(Bu yazı, DİDF’in 20. Yıldönümü nedeniyle, Almanya-Dortmund’da düzenlenen 2000 Mayısı etkinlikleri çerçevesinde verilen “Sosyalizm ve İşçi Sınıfı” başlıklı konferans esas alınarak yazılmıştır. -İ.Ç.)
Kapitalizmin propagandacıları ve ideologları, sosyalizm fikrini, dolayısıyla da onun pratiğini, insan toplumunun kendi gelişmesi içinde bir sapma (hatta bir sapkınlık), bir dönem ortaya çıkmış ve yolunu şaşırmış toplumlar içinde bir hastalık olarak popüler olmuş, ama sonra herkes tarafından vazgeçilmiş, rastlantısal bir sistem olarak göstermek için gayret ediyorlar. Eğer bu görüşü kabul ettirebilirlerse; sosyalizmi, bir geçmişi olmayan, tarihsel ve toplumsal köklerden yoksun, dolayısıyla da toplumsal bakımdan “meşruiyeti” olmayan, bir kez yenildikten sonra artık bir daha gündeme gelmeyecek bir “hata” olarak göstermenin mümkün olacağını düşünmektedirler.
Bu fikirlerini güçlendirmek için de, burjuva propaganda merkezleri; 1) Sosyalizmin kapitalizm karşısında aldığı ağır yenilginin yarattığı tahribatı ve bir yanıyla bu tahribatın ürünü olan eski Marksist, eski ve yeni burjuva sosyalist çevrelerdeki yozlaşmadan, 2) Devasa burjuva propaganda aygıtının yarattığı imkânlardan yararlanmaktadırlar.
Ne var ki, burjuvazi ve onun propagandacılarının fırsatları ne kadar büyük olursa olsun, iddialar gerçek temellere dayanmadığı için, kampanyaları, McCarthy-Göbbels tarzı bir kara propaganda olarak sürüyor. Çünkü modern sosyalizm ya da Marksist sosyalizm son 150 yılda biçimlenip teorik temellerine oturmuştur. Ama sosyalizm fikri insanlık kadar eskidir. Çünkü üretim araçlarının kişiler ya da toplumun belirli sınıfları tarafından mülk edinildiği sistemler, ezelden beri var olan sistemler değildi. Tersine insanlık on binlerce yıl; kişisel mülkiyetin tanınmadığı ilkel ama komünal, ilkel komünist, ilkel sosyalist diye ifade edilen toplumsal düzen içinde yaşamıştır. Ve bu komünal ilişkiler ve bu ilişkilerin dayanışma, ortaklaşacılık gibi insani ve insanların özlemle tutundukları kimi kalıntıları, sınıflı toplumların egemen toplum biçimi olduğu yüzyıllarda da toplumun emekçi kesimleri arasında yaşamaya (eskiden kalma töre, gelenek, görenek, masallar, yaşamaya devam eden ilişkiler vb. gibi) devam etmiş; baskının, yoksulluğun, sefaletin, toplumsal çürümenin arttığı dönemlerde de bu ilkel sosyalist fikirler ve gelenekler daha çok kabul görmüş, insanlığın sınıfsız, sömürüşüz toplum dönemine, “altın çağı”na özlem daha da artmıştır. Bu bazen küçümsenemeyecek kalabalıkta toplulukların sınıflı toplumlardan kaçarak sınıfsız bir toplum kurmak amacıyla başka yerlere göç etmeleri, bazen de çeşitli din ve mezhepler görünümünde “gizli”, kapalı toplulukların oluşturulması vb. biçiminde sürmüştür.
Hemen bütün çok ya da tek tanrılı dinlerin, toplumun önemli kesimlerini peşlerine takmak isteyen (amacı değişik olabilir) kralların, padişahların, politikacıların eşitlik, özgürlük, kardeşlik, dayanışma, toplumsal refahtan eşit pay alma gibi, ancak sosyalizmle uyuşabilecek vaatler öne sürmeleri (Hitler gibi, azılı sosyalizm düşmanlığından kimsenin kuşkusu olmayan birisi bile, emekçi yığınları etkileyip kendi peşine takmak için partisinin adına “sosyalizm” sözcüğünü sokmak zorunda kaldı ve iktidara gelene kadar da; sermayeye, sömürüye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı propaganda sürdürdü; yoksulların çektiği sıkıntıları ortadan kaldırmaya dair vaatleri öne çıkardı); aslında sosyalizm fikrinin, insan toplumunun en eski ve en derin özlemi olduğunun çok açık ve tartışılmaz göstergesidir.
Yine bütün sınıflı toplumlarda, sadece kapitalist toplumda değil feodal ve köleci toplumlarda da, egemen olan sınıfların, ortaklaşman, dayanışmacı fikirleri “sapkın” ilan edip kovuşturması, egemen sınıfının din ve kültürünün neredeyse, yoksulların hak ve özgürlük isteklerini yok etmek üstüne biçimlendiğini söylersek sadece gerçeğin bir bölümünü ifade etmiş oluruz. Çünkü; bütün insanlık tarihi boyunca sadece emekçilerin eşitlik, dayanışma, ortaklaşacılık gibi fikirleri değil ama aynı ölçüde bu fikirlere karşı egemenlerin saldırısı; bazen iftiralarla karalama, bazen bu fikirleri savunan toplulukları, din dışı, insanlık dışı ilan etme, ölümle, kölelikle cezalandırma, ama çoğu zaman da bütün bu yöntemleri birlikte kullanarak, var olan sömürücü, sınıflı düzenin ezeli ve ebedi olduğu fikrinin genel kabul görmesi için her şey yapılmıştır. Ve kapitalizm, sosyalizme karşı savaştığı son 150 yılda, egemen sınıfların bu eski silahlarını daha da geliştirerek; iftiradan işkenceye, toplu katliamdan uluslararası planda bütün gerici güçleri birleştirerek sosyalizme karşı topyekûn savaş açmaya, birer birer ülkelerde terörün ve şiddetin en görülmediklerini sosyalizmi yenmek, sosyalist fikirleri yok etmek için geliştirip kullanma konusunda perva göstermemiştir. Denilebilir ki; burjuvazinin sosyalizme karşı uluslararası planda yürüttüğü mücadele, tarihte bir sınıfın ötekine, bir fikrin karşıtı bir fikre, bir ülkenin diğer bir ülkeye, bir ülkeler grubunun bir başka ülkeler grubuna karşı giriştiği herhangi bir savaştan çok daha kapsamlı, çok daha değişik silahların bir arada kullanıldığı, çok daha acımasız bir savaş olarak yürümüştür.
