilmeleri, ya da geldikleri yere sepetlenmeleri olanağı da yoktu. Bu durumda, “farklılıkların korunması”, “çok renklilik”, “çoğulculuk” gibi kavramlar, demokratik toplumun bir özelliği olarak görülmeye başlandı. Burada önemli olan, çeşitlilik ve çok renkliliğin, hangi araçlarla ve hangi kıstaslarla bir “bütün” içinde tutulabileceği sorusunun gündemden kalkmamış olmasıdır. Bu noktada, “modern küreselleşme” olarak adlandırılan ve kapitalizmin ilk dönemlerindeki “pazar birliğinin sağlanması”, sömürge yönetimlerinin dayanaklarının yaratılması gibi amaçlara yönelik asimilasyon politikalarından farklı bir “küreselleşme politikasının bulunması gerekiyordu. “Ulus ötesi” kavramı, yalnızca emperyalist şirketleri tanımlamakta kullanılmakla kalmadı, aynı zamanda, cinsiyet, etnisite, ırk anlayışlarını da kapsamak üzere genişletildi. Bu adla anılan topluluklara toplumsal hayatta, “egemen ulus” baskısını hissettirmeyecek bir dizi önlemin geliştirilmesi bu kavrama yüklenen anlamla ilgilidir. Örneğin, ABD’de, Afrika kökenli siyah nüfusa (“Zenci”lere), Porto Rikolulara, Latin Amerika kökenlilere karşı ırkçı politikaların terk edilmesi, Fransa’da Cezayirli, Tunuslu, Türkiyeli nüfusa karşı “hoşgörü” kampanyalarının devlet politikası olarak açılması ve sürdürülmesi, Almanya’da benzeri politikaların kültür ve eğitim programlarıyla birleştirilerek yürürlüğe konulması, yeni türden “küreselleşme”nin sonuçları olarak doğdu.
Bununla birlikte, eski sömürgeciliğin, ya da modernizmin siyasal ve ideolojik hedefleri, “post-modern dönem”de ortadan kalkmış değildi. Yöneten-yönetilen ilişkisinin olduğu her yerde, yönetilenleri belli bir eksen etrafında birleştirmek, yönetenlerin tarafında tutmak için mutlaka farklılıkların silindiği bir ortak toparlanma noktası yaratılması zorunludur. Bu göçmen Cezayirlinin kendisini, Cezayir’de katliamlara katılmış bir devletin “doğal rengi”, “özgür bireyi” olarak duyumsamasını sağlayacak yapay bir kültürdür. Örneğin, Zidane gibi bir Cezayir asıllı futbolcunun Fransız milli takımının as futbolcusu olabilmesi gibi… Müslüman bir şarkıcının, kendi ülkesinin-halkının özgün şarkılarını Fransızca, İngilizce söyleyerek metropol yıldızı olması gibi… Paris modasında “Afrika esintilerinin” hâkim kılınması gibi… Bütün bunlar etrafında yaratılan ve büyük ölçüde medyanın kışkırtıp yaygınlaştırdığı atmosfer, o ülkeye “demokratik” görüntüsünü vermekle kalmaz, “çoğulculuk, çok renklilik, hiyerarşi yokluğu” gibi postmodern terimlerin geçerliliğinin de kanıtı sayılır.
Modernist düşünce, benzerlikleri, karşılaştırılabilir nitelikleri, ayrılıkları merkezileştirirken, post-modernizm farklılıkların önemine vurgu yapıyor. Ya da klasik batı düşüncesinin üzerine kurulu olduğu özne-nesne, özgürlük-zorunluluk, kültür-doğa, batı-doğu, kadın-erkek gibi karşıtlıkları, karşıtlık olmaktan çıkarıyor, bunların birbirlerini dışlamadan yan yana varolabileceklerini ileri Sürüyor. Aynı biçimde, “yerel olanın meşrulaştırılması”, “modernitenin yarattığı hiyerarşi”nin kırılması, vb. biçimindeki öneriler de bu kapsamdadır. Bunlar da, post-modernitenin, modernizme göre “demokratik bir üstünlüğü” olarak yorumlanıyor. Küreselleşmenin ekonomik yapıdaki gelişime-değişime (üretimin ülkeler-arasılaşması) bağlı olarak üstyapıdaki (özellikle iletişim-bilişim alanında) uluslararasılaşmayı kapsadığını gören, ama buna karşı post-modernizmin yerel kültürleri savunduğunu söyleyenler de var. Gerçekte, post-modernizm, ABD ve Avrupa rejimlerinin ırkçı politikalarına karşı bir muhalefeti, ya da değişimi önerdiği için bu sonuçlar doğmuş değil. Her iki kıtadaki emperyalist politikaların değişen içeriğine uygun olarak, post-modern argümanların hazır gerekçeler sunmuş olması bu görünüşü veriyor. Çünkü gerçekten, post-modernizm, küreselleşmenin ’90’lı yıllarda kazandığı boyutların öncesinde doğmuştu. Küreselleşmenin post-modernizmin bir sonucu olduğunu düşünenlerin yanılgısı, bu önceliğe dayanıyor. Oysa en azından şematik bir kural olarak, teknik ya da ekonomik herhangi bir olguya özgü ideolojiler, sıralamada onlara öncel olamazlar. Bu şematik düşünüş tarzı kimi zaman, post-modernizmi savunanlarda da görülüyor ve post-modernizmin küreselleşme saldırısından önce doğmuş olması, ondan bağımsızlığının kanıtı olarak ileri sürülebiliyor. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, karşıtlıklar konusundaki görüşlerin de, “Yeni Dünya Düzeni” ile uyuşan, onun propagandasını tamamlayan özellikler taşıdığını görebiliriz.
