Toplu sözleşmelerden grevlere doğru

İşçi sınıfı mücadelesi, oldukça hareketli geçeceğinin işaretlerini veren bir döneme giriyor. Hükümet, on binlerce işçiyi doğrudan ilgilendiren toplusözleşme görüşmelerinde, IMF emirleri doğrultusunda davranmayı ilke edinmiş durumda. Bu dayatma sonucunda ilk grevler gündeme geldi. Brisa, Türk Pirelli, Goodyear lastik fabrikalarında 2000 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması ile başlayan grev, hükümet tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle engellenirken, Sasa’da 1850 işçi greve çıktı. Yine Mersin Soda fabrikasında 580 işçiyi ilgilendiren toplusözleşme görüşmeleri grev kararı alınmasına karşın son anda anlaşma imzalandı.
Belediye işkolunda Belediye-İş Sendikasında örgütlü 90 bin, Genel-İş sendikasında örgütlü 25 bin işçi ile ilgili belediyeler arasında toplusözleşme görüşmeleri sürerken, bazılarında -Antep gibi- grevler başladı; diğerlerinde de, adım adım anlaşmazlığa gidiliyor.
Ayrıca gıda işkolunda Marsa, Danone-Sa’da toplusözleşme görüşmeleri sürüyor.
Öte yandan, sanayinin can damarı metal işkolunda da Türk Metal Sendikası’nda örgütlü 100 binin üstünde, Birleşik Metal Sendikasında örgütlü 25 bin civarında işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmeleri devreye girmiş durumda. Önümüzdeki günlerde buralardaki toplusözleşme görüşmeleri daha sıcak hale gelecek.
Ve bunların ardından kamu sektörü alanında 500 bin işçiyi kapsayan toplusözleşme dönemine girilecek. Bunun için start Eylül ayında verilirken 2001 yılı başlarında bu alan yeni bir hareketliliğe sahne olacak.

IMF KARARLARI DAYATILIYOR
Sermayenin dünya çapında başlattığı esnek çalışma, sosyal hakların kısıtlanması, üretim sürecinin yoğunlaştırılması, emek üretkenliğinin arttırılması, buna karşın işçilerin daha ucuza çalıştırılması hedefleri ile birlikte, emekçi düşmanlığına soyunan ve IMF’nin yeminli müşaviri durumuna gelmiş hükümetin, IMF ile imzaladığı stand-by anlaşması doğrultusunda işçilere ve emekçilere dayattığı % 25’lik ücret artışı toplusözleşme görüşmelerini daha baştan çıkmaza sokuyor.
Oysa her fırsatta serbest piyasa ekonomisinden dem vuran, sermayenin daha fazla kâr için mallara keyfince, kimseye sormadan zam yapmasına ses çıkarmayan, patronların istediği malı istediği fiyata satmasını serbest piyasa koşullarının gereği sayan siyasal iktidar, konu işçi sınıfının en temel hakkı olan toplusözleşme pazarlığı olunca, o çok sevdiği serbest piyasa ekonomisi sözlerini rafa kaldırıp müdahalede bulunuyor. İşçilerin, emekçilerin pazarlık hakkı fütursuzca çiğneniyor. Böylece serbest piyasa ekonomisi denilen şeyin, sermayeye azgınca sömürü serbestliği olduğu, siyasi iktidara da bu sömürü koşullarını güvenceye almak görevi düştüğü bir kez daha ama çok daha açık ve çarpıcı biçimde ortaya seriliyor.
Ancak eğer sendikalar, sendika olmanın en temel şartlarından olan pazarlık yapma hakkını kullanamaz, ücret ve çalışma koşullan ile ilgili talepte bulunamazlarsa, ücret ve çalışma koşullan sermaye ve hükümet tarafından belirlenecekse sendikaların, işçi sınıfı açısından ne anlamı kalacaktır? Ya da, toplusözleşme görüşmelerinin, buna bağlı olarak işçilerin taleplerinin sının, ne kadar ücret zammı isteyip isteyemeyecekleri, daha görüşme masasına oturmadan IMF, sermaye ve hükümet tarafından çizilmişse, hangi ve nasıl bir toplusözleşmeden bahsedebilecek, bu nasıl bir pazarlık olacaktır?
Bu yüzden, bu toplusözleşmelerin, ücretlerin, çalışma koşullarının belirlenmesinden öte, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşların ve sermayenin kararlarının hayata geçirilip geçirilemeyeceğine ilişkin bir anlam taşıdığı görülmektedir.
