İşçi-emekçi hareketi, emek programı ve mücadeledeki rolü

Emek Platformu’nun, bir grup akademisyen-bilim insanı ile birlikte Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) sömürgeci programlarına karşı emeğin ve ülkenin çıkarlarını merkezine alan Emek Programı’nı ilan etmesi, emek hareketinin güncel konumu ve geleceği açısından önemli bir dönemecin de başlangıcı olmuştur.
Emek Programı’nın ele alınışı ve emek hareketinin ilerlemesindeki rolü ve bu çerçevede yaşanan güncel sorunlara geçmeden önce ülkemiz işçi-emekçi hareketinin yakın tarihini kısaca hatırlamak ve konuyu geçmişle olan bağlantısı içerisinde ele almak anlamlı olacaktır.
Bilindiği üzere 1989 Bahar Eylemleri’yle, 12 Eylül sonrası işçi-emekçi hareketi ilk kitlesel ve yaygın direnişlerini gerçekleştirmiştir. Bu dönemde, kamu işyerlerindeki toplu sözleşme görüşmelerinde talepleri kabul edilmeyen işçilerin yürüttükleri mücadele “hak verilmez alınır” fikrinin işçi, emekçi yığınlar arasında yaygınlaşmasını sağlamıştır. Baskı ve tehditlere rağmen gösteriler gerçekleştirerek taleplerini sokaklarda haykıran işçiler, birçok ilde, birçok iş kolunda gerçekleştirdikleri direniş ve eylemlerle toplumsal muhalefetin önünü açmış diğer emekçi kesimlerin hak alma ve örgütlenme mücadelesine esin kaynağı olmuştur.
Bir yandan haksızlıklara karşı mücadele etme bilincinin ilerlemesini ve işçi-emekçi tabanına yayılmasını sağlarken, bir yandan da yeni bir ileri işçi kuşağının ve mücadeleci sendikacılık anlayışının boy verip büyümesine dayanak olmuştur.
1990-’91 ve ’92 yılları ise işçi-emekçi hareketinin, ’89 Bahar Eylemleri ile girilen süreci birçok açıdan daha da ilerleterek geliştiği yıllardır. Zonguldak’ta ’90’da başlayıp ’91 yılına kadar devam eden “Büyük Madenci Direnişi”, aynı yıllarda birçok işyerinde yaşanan ve on binlerce işçinin, emekçinin katılımıyla sokaklara taşan 1 Mayıs eylemleri, yine 1991 yılının ortalarında başlayan toplu sözleşme görüşmeleri sürecinde yaşanan eylemler, uzun yıllar sonra 1992 yılında yasal mitinglerle kutlanan 1 Mayıs ve aynı yıllar içerisinde yaşanan daha birçok irili ufaklı sendikal hak ve ekonomik talepli direnişler bu dönemde işçi-emekçi hareketinin mücadele birikimini artıran eylemlerdir.
Bütün bu direniş ve eylemlerin merkezinde ağırlıklı olarak TİS uyuşmazlıklarının protestosu, ücretlerin iyileştirilmesi ve işten atmaların durdurulması gibi ekonomik talepler vardır. Ancak eylemlerin yaygınlığı ve kitleselliği, ’89 Bahar Eylemleri ile temeli atılan mücadeleci sendikacılık anlayışının gelişip yaygınlaşması, yerel işçi platformlarının harcının atılması ve İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu’nun oluşturulması, eylemlerin, direnişlerin sendikal bürokrasinin bütün oyalama ve engelleme tutumuna rağmen gerçekleşmesi gibi belli başlı hususlar, bu dönemde sınıf hareketinin mücadele ve örgüt birikimini devrimci temelde ilerletmiştir.
Bu yıllar aynı zamanda kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme için seferber olduğu ve grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı başta olmak üzere çeşitli hak talepleri etrafında birleşerek mücadeleye atıldığı yıllar oldu. Kamu emekçilerinin bu mücadelesinin işçi sınıfının mücadelesiyle birleşmesine yönelik ilk adımların atılması ve ortak eylemlerin yapılması da bu yıllara rastlar.
Bütün bu ilerletici, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele ve örgüt birikimini artırıcı gelişmeler hareketin birleşme ve siyasallaşma ihtiyacını da belirginleştirmiş, ancak bu noktadaki eksiklik ve zayıflıklar varlığını sürdürmüştür. İşçi-emekçi hareketi hükümeti protesto etmenin ötesinde bir siyasal çıkış ortaya koyamamıştır. Proleter sosyalist hareketin gücü ve olanakları doğrultusunda harekete müdahalesinin düzeyine göre zaman zaman işçi ve emekçiler arasında siyasal içerikte talepler ve sloganlar öne çıkmış; ancak istikrar, süreklilik sorunu devam etmiş ve hareketin ana karakteri değişmemiştir.

ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI MÜCADELE
İşçi emekçi hareketinin son on yıllık sürecini dönemlere ayıracak olursak, ’90’lı yılların ortalarına kadar yaşanan ve yukarıda ana hatlarıyla değindiğimiz süreci birinci dönem olarak ele alabiliriz. ’90’lı yılların ortalarından itibaren başlayan süreci ise ikinci dönemin başlangıcı olarak kabul edebiliriz.
Her iki yılda bir kamu işyerlerinde gündeme gelen ve zaman zaman özel sektörle de çakışan TİS süreçlerindeki eylem ve direnişler, taşeronlaştırmaya, işten atmalara ve sendikasızlaştırmaya karşı mücadele, bu dönemde özelleştirmeye karşı mücadeleyle yeni bir sürece de girmiştir.
1970’li yıllardan itibaren kapitalist dünyaya hâkim olan neoliberal politikaların ülkemizdeki hâkimiyetinin başlangıcını, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte gündeme getirilen ve cuntadan alınan güçle uygulamaya konan 24 Ocak Kararları oluşturur. “Yeni Dünya Düzeni”ne uyum, buna uygun bir yeniden yapılandırmanın temelini oluşturan özelleştirmeler, 24 Ocak Kararları’nın da ruhunu oluşturmaktadır. Ancak ’89 yılına kadar özelleştirmeler daha çok planlar kapsamında gündemdedir ve ’90’lı yılların ilk yarısında tek tük işyerlerinde gündeme gelmiştir. Ancak 1994-95’li yıllardan itibaren özelleştirme, uluslararası tekeller ve işbirlikçilerinin işçi, emekçi yığınlara yönelik temel saldırısı olarak hız kazanmıştır.
Özelleştirme saldırısı başlangıçta ağırlıklı olarak taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve işten atılmaların hız kazanması olarak işçi-emekçilere yansımış ve karşı koyusun ana talepleri de bu temelde gündeme gelmiştir. Ancak giderek ülkenin bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağması, kamusal alanın ve ulusal birikimin tasfiyesi, dışa bağımlılığın artması ve ülkenin dikensiz bir sömürge alanı haline getirilmesi yönü öne çıktıkça, işçi ve emekçilerin özelleştirmeye karşı direnişinin talepleri de nitelik olarak daha ileri bir noktaya çıkmıştır.
Özelleştirme saldırısının anlamına ilişkin, proleter sosyalist hareketin daha başından beri işçi ve emekçi yığınları aydınlatmaya yönelik yürüttüğü çalışmalar bu dönemde sonuçlarını pratik olarak göstermeye başlamış, işçi ve emekçilerin özelleştirme saldırısını kavrayış ve karşı koyuş düzeyi de buna paralel olarak ileri bir mevziiye yükselmiştir.
’90’lı yılların ortalarından günümüze kadar gelen ve bugün de devam eden özelleştirme saldırısının hedefine, madenler, enerji santralleri, SEKA gibi stratejik sektörler konulduğunda, özelleştirme saldırısına karşı bütün diğer taleplerin yanı sıra bağımsızlık talebiyle anti-emperyalist bir mücadeleye yönelişin pratik örnekleri de görülmeye başlanmıştır. Yatağan’daki enerji santrallerinin ve SEKA’nın özelleştirilmesine karşı, bütün yöre halkıyla birleşik mücadele veren işçiler, emekçi yurtseverliğinin ve bağımsızlığın bayrağını yükseltmişlerdir.
Bu dönemde kamu emekçilerinin mücadelesi, başlangıçtaki taleplerini de koruyarak, demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin talepleri daha çok içermeye başlamış, işçi sınıfı ve kamu emekçilerinin birleşik mücadele zemini olgunlaşmış, ortak eylemler, iş bırakma eylemleri, işçi sınıfı ile birlikte karşılıklı birbirini güçlendirmiştir.
Burada üretici ve yoksul köylülüğün 1990’lı yılların sonlarından günümüze gelen süreçte, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinden doğrudan etkilenerek, kendi talepleri etrafında mücadeleye ve örgütlenmeye yönelmesinin, emek cephesinin içinde yer alan güçlere bu kesimlerin de dâhil olması gerçeğinin altını çizmek gerekir.
Yukarıda işçi sınıfı ve emekçilerin ağırlıklı olarak özelleştirmeye karşı taleplerle mücadeleye yönelmesini uluslararası sermayeye ve işbirlikçilerine karşı yürütülen mücadelede ikinci bir dönem olarak ele alabileceğimizi söylemiştik. İşte bu dönemin karakterini de; yerel işçi-emekçi platformlarının daha da yaygınlaştığı, özelleştirmeye karşı işyeri komitelerinin, TİS komiteleri deneyiminin üzerine eklendiği, sendikal bürokrasiye rağmen mücadelenin inisiyatifinin tabana doğru yayıldığı, dahası, işçi-emekçi yığınların mücadele sloganları ve talepleri içerisinde siyasal nitelikteki slogan ve taleplerin ağırlığını hissettirdiği eylemler ve direnişler oluşturmuştur.
Bu dönemin başında proleter sosyalist hareket, işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki gücü ve birikimi üzerinden ve yukarıda özetlediğimiz tablonun ortaya koyduğu olanaklarla da birleşerek, işçi sınıfının kitlesel politik örgütünün kuruluşunun ilk adımlarını da atmıştır. Emek Partisi (EP) girişiminin ilanı, EP’in kurulması ve günümüze gelen süreçte, işçi-emekçi hareketinin birleşme ve siyasallaşma ihtiyacı, her zamankinden daha fazla pratik bir ihtiyaç haline gelirken, emek hareketinin ileri kuşaklarının proleter sosyalist hareketin birikimiyle de birleşerek işçi sınıfının, emekçilerin kitlesel politik örgütünü inşa etmeleri, emek hareketinde ilerletici, hayati bir rol oynamıştır demek elbette ki abartı olmayacaktır. Bugün de Emeğin Partisi, emek hareketinin içerisinde bu rolünü sürdürmeye devam etmektedir.
Artık işçi sınıfı ve emekçiler, dünya ve ülkede yaşanan gelişmelere karşı daha duyarlı, sermayenin saldırılarına karşı daha etkili eylemlere yönelmiş ve bir anlamda emek ile sermaye arasındaki saflaşma daha da belirginleşmeye başlamıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin, birleşik, istikrarlı ve siyasallaşmış bir hareket düzeyine yükselmesi ihtiyacı bu dönemde kendini daha fazla hissettirirken, bu ihtiyacın giderilememesinden kaynaklı eksiklik ve zayıflıkların aşılmasında yeni bir dönemin -üçüncü dönemin- başlangıcı da ’90’lı yılların sonlarında Emek Platformu’nun kurulması olmuştur.

EMEK PLATFORMU’NUN KURULUŞU
IMF ve Dünya Bankası, başta ABD tekelleri olmak üzere, uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda, merkezinde neoliberal politikaların olduğu saldırılarla, bütün dünyayı sömürgecilerin dikensiz gül bahçesi haline getirmeye yönelik girişimlerini sürdürürken, ülkemizdeki işbirlikçileri de, “küreselleşme” adına emekçilerin bu saldırılara boyun eğmesi ve emekçi direnişinin kırılmasını merkezine alan girişimlerini artırmıştır.
Emekçi düşmanı politikaların daha rahat uygulanabilmesi için, sendikal bürokrasi aracılığıyla işçi-emekçi hareketinin denetim altına alınması doğrultusunda yeni adımlar atan işbirlikçi burjuvazi, ’90’lı yılların sonlarına doğru Ekonomik Sosyal Konsey (bu oluşumun yasal statüye kavuşturulması için geçtiğimiz günlerde somut adımlar da atıldı) ve “5’li Sivil inisiyatifin kurulmasını sağlamıştır. Ağırlıklı olarak hükümet temsilcileri ve patron örgütlerinin emek örgütlerini, sendikaları kuşattığı bu oluşumlarla yoluna devam edip, işçi sınıfı ve emekçilerin öfkesini bu oluşumlar aracılığıyla bertaraf etmeyi düşünen egemen sınıflar, bu süreç içerisinde hiç istemedikleri bir karşı oluşumla yüz yüze gelmek zorunda kalmıştır.
Bu dönemde işçi hareketi ve sendikal hareket, tarihinin en kitlesel eylemlerini, tahkim, “mezarda emeklilik” ve sosyal güvenliğin tasfiyesi girişimlerine karşı yaşadı. Yüz binlerce işçi, “sağcı işçi-solcu işçi” türünden yapay ayırımları bir tarafa koyarak somut talepler üzerinde birleşti. Siyasi partilere protesto mahiyetinde bırakılan çelenkleri, bizzat o partiye seçimlerde oy veren işçiler taşıdılar. Bu durum, işçilerin düzen partileriyle olan “bağ”ını zayıflatırken, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak algılama süreçlerini de olumlu yönde etkiledi. Tabanda gelişen bu birlik, “yukarıları” da etkiledi.
18 Nisan 1999 seçimleri öncesinde büyük oranda sermaye cephesi tarafından yedeklenen emek örgütleri, ESK ve “5’li inisiyatif” içerisinde yer alırken, “mezarda emeklilik” ve sosyal güvenliğin tasfiyesine karşı mücadele sürecinde, emek hareketi açısından bir ilki gerçekleştirmek durumunda kaldılar. Türkiye’de emek ve demokrasi güçlerinin mücadele tarihinde ilk kez, içinde bütün işçi ve kamu emekçileri sendikaları konfederasyonları ile çeşitli meslek örgütlerinin yer aldığı 15 kurum bir araya gelerek Emek Platformu’nu (EP) oluşturdular.
İşçi sınıfı ve emekçilerin sermayenin emekçilere yönelik saldırıları karşısında büyüyen öfkesi ve saldırıların birleşik mücadele ile püskürtülebileceğine ilişkin bilincindeki ilerleme, sendikal bürokrasiyi de önüne katarak “Emek Platformu”nun oluşmasını sağlamıştır. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, “mezarda emekliliğin” yasalaşması, “uluslararası tekellerin orman kanunu” olan Tahkim Yasası’nın Mecliste kabul edilmesi ve Anayasa değişikliği yapılması sürecinde kurulan Emek Platformu; ülkemiz işçi, emekçi hareketinin birleşik mücadele ihtiyacının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Ne egemen sınıfların ne de onların işçi sınıfı içerisindeki “dalgakıranları” rolünü üstlenen sendika bürokratlarının, bir gece rüyalarında birbirlerini görüp, “hadi böyle bir şey yapalım, memleket ve emekçiler açısından iyi olur” deyip, sabah kalktıklarında kurma kararı verdikleri bir oluşum değildir Emek Platformu. (Bunu özellikle vurgulama ihtiyacı duyuyoruz. Çünkü bazı çevreler, EP’e ilişkin değerlendirmelerini, emekçilerin mücadelesinin, emek-sermaye arasındaki çatışmanın geçmişi ve bugünü arasındaki bağın ne olduğunu anlamadan olur olmaz sonuçlar üzerinden yapabilmektedirler. Bu konuya daha sonra da değineceğiz.)
Aksine EP’in kuruluşundan bu yana geçen süre içerisinde yaşanan pratik, bir zamanlar İngiliz lortlarının Osmanlı’nın işbirlikçi yöneticilerine öfkeli bir ruh haliyle söylediği, “Siz içerden biz dışardan yıllardır uğraşıyoruz, ancak bir türlü yıkamadık bu devleti” sözlerinde olduğu gibi, “Sendika bürokratları ve onların değirmenine su taşıyanlar içerden, işbirlikçi burjuvazi ve onun hükümetleri dışardan uğraşıp duruyorlar. Ancak bir türlü yıkamadılar EP’i” benzetmesini hak edecek bir pratik süreç olmuştur.
Dolayısıyla, kurulmasından bugüne kadar gelen süreç içerisinde EP’in, işçilerin, emekçilerin ve ülkenin bugünkü ve gelecekteki çıkarlarına ilişkin olumlu bir rol oynamasında belirleyici olan, onu kurduran itici güç; işçi, emekçi sınıfların ve mücadeleci sendikacıların tutumu olmuştur. Bundan sonra da EP’in sermaye cephesine karşı, emek cephesinin mücadelesinde oynayacağı rolde, dolayısıyla sendikal bürokrasinin uğursuz, sınıf düşmanı manevralarının egemenliğinden kurtulup kurtulmamasında belirleyici olacak etken, onu kurduran gücün tutumu olacaktır.

EMEK PROGRAMININ İLANI
Emek ve sermaye arasındaki saflaşmada, işçi ve emekçi sınıfların mücadele ve örgüt düzeyi açısından yeni bir dönüm noktası ise, EP’in bir grup akademisyen-bilim insanı ile birlikte IMF ve Dünya Bankası’nın programlarına karşı alternatif olarak hazırlayıp ilan ettiği Emek Programı ile girilen ve üzerinden yaklaşık bir ay geçen süreçtir. Emek Programı’nın ilanı, emek ile sermaye arasındaki çelişki ve çatışmalar temelinde süren, tekeller ve işbirlikçi burjuvazi ile işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki mücadelede dördüncü dönem olarak nitelendirebileceğimiz; içinde bulunduğumuz dönemdir.
2000 yılının başında IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronlar işçi ve emekçilerin karşısına yeni bir saldırı programı ile çıktılar. Geçmiş örneklerinde olduğu gibi bu program da, “enflasyonu düşürecek, adil ve hakça bir döneme geçişi sağlayacak, ülkeyi düzlüğe çıkaracak bir program” olarak allanıp pullanıp propaganda edildi. Bir süredir başta özelleştirmeler olmak üzere, banka, faiz, kredi, borsa ve döviz vurgunculuğu üzerinden sürdürülen rant yağmasının, hortumculuğun ulaştığı boyutu sergileyen yolsuzluk skandalları birbiri ardına patlıyordu ve 19. IMF Programı da bu koşullarda gündeme getirilmişti.
Ancak “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözünde olduğu gibi, daha bir yılını doldurmadan, IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programı Kasım Krizi ile iflas etti. Şubat ayı içerisinde ise, bu kez daha güçlü bir sarsıntıyla program ülke ekonomisinin üzerine çöktü. Faiz ve döviz kurları serbest bırakıldı ve yıllardır ülkeyi bir sülük gibi emen yabancı sermaye ve işbirlikçi burjuva rantiye takımı yeni vurgunlarla kasalarını doldururken, yaşanan devalüasyonla ülke bir gecede % 40, bir ayda % 100 yoksullaştı.
IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programı ilan etmesinin ardından Emeğin Partisi (EMEP), işçi-emekçi yığınların bu “yeni sömürü ve yağma programı”na karşı mücadele içerisine girmesi amacıyla bir kampanya başlattı. Başta TELEKOM ve TEKEL’in özelleştirilmesi olmak üzere, ülkenin bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalamayı dizginsizce sürdürmek için adımlar atan emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı mücadelenin yükseltilmesi şiarıyla başlayan çalışmalar, IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların programının iflasıyla çakışarak ülkenin gündemine oturdu.
Uzun yıllardır burjuva düzen partileri, kendi programlarındaki çeşitli nüansları bir yana bırakarak, yabancı sermaye ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda IMF programları etrafında toplanarak hükümete gelip bu programları uyguluyorlardı. Çeşitli isimler altında kurulan düzen partileri vardı ancak programları tekti. EMEP, bu gerçeğe de dikkat çekerek, işçilerin, kamu emekçilerinin, köylülerin, işsizlerin ve gençlerin uzun yıllardır sermayenin saldırılarına karşı mücadele içerisinde öne çıkan taleplerinden oluşan bir mücadele programı hazırlayarak, emek ve demokrasiden yana olan veya olduğunu söyleyen herkese, ayrılıkları bir yana bırakıp bu program etrafında birleşme ve IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların saldırılarına karşı mücadele etme çağrısı yaptı. Sınıf bilinçli, mücadeleci, partili-partisiz işçiler ve sendikacılar da bu çağrı doğrultusunda bir araya gelerek, EP’in harekete geçmesi ve IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların saldırılarına karşı mücadele kararları alması için tabandan bir tepkinin-baskının örgütlenmesine yöneldi.
Bu koşullarda toplanan EP, EP içerisinde yer alan mücadeleci kesimlerin de çabalarıyla bir dizi eylem kararları alarak kamuoyuna ilan etti. Bir yandan eylemler başlarken, diğer yandan krizin yarattığı yıkıma karşı başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere, toplumun bütün ezilen kesimlerinde biriken öfkenin sokağa taştığı günler yaşanıyordu. Yıllardır sermaye iktidarlarının kendilerine dayanak yaptığı esnaf ve küçük işletme sahipleri de, mülksüzleşmenin ve yoksullaşmanın yarattığı tepkiyle sokaklarda kendiliğinden gösteriler yapmaya başladı. Aynı günlerde, Ankara’da bir grup iktisatçı-akademisyenden oluşan bilim insanları yayınladıkları bildirgeyle neoliberal politikaları eleştirdiler ve bu politikaların alternatifsiz olmadığını ortaya koydular. Artık IMF, DB, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların neoliberal politikalar doğrultusunda sürdürdüğü emek ve ülke düşmanı uygulamaların alternatifsiz olmadığı tartışılıyor ve EMEP’in de girişimleriyle EP ve bildirgenin sahibi bilim insanları ortak bir sempozyum düzenleme kararı alıyordu.
Mart ayının sonunda toplanan sempozyumda, Nisan ayının ilk günlerinde kamuoyuna ilan edilen Emek Programı’nın çerçevesi çizildi ve içeriği belirlendi. Emek Programı’nın ilanı; emek ve sermayenin çıkarları arasındaki çelişki ve çatışmaların yön verdiği emek cephesi ve sermaye cephesi arasındaki mücadelenin, “iki cephe, iki program” düzeyinde ifade edilmesinin de ilanı anlamına geliyordu.

EMEK PROGRAMI’NIN NİTELİĞİ
Olağan koşullarda belki de daha uzun bir süreci alacak olan olaylar ve olgular bu süreçte kısa aralıklarla ve hızlı bir tempoyla yaşandı. Yazımızın başından beri işçi, emekçi hareketinin yakın tarihiyle birlikte ele aldığımız emek mücadelesinde belli başlı dönemlerin dördüncüsüne de Emek Programı’nın ilanı ile bir anlamda start verilmiş oldu.
Emek Programı, işçi, emekçi hareketinin yukarıda ele aldığımız yakın tarihi içerisinde birleşik, istikrarlı ve siyasal nitelikte bir hareket olmaya doğru attığı en önemli adımdır. (Bu adımın yeni adımlarla birleşmesi ve bu temelde hareketin istikrarlı ilerlemesinin sigortasının sınıfın partisi olduğuna ilerleyen bölümlerde değineceğiz.) işçi, emekçi hareketinin, ekonomik taleplerle sınırlı, zaman zaman politik talep ve sloganların öne çıkmasının ötesine geçilemeyen, belirli aralıklarla alçalıp yükselen ve dalgalı bir ilerleme seyri gösteren, genel karakterini lokalliğin ve siyasallaşamamanın belirlediği dönemlerin ardından, böyle bir programla IMF, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların karşısına çıkması; birleşik, istikrarlı ve siyasal bir hareket olarak sürekli kendisini yeniden, daha ileri noktalarda üretmeye doğru ilk ciddi pratik hamlenin yapılması anlamına gelmektedir.
İşçi-emekçi hareketi, EP gibi bir oluşumun ardından Emek Programı gibi tarihi öneme sahip bir mücadele programına sahip olarak; bugüne kadar dönem dönem aciliyeti artan belli başlı taleplerini, güncel taleplerle de birleştirerek, dahası, işçi sınıfının taleplerini merkezine alan ve kamu emekçileri, köylüler, işsizler ve hatta esnafları da bu program etrafında birleştirmeye yönelerek sermaye cephesine karşı geçmişteki mevzisinden daha ileri bir mevzi tutmuştur. Bu anlamda da Emek Programı, emek ile sermaye arasındaki çıkar çelişkilerinin yön verdiği sermaye cephesi ile emek cephesi arasındaki mücadelenin bugünkü çatışma düzeyini ortaya koymaktadır. Bu Program, işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye cephesine karşı yürüttükleri mücadelede mevcut koşullardaki bilinç ve örgütlenme düzeyinin güncel ifadesidir. IMF, DB, hükümet ve işbirlikçi büyük patronların emek düşmanı saldırılarına karşı yürütülecek mücadelenin taktik platformunu temel talepler etrafında formüle etmiş bir programdır Emek Programı.
Hem genel olarak, hem de tek tek maddeleriyle ele alındığında görülmektedir ki, program; uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda uygulanan dizginsiz sömürücü ve sömürgeci neoliberal politikaların önüne set çekilmesi, buna karşı emekçilerin ve ülkenin çıkarlarını merkezine alan bir dizi alternatif politikanın uygulanmasını istemektedir.
Program, emekçilerin yaşamlarının iyileştirilmesi, ülke zenginliklerinin yabancı sermaye ve işbirlikçileri tarafından yağmalanmasının engellenmesi, ulusal gelirin bölüşümünde adaletin ve refahın adil paylaşımının sağlanması, sermayeye karşı emeğin çıkarlarının korunması ve demokratik, sendikal örgütlenmenin ilerlemesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması gibi, emek ve sermaye arasındaki mücadelede küçümsenemeyecek önemde talepleri içermektedir. Dolayısıyla programa niteliğini veren talep ve öneriler, uluslararası sermayenin ve işbirlikçilerinin bugünkü çıkarları ve uygulamalarıyla çelişmekte ve hatta birçoğu kabul edilemez bir nitelik taşımaktadır.

EMEP, EMEK PROGRAMINI NEDEN SAHİPLENMEKTEDİR?
Emek Programı yukarıda ortaya konan özellikleriyle öne çıkmakta ve işçi sınıfının bağımsız politik örgütü olan EMEP tarafından da sahiplenilmektedir. EMEP’in işçi sınıfının bağımsız politik partisi olarak Emek Programı’nın çok daha ilerisinde bir programa (asgari program ve azami program) sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Elbette ki Emek Programı, EMEP’in bu programının yerine geçirilemez.
Bu gerçekten hareketle EMEP, işçi sınıfının bağımsız politik örgütü olarak, emekçilerin sermayeye karşı kurtuluş mücadelesinin, sınıftan öğrenme ve sınıfa öğretmenin sürekli ve ileriye doğru gelişen diyalektik bir özelliğe sahip olduğunun da bilincindedir. Dolayısıyla Emek Programı’nın, işçi sınıfı ve emekçileri sermaye düzeninden kurtuluşa götürecek parti programının stratejik ve taktik hedefleriyle çelişmediğini düşünmektedir. Emek Programı’nın, emek hareketini, istikrarlı ve birleşik, bağımsız bir politik hareket düzeyine yükseltmede önemli ve devrimci bir işleve sahip olduğu gerçeğinden hareket ederek, işçi sınıfı ve emekçilerin Emek Programı’nın uygulanması için mücadeleyi yükseltmesi perspektifiyle çalışma yürütmektedir.
“Taktik, stratejinin direktifleri ve devrimci hareketin hem kendi ülkesindeki hem de komşu ülkelerdeki deneyleri tarafından yönlendirilir; hem proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin durumunu (yüksek ya da düşük kültür düzeyi, yüksek ya da düşük bilinç derecesi, çeşitli geleneklerin varlığı, hareketin, örgütlenmenin çeşitli biçimlerinin varlığı, temel ve yardımcı biçimler) hem de düşman kampındaki güçler durumunu her an göz önünde bulundurur ve düşman kampındaki her uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanır. Taktik, (stratejik planda ortaya konan güçlerin mevzilenmesini gerçekleştirmek amacıyla) geniş kitleleri devrimci proletaryanın safına kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarını en güvenli bir biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları gösterir. Buna uygun olarak partinin sloganları ve direktifleri bunlar tarafından belirlenir ya da değiştirilir.”
(…)
“Taktiğin görevi, kitleyi mücadeleye sokmak, sloganları ortaya atmak, kitleleri yeni durumlara hazırlamaktır. Ancak bunlar öylesine yapılmalıdır ki, mücadelenin tümünün toplamı ile savaş kazanılabilsin, yani stratejik bir başarı elde edilebilsin.” (Stalin)
EMEP’in gerek üzerinde yükseldiği geçmiş mücadele ve örgüt birikimi, gerekse bugünkü mücadele taktikleri ele alındığında, yukarıdaki alıntıda ortaya konan perspektifin zengin pratik örnekleri de görülüp kavranacaktır. EMEP’in kurulduğu süreçten bu yana EP’in ve ilan edildiğinden bu yana geçen bir aylık süreç içerisinde de Emek Programı’nın ele alınıp sahiplenilmesi, bu zenginliğin sadece güncel son iki örneğidir.
Çünkü Emek Programı, olmuş bitmiş süreçlerin, tamamlanmış ve nihayete erdirilmiş bir mücadelenin noktası konulmuş bir yazılı metni değildir. Emek hareketinin dünü üzerinden böyle bir değerlendirme yapılabilir, ancak geleceği açısından o, ancak bir ilk adımdır. Dahası, mücadele içerisinde ileri düzeylerde yeniden ve yeniden üretilip niteliğini yükselterek zenginleşmeye açık bir metin olduğu da, ilan edilişinin ardından geçen kısa süre içerisinde gerçekleşen işçi, emekçi eylemleri ile görülmüştür. Emekçiler, Emek Programı’nın ilan edilmesinin hemen ardından gerçekleştirdikleri eylemlerde, taleplerini ve sloganlarını programın dile getirdiğinden daha ileri düzeyde ifade etmiş ve alanlarda haykırmıştır. Bu yeni başlayan süreç devam etmektedir.

EMEK PROGRAMI’NA KARŞI TUTUMLAR VE BELLİ BAŞLI SAPTAMALAR
Emek Programı’nın ilan edilmesinin ardından, programın günlük mücadele içerisinde politik ve örgütsel açıdan ele alınışında, kavranışında çeşitli eksiklikler ve zayıflıklar da gündeme gelmiştir. Günlük işçi basınında çıkan makalelerde bu eksikliklere yeni gelişmeler ışığında değinilmiştir. Elbette ki mücadelenin canlı gelişimi içerisinde de değinilmeye devam edecektir.
EMEP’in Emek Programı’nı ele alışına ilişkin yukarıda özetlenen yaklaşımı, program karşısındaki kaba, reçeteci, donuk, sınırlayıcı değerlendirmelerin yerine konulması gereken anlayışı da ortaya koymaktadır. Sınıf partisi saflarında bu konuda yaşanan eksiklikler, yukarıda ortaya konan perspektifle ve günlük işçi basınında çıkan değerlendirmeler ışığında, günlük örgüt çalışması kapsamında gerçekleştirilen örgüt içi organ toplantılarında ve partili, partisiz işçi ve emekçilerin katıldığı kitlesel toplantılarda tartışılarak, birer eğitim konusu yapılarak aşılmaktadır.
Emek Programı’na karşı çoğunlukla utangaçça, zaman zaman açıktan gündeme getirilen ve sınıflar mücadelesinin bu günkü durumunu kavramayan sınıf dışı, “solcu”, küçük burjuva tutumlarla ise cepheden mücadele edilmesi bir zorunluluk durumundadır. Özellikle ÖDP ve HADEP çevreleri ve kendisine ilerici, devrimci, “solcu” diyen diğer çevreler tarafından, başta sendikal alanda olmak üzere sürdürülen, sözüm ona programın eksikliklerini tartışan, gerçekte ise, programın reddedilmesi ve işçilerin, emekçilerin program etrafında birleşerek mücadele etmesini zayıflatıcı sonuçlar doğuran, hatta olanaksızlaştırmaya yönelik tutumlar, bu türden tutumlar olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu partilerin ve çevrelerin, çeşitli işkollarına bağlı işyeri ve fabrikalarda örgütlü olan sendikalar içerisinde, çeşitli düzeylerde görev yapan temsilcileri, üyeleri ya da taraftarları; Emek Programı’nın işçi-emekçi yığınlar arasında tartışılıp bilince çıkarılması, hem emekçi yığınların aydınlatılması, hem de programın daha ileri ve güçlü bir düzeyde yenilenmesini sağlayacak pratik adımların atılması konusunda üzerilerine düşeni yapmaktan kaçmakta, yapmaya çalışanların da ayaklarına dolanmaktadırlar. Buna gerekçe olarak, kâh programın eksiklikleri, kâh sendika bürokrasisinin bu programın arkasında durmayacağı gibi nedenleri sıralamaktadırlar. İşçi-emekçilerin mücadele ve örgütlenmesinin ülkemizdeki yakın tarihi ve bugünkü durumu açısından “Allah Allah, gerçekten mi! Nereden bildiniz!” dedirtecek bu tür gerekçelerin, samimi, mücadeleyi ilerletici olmaktan çok, baltalayıcı ve zayıflatıcı olduğu açıktır.
Programın eksiklikleri karşısında olumlu ve olumsuzu temsil eden şu iki örnek sorunun daha iyi görülmesi açısından çarpıcı olacaktır.
Birincisi ve ilerletici, olumlu olanı şudur: Program ilan edildikten sonra, Kürt illerinde programın yığınlara ulaşması ve Kürt işçi emekçiler arasında programın sahiplenilmesi için belirli somut adımlar atan mücadeleci sendikacılar, Emek Platformu’nun merkez yönetimine, programa ilişkin düşüncelerini içeren bir açıklama yaparak çağrıda bulundular. Dediler ki; “Bugün liberalinden muhafazakârına kadar birçok kesimin, Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin, gericiliğin çeşitli görüşleri vardır ve bunlar kamuoyunda tartışılmaktadır. Emekçilerin de Kürt sorunu konusunda neden bir tutumu olmasın.”
İkincisi ve olumsuz olanı ise, Diyarbakır Demokrasi Platformu’nun (DDP) sözcüsü Ali Öncü’nün açıklamasıdır. Ali Öncü DDP adına yaptığı açıklamada, Emek Platformu ile aynı şeyleri savunmak zorunda olmadıklarını vurgulayarak, “DDP’nin kendi bakış açısı var. Kürt sorunu görmezden gelinerek sorunlar çözülemez. Sosyal barış olmadan ekonomi düzelmez. Bizim hazırladığımız program diğer kesimlerin taleplerini de kapsıyor.” … “Taleplerimiz kiminle çakışıyorsa onunla yan yana yürürüz. TÜSİAD’ın ortaya attığı taleplerle bazı taleplerimiz çakışıyor. Tabii bazı bölümleri. Bu açıdan onlarla birlikte yürüyebiliriz.” Sayın Öncü, Emek Programı’nda, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadele edebileceği talepler bulamıyor ancak, TÜSİAD’ın programında asgari müşterekler bulup ortak yürüyüş kararı verebiliyor!
İşte Emek Programı karşısında, birisi Türk-Kürt bütün işçi ve emekçilerin, yoksulların Emek Programı etrafında birleşerek ileriye, kurtuluşa doğru ortak mücadele etmesini isteyen, diğeri ise, nasıl istiyorsanız öyle sıfatlandırabileceğiniz iki tutum!
Programın eksiklikleri ve sendikal bürokrasinin programın arkasında durmayacağı şeklindeki yaklaşımlara gelince, yukarıda ortaya konmuş bazı gerçekleri belirli yönleriyle bir kez daha maddeler halinde hatırlatmakta fayda var.
1- Emekçilerin yaşamlarının iyileştirilmesini ve daha mutlu ve refah içerisinde yaşamak istemeleri ve buna karşı olan ekonomik-sosyal politikalara öfke duymaları; eğer bu yoksa bir anlamda hayat yok, durmuş demektir.
2- İrili ufaklı her tür değişim ve nihai olarak büyük sosyal değişim, emekçilerin bu istek ve öfkelerinin büyümesi, yaygınlaşması ve bağımsız, politik sınıf tutumu olarak ilerleyip, örgütlenmesi ile mümkündür.
3- Emek Programı, işçi sınıfı ve emekçilerin bu istek ve öfkesinin yarattığı baskılanmanın bir ürünüdür, işçi, emekçi yığınların mücadelesi geliştiği ölçüde bu program kapitalist sömürüden, emperyalist sömürgecilikten kurtuluş programıyla birleşecektir.
4- Sendikal bürokrasinin bilinen rolünü oynamasında şaşılacak bir durum yoktur. Asıl şaşırılması gereken, ilerici, solcu, sosyalist, devrimci iddiasında olup da, çeşitli düzeylerde sendikal kademelerde görev, sorumluluk almış kişilerin üzerine düşeni yapmamalarına gerekçe olarak sendikal bürokrasinin oynayacağı/oynadığı işçi, emekçi karşıtı rolü göstermeleridir.
5- Mesele, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun gerçekleşmesi için Emek Programı’nın yeterli olup olmadığını sosyalistlerin, sınıf bilinçli işçilerin ve kendisini şu veya bu olarak nitelendirenlerin bilmesi ve tartışması değildir. Mesele, işçi ve emekçi yığınların bu gerçeği mücadele içerisinde yaşarak görmeleri, bilinç ve örgütlülüklerini daha da ileri düzeye çıkarmaya yönelmeleridir. Bu da Emek Programı üzerine yerli-yersiz, geleneksel bir program tartışması yapmakla değil, mücadelenin güncel görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için işe dört elle sarılmak ve mücadeleye boylu boyunca dalmakla olur.
6- Emek Programı etrafında birleşerek, mücadele etmeyen bir sınıfın, daha ileri talepler ve programlar etrafında birleşip mücadele etmesini beklemek, işçi-emekçi hareketi içerisinde beklenticiliği, belirsizliği yaymaya çalışanların “ekmeğine yağ sürmek”ten başka bir işe yaramaz. Böyle bir beklenti eğer bilgisizlikten ve öğrenme isteğinden kaynaklanmıyorsa, sınıfa yabancılık, sınıf dışılık demektir. Bırakalım işçi sınıfının iki asıra yaklaşan mücadele ve örgütlenme tarihinden öğrenmeyi, ülkemiz emek hareketinin son on yıllık yakın tarihinden bile öğrenmemek ve anlamamakta ayak diremek anlamına gelir.
7- İşçilerin-emekçilerin mücadele içerisinde öğreneceğine, öğrendikçe daha ileri şeyler isteyip onlar uğruna mücadele edip, ülkeyi ve dünyayı değiştirebileceğine inanmayanlar açısından zorlu ve sıkıntılı bir sürece giriyoruz. İşçi ve emekçilere inananların zorlukları ve sıkıntıları ise değişimin, ilerlemenin zorlukları ve sıkıntılarıdır. Birinciler eskiyeni, ikinciler ise yeniyi temsil etmektedir.