Hemen belirtilmeli ki, karşıtlıklara karşı alınan tavır, giderek toplumsal sınıflar arasındaki karşıtlıkların yok sayılması noktasına kadar gelmiştir. Yukarıda sayılan türden karşıtlıkların kimi, doğa karşısındaki ideolojik bakışın ürünü olarak eleştirilebilir, kimi tarihsel olarak ortaya çıkmış yine ancak tarihsel gelişmeyle ortadan kalkabilecek karşıtlıklar olarak politik tarzda ele alınabilir. Kimi de salt felsefi karşıtlıklardır ve ancak yine felsefenin konusu olarak tartışılabilir. Ama bunları yok saymak, ya da kullanımdan kalktıklarına söylemek için onların ortaya çıkışma olanak sağlayan nesnel koşulların ortadan kalktığını görebilmek gerekir. Eğer kültür-doğa karşıtlığından söz etmek günümüzde de zorunluysa, bu birinin diğerine üstün tutulmasından, birinin yanında yer tutarak diğerine karşı savaş açılmasından farklı olarak, örneğin kapitalist kültürün doğa karşısındaki yıkıcı etkisi gözetilerek kullanılabilir halde olmasından dolayıdır. Kadın-erkek karşıtlığı da, yine kapitalist-sömürgeci toplum ve siyaset ilişkilerinin birer sonucudur ve bunları “karşıtlık olmaktan çıkardık” demekle ortadan kalkmazlar. Batı-Doğu karşıtlığı ise, daha çok kültürel planda, sömürgeci ideolojinin ürünü olarak, bir üstünlük-altlık tartışmasının konusu olarak ortaya çıkmıştır. Buna benzer karşıtlıklar, nesnel-maddi karşılıkları olmaksızın, politik-ideolojik kategoriler olarak kullanıldıkları ölçüde eleştiriyi hak ederler. Ne var ki, post-modernizm, sayılan karşıtlıklar arasında herhangi bir ayrım gözetmeksizin, karşıtlık kavramının kendisine karşıdır. Özellikle, toplumsal sınıf karşıtlıklarını ifade eden kavramların “karşılıksız” olduğu, gerçekliği göstermediği iddiası, tümüyle “küreselleşme” ideolojisine aittir. Bilindiği gibi, ’90’lı yıllarda, SSCB’nin yıkılması ve “doğu bloğu”nun dağılması, dünyada ideolojik ve ekonomik karşıtlıkların kalmadığının bir kanıtı sayılmıştı. Buna paralel olarak, artık sınıf mücadelesinden söz edilemeyeceği, karşıt ideolojilerden söz etmenin geçmiş yüzyıllara ait bir “dinozorluk” olduğu ilan edilmişti. Bu propaganda, entelektüel düzeyde post-modernizmde desteğini buldu. Elbette, post-modernizm, söz konusu tezleri ileri sürerken, bu gelişmeleri hesaba katmış değildi. Gün gelip SSCB’nin yıkılışının teorisi yapılırken, bundan çıkan sonuçları formüle ederken kendisinden böylesine yararlanılabileceğini kestirmesi olanaksızdı. Post-modernizmin, “Yeni Dünya Düzeni” ortada yokken doğduğunu, dolayısıyla aralarında ilişki kurmanın yanlış olduğunu ileri sürenler, bu çakışmayı, birbirini tamamlamayı açıklamıyorlar. Hatta kimileri, bazı postmodern düşünürlerin muhalif, ilerici, düzen karşıtı konumlarına dayanarak, post-modernizmin Marksistlerce eleştirilmesine anlam veremiyorlar. Özellikle Foucault’nun komünist partiyle ilişkili olduğunu ve tüm post-modernistlerin o dönemki sol eylemlere destek çıktığını, hatta ’80 sonrası Körfez krizi sonrasında Amerika’ya karşı çıkarak Saddam’ın yanında yer aldıklarını söyleyerek, post-modernizm-globalizm ilişkisini olanaksız görüyorlar.