Çünkü bu toplusözleşmelerin sermaye tarafı açısından çerçevesi, herhangi bir işletmedeki o işletmenin patronu tarafından değil, bundan önceki hükümetle IMF arasında 1 Temmuz 1998’de ve son olarak 18 Nisan seçimlerinden sonra hükümeti oluşturan DSP, MHP, ANAP hükümeti tarafından IMF ile imzalanan anlaşmalar gereği belirlenmiştir.
“Şok kararlar” olarak adlandırılan ve “istikrar” programı adı altında yürürlüğe konan bu anlaşmalarla IMF, sadece işçi ücretlerini belirlemekle kalmıyor, ülkenin bütün ekonomik politikasını yönetme hakkını devralıyor. Öyle ki, bu stand-by anlaşmalarına göre IMF, işçi ücretlerinden emeklilik yaşının yükseltilmesine, özelleştirmelerden sosyal hakların kısıtlanmasına, tarım politikalarından tarımsal ürünlerin taban fiyatlarına vb. kadar her konuda tek yetkili durumuna geliyor. Hükümetin görevi ise bu kararların hayata geçirilmesinden ibaret kalıyor.
1998 ve 1999’da imzalanarak yürürlüğe konan anlaşmalarda şu maddeler yer alıyor:
— Kamu sektöründe maaşlarının sınırlandırılması.
— Ücretlere geçmiş değil, beklenen enflasyon oranında zam yapılması.
— Emeklilik yaşının yükseltilmesi.
— Kamu personelinin azaltılması.
— Tarımsal alımlarda fiyat artışlarının hedeflenen enflasyonla sınırlandırılması.
— Tarımsal destekleme kredilerinin kaldırılması.
— Hızlı bir özelleştirme programının uygulanması.
— Petrolde otomatik fiyatlamaya geçilmesi.
— Kurların sabitlenmesi, vb.
Tüm bunlar karşılığında, IMF, Türkiye’ye, 1,5 milyarı 2000 yılında, 1,5 milyarı 2001 yılında, 1 milyarı da 2002 yılında olmak üzere üç taksit halinde toplam 4 milyar dolarlık, Dünya Bankası da, üç yıl sonra geri ödenmek üzere 3 milyar dolarlık bir kredi açacak.
İşte Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin emperyalistlerin çıkarları için kurban edilmesinin karşılığı IMF ve Dünya Bankası’nın taksitler halinde sağladığı bu toplam 7 milyar dolarlık krediydi. Ve arkasından emperyalistler yeni tavizler karşılığı yeni borçlar verebilecekti.
Oysa bu para, bir süre önce batan İnterbank, Egebank, Yaşarbank, Esbank, Yurtbank, Sümerbank’ın içinde bulunduğu altı bankanın devlet tarafından yüklenilen borçları kadardı. Yani bir başka deyişle, IMF ve Dünya Bankası önünde el pençe divan durularak alınan bu para, altı bankada batan paradan azdı. (Altı bankada batan paranın 7–10 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor.) Ve böylece, milliyetçi, sosyal demokrat, muhafazakâr hükümetin ana felsefesi de bir kez daha yakından görülüyordu: IMF’den al, zenginlere ver; işçilere, emekçilere ödet.

ENFLASYON VE ÜCRETLER
Ekonomiyi, IMF kararlan çerçevesinde, borç ödeme planına ve sermayenin ve emperyalist tekellerin isteklerine göre düzenleyen hükümet, diğer şeylerin yanı sıra ücret zamlarının % 25 ile sınırlandırılmasını birinci koşul olarak ileri sürüyor. Bu koşulun hem kamu işyerlerinde hem de özel sektörde uygulanması için çaba gösteriyor. Bunu yaparken de, bu belirlemenin enflasyon hedefine uygun olduğunu söylüyor.
Oysa enflasyon, (TEFE baz alındığında) 1998–1999 yılı Nisan ayları arasında, yani son bir yıl içinde % 61,5’tir. Hal böyleyken % 25 enflasyon varsayımına göre yapılan zam, işçinin zammı almadan yitirmesinden, gerçek ücretlerin gerilemesinden başka bir şey değildir. Zaten son yıllarda ücretler sürekli gerilemiştir. Örneğin ücretler bugün, “1993 yılına göre % 29,4 oranında düşmüştür. TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) verilerine göre gerçek işçi ücretleri 1979 yılının bile altındadır. Geliştiği, sanayileştiği, refah düzeyinin arttığı, modernleştiği söylenen bir ülkede tüm bu “gelişmeler” 20 yılda işçi ücretlerine yansımamış, tersine, toplam gelirlerden işçinin aldığı pay azalmıştır. Örneğin, 1991 yılında ücretlerin GSMH içindeki payı, % 31,9 iken, 1995 yılında bu oran % 22,2’ye düşmüştür. Buna karşılık, faiz, rant ve kârın GSMH içindeki payı ise % 53,3’ten % 61,4’e yükselmiştir. Yani bu süre içinde üreten kesimin aldığı pay artması gerekirken azalmış (üstelik bu süre içinde nüfus da çoğalmış), buna karşın, rantiyenin, patronların payı artmıştır.