Bu savaş; Parisli komünarların kitlesel katliyle (1871), Ekim Devrimi’nin Beyaz Ordu ve kapitalist ülkelerin dişinden tırnağına silahlı ordularıyla boğulmaya çalışılmasıyla, Hitler’in Rusya’ya saldırtılmasıyla; Mc Carthycilikten Vietnam Savaşı’na, “soğuk savaş”tan “yeşil kuşağa” gibi çok somut anti-sosyalist eylem ve savaşlarla olduğu kadar, bunlardan daha önemli olarak da her gün, her saat kesintisiz olarak, ekonomiden siyasete, kültürden ideolojiye, felsefeden sanata, bilime, gazeteciliğe kadar her alanda sürdürülmüştür. Bugün de belki daha sinsi yöntemlerle ama daha etkin savaş yöntemleriyle sürdürülmektedir.
Hiç tartışmasız söylenebilir ki; kapitalizmin sosyalizme karşı yürüttüğü savaş; bir fikir akımına, bir toplumsal sisteme karşı tarihte görülmüş en büyük topyekûn savaştı. Günümüzde sosyalizme karşı girişilen büyük karalama kampanyası ve onu “artık imkânsız”, toplumsal bakımdan meşruiyeti olmayan bir sistem olarak tanıtma çabaları, kapitalizmin sosyalizme karşı açtığı büyük savaşın bir devamıdır.
Dün vahşi saldırılar, askeri savaşlar ve özel harbin envai tür yöntemleriyle sürdürülen savaş, bugün; bazen sosyalizmin görmezden gelinmesiyle, bazen ebediyen öldüğü propagandasıyla, bazen sosyalizmin barış ve refah içinde, özgür bir insanlık toplumunun kapitalizm tarafından gerçekleştirileceği iddiaları arkasında sürdürülmektedir.
Kuşkusuz ki, sosyalizm düşüncesi, işçi sınıfı ve onun özellikleriyle tarihsel rolünden koparılıp, salt bir düşünce dizgesi ve bazı “ilkelere” indirgendiği ölçüde uluslararası sermayenin ve gericiliğin saldırılarının tahribatı büyümekte; gerçek dışı ve bir temele oturmayan, bilimsel bir geçerlilik taşımayan “kafada tasarlanmış” her düşünceye karşı, zıt bir düşünce üretmenin mümkünlüğünden kalkan dünya gericiliği ve anti-sosyalist kampanya ustaları; bütün gayretlerin, bilimsel sosyalizmin temellerinin unutturulması ve sosyalizmin düşüncesini bir süslü laflar yığını biçimine indirgeyerek, bu kaba, ilkel, ütopik sosyalist fikirlerin, “piyasa sosyalizminin yayılması için gayret göstermektedirler.
Ancak böylesi bir burjuva sosyalizmini yayarak ve bunu başardıkları ölçüde, sosyalizmi ideolojik olarak alt edebileceklerini, emekçiler arasından söküp atabileceklerini hesap etmektedirler. Stalin, bundan 70 yıl önce, uluslararası kapitalizmin saldırıları karşısında sosyalizmin büyük cesaret ve metanetle savaştığı yıllarda; Bolşevik Partisi Tarihinin son bölümünde sınıf partisini, Bolşevik Partisi’ni Antioş’a benzeterek; tüm sınıfı, sosyalistleri uyarır. Çünkü Antioş, ana tanrıça Toprak Ana’nın oğludur ve gücünü topraktan alır. Ayakları topraktan kesilmedikçe de onu yenmek mümkün değildir. Antioş’un bu özelliğine dikkat çeken Stalin, Bolşeviklerin, sınıf partisinin yığınlarla bağı kesilmediği sürece (Çünkü yığınlar, işçi sınıfı partinin anasıdır; parti ondan doğmuştur) partinin, sınıfın, sosyalizmin yenilemeyeceğini söyler.
ÜTOPİK SOSYALİZMDEN BİLİMSEL SOSYALİZME
Tarih boyunca emekçi yığınların sosyalizm hakkındaki fikirleri, birbiriyle dayanışan, barış içinde, iyi ve kötü her şeyin paylaşıldığı bir toplumsal düzendir. Bu fikirler hemen her toplumda çeşitli biçimlerde yaşarken, özellikle de toplumların zor dönemlerinde daha çok itibar görmüşlerdir. Ancak; işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasına kadar sosyalist fikirler, dinsel, geleneksel, ahlaksal, kültürel değerler olarak yaşamış, ama istikrarlı bir toplum oluşturma, eski toplumun yıkılması için devrimci toplumsal güçlerin biriktiği bir merkez oluşturmamıştır. Nitekim modern sosyalizmin atası sayılan ilk “bilinçli” sosyalist formülasyonlar da, bu eşitlikçi, dayanışmacı, adaletli bir toplum fikrinin “projelendirilmesi” çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Thomas More, Campanella gibi, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ilk ütopik sosyalizm “teoricileri” de tıpkı, halk söylencelerindeki sosyalizm gibi, bir sınıfsal temele oturmaktan öte bir “iyiler” topluluğu, “iyiye inanmış iyi insanlar toplumu”, “ahlak toplumu” tasarlamışlardır.
Kaçınılmaz olarak, bu düşünürler için sosyalizm; sosyalizme inanmış insanların kurduğu bir toplumdur. Marksist, diyalektik materyalist tarih anlayışına göre, sosyalizm, insan toplumunun gelişme sürecinde kapitalizmden sonraki aşamayı oluşturmakta olup, üretici güçlerin gelişmesi kaçınılmaz olarak, kapitalizmi toplumsal gelişmenin engeli haline getirip, sosyalizmi dayatacaktır. Kapitalizmden sınıfsız, sömürüsüz bir toplum olan komünizme geçiş, proletaryanın devrimci, demokratik diktatörlüğü dönemine karşılık gelir.
Yani Marksist sosyalizmi diğerlerinden ayıran, onun bilimsel sosyalizm olarak adlandırılmasına neden olan şey; Marksist sosyalizmin, şu ya da bu insanın kafasından çıkmış bir “toplumsal proje” olmaktan, şu ya da bu kişilerin niyeti ve amaçlarından kurtararak; insan toplumundaki nesnel gelişmesinin kaçınılmaz bir aşaması olduğunun kanıtlanmış olmasıdır.