İŞYERİ ÖRGÜTLENMELERİ VE SINIF PARTİSİNİN ROLÜ
İşçi sınıfı ve emekçilerin Emek Programı’nın uygulanması için mücadeleye daha yaygın ve kitlesel olarak atılmaları, bilinç ve örgütlülük düzeylerini ilerletmeleri, bu doğrultuda başarılı olunması; işyeri ve fabrika örgütlenmelerinin yaygınlığı ve güçlülüğüne bağlıdır. Bu gerçek hem emperyalistler ve işbirlikçilerinin saldırılarını, sömürücü ve sömürgeci programlarını püskürtmek açısından hem de sendikal bürokrasinin alt edilmesi, manevralarının boşa çıkarılması açısından hayati önemdedir.
Emek Platformu işyeri komiteleri, mücadele komiteleri vb. örgütlenmeler, inisiyatifi mücadeleci işçilerin ele alması, karar ve eylem gücünün, sendikal bürokrasinin ve onun değirmenine su taşıyanların zayıflatıcı etkisinden kurtulup, bu kesimlerin işçi ve emekçilerin geniş kitlesi içerisinde teşhir olması, işçi ve emekçilerin mücadelesinin birleşik, istikrarlı ve siyasal bir mücadeleye doğru ilerlemesi açısından bu örgütlenmeler önemli işlevlere sahiptir. Bu konuya parti basınımızda da çeşitli vesilelerle değinilmiştir.
Ancak asıl unutulmaması gereken ve bağımsız, birleşik, istikrarlı, politik bir işçi, emekçi hareketinin sigortası olan örgütlenme, sınıfın politik partisinin işyeri ve fabrikalardaki birim örgütlenmesidir.
Yazının buraya kadarki bölümlerinde üzerinde durulan işçi-emekçi hareketi içerisinde ortaya çıkan yeni olanakların değerlendirilmesi, Emek Programı’nın ilan edilmesiyle birlikte hareketin yöneldiği siyasallaşma ihtiyacının giderilmesi, mücadele ve örgütlenmenin önündeki engellerin aşılıp, emekçiler içerisinde ülkenin kaderine el koyma bilincinin gelişmesi, kısacası, uluslararası sermaye ve işbirlikçilerine karşı emek cephesinin mücadelesinin kaderi, sınıf partisinin, fabrika ve işyerindeki örgütlenme düzeyine doğrudan bağlıdır. Bugün emek hareketinin sınıf partisini dışta tutarak ilerleme, siyasallaşma sorununu giderme olanağı yoktur.
Birçok işyeri temsilcisi, doğal işçi önderi ve hatta parti üye ve taraftarlarımızın önemli bir kesimi, hâlâ mücadelenin öznesinin kendisi olduğu gerçeğini bilerek hareket etmekten uzaktır. Oysa kendi dışındaki gelişmelerden daha çok, kendi tutumlarının belirleyici olacağı bir dönemden geçtiğimizi gösteren örneklere pratik çalışma içerisinde her geçen gün daha fazla tanık oluyoruz.
EP’in kararlarını işyerlerine, fabrikalara ve bütün diğer çalışma alanlarına taşımak, her emekçinin Emek Programı etrafında örgütlenip mücadeleye atılmasının zorunluluğunu bıkmadan usanmadan anlatmak, bulunduğu alanda “Emek Platformu benim platformum” anlayışıyla hareket ederek, bu anlayışı bütün ileri işçilere, emekçilere doğal halk önderlerine hâkim kılmak için çaba sarf etmek ve mücadelenin geleceğini bütün bu çabaların toplamının belirleyeceğini unutmamak gerekir.
Bu açıdan, sınıf partisinin bütün örgütlerinin işyeri ve fabrika örgütlenmelerini güçlendirmesi, hareketin öne çıkardığı doğal işçi önderlerini hızla ve açık çağrılarla partiye kazanması, bu konuda yaşanan olumsuzluklardan yılmayarak, çalışmasını sürekli yenileyerek sürdürmesi, titizliği ve dikkati elden bırakmaması ve rutine kapılıp gitmeye izin vermemesi ve örgütlülüğünü kurumsallaştırması bir zorunluluktur.
Elbette bugün işyeri ve fabrika örgütlenmelerinin eksiklikleri ve zorluklan söz konusudur. Ancak bu eksiklikleri ve zorlukları aşmanın yolu, ısrarcı, inatçı, kararlı ve militan bir partili tutumunu bütün partiye hâkim kılmaktan geçmektedir.
Koşulların bizlere dünden daha fazla olanak sunduğu, parti örgütlerimiz bu olanakları doğru değerlendirdikçe işçi, emekçi hareketinin yönünü tayin etmede daha etkin bir konuma geleceğimiz; bunun iç içe geçmiş bir süreç olduğu, bunun içinde her türden kendiliğindene yaklaşıma karşı eğitici, öğretici bir mücadele vermek gerektiği açıktır.
Parti örgütlerimiz, önlerine çıkan-çıkarılan her tür engelin üzerine cesaretle ve sınıfa, kendine güvenle gitmeyi; emekçilerin ve sendikaların içerisine yerleşmiş ve hareketin gelişmesini engelleyen bürokrasinin temsilcisi olan kesimleri işçilerin gözünde açıktan teşhir etmeyi çalışmasının küçümsenmeyecek yönlerinden biri olarak ele almalı ve gereğini yapmalıdır.

Mayıs 2001

Emek platformu çalışmalarına olumlu bir örnek: Antep Emek Platform

Emek Platformu, Türkiye’de işçi ve emekçilerin ilk kez oluşturdukları sermaye karşıtı bir birlik olarak kuşkusuz büyük bir öneme sahip. Hele bir Program’a da sahip olduktan sonra, bu önem daha da büyüdü. Emperyalistler ve işbirlikçileriyle işçi ve emekçiler arasında süren toplumsal kavganın bir tarafının etrafında birleşmekte olduğu bir gerçek durumunda..
Emek Platformu ve Programı’nın, herkes tarafından biliniyor ki, doğuşundan gelen zaafları da var. Bunları burada tek tek saymak gerekmiyor; üstelik bir başka yazımızda ela bu soruna değiniliyor. Sorun, işçi ve emekçilerin bu Platform ve Programı etrafında birleşmesi için elden geleni yaparken, Emek Platformu’nun bu zaaflardan arınarak sağlamlaştırılması ve Programı’nın zaaf ve eksiklerinin giderilmesi sorunu. Bu açıdan asıl yükü sınıfın devrimci partisinin üstlenmesi bir zorunluluk.
Sendikal bürokrasiden gelen engellerin aşılması, sendikal rekabetten kaynaklanan ve karşılıklı önyargılarla güçlendirilen yapay ayrışma ve sürtüşmelerin giderilmesi, yönetimlerin tabandan kopukluğu, dolayısıyla tabanın örgütsüzlüğü sorunun çözülmesi, Platformun yerelleştirilmesi ve örgütlenmesinin işyerlerine dayandırılması, emekçilerin siyasallaştırılması vb. sorunların tümü; doğru ve yerinde siyasal müdahaleleri gerekli kılıyor. Öte yandan Platform açısından mücadeleci sendikacılığın, sınıf sendikacılığının oynayacağı rol, tayin edici bir önem kazanıyor.
Emek Platformu’nun, bu nedenle başarılı yerel gelişme örneklerinin incelenmesinin doğru olacağı inancındayız.
Gaziantep yerel Emek Platformu’nun gösterdiği gelişme, iyi bir örnek durumundadır. 14 Nisan gösterilerine ülke çapında en geniş katılımı Antep Emek Platformu sağladığı gibi, esnafları en ileri düzeyde eyleme katmayı da bu yerel Platform başarmıştır.
Bu nedenlerle, TÜMTİS Sendikası Gaziantep Şube Başkanı ve Gaziantep Emek Platformu Yürütmesi üyesi Kenan Öztürk ile yerel Emek Platformu’nun oluşumu ve çalışmaları üzerine görüştük.

Antep Emek Platformu kurulmadan önce Antep’te yerel platform var mıydı? Sendikaların emek mücadelesindeki rolü neydi? Bu eksende Antep Emek Platformu kuruluş süreci hakkında bilgi verir misiniz?
Antep’te, yerel Emek Platformu kurulmadan önce herhangi bir sendikal platform veya benzeri örgütlenmeler bulunmuyordu.
Yanlızca KESK’e bağlı sendikalar arasında bir şubeler platformu vardı. Bu da, kendi içerisinde birbirine güven duymayan, yaptığı etkinlik, basın açıklamaları ve eylemlere fazla katılım olmayan bir platform durumundaydı. Düzenlediği etkinliklere katılım genellikle 40–50 kişiyi geçmiyordu.
TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ’e bağlı sendika şubeleri açısından baktığımızda ise, birbirlerinden tam bir kopukluk ve ilişkisizlik söz konusu idi. Antep Emek Platformu kurulmadan önce TÜRK-İŞ’e bağlı sendikalardaki genel anlayış; DİSK ve KESK’e bağlı sendikaların, “solcu”, “vatan haini”, “bölücü” ve “TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların altını oymaya çalışan kurumlar” oldukları yolundaydı. DİSK ve KESK’e bağlı sendikalarda ise, TÜRK-İŞ’e bağlı sendikalara yönelik olarak “bunların hepsi sağcı, faşist, bunlarla bir araya gelinmez” anlayışı hâkimdi. Belediyelerde yaşanan durum, söylediklerimize örnektir. Belediye İş ve Genel İş sendikaları arasındaki rekabetten dolayı, belediye başkanları, biraz mücadeleci davranan sendikaya gözdağı vermek için, kısa bir sürede o sendikaya üye işçilerin yüzlercesini istifa ettirerek diğer konfederasyona bağlı sendikaya üye yaptırabiliyordu. Bu türden yöntemlerle mücadeleci sendikalara geri adım attırılabiliyordu. Benzer durum tekstil işkolunda örgütlenen Teksif ve Tekstil Sendikaları açısından da geçerliydi.
Bu ve benzeri nedenlerle sendikalar, işçi ve emekçi mücadelesinden uzak, sınıfa yönelik saldırılar karşısında sessiz kalan, emek mücadelesine fazla bir katkısı olmayan sendikalar durumundaydı. Örneğin 20 bin dokuma işçisinin 1996 yılındaki bir ay süren grevinde sendikaların hiç katkısı olmamıştı. Bırakalım katkıyı, grevdeki dokuma işçilerini ziyarete dahi gitmemişlerdi. Hemen yanlarındaki 20 bin işçinin sigorta, sendika, 8 saatlik işgünü için grev yaptıklarını bilmeyen sendikacılar vardı.
Antep’teki sendikalar ilk olarak 1997 1 Mayıs’ı öncesinde bir araya geldiler. Bu bir araya gelme ve bu amaçla yürütülen çalışmanın sonucunda; 1980 sonrası ilk defa TÜRK-İŞ ve DİSK’e bağlı sendikaların 3 şubesi birlikte 1 Mayıs’ı alanlarda kutladık. ’97 yılındaki 1 Mayıs’ta KESK’e bağlı sendikalar da, düzenleyiciler arasında olmamalarına rağmen, alana çıktılar.
’97 öncesinde, 1996 yılında 20 bin dokuma işçisi sigorta, sendika ve 8 saatlik iş günü talepleriyle iş bırakarak greve çıkmışlardı. Yine 1997 yılında 5000 Sanko işçisi, toplu iş sözleşmesi döneminde ilk defa TİS’lerini sahiplenerek irili ufaklı eylemler gerçekleştirdiler. Bu dönemde Antep ambarlarında sigortasız, sendikasız, kölece koşullarda çalışan 400 işçi içerisinde örgütlenme çalışması başlattık. Sendikamız TÜMTİS’in ambar işçileriyle birlikte yürüttüğü dişe diş bir mücadele sonucunda, 8 ay Süren grevler ve aylarca süren direnişle örgütlenmeyi başardık. Ambar işçileri içerisinde örgütlenme sürecinde esas aldığımız sınıf sendikacılığı, işçi ile bütünleşen sendikacılık, işçilere güvenen, işçi gibi yaşayan, grevlerde direnişlerde işçiyle birlikte olan, birlikte gözaltına alınan bir sendikacılık tarzı, ANTEP açısından yeni bir tarz oluşturdu. Örneğin işkolumuzda olmamalarına rağmen yüzlerce işçi sendikamıza gelerek “biz de TÜMTİS’te örgütlenmek istiyoruz” diyorlardı.
Antep’te kendi tabanımıza ve iletişim kurduğumuz bütün sendikalara ve işçilere, ortak bir sendikal birlik oluşturmanın ihtiyaç ve gerekli olduğunu ısrarla anlattık. Bu dönemde TÜRK-İŞ, DİSK ve KESK’e bağlı 4–5 sendika ile bir araya gelmeye başladık. Sendikalardaki önyargıları kırmak için toplantılar yaptık. Farklı konfederasyonlara bağlı olsak da, işçi sınıfının, emekçilerin sınıf kardeşi ve sorunlarının ortak olduğunu, sermayenin sınıfa ve sendikalara nasıl saldırdığını ve bunda nasıl hiçbir ayrım gözetmediğini, bunun için suni ayrımları ortadan kaldırarak ortak mücadele etmek gerektiğini, bunun üzerinden sendikalar ve emekçiler arasında birikim oluşturmak gerektiğinin işledik. Farklı konfederasyonlarda beş altı şube ile bu dönemde ortak birliktelik yakalandı. O güne kadar alana çıkmamış sendikalar ile ortak basın açıklamaları yapıldı. Toplantılarda konuştuklarımızı, EP toplantılarına katılmayan sendikalara giderek anlattık. Sendikal birliğe katılmayan sendika yöneticileri, birlikteliği gerekli ve olumlu bulduklarını ifade etmelerine rağmen, birlikteliğe katılma noktasında bir dönem çekimser kaldılar. Bu görüşmeleri ısrarla devam ettirdik.
’99 Ağustosunda, hükümetin ”Mezarda emeklilik yasası”nı meclise getirmesi döneminde, merkezi olarak konfederasyonların oluşturdukları Emek Platformu’nu yerelleştirmek üzere, Antep’te de yürütülen çalışmalar sonucunda yerel Emek Platformu kurma kararı alındı. Daha önce sendikalar arasında yapılan toplantılara katılmayan şubelerin bir kısmı da yerel Emek Platformu çalışmaları içerisinde yer almaya başladılar.
Antep Emek Platformu’nun yaptığı ilk eylem, “mezarda emeklilik”e karşı mücadelenin bir parçası olarak 500 işçi ve memurun katıldığı, DSP-MHP-ANAP il örgütlerinin önüne siyah çelenk bırakma eylemi idi. Bu eylem, Antep işçi ve emekçileri ile sendikalarında geniş yankı uyandırdı. Polisin engelleme girişimine rağmen, merkezi caddelerin tamamı trafiğe kapatılarak kilometrelerce yüründü. Bu eylem sendikaları ve işçileri kendilerine getirerek sınıfın gücüne inanıldığında nelerin yapılabileceğini gösterdi.
Bu eylemden sonra Antep Emek Platformu bir araya gelerek ve her konfederasyondan bir temsilci seçilerek EP Yürütmesi oluşturuldu. Bileşenler, Platformun kararlarını, EP içerisinde yer alan kurumların aldıkları her kararı kendi tabanlarında toplantılar yaparak tartıştılar.
Antep Emek Platformu çalışmalarında TÜRK-İŞ’e bağlı Tek Gıda İş, Teksif, Tümtis, Belediye İş, Tez Koop İş, Haber-iş; DİSK’e bağlı Genel-İş Bölge, 1, 2 ve 3 nolu şubeler ve Tekstil ile KESK’e bağlı tüm şubeler yer aldılar. Oluşturduğumuz yürütme haftalık olarak toplanarak gelişmeleri değerlendiriyor ve Platform çalışmalarına katılmayan sendikalara da aktarıyordu.
Antep’te sınıf dayanışmasının gelişmesi ve Antep Emek Platformu’nun sağlamlaşması açısından önemli bir gelişmeyi 2000 Mayıs’ında yaşadık. Bu tarihte Genel-İş Sendikası’nda örgütlü bulunan Büyükşehir, Gaski ve Şehit Kamil belediyelerinde çalışan 2000 işçinin grevini Antep Emek Platformu sahiplenerek grevin başarıya ulaşması için yoğun bir çalışma yürüttü. Belediye işçilerinin başarı ve yenilgisinin sınıfın başarı ve yenilgisi olacağı, bu dönemde IMF ve hükümetin dayattığı %15 artışın Antep’ten kırılarak diğer bölgelerdeki işçilere örnek teşkil edeceği ısrarla işlendi. Antep işçi sınıfı tarihinde ilk defa farklı konfederasyonlara bağlı sendikalar, belediye işçilerinin grevini kendi grevleri olarak sahiplendi. Büyükşehir Belediye Başkanı “solcu” Celal Doğan yaptığı açıklamada grevin sebebinin işçilerin daha fazla maaş alma talepleri olmadığını tam tersine sendikaların aralarındaki rekabetten dolayı 2000 işçiyi greve çıkardıklarını ileri sürüyordu. Emek Platformu, bir taraftan belediye işçilerinin grevini kendi tabanlarına anlatırken, bir taraftan da grevci işçilere destek ziyaretleri örgütledi. İşçilerden grevci işçilerle dayanışmak için para toplandı. Emekçi semtleri ve fabrikalarda Celal Doğan’ın propagandasını boşa çıkarmak ve grevin haklılığını anlatmak için toplantılar örgütlendi. Antep Emek Platformu’nun grev dönemindeki çalışması ile birlikte, bu birlik ve çalışmadan etkilenen birçok sendika destek ziyaretleri örgütledi. Bu durum Emek Platformu çalışmalarında eğitici bir rol oynadı. O güne kadar “sağcı-solcu” diye bölünen sendikalar ve işçiler, “solcu işveren”e karşı birleştiler; sınıf birlikteliğinin ve sınıfın gerçek dostlarının kimler olduğunun anlaşılmasını sağladılar.
Emek Platformu Yürütmesi, belediye grevinden sonra da, o zamana kadar Emek Platformu çalışmalarına katılmayan Kamu Sen, Memur Sen ve HAK-İŞ’e bağlı sendikalar ile TÜRK-İŞ’e bağlı olup Platform çalışmalarına katılmayan sendikalarla ısrarlı bir şekilde toplantılar yaptı.
1 Aralık, 31 Mart, 14 Nisan sürecinde Antep’te yaşanan eylemler kitleselliği ile dikkat çekti. Bu eylemlerin hazırlık sürecinde EP olarak nasıl bir çalışma yürüttünüz? Örneğin son esnaf eylemlerinden sonra esnafların 14 Nisan’a katılmasında EP’nin rolü neydi?
1 Aralık eylemine hazırlık için EP Yürütmesi ildeki konfederasyon temsilcileriyle birlikte örgütlü olunan işyerlerinde toplantılar yaptı. 1 Aralık öncesi Kamu Sen, Memur Sen ve HAK-İŞ ile bazı sendikalar da EP çalışmalarına katıldılar.
Temsilcilik düzeyinde olan Yol İş ve Demir Yol İş sendikalarının örgütlü olduğu karayolları, köy hizmetleri, fıstık araştırma ve DDY’de işçilerle toplantılar yapıldı. 1 Aralık iş bırakma eylemine hazırlık döneminde örgütlü olunan yerlerde toplantılar yapıldı.
Birçok işletme iş bırakarak 1 Aralığa katıldı. Ülke çapında işçilerin katılımı düşük olmasına rağmen, 10.000 işçi ve memurun katıldığı eylemde yerini alanların ezici bir çoğunluğu işçi idi.
31 Mart’ta Adliye Sarayı önünde 2500 kişinin katılımıyla Emek Programı kamuoyuna açıklandı ve 20 bin Program dağıtıldı. Merkezden az sayıda gönderilen program EP tarafından çoğaltılarak Antep’in her tarafına ulaştırıldı.
Ardından, 14 Nisan mitingine hazırlık çalışmaları başlatıldı. EP kendi olanakları ile 20 bin bildiri dağıtarak eyleme çağrı yaptı. Yerel TV ve radyo kanallarında programlar yapılarak halk mitinge çağrıldı, ayrıca Emek Programı tanıtıldı. Şehrin merkezi yerlerine çok sayıda “Yolsuzluğa ve Yoksulluğa Hayır” pankartları asıldı. 14 Nisan öncesinde Emek Platformu Yürütmesi tarafından TMMOB, TZOB, Diş Hekimleri Odası, Veterinerler Odası, Tabipler Birliği, Tüm İşçi Emeklileri Derneği gibi kurumlar ziyaret edilerek bunlar da EP çalışmalarına katıldılar. TZOB vasıtası ile köylere yönelik özel bir faaliyet yürütülerek, köylere bildiriler ulaştırıldı. Her sendika, başta örgütlü oldukları işyerlerinde çalışan işçi ve memurlarla 14 Nisan eylemi üzerine toplantılar yaptı. Ayrıca kendi işyerlerine yakın yerlerde çalışan sendikasız işçiler içerisinde de toplantılar
yapıldı. Örneğin Tümtis tarafından Ambarlar Sitesi’ne yakın olan Ayakkabıcılar Sitesi, Gıda Sitesi, Küçük Sanayi Sitesi (Küsget) ve Hal’de çalışan işçi ve esnaflarla toplantılar yapılarak emekçiler ve esnaf eyleme çağrıldı. Sonuçta örneğin biz, sendika olarak, 400 üyemiz olmasına rağmen, 1100 kişi ile eyleme katıldık.
14 Nisan öncesinde esnaflar şehrin değişik yerlerinde birçok defa binlerce esnafın katıldığı kitlesel eylemler yaptılar. EP Yürütmesi olarak, 14 Nisan öncesi 80’e yakın esnaf ve zanaatkâr odasını ziyaret ederek mitinge çağırdık, onlarla toplantılar yaptık. Ziyaret ve toplantılarımızda, bu dönemde, işçi, memur ve esnaf eylemlerinin birleştirilmesi gerektiğini vurguladık.
Esnaf odalarının büyük bir bölümünün olumsuz tutumuna rağmen, esnaflara Emek Programı anlatılarak 14 Nisan çağrısı yapıldı. 14 Nisan’da yapılan mitinge 60 binin üzerinde emekçi katıldı. İstasyon Meydanı’na, Emek Platformu bileşeni sendikalar, şehrin değişik bölgelerinden merkezi caddeleri trafiğe kapatarak girdiler. Bugüne kadar mitinglere az sayıda üyesiyle katılan sendikaların tamamı mitinge kitlesel bir şekilde katıldılar. Çevre köylerden köylüler TZOB’la alana girdiler. Üniversite öğrencileri hocaları ile birlikte kitlesel olarak “Kahrolsun IMF, YÖK’e Hayır” pankartıyla alana girdiler. Antep’teki esnafların tamamı kepenk kapatarak mitinge katıldılar. 14 Nisan’da hiçbir yer açılmadı. Sadece Beğendik, Migros, Gima gibi büyük süpermarketler polis koruması ile açıktı. 14 Nisan’da Antep’te yaşam durdu.
Emek Platformunun merkezi kararlarının uygulanması ve kendi özgül koşullarında karar almada EP’in konumu nedir?
Merkezi Emek Platformu’nun kararlarının tamamı geliştirilerek ilimizde uygulandı. Örneğin 1 Aralık iş bırakma eyleminde işçi konfederasyonları Antep’teki şubelerini arayarak “bu memurların eylemi, bizler destekçiyiz ve iş bırakmıyoruz” demelerine rağmen, Antep Emek Platformu tüm işyerlerinde iş bırakarak 1 Aralık eylemine katıldı.
Ülkenin birçok yerinde yapılan 1 Aralık eylemleri işçi katılımının az olduğu memur ağırlıklı eylemler oldu, buna karşın ilimizdeki eyleme katılanların ezici bir çoğunluğu işçiydi. Antep Emek Platformu’nun çalışma tarzı, merkezin kararlarını da dikkate alan ve yerel sorunlara karşı ortak eylemler örgütleyen tutum takınma üzerinden gelişti.
Emek Platformu’nun emek hareketi açısından taşıdığı anlam nedir? Antep Emek Platformu nasıl bir çalışma yürütüyor?
Emek Platformu; yıllardır emekçi sınıflar arasındaki suni bölünmeleri ortadan kaldırarak sermaye saldırılarına karşı emek cephesini yaratmaya, sendikalar ve emek örgütleri içerisindeki güvensizliği yıkarak sermaye cephesine karşı emekçilerin mücadele örgütü olmaya doğru gidiyor. Antep’te Emek Platformu, yıllardır “sağcı-solcu”, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-anti-laik diye bölünen emekçileri bir araya getirme noktasında yeni bir umut ve heyecan yaratmıştır.
Gelinen noktada Antep Emek Platformu’nun Antep emekçilerinin nezdinde ağırlığı, çekim merkezi olma düzeyi nedir?
Röportajın başında da belirttiğim gibi, yıllardır Antep’te oluşmuş olan Antep emekçilerinin sendikalara güvensizliği yıkılmaya başladı ve ortak sorunlara karşı ortak mücadele etme eğilimi güçlendi, ilk defa 1 Aralık eylemine ve EP çalışmalarına katılan konfederasyon temsilcisi “biz ilk defa 1 Aralık eylemine katıldık, üyelerimiz ‘bundan sonra eylemleri ortak yapalım, ayrı eylem yaparsak arkanızdan gelmeyiz’ diyorlar” diyor.
EP çalışmaları içerisinde dönem dönem sağdan ve soldan sorumsuz tutum ve davranışlar yaşanıyor. Bunu pratik iş üzerinde yaşıyoruz. Örneğin önceden Radyo ve TV programlarında EP isminin kullanılmamasına özel bir çaba sarf ediliyordu. Fakat son dönemde yaşanan herhangi bir soruna ilişkin yerel basın kuruluşları EP’in görüşlerini alıyor. EP, Antep emekçileri içerisinde tamamen meşru ve bir umut haline gelmeye başladı. 14 Nisan’da tüm sendikalar toplam 20 bine yakın bir kitle ile mitinge katılırken, 40–50 bin civarında emekçi de doğrudan EP’in çağrısına uyarak bu eyleme katılmıştır.
Antep örneği, yerel olarak oluşturulan platformların, eğer sendikalar işçi ve emekçilerden kopuk durmaz, işçi ve emekçileri birleştirmek üzere ciddi çalışırlar ve yerel inisiyatiflerini de kullanırlarsa, ildeki işçi ve emekçiler arasında dayanışma ve ortak mücadele etme tutumunun gelişmesine katkıda bulunmak bakımından önemli bir rol oynadıklarını göstermektedir.
Mücadeleci sendikanın görevi nedir?
Mücadeleci ve sınıf kaygısı taşıyan sendikacıların inatçı ve kararlı tutumlar alarak yerel inisiyatifi oluşturma ve sürdürme konusunda üzerlerine önemli görevler düşmektedir. Örneğin asılacak bir pankartın rengi dönem dönem EP toplantılarında tartışılmaktadır. Sendikal bürokrasinin uzantıları ve etkileri yerel EP’te de hissedilmektedir. Gelişen hareket karşısında paniğe kapılma ve “acaba sağcılığımızdan ya da solculuğumuzdan taviz mi veriyoruz” kaygısıyla EP’i parçalama tutumları dönem dönem gelişmektedir. Platformu dağıtıcı sınıf dışı tutum ve davranışlar ortaya çıktığında, sınıf sendikacıları üzerlerine düşeni yaptıklarında, bu durum ortadan kaldırılabilir. Yerel olarak yaratılan sınıf birlikteliği ve mücadeleci EP çizgisi temel alınarak böyle davranan sendikacılara “bu platforma ve harekete zarar veren kim olursa işçi ve emekçiler içerisinde teşhir edileceği ve hain ilan edilecekleri” hatırlatıldığında, bu tip unsurlar davranışlarından vazgeçmektedirler. Kuşkusuz mücadeleci sendikacıların, EP’i kendi tabanı ile bütünleştirerek, EP’in etkinliklerine üyelerinin tamamını katarak örnek tutum sergilemeleri gerekmektedir. Sendikalar ve tabanlarındaki işçilerin birleştirilmesi ve birleşik mücadelenin geliştirilmesinde ısrar etmek ve bunun için gerekli çalışmaların yürütülmesinde kararlı davranmak, tabii ki en çok mücadeleci sendikacıların üzerine düşmektedir.