Devlet kurumlarının raporlarında açıklanan rakamlar bile, enflasyonun kaynağının yüksek ücretler olduğu iddialarını çürütmektedir. Çünkü rakamların da ortaya koyduğu gibi, reel ücretlerin gerilemiş, ücretlilerin gayri safi milli hâsıladan aldığı pay azalmış, ama buna rağmen enflasyon artmıştır.
Öte yandan, ücretlere % 25’lik bir sınırlama getiren hükümet, iç borçlanma adına rantiye tabaka için piyasaya sürdüğü 2001 vadeli kamu kağıtlarına % 111 faiz ödeyecektir. Görüldüğü gibi ücretlere gelince hükümet fazlasıyla eli sıkıdır, ama bir avuç rantiyeye, bankacıya ise hazinenin kapıları sonuna kadar açıktır.
Ücretlerin yüksek olduğu yolundaki burjuva propagandası, rakamlar ortaya konduğunda tersyüz olmakta, ücretlerin yüksekliği bir yana, gerçek ücretlerin sürekli düştüğü, işçi sınıfının daha çok çalıştırılmasına karşın, yaşam standartlarının gerilediği ortaya çıkmaktadır. Üstelik reel ücretlerin düşmesine karşın emek üretkenliği artmaktadır. Örneğin, reel ücretler 1993 yılına göre % 29,4 oranında gerilerken, emek üretkenliği 1980 yılına göre 2,5 kat artmıştır. Bu ise sermayenin işçi başına elde ettiği kârın iki buçuk misli artması demektir. Bir başka ifadeyle işçinin daha yoğun çalıştırılması, iki kişilik işi bir işçinin yapması demektir. Bu açıdan bakıldığında da ücretlerin yüksek olduğu propagandasının dayanaksız, ucuz bir demagoji olduğu kolaylıkla görülebilmektedir.
Nitekim istatistikler, işçinin nasıl ölesiye çalıştırıldığını açık bir biçimde göstermektedir. Son 16 yılın rakamları incelendiğinde, istihdamın % 50 artmasına karşın, sermayenin geliri % 300 oranında artmıştır. Ama işçiliğin, ürünün toplam bedeli içindeki payı % 8’lerin altına düşmüştür. Salt bu rakamlar bile işçilerin çalışma koşullarını ortaya sermekte, son yıllarda üretim sürecindeki yoğunluğun artmasıyla, işçi sınıfını sömürü boyutlarının hangi oranlara ulaştığını göstermeye yetmektedir.
Bu rakamlar bir başka gerçeğe de işaret etmektedir. Yine sermaye tarafından yaygarası yapılan ve kapitalizmin başarısı olarak gösterilmeye çalışılan teknolojik gelişmelerin, gerçekte kapitalistlerin elinde, işçi sınıfı ve emekçi yığınların refah seviyesini artırmadığı, yaşam şartlarını kolaylaştırmadığı görülmektedir. Teknolojik gelişmelerin sağlayacağı olanaklarla işçilerin aynı miktarda üretimi daha az zamanda yapmaları normalde çalışma süresinin kısaltılması sonucunu doğurması, işçinin kendisine daha fazla dinlenme, eğlenme, ailesiyle, sevdikleriyle birlikte olma fırsatı sağlaması gerekir. Ama gerçekte bu gelişme, işçinin makineden kafasını kaldıramamasına, sinir sisteminin harap olmasına, meslek hastalıklarının ileri boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır. Hiç şüphesiz burada suç teknolojide değildir. Bu durumdan sorumlu olan teknolojiyi insanlık yararına kullanmak yerine, insanlığın sömürülmesi, baskı altında tutulması için kullanan kapitalizmdir.