Bu bilimsel ele alışın bir ürünü olan “Tarihsel Maddecilik”, toplumsal gelişmenin ve elbette sosyalizm ve işçi sınıfı arasındaki ilişkinin açıklamasıdır da. Başka bir söyleyişle Marksizm’de işçi sınıfı, sosyalizmin hem temelini, hem de onu hayata geçirecek gücü temsil eder. Marksist parti ve devrim anlayışı da bu temele dayanır. Ve Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana da; Marksizm’le bütün çeşitli türden burjuva, küçük burjuva sosyalizmi görüşleri arasındaki mücadele bu temel yaklaşım üstünden gerçekleşmiştir.
Öncelikle Marksizm’le bütün çağdaşı “izm”ler arasındaki çatışmanın ana noktası; işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki bağıntıda olmuş; Marksizm, işçi sınıfını, toplumun modern ve en devrimci sınıfı olarak, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kuracak tek güç olarak tanımlamıştır. Bu, Marksizm’i bütün öteki ahlakçı, dayanışmacı, eşitlikçi, vb. “sosyalizmi sosyalistlerin eseri olarak gören” anlayışlardan ayırmıştır. Ve Marksistler; “Bütün dünyanın işçileri birleşin ve kapitalizmi alt edin” derken; çağrılarını sadece ezilen, sömürülen, değerlerin yaratıcısı ama aynı zamanda insanlığın geleceğini de temsil eden en ileri ve en devrimci sınıfa yapıyorlardı. Yoksa bu çağrı şu ya da bu ilkelere inanan “her sınıftan kişilere” değildi.
Ancak bu mücadele 19. yüzyılın son yarısında, bütün diğer ütopik, anarko-sosyalist görüşlerin Paris Komünü’yle birlikte yerle bir olmasıyla bitmedi. 1880’Ierden itibaren Bernsteincılarla Marksistler arasındaki çatışma da aynı noktada idi; işçi sınıfı, proletarya sosyalizmi kuracak bir sınıf mıdır yoksa değil mi? Bernsteincılar da aynı noktadan itiraz ettiler. İşçiler artık en çok ezilen değildir; öyleyse en devrimci sınıf da değildir. Öyleyse bir devrime ihtiyaç da yoktur! Tartışma Kautskycilerle Lenin arasında aynı temelde devam etti ve işçi sınıfı ile sosyalizmin bağının koparılması üstünden “sosyal demokrasi” devrimci ve reformcu kanatlar olarak bölündü. Ekim Devrimi; devrimci işçi sınıfı ile doğrudan bağlantılı sosyalizm görüşünün zaferi oldu. Emperyalizm çağının koşullarında; “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” diyen Marksist sosyalizm, Leninizm adını aldı. Ve dünyada ilk sosyalist ülke, aynı zamanda Marksizm’in Leninci yorumunun, işçi sınıfı ile Marksist teorinin kucaklaşmasının zaferinin de eseri olarak kuruldu. Ve işçi sınıfı insan toplumunun gördüğü en büyük devrimi gerçekleştirdi.
Troçkizmle, Lenin ve Stalin’in şahsında sürdürülen çatışma, belki “saf işçicilik” tartışması; işçi sınıfının rolüne Troçki ve Troçkistlerin çok önem vermesi gibi görülürse de; aslında asıl çatışma yine de; sosyalizmle işçi sınıfının tarihsel rolü arasındaki ilişkide işçi sınıfına güvenmemek, sosyalizmin kurulmasını bilinmez bir geleceğe, neredeyse işçilerin ve diğer emekçilerin sosyalist olacağı bir bilinmez geleceğe ertelemekle, işçi sınıfının tarihsel rolünü gerçekleştirecek olgunlukta olduğunu, bunu gerçekleştirmek için mücadeleye atılınması gerektiğini savunan Lenin ve Stalin ile öteki gerçek Marksistler arasındaki tartışmadır.
Ama denebilir ki; Marksist sosyalizm ile bütün diğer emperyalizm çağının geç kalmış sosyalizm görüşleri; Kruşçevcilik, Euro-komünizm, Maoculuk, Kastroculuk, Marigellacılık, Marcusçülük, Kaddaficilik, Gradücülük, Havetmicilik vb. sayısız kendisine Marksist sosyalist, hatta Leninist diyen akımlar arasındaki temel çatışma da işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi; işçi sınıfının sosyalizmi kuracak “maddi” ve “öncülük” bakımından imkânlara sahip olup olmadığı tartışmasıdır.
Denebilir ki, 1960’lı yılların kendisine sosyalist diyen ama tutarlı ve tutarsız anti-emperyalizm arasında salınmaktan, hatta emperyalizme teslimiyetin teorisini kurmakla uğraşan (Kruşçevcilik, Euro-komünizm, Trcçkizm,) bu akımların ortak özelliği; işçi sınıfının artık ezilen ve sömürülen bir sınıf olmaktan çıktığı, dolayısıyla zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olan bir sınıf haline geldiğini savunmalarıdır. Bu yüzden de onlara göre, artık devrimci olan sadece işçi sınıfının ideolojisidir. Dolayısıyla bu ideolojiyi öğrenen küçük burjuva aydınları (Kastrocular, Marigellacılar, bir yanıyla Maocular, kimi Troçkistler, Markusçüler) bu ideolojiyi öğrenerek devrimi yapacak, sosyalizmi benimseyen her sınıftan güçler sosyalizmi kuracaktır. Ancak ondan sonra işçi sınıfı devreye girip, değer yaratan bir güç olarak sosyalizm için örgütlenebilecektir! Köylülüğün asıl devrimci güç olduğunu ilan ederek, işçilerin bile köylüler tarafından eğitileceğini iddia eden Maoculuk, gençliği yeni ve en devrimci sınıf ilan eden CIA teorisyeni Herbert Marcus’nün görüşleri, kır ve şehir gerillacılığını sosyalizmin temeli yapan ve profesyonel grupları sınıfın yerine geçiren çeşitli adlardan görüşler; aralarındaki sert ideolojik çatışmalara karşın aslında aynı kaynaktan; sosyalizmi işçi sınıfı dışındaki güçlerin eseri olarak görme ve sosyalizmle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi koparma fikrinde birleştiler.
İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ VE TEORİ-PRATİK İLİŞKİSİ
Marx öncesi düşünürler, olup biteni kendi bakış açılarından yeniden yorumlamakla yetindiler. Ancak Marksizm’le, durum değişti. Çünkü düşünmek sadece yorumlamak için değil, dünyanın gidişatına müdahale etmek, dünyayı değiştirmek için bir eyleme dönüştü. İnsan düşüncesinin, insanlığın bilgi birikiminin ulaştığı bu yeni aşamada artık eski tarz; dünyayı, olup biteni yorumlamakla yetinen bir felsefe geriyi, gericiliği temsil eder hale düştü. Başka bir söyleyişle; bilimle felsefe, teori ve pratik dolaysız bir ilişki içinde el alınarak, yeni bir bilim ve felsefe anlayışının yolu açıldı.
Marksizm hem bu bilim-felsefe birliğini hem teori ve pratik ilişkisini şahsında toplayan bir doktrin, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olarak şekillendi. Marksizm tarafından “doğrunun ölçüsünün pratik olduğunun ilan edilmesiyle; spekülatif felsefe, birbiriyle uyumlu lafları art arda sıralamayı aşmayan felsefe geleneği de son bulmuş oldu. İnsanlığın, insan düşüncesinin bu ilerlemesi; 2500 yıllık spekülatif felsefe anlayışına, çözülmez denilen “felsefi problemlere” mugalata ve zekice hazırlanmış “söz tuzaklarımdan oluşturulmuş felsefi dizgelerin sonunu getirdi.
Böylece Hegel’de zirvesine ulaşan felsefi idealizm, Feuerbach ve çeşitli Fransız Aydınlanmacı düşünürlerinde temsil edilen kaba materyalizm tarihsel ömrünü tamamlarken; yeni formuna Marx ve Engels’in çabalarıyla ulaşan “yeni felsefe” (geleneksel ölçülerle aslında felsefe olmayan bir felsefeydi) “diyalektik ve tarihsel materyalizm” olarak ifade edildi. Marksist felsefe; tarih anlayışı bakımından da; “işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü” olarak biçimlendi.
Kuşkusuz bir felsefi kuramın, kendisini bir sınıfın “dünya görüşü”, “ideolojisi” olarak ilan etmesi tarihte ilk olan bir şeydi. Ama bundan daha da önemlisi; bir felsefenin, o zamana kadar seçkin aydınların tartışma alanı olarak görülen felsefe alanının cahil bırakılmış, eğitimsizliğin batağına sürüklenmiş bir sınıfa açılmasıydı. Ve bu sınıfın bütün eğitimsizliğine karşın bu felsefeyi hızla özümseyeceğini göstermesi, bu felsefe doğrultusunda bir eylem içine girebilmesiydi. Ve bir felsefe, bir kuram ilk kez işçiler arasında, milyonlarca emekçi arasında okunup tartışılıyordu. “Tanrı sözü” kabul edilen İncil, Kuran gibi dini eserler dışında ilk kez olan bir şeydi bu; milyonlarca yoksul emekçinin bir dünya görüşü etrafında birleşip tartışıp onu örgütlenmesinin bir platformu olarak görmesi
Yani, ezilenler, işçi yığınları tarihte ilk kez; bilimsel temellere dayanan bir kuramın yol göstericiliğinde kendi dünyalarını kurmak üzere harekete geçiyorlardı. Böyle bir rol, daha önce, hiçbir felsefi akım, hiçbir kuram tarafından oynanmamıştı.
Burjuvazinin Marksizm’e karşı düşmanlığı, bu dünya görüşüne karşı, top, tank, savaş gemileri ve savaş uçaklarını da kapsayan askeri savaşlara varan bir mücadele açmasının nedeni de: Marksizm’in isçi sınıfı ve onun tarihsel rolü ile ilgili tespitleri ve elbette kapitalizme karşı mücadelede oynadığı bu rolle ilgiliydi
Elbette tarih boyunca egemen sınıflar, kendi suni çıkarlarıyla bağdaşmayan düşüncelere karşı savaşmışlardır. Ama bu savaşlar ya egemen düşünce karşısında olanların yasaklanması, bu düşünce, sahiplerinin cezalandırılması (işkence edilmesi, yakılması) muhalif düşünce yandaşlarının toplum dışı ilan edilmesi gibi yöntemlerle olmuştur. Marksizm’le birlikte ilk kez; devletler kendi aralarında paktlar kurup, o fikri ortadan kaldırmak amacıyla çok yönlü askeri harekâtlara girişmiş, dünyanın en büyük ordularını, en yıkıcı silahlarını bu fikri ortadan kaldırmak için kullanmışlardır.
Çünkü Marksizm’e kadar hiçbir felsefi sistem, yığınları harekete geçirmede olduğu kadar yığınların eylemiyle düşünce, teori ile pratik arasında böyle dolaysız bağlar kurmamıştır. Çünkü Marksizm’in temeli, işçi sınıfının dünyayı değiştirme yeteneği; bu değiştirme eyleminin gelişmesiyle bağlantılı bir kuram; sözcüğün gerçek anlamıyla bir devrim kuramıydı. Hu nedenle Marksizm, kendisinden önceki kuramlardan farklı olarak “olmuş bitmiş” ölü bir pratiğin teorisi değil, işçi sınıfının her yeni atılımıyla, insanlığın belileri adımıyla yeniden kurulup, yeniden canlanan bir kuram olarak; hep yeni olmayı, yeni kalmayı başaran bir düşünsel dizgeydi.
Bu nedenle de, sınıfın yabancı olduğu sınıflar mücadelesinin çeşitli yanlarında sınıfa yol gösteren teorinin, çözümsüzlüğe düştüğü her noktada işçilerin yığınsal gücü devreye girmiş, teorinin çözümleyemediğini çözümleyerek, teori için kendisini yenilemenin ve zenginleştirmenin imkânını yaratmıştır. İşçi sınıfının tarihsel rolü göz önüne alındığında; onun sınıf mücadelesindeki tutumuyla, mücadelenin ilerlemesi arasında doğrudan bir bağlantı vardır: örneğin ekonomik mücadele alanı olarak tanımlanabilecek sendikal mücadelede; taslaklar hazırlanır, TİS görüşmeleri, sendikacılar, işçi temsilcileri ile patron temsilcileri arasında “masa başında” sürer. Ama işçi sınıfının gücü (üretimi durduran, yerine göre gösteri ve direnişler yaparak burjuva kamuoyunda hoşnutsuzluklar yaratan, daha da ileri giderek genel direniş ve grevlerle tüm sermayeyi tehdit eden gücü) ortaya konmadan TİS görüşmelerinden sonuç alınmayacağı ortadadır.