Mayıs 2001

Esnaf eylemleri ve “ilerici-gerici” tartışması

Türkiye Mart ile Nisan aylarında yaklaşık bir aylık bir süreye yayılan esnaf hareketine tanık oldu. Yaygın kitlesel niteliğiyle esnaf ülkede ilk kez eyleme geçti. Cumhuriyet tarihinde başka bir örneği olmayan bu hareket, kuşkusuz bir dizi kafa karışıklığı ve tartışmayı, ama en başta algılama ve ele alma bozukluğunu da gündeme getirdi.
Esnaf önce Isparta ve ardından Elazığ’da büyük mitingler düzenledi. Sonra Ankara başta olmak üzere diğer iller sökün etti ve giderek izinli mitinglerin yerini izinsiz gösteriler ya da izni alınmış mitinglerin iznini alanların dayattığı sınırların aşıldığı gösteri tanımını da zorlayan eylemler aldı. Esnafta bir isyan havası esmeye başladı.
Esnaf hareketlenmesinde Ankara öne çıktı. Başlangıçta Siteler esnafı, neredeyse hiç iş yapamaz duruma gelen atölyelerde çalışan işçi ve çıraklarının da katılımıyla Ankara-Kırıkkale yolunu keserek Meclis’e yürümek istedi. Saatlerce süren eylemde esnaf ve işçiler polisle karşı karşıya geldiler ve eylem, ATO Başkanı Sinan Aygün’ün “ben de sizdenim…” diye başlayıp “haklısınız ama…” diye devam eden yatıştırma çabalarıyla sona erdirilebildi. Aygün’ün “heyet oluşturalım. Ecevit’le görüştüreceğim” yönlendirmesi geçici bir etki yaptı. Bir esnaf heyeti, Ecevit’le değil ama “gölgesi”yle görüştüyse de, görüşmeden bir sonuç alamadı. Esnafı harekete geçmeye iten birikim derinleşti.
Bu arada Başbakanlık’ın önünde Ecevit’e yazar kasa fırlatılmış ve başta Ankara Esnaf Odaları Birlik yönetimi olmak üzere bu eylem “provokasyon” ve gerçekleştiricisi “provokatör” ilan edilmişti. Birlik yöneticileri “kasayı atan esnaf değil”le başlayan “provokasyon” edebiyatını sektirmeden gündem edinmişlerdi. Ardından Siteler esnafının eylemi, “esnaf işi değil” denerek “provokasyon” masalının malzemesi yapıldı; bu eylemin de “provokasyon” olduğu ve katılımcılarının esnaf olmadığı ileri sürüldü. Masalın en önde gelen anlatıcısının, içişleri teşkilatının yanı sıra esnafların “resmi yönetimi” olması dikkat çekiciydi. Masal, kuşkusuz medyada ballandıra ballandıra anlatıldı.
Siteler esnafının öfkesinin, yatıştırma çabalarına karşın dinmemesi, tersine diğer bölgeleri de kucaklayarak yayılması ve esnafla resmi yönetimin kopuşmaya yönelmesi, o ana kadar hareketin dışında kaldığı gibi karşısında da yer alan resmi yönetimi kendi yolundan harekete geçmek zorunda bıraktı. Baştan beri ve yıllardır esnafın başına çöreklenmiş ama hiçbir hakkını savunmadığı gibi, 28 Şubat ya da IMF Programı ve buna bağlı olarak sözde enflasyonla mücadele kampanyası destekçiliğiyle devamlı esnafa karşı yöneltilmiş saldırıların yanında yer alan TESK Başkanı Derviş Günday ve dayanağı olan Ankara Birlik Yönetimi, 11 Nisan’da Ankara’da izinli bir miting yaparak yasak savmayı tasarladı. Hesap, esnafın öfkesini boşaltmaktı.
O güne kadar hesaplarını hep “iyi” yapan Günday ve Ankara Esnaf Odaları yönetiminin hesapları bu kez çarşıya uymadı. “Çarsı”yı iyi gözleme yetenekleri asıl özellikleri olan esnaflardan çok fazla kopmuşlardı. Kürsüde görünür görünmez yuhalanarak protesto edilmeye başlandılar, kısa sürede kürsü ellerinden alındı. Sırtlarından kendilerine ağalık taslayanları atan esnaf kısa ajitasyonlarla Meclis’e yürümeye yöneldi. Ancak sırtlarından attıkları ağalarla birlikte her yönüyle dağınıklıklarına denk düşen gevşek örgütleri de işlevsiz kaldı. Düzen hiçbir mekanizmasıyla kontrol sağlayamaz duruma düştü. Başka kimse de hareketi kontrol edemedi. Sesi gür çıkanın tamamen kendiliğinden akış içinde dediği olmaya başladı. Kontrol mekanizmalarının çöküşünün yanı sıra esnafın örgütsüzlüğü ve disipline gelmezliği, dağınıklıkla birlikte öfke seli içinde küçük grupların etki alanının genişlemesine götürdü, anarşist eğilimler baş gösterdi. Müdahale gecikmedi. Karşı koyma da. Kendiliğinden sürükleniş içinde esnaf birkaç polis barikatını, çatışmalarla püskürterek aştı. Silah kullanılarak ve bombalarla durdurulabildi.
14 Nisan’da ise, Gaziantep başta olmak üzere bazı illerde esnaf -yine çoğunlukla örgütlerine rağmen, ama bu kez Emek Platformu’nun çağrısına yanıt vererek- Emek Platformu tarafından düzenlenen mitinglere katıldı.
Esnaf hareketlenmeye ülkede gericiliğin en güçlü olduğu Isparta ve Elazığ gibi iki ilde düzenlediği mitinglerle başlamıştı. Esnaf eylemlerinin görüldüğü diğer illerde de esnaf odaları yönetimlerinde genellikle DYP, MHP vb. gibi gerici partilere mensup kimseler yer alıyordu. Ve harekete geçen esnaf kitleleri içinde, bir önceki seçimde gerici faşist partilere oy vermiş kişilerin ciddi ağırlıklarından söz etmek yanlış olmazdı. Kaba bir gözlemle, giyim-kuşam, hal-tavır, davranış biçimlerine vb. bakarak hareketlenen esnaf kitlesini tahlil etmeye girişen bazı geleneksel “solcular”, “gericiler içinde kaldık” diyorlardı! Hatta daha ileri gitmek mümkün: Ankara’daki başta olmak üzere esnaf eylemlerinin geleneksel “sol” çevrelerde hiç de küçümsenmeyecek ürküntülere yol açtığı ve bunun Mis Sokak gibi yerlerdeki sohbetlerin ana konusunu oluşturduğu biliniyor. “İşe yaramaz, bir şey çıkmaz”, Emek Platformu” karşısında, “daha sağlam” olacağı iddiasıyla ezilenlerin birliğini dağıtarak “Sol Birlik” oluşturma peşinde olan çevreler, esnaf eylemlerini korkuyla izlediler. En ilginci ise, “sol” bir parti adına yapılan resmi açıklamaydı. SİP, Ankara’daki esnaf eylemini “provoke edenler” arasında bir SİP’linin de bulunduğu yolundaki polis açıklamasını şöyle yanıtladı: “Ne işi var SİP’in orada. SİP gericiliğin olduğu yerde hiç olmamıştır! SİP 14 Nisan’da alanlarda olacaktır.”
* * *
12 Eylül öncesi yerel düzeydeki belirli bazı gelişmeler dışta tutulursa, esnaf geleneksel olarak “sağ”ın, gericiliğin, gerici parti ve hareketlerin sosyal dayanağı olmuş, ama “sol”un tabanı olmamıştı. “Sol”a tabanlık ettiği durumlarda da, bunun ne kadarının gönüllü olduğu tartışmalıydı.
İdeolojik eğilimleri ve ağırlıklı politik tutumlarının gelenekselliği ve düzenden yana olmasında anlaşılmayacak pek bir şey yok.
Esnaf, kentlerde, Özal’la “literatüre” giren “orta direk”in ağırlıklı kitlesini sağlayan kategoridir. Sanayi ve ticarette, mülkiyet sahibi bir katman olarak, feodal vb. ilişkilerin izlerini de taşıyan kapitalist ilişkilerin -en alt düzeylerine varıncaya kadar- temsilciliğini üstlenmiş olan esnafın varlık koşulu, olağan dönemlerde düzenin bizatihi kendisidir. Hatta esnaf, kendisini düzenin bekçisi hissedecek kadar, düzencidir. Piyasadan en çok etkilenen o olmasına karşın bizzat piyasanın içinde ve onun bir unsuru olarak var olmakta, kimliğini bu ilişkilerde ve devamında bulmakta; bu özelliği onu, piyasanın irileriyle kader birliği yapmaya ve onların peşlerinden sürüklenmeye götürmektedir. İrilerle, tekellerle piyasada kuşkusuz sürtüşmektedir. Görmekten kaçınamadığı çelişkilere sahiptir. Ama onlarla tüm çelişkilerini piyasa içi çekişmeler, yarın kendisinin üstte olabileceği türden dalaşmalar olarak görme ve yorumlama eğiliminde olagelmiştir. Bu nedenle uzun süre IMF’ye ve politikalarına kanmış ve bel bağlayabilmiştir. Olağan günlerde de içlerinden iflas edenler, daha geniş kesimleriyle dünü özleyenler, raflarını yenileyemez olanlar vb. çıkmamış değildir. Bunları, kendisinin de varlık koşulu olan piyasanın olağan dalgalanmalarına bağlama, göğüslenmesi gerekli risklerden varsayma, düşenin başının üzerine basarak yükselmenin tek yol kabul edildiği rekabetin doğal gereği kabul etme; kitlesel olarak esnafın genel eğilimi olmuştur.
Evet, esnafın burjuva kapitalist düzenin, en geniş kitlesel dayanaklarından olduğu; çünkü kapitalist sistemin üzerine kurulu olduğu yasalarla, tekellerin baskısıyla koşullansa da piyasa ilişkileri çerçevesinde ürettiği ya da ticaret yaptığı ortadadır. Bu durumuyla düzeni, kendi düzeni olarak benimseyip savunmasında, buradan kaynaklanarak gerici ideolojik eğilimlere sahip olmasında anlaşılmayacak şey olamaz.
Nitekim kendilerinin son aylarda girdikleri değişim sürecini sadece söyleşilerde değil ama şu ya da bu esnaf odaları adına yapılan açıklamalarda ortaya koyarken esnaflar da kendi düzen yanlısı tutumlarına atıfta bulunmaktadırlar. En bariz örnek, “bugüne kadar yürüyüş ve gösterilere katılmaz ve katılanlara iyi gözle bakmazken -kimileri ‘teröristler yapıyor’ diye düşünürken- şimdi bizim sokağa çıkmaktan başka çaremiz kalmadı.” şeklinde yaygın biçimde dile getirilen düşüncedir. Tutumları pratik olarak farklılaşmasına rağmen, henüz bu değişimi sindiremeyenler ise, bu düşünceyi dile getirdikten sonra, “Bizi sokağa çıkaranlar utansın” diye eklemektedirler.
Doğru, esnaf istisnai tekil ve yerel örnekler bir yana bırakıldığında sokağa çıkmamıştır ve çıkmayacak kadar düzenden yana olmuştur. Varlık koşulları, esnafı büyük sermayenin peşinden sürüklenmeye, onun yedeği ve dolayısıyla kitlesel bakımdan da düzenin dayanağı olmaya götürmüştür.
Hatta esnaf, genellikle modern bir sınıf olmadığı, üretim ve ticaret koşulları, anımsanmayacak kapitalizm öncesi özellikler barındırdığı için görece daha da gerici geleneksel fikirler sahibi olmuş, tutumlarına bu fikirleri yön vermiştir.

***
SİP ya da sair geleneksel “solcu”ların takıldıkları ve ötesine bir adım atmadıkları yer burasıdır. Peki, esnaf analizi bu noktada bitecek türden midir? Hepsi bu kadar mı? Ankara ve diğer yerlerde esnafın polis başta olmak üzere düzen ve kurumlarıyla bunca karşı karşıya gelmesi açıklanmaya muhtaç değil mi? Düzene karşı kapitalizm öncesini özleyen, feodal vb. türden daha da gerici bir kalkışma mıydı esnaf eylemleri? Hükümete ve hükümet partilerine veryansın ederken, Kapalıçarşı’ya Fazilet Partisi’ni sokmazken, Çiller pazar esnafı arasında son derece sıkıntılı dakikalar yaşarken, esnaf hangi “gerici” eğilimin takipçisiydi?
Ülkede, öncesi bir yana, son bir buçuk-iki yıldır olup bitenleri, dayatılan iki IMF programının çöktüğünü, üç ayda iki kez ciddi mali ve ardından ekonomik krize düşüldüğünü, ama emperyalist çıkarlar ve politikaların hâlâ programlaştırılarak dayatıldığını gören ve bilenler, eğer yalnızca olan bitenlere değil ama esnaf da içinde olmak üzere çeşitli sınıf ve tabakaların durumunu etkileyişine at gözlükleriyle bakmıyorlarsa, esnafın eğilimlerindeki farklılaşmayı anlamak için temel bir veriye sahiptirler demektir.
Esnaf, orta ve üst orta köylülük (hatta zengin köylülük de katılabilir) gibi ağırlaşan emperyalist dayatmalar ve yol açtığı çöküntülerden doğrudan etkilenmiştir.
Hatırlanacaktır; esnaftan önce kendiliğinden ve Ziraat Odalarının düzenlediği köylü miting ve gösterileri gündeme girdi. Son birkaç yıldır köylülük durumundan memnun değil ve bunu eylemli olarak ortaya koyuyor, Ardından esnaf hareketlendi.
Devam etmeden, yerel nitelikte bir esnaf eylemi örneğinden söz edilmeli. Aslında sözü edilecek olan, esnafın doğrudan kendi eylemi değil ama işçi eylemine verdiği destek. Son Zonguldak işçi eylemi ve Ankara Yürüyüşü Zonguldak esnafının tam desteğini almış, esnaf işçi eylemine ciddi destek vermişti. Nedeni, netti: madenler kapatılıp isçi issiz kaldığında ya da kapatma sürecinde geçim koşulları kötüleştiğinde esnaf da müşterisini kaybedecekti. Dolayısıyla müşterisine sahip çıkma yaklaşımıyla esnaf da madene sahip çıkmıştı.
Şimdi bu durum ülke çapında geçerli, işçi ve emekçileri yaşamından bezdiren emperyalist dayatmalar, yaşam koşullarının kötüleşmesi, düşük ücret, yoksullaşma, işsizliğin artışı; esnaf açısından müşterisini kaybetme ya da müşteri potansiyelinde düşme anlamına geliyor. Yaşam koşullarının kötüleşmesini, turnusol kâğıdı gibi, en önce, müşteri potansiyelinde azalma ve gelirlerindeki düşme olarak, kapitalist üretimin gerçekleşmesi sürecinin en ucundaki esnaf, hissediyor, yaşıyor, alarm veriyor, işçi, memur ve diğer emekçi tabakalar, harcamalarını kısmak zorunda bırakıldıklarında, müşteri olarak kapısına gittikleri esnaf bundan etkilenmezlik edemiyor. Alış-veriş hacmi düştüğü gibi, veresiye yüzdesi de yükseliyor. Esnafın gelirlerinde düşme ve çarkını döndürmekte zorlanma kaçınılmaz oluyor. Borçlanma, kredi ihtiyacı vb. kendisini dayatıyor. Rafların yeniden doldurulması kolay olmuyor. Borçla doldurulsa da satış zorlaşıyor; giderek son dönemde esnafın dilinden düşmeyen “dükkânı siftahsız kapatıyoruz” noktasına yaklaşılıyor. Kriz dönemleri, esnafın durumu, bu açıdan iyice içinden çıkılmaz oluyor, siftahsızlık genelleşme eğilimi gösteriyor.
Ancak sorun, aslı bu olmakla birlikte, bundan ibaret de değil.
Son aylarda sanayici ve tüccarların da, başta İstanbul ve Ankara Ticaret ve Sanayi Odaları olmak üzere, feveranlarının arttığını, hükümete yönelik şimdiye kadar pek görülmemiş eleştirilerini ve hatta istifa taleplerini gündeme getirdikleri biliniyor. O cenahta da -pastadan kendi payını talep eden- küçümsenmeyecek hoşnutsuzluklar var; ama harekete geçen esnaf oldu. Neden?
Aslında burjuvazinin orta ve üst orta kesimlerinin de hareketsiz olduğu söylenemez. Ancak onlar, sosyal konumları gereği, hareketliliklerini, basına demeçlerinin yanı sıra, bankacılarla toplantılarında, hükümet ya da bakanlarla görüşmelerinde vb. ortaya koyuyorlar. Ucuz kredi istiyorlar, borç ertelemesi, özel vergi indirimleri, ihracat teşviki vb. talep ediyorlar; “reel sektör” savunuculuğu yapıyorlar. Üstelik protesto için miting yapalım deseler, kendi başlarına küçük bir alanı bile dolduramazlar. Böyle bir yola girecek olsalar bile, yine kitlesel olarak esnaf vb, burjuvazinin alt kesimlerini, küçük burjuvaziyi harekete geçirip önünde yürüme pozisyonu edinmeye çalışacaklardır. Nitekim son esnaf eylemlerinde de, burjuvazinin yakınma ve eleştirilerinin esnafın hareketlenmesinde belirli bir teşvik edici ya da kolaylaştırıcı rol oynadığı düşünülebilir. Tekil tutumlar, Sinan Aygün’ün Siteler eylemini yatıştırmasında olduğu gibi, yatıştırıcı olsa bile, genel eleştirel atmosferin esnafı hareketlendirici rolünden söz edilebilir.
Bu durum uygun koşullan derinleştirici olabilir, ama esnaf hareketine asıl yol açan koşullar neydi, “uygun olan” neydi?
Asıl nedene, emekçilerin yaşam koşullarının aşırı kötüleşmesine ve bunun nedeni olarak IMF dayatmaları ve yol açtığı krize bir yönüyle değindik.
Ancak IMF/DB emperyalist politikalarının, küreselleşmeci uygulamaların esnafı doğrudan ilgilendiren yönü de var. Bu dayatmalar, köylüyü, tarımı ve hayvancılığı öldürücü olduğu gibi, sanayiyi ve sanayi ve ticaret alanında faaliyet gösteren özellikle küçük esnafı da öldürücü karakterdedir. Yalnızca rantiyeyi beslemiştir ve beslemektedir; gelirler üretim alanından değil ama faizden, repodan vb. gelmektedir.
Esnaf, özellikle küçük esnaf, küçük bir sermayeye sahip mülk sahibi bir katman olarak atölye ya da dükkânında kendi emeğini de katarak iş görmekte, üretim ya da pazarlama yapmaktadır. Özellikle küçük esnaf, küçük mülk sahibi olmasının yanında aynı zamanda bir emekçidir de. Yaşam koşullarının kötüleşmesinden, örneğin hayat pahalılığından, zamlardan vb. doğrudan etkilenmektedir.
Ancak bir emekçi olarak etkilendiği hayat pahalılığını, yoksullaşmayı vb. dayatan IMF/DB politikaları ve hükümet uygulamaları bir yana bırakılsa bile; bu politika ve uygulamalar ve sonunda neden olduğu kriz, küçük sermayedar olarak esnafı da topun ağzına sürmüştür. Bütçe gelirlerini artırmak üzere bulunan yollardan biri olan “götürü vergi”, esnaf açısından kazansa da kazanmasa da bir gider kapısı olmuştur. Esnafı kredilendirmek üzere kurulan Halk Bankası, hortumlamalarla uğraşırken esnafa ucuzu bir yana kredi payı ayıramaz duruma gelmiştir. Özellikle zor dönemlerde paraya olan ihtiyacı büyüyen ve borçlanmaktan başka çaresi kalmayan esnaf uygun fiyattan para bulamaz duruma getirilmiştir. Gelirlerinin yüzde 80’inden çoğunu faizden sağlayan tekeller, bu koşullarda zaten dikte ettikleri ürün fiyatlarını iyice yüksek tutmaya ya da ürünlerini esnafa uygun olmayan vade vb. koşullarla pazarlamaya yönelmişlerdir. Hammadde ya da pazarlayacağı ürünü onlardan almak tan başka yolu olmayan esnaf ise, -emekçilerin yaşam koşullarının kötüleşmesi nedeniyle- kendisi uygun olmayan fiyattan başkasından satamaz olunca önce rafları eksilmeye başlamıştır. Vergisini ödeyemez, kredi alamaz olan, zor koşullarda borçlanan esnaf giderek kriz nedeniyle satamaz da olunca, hareketlenmesinin koşulları oluşmuştur.
Kendi emeğini de kullanıyor olması bir yana küçük sermayedar olarak esnaf, sermaye ve mülk sahibi olmasına rağmen, geri üretim teknik ve koşulları ve kendi başınalığı içinde kapitalist ormanda bir ağaç gibidir. “Orman”, asıl tekellerin ve emperyalistlerindir; yalnızca fiyatı değil ama her şeyi onlar dikte ederler. Üstelik esnafın faaliyet alanlarını, çeşitli yol ve yöntemlerle (hipermarketler, taşeron işletmeler vb.) sürekli daraltır; bakkalı, mobilyacıyı iflasa sürüklerler. Bir de, IMF dayatmalarıyla doğrudan bağlantılı olarak, piyasaları kilitleyen mali ve ekonomik kriz koşullan oluştuğunda; ilk güme giden, sermayesi en küçük ama tüketici ile doğrudan yüz yüze “son halka” olan özellikle küçük esnaf olur: IMF ve hükümet politikalarıyla giderek zorlanarak sürdürdüğü sınaî ya da ticari faaliyetini yapamaz, satamaz, siftah edemez hale gelmiştir. Olağan koşullarda üste çıkma umutlarıyla sürekli bir çıkış yolu arayarak içinde dönüp durduğu piyasa ilişkileri çerçevesinde egemen olan ve binlerce bağla bağlı oldukları uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekellerin her gün vurdukları darbelere karşı sessiz kalan, ama işini uydurup yükselme şansı yakalayan küçük bir kesim dışında yavaş ve sancılı bir ölüme sürüklenen esnaf, özellikle küçük esnaf, küreselleşme politikaları doğrultusunda hükümet eliyle yürütülen IMF/DB saldırılarıyla hızlı ölüme mahkûm edilirken, bu saldırıların tetiklediği kriz ortamında nefes alamaz hale sokulduğunda, sesini yüklenmekten kaçmamıştır.
Bu duruma düşen esnafın sokağa çıkmasında anlaşılmayacak şey kalır mı? Ve sokağa çıktığında eylemi, işçiyi ya da memuru, emekçiyi hedef almıyorsa, “gerici” olarak nitelenebilir mi? “Hükümet istifa” diye bağıran, IMF’ye küfür eden, polisiyle çatışan esnafın eylemi niye “gerici” olsun? Nedir “ilerici-gerici”nin kıstası? Hükümet ilericidir de esnaf ona karşı çıktığı için mi “gerici” oluyor? Ya da IMF, DB mi ilerici? Onların emperyalist politikalarına karşı taleplerle sokağa dökülen esnaf “gerici” sayılsın? Yoksa dilin altından bir türlü çıkarılmayan “bakla” olan, Avrupa Birliği üyeliği tartışmalarında biraz dilin ucuna gelen küreselleşme politikaları “komünizmi yakınlaştırdığı” için ilericilik de, onun için mi, örneğin hipermarkete karşı küçük dükkânını savunması esnafın “gericilik”ine delalet ediyor?
Gelişmeler, net bir biçimde, emperyalistler ve işbirlikçileriyle aralarında zaten var olan çelişmelerin derinleştiğini, özellikle küçük esnafın bu nedenle düzenle çatışmakta olduğunu, bilincinde olsun ya da olmasın bu yönde bir pratik içine girdiğini göstermektedir, ilk elde önemli olan, bu başkaldırısın tutarlılığı ya da tutarsızlığı, kendisinin eyleminin bilincinde olup olmaması ya da hangi türden düşüncelerle düzenle çatışan bir tutum geliştirdiği değildir; ama bu pratiği yaşamaya girişmesidir. Belki hâlâ milliyetçi ya da dincidir ya da başka bir ideolojik takıntısı vardır. Önemli olan; harekete geçmiş olan esnafın bugünkü ideolojik takıntıları değil, ama şimdiden onun bu takıntılarını zayıflatmış ve daha da zayıflatması kaçınılmaz olan, gereğince yardım edildiğinde gelişmesi sürecinde bunlardan kurtulacağı pratik eylemidir. Bu pratik eylem, tutarlı ya da tutarsız oluşu ve nereye kadar, nasıl gelişeceği gibi sorunlar bir yana düzenle çatışma halindedir, onu zayıflatmaktadır; IMF, DB vb. kuruluşlarıyla emperyalizm ve işbirlikçileriyle içine girilen çatışmayı yansıtmaktadır, onların politikalarının uygulanışını zorlaştırmaktadır.
Saptırılmaz mı? Kuşkusuz saptırılabilir. Provoke edilemez mi? Kuşkusuz edilebilir. Yıllardır peşine takıldığı ve bugün için zayıflamış olsa da bin-bir bağla hâlâ bağlı olduğu büyük sermaye ve düne kadar temel direklerinden olduğu düzen, esnaf için bugün değerinden çok kaybetmiştir; ancak manevraları ve manevralarının etkili olması hâlâ mümkündür. Ama bundan şu çıkar ki, esnafı şu ya da bu düzeyde düzene, emperyalizme ve büyük sermayeye karşı çıkaran bugünkü koşullar, esnafı etkileyecek devrimci çalışma için elverişlidir ve pratik eylemiyle kopuşa yöneldiği düzenden kopuşunun sağlam temellere oturtulması için devrimci çaba, aydınlatma ve politik yol gösterme çalışması şimdi çok daha önemlidir.

* * *
“Solcu”nun sorunu, sınıf tahlili ve toplumun gelişmesinin materyalist anlayışının “ilericilik-gericilik” kategorilendirmesinde hareket noktası edinilmemesinden kaynaklanıyor. Geleneksel “solculuk” hâlâ “yukarıdan”, “tepeden” tahlil yönteminde ısrar etmektedir. İnsanları, sınıf durumlarına, üretim ve değişim sürecindeki yerlerine ve kriz vb. gibi çeşitli koşullara bağlı olarak bu durumlarındaki değişmelere göre değil, ama bugün olan yarın olmayacak, çünkü sınıf durumu değiştiği için zorunlu olarak değişecek olan ya da kendi sınıf durumunun farkına ancak belli koşullarda ve “yarın” varacağı için ancak “yarın” değişecek olan bugünkü düşüncelerine göre sınıflandırmaktadır. Hareketlenen esnafı, genellikle bıyığı falan uzun, camiye de gidiyor, “sol” jargonla konuşmuyor, “sol” terminolojiyle düşünmüyor vb. gerekçesiyle olsa gerek, henüz ideolojik ve politik olarak kazanılmadığı için “gerici” saymak, başka tüm yanılgı ve kafa çarpıklıkları bir yana, kendini eleştirmekten kurtulmanın kolay bir yoludur. Hareketlenen esnaf yığınları, onları kendi yaşamlarını savunmaya ve düzenden kopmaya iten bunca elverişli koşullarda da, ideolojik ve politik olarak etkilenip kazanılmaya çalışılmak yerine “sağcı” ve “gerici” nitelendirmeleriyle zorla düzenden yana itilmeye çalışılacaksa, sol parti diye caka satmanın ne anlamı vardır? Gerçekten sol, sosyalist bir parti, düzene karşı başkaldırmaya yönelmiş düzenin eski dayanaklarını kazanmak üzere önüne görev koymak ve koşullar uygunken bu yönde mesafe almaya uğraşmak zorundadır; başka türlü adına layık olamaz. Düzenin sallanmaya başlayan temellerini iyice daraltıp çökertmek yerine ona buna kulp takmakla vakit öldüren, düzene son derece pratik bir biçimde kafa tutmaya yönelenleri zorla karşıya iten “sosyalist” ya da “solcu”, pek saf ve temiz bir altüst oluş öngören bir tatlı su solcusudur!
Sosyalizmin esnaf yığınları içinde fazla bir etkisinin olmadığı biliniyor. Esnaf üstelik çok gevşek örgütlüdür. Esnafa yönelik aydınlatma çalışmasının zorluğu ortadadır. Ama ortada olan bir başka gerçek de, şimdiden çeşitli illerde esnafla hatta eylemli kitlesel bağlar kurmayı başarmış olan Emek Platformu gerçeğidir.
Emek Platformu’nun kendisi de sorunsuz değil. Evet, ama devrimi hazırlamaya uğraşanların hiçbir adımı sorunsuz olmayacaktır. Hiç de düz bir yolda yürünmeyecek. Böyle düşünen gitsin evinde otursun!
Emek Platformu ve Programı bir veridir. Buradan hareketle sorunların aşılmasına çalışmak, yürünecek tek yoldur. Esnaf tek tek “solcu”lardan zor etkilenir, ama dün Zonguldak, bugün Antep örneğinin gösterdiği gibi işçi ve emekçilerin hareketinden oldukça kolay etkilenecektir. Dolayısıyla bir yandan Emek Platformu’nu zaaflarından arındırıp örneğin işyeri Emek Platformu Komiteleri’nin örgütlenmesi ve Platformun bu komitelere dayanmasının sağlanması yoluyla güçlendirir ve programının geliştirilmesi için çaba harcarken, diğer yandan esnafın bu Platform’la örgütlü olarak birleşmesi için uğraşmak, bugün yürünmesi gereken yolun özeti durumundadır. Emeğin bağımsız hareketinin gelişmesi, kesinlikle esnaf hareketinin gelişmesini olumlu etkileyecektir. Bu çerçevede, esnaf hareketi şimdiden gerçekleşmeye başladığı gibi bölünmelere de uğrayabilir, ama esnafın çıkış yolu da buradadır. Sağlamlaştırılması ve geliştirilmesi zorunluluğu içinde olmak üzere Emek Platformu ve Programı, esnafa da etrafında birleşebileceği alternatifi sunmaktadır. O halde sorun, aydınlatma faaliyetini genel olarak on katına, yüz katına yükseltir ve esnafı da kapsamasını sağlarken, öncelikle başta işçi sınıfı olmak üzere emek hareketinin bağımsız gelişimi için çaba harcama sorunudur.
Bir emekçi olarak olduğu kadar küçük sermayedar olarak da esnafın taleplerinin karşılanması, Emek Platformu ve Programı’nın başarısından geçmektedir.

Mayıs 2001

Kaygan zeminde siyaset

Türkiye’de “gündem” söz konusu olduğunda herkesin üzerinde birleştiği görüş “gündemin çok hızlı değiştiği”dir. Öyle ki bir hafta önce dünyanın en önemli olayı olarak sunulan bir gelişmenin bir hafta sonra adeta hiç olmamış gibi davranıldığı durumlar az değildir. Bu yüzden de, gündemin “aslı” ve “suni”si, “yapma” olanı ve “doğal” olanı, “kendiliğinden” olanı ve “dayatma” olanı gibi ayrımlar da ayrı bir “gündem maddesi” olarak “gündeme” gelebilmektedir.
Kuşkusuz “gündem” her gün pek çok yanıyla tartışılabilir; ama burada, bu yazının sınırları içinde, Türkiye gündeminin “kayganlığı”nın nedenleri ve bu özelliğin emek güçleri için nasıl önemli olanaklar yarattığı üstünde durulacaktır.
Siyasal mücadele alanı, son tahlilde karşıt sınıflar arasındaki mücadelenin yürütülmesinin ve yönetilmesinin alanı olarak, “somut şartların somut tahlili”ne dayanır. Bu nedenle ekonomi, siyaset, kültür-sanat, toplumsal her alandaki az çok ciddi gelişmeler, siyasette bir yeniden değerlendirmeyi, yeni tutumlar almayı da zorunlu kılar. Bu çok yönlü etkilere açık olmasından dolayı da siyasal mücadele alanı, değişkenliğin en yoğun olduğu mücadele alanıdır. Ancak, Türkiye’de son yıllardaki gelişmelere bakıldığında, olup bitenin, siyasal gündemin, siyasal alanın doğasından gelen hızı çok aşan hızlı değişimlere sahne olduğu gözlenir. Bu yüzden de Türkiye’nin, son yıllarda, gündemin en hızlı değiştiği ülkelerin en başında geldiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Çünkü, iç ve dıştaki, kendi başına alındığında küçük, sıradan sayılacak gelişmeler bile, Türkiye’nin öteki sorunlarıyla birleştiğinde, olağan bir olgu olmaktan çıkıp, bir sansasyon, bir skandal karakterine bürünüp herkesin dikkatlerinin yoğunlaştığı, tüm diğer olgu ve olayları gölgesinde bıraktığı bir “yeni gelişme” halini almakta; kimi zaman bir siyasi demeç, kimi zaman da bir adi suç takibinin ucu devletin en hassas kurumlarına kadar uzanıp kamuoyunu sarsan bir gelişmeye dönüşebilmektedir.
Gelişmeler sadece kendi seyri içinde bir etkiye sahip olması ötesinde medya ve “ilgililer” tarafından yeniden üretilip biçimlendirilerek “önemli açıklamalar” yapılmakta; gazeteler, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” manşetleri atıp, politika, kültür ve ekonomi dünyasının bu gelişmeler ışığında yeniden düzenleneceğine dair fikirler, planlar ortaya atmakta; adının başında “prof.”, “büyükelçi”, ” … uzmanı”, “stratejist” gibi “önemli” unvanlar bulunan kişiler “derin analizler’le bu spekülatif ortamın derinleştirilmesine katkı yapmaktadırlar. Öyle ki, dünyada hiçbir şeyin o “gündemdeki” gelişmeden daha önemli olmadığı gibi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Ama, ortaya çıkan, ya da “çıkarılan” başka bir gelişme, bütün bu spekülatif ortamı ve bu ortamda ortaya çıkan sayısız olguyu unutturup, her şeyi yeni başlamış hale getirebilmektedir.
Olaylar ve gündeme getirilen olgular, bu ölçüde sık aralıklarla gerçekleşmesine karşın, her “yeni olay”ın önceki olayla ve olaylarla sanki hiçbir ilişkisi yokmuş da bu gelişme bir “takdiri ilahi”, “ülkenin ve ulusun makûs talihini yenecek gelişmeler bir araya gelmiş” gibi sunulmakta ve bu sefer de önce yazılıp çizilenler hiç yokmuş gibi, “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” manşetleri, “önemli” açıklamalar ve “derin analizler” yeniden gazete sayfalarını, televizyon kanallarının programlarını kaplamaktadır.