Sermayenin sözcülerinin laf kalabalığıyla gözlerden saklamak istedikleri bir başka gerçek de şudur: Ülkemizde çalışan kesimin sadece çok küçük bir bölümü sendikalıdır. Üstelik sendikasız işçilerin ezici bir çoğunluğu asgari ücret almaktadır. Ama daha da ilginci, özellikle gıda, tekstil gibi işkollarında özel sektördeki sendikalı işçilerin de büyük çoğunluğunun asgari ücrete yakın bir ücret almalarıdır. Bu bakımdan asgari ücretler temel alınarak bir karşılaştırma yapıldığında, Türkiye, saat ücretinin en düşük olduğu birkaç ülkeden biridir ve sömürünün boyutlarım göstermek bakımından çarpıcıdır. Lüksemburg’da saat ücreti 7,23 dolar, Belçika da 6,77 dolar, Hollanda 6,42 dolardır. Buna karşın, sermaye tarafından ücretlerin çok yüksek olduğu propaganda edilen Türkiye’de ise saat ücreti 0,72 dolardır.
Ortalama ücret karşılaştırılmasına gidildiğinde ise Türkiye’deki işçi ücretlerinin düşüklüğü daha çarpıcı hale gelmektedir. Ortalama ücrete göre Avustralya’da saat ücreti 12,53 dolar, Danimarka 16,75 dolar, Finlandiya 11,51 dolar, İsviçre 19,52 dolarken, Türkiye’de saat ücreti 1,66 dolardır. İşte sermayenin Türkiye’de yüksek olarak niteleyerek % 25 zam yeter dediği ücretlerinin durumu budur. Yani bir başka ifadeyle, Türkiye’deki bir sendikalı işçi, İsviçreli bir işçinin bir saatte kazandığını kazanabilmek için yaklaşık iki gün çalışmak zorundadır.

SENDİKASIZLAŞTIRMA, İŞ GÜVENCESİ, ESNEK ÇALIŞMA
Sendikalaşma oranının son derece düşük olduğu ülkemizde, sendikalı işçi sayısı sürekli azalmakta, sendikalar sürekli kan kaybetmektedir. 5 milyon 850 bin SSK’lı işçinin bulunduğu ülkemizde sendikalı işçi sayısı 950 binin altına inmiştir. (Bazı kaynaklara göre bu sayı 828 bin 458’dir.)
Ama ülkemizde sigortalı işçi sayısının sigortasız işçilere göre azınlıkta olduğu göz önüne alındığında, sendikalaşma oranının ne derece düşük olduğu ortaya çıkacaktır. Hatta uygulanırlık oranı bakımından sendikalı olmanın pek az işçiye kısmet olan, bir başka ifadeyle, sendikal hakkın yaygınlık durumu göz önüne alındığında göstermelik bir hak olduğu kolaylıkla iddia edilebilir. Çünkü toplam ücretli sayısı ile karşılaştırıldığında ücretlilerin % 90’ı sendikasızdır. Öte yandan zaten son derece düşük olan sendikalaşma oranı sürekli düşmektedir. Örneğin SSK’lı işçilerin sendikalaşma oranı 1971’de % 61,1 ve 1984’de % 54,3 iken, 1999’da sadece % 16,3’tür. Bu rakamlar yoruma yer bırakmayacak ölçüde durumun vahametini göstermektedir. O kadar açıktır ki, sendikalar giderek tükenmekte, sürekli güç kaybetmekte, burjuvazinin baskısı, yasaların engellemesi ve sendikal bürokrasinin vurdumduymazlığı sendikaların sonunu getirmekte, işçi sınıfının temel örgütleri olan sendikalar tasfiye edilmekte, işçi sınıfının örgütlenme silahı elinden alınmaktadır.
Üstelik şu anda mevcut sendikal örgütlülüğün ağırlıkta olduğu işletmeler kamu işletmeleridir. Sendikalaşma oranı kamu işyerlerinde % 67, özel sektörde ise % 33’lerdedir. Özelleştirmelerin hızlandığı, özelleştirilen işletmelerde sermayenin ilk önce sendikanın varlığını bitirmeye yöneldiği hatırlandığında gelecek dönemde sendikal örgütlenmeyi nasıl tehlikeli bir sürecin beklediği ortadadır.
Diğer yandan işçi açısından iş güvenliğinin esamisinin okunmadığı, orman kanunlarının hüküm sürdüğü bir ülkedir Türkiye. Yasalar ve fiili uygulamalar bakımından işten atılmanın çok kolay olduğu Türkiye’de patronlar en basit yasal engelleri bile ortadan kaldırmak için girişim başlatmışlardır.
Çalışma Bakanlığının rakamlarına göre 1999 yılında, işten atılan veya kendiliğinden işten ayrılanların sayısı 1 milyon 417 bindir.