Bu güç bazen grevler, direnişler gibi çok somut bir biçimde ortaya çıkar ve iki taraf direnme güçlerini sonuna kadar sınar. Ya da; işçiler kararlı ve patronlar da yeterince sıkışıksa, güç somut olarak ortaya çıkmadan da (sadece bir tehdit olarak var olmasıyla) sonuçlanabilir. Ama her halükârda; ekonomik mücadelede yolu açan işçilerin potansiyel ya da gerçekleşmiş olarak TİS alanına yansıyan gücüdür.
Sadece ekonomi alanında değil siyaset alanında da işçiler kendi birleşmiş güçlerini, müttefiki diğer emekçi sınıfların güçlerini politika alanında hissettirmeden parlamentodan, hükümetten çeşitli taleplerde bulunsalar da; bundan pek bir şey elde edemezler. Burjuva düzen partileri ve sistemle uzlaşma içindeki “sosyalist”, “sosyal demokrat” partiler de işçi sınıfının, emekçilerin yığınsal güçlerini politika dışına itmek için “vaatlerle işçi karşısına çıkarlar. İşçilerin doğrudan ve kendi partisi çizgisinde politikaya çekilmesi yerine; diğer partilerin işçilerin desteğini alıp iktidara gelmesini, vaatlerini yerine getirmeleri arzında bir siyaseti benimserler. Bu, bugün Türkiye’de EMEP’le diğer “sosyalist” partiler arasındaki farkı da ifade etmektedir. İşçiler politikaya kendi taleplerinin sahipleri ve savunucuları olarak, mümkün olan bütün yığınsallıkları ve müttefiki emekçileri de politika alanına çekerek mi ver alacakları, yoksa kimi partilerin programlarında işçilere yönelik vaatlere bakıp, o partinin iktidara gelerek bu vaatleri gerçekleşmesini bekleyen politika tarzını mı benimseyecekler? Aslında bu iki ayrı politika tarzıdır ve işçi yığınlarını, emekçilerin talepleri uğruna politika yapmaya çekmeyen bir tarz; yığınları politika dışında tutmayı başlıca amaç edinen burjuva politikasının bir versiyonu olmayı aşamaz. Elbette ki, EMEP burada, sınıfın kendi talepleri uğruna bir mücadeleye atılmasını, bu çizginin kendi partisinin mücadele çizgisi olmasını istemekte, sınıf içindeki çalışmasını, örgütsel biçimini, yığınlar içindeki her tür eylemini bu temele göre yönlendirmektedir. Programı ve yayın organlarındaki dilde bile diğer “sosyalist” parti ve çevrelerle bu noktadan ayrışmakta; programını bir vaatler toplamı değil; talepler ve bu talepler uğruna mücadelenin örgütlenip ilerletilmesine temel olan bir metin olarak hazırlamış bulunmaktadır. Yani; sınıf partisi, sınıfın taleplerini ne kadar başarılı formüle edip bunları çeşitli siyasi platformlarda ne kadar başarılı bir biçimde savunursa savunsun; işçi ve emekçi yığınların gücü devreye girmeden, onların demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde ağırlığı ortaya konulup burjuvazinin güçlerini bulundukları mevzilerden geri püskürtmeden siyasal alanda emek lehine yeni gelişmelerin olması, demokratikleşmede ciddi mevziler kazanılması ya da sınıfın kimi siyasal taleplerinin gerçekleşmesi beklenir bir şey değildir. Bugüne kadar da işçilerin demokrasiye ilişkin pek çok talebi, burjuva siyaset odakları tarafından da “haklı” ve “meşru” görünmesine karşın bu konularda bir adım atılmaması, atılıyor gibi yapıldığında da ikinci adımın geriye doğru atılması, bunun, yığınların gücünün devreye girmeden demokrasi mücadelesinde adım atılamayacağının çok açık bir göstergesidir.
Burjuva, küçük burjuva akımların anlayışlarına göre, sınıflar mücadelesinin pratiği ile ilişkisi en dolaylı olarak görülen “ideolojik mücadele” alanında bile yığınların gücü; onların eskiyeni, geriyi kahreden gücü devreye girmeden teoride de ciddi atılımların olmayacağı, Marksizm’in bir diğer saptaması; kendisini diğer dünya görüşleri ve felsefi odaklardan ayıran temel bir yönüdür.
Elbette Marksizm’i savunan aydınlar, bilim adamları, sınıf partisi; burjuva, gerici dünya görüşlerine karşı entelektüel alanda bir mücadeleyi, onların görüşlerinin tutarsızlığını ve bilimin, toplumsal gelişmelerin karşısında gerici pozisyonunu, her aracı kullanarak açıklamaya hiç ara vermeksizin devam ederler. Ama mantıksal bakımdan ne kadar parlak savunular yapılırsa yapılsın, Marksistler bilirler ki; sermaye ile ideolojik alanda mücadele; kendi başına, burjuva dünya görüşünü bulunduğu alanlardan püskürtmek, Marksist materyalist bir dünya görüşünün bilim, sanat, kültür ve sosyal alanda etkin bir pozisyona gelmesi için yetmez. Ancak, işçiler de; “Bundan böyle herkes, dünyaya işçi sınıfının bakış açısından bakacaktır” diye eyleme geçmeyeceğine göre, demek ki; ideolojik alandaki mücadelenin başarısı yığınlar kendi güçlerini başka alanlarda ortaya koyduklarında gerçekleşecektir.
Bugüne kadar, sınıflar mücadelesinin deneyimleri, ideolojik alanda sınıfın dünya görüşünün etkin bir pozisyon kazanması için, sınıfın ekonomik ve siyaset alanında ağırlığını koyması, geniş yığınları kendi siyaseti etrafında toparlamada ciddi adımlar atması gerektiğini göstermiştir. Nitekim 20. yüzyıl boyunca; Ekim Devrimi sonrasında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçi sınıfının dünya görüşünün burjuva fikir ve sanat dünyasına damga vurmasının arkasında; Ekim Devrimi’nin halklar ve dünya işçi sınıfı üstünde yarattığı etki ile İkinci Dünya Savaşı’nda, SB’nin faşizmin yenilmesindeki öncü rolü ve savaş sonrası dünyasında bütün ezilen halklar için anti-emperyalist mücadelede sosyalizmin ve SB’nin bir kurtuluş dayanağı olarak görülmesi vardır.