YOĞUN GÜNDEM VE GÜNDEM SAPTIRMASI
Kuşkusuz ki; bir ülkede gündemin hızlı değişmesi, her yeni gelişmenin toplumun önemli kesimlerini etkilemesi, o ülkedeki egemen sınıflar ve emekçi sınıflar arasındaki çelişmelerin sertleştiğine, uzlaşmazlıkların arttığına işaret eder. Yani bu durum, sistemin, toplumun çeşitli kesimleri arasındaki çelişmelerin üstünü örtme imkânlarını yitirmiş olduğu anlamına gelir. Bu nedenle gündemin yoğunluğu, ortaya çıkan nispeten küçük olayların bile toplumda sarsıntı yaratıyor olması, sınıflar mücadelesi bakımından olumlu etkenlerin elbette başında gelir. Ancak, gündemin yoğunluğu ve pek çok etkeni birden olup biteni etkilemeye başlaması, elbette emekçi sınıfların ve partilerinin politikaya müdahalesini kolaylaştırır. Ama bu durum egemen sınıflara ve onların çeşitli kurumlarına da gündemi saptırma, gündemle doğrudan bağlantısı olmayan konuları gündeme sokma ve bunun üstünden emekçileri bölme imkânını da tanımaktadır. Bu imkân, egemen sınıfların devasa bir propaganda aygıtına sahip olduğu göz önüne alındığında, sermaye güçlerinin emekçilerin gündemini provoke etme olanaklarını da çoğaltmaktadır. Nitekim son yıllarda, askerin gündeme müdahaleleri tamamen, kendi gündemlerini bütün topluma dayatmaları biçiminde olmuş, askerler, askeri örgütleri ve onların imkânlarını kullanarak, “şeriat-laiklik” ekseninde politik gündeme müdahale ederek, emekçiler arasında yeni bölünmeler yaratmayı ve üniversitedeki demokratik muhalefeti YÖK potasında tasfiye etmeyi başarmışlardır. Yine Susurluk skandalı sonrası gelişmeler, toplumun çetelere, kontrgerillaya tepkisi, “şeriata karşı mücadele”nin yedeğine bağlanarak toplumsal tepki saptırılmıştır.
Buradan bakıldığında denebilir ki, 28 Şubat’tan başlayarak askerlerin gündeme müdahale tarzı, son yıllarda Ecevit ve hükümet tarafından da kullanılmış, skandallar, polis ve askeri operasyonlarla gündem belirleme “sivil” hükümetler için de olağan araçlar haline getirilmiştir.
Politikaya yön vermek, skandal-vari müdahaleler, “operasyonlar” biçiminde olunca, politika analizi yapmanın yerini, senaryolar demeti ya da komplo teorilerinden oluşan “senaryolar” alıyor. Habercilik bir manipülasyon, gazetecilik birtakım gizli kaynaklar, “derin kurumlar”, “hassas görev alanlarından alınan “denetlenemez” “bilgilerin” art arda sıralandığı bir “diz dibi gazeteciliğine, “vakanüvisliğe” dönüşüyor. Çünkü politika tarzının değişmesi, yapay gündemin gerçek gündemlerin önüne geçirilmesinin toplumsal muhalefeti, emekçi hareketini yolundan çıkarmanın başlıca yöntemi haline gelmesiyle basın ve TV kanalları önem kazanmış, yalan habercilik arızi ve geçici, ticari ya da çıkar kaygılarından öte bir tutum, bilinçli bir araç, halkı yanıltmaya yönelik organize bir silah olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hatta bu tutumun daha da geliştirilerek, burjuva düzen partilerinin, hükümetlerin ve sistemin kamuoyu oluşturan, oluşturabilir olana tüm kurumlarının emekçi sınıfların gündemini karartmayı bilinçli bir amaç edindikleri, psikolojik savaş unsurlarından birisi olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Olup bitene sonuçtan bakıldığında, bir çürümenin, burjuva siyasetinin, siyasi partilerinin, siyasi düzenin, parlamentonun, bürokrasinin, adalet sisteminin, asker ve sivil, “seçilmiş” / “atanmış” ayrımı vb. gibi burjuva düzenin tüm “erdemleri”nin çöküşünün tablosu görülür.
Ve yapılanların, gündeme müdahalelerini, halkın dikkatlerinin emeğin ve ülkenin sorunlarından uzaklaştırmak için girişilen inanılmaz yoğunluktaki gayretlerin amacının aslında, halkın olup biteni anlamaması amacı taşıdığı apaçıktır. Patlayan skandalların sistemin çelişkilerinin ve çürümüşlüğünün boyutlarını sergilemesini önleyemeyenler, öncekini aşan yapay ya da gerçek skandallarla, gerçeği karartıp çetrefilleştiren gelişmelere yol verip, gündemin provokasyonlara varan müdahalelerle değiştirilmesini gündeme “sistemli bir müdahale” haline getirmişlerdir. Ortaya çıkan her skandal, bu yalan propaganda merkezlerince, ülkenin sorunlarından (bu sorunlar, kimi zaman siyasetin, kimi zaman emniyetin, adaletin temizlenmesi, kimi zaman devletin şeffaflaşması, kimi zaman ekonominin düzlüğe çıkması vb. olarak gösterilir) kurtuluşunun bir alameti, bir “ilahi işaret” sayılıp, sistemin kendi kendisini temizleyeceği, bunun “demokrasilerinin bir erdemi” olduğu propagandası yoğunlaştırılır. Böylece sermaye güçleri, doğru ile yanlış, yalanla gerçek, iyi ile kötü arasında tüm ayrımları ortadan kaldıran bir fikir bulanıklığını, “alacakaranlığı” kendileri için bir avantaj, avlanırken kimliklerini saklayacakları uygun ortam olarak kullanmaktadırlar.
Örneğin, geçmişi bir yana bıraksak bile Susurluk’tan beri kaç kez “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” kampanyası açıldığını, kaç kez “temiz eller kampanyası” başlatıldığını, kaç kez, “artık eski hatalar yapılmayacak” temennilerinin ve tahlillerinin manşetlere çıktığını, kaç kez kaç savcının “Türkiye’nin Di Pietro’su” ilan edildiğini, gelişmeleri yakından izleyenlerin bile hatırlamasının çok zor olduğu ortadadır. Çünkü olaylar ve olgular, sistemin propaganda odakları tarafından, dünsüz ve yarınsız olarak bugünün dünle hiçbir bağı kurulmadan ve bugün olanların yarının nasıl olacağını belirlediği bilincinin üstünü örterek gündeme getirilmektedir. Örneğin Susurluk’la 28 Şubat, Susurluk ve 28 Şubat’la “Beyaz Enerji”, 24 Ocak kararlarıyla IMF programı, Türkiye ABD ilişkileriyle şeriatçılığın ve ırkçılığın azgınlaşması, GAP’la Kürt sorununun çözümü, Ermeni sorunu ile ABD’nin Kafkaslar ve Türkiye politikası, AB ile küreselleşme ve özelleştirme arasında hiçbir bağın olmadığı gibi bir mantık topluma egemen mantık olarak dayatılmaktadır.

KAYGAN ZEMİNDEKİ ‘KAY KAY’ ÜSTÜNDE DENGE SORUNU
Kuşkusuz olay ve olguların hızla birbirinin yerine geçmesi ve gündeme oturmasından, iletişimin hızlanması ve ülkeyi yöneten güç odaklarının yönetimdeki gücünü artırma ve yığınları gündemi izleyemez duruma getirme ya da gündem saptırma gibi girişimlerinin rolü önemliyse de, bu kötü niyet ve istismarcılığa yol veren, bu girişimlerin başarılı olmasına neden olan ortamı tanımak, sorunu asıl burada aramak gerekmektedir. Çünkü gündemin güç odakları tarafından böylesi oyalanabilir, provokasyonlara ve istismara açık olmasının nedeni kuşkusuz Türkiye’nin kendi iç ve dış politikasındaki çelişmeler, bu çelişmelerin hassas hale getirdiği sorunlardır.
Olup bitene bakıldığında; Türkiye sert bir zemin üstüne serpilmiş irili ufaklı çelik bilyeler üstünde hareket eden silindirik tabana sahip bir “kay kay” üstünde dengede durmaya çalışan hantal bir adama benzemektedir. İrili ufaklı çelik bilyeler burada, Türkiye’nin iç ve dış sorunlarını temsil etmektedir. Zemin üstündeki bilyelere dayanarak hareket eden “kay kay”, hem bilyelerin iri ya da ufak olmasına göre çok fark etmeyen bir dengesizlik kazanmakta, hangi bilyenin üstüne gelmişse o bilyenin durumuna göre dengede kalabilmek için bütün enerjisini kullanmaktadır. Ama tam o bilyelerin büyüklük ve sıralanışına göre dengeye gelmeye çalışırken “kay kay” yer değiştirmeye devam ederek bir başka “dengeyi” zorunlu kılan bir “dengesizlik” konumuna gelmektedir. Örneğin Kürt sorununu çözmede “ateşkes”le bir adım atıldığı düşünülüp yeni dengeleri buna göre hesaplarken, AB yeni koşullar koşmakta; ABD Kuzey Irak üstünden yeni bir mevzilenmeye yönelerek bölgedeki güç dengelerinin yeniden belirlenmesini zorlamakta, dahası “Ermeni sorunu” masaya getirilerek Kürt sorununun çözümünde yeni koşullarla birleştirilmektedir. Ya da Kıbrıs sorunu bir Avrupa Birliği şartı olarak kapıya dayanmakta, 1974’ten beri sürdürülen politikaların sil baştan yeniden ele alınması dayatılmaktadır. Ya da örneğin; Susurluk sorunu bir biçimde gündemden düşürülmekte, ama hayali ihracat, eroin kaçakçılığı ile bağlantılı operasyonlar, kara-para ilişkilerinin gündeme gelmesi, özelleştirmelerdeki karanlık para ve siyasi ilişkilerin üstündeki perdenin aralanması ya da “beyaz enerji” gibi ilk bakışta ekonomik temelli gelişmeler, Susurluk’u ve onunla bağlantılı, üstü örtülmüş pek çok konuyu yeniden kamuoyu gündemine getirmektedir. Ya da PKK’ye karşı kurulan ve beslenen Hizbullah, aradan bir süre geçince, bir cinayet ve şeriatçılık merkezi olarak ortaya çıkıp, devletin ve onun marifetlerinin yeniden sorgulandığı, “yok”, “hiç olmadı” denilen JİTEM’in tartışmaya açıldığı bir süreci başlatabilmektedir.
Kuşkusuz, başka ülkelerin de benzer sorunları vardır. Ama bu ülkelerde gündemin Türkiye kadar hızlı değişmediği, ya da suni gündem oluşturup ülkenin asli sorunlarının üstünün örtülmesinin Türkiye kadar sık olamadığı da ortadadır. İşte bu, gündemin değişme sıklığı, Türkiye’nin hareketliliği, sisteminin çürümüşlükte kat ettiği mesafe ve sınıf güçlerinin dinamizmi ile ilgilidir. Dolayısıyla var olan durum bir yanıyla Türkiye egemen sınıflarının toplumu, provokasyonlar ve gündemi değiştirecek müdahalelerle değiştirmesinin nedeni, sistemin tükenmişliği, buna karşılık işçi sınıfı ve milyonlarca emekçinin bütün bu gayretlere rağmen denetlenebilir ve sistemin verdiği ile razı edilir hale getirilememesiyle ilgilidir. Bu yüzden de; bir yandan Türkiye üstünden oyun oynayan ve bölgede egemenlik peşinde koşan güç odakları, öte yandan da Türkiye’nin egemen sınıfları tüm gayretleriyle bu hareketlenmeyi kendi amaçları için kullanmaya çalışmaktadırlar.
Emekçiler ve halk ise; bir yandan onların bu girişimlerinin etkisiyle “suni gündemlere takılmak zorunda kalırken, öte yandan da içinde bulunduğu ağır yaşam koşullarından kurtulma yolları aramakta, olup bitenden de ders çıkarmaktadırlar. Bu yüzden de emekçiler cephesinde bilinç ve örgütlenme düzeyinde her yeni gelişme karşı tarafı daha saldırgan yaparken aynı zamanda da manevra alanını daraltmaktadır.

DIŞ DÜŞMAN YARATMA VE ŞOVENİZMİ KIŞKIRTMA POLİTİKALARI DUVARA DAYANDI
Türkiye’nin politik ortamını istikrarsızlaştıran önemli bileşenlerden birisi de dış politikada kazandığı pozisyondur.
En azından yarım yüzyıldan (gerçekte bu süreç daha da uzun bir zaman öncesinden başlar) beri, Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle ete kemiğe bürünen, Türkiye’nin savunmasını içeride, halkların kardeşliği temeline dayanan bir bütünleşmede değil de “sınırlarının ötesinde” arayan politikalara yönelinmesi; Türkiye’nin bir tehlike çemberiyle çevrilmesi üstüne kurulmuş, dış düşmanlara karşı alınacak önlemlere indirgenen sürecin de başlatıcısı olmuştur. Önce; Türkiye’nin savunmasını “komünizme karşı kapitalist dünyanın savunulmasına bağlayan süreçle birlikte, Türkiye’nin egemen sınıfları bugün girdikleri labirente de adım atmışlardır. Aynı gerekçeyle CENTO’ya, Bağdat Paktı’na giren, gayri resmi olarak “Komünizme karşı” oluşturulan “yeşil kuşak”ın bir halkası olan Türkiye; girdiği paktlarla, hiçbir ilişkisi olmayan, sınır komşusu dahi olmadığı ülkelerle bile, “dostunun düşmanlarını düşmanı” sayarak, düşmanlarının sayısını hızla çoğaltmıştır. Örneğin; 1958’de Türkiye, Cezayir’in bağımsızlığına, NATO’daki müttefiki Fransa’nın gönlünü hoş etmek için karşı çıkmıştır. Bağımsız Cezayir’in komünizmin müttefiki olacağı iddiasıyla da tutumunu haklı göstermeye çalışan Türkiye, günümüzde bile Arap-İslam âlemi tarafından başına kakılan bir lekeyle damgalanmıştır. Türkiye, yine benzer gerekçelerle, Filistinlilere karşı İsrail’i desteklemiştir. Sovyetler Birliği ile dost ve müttefik olduğu gerekçesiyle, sadece Irak ve Suriye değil, Türkiye ile sınırı olmayan Mısır ve Yemen “düşman” sayılmıştır. Koca Çin, uzun yıllar ABD tarafından tanınmıyor diye Türkiye tarafından da tanınmamış, Vietnam ise; Amerika’ya karşı savaşıyor diye lanetlenmiştir. Ya da Kongo’da Belçika’ya karşı savaşan yerli halk “Türk basını” ve resmi yetkilileri tarafından “yamyam”, “insan eti yiyen vahşi yaratıklar” olarak tanıtılmıştır.
Emperyalizmin dünya hegemonyasının destekçisi olan politikalar, 50 yıl boyunca Türkiye’nin dış politikasını ve reflekslerini oluşturmuş; Türkiye’yi yöneten güç odakları, bölgedeki “büyük ve güçlü” ülke olarak, kendi güvenliklerini “sınırlar ötesinde” oluşturacakları güvenlik çemberleriyle sağlamayı amaçlarken aynı zamanda bölgedeki ülkelerle düşmanlaşmanın da temelini atmışlardır. Küçük ve her komşu ülke arasında olabilecek sorunlar büyük hesaplaşmalarla çözümlenecek sorunlarmış gibi abartılıp, emperyalizmin himayesine sığınmanın gerekçesi yapılmıştır. Bu, emperyalizmin bölge politikalarına alet olma tutumu, “içeride” milliyetçilikle birleştirilerek şovenizmin ve her türden gericiliğin dayanağı haline getirilmiştir. Bunun en tipik örneği, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istediği yalanı üstünden koparılan fırtına ile Türkiye’nin NATO’nun kollarına atılmasıdır. Aynı gerekçe içeride anti-komünizmin ve şovenizmin halk indinde meşru görülmesinin de dayanağı yapılmıştır. Ortadaki tersini gösteren pek çok belgeye rağmen devasa propaganda gücüyle bu büyük yalan kamuoyuna gerçekmiş gibi yutturulmuş, 50 yıldan beri de bu yalan gerçekmiş gibi, “tarih kitaplarındaki ve burjuva politikasındaki müstesna yerini korumaktadır.
Türkiye’nin son yarım yüzyıllık dış ve iç politikasını belirleyen, bu nedenle de bugün gündemin değiştirilmesi ve provoke edilmesinde en geçer akçe sorunlardan birisi de Kıbrıs-Ege sorunudur. Türkiye’nin şu anda Kıbrıs’ta olmasının ve Ege’de sorun çıkarmasının uluslararası planda yasal bir dayanağı olmadığı herkesin malumudur. Hatta Türkiye, Kıbrıs’ta, örneğin ‘70’li yıllarda federatif bir çözüme “evet” derken şimdi “konfederasyon” diye dünyada uygulaması olmayan ve Kıbrıs’ın gerçekleriyle de bağdaşmayan bir çözümde ısrar etmektedir. Kıbrıs’taki yarısı Türkiye’den göçme 100 bin kişiyi, “Kıbrıs Türk ulusu” sayıp “bağımsız” bir Türk Cumhuriyeti’nde ısrar eden Türkiye’nin milyonlarca Kürt için “kendi kaderini tayin hakkı”nı “bölücülük”, “vatana ihanet” sayması bir çelişki olduğu kadar aynı zamanda da Kıbrıs’ta nasıl bir “abesle iştigal” ettiğini göstermektedir. Ege’de ise; Ege adalarının Türkiye’nin “burnunun dibinde” olduğu, dolayısıyla bu adaların silahlanması durumunda, Türkiye kıyılarının top ve füzelerin menziline gireceği iddiasına dayandırılmaktadır.     Yani, Türkiye’ye Ege’yi kapattığı için Ege kıta sahanlığında Yunanistan haklarından Türkiye lehine vazgeçmeliymiş. Vazgeçmezse, Yunanistan “düşman” ilan edilirmiş, vs. Bütün temelsiz tezler; “Türkiye’nin güvenliğine bağlanmaktadır. “Kıbrıs’tan çekilinirse, bu, Türkiye’nin güneyinden de Yunanistan tarafından kuşatılmasına razı olunması” anlamına gelirmiş. Ya da Ege adalarında Yunanistan’ın eli kolu bağlanmazsa, Türkiye batıdan Yunanistan’ın tehdidi altına girermiş.
Sorunun böyle ortaya konması, ortamın provoke edilmesini çocuk oyuncağı haline getirmektedir. Örneğin Denktaş ve avanesi, Kıbrıs’ta az çok bir çözüme yaklaşıldığında, bir demeçle bile ortalığı karıştırmakta, her şeyi sil baştan yapılmasını sağlayabilmekte, iki meczup papaz bir kayalığa bıraktığı keçilerle, iki meczup gazetecinin motorla bu adalara “çıkarma yapması”na neden olup iki ülkeyi savaşın eşiğine getirebilmektedir. Üstelik bu provokasyonun aşağılık piyonları, iki ülkede de kahraman gibi karşılanabilmektedirler. Sorun böylesi provokasyonlara açık olduğu için de; ne zaman emek hareketi bir ilerleme kaydetse, ne zaman Türkiye’yi yönetenler köşeye sıkışsa bir “Kıbrıs sorunu” baş gösterdiği için; artık herkes, böyle bir durum olduğunda Denktaş’ın “Rum’un Kıbrıs’taki oyunları” üstüne demeçlerini yoğunlaştıracağını, Türkiye’deki benzer çıkar çevrelerinin “yavru vatan”, “kahpe Rum” edebiyatını başlatacağını bilirler. Ama yine de bu silah işlemeye, etkin olarak kullanılmaya devam etmektedir. Çünkü sorunun esası değişmediği ve istismara açıklık sürdüğü için, küçük değişikliklerle halk sık sık oyuna getirilebilmektedir.
Yine aynı gerekçelerle Türkiye, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine karşı çıkmaktadır. Gerekçesi de hazırdır: Burada kurulacak bir Kürt devleti, sonra Türkiye’den toprak talep edermiş; Türkiye’de Kürtlerin hak taleplerine dayanak olurmuş vs… Daha anti-emperyalist görünenler ise, bu devletin emperyalizmin oyuncağı olacağı için Kürtler için de, bölgedeki diğer halklar için de kötü olduğundan hareket ederek Türkiye’nin Kuzey Irak’ta olup bitenlere müdahalesini, bölgeye askeri seferler düzenlemesini, bölgedeki Kürt grupları birbirine karşı kullanmasını “doğru” ve “haklı” bulurlar.
Kendi başına her biri doğru olabilecek bu tezler; bir ülkenin dış politikası olarak aslında komşularına karşı saldırgan politikalara gerekçe olduğu kadar halkların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi tartışılmaz bir hakkın da inkârı olmaktadır. Dahası bu tutum; bir halka karşı savaşı meşrulaştırmanın gerekçesi olarak da kabul edilemezdir. Çünkü burada emperyalizmin bölge politikalarını püskürtmenin yolu da; Kürtlerin kendi kaderini tayinini kolaylaştırmak, bütün halkların yararına bir çözümün önünü açarak, bölgede barışın kurulmasına katkıda bulunmaktan geçmektedir.
Ya da; Osmanlı’nın Ermeni katliamı yaptığı kabul edilirse sıra Ermenilerin tazminat ve toprak taleplerine gelirmiş. Bu yüzden de kör gözüm parmağına gerçekleri bile reddetmek gerekirmiş, vs. vs. Bu yüzden de 85 yıldan beri her platformda Türkiye, “Ermeni soykırımı” ile suçlanmakta, ABD ve Avrupa’da sorun her birkaç yılda bir gündeme gelmektedir. Son yıllarda ise sorun iyice çığırından çıkmış olarak gündemdedir. Ama Türkiye’yi yönetenler, “Ermeni sorunu var” diyenleri ASALA ile aynı kefeye koyarak çözeceğini, daha doğrusu çözümsüzlüğü sürekli hale getireceğini ummaktadır. Ama Türkiye’ye bir şey dayatmak isteyen de aynı gerekçeyle sorunu gündeme getirmektedir. Ne var ki; Türkiye’yi yönetenler, komşuları iki buçuk milyonluk Ermenistan’la sınırlarını açıp dostluğunu geliştirerek sorunu iki ülke ve halkın arasında çözmek yerine Washington ve Paris’te tartışmalar açıp Ermenistan’ı tehdit ederek ve onu emperyalist ülkelerin kucağına iterek sorunu çözebileceğini sanmaktadır. Böyle yapıldığı için de; Türkiye’deki ve hemen sınırın ötesindeki Ermenistan’daki Ermeniler sürekli olarak kaygı içinde yaşarken, Türkiye’nin egemen sınıfları için de “gündemi değiştirmenin” en kolay ve masrafsız aleti olmaktadır.
Son 10 yıl içinde de Orta Asya’daki cumhuriyetler ve Kafkasya ülkeleriyle olan ilişkiler de aynı anlayışın dış ve iç politika malzemesi, bir yanıyla Türkiye’nin emperyalistler tarafından boğazının sıkılmasının, öte yanıyla da iç politika malzemesi olmanın dayanağı haline gelmişlerdir.
Sadece dış politika değil, iç politikada da aynı tutum egemen olmuştur. Kürt sorunu, adalet sorunu, seçim sistemi, Anayasa sorunu, siyasal düzen, üniversite, MGK, asker-sivil ilişkileri, vs. hemen her konu, gündeme gelişi ve ülke gündeminde tuttuğu yer, ortaya çıkan skandallarla, yolsuzluklarla, çeteleşmelerle olan ilişkileriyle bazen gündemin en başına çıkarılırken, ertesi gün unutulup gidebilmektedir. Ekonomiyle ilgili her sorun da; bir kara-para ilişkisine, yolsuzluklara, rüşvet ve hayali ihracat gibi adi ve siyasi suçun birbirine bağlandığı ilişkileri temsil etmektedir. Özelleştirme ise; uluslararası tekellerle yerli işbirlikçilerinin “ahlaksız” ilişkilerinin, çeteleşme ile özelleştirme, ulusa ihanetle piyasa ekonomisi çığırtkanlığının kesişim noktasında; kamuoyu gündeminde önemi değilse de yeri sıkça değişen konusu olmaya devam etmektedir.
Bütün bu politikaların açmazlarını, bir yanıyla; Türkiye’nin güvenliğini, kendi iç bütünlüğünü demokratik, halkların kardeşliği temelinde gerçekleştirerek varlığını savunan ulusal savunma politikalarında değil; ama güvenliğini etrafında olup bitecek muhtemel bağımsızlıkçı gelişmeleri engellemeye bağlamış politikalarda aramak gerekmektedir. Çünkü; bu politikalar kaçınılmaz olarak komşu ülkelerle düşmanlaşmayı, onlarla silah yarışını kışkırtmaktadır: (Yunanistan 300 yeni tank almış, Suriye ve Kıbrıs S–300 füzeleri alıyor; öyleyse Türkiye de 1000 yeni tank, 30 yeni Patriot füze bataryası alsın; ‘milli savunma’ya daha çok kaynak aktarsın tutumu ulusal politika olarak benimsenmektedir. Tarihte ve bugün “Türkiye ne yapmışsa doğru yapmıştır; başka ülkeler de ne yapmışsa yanlış yapmıştır” temeline dayanan dış politika gibi, iç politika da “egemen sınıfların çıkarı neyse ulusun ve ülkenin çıkarı odur” tezi benimsenmiş; emekçilerin istekleri ise gayri meşru sayılmaktadır. İşte bu akıl dışı, dünya ve ülke gerçekleriyle bağdaşmayan zemin de irili ufaklı her sorunun bir skandala dönüşmesinin yolunu açmakta, politik ortama müdahale etme konusunda bütün dış ve iç şer güçlere sayısız imkân sunmaktadır.

GÜNDEMİN HAREKETLİLİĞİNİN İMKÂNLARI
Hiç kuşkusuz, bir toplumda yeni fikirlerin yaygınlaşıp taraftar bulması ancak canlı bir toplumsal gündemin bulunduğu koşullarda mümkündür. Çünkü gündemin hareketli olması demek, sınıflar arasındaki çelişmelerin çeşitli yönleriyle gündeme gelebilmesi demektir. Bir başka söyleyişle bu hareketliliği, gündemin değişmeye müsait olmasını egemenler, asıl gündemin üstünü örtmek için kullanmalarına fırsat tanırsa da; sınıfın ileri kesimlerini ve sınıf partisinin bu imkânı doğru kullanması, kullanmasını bilmesi çok daha önemlidir. Bu yüzden de, gündemin hareketli olması, sıkça değişmeye müsait olması bir dezavantaj değil avantaj olarak görülmelidir. Çünkü bu değişimler ve sermaye güçlerinin gündeme kendi açılarından müdahaleleri, gündemi saptırma amaçları doğru teşhir edilebilirse, emekçilerin ülke ve dünyada olup bitenleri değişik yönleriyle anlamaları çok daha kolay olacaktır. Örneğin, Kürt sorunu (Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, şeriat sorunu vs. de aynı amaçla kullanılmıştır); emek hareketinin taleplerinin üstünü örtmek, emekçileri hükümetin ve sermayenin çıkarlarını arkasına yedeklemenin bir dayanağı olarak kullanılmıştır. Bugün de yine bu sorunların aynı nedenle kullanılması gündemdedir. Ama bu gelişme aynı zamanda; Türkiye’nin nasıl bir dış ya da iç politika izlemesi gerektiği konusunda, emperyalizmin bölgeye müdahaleleri ve Türkiye’nin egemen sınıflarının “emperyalizme hizmet esaslı” politikalarının teşhirini de kolaylaştırır. Dahası bu vesileyle sadece egemen sınıfların politikaları ötesinde bütün bu sorunlar karşısında emekçilerin ne tutum alması gerektiği, Kürtler, Rumlar ya da Ermenilerle Türk milliyetinden emekçilerin nasıl ortak çıkarlara sahip oldukları, ulusal sorunların nasıl ele alınması gerektiği gibi, gündelik gelişmeler içinde kolayca açıklanamayacak sorunlar, egemen sınıfların “istismarcı”,
“gündem saptırıcı” tutumları vesilesiyle rahatça açıklanabilir hale gelir. Özellikle de Kürt sorununun batı bölgelerindeki emekçiler arasında tartışılmasının ne kadar hayati olduğu geçtiğimiz yıllarda görülmüştür. Bu konuda, görmezden gelerek, böyle bir sorunun sadece egemen sınıfları ilgilendirdiğini söyleyerek, ya da Kürt sorununun egemenler tarafından istismar edildiğini, emekçilerin gündeminin başka olduğunu söyleyerek geçiştirmenin çare olmadığı da görülmüştür. Çünkü sorun; sadece Kürtlerin özgürlüğü ile ilgili değil ama Türkiye’nin demokratikleşmesiyle, emekçilerin kendi kurtuluşlarıyla da doğrudan ilgili bir sorun olarak sürmeye devam etmiş, bugün de devam etmektedir. Sorunun tek çözümü ise iki halkın kardeşliği, eşit haklan temelinde gönüllü birliğinden geçen bir yoldadır. Bu tutumun emekçiler arasında yaygınlaşması, emekçilerin bulunduğu her platformda sorunun çözümüne taraf olunması, örneğin Emek Platformu’nun ve Emek Programı’nın bir parçası haline gelmesi; demokratikleşme bakımından Kürt ve Türk işçilerin, emekçilerin birliği bakımından kaçınılmaz ve zorunludur. Çünkü Emek Platformu girdiği yolda ilerler, emekçilerin gerçek bir temsilcisi olarak, Kürt sorunu (giderek Ermeni Sorunu, Kıbrıs sorunu, şeriat sorunu ya da siyasi partiler yasası, Anayasa mahkemesi yasası, YÖK vb. gibi demokratikleşmeyle ilgili sorunları) konusunda da hangi tutumu alacağını belirlemek zorunda kalacaktır. Bu konuları gündemine, bir yanıyla emeğin iktidar mücadelesinin bir gereği olarak, bir yanıyla da egemen sınıfların bu konularda girişeceği provokasyonları önlemek, gündem saptırmalarına izin vermemek için almak zorunda kalacaktır.
Kısacası dış ve iç politikada, ekonomideki her yeni gelişmeyi egemen sınıflar, istismar ederek, emekçileri yanıltarak, bu olayları kimi zaman büyüterek kimi zaman da olduğundan küçük göstererek, halkı kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfının, emekçilerin talepleri arttığı, mücadele isteği yükseldiği, aralarında birlik eğilimi güçlendiği ölçüde egemen sınıfların kamuoyunu yedeklemede uzmanlaşmış partilerinin, asker ve sivil kamuoyu oluşturma kurumlarının gündem saptırma faaliyetleri daha da yoğunlaşacaktır.
Emekçiler açısından da durum tam tersidir. Emek güçleri, her geçen gün kendi gündemini daha titiz bir biçimde oluşturacak, gerçeklerin açıklanmasına hız vererek sermaye güçlerinin emek güçlerini bölmesi zorlaştıracak, emekçiler arasındaki birlik ve kendi hedeflerine yönelme imkânlarını geliştirmeye yönelecektir. Bu karşıt tutumlardan bakıldığında; politik zeminin kayganlığı sadece sermaye için değil emek güçleri için de son derece önemli imkânlar sunmaktadır, Bu yüzden de; “gündem değiştiriyorlar”, “gündem çok çabuk değişiyor” yakınmalarından öteye geçmek gerekmektedir. Bunun için de: her gündem değişikliğini asıl gündeme bağlayan, gündeme sermayenin müdahalelerini teşhir eden, suni gündem yaratma çabalarını asıl gündemi güçlendirmek için kullanan bir gerçekleri açıklama ve emekçileri sefer etme faaliyetine hız vermek, bu konuda takınılacak tek doğru tutumdur. Tıpkı bugün; egemenlerin krizi emek düşmanı girişimlerini haklı göstermenin, özelleştirmeyi hızlandırmanın, ülkenin yağmalanmasının yeni bir vesilesi yapılması karşısında emekçilerin geniş bir teşhir olanağı kazanması gibi. Çünkü sermaye güçleri, “Derviş’in programı son şansımızdır” derken bir yandan halka “bizi desteklemezseniz kaos olur” diye tehdit ederken aynı zamanda Türkiye’yi yönetme, sorunlarını çözme imkânlarını tükettiklerini de itiraf etmektedirler. Bundan çıkacak tek doğru sonuç ise; ülkenin kaderine işçilerin, emekçilerin el koymasının Türkiye’nin sorunlarının çözümünün de başlangıcı olacağı, dolayısıyla emekçilerin iktidarının gündeme girmesi olacağıdır. Çünkü halkı köşeye sıkıştıracağım derken yapılan itirafların, “tek seçenek”, “son çare” dayatmaların karşısında; “Hayır, Türkiye’nin çok çaresi vardır. Bu da emperyalizme kafa tutan, bağımsız ve demokratik bir Türkiye yoludur” seçeneğini öne çıkarmak, gündemi doğru değerlendirmek, sermaye güçlerinin manevra alanlarını daraltırken emek güçlerinin pozisyonlarını güçlendireceği geniş bir manevra alanı bulması demektir.
Demek ki, gündemin sık değişmesi, ortalığın toza dumana boğulması gibi bir olumsuzluğa işaret etse de; bir ülkedeki değişimin imkânlarının arttığına işaret eden de bir gelişmedir. Ve bu durum; çarpışan karşıt sınıf güçleri için yeni fırsatlar anlamına gelmektedir. Bu yüzden de; gündemin hızlı değişmesinden şikâyet yerine her değişikliğin ne kadarının sürecin ilerlemesinden ne kadarının saptırma gayretlerinden olduğunu doğru analiz edip; her değişimin yaratacağı yeni imkânları süreci belirleyen ana soruna bağlamasını öğrenmek gerekmektedir. Özellikle emeğin politikasını yapanlar, toz duman içinde kendi yollarını bulmayı öğrenmek durumundadırlar. Dünyanın bugünkü koşulları içinde daha çetrefilleşen emeğin kurtuluş yolunda halk güçlerine doğru bir önderlik yapmak yükümlülüğünü taşıyan işçi sınıfı ve partisinin ise; bütün bu gelişmeleri kendi mücadelesinin dayanağı yapmayı bilmesi, tarihsel rolünü oynamasının ön koşuludur. Politikayı öğrenmek de budur: Bu karmaşa ve kaos içinde emekçilerin ilerleyeceği hattı doğru bir biçimde tarif etmek!
Şu kriz günlerinde; işçi sınıfının ve emekçilerin kendi talepleri, kendi programı etrafında birleşmesi isteğini güçlendirecek bir gündemi oluşturma becerisini göstermek, sınıf ve partisi için son derece önemli bir kazanım olacaktır.

Mayıs 2001

Kriz; kaynakları ve çıkış yolu

Emeğin Partisi Ekonomi Çalışma Grubu tarafından iktisat dergisinde yayınlanmak üzere hazırlanmış Şubat Krizinin nedenleri, bu nedenlere ilişkin burjuva çarpıtmalar ve kriz karşısında emekçilerin tutumunu konu alan değerlendirmeyi, yararlı olacağı düşüncesiyle dergimizde de yayınlıyoruz.

Kasım ayında uyarı işaretleri veren ve Şubat ayında patlak veren kriz giderek derinleşmektedir. 1999 yılında büyük iddialarla uygulamaya sokulan IMF programı 14 ayda iflas etmiş, 2001 Bütçesi ve hedefleri 2 ayda anlamsız hale gelmiştir. Gelişmeler, krizin bütün sektörleri derinden ve uzunca bir süre etkileyeceğini göstermektedir. Burjuvazinin krizi çözmeyi değil, kendi lehine “krizi yönetmeyi” temel alan politikaları nedeniyle, krizin yol açtığı yıkıcı etkiler artmaktadır.
Krizi ortaya çıkaran koşullar, yıllardır uluslararası tekeller ve işbirlikçilerinin azami kâr arayışları uğruna hükümetler tarafından uygulanan ve çerçevesi IMF-Dünya Bankası tarafından çizilen iktisat politikalarının ürünüdür. Bu koşullar değiştirilmediği sürece, krizler, şu veya bu gerekçeyle her an ortaya çıkabilir.
Krize yol açan bu politikalar, uluslararası kapitalizmin uzun süredir içinde bulunduğu genel bir durgunluk ve daralma konjonktürünü aşmak için yürürlüğe soktuğu yeniden yapılanma programının bir parçasıdır. Dolayısıyla kriz, kapitalizmin krizidir. Buna rağmen sermaye sözcüleri krizi gerçek bağıntılarından soyutlayarak, IMF-Dünya Bankası programlarının uygulanmasında kararsız davranılmasına ve siyasi istikrarsızlığa bağlamaktadırlar. Oysa bu kuruluşlar, uluslararası kapitalizmin düzenleyici kurumları olarak, krizi ülkemize taşıyan politikaların mimarıdırlar. Burjuva yaklaşım, kapitalizmin kendi kendini düzenleyen ebedi bir sistem olduğunu öne sürerek, yaşanan krizlerin, bir bütün olarak kapitalist sistemin işleyişinin zorunlu bir sonucu olduğu gerçeğini reddetmekte ve krizden sermaye kesiminin nasıl en kârlı çıkabileceğinin hesaplarını yaparak tüm halkı fedakârlığa çağırmaktadır. Ancak, gerçeğin bu şekilde bulanıklaştırılmasının toplumsal ve entelektüel karşılık görmesinin maddi koşulları ortadan kalkmıştır. Son krizle birlikte, geniş emekçi kesimler ve bilim çevreleri, farklı iktisadi seçenekleri pratik olarak tartışmaya başlamış ve kendisine ait bir seçeneği “Emek Programı” adı altında kamuoyuna sunmuştur.