Bütün bunların yanıtı, yukarıda değindiğimiz gibi, her iki olgunun (post-modernizm ve küreselleşme) ayrı gelişme yollarından geçerek birleşmiş olmasındadır. Bu birleşmede, postmodern düşünürlerin, daha geniş bir tanımla “modernizm eleştirmenlerinin” doğrudan bir sorumluluğu yoktur. Saptanması gereken şey, bu konuda emperyalist propaganda merkezlerinin uyanıklığıdır. Post-modernizmde, içine girdikleri yeni stratejide kendileri lehine işleyecek formüller bulmuşlar ve kullanmışlardır. Bundan sonra da, post-modernizmi, küreselleşme eğilimlerinden ayrı düşünmek olanaksızdır. Eğer özelleştirme saldırısı, “devletin küçülmesi, bireyin öne çıkması, bireyselleşme” gibi sloganlarla süslene-biliyorsa, uluslararası sermayenin serbest dolaşımı için gerekli olan “ulus devletin kalkması” fikri, postmodern tezlere dayanarak savunulabiliyorsa, burada artık ilişkisizlikten söz etmenin anlamı yoktur.

* * *
Post-modernizmin temel iddialarından birine göre, bulunduğumuz aydınlanma çağının ürünü olan insan anlayışı ile dünya görüşleri de geçersizleşmiştir. Aydınlanma, tanrının merkezde olduğu ortaçağ kavrayışından, insanın merkezde olduğu dünyevi (hümanist) bir düşünce biçimine geçişti. Post-modernizm ise, günümüz dünyasında artık tanrının da, insanın da merkezde olmadığı, merkezsiz (ya da çok-merkezli) bir düşünce sistemi önermektedir, ilk bakışta bunun düşünce ve toplumsal hayat için öz-gürleştirici bir bakış açısı olduğu sanılabilir. Ancak, hemen ardından post-modernizmin bir başka temel teziyle bu önermenin tamamlandığı görülmektedir. Merkezsiz (ya da çok-merkezli) bu düşünce içinde insan, bütünsel, tutarlı bir “akıl”, tarihi inşa eden bilinçli bir özne değil, sürekli bir oluş halindeki, etkileyen, etkilenen, bütünlükten, tutarlılıktan yoksun, çeşitli “özne konumlarından oluşan, çelişkilere düşen bir kimlik olarak tanımlanmaktadır. Post-modernizmin böylesine etkisiz, nereye çekilirse orada kalan insan tanımı, hiç kuşkusuz özellikle “tarih yapan özne” etkinliğinden uzak olarak anlaşıldığı noktada, günümüz emperyalist ideolojisi ile birebir çakışmaktadır. Önemli olan şirkettir, önemli olan planlar ve programlardır ve insan sadece soyut bir kavramdır! Oysa açıkça, bütün bu planları, programları yapanlar, ideolojileri üretenler, üstelik hiç durmaksızın kendilerine özgü bir tarihi yapanlar da insanlardır. Ama belli bir sınıftan, kendilerinden başka kimseden söz edilmesine, insandan sayılmasına tahammül edemeyen bir sınıftan insanlardır. Etkinlik, bilinç, tarih yapan özne olma onuru onlara aittir! Milyonlarca işçi ve emekçi, yoksullar, sömürülen ülkelerin halkları, “tutarlılıktan yoksun, çeşitli ‘özne konumları’ içinde konuşan, çelişkilere düşen bir kimlikten” ibarettir! Bu önerme açısından, artık işçi sınıfının ilericiliğinden, kapitalizmin mezar kazıcısı olma rolünden söz etmeye olanak yoktur. Halkların emperyalizme karşı “kendileri için” kurtuluş mücadelesi vermesi de düşünülemez. Çünkü bunlar zaten “modernitenin uydurmalarıydı”, hiçbir gerçeğe dayanmadıkları anlaşıldı ve artık terk edilmeleri gereklidir!
Bu sözlerin, “ilerici, muhalif, emperyalizme karşı” bir kafadan çıkmış olması düşünülebilir mi?

*  *   *
Birçok eleştirmen, post-modernizmin etki alanını böylesine genişletmesinde, kapitalist dünyanın süreğen bir kriz ortamına girmesiyle ve emeğin ekonomik ve siyasal örgütlenmesinin dünya çapında ağır yaralar almasıyla orantılı olduğu görüşünde birleşiyor. 1973’ten bu yana yaşanan sert ve hızlı değişimlerin yarattığı “belirsizlik” duygusunun, “ilerleme ve gelişme” inancını sarsmış olması da, başka bir etken olarak, bu sürece ekleniyor. Post-modernizm, bunların yaratıcısı değil elbette. O, yalnızca bu olguyu bir malzeme olarak kullanıyor ve bunun işlenmiş, yerleşmiş bir toplumsal yanılgı halini almasını isteyen emperyalizm tarafından destekleniyor.