Nitekim tarih boyunca; bütün ciddi görüşler; toplumsal gelişme, toplumsal ilerlemelerle başa baş bir seyir izlemiştir. Marx ve Engels, işçi sınıfını, kapitalizmi incelemiş; bu bilimsel çözümlemelerden işçi sınıfının tarihsel rolünü çıkararak onu, yeni toplumu, sosyalizmi kurmaya yetenekli tek güç olarak ilan etmiştir. Sonraki yıllarda da işçi sınıfının mücadelesi Marksizm’in bu öngörülerini doğrularken, aynı zamanda da sınıf attığı adımlarla Marksizm’in kendisini temellendirmesinde yeni imkânlar sunmuş, teorinin pratikte doğrulanması imkânını tanımıştır. Ve Marksizm’in kurucuları Marx ve Engels ile onların izleyicileri, Lenin, Stalin, Enver Hoca gibi Marksizm’in büyük teorici ve pratikçileri toplumsal hareketin her önemli aşamasında Marksizm’in kendisini yenilemesi, yeniden yorumlanması ihtiyacına özel bir dikkat çekmişlerdir. Çünkü Marksizm; bir dahi düşünür ya da düşünürlerin kafalarında oluşmuş, mantıksal çelişkileri giderilmiş bir formülasyonlar toplamı değil; işçi sınıfının mücadelesinin deneyimlerinin, bilimin imbiğinden geçirilmiş sentezidir.
Bu yüzdendir ki; eğer işçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca, özellikle onun ikinci yarısındaki (1848 Devrimleri ve 1871 Paris Komünü) işçi sınıfı mücadeleleri olmasaydı Marksizm diye, 150 yıldır; işçi sınıfı mücadelesine kılavuzluk eden; kapitalizme karşı mücadelede olmazsa olmaz bir dünya görüşünden söz edilemezdi. Ya da, 20. yüzyılın başındaki mücadeleler ile Ekim Devrimi olmasaydı; bir Leninizm’den söz etmek mümkün olmazdı. Ve elbette; sosyalist teori böylesi mücadelelerin deneyimiyle ete kemiğe büründürülmüş olmasaydı; Marx, Engels, Lenin ve diğer Marksizm öğretmenlerinin eserlerinin böylesi gerçekçi, milyonlarca işçi için yol gösterici, halklar için emperyalist sömürü ve vahşete karşı mücadelede bir kılavuz olması mümkün olmazdı.
Başka bir söyleyişle; Marksizm’de teori ve pratik arasındaki ilişki iki yönlüdür. Teori; işçi sınıfının ve önceki ezilen sınıfların mücadele pratiklerinin derslerinin bir sentezidir ve sınıfın pratiğine yol gösterir; ama teorinin tıkandığı her yeni aşamada işçi sınıfının “kaba gücü”, eylemi; bu tıkanmışlıkları aşan, teorinin eksikliklerini tamamlayan, eskiyen yönlerini dışlayan ama onu aynı zamanda yenileyerek daha güçlü, daha parlak bir yol gösterici haline getiren bir rol oynar. Yani yığınların eskiyi, geride kalanı yıkıcı gücü, aynı zamanda yapıcı, yaratıcı, yenileyici bir rol oynar. Bu güç, sadece eski toplumu yıkıp yeniyi kurmanın değil aynı zamanda estetik fikirleri yıkıp yeni fikirleri egemen kılmanın da tek gerçek dayanağıdır. Ve Marksizm, son tahlilde işçi sınıfının kaba ama bütün değerleri yaratan gücünün, sermayeye ve onun dünyasına karşı yönlendirilmesinin dünya görüşü, bilimsel öğretisidir.
SOSYALİZM VE YENİ DÜNYA DÜZENİ
Bu dönem boyunca, Enver Hoca ve diğer gerçek Marksist-Leninistlerin bu revizyonist-reformcu mihraklarla çatışmalarının ana noktası da bu oldu. Ve Marksistlerle çeşitli türden revizyonist ve reformcu odaklar arasındaki çatışma, bazen şu bazen bu konudan başlasa da, sonunda hep aynı noktaya taşındı; sosyalizm işçi sınıfı tarafından kurulacak bir sosyal sistem midir, yoksa, sınıfsal karakteri olamayan, şu veya bu konjonktürel durumla bağlantılı olarak oluşmuş sosyalizmi benimseyen güçlerin gerçekleştireceği bir devrimci toplum biçimi midir? Aslında; ’60’lı yıllarda ve 70’li yılların başında yüksek perdeden yürütülen bu tartışmalar; Yeni Dünya Düzeni’nin ilanına kadar gelen süreçte uluslararası kapitalizmle birleşip; kapitalistlerin de sosyalizmi kurabileceklerini iddia edebilecekleri bir ideolojik ortamı oluşturdular. Eğer, sürekli çözülen küçük burjuva tabakalar, orta sınıf aydınları, kapitalist toplumun yok olmaya mahkûm kategorisi, köylülük, sosyalizmi kuruyorsa; onların sosyalist dediği toplumu burjuvazi niçin kurmasındı! Üstelik burjuvazi, kapitalist toplumda devlet dâhil her şeyin sahibi, elinde her olanağı bulunduran bir sınıf olarak adil, barış içinde, demokrasinin dünyanın her yerinde geçerli olduğu bir yeni dünya düzenini neden kurmasın! Sonunda barış içinde bir dünya kapitalistler için de daha iyidir ve onlar da her şeyin barış içinde olmasını isterler. Tabii, sosyalizmde bu kadarla yetinmeyenler şu veya bu topluluğun istek ve bilinciyle belirlenen toplumsal düzeni daha da ileri götürmek için makinelerin gelişmesine bel bağlayıp, gelişen teknolojinin sömürüyü de ortadan kaldırıp, makinelerin üretip, insanların tükettiği bir ütopik toplum tasarlayarak bunu da, kapitalist sınıfa mal ettiler. Böylece artık üreteci güçler içinde asıl değer üretenin “emek değil, sermaye”, olmadı, “bilgi” olduğunu iddia ederek, “yeni sosyalizm kuramları” geliştirdiler.