KAPİTALİST KRİZ VE YENİDEN YAPILANMA
Emeğin Partisi, krizlerin kapitalist üretim ve değişim koşulları altında kaçınılmaz bir sonuç olduğunu düşünmektedir. Ancak, bu gerçek, şematik bir biçimde dile getirildiğinde, hiçbir şey ifade etmez. Krizin anlaşılabilmesi için kapitalist üretim tarzının işleyişi, krizler karşısında geliştirdiği stratejiler, bu çerçevede gelişmiş kapitalist ülkelerle Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkilerinin seyri ana çizgileri ile ortaya konulmalıdır.
Uluslararası kapitalizm 1950’li yıllardan 1970’lere kadar süren -görece kısa süreli kriz dönemlerini de kapsayan- uzun bir genişleme döneminin ardından 1970’Ii yıllardan bu yana -görece kısa ve lokal canlanma dönemlerini de kapsayan- uzun bir durgunluk ve daralma dönemi yaşamaktadır. Kapitalizmin yaşadığı diğer krizler gibi, yine durgunluk ve daralmayla kendisini gösteren bugünkü kriz de, kapitalizmin tabi olduğu sermaye birikim yasalarının ürünüdür. Kapitalizmin ağırı birikim ve aşırı üretim ve buna bağlı olarak ortalama kâr hadlerinin düşmesi yönündeki nesnel eğilimi, düzenli aralıklarla krizlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır, Yakın dönemde yayınlanan bir çalışma, 1970–1990 yılları arasına G7 ülkelerindeki imalat sanayi kâr hadlerinin 1950–1970 ortalamasının % 40 altında olduğunu ortaya koymaktadır.
Uluslararası kapitalizm bu kriz karşısında, dünya çapında bir yeniden yapılanma programı yürürlüğe koymuştur. Bu amaca yönelik olarak, neoliberalizm adıyla anılan doktrin canlandırılmış ve emeğin kazanılmış haklarına karşı görülmemiş bir saldırı başlatılmıştır. Bu saldırının temel unsurları, genişleme döneminde görece yüksek bir düzeyde olan ücretlerin baskı altına alınması (Örneğin ABD’de ücretlerin yıllık ortalama artış hızı 1950–‘73 yılları arasında %2,6 iken bu oran 1973-‘93 yıllarında %0,5’e düşmüştür), daha önceden devlet tarafından ücretsizi sağlanan eğitim, sağlık gibi hizmetlere bütçeden ayrılan payın azaltılması, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esneklik gibi uygulamalarla işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve tüm bu uygulamaları tamamlayacak bir politika olarak özelleştirmenin yaygınlaştırılmasıdır. Neoliberal anlayış, emeğin haklarına karşı büyük bir saldırı örgütlerken, sermaye kesimine yönelik bütün kısıtlayıcı düzenlemelerin kaldırılmasını ve bütün toplumsal ilişkilerin kapitalist pazarın gereklerine göre yapılandırılmasını egemen doktrin düzeyine yükseltmiştir.
1970’li yılların sonlarından itibaren dünya çapında uygulanan bu politikaların yanı sıra azalan kâr hadleri sorununu çözmeye yönelik olarak birbirini tamamlayan bir dizi strateji izlenmiştir. Birinci strateji, sermayenin artan yoğunlaşma düzeyine bağlı olarak ortaya çıkan ve kriz nedeniyle üretimden kopan devasa miktarda para sermayenin, giderek artan ölçüde azgelişmiş ülkelere kredi-borç olarak aktarılmasıdır. Bu olgu, azgelişmiş ülkelere yönelik olarak bir dış borç patlamasına yol açmıştır. Öte yandan, kredi hacminin artışı, teknolojik gelişmelerin de yardımıyla mali sermayenin uluslararasılaşmasında önemli bir sıçramaya neden olmuştur. Büyük bir hareket kabiliyeti kazanan mali sermayenin ihtiyaç duyduğu mekanizmaların işlemesi ve dış borçların geri ödenmesini garanti altına almak için IMF ve Dünya Bankası devreye sokulmuş, bütün azgelişmiş ülkelerin mali yapıları bu yeni doğrultuda yeniden yapılandırılmış; azgelişmiş ülkelerde, “finansal serbestleştirme” adı verilen önlemlerle, döviz kurları, faiz oranları ve sermaye giriş çıkışları serbest bırakılmıştır. Örneğin, bu amaca yönelik olarak, IMF tarafından, 1980–90 yılları arasında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 60 ülkede, “serbestleşme” önlemleri içeren “istikrar programları” hazırlanmıştır. Böylece, tüm dünya asalak mali sermayenin spekülatif kazançları için yeniden yapılandırılmıştır. Bu gelişme, azgelişmiş ülkeleri, giderek artan bir dış borç yükü altına sokarak, bu ülkeler üzerindeki emperyalist denetimi yoğunlaştırmıştır.
Uluslararası sermayenin kriz karşısında uyguladığı bir diğer strateji ise, sanayinin yer değiştirmesidir. Bu yöntemle, uluslararası tekeller, ucuz işgücü ve ucuz hammadde imkânları nedeniyle yatırımlarının bir kısmını azgelişmiş ülkelere kaydırarak, buralarda yüksek kârlar elde edip bunları kapitalist merkezlere taşımıştır. Bu stratejiyle bağlantılı olarak, IMF ve DB, azgelişmiş ülkelerin “ithal ikamesi” modelinden vazgeçerek “ihracata dayalı sanayileşme” modeline geçmeleri yönünde düzenlemeler getirmiştir. Ancak bu modelde de, uluslararası işbölümünün eşitsiz karakteri değişmediği için, azgelişmiş ülkeler, dış borç bağımlılığından kurtulamamıştır.
Yeniden yapılanmaya yönelik bir başka strateji ise, “dünya ticaretinin serbestleştirilmesi” sloganıyla, azgelişmiş ülkelerin kendi ulusal sanayi ve tarımlarını yabancı mallara karşı koruyan gümrük duvarlarının kaldırılması için GATT ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) anlaşmalarının gündeme getirilmesi olmuştur. Bu anlaşmalar, uluslararası tekellerin azgelişmiş ülkelerin pazarlarını tümüyle ele geçirilmesine yöneliktir. GATT ve DTÖ anlaşmaları azgelişmiş ülkelerin sanayi ve tarımının dışa bağımlı hale gelmesine yol açmıştır.
Sermayenin yüksek kâr haddi arayışının bir başka sonucu ise, tüm dünyada estirilen özelleştirme rüzgârıyla, kârlılık oranı yüksek KİT’lerde (özellikle telekomünikasyon ve enerji alanında) özelleştirmeye gidilmesi ve ulusal ekonomilerin dinamosunu oluşturan bu kuruluşların, uluslararası tekellerin denetimine bırakılmasıdır. Bir başka strateji olarak, emperyalist tekellerin hiçbir engelle bağlı olmadan azgelişmiş ülkelerde yatırım yapmasını sağlamak için MAI ve MIGA anlaşmaları gündeme getirilmiştir.
Sermayenin bu devasa yeniden yapılanma projesinin yaşama geçirilmesi için, tüm dünya çapında, yerine göre askeri cuntalar da dâhil olmak üzere gerici sermaye yönetimlerinin işbaşına getirilmesi sağlanmıştır. Bu süreçte Sovyetler Birliği’nin fiilen ortadan kalkması, bu yeniden yapılanma projesine büyük bir manevra olanağı sağlamış emperyalist kapitalizm, egemenliğini, küreselleşme ideolojisiyle meşrulaştırma olanağı bulmuştur.

YENİ EKONOMİK DÜZEN VE TÜRKİYE
II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından emperyalist kapitalizmle siyasi ve ekonomik işbirliğine giren Türkiye kapitalizminin seyri de bu gelişmelerden bağımsız değildir. Türkiye, kendi özgül koşullarının dayattığı kimi farklılıklarla da olsa, yukarıda tasvir ettiğimiz yeniden yapılanma projesine. IMF ve Dünya Bankası’nın önerileri doğrultusunda oluşturulan 24 Ocak 1980 kararları ile eklemlenmiştir. 12 Eylül Rejimi ile geniş bir uygulama imkânı bulan bu kararların temel unsurları, uluslararası kapitalizmin ve büyük burjuvazinin ortak çıkarlarını yansıtmaktadır. 24 Ocak kararları ve ardından getirilen düzenlemelerle, döviz kuru ve faiz hadleri serbest bırakılmış, döviz tutmak serbest hale getirilmiş, böylece, uluslararası mali sermayenin aradığı koşulların altyapısı hazırlanmıştır. Aynı kararlarla, ithalata uygulanan gümrükler yeniden düzenlenerek yabancı tarım ve sanayi ürünlerinin ülkeye girişine izin verilmiştir. Bu dönemde, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik büyük bir saldırı gerçekleştirilmiş, art arda yapılan zamlar, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, düşük ücret ve taban fiyat dayatması ile işçi, memur ve üretici köylülük yoksullaştırılmıştır. Buna karşılık, sermaye kesimine, ihracat ve yatırım teşvikleri, sübvansiyonlar, vergi muafiyetleri, hayali ihracata göz yumulması, kara paranın fiilen serbest bırakılması gibi araçlarla sınırsız kaynak aktarılmıştır. 1980’li yılların sonlarından itibaren hız kazanan özelleştirme uygulamaları sermayeye kaynak transferi şeklinde işlemiştir. 1989 yılında yapılan bir düzenleme ile yurtdışına sermaye giriş çıkışları serbest bırakılmış ve döviz kuru ile faiz haddi arasındaki makastan yararlanarak kısa vadeli kazanç peşinde koşan uluslararası spekülatörlere kapı açılmıştır. Kısa vadeli sermaye akımlarının kaynak gereksinimi iddiasıyla desteklenmesi, Bağımsız İktisatçıların vurguladığı gibi, “ulusal ekonomiyi tamamen konjonktürel ve dışsal olgulara bağımlı hale getirmiş ve ekonominin kısa çevrimli, mini büyüme-kriz-istikrar sarmalına sokulmasına neden olmuştur”. Aynı dönemde, sermaye kesimine aktarılan büyük miktardaki kaynakların yol açtığı kamu açıklarını karşılamak için başvurulan iç borçlanma politikası, yıllar boyunca, ekonomiyi içinden çıkılmaz bir iç borç yükü altına sokmuş ve sermayeye yönelik kaynak transferinin yeni bir aracı olarak işlev görmüştür. Artan iç borç yükü ve bunun yol açlığı çok yüksek reel faizler ekonomideki bütün dengeleri altüst etmiş, sermaye kesiminin doğasında bulunan rantiyeleşme eğilimini körükleyerek, üretimin savsaklanmasına ve tekelci holdinglerin tatlı kazanç kapısına dönüşmesine yol açmıştır. Bu politikalar 1994 yılında Türkiye ekonomisinde büyük bir krizle sonuçlanmıştır. Krizi çözmek iddiasıyla gündeme getirilen IMF programı, krizi, yüksek zamlar, ücretlerin düşürülmesi ve işten atmalarla emekçilere fatura etmiştir.
Özetle, 1980’le başlayan dönemde, IMF ve Dünya Bankası politikaları, özel sektör öncülüğünde piyasa ekonomisi ve sermaye hareketleri serbestisi sayesinde tüm ekonomik sorunların aşılacağı fikri bir dogma haline getirilmiş, bu doğrultuda, gerek iktisadi gerekse ideolojik-politik planda, koşulsuz sermaye egemenliği tesis edilmeye çalışılmıştır.
Şubat 2001 kri2i her şeyden önce bu modelin iflasının bir belgesi olarak ortaya çıkmıştır. Kriz, IMF’nin ekonominin yıllardır süren istikrarsızlıklarına çözüm bulmak iddiasıyla hazırladığı “istikrar programı” henüz yürürlükteyken patlak vermiştir. Bu “istikrar programı”, ekonominin dışa bağımlı, spekülatif yapısını değiştirecek hiçbir önlem içermediği için kaçınılmaz olarak çökmüş, ekonomi büyük bir kriz içine girmiştir. Görüldüğü gibi kriz, Türkiye’nin bir parçası olduğu uluslararası kapitalizmin krizinin ve krize yanıt olarak geliştirilen yeniden yapılanma programının başka bir ifadeyle, emperyalizme bağımlılığın ve kendisini bu ilişkiler içinde var eden sermaye politikalarının sonucudur. Türkiye üzerinde kriz öncesinde ve sonrasında IMF ve Dünya Bankası’nın müdahaleleri, krizi sermaye lehine çözmek üzere bir Dünya Bankası yetkilisinin görevlendirilmesi bağımlılığın giderek derinleştiğini göstermektedir.

KRİZDEN ÇIKIŞ YOLU
Son kriz, iç borç-dış borç ve kısa vadeli sermaye hareketleri gibi araçlarla ekonomiyi denetim altına alan yerli ve yabancı sermaye açısından denizin tükendiğini ortaya koymuştur. Ekonominin, taşıdığı borç yükünü mevcut yöntemlerle çözemeyeceği görülmüştür. 2000 yılında Türkiye GSMH’sinin %20’si kadar iç borç faizi ödemiş, iç ve dış” borç stoku GSMH’nin yarısına ulaşmıştır. Buna karşılık sermayeden kurumlar vergisi olarak GSMH’nin % 2’si kadar vergi toplanmıştır. Bu gerçeğe rağmen, sermaye sözcüleri ve Amerikalı Ekonomi Bakanı Derviş, krizi çözmek için halktan daha fazla fedakârlık talep etmektedir. Yani sermaye kesimi, beslendiği sömürü düzeninin sürdürülmesi için ısrarlıdır.
Ancak bu tablonun bir de diğer yüzü vardır. Emekçiler, uzun bir sessizlik döneminin ardından gidişata daha bilinçli ve kitlesel bir şekilde müdahale etmeye yönelmiştir. Emek Platformu’nun bir grup bilim insanıyla yaptığı ortak çalışma sonucu ilan ettiği “Emek Programı” krizden çıkış için tutarlı bir program önermektedir. Program, bağımsızlıkçı, halkçı ve planlamacı bir yaklaşımla ülkenin temel sorunlarına alternatif çözümler önermekte, IMF ve Dünya Bankası programları aracılığıyla ülke kaynaklarının uluslararası sermayenin talanına açılmasına ve Türkiye’nin tamamıyla dışa bağımlı hale getirilmesine karşı çıkmaktadır. Emperyalist sömürüyü “karşılıklı bağımlılık” ve “küreselleşmenin gerekleri” gibi ideolojik argümanlarla meşrulaştırmaya çalışan sermaye sözcüleri, bu programı, “ayakları yere basmamakla” “gerçekçi olmamakla” itham etmektedir. Oysa “Emek Programı” oldukça ayrıntılı ve “gerçekçi” öneriler sunmaktadır. Bu önerilerin uygulanması ve geliştirilmesi, Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması için verilecek mücadeleye önemli bir ivme kazandıracaktır.
Emeğin Partisi, bu programın ortaya çıkışı ve yaygınlaştırılması için büyük çaba harcamıştır ve harcamaya devam etmektedir. Bugün, sorun, mevcut krizin kimin lehine çözüleceğinde düğümlenmektedir; emeğin mi yoksa sermayenin mi?
Sermaye kesimi krizden çıkış için emekçilerin daha fazla fedakarlık etmesini istemektedir. Oysa krizin sorumlusu, sermaye kesimidir. Yıllardır, alınan dış borçlar sermaye kesimine aktarılmış, iç borçlanma ve diğer mekanizmalarla bu kesime yönelik sistemli bir kaynak transferi gerçekleştirilmiştir. Öyleyse krizden çıkış için gereken kaynak da bu kesimden sağlanmalıdır. Krizin çözümü için bu yönde atılacak bir adım, krizin emekçi sınıflar lehine çözümü için önemli bir fırsat sağlayacaktır. Bu amaçla, krizin dayattığı kaynak sorununun çözümü için, Emek Programının da ortaya koyduğu gibi, adil bir vergi düzeni, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağma ve talandan kurtarılması, adil bir bölüşüm gibi orta vadeli önlemlerin yanı sıra, şu önlemlerin alınması zorunludur;
1. İçi boşaltılan bankaların yol aştığı zararların karşılanması için, banka hortumcularının mallarına el konulmalıdır. Buradan elde edilecek kaynak tek başına bugün IMF ve Dünya Bankası’ndan talep edilenden daha fazla kaynak sağlayacak durumdadır.
2. Cumhuriyet tarihi boyunca ülkemizin bütün imkânlarını kullanarak sınırsız mülk edinen kişi ve kurumlardan “servet vergisi” alınmalıdır.
3. Türkiye’yi borç ve faiz batağına çeken dış ve iç mali kuruluşlara olan borçların, anapara ve faizleri ertelenmelidir. Bu önlem bugün “Türkiye’nin ihtiyacı var” denilen meblağın çok üstünde bir miktarı serbest hale getirecektir.
4. Lüks ithalatın yasaklanması, silahlanma yarışına son verilmesi, israfın ve kamu mallarının yağmasının önlenmesi gibi ek önemlerle sağlanacak kaynakların hiç de küçümsenemeyeceği ortadadır.
5. Kamu kaynaklarını kendilerine yakın sermaye gruplarına dağıtan, özelleştirme adı altında ülkenin temel sanayi ve hizmet kurumlarının yabancı tekellerin denetimine bırakılması anlamına gelen politikalara son vererek, bu kurumların ekonomiye kazanılması; yeni yatırımlarla işsizliğin önlenmesi, halkın hevesle çalışıp üretmeye yöneleceği bir çalışma düzeninin kurulması, Türkiye’nin yaratıcı ve üretici potansiyelinin yeniden harekete geçirilmesi; çok kazanandan çok az kazanandan az alan bir vergi düzeni, asgari ücretin insanca bir yaşamı sağlayacak düzeye çıkarılarak vergi dışı bırakılması, herkese sendikalı ve sigortalı bir çalışma düzeninin sağlanması, elbette ki, böylesi bir ekonominin temelinde olmazsa olmaz koşullardır.

Mayıs 2001

“Sosyal devlet” nedir, ne değildir?

Devlet konusu bir süredir yeniden güncelleşmiş bulunuyor. Günümüzde devlet konusu, özellikle iki açıdan “tartışılmaktadır”: Birincisi, “küreselleşmeci” takımının “globalleşme olgusu”na işaret ederek, “ulusal devlet”in “tarihe karıştığı” ve bir yönüyle bununla da bağlantılı olarak “devletin küçülmesi” gerektiği üzerine demagojileri. İkincisi ise, bu “küçülme” ve sermayenin bununla da bağlantılı olarak gündeme getirdiği saldırılar karşısında; “sosyalist” parti ve akımların, “sol”cu sosyal demokrat ve reformist sendikacı ve aydınların yenilediği “sosyal devlet” söylemi.
Dünya işçi hareketi içindeki etkisi daha büyük olduğundan, burada, “sosyal devlet” konusu üzerinde durmamız gerekmektedir. Nitekim bugün, başta Avrupa olmak üzere hemen tüm emperyalist ülkelerde, “sosyal devlet tasfiye ediliyor” ya da “sosyal devletten vazgeçilmemeli” söylemiyle, mücadele eden işçi sınıfının ufku, yeniden “sol”dan daraltılıyor. Bu söylemi geliştirenlerin, bugün, sermayenin saldırılarına karşı koyan işçi ve emekçilerin “yanında” görünmeleri, onların, günümüzün genç işçi hareketi içinde yeniden geliştirmek istedikleri bu ideolojik deformasyon ve kafa karışıklığının barındırdığı tehlikenin görülmesini engelleyebilmektedir. (Bazıları açısından “sosyal devlet’i bilinçsizce (hareket noktaları esasta “hakları savunma”yla sınırlı olanlar) savunma söz konusuyken, bazıları açısından (özellikle de bugünkü işçi hareketine “içinden” -işbirlikçi sendikacılar- ve dışından -“sol”cu aydınlar- ideolojik önderlik yapanlar) bu, işçi hareketini hep arkadan hançerlemiş ideolojik bir mihrakın temsilcileri olarak bilinçli savunulmaktadır.) Fakat şurası açık olmalıdır ki, devlet üzerine bu tür oportünist görüşlerle kararlı ve açık mücadele edilmeden, ne işçi ve emekçilerin genel olarak burjuvazinin etkisinden kurtulması ne de işçi sınıfının bağımsız politik tutumunun gelişmesi söz konusu olabilir.

* * *
19. yüzyıldan bu yana, başta Marx ve Engels olmak üzere tüm Marksist-Leninistler, çeşitli burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmi akımlarının, reformist ve revizyonistlerin özellikle burjuva devleti hakkındaki görüşleriyle sürekli mücadele ettiler. Esas olarak işçi sınıfını politik iktidar mücadelesinden uzaklaştırmayı hedefleyen bu görüşler, özellikle emek ve sermaye arasındaki mücadelenin keskinleştiği dönemler yeniden dirilmiştir. Her defasında farklı “olgular”a dayanılarak ileri sürülen bu görüşlerle; bazen devletin baskı aygıtı olarak karakteri, bazen de sosyal ve politik niteliği çarpıtılmıştır. Ancak, hangi adla ve hangi dönemde ortaya çıkmış olursa olsun, bütün bu görüşlerin ortak yanını, burjuva devletinin sınıfsal karakterinin reddi oluşturmuştur. Devlet “sınıflar-üstü” görüldüğü için, ona pek çok özellik atfedilebilmiştir. Böylelikle burjuva “devlet baba” birçok ad kazanmıştır: “halk devleti”, “özgür devlet”, “sosyal devlet”, “refah devleti” vb…
Örneğin Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) bugün hâlâ “işçi sınıfının lideri” olarak göklere çıkardığı Ferdinand Lasalle, işçi sınıfına, Marx’ın tabiriyle “kendine yardım yerine devlet yardımı”nı öğütlemiştir. 1848 devriminin yenilgisinin ardından gelişen uzun gericilik yıllarında işçi derneklerinin kurulmasına öncülük ederek Alman işçi hareketinin yeniden canlanmasında olumlu bir rol oynayan Lasalle’e göre, “devletin asıl doğası”, “insan soyunu özgürlük doğrultusunda eğitmek ve geliştirmek”ti. Bilindiği gibi, Marx ve Engels, Prusya devletinin yardımıyla sosyalizme geçileceğini öğütleyen ve Alman sosyal-demokrat partisinin Gotha ve Erfurt Programlarına da sinen bu devlet anlayışıyla ömür boyu mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Alman işçi sınıfı içinde devletle ilgili burjuva idealist hayallerin fikir babası olan Lasalle; Marx ve Engels’in ölümünün ardından Alman sosyal demokrasisi içinden çıkan tüm oportünistlere de ilham kaynağı olmuştur. Başta Bismarck olmak üzere burjuvazi ve gericilik de, işçi sınıfı saflarında devlet üzerine var olan bu kafa karışıklığından özellikle işçi hareketinin gelişme kaydettiği dönemlerde yararlanmayı bilmiştir. Bismarck döneminin ünlü “sosyalistlere karşı yasa”sı ile sosyal sigorta yasasının aynı yıllara denk düşmesi çarpıcı bir örnektir bu bakımdan.
Bununla birlikte, özellikle “sosyal devlet” söylemini Lasalle’in Prusya devletiyle ilgili görüşlerinin farklı bir ifadesi olarak görmek yanlış olacaktır. Lasalle vb.lerin devlet konusundaki görüş ve yanılgılarına, Marksizm’in henüz tam egemen olmadığı işçi hareketinin gençlik döneminin yetersizlikleri olarak bakılabilirken, “sosyal devlet” teorileri için aynı şey söylenemez. “Sosyal devlet” ve bu söylem üzerinden sonradan geliştirilen tüm teoriler (“örgütlü kapitalizm”, “ekonomik demokrasi”, “işyeri demokrasisi” vb.), sosyalizm için devletten yardım istemekten öteye giden, bizzat kapitalizmin ve onunla birlikte de devletin kendisinin “sosyal bir değişim”e uğradığını savunan görüşlerdir. Başka bir deyişle, devletin politik ve sosyal karakteri konusundaki tartışmaların özü aynı kalmakla birlikte, sorunun kendisi, kapitalizmin tekelci aşamasına varmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır.

TEKELCİ KAPİTALİZMİN TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİNE DÖNÜŞMESİ
Genel kanının aksine, “sosyal devlet” tezi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya atılmamıştır. “Sosyal devlet” eksenli söylemlerin kökeni, Birinci Emperyalist Savaş dönemi ve hemen sonrasına kadar uzanmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken, “sosyal devlet” teorisinin, genel olarak tekelci kapitalizm aşamasının, özel olarak ise, tekelci devlet kapitalizmi döneminin bir teorisi olmasıdır. Bu teorinin tarihsel kökenini, en gelişkin biçimiyle ortaya çıktığı ülkeyi, Almanya’yı, örnek alarak kısaca irdelememizde fayda vardır…
Bilindiği gibi, kapitalizm, 19. / 20. yüzyıl dönemecinde, bağrındaki çelişki ve eğilimlerin gelişimi sonucunda, tekelci kapitalizme dönüşmüştür. Bu nitel değişimin; muhtevası, anlamı ve doğurduğu sonuçlar Lenin tarafından, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde titizlikle irdelenmiştir. Günümüzün gelişmeleri ve sorunları karşısında ayrı bir güncellik kazanan bu değerli eserin tezlerini burada tekrarlamak istemiyoruz. Ancak, konumuz açısından Lenin’in tahlilleri arasından şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor:
Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesi; bir yandan her bir sınıfın, toplumsal üretimdeki konumunca belirlenen tarihsel yazgısını olağanüstü hızlandırarak sınıf çelişkilerini köklü bir şekilde keskinleştirirken, diğer yandan bazı sınıfların konumlarında da esaslı değişikliklere neden olur (örneğin burjuvazinin tekelci ve tekel dışı burjuvazi olarak bölünmesi, işçi sınıfının içinden azami kâr kırıntılarıyla beslenen “aristokratik” bir tabakanın ortaya çıkması ya da esas olarak mühendis, teknisyen, muhasebeci vb. gibi “teknik aydınlar”dan meydana gelen “yeni bir orta sınıfın oluşması gibi…). Öte yandan ama tekelci kapitalizm, aynı şekilde, gerek kapitalist devletin ekonomik ve politik konumunda, gerekse kapitalist sınıfın kendi devletiyle ilişkisinde önemli değişikliklere neden olur: Bir yandan; mali oligarşinin temsilcileriyle devlet temsilcilerinin, “özel tekeller ile devlet tekellerinin iç içe” geçmesi gerçekleşir (kuşkusuz, bu, reformizmin iddiasının aksine, “en büyük tekeller arasındaki emperyalist savaşım(ın) halkaları” olarak “dünyanın paylaşılması amacıyla” gerçekleşir). Diğer yandan; kapitalist sömürünün toplumsal koşullarını tahkim etmede ve mali sermayenin dönemsel ihtiyaçlarını karşılamada devletin fonksiyonlarında bir genişleme yaşanır.
Genel olarak şu söylenebilir: Burjuva devletinin tarihi, aynı zamanda, burjuvazinin kendi aygıtını geliştirme, yenileme, daha rafine örgütleme çabası ve mücadelesinin tarihidir. Burjuva devletinin burjuvazinin devleti olması, bu çaba ve mücadelenin gereksizliğini değil, tersine -devlet aracının özgünlüklerini dikkate aldığımızda- gerekliliğini, zorunluluğunu ortaya koyar. Dolayısıyla, burjuvazi sürekli -sınıflar-arası mücadeledeki güçler dengesi ve kendisinin dönemsel çıkarlarına bağlı olarak- kendi devletini yeniden yapılandırmış, reorganize etmiştir.
Ancak burada vurgulanmak istenen bu “genel olarak” değildir. Hangi devlet olursa olsun, devletin temeli, toplumdur. Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesiyle, burjuva devleti, serbest rekabetçi dönemin “liberal devlet’i olarak kalamaz. Burjuvazinin devleti, mali oligarşinin devleti haline gelir.
Toplumsal koşulların temelli bir dönüşümünün kaynaklık ettiği bu sürecin, tekelci kapitalizm koşullarında varabileceği tek yerin ne olacağını saptayan yine Lenin olmuştur: “Küçük ve orta işletmelerin gerilemesi ve batması daha da hızlanıyor. Sermayenin yoğunlaşması ve uluslararasılaşması dev boyutlara ulaşıyor. Tekelci kapitalizm tekelci devlet kapitalizmine dönüşüyor.” (“1917”, Inter Yay. sf. 115)
Lenin’e göre, “emperyalist savaş, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırıp yoğunlaştır”mıştır. (“Devlet ve İhtilal”, önsöz) Tekelci kapitalizmin bu yeni “durumu”; II. Enternasyonal oportünistleri tarafından, devlet eliyle tekellerin egemenliğinin “sınırlanması” ve devletle birlikte kapitalist düzenin “sosyalizasyonu” olarak lanse edilirken, Lenin şu olgunun altını çizmiştir: Tekelci devlet kapitalizmi, “kapitalizmin devasa gücüyle devletin devasa gücünün birleşmesi”, “kaynaşması”dır.
Sosyal demokrat reformistlerin ve bugünkü “sosyal devlet’çi işbirlikçi takımının görüşlerinin gerçek anlamını kavramak açısından Lenin’in “kaynaşma” ile ilgili bu vurgusu çok önemlidir. Zira tekelci devlet kapitalizmi yalnızca basit bir düzenleme sistemi değildir. Tekelci devlet kapitalizmi; devlet ve tekellerin birbirleriyle ilişkisinin, tekelci kapitalizm temeli üzerinde kurulduğu ve esas özelliğinin Lenin’in bu “kaynaşma” kavramıyla vurgulandığı bir “durum”dur. Dolayısıyla, bu “kaynaşma”, “sosyal devletçi” reformistlerin iddia ettikleri gibi, “devletin sosyalleşmesi ve kapitalizmin de “sosyalizme doğru” evrilmesi değil, tam aksine, tekelci kapitalizmin tüm çelişki ve eğilimlerinin alabildiğince keskinleşmesi demektir. Tekelci kapitalizm koşullarında devlet mülkiyeti, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Zira, burada, üretici güçlerin toplumsal karakteri salt biçimsel olarak “tanınmakta”dır. Bir avuç mali oligarkın egemen olduğu tekelci kapitalizmin temeli üzerinde gerçekleşen ve devlet mülkiyeti biçiminde kendisini dışa vuran bu kaynaşmada, ancak devleti sınıflar-üstü görenler, mali sermayenin gücünde bir sınırlanma ve kapitalist devletin kendisinde bir “sosyalleşme”yi görebilirler.
Kapitalist devletin, üretici güçlerin toplumsal niteliğini biçimsel “tanımasından bir yanılsamanın doğduğu ortadadır. Tekelci kapitalizmde bu “tanınma”nın olanaklı oluşu ve gerçekleşmesi, devletin “sınıflar-üstü” görünümünü pekiştirmektedir. Ve reformist ve oportünistler, bu yanılsamayı, kendi idealist devlet teorileri için bir silah olarak kullanmaktadırlar. Fakat bu durum, “insan üzerindeki ilk ideolojik güç” olan devletin sınıfsal yapısıyla çelişmez. Çelişmez, çünkü “daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılan” devlet, “belli bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur.” (Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yay., sf. 52) Sömürücü sınıfların devleti, “bu bağımsızlığı”nı geliştirdiği ölçüde “sınıflar-üstü” görünümünü pekiştirir; “sınıflar-üstü” görünümü pekiştiği oranda, hizmetinde olduğu sınıf için daha işlevli ve yetenekli olur. “Sosyal devlet” görünümü (ve reformizmin bu safsatası), bu bakımdan, tekellerin egemenliğinin hüküm sürdüğü koşullardaki burjuva devleti açısından sınıfsal kimliğini gizlemek için ideal bir maskedir.

TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ VE “SOSYAL DEVLET”
Belirtildiği gibi, özellikle Almanya’da Birinci Emperyalist Savaşın, “tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırdığı koşullarda, devletin savaş olgusu nedeniyle (toplumun tüm üretici güçlerini seferber etme zorunluluğu, “arka cepheyi” sükûnet İçinde tutma gerekliliği) izlediği politika ve müdahaleler, sosyal demokratlar tarafından “sosyal devlete gidiş”in ilk adımları olarak açıklandı.
Savaş yıllarında devletin ekonomik alandaki fonksiyonlarında bir genişleme yaşandı; kısmi kamulaştırmalar; çalışma zorunluluğunun getirilmesi; işletmelerin yer yer bir işkolunu kapsayacak düzeyde “savaş şirketleri” olarak birleştirilerek devlet komiserlerinin yönetimine bağlanması; AEG tekelinin denetim kurulu başkanı Walther Rathenau gibi tekel temsilcilerinin ekonominin yönetiminden sorumlu devlet görevlerine getirilmesi; savaş ve gıda sanayisinden sorumlu “savaş daireleri”ne metal işçileri sendikası başkanı Alexander Schlicke ya da kooperatif birliği yöneticisi August Müller gibi sosyal demokratların müsteşar olarak atanması vb.; “tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme süreci”nin somut göstergeleriydi.
Öte yandan bu gelişmelerin yanı sıra; özellikle de Kasım 1918 devriminin öngününde kurulan ve SPD ve bazı sendika yöneticilerinin de içinde yer aldığı (Ekim Devrimi’nin etkisini sınırlamak ve yaklaşan Kasım devrimi karşısında, karşı-devrimci reformist Friedrich Ebert’in de belirttiği gibi, “Almanya’nın kaderini devrimin partisine terk etmemek” amacıyla) hükümet tarafından devrim öncesi ve sonrasında bazı politik ve sosyal reformlar gerçekleştirildi. Bu reformlar çerçevesinde; bir yandan parlamentonun yetkilen artırılıyor, diğer yandan ilk defa işsizlik sigortası uygulamasına geçiliyor; Alman sermayesinin, “çapulcu örgütü” olarak aşağılaya geldiği sendikalar ilk defa yasal olarak tanınıyor; sendikacılara, devlet ve sermaye temsilcilerinin de içinde yer aldığı çeşitli kurumlarda işçilerin temsilcisi olarak yer alma hakkı veriliyor; sekiz saatlik işgünü kabul ediliyor; devletin sosyal harcamaları artıyor…
Gerçekte 1917 Ekim Devrimi ve 1918 Kasım devriminin kazanımları olan bu “sosyal ilerlemeler”, işbirlikçi sosyal demokrasi tarafından tersyüz edilerek, tekelci kapitalist düzenin temelli bir “dönüşüm”ü olarak gösterildi. Bu “dönüşüm”; 1917 Kasımı’nda sendikaların “politik-sosyal işçi programı” adıyla açıkladığı ve başka sosyal reformların yanı sıra, “sosyalleştirme”nin bir hazırlığı olarak tekel işletmelerini devletin yönetimi ve denetimine bırakmayı öngören program ile SPD’nin Mayıs 1918’de açıkladığı ve 1891 Erfurt Programı’nın devrimci içeriğini “tamamlayan” ve “devletin demokratikleştirilmesi”ni, “halk iktidarının kurulması”nı ve “demokratik-sosyalist idari devlet’in oluşmasını “sağlayacak” politik reformlar içeren “eylem programı”nda formüle edildi. Dönek Kautsky de Alman proletaryasını devrimden alıkoymak için devreye girdi. İlkin, “savaştan barışa geçişte” iktidarı almanın uygun olmayacağını savunan “Geçiş Ekonomisi”yle ilgili tezlerini (kamulaştırmalar, işletmelerde ortak yönetim, 8 saatlik işgünü vb. talepler) açıkladı. İşçilerdeki ayaklanma eğiliminin güçlenmeye devam etmesi karşısında ise, SPD ile birlikte Bolşeviklere ve Spartakistlere saldırdı; bu saldırının bir parçası olarak Ağustos 1918’de “Proletarya Diktatörlüğü” adil broşürünü yayınladı. Kautsky bu broşürde, burjuva devletiyle ilgili hayalleri ve “üçüncü yol” çizgisini “Marksist açıdan” sözüm ona teorize ediyordu. (Lenin, “Marksist açıdan” yapılan bu saldırının özellikle Almanya devrimi için barındırdığı tehlikeyi görerek, “Proleter Devrim ve Dönek Kautsky” adlı kitabıyla bu saldırıyı geri püskürtür.)
Böylelikle, devrimin öngünündeki Almanya proletaryasına, kapitalizmin ve komünizmin dışında “üçüncü bir yol” gösteriliyordu: Devrim ve proletarya diktatörlüğü olmaksızın, sömürücü sınıflarla işbirliği içinde ve “parlamenter demokrasiye dayanarak”, barışçıl ve tedrici yoldan “sosyalizme geçiş”. “Rus yolu”, “Almanya gibi politik bakımdan gelişmiş ileri sanayi ülkelerinde mümkün değil”di!
Savaşın sona ermesi, “Wilhelm Almanyası”nın yerini nispeten daha ilerici bir anayasayla birlikte “Weimar Cumhuriyeti”nin alması ve SPD’nin doğrudan iktidara gelmesi vb, gelişmeler; Kasım 1918 devriminin kanla bastırılması ve devrimin önderlerinden Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un kontrgerilla yöntemleriyle katledilmesinde önemli bir rol oynayan Alman sosyal demokrasisi tarafından, devlet ve tekelci kapitalizmin “dönüşümü” konusundaki görüşlerin giderek sistematize edilmesinin birer dayanağı olarak kullanıldı.
Nitekim “sosyal cumhuriyet” (Weimar Cumhuriyeti) dönemi ve bunu “devrim dalgasını atlatmış dünya kapitalizminin nispi istikrar döneminin izlemesi, o zamana kadar genel söylem düzeyinde tutturulan “sosyal devlet” ütopyasına yeni “dayanaklar” sağladı. 20’li yıllar, reformizmin teorik bakımdan da “şahlandığı” yıllar oldu. “Sosyal devlet” söylemi, “yeni” teorilerle tamamlandı. II. Enternasyonal partilerinin yayın organlarında kapitalizmi kutsayan “yeni” teoriler birbirini izledi: “Etkisi bakımından yüzyıl öncesinden geri kalmayacak yeni sınaî devrim”den söz ediliyor; “serbest rekabetin yerine yalnızca tröstlerin tekelinin geçmediği”, “bunun yanı sıra, emeğin serbest rekabetinin yerini işçilerin toplu iş sözleşmelerinin aldığı”, “işsizlik sigortasının on yedi büyük ülkede uygulamaya sokulduğu”; bütün bunların “sermayenin yapısını değiştirdiği” vb. “olgular” saptanıyor ve kapitalizmin artık “savaş öncesi kapitalizm olmadığı”, aksine “örgütlü kapitalizm”e ve “ekonomik demokrasiye” geçildiği iddia ediliyordu, “Örgütlü kapitalizm” teorisinin de sahibi olan SPD ideologu Rudolf Hilferding, 1927’de SPD parti kongresinde yaptığı konuşmada daha ileri gidiyor ve tekelci devlet düzenlemelerinin geliştirilmesiyle, “kapitalist serbest rekabet ilkesinin yerini, sosyalist planlı üretim ilkesi”nin alacağını duyuruyordu. Kapitalizmden sosyalizme tedrici geçiş devam ediyordu! 1928’de de dönemin Meclis Başkanı sosyal demokrat Paul Löbe şöyle açıklıyordu: “ister kabul edelim, ister etmeyelim; devlet, kaçınılmaz olarak hem ekonomik devlet (bu tanım kapitalistlere aitti -A.C.) ve hem de sosyal devlet haline geldi.”
Bu teoriler üzerinde daha fazla durmanın bir gereği yok. Nitekim Hilferding’in 1927’deki iddiası, iki yıl sonra, 1929’da patlak veren büyük genel bunalım tarafından yanıtlandı! “Sosyalizme tedrici geçiş”in kutsal dayanağı olarak ileri sürülen “parlamenter demokrasi” tezi ise, Hitler faşizmi olgusuyla birlikte “gökten yere” indirildi…
Dünya kapitalizminin, batı edebiyatına “çılgın 20’li yıllar” diye geçen “yüksek uçuş”undan 1929 bunalımıyla birlikte yere çakılmasının ağır faturası, yine işçi ve emekçi sınıflara çıkartıldı. Hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde tam bir toplumsal çöküş yaşandı. Bu durum ve bu yıllarda sosyalist inşasını tamamlamak üzere olan Sovyetler Birliği’nin peş peşe kaydettiği ekonomik ve sosyal başarılar, işçi ve emekçileri sosyalist düşüncelere daha açık hale getirdi. İngiltere’de bu eğilim yeniden bir İşçi Partisi hükümetinin kurulmasıyla kucaklanmaya çalışılırken, krizin tüm şiddetiyle ortaya çıktığı ABD’de Demokratların adayı Roosevelt’in başkan seçilmesine yol açtı. Milyonlarca işsizin katıldığı “açlık yürüyüşlerinin düzenlendiği, grevlerin hızla arttığı, her şeyini kaybeden çiftçilerin kendiliğinden kitlesel hareketinin patlak verdiği ve aynı zamanda zenci işçi ve emekçileri hedefleyen ırkçı terör eylemlerin yayıldığı koşullarda başkan seçilen Roosevelt, bu toplumsal çöküşü “New Deal” adıyla ünlenen tekelci devlet politikalarıyla aşmaya çalıştı. “New Deal”, özü bakımından “sosyal devlet”çi politikalardan ayrılmamaktaydı. “Sosyal devlet”çi politikaların, ABD toplumu ve ekonomisinin ulusal şekillenmesine uyarlanmış biçimiydi. Bununla birlikte, daha “mütevazı”ydi; “sosyalizm”e ulaşma iddiası yoktu! Özellikle de İngiliz ekonomisti Keynes’in “yatırımların devletleştirilmesi” vb. tezlerinden esinlenmişti. (Başta İngiliz İşçi Partisi olmak üzere, sosyal demokrasi, özellikle 50’li yılların sonu, 60’lı yılların başında, vaat ettikleri “demokratik sosyalizmin gelişi geciktikçe ve Marksist söylemden uzaklaştıkları ölçüde Keynes’i “keşfetmiş”lerdir. Sosyal reformist oportünistlerle kıyaslanacak olursa, Keynes’in tekelci devlet kapitalizminin “açık sözlü” bir ideologu olduğunu belirtmek gerekir.)
II. Enternasyonalci sosyal oportünistlerimize geri dönelim… Mevcut kapitalist sistemi yıkma diye bir hedefi olmayan, aksine elindeki bütün olanaklarıyla devrimi bastırmada karşı-devrime paha biçilmez hizmetler sunan ideolojik bir mihrakın; tekelci devlet kapitalizminin görünüş biçimlerini “sosyal devlet’in veya “sosyalizme barışçıl geçiş”in tezahürü olarak açıklamasında, öte yandan günlük politikada emek ile sermaye arasında işbirliğini savunmasında sağılacak bir şey yoktur kuşkusuz.
Lenin, “Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinin önsözünde, “bu tarihsel ve evrensel olayın ekonomik temelinin neye dayandığını şöyle açıklıyordu: “Bu kökler, kuşkusuz, kapitalizmin en yüksek tarihsel aşamasını, yani emperyalizmi karakterize eden asalaklık ve çürümededir.
“… Kapitalizm, bugün basit bir ‘kupon kırpma’ işlemiyle bütün dünyayı soyup soğana çeviren, özellikle zengin ve güçlü bir avuç (…) devleti ileriye geçirmiş bulunmaktadır,
“Anlaşılıyor ki, sağlanan bu muazzam aşırı karlarla (…) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisinin yüksek tabakasını bozmak olanaklı olabilmektedir. ‘İleri’ ülkelerin kapitalistleri de, dolaylı ya da dolaysız, açık ya da maskeli, bin türlü yola başvurarak, onu bozmaktan geri kalmamaktadır.
“Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, II. Enternasyonal’in başlıca desteği olmuştur; günümüzde de burjuvazinin başlıca toplumsal (askeri değil) desteğidir. Çünkü bunlar, işçi hareketi içinde, burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları (…), reformizmin ve şovenizmin gerçek yaylalarıdır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki iç savaşta, bunlar, kaçınılmaz olarak ve oldukça önemli bir sayıda, burjuvazinin yanında, ‘komüncülere karşı ‘Versailles’cıların yanında yer alırlar.
“Bu olayın ekonomik kökleri kavranmadıkça, siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve önümüzdeki toplumsal devrimin pratik sorunlarının çözümüne doğru bir tek adım bile atılamaz.”
Savaş yıllarında beliren tekelci devlet kapitalizminin savaş sonrası yıllardaki görüngü biçimlerinde değişiklikler yaşanırken, diğer taraftan işçi aristokrasisinin devlet ve sermaye ile ilişkilerinde önemli ilerlemeler cereyan etti. Mali oligarşi, işçi sınıfına verilmek zorunda kalman tavizleri, başka yollardan telafi etmekteydi.
Denilebilir ki, tekelci devlet kapitalizmi süreci, aynı zamanda, burjuvazinin “başlıca toplumsal desteği” olan işçi aristokrasisinin, özellikle de onun üst tabakasının, devlet ve mali sermaye ile ilişkilerinin çok daha derinlesin kökleştiği bir süreç oldu. Bir dizi tekelci kapitalist devletlerde, rüşvetin ve “bozmanın” bir yolu olarak geniş bir işçi bürokrasisi yaratıldı. Kamu bankaları, kamu işletmeleri, devlet daireleri, bakanlıklar ve hükümet kabinelerinde “koltuk” sahibi işçi ve sendika bürokratının sayısı arttı. Yalnızca şahıslar düzeyinde değil; devlet ve mali sermaye, sendika kasaları ve işçi emeklileri sandıklarında biriken işçi aidatları ve primlerini de bu burjuvalaşmış işçi bürokratları aracılığıyla sermayeye dönüştürdü…
İşçi aristokrasisi deyince; yalnızca satılmış birkaç sendika bürokratı, bir avuç işbirlikçi sendika lideri ya da çok yüksek ücret alan bazı vasıflı işçileri anlamamak gerekir. İşçi aristokrasisi, tekelci kapitalist devlet ile mali sermayenin bin bir yoldan kendisine bağladığı örgütlü sosyal bir tabakadır. Sosyal bir tabaka olarak işçi aristokrasisinin varlığı ve kaderi nesnel olarak emperyalist kapitalist düzenin varlığı ve kaderine bağlanmıştır. Sosyal konumunun bu nesnel karakteri nedeniyle, işçi sınıfı içindeki her türlü oportünizmin, işbirlikçiliğin ve kapitalist düzenle ilgili hayallerin kaynağı, taşıyıcısı ve temsilcisi olabilmektedir. Asalak ve çürüyen kapitalizm olarak emperyalizm, böylelikle, gerici ve asalak özelliklerini de işçi sınıfı saflarına taşımaktadır. (Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde ise işçi aristokrasisinin kitle tabanı çok zayıf olmakla birlikte, buralarda bu tabakanın durumu, emperyalist ülkelere göre, piramidin ters hali gibidir. Aşağı indikçe daralan, ama özellikle sendika bürokrasisi nezdinde deneyimli bir kesimi teşkil etmektedir.)
Kısacası; tarihsel bakımdan, bir yandan uluslararası işçi hareketinin emperyalizm tarafından bölündüğü, diğer yandan ilk büyük sosyalist devrimin gerçekleştiği koşullarda ortaya çıkan “sosyal devlet” görüşü (reformizmin “barışçıl yoldan sosyalizme geçiş”, “arı demokrasi” vb. teorileri gibi), tekelci burjuvazinin işçi sınıfı saflarındaki toplumsal dayanağı işçi aristokrasisi ve onun ideolojik temsilcisi reformizmin aracılığıyla proletaryayı devrim ve iktidar mücadelesinden alıkoymak için ortaya atılan bir teoridir, işçi sınıfı saflarında, devletin; sınıfların “üstünde” olduğu, tüm toplumsal sınıfların çıkarlarını temel alarak hareket ettiği ve ekonomiyi “düzenleyerek”, “yöneterek” üretimdeki anarşiyi, krizleri ve işsizliği yok edebileceği doğrultusundaki ideolojik hayalleri özel olarak yayan “sosyal devlet” anlayışı, emperyalist burjuvazinin iktidarının pekişmesine hizmet etmiş, proletaryanın ise, büyük yenilgi ve acılara sürüklenmesinde önemli bir rol oynamıştır.

“SOSYAL DEVLET” VE TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİ
Hitler faşizminin, omurgasını Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu müttefik güçlerce yenilmesi ve faşizme karşı savaşta Sovyet halkının yaptığı sonsuz fedakârlıklar, sosyalizmin otoritesini dünya ölçeğinde artırdı. Bir dizi ülkede halk demokrasileri kurulur ve emperyalist sömürgecilik ağır darbeler almaya başlarken, dünya kapitalizmi genel krizinin yeni bir aşamasına girmişti. Bu koşullarda, dünya gericiliğini kendi önderliğinde birleştiren ve savaştan en güçlü emperyalist mihrak olarak çıkan ABD emperyalizminin bütün stratejisinin özü şuydu: Dünya devriminin peş peşe kazandığı zaferlerin Batı kampına, özellikle de Batı Avrupa’ya sıçramasını önlemek. Devrim dalgası bunun için ilkin batıda kırılmak zorundaydı!
Savaş ve sonrası dönemin askeri, ekonomik ve politik sonuçları, sınıflar arası güç dengesini emperyalizmin ve her türden gericiliğin aleyhine değiştirmiş ve başta Sovyetler Birliği olmak üzere, sosyalizme ve bu toplumsal öğretinin kararlı temsilcileri komünist partilerine büyük bir prestij kazandırmıştı. (Komünist Partilerinin gücü, faşizme karşı savaşta en büyük kayıpları vermelerine karşın, savaş sonrasında muazzam ölçülerde arttı. Örneğin, savaş öncesinde, 1939 yılında, dünya çapında toplam üye sayısı 4 milyon olan 61 komünist partisi vardı (kapitalist ülkelerdeki üye sayısı 1,5 milyondu). Savaş sonrasında, 1947 yılında, komünist parti sayısı 76’ya çıkarken, toplam üyesi sayısı 20 milyona, kapitalist ülkelerdeki üye sayısı ise 4,8 milyona yükselmişti. Avrupa’dan bir örnek vermek gerekirse: Fransız Komünist Partisi’nin üye sayısı 1945 yılında 900 bine ulaşmıştı. 1945 Ekimi’nde düzenlenen kurucu meclis seçimlerinde FKP 5 milyondan fazla (yüzde 26) oy alarak ülkenin en güçlü partisi haline gelmişti.) Savaşın ardından, yalnızca ulusal kurtuluş hareketleri değil, uluslararası işçi hareketi de güçlenmekteydi.
Savaşın sona ermesi, seferberliğin kaldırılması ve savaş sanayisindeki istihdamın gerilemesi; işsizliğin hızla artmasına, reel ücretlerin süratle düşmesine, açlık ve yoksulluğun giderek büyümesine yol açtı. Kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler arasında; bir yandan iş ve ücretlere zam gibi acil ekonomik talepler yükselirken, diğer yandan savaşın sorumlusu tekellerin mülksüzleştirilmesi, demokratik ve sosyal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi doğrultusundaki talepler de süratle yayılmaktaydı. Örneğin ABD’de 1945–1946 yılları arasında ekonomik grevlerin sayısı (4750 ve 4985) görülmedik derecede arttı. Tek başına 1946 yılında 4,6 milyon işçi ve emekçi greve gitmişti. Almanya’da 1946/47 kışı ve özellikle 1947 ilkbaharında kitle hareketinde bir yükseliş yaşandı. İşçi ve emekçiler, çeşitli işkolları ve işletmelerin kamulaştırılmasını ve başta Nazilerin devlet kurumlarından temizlenmesi olmak üzere devlet kurumlarının demokratikleşmesini talep ediyorlardı. Bu taleplerle halk oylamaları yapılıyor, politik grevlere gidiliyordu. 3. Nisan 1947’de 334 000 madencinin katıldığı
24 saatlik genel grevde ekonomik sabotaj olayları protesto edilirken, devlet kurumlarının demokratikleşmesi ve maden ocakları sahiplerinin mülklerine el konulması talep ediliyordu. Benzer örnekler hemen hemen tüm Avrupa ülkeleri için verilebilir…
Savaş sonrası koşullarının anlaşılması açısından bir gelişmeye daha dikkat çekilmelidir. Bilindiği gibi, Birinci Emperyalist Savaş öncesinde uluslararası işçi ve sosyalist hareket ikiye bölünmüştü. İkinci Dünya Savaşı sonrasının yukarda özetlenen koşulları ise, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin bu bölünmüşlüğünü aşmak için de oldukça elverişli koşullar yaratmıştı. Faşizme karşı komünist sınıf kardeşleriyle birlikte omuz omuza direnen sosyal demokrat işçiler arasında bu eğilim oldukça güçlenmişti. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin komünist partileri, geniş işçi kitleleri arasında popülerleşen bu düşünceye destek verdiler; hatta 194547 yılları arasında bu konuda komünist partilerinin somut girişimleri de oldu. Ancak, sosyal demokrat, “sosyalist” partilerin tabanındaki bu eğilim ve düşünce, mali sermaye ve tekelci kapitalist devletle iç içe geçmiş işbirlikçi reformist yönetimler tarafından bin bir yol ve yöntemle engellenmeye çalışıldı. ABD ve İngiliz emperyalizminin örgütlediği “soğuk savaş” stratejisinin işçi hareketi saflarındaki ajanlığını üstlenen bu karşı-devrimci güruh, bunda maalesef başarılı da oldu. Böylelikle, uluslararası işçi hareketi, saflarını ikiye bölen emperyalizm karşısında yakaladığı büyük bir tarihsel olanağı da kaçırmış oldu. (Dünya proletaryası birlikten yanaydı. Bu eğilimin en somut ifadesi, işçi hareketi içindeki devrimci güçlerin inisiyatifi üzerine, 1945 Eylül’ünde Paris’te Dünya Sendikalar Birliği’nin kurulmasıydı. 56 ülkeden 67 milyon işçi ve emekçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Birliği, işçi sınıfının tarihinde ilk defa, çeşitli siyasi akımların -komünist, sosyal reformist, anarşist ve hatta katolik- etkisi altındaki işçi ve emekçi sendikalarını bir örgüt çatısı altında birleştirmişti.)
Dünyanın savaş sonrasında değişen koşulları, Batılı emperyalist güçleri, işçi ve emekçi halkların artan talepleri karşısında gösterilecek kayıtsızlığın bedelinin çok ağır olacağı bir pozisyona itmiş bulunuyordu. Yeni tavizlerin verilmesi kaçınılmaz hale gelmişti.
1940’lı yılların sonuna kadar işçi ve emekçiler, sermayenin genellikle büyük direnişleriyle karşılaşmaksızın (bu tutum 50’li yıllardan itibaren değişir), pek çok yeni kazanımlar elde eder: Bir yandan Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde (Fransa, İtalya, Almanya vb.), pek çok yeni demokratik hak ve özgürlükler içeren yeni anayasalar kabul edilir, bazılarında da toprak reformu gerçekleşir ve boyutları ve pratik uygulaması ülkelere göre değişmekle birlikte yaygın kamulaştırma olayları (İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya vb.) yaşanırken, diğer yandan yeni ekonomik-sosyal hak ve özgürlükler tanınır (ciddi ücret artışlarının yanı sıra, çalışma sürelerin kısaltılması, çalışma koşullarının düzeltilmesi, iş güvenliğinin artırılması; sendikal hakların artırılması; sosyal sigortaların genişletilmesi; -ya da İngiltere’de olduğu gibi, sağlık bakımının parasız olması, sendikal hakları 1927’den beri sınırlayan yasaların kaldırılması, çocuk parası ödenmesi, emeklilik yaşının düşürülmesi-; eğitim ve sağlığa ayrılan ödeneklerin büyütülmesi; vergilerin düşürülmesi; kadın ve erkeklere eşit ücret ödenmesinin yasalaştırılması vb. vb.)
İngiliz İşçi Partisi başta olmak üzere, Avrupa’nın hemen tüm önemli ülkelerinin sosyal demokrat ve “sosyalist” partileri, emperyalist burjuvazinin vermek zorunda kaldığı bütün bu ekonomik ve sosyal tavizleri, bu sefer, “demokratik sosyalizm”e doğru yönelimin göstergeleri olarak lanse ederler. “Sosyalist Enternasyonalin 1951’de Frankfurt’ta gerçekleştirdiği konferansın “Demokratik sosyalizmin hedef ve görevleri” adlı belgesinin önsözünde şunlar ilan edilir: “Denetimden yoksun olan kapitalizm, birçok ülkede gerçekleştirilen ekonomik reformlar sayesinde geriletilmektedir. Bu reformlar sonucunda; devlet, düzenlemek üzere ekonomiye müdahale etmekte ve üretim araçları üzerinde giderek artmakta olan kamu mülkiyeti, özel sermayenin etkinlik alanını daraltmaktadır. Ekonomik planlama zorunluluğu, giderek daha geniş kitleler tarafından kabul edilmektedir. Sosyal güvenlik ve ekonominin demokratikleştirilmesi artan oranda gerçekleştirilmektedir. Bu, onlarca yıl sürmekte olan sosyalist ve sendikal mücadelelerinin bir sonucudur. Çok güçlü sosyalist partilerin var olduğu ülkelerde yeni bir düzen oluşmaktadır.”
Son cümleyle kastedilen ülkelerin başında, seçimleri çok büyük bir farkla kazanan işçi Partisi’nin “iktidar” olduğu İngiltere gelmektedir. Savaş sonrasının İngiltere’sinde gündeme gelen yaygın “kamulaştırmalarla sözüm ona “yeni bir düzen oluşmaktandı! Oysa Bismarck’ın “devlet sosyalizmi” ne kadar “yeni bir düzen”diyse, işte Labour hükümetinin “kamulaştırma”sı da o denli “yeni bir düzen” oluşturmaktandı.
Aslında İngiltere’deki “kamulaştırma” olayı, tekelci kapitalizm koşullarında gerçekleşen “kamulaştırma”ların gerçek karakterinin ne olduğunu anlamak bakımından çarpıcı bir örneği oluşturmaktadır.
(Belirtelim ki, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda gerçekleşen ve doğrudan denetimi ve yönetiminde işçi temsilcilerinin de yer aldığı kamulaştırmalar kapitalizm koşullarında mümkündür ve şartlara bağlı olarak bu doğrultuda taleplerin ileri sürülmesi de kendi başına yanlış değildir. Yeter ki, bunun ister istemez sınırlı bir “kamulaştırma” olacağı, tekelci kapitalizm koşullarında bu türden kamulaştırmalarla üretim araçlarının genel sermaye niteliklerinin ortadan kaldırılamayacağı ve dolayısıyla salt bu yoldan sömürüşüz bir topluma gidilemeyeceği konusunda işçi ve emekçiler aydınlatılıp boş hayallere kapılmaları engellensin.) İşçi Partili Attlee hükümetinin gerçekleştirdiği ve Avrupa’nın tüm sosyal demokrat basınının “mülksüzleştirme” olarak göklere çıkardığı “kamulaştırmalar”, esas olarak maden, elektrik, ulaşım işkolları ile “Bank of England”ı kapsıyordu. Ocak 1948 yılına varıldığında büyük işletmelerin yaklaşık yüzde 20’si “kamulaştırıl”mıştı. “Kamulaştırılan” işletmelerde ise toplam 2 milyon kişi çalışıyordu. Peki, “mülklerinden olan” kapitalistlere ne oldu? “Mülksüzleştirilen” kapitalistlere, tazminat olarak dönemin parasıyla 1,6 milyar pound değerinde sabit faizli devlet tahvilleri dağıtıldı. Bu tahvillerin yıllık faiz bedeli ise, 50 milyon poundu buluyordu. Yani işçi ve emekçiler her yıl tazminat ödemeye devam ediyorlardı! Öte yandan, “kamulaştırılan” işletmelerin yönetimlerine ya da yönetimi için kurulan “müdürlükler”e ya doğrudan mali oligarşinin mensupları ya da menajerleri getirildi. Eski/yeni tekel temsilcilerinin “yönetim anlayışı ve tarzı”na kendini bilmez” sosyalist siyasetçilerce müdahaleler olmaması için de, “kamulaştırılan” tüm işletmelerin idari özerkliği yasalarca güvence altına alındı.
İşçi Partisi ve sosyal demokrasi tarafınca, “yeni bir düzen”in oluşumunun “altyapısı” olarak görülen “kamulaştırma”lar, böyle bir gelişmeye yol açmadı. Olan şuydu: 1. Tekelci kapitalizmin “sosyalizasyon” yoluyla “demokratik sosyalizme” götürüleceği konusunda işçi ve emekçileri aldatmanın “nesnel koşulları” yaratılarak, İngiliz mali oligarşisine soluk alması için politik mevziler kazandırılmıştı; 2. Savaşın da etkisiyle yıpranmış söz konusu işletme ve sektörlerin gerekli modernizasyonu gerçekleştirilerek ve maliyetini de vergiler yoluyla -devlet işletmeleri ya!- işçi ve emekçilerin sırtına yükleyerek, İngiliz mali oligarşisine soluk alması için ekonomik mevziler sağlanmıştı. Bir diğer “ayrıntı” da şuydu ki, “kamulaştırılan” bu işletmelerin yeniden özelleştirilmesini engelleyen hiçbir yasa da çıkartılmamıştı. Ve bilindiği gibi, bu “ayrıntı”yı unutmayan İngiliz mali oligarşisi, 1970’li ve sonraki yıllarda bir kez daha öncülük ederek, bugüne kadar uzanan özelleştirme dalgasını başlatmıştı! Tekelci devlet kapitalizmi koşullarında “oluşacak” “demokratik sosyalizm” hülyasının bütün geçmiş ve geleceği bundan ibarettir! Lenin’in de belirttiği gibi; “… kapitalist toplumdaki devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmemektedir.” (“Emperyalizm”, Sol Yay. sf. 47)
Özetlemek gerekirse; Sosyal demokrasi; ikinci Dünya Savaşı sonrasında, tekelci burjuvazinin öncellikle en ileri kapitalist ülkelerde vermek zorunda kaldığı tavizleri “sosyal devlet’in etkinliğinin dolaysız sonuçları olarak yansıttı. Sosyal demokrasi böylelikle; bir yandan faşizm, savaş ve yoksulluktan yorgun düşmüş; öte yandan barış ve refah özlemiyle tutuşan işçi ve emekçiler arasında gelecekle ilgili yeni hayaller yaratmaktaydı. Sosyal demokrasi, “sosyal devlet’i “demokratik sosyalizm”e gidişin önbelirtisi olarak göstererek, yalnızca toplumsal gerçekleri tersyüz etmiyordu, aynı zamanda, iki dünya savaşını yaşamış Avrupa emekçi halklarının derin barış ve refah özlemini ve bu özlemiyle ilgili sosyalist Sovyetler Birliği gerçekliğinden hareketle kapıldığı iyimserlik duygusunu da istismar etmekteydi. (“Sosyal devlet”, “refah devleti” ve “hukuk devleti”; bu üç devlet tanımının da, faşizm ve savaşı yaşamış Avrupa halklarının en yakıcı özlemlerine tekabül etmesi bir tesadüf değildi kuşkusuz.)
İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminden farklı olarak, “sosyal devlet” teorisi, bu sefer, dünya gericiliği ve karşı-devriminin uluslararası stratejisinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor, iki dünya savaşını, faşizmi ve dünya krizlerini ortaya çıkarmış olan emperyalist kapitalizm, böylelikle, sosyalizm karşısında daha da tartışılır hale gelen varlığının politik temellerini de “yenilemeye” çalışıyordu.
Ne var ki, ABD emperyalizminin önderliğinde birleşmiş dünya gericiliğinin, savaşın ilk yıllarında izlemek zorunda kaldığı taviz politikasını, ne ebediyen sürdürme niyeti vardı, ne de mecali. Savaş sonrasının ilk yıllarının karışıklığı giderildikten ve proletaryanın ilk atakları atlatıldıktan sonra; 40’lı yılların sonu, 50’li yılların başında, tutum değişmeye başlar: Bismarck’a rahmet okutacak bir taktiğin izlenmesi sonucunda, “sosyal devlet”in zirvesi sayılan dönem, aynı zamanda “soğuk savaş”ın tırmandırıldığı döneme tekabül eder.
“Soğuk savaş”; barış ortamında, yani ekonomiyi militaristleştirmeden, terör ve baskıya başvurmadan sosyalizme karşı koyma mecali gösteremeyen emperyalizmin, sosyalizme karşı ördüğü duvardı. “Sosyal devlet” ise, bu karşı-devrimci duvarın iç kısmını süsleyen dekordu.
Tarihsel evrimleri sonucunda mali sermayenin partilerine dönüşen sosyal demokrat partiler, “demokratik sosyalizm” söylemlerini artık bir tarafa bırakmış bulunuyorlar. Bugün sosyal demokrasinin, “sosyal devletin yeniden yapılandırılması” demagojileriyle, temel hak ve özgürlüklere yönelik azgın saldırıları meşrulaştırma politikasını izlediği koşullarda, “demokratik sosyalizm” ve “sosyal devlet” safsatası, sosyal demokrasiden “boşalan” yeri işgal etmekle meşgul olan “sosyalist” parti ve akımların ve onlarla flört eden “sol”cu sosyal demokrat ve sendikacıların elinde yeniden bayraklaşmaktadır…

“SOSYAL DEVLET” VE KARIŞTIRILMAMASI GEREKEN BAZI NOKTALAR
“Sosyal devlet”çi politikalar, Avrupa işçi hareketinin yakın tarihinin de kanıtladığı gibi, işçi sınıfını iktidar mücadelesinden, devrimden alıkoymak için emperyalist burjuvazinin başvurduğu en sinsi politikalardan biridir. “Sosyal devlet” ise, bu adla uygulanan politikaların asıl sınıfsal dayanağı olan işçi aristokrasisinin ideolojik temsilcisi akım ve partilerinin proletaryanın karşısına çıkardığı bir safsata; oportünizmin bir uydurmasıdır.
Sosyal demokrasinin bu konuda yarattığı kafa karışıklığı bugün öylesine büyüktür ki, işçi ve emekçiler arasında “özelleştirmeler” bile “sosyal devletin tasfiyesi” olarak algılanılmaktadır. Bu algılamanın da gerisinde, sosyal demokrat mihrakın onlarca yıl; tekelci devlet kapitalizminin belirtilen nedenlerle gerçekleştirdiği uygulama ve politikaları “sosyal devlet’in tezahürü olarak açıklaması, böylelikle, gerçek bir olguyla teorik bir safsatayı özdeş göstermesi durmaktadır. Bu özdeş gösterme sayesindedir ki, bugün, tekelci devlet; elindeki bütün olanaklarıyla ve en pervasız bir şekilde mali oligarşinin hizmetine koştuğu bir sırada; “devletin küçüldüğü”, “ekonomiden çekildiği”, “ekonominin, politika üzerinde tahakkümünü kurduğu”, “ekonomiye değil, politikaya yeniden öncelik verilmesi gerektiği” vb. türünden “neoliberalizm” karşıtı (!) “sol”cu görüşler ortalıkta dolaşmaktadır.
Oysa gerçekte, “devletin ekonomiden çekilmesi” gibi bir durum veya eğilim söz konusu değildir. Aksine; tekelci devletin yeniden yapılandığı, daha doğrusu devletin, tekelci burjuvazinin kısa ve orta vadeli çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden mevzilendirildiği bir süreci yaşamaktayız. (Özelleştirmeler furyası, günümüzün sosyal reformistlerince “devletin ekonomiden çekilmesi” vb. olarak gösterilmektedir. Oysa devlet mülkiyeti, tekelci devlet düzenlemeleri araçlarından yalnızca birisidir. Tarihten bir örnek vermek gerekirse: Nazi Almanyası, tekelci devlet kapitalizminin en çarpıcı örneklerinden biri olarak bilinir. Bununla birlikte, Hitler faşizmi iktidar geldikten sonra, yoğun bir “yeniden özelleştirmelere” girişmiştir. Bu çerçevede, devletin; büyük bankalara, büyük çelik fabrikalarına, tekstil sanayi, maden kömürü işletmeleri, nehir ve deniz ulaştırma şirketlerine iştirakleri hızla yeniden özelleştirilmiştir. Hatta belediye işletmeleri bile özel sermayeye devredilmiştir. Alman Sermayesinin Sömürü olanaklarını genişleten bütün bu özelleştirmeler, Nazi Almanyası’daki tekelci devlet kapitalizminin tasfiyesi sonucunu (ya da “devletin ekonomiden çekilmesi” sonucunu) doğurmamıştır.) Tekelci devlet kapitalizminin yalnızca görüngü biçimlerinin değişime uğradığı bu süreçte, gelişmenin doğrultusunun, temsil gücü olan organların yerine, giderek, temsil özelliği olmayan devlet organlarının (esasta devlet bürokrasisinin) rol ve yetkilerinin artırılması yönünde seyrettiğini görmekteyiz. Örneğin merkez bankaları “özerklikleri”nin pekiştirilmesi, ekonomik konseylerin kurumlaştırılması vb. gelişmelerle de kendisini dışa vuran bu gelişmenin doğrultusu; merkezileşmiş, ve bürokratik aygıtının rol ve yetkilerini daha da artırmış, “devlet işlerinin kotarılmasını burjuva parlamentoculuğun siyasi konjonktür ve kaprislerinden daha da bağımsızlaştırmış bir devletin biçimlendirilmesi yönündedir.
Açıktır ki, bütün bu belirtilenlerden şöyle bir sonuç çıkartılamaz: Kapitalizm koşullarında devlet mülkiyetinin (yani “kamu işletmeleri”nin) olup olmamasının, işletmelerin özelleştirilmesi ya da özelleştirilmemesinin işçi ve emekçiler açısından hiçbir önemi yoktur! ileri kapitalist ülkeler bir yana, özellikle ülkemiz gibi, emperyalizme bağımlı ülkeler için böyle bir sonucu çıkartmak demek, işçi ve emekçi halka, onun en temel çıkarlarına karşı kayıtsız ve sorumsuz davranmak, dahası emperyalist yağma ve talanı desteklemek demektir. Ülkemizdeki işbirlikçi sendikacı takımı, özelleştirmelere karşı mücadeleyi her ne kadar “sosyal devlet’i savunma platformuna çekmeye çalışsa da, işçi ve emekçiler açısından özelleştirme saldırısına karşı mücadele etmenin gerekliliği ortadadır: Yalnızca ekmeğini, işini, belirli sosyal haklarını savunmak bakımından değil, aynı zamanda ülkemizin bir tür tam sömürgeleşmesi sürecine karşı koymak bakımından da bu mücadele zorunlu ve önemlidir.
Aslında, sorunun bu yönü, yalnızca özelleştirmeye karşı mücadelede karşımıza çıkmıyor. İşçi ve emekçi halkın mücadelesinin gerçek muhtevası ve kapsamıyla, başta işbirlikçi sendika bürokrasisi olmak üzere reformizmin bu mücadeleyi baltalama ve saptırma amacıyla ona koyduğu sınırlar sorunu, belki de en çarpıcı özellikleriyle Emek Programı’nda kendisini göstermektedir.
Nitekim işçi ve emekçilerin mücadelesini baltalamak için “sosyal devlete sahip çık” mitingleri düzenleyen sendika bürokratları ve reformistler, aynı amaçlarla Emek Programı’nı da “sosyal devlet’çi bir platformla sınırlamaya çalışmaktadırlar. Başka ülkelerin sömürü ve yağmasından elde edilen özel kâr ve gelirlere sahip olmayan, başka bir deyişle, “sosyal devletçi” politikalar için nesnel koşulları bile doğru dürüst bulunmayan ve her şey bir yana, tek başına sigortasız işçilerin sayısının milyonlarla ifade edildiği ülkemizde, “sosyal devlet” safsatasının geliştirilmesinin amacı bellidir: işçi ve emekçi hareketini devrimci yolundan saptırmak, gelişmesini baltalamak, politik hedef ve talepleri bakımından sınırlamak, hareket içindeki kitleler arasında kafa karışıklığı ve boş hayaller yaymak…
İşçi sınıfının ileri unsurları açısından bu durum karşısında alınacak tutum, işçi hareketinin aynı zamanda mevcut gelişme aşamasının bir ürünü ve -tüm olumluluk ve olumsuzluklarıyla- bir yansıması olan Emek Programı’na, içerdiği ciddi eksikliklerden ötürü dudak bükmek olamaz kuşkusuz. (Bunu yapan siyasi çevreler vardır; aslında onlar bu tutumlarıyla işçi hareketi karşısındaki “sorumluluk”larının gerçek derecesini ortaya koymaktadırlar!) Programın ortaya çıkmasını belirleyen nesnel nedenleri ve varlığının önemini kavrayan ileri unsurlar açısından belirtilen durum, programın ekonomik ve politik taleplerinin genişletilmesi için mücadelenin çok yönlü yükseltilmesi gerekliliğinden başka bir anlama gelmemektedir. Bunun için de, başta sınıf bilinçli işçiler olmak üzere, namuslu sendikacılar, ilerici emekçiler ve emekten yana aydınlar; işbirlikçi sendika bürokrasisi ve reformizmin “sosyal devlet” söylemleri ve manevraları karşısında uyanık olmak ve geniş kitleleri uyarmak durumundadırlar.
Uluslararası işçi sınıfının zengin deneyimi ve Marksizm’in devlet öğretisi, bu konuda gösterilmesi gereken uyanıklık ve hassasiyet bakımından oldukça aydınlatıcı ve öğreticidir.