Diğer yandan, “popüler meta üretimi” ile alabildiğine genişleyen kapitalist pazarın da, bu düşüncelerden yararlandığını görebiliyoruz. Post-modernizm, “kültürel çeşitlilik, kültür ürünleri arasında hiyerarşi yokluğu” gibi tezlerle, yine yukarıda andığımız türden bir demokratik görüntü sergiliyor. Buna, “estetik popülizm” kavramıyla temel sağlanıyor, “Yüksek kültür”le, “ticari kültür”, ya da “kitle kültürü” arasında varsayılan modernist ayrıma karşı, post-modernizmin öne sürdüğü, “demokratik” çözüm, tam anlamıyla piyasa işi yoğun meta üretimini destekleyen bir çözümdür. Robert Venturi adlı mimarın yazdığı “Las Vegas’tan Ders Almak” adlı kitap, bu görüşün temel manifestosu sayılıyor. “Estetik popülizm”, görünüşte seçkin sanat, “yüksek kültür” gibi kavramlara karşı bir tavır alış gibidir. Oysa eğitimden yoksun geniş kitlelerin beğeni düzeyini temel alan ve kolayca üretilip hızla tüketilebilen nesneler üretmenin savunusunu içeren bu görüş, tam anlamıyla bir “kültür endüstrisi”nin sonucudur. Televizyon dizileri, eğlencelik filmler, korku-aşk-cinayet-bilim kurgu üzerine kurulmuş fantezi romanlar, taklit edilerek ucuzlatılmış takılar, yalnızca süs olabilme ölçütüyle değerlendirilen resimler, “popüler müzik”, bizde arabesk, Las Vegas’tan öğrenilenlerin içini dolduruyor. Bütün bunlar, hızla paraya çevrilebilen, her pazarda kolayca alıcı bulan, en çok bir mevsim boyunca kullanılıp hemen eskitilen ve yenisi aranan ürünler. Sermayenin hızla dönmesini, geniş bir pazarda yeniden üretilmesini sağlıyor. Ve diğer örneklerde olduğu gibi, bu hiçbir işe yaramayan incik-boncuk “post-modern demokrasinin” özüne işaret ediyor.
Televole programları, paparazziler, pop müzik, bu “kitle estetiğinin” en tipik örnekleridir. Bazı yazarlar, bütün bunları post-modernizmin değil, yozlaşan modernizmin sonuçlan olarak değerlendiriyorlar. Bu sözde önemli bir gerçek payı vardır. Dayanakları aynı sermaye sistemi olduğuna göre, pekâlâ post-modernizmi de modernizmin yozlaşmış hali olarak tanımlayabiliriz. Buna ilişkin bir örneği, ülkemizden, mimarideki kimi eğilimlerden verebiliriz. Deniyor ki, “geçmişle bağların koparılmaması, sürdürülmesi post-modernizmin ağırlıklı özelliğidir.”
Bunun ne anlama geldiğini, büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’da, İstiklal Caddesi’ndeki eski binalara bakarak anlayabiliriz. Eski Levanten bir apartmanı alırsınız. Ön cephesini restore eder, içini tümüyle boşaltırsınız. Buraya kullanım amacına uygun olarak, pahalı malzemeyle donatılmış alabildiğine “modern” bir bina oturtursunuz. Eğer sizin yeni binanız, bu eski apartmanın cephesine sığmamışsa, üstünü cam ve çelik konstrüksiyonla tamamlarsınız. Eski binanın yüzü, her nasılsa orada kalmış bir tarihi kalıntı gibi durur. Hem tarihsel dokuyu “korumuş” olursunuz, solcular ve yeşilciler beğenirler, hem de siz istediğiniz gibi, rantı bol bir yerden, ucuza mal kapatmış olursunuz. Post-modernizmin, “geçmişle bağları sürdürmesi”, kapitalist pazar pratiğinde rant avcılığı olarak gerçekleşmektedir. Bunu, salt düşünsel planda modernizmin bir eleştirisi olarak görmek ve olumlamak olanağı yoktur.
Post-modernizmi belki de en iyi şu sözler tanımlıyor: “sömürgecilik, batılı olmayan kültürlerin fiziksel işgali demekti. Modernizm ise, kendisini bir tür hakikat odağı gibi tanımlayarak, batılı olmayan kültürlerin belleklerini işgal etmek demekti. Post-modernizm ise, kendisini bir tür hakikat odağı gibi tanımlayarak, batılı olmayan kültürlerin kimliklerini ve tarihini kendine mal etmek, onların geleceklerini sömürmek ve varoluşlarını işgal etmek demektir.”

Mayıs 2001

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