Krizin yaşandığı 1988 yılında işten atılan SSK’lı işçi sayısı 224 bin 559’dır. Ve bunların 123 bin 136’sı sendikalıdır. Bu rakamlar çalışma Bakanlığının rakamlarıdır. İşveren örgütlerinin yayın organlarında yayınlanan rakamlara göre ise bu sayı 307 bindir.
Bu rakamlar Türkiye’de iş güvencesi diye bir şeyin olmadığını, sermayenin istediği an işçileri kapı dışarı edebildiğini göstermektedir. Buna sendikalı işçiler de dâhildir. Bu büyük kıyımın gerçekleşebilmesi, yasal mevzuatın yanı sıra sendika bürokrasisinin durumu kabullenişinin de rolü büyüktür.
Özellikle özelleştirmelerin yoğunlaşarak gündeme geldiği şu dönemde işten atılmalar ve sendikasızlaştırma daha da hızlanacaktır. Çünkü özelleştirilen işletmelerde yaşananlar, bundan sonra yaşanacakların göstergesidir. Bugüne kadar özelleştirilen işletmelerdeki her 100 işçiden 68’i işten atılmıştır. Yine özelleştirilen bu işletmelerde sendikasızlaştırma oranı da % 72’lere varmıştır. Yani, bugüne kadar özelleştirilen işletmelerdeki sendikalı her 100 işçiden 68’i işini kaybetmiş, 72’si artık sendikalı değildir.
Sendikalılaşmanın önündeki temel engellerden birinin taşeronluk uygulaması olduğu artık herkesin malumudur. Pek çok işyerinde uygulamaya sokulan taşeronluk, işten atılmaların önünü açmakta, işçiler arasında haksız rekabet yaratarak işgücünün ucuzlamasına yol açmakta ve dahası sendikaların kendi sonlarını hazırlamaktadır. Durum artık öyle vahim noktaya gelmiştir ki, pek çok işletmede, taşeron idaresindeki işçi sayısı, işletmenin kendi işçi sayısını ikiye-üçe katlamıştır.
Bunlarla birlikte, birkaç dönemdir toplusözleşmelerde sermaye uluslararası uygulamalara bağlı olarak esnek çalışmayı içeren maddeleri onaylatmak için özel bir çaba harcamaktadır. Aslında pratikte pek çok işletmede yürürlüğe giren esnek çalışma işçi sınıfının bugüne kadar kazandığı son derece sınırlı hakkı da yok etmeyi hedeflemektedir. Zaten taşeronlaştırma uygulaması da esnek çalışmanın bir parçasından başka bir şey değildir.
Esnek çalışmayla birlikte, 8 saatlik işgününden başlamak üzere bütün haklar adım adım geri alınacak, şu an pratikte uygulanmaya çalışılan zorunlu ücretsiz izinler yasallık kazanacak, sendikal hak ve özgürlüklerin kökü kazınacak, bireysel sözleşmeler, işe göre çalışma vb. yürürlüğe girecektir.
Öyleyse bu toplusözleşme dönemi sadece ücret pazarlığından öte ciddi köşe noktaların belirlenmesi anlamını da taşımaktadır. Toplusözleşmelerde işçi sınıfı, kendisine IMF ve sermaye tarafından dayatılan ve bir anlamda sendikaları devreden çıkaran, toplusözleşme pazarlıklarını fiili olarak ortadan kaldıran % 25’lik zam dayatmasıyla birlikte taşeronlaştırma, esnek çalışma ve iş sürelerinin esnekleştirilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması, işyerinin bölünmesi, nakil, tayin, iş değişikliği kolaylıkları, kısa süreli çalışma, kısmi çalışma, geçici mevsimlik çalışma, değişken zamanlı çalışma, yoğun çalışma temposu, iş yasalarının esnekleştirilmesi, kapsam dışı personel uygulamasının daha da yaygınlaştırılması, performansa bağlı ücret sistemi, toplam kalite yönetimi ve kalite çemberleri, özelleştirmeler, sendikaların bitirilmesi gibi saldırılarla karşı karşıyadır.