Mayıs 2001

Kapitalizmin değişen derisi: Post-modernizm

MODERNİZM VE POST-MODERNİZM
Eğer yakın geçmişimizde siyasal gündeme “post-modern darbe” terimi aracılığıyla yeniden girmeseydi, post-modernizm neredeyse üzerinde tartışmaktan artık usanılmış bir kavram halinde bırakıldığı yerde duracaktı. Bazı romanları, resimleri, şiirleri konuşurken belki kullanılacak, popüler kültür eleştirilerinde yine sıkça anılacak, teorisi hakkında ise yine pek az şey bilinmeye devam edecekti. Ama politikanın karmaşık bağıntıları, kültürel hareketle ilintisinin boyutları, alışılmış politik terminolojinin yerine şuradan buradan derlenmiş mecazlardan, transfer edilmiş kavramlardan oluşan karmaşık bir dilin kullanılması, hiç beklenmedik, kendisine özgü sonuçlar doğuruyor. Bitti denilen pek çok şey yeniden bağlıyor, öldü denilenler yaşayanların kılıklarında yeniden boy gösteriyor.
Post-modernizm de öyle oldu. Gerçekte Türkiye’de, yalnızca ithal mal olmanın uyandırdığı ilgiyle ayakta durduğu bir dönemin ardından, yaşanılan her şeyin aslında ve zaten post-modern olduğu sıradanlaştırmasının boğuntusunda, ne olduğu pek de bilinmeden yandaş ya da taraftar olunan bir moda kavram haline geldi. “Yüksek entelektüeller”, kendi aralarında kalması gereken bir sırrı paylaşır gibi konuştular, onları okuyanlar da kulak misafiri oldukları bu ilginç konuyu, kendi usullerince tutanın elinde kalan parçasıyla yeniden ürettiler. Belki de, tam kavramsal içeriğinin önerdiği şey, kendi basma geldi. En sonunda bir general, 28 Şubat müdahalesini, “post-modern darbe” olarak adlandırdı. Tanımlanamaz, akılla açıklanamaz, aklın dışında kalması daha hayırlı olacak bir durum!
Bu yüzden, dönüp geriye bakmakta yarar var.

POST-MODERNİZMİN DOĞUŞU
Belli bir dönemi adlandırmakta kullanılan terimin ilk kez ne zaman ortaya çıktığı o kadar önemli değildir. Çünkü çoğu zaman, yeniden hayat bulduğu ortam ve zaman, o ilk anlamı aşan yüklemler getirir ve başlangıçta yalnızca teknik bir işlevi olan terim, bu yeni kullanılışında, politik, toplumsal, ideolojik anlamlar taşımaya başlar. Post-modernizm için bu durum özellikle geçerlidir. “Modernizm sonrası-ötesi” anlamına gelen “post-modern” terimi, bazı araştırmacılara göre ilk kez, tarihçi Arnold Toynbee tarafından “A Study of History” adlı eserinde kullanıldı. Toynbee, başka tarihçiler tarafından “modern” dönem olarak adlandırılan dönemin aşağı yukarı on dokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde -1850 ile 1875 arasında- sona erdiğini düşünüyor, o andan itibaren “modernizm sonrası” bir döneme girildiğini ileri sürüyordu. Ancak post-modernizm terimi bugünkü anlamını, Jean-François Lyotard’ın 1979’da yazdığı “Post-modern Durum” adlı kitabıyla kazandı. Toynbee, yaşadığı dönemde, bazı siyasal ve toplumsal değerlerin değişmeye başladığını, eski kavramların yeni ilişkileri açıklamakta yetersiz kaldığını hissediyordu. Ancak yaşananların kapitalizmin yeni bir evresini temsil eden köklerini görmesi, tekelci-emperyalist bir döneme geçildiğini bilimsel olarak saptaması mümkün olmadı; ama kapitalizmin başlangıç özelliklerini karakterize eden “modernizm”in artık geçmişe ait bir özellik olduğunu görebiliyordu.
Ne var ki, modernizm de, kapitalizmin geçirdiği evrelere, değişik dönemlerde kazandığı değişik özelliklere göre biçim değiştiriyor, yeni öğeler kazanıyor ya da yitiriyordu. Bu yüzden, modernizmin bittiğinin ilan edilmesinden çok sonra, başka vesilelerle yeniden doğup, başka biçimde öldüğü de ilan edildi.
Fakat modernizmin öldüğü ve “post-modern çağın başladığı” önermesi, asıl anlamlı açıklamasını, 1970’li yıllarda, mimarideki yeni eğilimlerin tartışılması sırasında kazandı.
ABD Missouri St. Lois’te 15 Temmuz 1972’de Pruitt-İgoe mahallesindeki birkaç binanın dinamitle yıktırılması mimar Charles Jenks tarafından “modern mimarinin ölümü” olarak selamlanmıştı. Söz konusu mahalle, 1952–55 yılları arasında Japon asıllı ABD’li ünlü mimar Minoru Yamasaki tarafından tasarlanıp gerçekleştirilmiş, AIA (American Institute Of Architects) tarafından ödüllendirilmişti. Binalar toplu konutlar olarak tasarlanmış, çoğunlukla yoksul Zenci Amerikalıların barınmasına ayrılmıştı.
Bu tür binaların teorik temeli, “modern mimari”nin en büyük teorisyeni ve ustası sayılan Corbusier tarafından geliştirilmişti. Corbusier, kent planlaması, sosyal konutlar, toplu yaşama alanları hakkındaki görüşleriyle, özellikle II. Emperyalist Savaş sonrası dünyasında etkili olmuş bir isimdi. “Konut, bir barınma makinesidir”, “eğri sokak keçi yoludur, düz caddeler ise, insanlar içindir”, diyordu ve savaş sonrasında tümüyle yıkılmış bir kasabanın (Fransa’da, Saint Die) otuz bin kişilik halkını, beş gökdelene yerleştirmeyi öneren bir plan yapmıştı. Bu plan onaylanmadı; ama ana fikrin bütün dünyaya yayılması için uygun koşullar vardı. Dikdörtgen prizmalar, küpler biçiminde tasarlanan, tamamen işlevsel, süssüz, neşesiz konutların önerilmesi, özellikle savaştan evsiz, kentsiz çıkmış Avrupa için her şeyden önce ekonomikti. Mümkün olduğu kadar dar alanda, alabildiğine yüksek binalar içine daha çok insanın yerleştirilmesi için küçük odalar, dar koridorlar ve küçük bir mutfak-banyodan ibaret “sosyal konut’lar birbiri ardına yapıldı. Bizde de “lojman” ya da “sosyal konut” denilince hâlâ akla ilk gelen modellerin yaratıcıları modern mimarinin kurucuları oldular. Böylece kentlerin önemli bir bölümü, katı işlevsellikten ötesine önem vermeyen, konutu “iş dışında kalan zamanda barınmak için kullanılacak yer”, bir “barınma makinesi” olarak tanımlayan anlayış, gerçekte savaş sonrası Keynesyen ekonomi politikalarıyla da uyumluydu. Çalışan yığınların olağanüstü kötüleşen durumlarına, “sosyal devlet” çerçevesinde çözüm arayan ama kapitalizmin olanaklarını mümkün olduğu kadar kısıtlı kullanarak bunu gerçekleştirmek isteyen devletler, modern mimarinin sosyal konut anlayışını kolayca benimsedi. Kentler, çirkin beton yığınlarıyla dolarken, bu “insan siloları” içindeki yaşam da, yeni sosyal sorunlar üreten merkezler haline geldi. Kilometrelerce merdiven, koridor, birbirlerine açılan dar kapılar, hücre gibi odalar içeren bu yapılarda, on binlerce işçi ailesi, kalabalık çocuk ordularıyla birlikte yaşamaya çalışıyorlardı. Hırsızlık, ırza tecavüz, cinayet, darp, asansörlerin parçalanması, cam çerçeve kırılması olaylarının sonu gelmiyor, kentin diğer bölgelerine oranla bu “sosyal konutlar”da daha fazla “suç” işleniyordu. “Sosyal devlet”, “sosyal adalet” gibi kavramlar, yoksullar arasında ancak böylece kendini gösterebilmişti.
Prof. Dr. Enis Kortan, “Modern ve Post-modern Mimarlığa Eleştirel Bir Bakış” başlıklı yazısında, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Konu ile ikili olarak sosyologların, psikologların ve benzeri uzmanların yerinde yapmış oldukları inceleme ve araştırmalar olayların arkasındaki gerçekleri ortaya koyuyordu. Daha işin başında insan yoğunluğu çok yüksek tutulmuş ve sonuçta insanların çok kalabalık, sıkışık ve burun buruna yaşadıkları rahatsız çevreler elde edilmiştir. Yüksek orandaki Vandalizm, saldırılar, hırsızlıklar ve cinayetlerin oluşmasında bu faktör çok etkili olmaktaydı. Hastalığın tanısı yapıldıktan sonra tedavisini bulmak kolaydı: Pruitt-İgoe mahallesinde yaşayan insanların sayısını azaltmak gerekiyordu. Bu bölgeden belli bir oranda insan başka semtlere nakledilerek yoğunluk düşürüldü ve boşaltılan bazı binalar da dinamitle yıkılarak yerine parklar, bahçeler yapıldı. İnsan kalabalığı azaltılıp normal optimal bir düzeye düşürülmüş, dinlenilen ve spor yapılan ortak yeşil alanlar çoğaltılmış ve sorun büyük ölçüde çözülmüştü.” (Yapı’dan Seçmeler dizisinin 9. Kitabı Mimari Akımlar 2’den alınmıştır.)
Kuşkusuz, bütün zevksizliklerine, özellikle gündelik hayat üzerindeki olumsuz etkisine karşın bu tip binaların başlangıçta teşvik edilmesinin asıl nedeni, kent topraklarının kapitalist tarzda verimli kullanılması idi. Bir yandan rantın gözetilmesi, diğer yandan da savaş sonrasında konutsuz kalmış milyonlarca insanın sorunlarına asgari bir çözüm bulunması girişimi, bu sonucu doğurmuştu. Beton mimarinin sağladığı teknik olanaklarla son derece basitleştirilmiş planlar üzerinde yapılan bu devasa “sosyal konutlar”, çok sınırlı arazi üzerine kurulabiliyor, değerli kent toprakları “sosyal konutlara gereğinden fazla ayrılmamış oluyordu.
Modern mimari, “ideal kent” kavramı ekseninde, mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışını ifade ediyordu.
Adaleti ve eşitliği sağlamak, toplumu düzene sokmak adına modernizm, ancak çirkin çağdaş kentler, beton bloklar çıkarttı ortaya. Modern mimarinin dayandığı ideoloji, insanlar için yaşanabilir kentler yerine, işlevlerine göre belirlenmiş bölgeler inşa etmeye yönelmişti. Kent, topyekûn zihinde kurulabilir, müdahale edilebilir bir nesne olarak düşünülüyordu. Kuşkusuz bu düşünceye, ayaklanmalara, politik kalkışmalara açık bir toplumsal sistem içinde yaşıyor olmanın getirdiği endişeler yön veriyordu. XIX. yüzyılın son çeyreği içinde, özellikle de Paris Komünü’nden sonra, işçi kitlelerini kent merkezi dışında, denetlenebilir ve kolayca yönlendirilebilir bölgelerde toplama düşüncesi burjuva kent anlayışına egemen olmuştu. İşçi ve yoksul mahallelerinin yalıtılmış bölgeler halinde kent dışında inşa edilmesi kent alanlarının kapitalist tarzda kullanılması için daha geniş olanaklar yarattı.
Buna, kentin kendisinin bir sermaye birikim merkezi, sermayenin yeniden üretilmesinin ve yönetilmesinin koşullarının yaratılma merkezi halini alması da eklenince, “piyasa ile tam uyumlu kent” arayışı ortaya çıktı. Modern mimari kapitalizmin bu evresinin ve savaş sonrası toplumsal projelerinin bir unsuru olarak güç buldu.
70’li yıllarda, “sosyal konutlar” büyük metropollerden başlayarak tasfiye edilmeye başlandı. New York, Londra, Paris gibi merkezlerde, sanayi bölgelerinin büyük kentler dışına sürülmeye başlamasının da desteğiyle, eski sosyal konutlar büyük bir sevinçle yıkılmaya başlandı. Neoliberal politikaların egemenliğinde, sosyal konut projelerinden tümüyle vazgeçildi. “0 iğrenç beton yığınları” yıkılırken, içinde yaşayan yüz binlerce insan için yeni bir barınma olanağı geliştirilmesi artık düşünülmüyordu. Kendiliğinden oluşmuş “kenar mahalleler” bu sorunu kendi içinde eritiyordu. Hem kent estetiği, hem de insan hayatı bakımından ele alındığında oldukça sert eleştirileri hak eden bu anlayış “postmodern mimari”nin doğuşunu besledi.
Jameson’a göre, mimarlık, “geç kapitalizmle post-modern deneyim arasındaki en dolaysız ilişkiyi’ açığa çıkardığı için, post-modernizm tartışmalarında bu kadar ön plana çıkıyor.
Post-modernizm, modernliğin gözle görünür açmazlarına karşı bir savaşım ve hesaplaşma olarak adlandırılma başarısını, modernizmin bu özelliklerine dayanarak kazandı. Böylece post-modernizm “eleştirel, olumlu, katkı yapıcı ve sorgulayıcı” niteliklerin sahibi gibi göründü. Buna dayanarak post-modernizmin, moderniteden bir kopuşu temsil ettiği ileri sürebilirdi. O bir başka kültür, bir alternatif, yeni bir dönemdi!
Bir yanda modern mimarinin insana karşı özellikleri ve yarattığı sonuçlar ortadayken, diğer yandan kapitalist kent ve toplum anlayışının değişmesini gerektiren yeni politik-ekonomik koşullar doğmuşken, modern mimarinin kapitalist saflarda barınmasının koşulları da kalmamıştı. Bu yüzden, modernizme ilişkin mimarlık tartışmaları meslek içi tartışma boyutunu aşıyordu. Zaten, post-modernizm de, kendisini bir mekân estetiği, yeni bir görsellik estetiği olarak tanımlıyordu. Buradan hareket ederek Foucault, 19. yüzyılı bir zaman-tarih çağı, 20 yüzyılı ise bir mekân çağı olarak nitelendiriyordu.
Görünüş, aldatıcı olduğu kadar ikna edicidir. Kuşkusuz post-modernist gelişmenin asıl dayanağı da buradaydı. F. Jameson’un, post-modernizmi “geç Kapitalizmin mantığı” olarak adlandırması, bu bakımdan yerindedir. Çünkü yalnızca modernizmle Karşıtlık, modernizm eleştirisi olarak anlaşılması halinde, post-modernizmin gerçek temelleri, hedefi ve içeriği hakkında doğru tanımlar yapma olanağı yoktur.
Özellikle ilişkiyi ya da karşıtlığı, modernizm/post-modernizm ekseninde kuran değerlendirme modelleri, modernizmi tek bir bütün olarak ele alma ve onun kapitalizmin değişik evrelerinde edindiği farklı boyutları ve özellikleri, değişimleri göz ardı etme yanlışına yol açmaktadır. Böylece, örneğin Aydınlanma hareketi faşizme kaynak olarak gösterilebilmektedir.

MODERNİZM NEYDİ?
Kent ve mimari alanlarındaki ihtiyaçlar ve değişmeler, aslında, kapitalizmin deri değiştirmekte oluşunun birer göstergesiydi. Bir noktada değişme varsa, bağlı olarak başka birçok alanda da değişmenin en azından kıpırdamaya başladığını söyleyebiliriz. Modernizmin eleştirisi, yalnızca çarpık kentler, kötü binalar üzerinden yapılmakla kalmadı. Modernizmin kaynakları, yaşayan etkileri, sonuçları büyüteç altına alındı. Emperyalizm, kapitalizmin doğuş ve devrimci gelişme koşullarında yarattığı bu yönelimi, kendi ideolojisi olarak benimsemekte güçlük çekiyordu.
Peki, neydi modernizm?
Modernlik, bir yeni dünya tasarısının unsuru olarak XVIII. yüzyılda Aydınlanma filozofları tarafından formüle edildi. Nesnellik, bilimsel düşünce, evrensel ahlak ve sanatın özerkliğini geliştirme gibi temel hedefler ekseninde gelişti. Bu tasarım, aynı zamanda, sanatı, bilimi, felsefeyi de ancak belirli toplum katlarına seslenen biçimlerinden kurtarmayı amaçlıyordu. Aydınlanma felsefecileri, yine bu bilgi alanlarından gündelik yaşamın zenginleştirilmesinde yararlanmayı, bilginin toplumsal bir işlev üstlenmesini, insanın kurtuluşu davasının bir aracı haline gelmesini istiyorlardı. Örneğin Ansiklopedistlerin, bilgiyi zanaatkârlar için pratik bir kazanım haline getirmeyi amaçlayan çabaları bunun bir örneğiydi. Sanat ve bilimler, sadece doğal güçler üzerindeki denetimi artırmakla kalmamalı, dünyanın ve insan benliğinin anlaşılmasını, ahlaki ilerlemeyi, insanların mutluluğunu da sağlayabilmeliydi.
Aydınlanma, ortaçağ düşüncesine, toprak aristokrasinin siyasal-kültürel egemenliğine karşı, Katolik kilisesinin gerici baskısına karşı, burjuva devrimci gelişmenin bütün birikimini temsil ediyordu. Özgürlük, eşitlik, insan hakları, demokrasi gibi kavramların toplumsal ve siyasal harekette rol oynamaya başlamasında, Aydınlanmacı filozofların, edebiyatçıların çalışmalarının belirleyici katkısı olmuştur.
Dinsel bağnazlığa karşı geliştirilen Aydınlanmanın temelinde yer alan bir başka öğe “doğal din” akımı idi. Her türlü biçimsellikten, gelenekten bağımsız, insanın doğasında yerleşik bulunan bir dinin aranması… Kökleri antik çağda Stoa felsefesinde bulunan bu anlayışa göre, din, tanrının bir açılmasının (yani vahyin) değil, aklın ürünüydü.
Modernizmin temellerinden bir diğeri “hümanizm” akımıydı. Hümanizmle birlikte insan yaratılışın bağımlı üyesi olmaktan kurtuluyor ve “özgür birey” haline geliyordu. Yine aynı dönemde, Kopernik’le birlikte Aristo’nun yer merkezli evren anlayışı yerini güneş merkezli evren anlayışına terk ediyor, “evrensel birlik” görüşü doğuyordu. Descartes evreni fizik ve metafizik diye ikiye ayırıyor, metafizik evreni din ve kiliseye bırakırken, fizik evreni insana, onun kullanımına sunuyordu. Böylece Rönesans dönemi, evren, insan, din, bilim anlayışıyla bir bakıma modernizmin felsefi temellerinin ortaya konulduğu dönem oldu. Nitekim 17. yüzyıl bilimsel devrimine iki önemli görüş egemen oldu. Bu dönemde düşünce hayatı, doğal olayları kutsal kitaplara başvurmadan doğal nedenlerle açıklamaya yöneldi.
Aydınlanma, inançla aklın karşı karşıya geldiği ve aklın inanca karşı üstünlük sağladığı bir etki yarattı. Buna bağlı olarak tarih de “insan aklının ilerlemesinin” tarihi olarak yeniden tasarlanmaya başlandı. Bunun bir diğer siyasal etkisi, ortaçağın dinsel kurumlar haline getirdiği bütün siyasal ve sosyal kurumların din dışına çekilmesi oldu.
Feodal yönetim biçimine karşı, ulusal devletlerin doğuşu da, aynı dönemde başladı ve Aydınlanma içinde bu eğilim yalnızca siyasal bir tercih olarak değil, etik bir değer olarak da yüceltildi.
Öyleyse, moderniteyi karakterize eden başlıca bilimsel, siyasal, kültürel ve teknik özellikleri şöylece özetleyebiliriz: Aydınlanma geleneği, akılcılık, ilerlemeci tarih ve bilim anlayışı, ulus devlet, din dışı siyasal ve toplumsal hayat…
Bu ve benzeri unsurların gelişmesi toplumsal bir dizi değişmeye bağlı olarak açıklanabilir. Kapitalist ekonominin evrensel boyutlarda gelişmesi ve sanayi devrimi sonrası döneme özgü sınıflı toplumsal yapılanma, bu sürecin giderek pekişmesi ve yerleşmesi, merkezi bürokrasinin giderek daha fazla etkin gelişmiş devlet aygıtının ortaya çıkması ve yaygınlaşması, bilimsel-teknik gelişmelerin sonuçlarının ve etkilerinin dünya ölçeğinde artması, genişlemesi… Kuşkusuz, insanlık tarihinin en önemli sıçrama noktalarından birini temsil eden bu gelişmeler, aynı zamanda, yeni bir sınıfın egemenliğinin sonuçlarıydı ve mülk sahipliğine dayanan sınıflı toplumlara özgü egemenlik biçimlerinin bütün kirini, pasını da üstünde taşıyordu. Zamanında, büyük bir ilerleme olarak kabul edilebilecek olan rasyonalite (ussallık) aynı zamanda, tek din, tek dil, tek bayrak sloganlarının da kaynağı olabiliyor ve farklılıklara savaş açılmasının düşünsel dayanağı olabiliyordu. “Akla uygunluk”, gelişen ve dünya egemenliği hedefine yönelen Avrupa kapitalizmi için, bir aklama ve kabul ettirme kıstasıydı. Sömürgecilik, sanayisinin ağır çalışma koşulları, toprak ilhakı, “gerçek ve akıl” arasındaki ilişki bakımından daima onaylanabilir görünüyordu. Hegel’in ünlü, “gerçek olan her şey akla uygundur, akla uygun olan da gerçektir” önermesi, yalnızca akılla açıklanabilir bir dünyaya ait felsefi bir önerme olarak kalmıyor, aynı zamanda dünyada olup biten her şeyin gerçekliği ile akla uygunluğu arasındaki zorunluluğu ileri sürerek, örneğin Prusya monarşisinin onaylanması gibi, siyasal-ekonomik tarihsel koşulların kabulünü de zorunlu gösteriyordu.
Soyut bir felsefi-ideolojik yapı olarak ele alındığında, modernizm, XVIII. yüzyıl Aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir yasa, bağımsız-özgür düşünce ve sanat geliştirme amacı güden çalışmaları olarak tanımlanabilir. Onlar, tarih sahnesine yeni çıkan bir sınıfın sözcüleri olarak, sanatların ve bilimlerin yalnızca doğa güçlerinin denetim altına alınmasına değil; aynı zamanda bütün olarak dünyanın, ben’in, ahlaksal ilerlemenin ve hatta insan mutluluğunun anlaşılmasına da önayak olacağını ummuşlardır. Ancak idealler, bir kez toplumsal gerçeğin, sınıflar mücadelesinin dünyasının sert koşullarının içinden geçmeye başladığında, egemen sınıfın gerçekleri ile çatışmaya, başlangıçta önerilenlerin tersine sonuçlar vermek üzere başka amaçlara hizmet etmeye başlarlar. Tıpkı, kapitalizmin gelişme koşullarında tüm olup bitenlerin Aydınlanmanın umut ve idealleriyle çatışmaya başlamasında olduğu gibi.

POST-MODERNİZM NEDİR?
Post-modernizm, varlık koşullarını kapitalizmin değişen-tekelleşen içeriğinde ve bunun doğrudan doğruya modernliğin başarısızlığı olarak görülmesinde bulmuştur. Post-modernizmin öncelikle dünyadaki olagelen değişimlerin yarattığı yeni ihtiyaçlara bir cevap olarak ortaya çıktığı söylenmektedir. Bu değişimi, Amerika’nın askeri ve iktisadi hâkimiyetinin üst-yapısal ifadesi ya da en azından Avrupa merkezciliğin sonu olarak görenler de var, modernizmin 10. yüzyılın ikinci yarısı ve 1960’lardan sonra yaşadığı krizle tanımlayanlar da var. Buna göre, Avrupa’nın dünyanın geri kalan ülkeleri üzerindeki egemenliğinin sonu ve yerel ya da azınlık kültürlerine söz hakkı veren medyaların ve ortamın gelişmesi post-modernizmin ortaya çıkışındaki iki temel değişimdir.
Harvey’e göre kültürel planda post-modernizmin ortaya çıkışının nedeni, kapitalist süreçte iki ayrı dönemi temsil eden fordist üretimden post-fordist üretime geçiştir. Buna göre post-modern durum, kapitalizmle aynı temelde yükselen modernizmden bir kopuş değildir. Kapitalizmin bu yeni döneminin kültürel mantığı olan post-modernizm, en azından dayandığı ekonomik temel bakımından modernizmle bir süreklilik ilişkisi içindedir. Her ne kadar tüm modern dönem için fordist üretimden bahsetmek mümkün olmasa da, yürüyen bantlarla sembolize edilen fordist üretimin modernizmin bilimsellik ilkelerine göre yapılandığı bilinmektedir. Fordist üretim sisteminin amacı, bilindiği gibi, kitle üretimi ve kitle tüketimidir. Standart biçimlerin üretimine imkân tanıyan bu üretim biçimi, merkezileşmeyi ve büyük miktarda sabit sermaye yatırımını gerektirmektedir. ’30’lu yıllardan 70’lerde yaşanan ekonomik buhrana kadar (post-fordist üretime geçilmeye başlandığı döneme kadar) uygulanan Keynesyen politikalar ve refah devleti anlayışı fordist üretimin devamlılığını sağlamıştır. Fordist üretim dönemi örgütlü emeğin güçlü olduğu bir dönemdir. Zira bu dönem kitlesel üretimin devamı için tam güne yayılan ve vardiyalarla sürdürülen çalışma saatlerini gerektirmektedir. 70’li yıllarda yaşanan iktisadi kriz, ’60’lı yıllardan itibaren zaten düşmekte olan kâr hadlerini ve üretimi tükenme noktasına getirmiştir. Kapitalist sistemim bu krizden çıkış için bulduğu formül esnek üretim olarak da adlandırılan post-fordist üretimdir. Post-fordizm, kitlesel üretim yerine farklılaşmış üretimi getirmiştir. Farklılaştırılmış üretim bir yandan belli bir merkezde toplanma zorunluluğunu ortadan kaldırmış, diğer yandan da tüketici yelpazesini genişletmeye yaramıştır. Üretimin parçalara ayrılıp farklı coğrafyalarda gerçekleştirilebilmesi örgütlü emeğin gücünü kırmıştır. Zira üretimin parçalanarak farklı coğrafyalara taşınabilmesi ucuz yerel işgücünü kullanabilmeyi olanaklı kılmıştır, iktisadi arka plan olarak ortaya konan post-fordizmin kültürel alandaki ifadesi, post-modern durumdur. Post-modernizme yol açan gelişmelerin, “tek ve mutlak bilim anlayışının reddedilmesiyle” başladığını ileri sürenler de vardır,
Post-modernizm, bazı savunucuları tarafından modernliğin açmazlarına karşı bir savaşım ve hesaplaşma olarak gösteriliyor. Dikkat edilirse, burada, modernizmin kendi başına, nesnel maddi koşullardan bağımsız bir olgu olarak ele alındığı, bir başka deyişle, kapitalizmden kesinlikle söz etmemeye özen gösterildiği fark edilecektir. Post-modernizmin modernite karşısındaki konumu, Özetle yeni kapitalizmin (tekelciliğin), eski (rekabetçi, ya da savaş sonrası Keynesyen politikalarla tanımlanan) kapitalizm karşısındaki tutumudur.
“Modern toplumun bunalımı” denilen şey de, aslında Yeni Dünya Düzeni ite çatışma haline gelen bu eski değerlerin bunalımıdır. Modernizm/post-modernizm tartışmasının temeli de burada aranmalıdır. Bu çatışmanın “Avrupa değerleriyle Amerikan değerleri arasındaki çatışma” olarak yorumlanması, gerçeğin bir bölümüne işaret etmektedir.
Bu tartışma, kapitalizm içi bir tartışma olarak sürdüğünden, post-modernizm ister istemez kendisini modernizmle tanımlamakta, onun karşısındaki konumunu, yine modernizmi esas alarak yapmaktadır. Bu yüzden de, post-modernizmin tanımında “kendisi olarak” tanımında güçlük çekilmektedir. Bazıları “neo-modernizm” (yeni modernizm), bazıları “üst modernizm” olarak tanımlamakta, böylece ister istemez, her ikisi arasındaki “nesep birliği”ni kabul etmektedirler. Bazıları ise, genel ilkeleri ve özellikleri bakımından post-modernizmin, “modern sonrası” ve “modern karşıtlığı” olarak tanımlanabileceğini söylemektedir. Bazıları ise, özellikle toplumsal yaşam söz konusu olduğunda, mevcut durumda “öznenin sonu”ndan “öznenin yükselişine, “yeni bireycilik”e, “toplumun çözülüşümden “sivil toplum’un yeniden ortaya çıkışına, “modernliğin sonu”ndan “başka bir modernlik”e ya da “neo-modernizm”e ulaşıldığını ileri sürerek, yeni bir çağa, postmodern çağa geçildiğini söylemektedir.
Post-modernizmin siyasal ve toplumsal bir ihtiyaçtan doğduğunu ileri sürenler ise, genellikle, “XX. yüzyıl boyunca demokratikleşme ve çoğulculuk olgusunun hızla gelişmesini, post-modernizmin kaynağı olarak gösteriyorlar. Bu görüşe göre, XXI. yüzyıla girerken karşıt uçlara da varlık hakkı tanıyan hoşgörü, modernitenin karşıtlıklar üzerine kurulu toplumsal anlayışının yerini almış bulunuyor. Otomatik telefonlar, uydu kanallı televizyonlar, kıtalararası yolculuk süresini kısaltan uçaklar, internet, ülkelerarası yaygın göçler, başka kimliklerin varlığını gösterdi ve kabul edilmelerini kolaylaştırdı. Tüketim toplumu, medya-gösteri toplumu, çokuluslu kapitalizm olarak adlandırılan yeni ekonomik düzen içinde ve yeni toplumsal yaşamla birlikte oluştu. Post-modernizm, “çok ayrımlı alanlar” kavramını bu değişikliklerin içinden çıkartıyor. Farklılıkları bireşime ulaştırma yerine, o çeşitliliklerin hep birden bir arada var olması gereğini ileri sürerek, modernizmden ayrıldığını ileri sürüyor. Yaşadığımız çağın, hoşgörü felsefesi, seçme olanağı, bilginin erişilebilirliği, kamu yaşamının demokratikleştirilmesi gibi olumlu özelliklerinin bulunduğu, post-modernizmin bir başka iddiası.
Kimileri için, post-modernizm, modernlik tasarımının sorgulanışı ve modernliğe duyulan inancın yitirilmiş olmasını ifade ediyor, bir çoğulculuk ruhunun var olduğunu, geleneksel bağnazlıklara karşı kuşkuculuğun arttığını gösteriyor ve nihayet dünyayı evrensel bir bütünlük olarak algılayan ve kesin çözümlerle, sorulara tam yanıtlar bekleyen bakış açısının (meta anlatıların) reddini öngörüyor. Post-modernizm için anlam berraklığından çok anlam zenginliği önemlidir; biri ya da öteki demek yerine, hem biri hem öteki diyebilmenin yolunu bulmak önemlidir: “birkaç düzeyde anlam ve birkaç odak noktasının birleşimini ortaya çıkarmak”… Farklı düşünceleri yan yana koyarak, nasıl uygun gelirse öyle seçme ve derleme yapılmasına (eklektisizm) ve farklı imajların karıştırılmasına izin vermek…
Post-modernizmin modern düşünceye yönelttiği en temel eleştiri, akıl ve rasyonalite kavramlarının belirleyici rolüne ilişkindir. Modern bilim, epistemoloji ve metodolojinin çoğu versiyonu akla ve rasyonaliteye verdiği önemle karakterize olur. Günümüzde ise, özellikle bazı Amerikan sosyoloji okullarının etkisiyle, sadece toplumbilimlerinde değil, doğa bilimlerinde de bu özellik eleştirilmiş, aşındırılmış ve dışlanmıştır.
Akla yönelik postmodern eleştirinin temel önermesine göre, her şeyden önce, modern akıl evrenselliği, birlik ve bütünlüğü, aynı kuralların her yerde geçerli olduğu görüşünü gerektirmektedir. Post-modernizm ise aksine her durumun farklı olduğunu ve özel bir biçimde anlaşılması gerektiğini ileri sürerek buna karşı çıkıyor. Post-modernist teorisyenlere göre, her paradigma, kendine özgü bir mantığa sahiptir ve birbirlerine göre hiyerarşik bir üstünlükleri yoktur. Böyle bir dünyada evrensel akla da yer yoktur, ikinci olarak, akıl aydınlanmanın, modern bilimin ve Batı’nın bir ürünüdür. Modern bilim gibi, akıl da tahakküm edici, baskıcı ve totaliter bir şeydir. Akıl ve rasyonalite, post-modernizmin duyguya, içebakış ve sezgiye, özerkliğe, yaratıcılığa, hayal gücüne ve fanteziye verdiği önemle bağdaşmamaktadır.
Post-modernizmin sanat ve edebiyat hakkındaki görüşleri de, esas olarak yukarıda özetlenen “toplumsal değişim” saptamasına dayanıyor.
Post-modernist sanat, kendi hedefini “eğlenmek isteyen kesimin kültürel gereksinmesine yanıt vermek” olarak tanımlıyor. Onlara göre, bu kesim gittikçe genişliyor, eski sınıfları da içine alıyor. Romanda Proust, Joyce, Mann; şiirde Eliot, Valery bitmiştir. Sanatta tür ayrımı belirsizdir. Postmodernist yapıt okunurken bir kez daha yazılır, açık yapıt söz-bilime dayalıdır; başlıca yöntem olarak derlemeyi kullanır. Tüm karşıtlıklar, yapıtta gerçeğin çeşitlemeleri olarak eşzamanlı biçimde var olur. Anlatım yöntemine değil konuya, içeriğe önem verilir; sanatla izleyici bağlantısı doğrudan kurulur, eleştirmenin aracılığına gerek yoktur. Post-modernizm, sanatta, yeni teknolojik olanakların (buna sanayi ötesi toplumun olanakları da deniliyor) ve yöntemlerin (bilgisayar, fotoğraf) eleştirel kullanımıdır; kültürün yaygınlaştırılmasıdır, başka yapıtlardan kopyalamadır. Post-modernizm, değişik tartışmaların yan yana konmasına, değişik imgelerin (görünüşlerin) karıştırılmasına izin verir, bu eğilimi kışkırtır. Post-modernist kurgucunun iddiası, seçkin beğeni sahibi ile halkı, aynı düzeyde birleştirmektir.
Post-modernist teorisyenler arasında bunca farklı görüşlerin bulunması da, yine post-modernizmin özelliklerinden sayılıyor. Post-modernizme bir bütünlük, birlik kazandırmaya çalışmak, post-modernizmin amaçlarıyla uyuşmaz. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanlış çıkarsamaları, yanılgıları da olumlayan, hatta meşruluk zemini olarak gören bir tavırdır post-modernizm. Post-modernizmin, özne’yi merkezsiz kılarak, çoğul akılcılaştırmanın yolunu açtığı iddia ediliyor; böylece, modernitenin evrensel mahiyeti bozuluyor ve bireyci toplumsal düzenlemelere olanak tanınıyormuş. Yerel olanı meşrulaştırdığı bir başka iddia. Böylece post-modernizmin, modernitenin yarattığı hiyerarşinin ve bütüncül (totaliter) toplumsal düzenlemelerin karşısına, eşitliği ve bireyci düzenlemeleri geçirdiği ileri sürülüyor. Bu yoldan da, modernitenin tek, evrensel ve mutlak kıldığı gerçeklik de post-modernitede çoğul, tikel ve göreli hale dönüşüyor. Bütün bunlar, post-modernizmin “düzen”i reddetmediği ama düzenin soyut ifadelerini, görünüşteki belirtilerini “sorguladığı” anlamına geliyor.
Post-modernizmin bazı özelliklerini şöylece özetleyebiliriz:
Post-modernizm, içerikten çok görüntüyle ilgilidir. Kültürlerin yan yana olması, örneğin, Japon yemekleriyle lahmacunun, arabeskle klasik senfonilerin birlikte olabilmesi, aynı işlevi paylaşabilmesidir. Her şey herhangi bir sentezin konusu olmaksızın, yan yana durabilir. “Her şey gider!” Tarihi olanla şimdiki zaman yan yanadır, zaman, özellikle tarih kavramı geçersizdir. Gerçek ve hayal gücü birbirine karışır. Edebiyatta, kimin ne yazdığı ve ne anlattığı değil, ne şekilde kurgulandığı önemlidir. Gabriel Garcia Marguez’in, Umberto Eco’nun, Salman Rüşdi’nin, Orhan Pamuk’un romanlarında olduğu gibi, “gerçekten daha gerçek, mistikten daha mistik” olaylar dizisi aranır ve üst üste yığılır. Metinler birbiri içine girer. Neden/sonuç ilişkisi sorun olmaktan çıkarılır.
Geleneksel sanat, gerçekliği belirli uzamda, zaman akışı içinde, açıkça, dolaysız olarak geniş izleyici kesimine yansıtıyordu. Modernist sanat ise, azınlığın kültürel ihtiyaçlarına uygun olarak, soyut bir uzamda, karışık zaman akışında gerçekliği yalnızca sezdirmeyi tercih etti. Çok iyi eğitim gören bu azınlık, kendini çoğunluğun temsilcisi, evrenselliğin ekinsel koruyucusu olarak görüyor; gerçeğin karmaşıklığını, belirsizliğini vurguluyordu. Geleneksel sanatta olduğu gibi, modernist sanatta tür (roman, öykü, şiir, resim, fotoğraf) açıkça belirlenmiştir. Yapıt birçok açıdan yorumlanabilir; izleyici, yapıtla kendisi arasında eleştirmenin bulunmasını tamamlayıcı bir unsur olarak görür.
Post-modernist sanatın izleyiciyi yadırgatıcı yönü, popülerleşmesi için bir olanaktır. Bunların abartılı kullanımıyla post-modernist sanat geleneksel gerçeklik anlayışından uzaklaşmakta, gittikçe yapaylaşmaktadır.