İşte bugün de; gerçek sosyalistler, Marksistlerle her türden burjuva ideologu, eski Marksist, sosyal demokratlar, liberaller, “üçüncü yolcular”, emperyalist ideologlar arasında tartışmanın ana noktası, Marx ve Engels’in ütopik sosyalistlerle olan hesaplaşması üstünden yürümektedir: İşçi sınıfı ile sosyalizmin arasında doğrudan bir bağlantı var mıdır; yoksa, sosyalizm sosyalistlerin bir araya gelip kurabilecekleri, sınıf içeriği olmayan bir toplum biçimi midir? Yeni Dünya Düzencileri, emperyalizmin ideologları, sosyalizmi yenilgiye uğratmış ve eski sosyalist saflarda büyük gedikler açmış olmanın verdiği güvenle, sosyalizmin adını ağızlarına almadan; ama sosyalizmin şahsında temsil edilen; barış içinde, kardeşliğin, demokrasinin, refahın paylaşılmasının, adaletli bir toplum oluşturmanın ilkelerini kendi ilkeleri olarak ilan ettiler. Böyle sosyalizmi çağrıştıran ve insanlığın her toplumsal aşamada özlemini duyduğu şeyleri; kapitalizmi geliştirerek, onu daha da güçlendirerek başaracaklarını ilan ettiler. Yani hem kapitalizm gelişecek, onun önündeki engeller ortadan kaldırılıp kapitalist rekabetin, kâr hırsının zincirleri çözülecek hem de barış içinde, adaletin ve refahın yaygınlaştığı, demokrasinin dünyanın her köşesinde boy verdiği bir düzen kurulacaktı!
Eski Marksist-sosyalistlerin önemli bir bölümü de, emperyalizmin ideologlarının bu saçma fikirlerine teorik dayanaklar üretmek için; 2. Enternasyonalcilerin, Kautskycilerin, sosyal demokratların, Euro-komünistlerin ve her türden reformcu ve revizyonistin bilim ve Marksizm dışı görüşlerini toplayıp ondan yeni silahlar imal etmeye koyuldular. Böylece kendilerini Yeni Dünya Düzeni için vazgeçilmez hizmetkârlar olarak da pazarlayıp; burjuva propaganda mekanizmasının sinir merkezlerinde sorumlu görevlere getirildiler.
Bunlar kuşkusuz; aralarında çeşitli ve birbiriyle mücadele içinde görünüyor olsalar da Marksizm’e saldırmakta tam bir fikir birliğindeler. Ayrıldıkları nokta, ise bazılarının hâlâ, sosyalizm iddiasında bulunması ve kafalarındaki sosyalizme, kapitalizmin daha geliştirilmesine destek verilmesi; emperyalizmin dünya egemenliği politikalarına yardım edilerek emperyalizmin hegemonyasında barış içinde, bütünleşmiş, “küreselleşmiş” bir dünyanın yavaş yavaş sosyalizmi kuracağı fikrinde ısrar etmesidir. Ancak bu fikirleri savunanlar da kendi aralarında bölünmekte; bir bölümü bunları açıkça, kapitalizme övgüler yağdırarak yaparken bir diğer bölümü ise, örneğin “Sermayenin küreselleşmesi yetmez, emek de küreselleşsin” diyerek; AB gibi emperyalist paktların ve bu paktta yer alanların “kriterlerinin yaygınlaşmasının dünyada demokrasinin gelişeceği, dolayısıyla sosyalizmin gelişmesi için ortamın olgunlaşacağı gibi tezler geliştirerek emekçi sınıflara ihaneti sürdürmektedirler.
Hiç kuşkusuz düzenin gerçek sahiplerinin bugün belirledikleri emperyalist “konsept”, bu çeşitli türden sosyalizm görüşlerini, sistemin bir “zenginliği”, yerine göre “mozaiği” olarak görüp desteklemektedir. Dolayısıyla bu yukarıdan destek; kendilerini sosyalist, Marksist ilan eden bu çevrelerin fikirleri, “eserleri”nin yayılması desteklenmektedir.
Örneğin yakın bir zamana kadar; sosyalizmi “ahlak düşüklüğü”, “Rus casusluğu”, “sabotajcılık”la eşdeğer görüp kovuşturan, yasal olarak yapamadığını fiilen yapan kapitalist ülkelerde son yıllarda “sosyalizm” ve “komünizme” daha toleranslı oldukları, bunu da demokrasinin gelişmesi, demokratik standartların yükselmesi olarak gösterdikleri bir gerçektir.
Uluslararası yayın yapan pek çok dergi ve gazete ile TV kanallarının başında, kendisine sosyalist diyen kişiler önemli mevkileri kaptılar ve kimi zaman sosyalizme duydukları büyük öfkeyi de belli ederek, ama çoğu zaman sureti haktan görünerek sosyalizmi karalamanın, nasıl yok edildiğinin ya da nasıl bir “marangoz hatası olarak” yayıldığını tartışan programlar yapmakta, her günkü propagandaları içinde sosyalizme saldırmayı bir “meslek adabı” olarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Hâlâ sosyalizmde ısrar edenler için de; sınıf içeriğinden arındırılmış, sadece “sosyalistlerin” ilgi duyacağı bir sosyalizmi de propaganda etmek bu anti-sosyalist odaklar için, en az sosyalizmi karalama faaliyeti kadar önemli görülmektedir. Ve bu eski sosyalistlerin kastının önemli bir bölümünün en önemli işlevini de bu alanda, Marksist sosyalizm dışı, “Sosyalistim” diyen kişiye göre değişen ama asla işçi sınıfıyla bağı olmayan bir sosyalizm anlayışının propagandası olduğu, bunun gerçek sosyalizme karşı mücadelede kullanılan en sinsi saldırılardan birisi olduğu dönemin en açık gerçeklerinden birisidir.
Türkiye’de de durum çok farklı değildir. Sermayenin propaganda merkezleri bir yandan cepheden sosyalizm düşmanlığı, “Sosyalizm ebediyen yenildi” propagandası yaparken, öte yandan işçi sınıfıyla bağlantısız bir sosyalizm için övgüler yazmak, bu konuda tartışmalar açmak, partiler kurmak, hele Marksizm’e, Leninizm’e, Stalin’e saldırılarak “reel olmayan” sosyalizm türlerinden birisi savunuluyorsa bu aynı zamanda övgüye ve desteğe de mazhar olmaktadır. Örneğin son birkaç ayda Cumhuriyet, Milliyet, Radikal gibi gazetelerde bu türden tartışmalara, makalelere sıkça rastlanmaktadır. Hele Cumhuriyet gazetesi, İshak Alaton’dan Tony Blair’e, çeşitli, sol ve sosyalist partilerin liderlerinden ’68’li namıyla ortada dolaşan 30 yıl öncesinin “sosyalistlerine” kadar her çevreden ve her ülkeden “sosyalistlerin” fikirlerine günlerce yer vermiştir. Ya da seçimler döneminde Doğan grubu gibi anti-komünizmin en önemli mihrakının ÖDP’yi destekleyen bir tutum alması, anti-komünizmde en önde giden gazetelerin ÖDP’ye toleranslı davranması, onu övmek için fırsat kaçırmaması, İP’in çeşitli burjuva mihraklarca desteklenmesi, çeşitli küçük burjuva sosyalizmi anlayışlarının propagandası; burjuvazinin sorunu nasıl bir “uyanıklıkla” ele aldığını apaçık göstermektedir.