SERMAYENİN YENİ SALDIRI HAZIRLIKLARI KAPIDA
Aşırı kar hırsından gözü dönmüş sermayenin bu toplusözleşme dönemini kendine en uygun sıçrama tahtası olarak gördüğü ortadadır ve bir anlamda bu, sermayenin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere topyekûn saldırı hazırlıklarının göstergesidir. Sermaye bu düşüncelerini en azından belirli oranlarda gerçekleştirdiğinde, bununla yetinmeyecek, yeni saldırı hazırlıklarına girişecektir. Çünkü sermaye iş yaşamının kuralsızlaştırması, çalışma yasalarının sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi, kıdem tazminatlarının ortadan kaldırılması, yukarıda belirtildiği gibi esnek çalışma kapsamında, part-time çalışma, çalışılan süreyle orantılı ödeme, telafi edici çalışma, zorunlu ücretsiz izinler veya iş yoğunluğu olduğunda sıkıştırılmış iş haftası, toplu iş sözleşmelerinde ücret maddesinin tadili, yani çalışma süresi karşılığı veya performansa göre ödeme, vb. pek çok şeyi hayata geçirmek için hazırlık içindedir. Buna sigorta yasalarının değiştirilmesi gibi pek çok hazırlık eklenebilir. Tüm bu hazırlıklar sermayenin elinin akındadır ve önümüzdeki dönem yürürlüğe girmesi için gerekli yasal düzenlemelerin son rötuşları yapılmaktadır.

BOZUK EKONOMİ KOŞULLARININ SORUMLUSU İŞÇİLER DEĞİLDİR
Kapitalistler, kapitalist ekonomideki olumsuz göstergelerin sorumluluğunu bu işte hiçbir payı olmayan işçi ve emekçi kitlelere yüklemek isterken, kendileri bu kriz ve ekonomik bozukluk döneminden bile kârlarını artırmak için yararlanmak istiyorlar. Nitekim ekonomik krizin yaşandığı 1989–1993 döneminde, ekonomik kriz bahanesiyle on binlerce işçinin işten atıldığı, ücretlerin aylarca ödenmediği, işçilerin aylarca bedava çalıştırıldığı dönemde sermayenin kârlılığı % 39,6’dan % 47’ye fırlamıştır. Yani kriz döneminde işçiler işsiz kalır, reel ücretler geriler, GSMH’den aldıkları pay düşerken, sermaye bu kriz döneminden kârlılık oranlarını artırarak çıkmışlardır.
Ama kapitalistlerin cepleri dolar, bir avuç zengin aile ülke gelirlerinin büyük kısmına el koyarken, ülke emperyalizmin tam bir uydusu haline gelmiştir. 1981 yılında bütçenin % 1’i kadar olan dış borçların faiz ödemeleri, sadece 20 yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde bütçenin neredeyse yarısını kapsar hale gelmiştir. Gelinen noktada ülkenin dış borçları 110 milyar doları, iç borçları da 40 milyar doları geçmiştir. Ve hükümetler eski borçların faizlerini ödemek için yeni borçlanmaya gitmekte, borç miktarı her gün, her saat daha da kabarmaktadır.
Geçtiğimiz yıl ekonomi % 6,6 oranında geriledi. Binlerce işçi işsiz kaldı. İşçi ve emekçilerin ekmeği küçüldü. Buna karşın bir avuç zengin, işletmeler kapasitelerinin altında çalışır -ülke sanayinin kapasite kullanma oranı % 70’ler civarına düştü-, üretim düşerken servetlerini artırdılar. Kârlarına kâr kattılar. Devletin dışardan aldığı kredileri çeşitli yollarla ucuza kapattılar ve bu kredileri tekrar devlete, tahvil, kamu kâğıdı, repo vb. adlar altında yüksek faizle geri vererek, trilyonları ceplerine indirdiler. Yılsonu bilânçoları açıklanınca görüldü ki, holdinglerin artan servetlerinin kaynağı üretim dışı alanlardı.
Öyleyse işçi sınıfının ve emekçilerin “istikrar”, yani sermayenin kârlarının artışı için yapacakları fedakârlık olamaz. Çünkü bunca yıldır yaşananlar açıkça gösterdi ki, kapitalistlerin çok sevdiği istikrar sözcüğünden anlaşılması gereken, işçi, emekçi ücretlerinin sürekli, “istikrarlı” bir biçimde gerilemesi, üretim sürecinde işçinin daha fazla çalıştırılarak emek gücünün neredeyse bedavaya getirilmesi, bantların “istikrarlı” bir biçimde hızlandırılması, sosyal hakların “istikrarlı” biçimde tırpanlanması, eğitime, sağlığa bütçeden ayrılan payın “istikrarlı” biçimde azaltılması vb. buna karşın bir avuç büyük kapitalist ailenin kârlarını arttırıp, ülke gelirlerine “istikrarlı” biçimde el koymasıdır. İşçiler içinde bulunduğumuz toplusözleşme döneminde, kendilerine “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatı, “istikrar” edebiyatı yapanlara vereceği yanıt açıktır: İşçilerin, emekçilerin; ülkeyi yağmalayanlar, dolandırıcılar, sömürücüler için yapacakları hiçbir fedakârlık yoktur.