NEDEN KAPİTALİZMİN DEĞİŞEN DERİSİ?
Post-modernizm, pek çok eleştirmenin üzerinde birleştiği bir görüşe göre, modernizmin aşılması, ya da inkârı değil, onun bir devamıdır. Modernizme olan eleştirisi, hiçbir zaman modernizmin nesnel-maddi temellerine yönelmemiş, modernizmi doğuran kapitalizm, post-modernizmin eleştirisinin konusu olmamıştır. Aksine, post-modernizm, çağın emperyalist kapitalizminin ortaya çıkardığı görüntülerin bir övgüsü olmuş, bu görüntüler açısından, geçmiş yüzyıllarda kapitalizmin yarattığı düşünce biçimlerini, sanatı, felsefeyi, yaşam tarzını siyasal yapıları eleştirmiştir. Söz konusu olan, kapitalizmin eleştirisi değil, eskimiş kapitalist ideolojilerin ve sanat anlayışlarının yenilenmesi çabasıdır. Bu yüzden, post-modernizm, modernizmin “sonrası” değil, bir bakıma onun kapitalizmin ideolojisi olarak sona ermekte olduğunun ilanıdır.
Kapitalizm koşullarında, hele emperyalist çöküş koşullarında yerine ne konulacağı ise, yanıtlanması olanaksız bir sorudur. Modernist geleneğin, burjuvazinin devrimci çağına ait değerleri bir yana ama özellikle emperyalizm çağını işaret eden bütün yeni oluşumlarıyla birlikte insanlığın zihninden ve günlük yaşamından silinmesi, ancak sosyalizmle olanaklıdır.
Yazımızın bu bölümünde, post-modernizmle emperyalist-kapitalizm arasındaki içsel bağları göstermeye çalışacağız.
Bu özellikle, kapitalizmle ya da “Yeni Dünya Düzeni” ile post-modernizm arasındaki ilişkiyi bir abartı, bir yakıştırma olarak görenler için gerekli.
Başlangıçta post-modernizmi, gelip geçici moda akımlardan biri olarak değerlendiren eleştirmenler çoğunluktaydı. Belli bir sistem önerisi olmayan, bütün gücünü modernizme yönelttiği eleştirilerden alan bir tutumun, kalıcı ve etkili bir sanat, felsefe akımı olabileceğine ihtimal verilmiyordu. Ancak post-modernizm, özellikle mimarinin kendisine kazandırdığı görselliğin etkisine dayanarak, yayılma ve en azından tartışılma olanağını buldu. Sonra da yalnızca sanat ve edebiyatta bir tavır olmanın ötesinde, dönemsel özelliklerle kolayca birleşen bir hayat tarzı, düşünüş biçimi olarak tanımlanabilecek bir etki gücü kazandı; toplumsal koşullardaki değişime paralel olarak, popüler giyim kuşamın, gündelik davranış biçimlerinin, toplumsal hareket ve politika karşısında takınılan tavrın içeriği halini aldı. Farklı konularda süren birçok tartışmayı yan yana koymak, nasıl uygun gelirse öyle seçme ve derleme yapmak, farklı imajları karıştırmak (“serbest kolajlar yapmak”), anlam zenginliğini aramak adına düşünsel berraklığa karşı “birkaç odak noktasının bireşimini aramak”, “ya o, ya da bu” demek yerine “hem o, hem de bu” diyebilmek, soyut tanımlar olmaktan çıkıp, gündelik yaşamı tanımlamaya elverişli formüller değeri kazandı. Reklâm sloganları buna göre düzenlendi, gençlerin “takıldığı” kafelerdeki sohbetlerin içeriği böylece ayırt edilebilir oldu. Amerikan kolası, post-modern “her şey gider” formülünü aynen benimsedi, reklâmlarında kullandı. Giyim kuşam, bir zamanlar “bu ona uyar mı” gibi endişelere göre seçilirken, artık “her şey her şeye gider” serbestliği ile oluşturulmaya başlandı. Televizyonların “tartışma programları”, birbiriyle ilgisiz her şeyin söylenebildiği, “serbest ortamlar” olarak özellikle düzenlendi. Bütün bunlar, “post-modern olsun” diye yapılmadı. İçinde bulunulan yeni kapitalist kültürel ortam, karışıklığı, eklektizmi, “serbest kolaj” olarak onaylamaya hazırdı. Kesinlik, netlik, belli bir açıdan bakmak ve tutarlılık, artık modası geçmiş “modernizme özgü” kalıplardı ve terk edilmeliydi. Sanat ve edebiyatta eleştirmenin rolü, bir “iktidar kurmak” olarak yorumlandı ve karalandı. “Belli bir acıdan bakmak”, bir “duruş sergilemek” neredeyse yasaklandı. Değişkenlik, belirsizlik, “seçme özgürlüğü” olarak adlandırıldı.
Bütün bunların hayat koşullan içinde bir kökü, içinde yaşanılan sistemle bir bağıntısı olduğunu söylemek, bunu araştırmak bile, post-modernizm açısından, “meta-teorilere dayanmak”, “evrensel gerçeklik aramak” olarak damgalanıp eleştirildi.
Gerçekten, post-modernizm öylesine oluşmuş bir “ortam”, kendiliğinden gelişmiş bir “hayat biçimi” olarak görülebilir mi, yoksa dünyanın günümüzdeki koşullarıyla uyumlu bir ideoloji olarak mı görülmeli?

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE POST-MODERNİZM
Post-modernizmi, teknolojideki ve ekonomik yaşamdaki kimi değişimlerle açıklamaya çalışan Harvey, Jameson gibi düşünürler, “indirgemecilikle” suçlandılar. Bu eleştiriye göre, kültürel bir olguyu nesnel-maddi koşullarla açıklamaya çalışmak, yine “büyük, evrensel söylemler” kapsamındaydı ve olgunun özgünlüğünü, bireyselliğini hiçe saymaktı. Oysa, post-modernizmi eleştiren ve Marksist ilkelere sadık kalarak bunu yapmaya çalışan düşünürler, basit bir indirgemecilikten ötede, olgular arasındaki bağıntıyı göstermeye yönelmişlerdi. Örneğin, Harvey, post-fordizmle post-modernizm arasında bir ilişki bulunduğunu düşünüyor ve post-fordizmin yalnızca teknolojik bir değişme olmayıp aynı zamanda toplumsal sınıfların konumlanışını da etkileyen, ideolojik sonuçlar doğuran bir değişme olduğunu söyleyerek, post-modernizmin bu değişime denk düşen bir kültürel-ideolojik durum olduğunu ileri sürüyordu.
Her şeyden önce, bağımsız gelişen iki toplumsal olgu arasında, yalnızca aynı toplumsal ilişkiler içinde, aynı toplumun mekanizmaları tarafından kurulmuş bir “kendiliğinden” bağıntı zaten mevcuttur. Önemli olan, bu iki olgunun, diğer ilişkileri ve olguları da kapsayacak tarzda birbirini etkilemesinin sürekli ve sınanabilir özellikler taşıyıp taşımadığıdır, ikinci olarak, böyle bir ilişkinin determinizm kavramıyla açıklanmasının zorunlu olmadığıdır. Belirlenim, olgular arasındaki bağıntılardan yalnızca birisidir. Eğer gerekliyse, bir belirleme-belirlenme ya da nedensellik ilişkisi kurabilmek için, kuşkusuz birinin önce, diğerinin sonra ortaya çıkmış olması da yetmez. İki olgu arasında bir ilişki saptayabilmek için, görünüşe ve öze ilişkin belli karakteristiklerin bulunabilmesi gerekmektedir. Öyle ki, olguyu açıklayabilmeye elverişli bir soyutlama düzeyinde, kavramsallaştırma belirli özdeşlikler sağlayabilsin.
Post-fordizmle post-modernizm arasındaki ilişkiyi, bu ilkeler açısından ele aldığımızda, Harvey’in işaret ettiği bağıntıların hayali olmadığını görüyoruz. Bu bakımdan, her iki olgunun zamandaş ya da bir öncelik-sonralık sıralaması içinde olması önem taşımıyor. Tarihte kimi ideolojiler, sonradan kendisiyle bütünleşebilecek toplumsal ilişkileri bulmak üzere “sırada beklemişlerdir”. Tersine de söylenebilir; kimi toplumsal gelişmeler, kendilerini anlatsın diye, önceden yaratılmış ideolojileri, kültürel, sanatsal akımları unutuldukları yerden çıkarıp kullanmışlardır. Önemli olan, o ilişkilerin ortaya çıkardığı yeni durumların, o kültürel kalıp içinde teorileştirilip teorileştirilemediğidir. Kapitalizmdeki gelişmeler, emperyalizmin doğuşu, daha sonra “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen ilişkilerin ortaya çıkması ve doğurduğu toplumsal sonuçlar, post-modern ideoloji içinde tanımlanabilir özellikler göstermektedir. Ve bu yüzden, örneğin Jameson’un post-modernizmi kapitalizmin son dönemine ilişkin bir “kültürel mantık” olarak tanımlaması, ABD emperyalizminin Avrupa emperyalizmine karşı sağladığı üstünlükle post-modernizmi bağdaştırması da dikkate değer tezlerdir. Bunu görebilmek için, bazı olgulara değinmekte yarar var.
Kapitalizm, feodal parçalanmışlığı kapitalist pazar lehine ortadan kaldırırken, aynı zamanda farklı ulusal-kavimsel kimlikleri, dinsel cemaatleri, aynı ulus içinde tanımlanabilecek ama ayrı dilsel-kültürel kimlikler yüzünden ayrı duran toplumları da birleştirmeye yöneldi. Bu kuşkusuz aynı zamanda bir asimilasyon eylemiydi ve tek nedeni, “pazar birliğinin sağlanması değildi. Bunun yanı sıra, farklılıkların yok edilmesi, dil, kültür, din birliğinin sağlanması, yöneten-yönetilen ilişkisini yönetenler açısından kolaylaştıran bir faktördü. Ancak, kapitalist egemenliğin kapladığı alan bakımından dünya büyüdükçe, kapitalizmin çıkarları açısından gerekli bir birleştirme ve bütünleştirme eski yöntemlerle, asimilasyonun belli başlı fiziksel etkenler açısından gerçekleştirilmesi de güçleşti. Bunun yanı sıra emperyalist metropollerde, nüfusun önemli bir bölümü, göçmen işçilerden, eski sömürgelerin göç etmiş halklarından oluşmaya başladı. Dinsel, ırksal, ulusal bakımdan farklı topluluklar, başlıca kapitalist ülkelerde önemli bir demografik yoğunluk kazandı. Bunların egemen ulusun kültürüne, ulusal kimliğine katılması, dillerinin, dinlerinin silinmesi olanağı yoklu. Kitlesel olarak imha edilmeleri, ya da geldikleri yere sepetlenmeleri olanağı da yoktu. Bu durumda, “farklılıkların korunması”, “çok renklilik”, “çoğulculuk” gibi kavramlar, demokratik toplumun bir özelliği olarak görülmeye başlandı. Burada önemli olan, çeşitlilik ve çok renkliliğin, hangi araçlarla ve hangi kıstaslarla bir “bütün” içinde tutulabileceği sorusunun gündemden kalkmamış olmasıdır. Bu noktada, “modern küreselleşme” olarak adlandırılan ve kapitalizmin ilk dönemlerindeki “pazar birliğinin sağlanması”, sömürge yönetimlerinin dayanaklarının yaratılması gibi amaçlara yönelik asimilasyon politikalarından farklı bir “küreselleşme politikasının bulunması gerekiyordu. “Ulus ötesi” kavramı, yalnızca emperyalist şirketleri tanımlamakta kullanılmakla kalmadı, aynı zamanda, cinsiyet, etnisite, ırk anlayışlarını da kapsamak üzere genişletildi. Bu adla anılan topluluklara toplumsal hayatta, “egemen ulus” baskısını hissettirmeyecek bir dizi önlemin geliştirilmesi bu kavrama yüklenen anlamla ilgilidir. Örneğin, ABD’de, Afrika kökenli siyah nüfusa (“Zenci”lere), Porto Rikolulara, Latin Amerika kökenlilere karşı ırkçı politikaların terk edilmesi, Fransa’da Cezayirli, Tunuslu, Türkiyeli nüfusa karşı “hoşgörü” kampanyalarının devlet politikası olarak açılması ve sürdürülmesi, Almanya’da benzeri politikaların kültür ve eğitim programlarıyla birleştirilerek yürürlüğe konulması, yeni türden “küreselleşme”nin sonuçları olarak doğdu.
Bununla birlikte, eski sömürgeciliğin, ya da modernizmin siyasal ve ideolojik hedefleri, “post-modern dönem”de ortadan kalkmış değildi. Yöneten-yönetilen ilişkisinin olduğu her yerde, yönetilenleri belli bir eksen etrafında birleştirmek, yönetenlerin tarafında tutmak için mutlaka farklılıkların silindiği bir ortak toparlanma noktası yaratılması zorunludur. Bu göçmen Cezayirlinin kendisini, Cezayir’de katliamlara katılmış bir devletin “doğal rengi”, “özgür bireyi” olarak duyumsamasını sağlayacak yapay bir kültürdür. Örneğin, Zidane gibi bir Cezayir asıllı futbolcunun Fransız milli takımının as futbolcusu olabilmesi gibi… Müslüman bir şarkıcının, kendi ülkesinin-halkının özgün şarkılarını Fransızca, İngilizce söyleyerek metropol yıldızı olması gibi… Paris modasında “Afrika esintilerinin” hâkim kılınması gibi… Bütün bunlar etrafında yaratılan ve büyük ölçüde medyanın kışkırtıp yaygınlaştırdığı atmosfer, o ülkeye “demokratik” görüntüsünü vermekle kalmaz, “çoğulculuk, çok renklilik, hiyerarşi yokluğu” gibi postmodern terimlerin geçerliliğinin de kanıtı sayılır.
Modernist düşünce, benzerlikleri, karşılaştırılabilir nitelikleri, ayrılıkları merkezileştirirken, post-modernizm farklılıkların önemine vurgu yapıyor. Ya da klasik batı düşüncesinin üzerine kurulu olduğu özne-nesne, özgürlük-zorunluluk, kültür-doğa, batı-doğu, kadın-erkek gibi karşıtlıkları, karşıtlık olmaktan çıkarıyor, bunların birbirlerini dışlamadan yan yana varolabileceklerini ileri Sürüyor. Aynı biçimde, “yerel olanın meşrulaştırılması”, “modernitenin yarattığı hiyerarşi”nin kırılması, vb. biçimindeki öneriler de bu kapsamdadır. Bunlar da, post-modernitenin, modernizme göre “demokratik bir üstünlüğü” olarak yorumlanıyor. Küreselleşmenin ekonomik yapıdaki gelişime-değişime (üretimin ülkeler-arasılaşması) bağlı olarak üstyapıdaki (özellikle iletişim-bilişim alanında) uluslararasılaşmayı kapsadığını gören, ama buna karşı post-modernizmin yerel kültürleri savunduğunu söyleyenler de var. Gerçekte, post-modernizm, ABD ve Avrupa rejimlerinin ırkçı politikalarına karşı bir muhalefeti, ya da değişimi önerdiği için bu sonuçlar doğmuş değil. Her iki kıtadaki emperyalist politikaların değişen içeriğine uygun olarak, post-modern argümanların hazır gerekçeler sunmuş olması bu görünüşü veriyor. Çünkü gerçekten, post-modernizm, küreselleşmenin ’90’lı yıllarda kazandığı boyutların öncesinde doğmuştu. Küreselleşmenin post-modernizmin bir sonucu olduğunu düşünenlerin yanılgısı, bu önceliğe dayanıyor. Oysa en azından şematik bir kural olarak, teknik ya da ekonomik herhangi bir olguya özgü ideolojiler, sıralamada onlara öncel olamazlar. Bu şematik düşünüş tarzı kimi zaman, post-modernizmi savunanlarda da görülüyor ve post-modernizmin küreselleşme saldırısından önce doğmuş olması, ondan bağımsızlığının kanıtı olarak ileri sürülebiliyor. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, karşıtlıklar konusundaki görüşlerin de, “Yeni Dünya Düzeni” ile uyuşan, onun propagandasını tamamlayan özellikler taşıdığını görebiliriz.
Hemen belirtilmeli ki, karşıtlıklara karşı alınan tavır, giderek toplumsal sınıflar arasındaki karşıtlıkların yok sayılması noktasına kadar gelmiştir. Yukarıda sayılan türden karşıtlıkların kimi, doğa karşısındaki ideolojik bakışın ürünü olarak eleştirilebilir, kimi tarihsel olarak ortaya çıkmış yine ancak tarihsel gelişmeyle ortadan kalkabilecek karşıtlıklar olarak politik tarzda ele alınabilir. Kimi de salt felsefi karşıtlıklardır ve ancak yine felsefenin konusu olarak tartışılabilir. Ama bunları yok saymak, ya da kullanımdan kalktıklarına söylemek için onların ortaya çıkışma olanak sağlayan nesnel koşulların ortadan kalktığını görebilmek gerekir. Eğer kültür-doğa karşıtlığından söz etmek günümüzde de zorunluysa, bu birinin diğerine üstün tutulmasından, birinin yanında yer tutarak diğerine karşı savaş açılmasından farklı olarak, örneğin kapitalist kültürün doğa karşısındaki yıkıcı etkisi gözetilerek kullanılabilir halde olmasından dolayıdır. Kadın-erkek karşıtlığı da, yine kapitalist-sömürgeci toplum ve siyaset ilişkilerinin birer sonucudur ve bunları “karşıtlık olmaktan çıkardık” demekle ortadan kalkmazlar. Batı-Doğu karşıtlığı ise, daha çok kültürel planda, sömürgeci ideolojinin ürünü olarak, bir üstünlük-altlık tartışmasının konusu olarak ortaya çıkmıştır. Buna benzer karşıtlıklar, nesnel-maddi karşılıkları olmaksızın, politik-ideolojik kategoriler olarak kullanıldıkları ölçüde eleştiriyi hak ederler. Ne var ki, post-modernizm, sayılan karşıtlıklar arasında herhangi bir ayrım gözetmeksizin, karşıtlık kavramının kendisine karşıdır. Özellikle, toplumsal sınıf karşıtlıklarını ifade eden kavramların “karşılıksız” olduğu, gerçekliği göstermediği iddiası, tümüyle “küreselleşme” ideolojisine aittir. Bilindiği gibi, ’90’lı yıllarda, SSCB’nin yıkılması ve “doğu bloğu”nun dağılması, dünyada ideolojik ve ekonomik karşıtlıkların kalmadığının bir kanıtı sayılmıştı. Buna paralel olarak, artık sınıf mücadelesinden söz edilemeyeceği, karşıt ideolojilerden söz etmenin geçmiş yüzyıllara ait bir “dinozorluk” olduğu ilan edilmişti. Bu propaganda, entelektüel düzeyde post-modernizmde desteğini buldu. Elbette, post-modernizm, söz konusu tezleri ileri sürerken, bu gelişmeleri hesaba katmış değildi. Gün gelip SSCB’nin yıkılışının teorisi yapılırken, bundan çıkan sonuçları formüle ederken kendisinden böylesine yararlanılabileceğini kestirmesi olanaksızdı. Post-modernizmin, “Yeni Dünya Düzeni” ortada yokken doğduğunu, dolayısıyla aralarında ilişki kurmanın yanlış olduğunu ileri sürenler, bu çakışmayı, birbirini tamamlamayı açıklamıyorlar. Hatta kimileri, bazı postmodern düşünürlerin muhalif, ilerici, düzen karşıtı konumlarına dayanarak, post-modernizmin Marksistlerce eleştirilmesine anlam veremiyorlar. Özellikle Foucault’nun komünist partiyle ilişkili olduğunu ve tüm post-modernistlerin o dönemki sol eylemlere destek çıktığını, hatta ’80 sonrası Körfez krizi sonrasında Amerika’ya karşı çıkarak Saddam’ın yanında yer aldıklarını söyleyerek, post-modernizm-globalizm ilişkisini olanaksız görüyorlar.
Bütün bunların yanıtı, yukarıda değindiğimiz gibi, her iki olgunun (post-modernizm ve küreselleşme) ayrı gelişme yollarından geçerek birleşmiş olmasındadır. Bu birleşmede, postmodern düşünürlerin, daha geniş bir tanımla “modernizm eleştirmenlerinin” doğrudan bir sorumluluğu yoktur. Saptanması gereken şey, bu konuda emperyalist propaganda merkezlerinin uyanıklığıdır. Post-modernizmde, içine girdikleri yeni stratejide kendileri lehine işleyecek formüller bulmuşlar ve kullanmışlardır. Bundan sonra da, post-modernizmi, küreselleşme eğilimlerinden ayrı düşünmek olanaksızdır. Eğer özelleştirme saldırısı, “devletin küçülmesi, bireyin öne çıkması, bireyselleşme” gibi sloganlarla süslene-biliyorsa, uluslararası sermayenin serbest dolaşımı için gerekli olan “ulus devletin kalkması” fikri, postmodern tezlere dayanarak savunulabiliyorsa, burada artık ilişkisizlikten söz etmenin anlamı yoktur.

* * *
Post-modernizmin temel iddialarından birine göre, bulunduğumuz aydınlanma çağının ürünü olan insan anlayışı ile dünya görüşleri de geçersizleşmiştir. Aydınlanma, tanrının merkezde olduğu ortaçağ kavrayışından, insanın merkezde olduğu dünyevi (hümanist) bir düşünce biçimine geçişti. Post-modernizm ise, günümüz dünyasında artık tanrının da, insanın da merkezde olmadığı, merkezsiz (ya da çok-merkezli) bir düşünce sistemi önermektedir, ilk bakışta bunun düşünce ve toplumsal hayat için öz-gürleştirici bir bakış açısı olduğu sanılabilir. Ancak, hemen ardından post-modernizmin bir başka temel teziyle bu önermenin tamamlandığı görülmektedir. Merkezsiz (ya da çok-merkezli) bu düşünce içinde insan, bütünsel, tutarlı bir “akıl”, tarihi inşa eden bilinçli bir özne değil, sürekli bir oluş halindeki, etkileyen, etkilenen, bütünlükten, tutarlılıktan yoksun, çeşitli “özne konumlarından oluşan, çelişkilere düşen bir kimlik olarak tanımlanmaktadır. Post-modernizmin böylesine etkisiz, nereye çekilirse orada kalan insan tanımı, hiç kuşkusuz özellikle “tarih yapan özne” etkinliğinden uzak olarak anlaşıldığı noktada, günümüz emperyalist ideolojisi ile birebir çakışmaktadır. Önemli olan şirkettir, önemli olan planlar ve programlardır ve insan sadece soyut bir kavramdır! Oysa açıkça, bütün bu planları, programları yapanlar, ideolojileri üretenler, üstelik hiç durmaksızın kendilerine özgü bir tarihi yapanlar da insanlardır. Ama belli bir sınıftan, kendilerinden başka kimseden söz edilmesine, insandan sayılmasına tahammül edemeyen bir sınıftan insanlardır. Etkinlik, bilinç, tarih yapan özne olma onuru onlara aittir! Milyonlarca işçi ve emekçi, yoksullar, sömürülen ülkelerin halkları, “tutarlılıktan yoksun, çeşitli ‘özne konumları’ içinde konuşan, çelişkilere düşen bir kimlikten” ibarettir! Bu önerme açısından, artık işçi sınıfının ilericiliğinden, kapitalizmin mezar kazıcısı olma rolünden söz etmeye olanak yoktur. Halkların emperyalizme karşı “kendileri için” kurtuluş mücadelesi vermesi de düşünülemez. Çünkü bunlar zaten “modernitenin uydurmalarıydı”, hiçbir gerçeğe dayanmadıkları anlaşıldı ve artık terk edilmeleri gereklidir!
Bu sözlerin, “ilerici, muhalif, emperyalizme karşı” bir kafadan çıkmış olması düşünülebilir mi?

*  *   *
Birçok eleştirmen, post-modernizmin etki alanını böylesine genişletmesinde, kapitalist dünyanın süreğen bir kriz ortamına girmesiyle ve emeğin ekonomik ve siyasal örgütlenmesinin dünya çapında ağır yaralar almasıyla orantılı olduğu görüşünde birleşiyor. 1973’ten bu yana yaşanan sert ve hızlı değişimlerin yarattığı “belirsizlik” duygusunun, “ilerleme ve gelişme” inancını sarsmış olması da, başka bir etken olarak, bu sürece ekleniyor. Post-modernizm, bunların yaratıcısı değil elbette. O, yalnızca bu olguyu bir malzeme olarak kullanıyor ve bunun işlenmiş, yerleşmiş bir toplumsal yanılgı halini almasını isteyen emperyalizm tarafından destekleniyor.
Diğer yandan, “popüler meta üretimi” ile alabildiğine genişleyen kapitalist pazarın da, bu düşüncelerden yararlandığını görebiliyoruz. Post-modernizm, “kültürel çeşitlilik, kültür ürünleri arasında hiyerarşi yokluğu” gibi tezlerle, yine yukarıda andığımız türden bir demokratik görüntü sergiliyor. Buna, “estetik popülizm” kavramıyla temel sağlanıyor, “Yüksek kültür”le, “ticari kültür”, ya da “kitle kültürü” arasında varsayılan modernist ayrıma karşı, post-modernizmin öne sürdüğü, “demokratik” çözüm, tam anlamıyla piyasa işi yoğun meta üretimini destekleyen bir çözümdür. Robert Venturi adlı mimarın yazdığı “Las Vegas’tan Ders Almak” adlı kitap, bu görüşün temel manifestosu sayılıyor. “Estetik popülizm”, görünüşte seçkin sanat, “yüksek kültür” gibi kavramlara karşı bir tavır alış gibidir. Oysa eğitimden yoksun geniş kitlelerin beğeni düzeyini temel alan ve kolayca üretilip hızla tüketilebilen nesneler üretmenin savunusunu içeren bu görüş, tam anlamıyla bir “kültür endüstrisi”nin sonucudur. Televizyon dizileri, eğlencelik filmler, korku-aşk-cinayet-bilim kurgu üzerine kurulmuş fantezi romanlar, taklit edilerek ucuzlatılmış takılar, yalnızca süs olabilme ölçütüyle değerlendirilen resimler, “popüler müzik”, bizde arabesk, Las Vegas’tan öğrenilenlerin içini dolduruyor. Bütün bunlar, hızla paraya çevrilebilen, her pazarda kolayca alıcı bulan, en çok bir mevsim boyunca kullanılıp hemen eskitilen ve yenisi aranan ürünler. Sermayenin hızla dönmesini, geniş bir pazarda yeniden üretilmesini sağlıyor. Ve diğer örneklerde olduğu gibi, bu hiçbir işe yaramayan incik-boncuk “post-modern demokrasinin” özüne işaret ediyor.
Televole programları, paparazziler, pop müzik, bu “kitle estetiğinin” en tipik örnekleridir. Bazı yazarlar, bütün bunları post-modernizmin değil, yozlaşan modernizmin sonuçlan olarak değerlendiriyorlar. Bu sözde önemli bir gerçek payı vardır. Dayanakları aynı sermaye sistemi olduğuna göre, pekâlâ post-modernizmi de modernizmin yozlaşmış hali olarak tanımlayabiliriz. Buna ilişkin bir örneği, ülkemizden, mimarideki kimi eğilimlerden verebiliriz. Deniyor ki, “geçmişle bağların koparılmaması, sürdürülmesi post-modernizmin ağırlıklı özelliğidir.”
Bunun ne anlama geldiğini, büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’da, İstiklal Caddesi’ndeki eski binalara bakarak anlayabiliriz. Eski Levanten bir apartmanı alırsınız. Ön cephesini restore eder, içini tümüyle boşaltırsınız. Buraya kullanım amacına uygun olarak, pahalı malzemeyle donatılmış alabildiğine “modern” bir bina oturtursunuz. Eğer sizin yeni binanız, bu eski apartmanın cephesine sığmamışsa, üstünü cam ve çelik konstrüksiyonla tamamlarsınız. Eski binanın yüzü, her nasılsa orada kalmış bir tarihi kalıntı gibi durur. Hem tarihsel dokuyu “korumuş” olursunuz, solcular ve yeşilciler beğenirler, hem de siz istediğiniz gibi, rantı bol bir yerden, ucuza mal kapatmış olursunuz. Post-modernizmin, “geçmişle bağları sürdürmesi”, kapitalist pazar pratiğinde rant avcılığı olarak gerçekleşmektedir. Bunu, salt düşünsel planda modernizmin bir eleştirisi olarak görmek ve olumlamak olanağı yoktur.
Post-modernizmi belki de en iyi şu sözler tanımlıyor: “sömürgecilik, batılı olmayan kültürlerin fiziksel işgali demekti. Modernizm ise, kendisini bir tür hakikat odağı gibi tanımlayarak, batılı olmayan kültürlerin belleklerini işgal etmek demekti. Post-modernizm ise, kendisini bir tür hakikat odağı gibi tanımlayarak, batılı olmayan kültürlerin kimliklerini ve tarihini kendine mal etmek, onların geleceklerini sömürmek ve varoluşlarını işgal etmek demektir.”

Mayıs 2001

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