YASALARIN DEĞİŞTİRİLMESİ İÇİN DE MÜCADELE
Lastik işkolundaki grevin “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenmesi (fiilen yasaklanması) sendikalar, toplusözleşme ve grev yasalarındaki maddeler göstermiştir ki, işçi sınıfının mücadelesi aynı zamanda bu yasaların değiştirilmesi için de bir mücadele olmak zorundadır. İşçi sınıfı davası için mücadele eden devrimci, sınıftan yana dürüst sendikacı, bu toplusözleşme döneminde işçilerin dikitlerinin bu alana daha fazla toplanmasından yararlanarak işçilere gerçekleri anlatma ve onları aynı zamanda mevcut yasaların değiştirmesi için mücadeleye çağırmalıdır.
Mevcut yasaların, sendikal örgütlenmenin önünde nasıl bir engel olduğu, sendikaların güç kaybetmesinde kendini zaten açık bir biçimde göstermektedir. Üyelik, işyerinde sendikal örgütlülüğü sağlama, işyeri barajı, ülke barajı, yetki belirlenmesi vb. engeller, sendikal örgütlenmenin önüne geçmek için yeterli yasal engelleri oluşturmaktadır. Zaten işten çıkartılmanın önünde hiçbir engelin olmadığı, iş güvencesinin gölgesinin bile sözünün edilemeyeceği koşullarla sendikal örgütlenmenin garantisi de olmayacaktır.
Öte yandan, sendika, toplusözleşme ve grev yasalarında 12 Eylül yönetimince yapılar, değişiklikler, getirilen maddeler, grevi grevlikten çıkartmak için gerekli her şeyi yasallaştırmıştır. Yasalara göre, grev süresince üretim sürebilmekte, işletme içine veya dışarıya mal sevkıyatı yapılabilmekte, kapsam dışı personel, sendika dışı personel çalışabilmektedir. Yasalara göre, sendika dâhil, hiç kimse buna engel olamaz. Bu durumda grevin etkisinin sınırlı olacağı, işçilerin en önemli silahı olan grev hakkının bile nasıl etkisizleştirildiği ortada değil midir? Ancak gerçek durum, meşruiyet daima yasaları aşmıştır, aşmaktadır. İşçi sınıfı bir yandan özgür pazarlık ve kısıtlamasız grev hakkını fiilen uygularken öte yandan da bu haliyle yasalaşması için mücadele etmelidir.
Yine yasalarda yer alan, grev yerlerinde grev çadırı kurulamayacağı, grev yerinde grev gözcüsü dışında kimsenin bulunamayacağı, işçilerin toplu halde bir arada bulunmayacağı, işletmede çalışan personeli, işletmeye mal sevkıyatı yapan taşıma araçlarını engelleyemeyeceği gibi hükümler kabul edilebilir şeyler midir? Öyleyse, toplusözleşmelerin gündemde olduğu şu dönemde ele alınması gereken ve işçi sınıfını en az ücret zamları kadar ilgilendiren bir konu da budur.
Görüldüğü gibi işçi sınıfı mücadelesi açısından önemli ve ciddi gelişmelere gebe bir döneme girilmiştir. Yapılması gereken, verili durumu en iyi şekilde tahlil ederek işçi sınıfı mücadelesinin ileriye taşınmasıdır.
Saldırı tek tek işyerlerindeki işçilere değil, işçi sınıfına, kamu emekçilerine, emekçi halkın tümünedir. Dolayısıyla emek platformlarının en aktif biçimde devreye girmesi, birleşik halk hareketinin oluşturulması bakımından son derece önemlidir. Sermayenin topyekûn saldırısına yanıt, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin birleşik hareketiyle sağlanabilir. Önümüzdeki dönemin özelliklerini belirleyecek olan budur.

MÜCADELENİN YÜKLEDİĞİ GÖREVLER
Koşullar, sınıf çelişkilerinin giderek keskinleşeceği bir sürece işaret etmektedir. Bu keskinleşen süreçle birlikte şimdiden yükselme eğilimini belli eden işçi ve emekçi hareketinin, sermayenin saldırılarını püskürtüp yeni mevziler elde edebilmesinde sınıf bilinçli öncü işçilere, işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu dürüst sendikacılara, yüreği işçi sınıfı ve ezilenlerle atan devrimcilere büyük görevler düşmektedir. Mücadelenin her yeni aşamasının yakından gözlenmesi, buna bağlı olarak yeni hedeflerin, hareketin duyduğu ihtiyaçların ve görevlerin saptanması, bunlara uygun slogan ve taleplerin tespit edilmesi mücadelenin başarısı, işçi ve emekçi kitlelerin birliği için şarttır. İhtiyaçların ve sloganların tespit edilmesiyle birlikte, anlık gelişmelerin esiri olmadan, belirlenen görev ve sloganlar etrafında kilitlenilmesi, dağınık hedefsiz çalışma yerine, ne yaptığını ve ne yapacağını bilen, sonuç alıcı, kesintisiz, günlük bir çalışma esas kılınmalıdır.
Bu çalışma tek bir hedefe bağlı, ama birkaç alanı kapsamak zorundadır. Bir yandan işçilerin, sendikalarına ve toplusözleşmelerine sahip çıkmalarının, -örneğin toplu olarak bulunulan yerlerde gelişmelerin tartışılması, sendikacıların buralarda işçilerin huzurunda bilgi vermeye zorlanması, ya da işçilerin vardiya çıkışlarında toplu halde sendikalarına gitmesi vb. gibi. Örnekler çoğaltılabilir- toplusözleşme görüşmelerinden günlük bilgilenmelerinin kanalları açılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, sendika bürokrasisinin meseleyi laf kalabalığına boğup, görüşmeleri kapalı kapılar ardında yürüterek, işçiler adına, ama işçilerden habersiz ve işçilere rağmen imza atmalarının engellenmesi, ancak işçilerin hak ve taleplerine sahip çıkmalarıyla mümkündür. Bunun için işçilerin, talepleri konusunda tam bir fikir birliği içinde olmaları sağlanırken, sistemin ve sendika bürokrasisinin onları çaresizliğe itmelerine, birtakım alışılagelmiş ayak oyunlarıyla, örneğin işinde kalmak mı, yoksa ücret artışı mı gibi sahte ikilemlere sokmalarına izin verilmemelidir.
Mücadelenin bir başka ve önemli bir tarafının da burjuvazinin yalanlarını açığa çıkarmak için olacağı açıktır. Sermaye cephesi, yazılı ve görsel medyasıyla şimdiden yalan kusmaya, emekçiler arasında bölünmeler yaratmaya yönelik klasik propagandaya başlamıştır. Sürekli olarak işçi ücretlerinin yüksekliği, eğer daha fazla zam verirlerse toplumsal eşitsizliğin bozulacağı, işçilerin mühendislerden bile fazla ücret aldıkları, daha fazla ücretin enflasyon hedefini bozacağı vb. türden demagojik propagandalara hız verilmiştir. Önümüzdeki dönemde, muhtemelen geçmişte yaptıkları gibi, işçi ile memuru, memur ile köylüyü karşı karşıya getirmeye çalışacaklardır. Ya da belediye işçilerinin grevleri sırasında geçmişte yaptıkları gibi, halkı işçilere karşı kışkırtacaklardır.
Öyleyse emek platformlarının harekete geçmesi, herhangi bir şehirde, kasabada, herhangi bir işyerinde başlayan grevi, sadece oradaki işçilerin sorunu değil tüm işçilerin sorunu olarak kabul etmeleri ve buna uygun davranmaları, emekçi yığınların birliğinin sağlanıp bunun topluma anlatılması, karşı saldırıların püskürtülmesinde önemli bir yer tutacaktır.
Küçük de olsa bir grevin başarısı, tüm sınıfın başarısı anlamına gelecek, sınıfın güçlerini derleyip toparlamasına vesile olacak, kazanma umudunu pekiştirecektir. Bu bakımdan her bir grevin kaderi, sınıfın gelecekteki kazanım ve kayıpları açısından da bir gösterge olacaktır.
İşçi sınıfına bağlı namuslu, dürüst sendikacılar, sınıf bilinçli işçiler ve yüreği işçi sınıfı ve emekçi halk için atan devrimciler, bunu bir an olsun akıldan çıkarmamalı, bir yandan emek platformlarının harekete geçmesi için çaba sarf ederken, diğer yandan da olabileceklere karşı şimdiden hazırlık içine girmeli, işçilere, emekçilere ve halka gerçekleri anlatmak, burjuva yalanlan açığa sermek için hem işçiler, hem de emekçi yığınlar içinde yoğun bir aydınlatma faaliyeti yürütmelidirler.
Mücadelenin başarısı bunlara bağlıdır.

Haziran 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