Aslında habercilikle, ya da nesnel bir tanıtımla bir ilgisi olmayan bu türden yayınların burjuva sosyalizm türlerine verdiği desteğin anlamının daha açık anlaşılması için madalyonun öteki yüzüne de bakmak gerekir: Emek mücadelesine bu yayınların nasıl baktığına, ne kadar yer verdiğine. Son on yıldır basının, sadece Türkiye’de değil, o nesnel haberciliği ile çok övünülen BBC, NBC, CNN; Reuters, Le Monde gibi yayınlar da dâhil, burjuvazinin uluslararası yayın yapan yayın organları; emek mücadelesi ile onunla ilgili gelişmelerde bir “haber değeri” görmemektedir. Burada “emek mücadelesinden kasıt işçilerin, emekçilerin gündelik yaşamlarının çeşitli yönlerinin haber yapılması gibi “rutin” haberleri de kastetmiyoruz. Örneği, çok sayıda işçinin, emekçinin grev ve direnişleri, bazen yüz binlerce işçinin eylemleri bu basın ve yayın organlarında ya hiç görülmemekte ya da birkaç satırlık kısa haber olarak görülmektedir. Bu tür emekçi eylemleri, kendi içindeki bölünmelerden doğan sorunlarla da polis ve jandarma ile çatışmalar gibi, kamuoyuna yanlış mesajlar ileten ve çoğunluğun bu eylemlere karşı tepki duyacakları yönleriyle gündeme getirilmektedir. Bu yüzden de işçiler çoğu zaman alanlara çıktıklarında; sadece patronları ve hükümeti değil, basını da lanetlemekte, gazeteleri yakmakta, TV muhabirlerini protesto etmek ihtiyacı duymaktadırlar.
Kuşkusuz ki; emeğe ve emek mücadelesine karşı tutum, emek mücadelesine konulan ambargo basın ve TV kuruluşlarının programcıları ya da muhabirlerinin icat ettiği ve uyguladığı bir tutum değil; emperyalist stratejistlerin belirlediği “konseptle” doğrudan bağlantılı bir tutumdur. Ve bu tutumun temelinde; emeğin değer yaratmadığı, değer yaratıcı olan şeyin “sermaye” ve “bilgi” olduğu, dolayısıyla grevlerin, direnişlerin, işçilerin, emekçilerin hak ve özgürlük mücadelelerinin meşru olmadığı tezlerinin sermayenin en örgütlü olduğu alan olan medyada ifade bulması vardır. Elbette bu tutum sadece medyada değil, başka türden bir görünüm altında düzen politikacılarının şahsında ortaya çıkmakta; örneğin 10–20 yıl önce şiirlerini okuyana 7,5–15 yıl hapis cezası reva görülen Nâzım Hikmet’in şiirleri Türkeş, Kazan gibi en gerici politikacıların dilindedir. Düzenin ideologları ve propagandacıları bu tutumu, “demokrasinin yeni normlarının yüksekliğinin ifadesi olarak propaganda etmektedir. Böylece düzen politikacılarının Nâzım şiirleri okuması, Lenin’den alıntılarla konuşmalarını süslemeleri; ilerici, demokratik kesimler arasında bir kez daha bölünme yaratma, düzen ve onun demokrasi anlayışı konusunda hayaller yayılmasının vesilesi olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’de, son yıllarda yüz binlerce işçinin sokağa çıkmasının burjuva medyasında ciddi bir yer tutmamasının, kimi çok satan basın organlarında on binlerce işçinin 1 Mayıs eylemlerinin üçüncü sınıf bir mankenin sevgilisiyle bilmem hangi barda ettiği kavgadan daha az yer tutmasının nedeni, 1 Mayıs’ın insanları artık ilgilendirmemesinden değil, sermayenin emeğe ve emek mücadelesine karşı olan tutumundan, onu “sessizlikle boğmak” amacıyla uyguladığı taktikten dolayıdır. Ya da; TİSK’in sendikacıların deyimiyle “işçi babası” olarak tanımlanan Genel Başkanı Refik Baydur; “dostu” olan Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral ve Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu önünde; TİS sürecinde ortaya çıkan grevlerin “haksız” ve “ideolojik” olduğunu, iddia edebiliyor ve hükümetin grevleri yasaklamasını bile az bularak “grevcilere karşı daha sert davranılmasını” istiyorsa, IMF Türkiye Masası Sorumlusu olan kişi, patron örgütlerini gezip “İşçiye zam yapmayın” diyebiliyorsa, bu sistemin sahiplerinin emeği ve emek mücadelesini “gayri meşru” ilan etmeye heveslendiğinin, bu yolda da hayli mesafe kaydettiğinin ifadesidir.
Yani, yerine göre “sosyalizm” üstüne tartışmaları teşvik eden, sınıfsız sosyalizm savunucularına destek sunan ve burada kendisine “demokrat” payesi çıkaran sermaye emek ve emek mücadelesi karşısında tam bir “görmedim”, “duymadım”, “bilmiyorum” tavrına bürünmektedir. Gelişmeleri görmek zorunda kaldığında ise onu, kriminal (adi suçlu) bir vaka, terörist, bölücü gibi “konseptin karalama kalıplarına” oturtan bir form içinde sunmaktadır.
Bir başka söyleyişle 10–20 yıl öncesinde sermaye ve emperyalist mihraklar; işçi hakları mücadelesine hoşgörüyle bakarken sosyalizmi kötülüyor, gayri meşru bir sistem olarak tanımlayıp karalıyor ya da adını hiç anmıyordu. Şimdi ise, emek ve emek mücadelesi böyle bir kategoride bulunmaktadır.
Dolayısıyla 10–20 yıl önce; sosyalizmle işçi sınıfının, emek mücadelesinin birleştirilmesinde sorun işçi yığınlarına sosyalist fikirleri taşımak için sosyalizme fiili bir meşruiyet kazandırmaktı. Bugün ise, sorun emek güçlerinin birleştirilip sosyalizmi yeniden ayakları üstüne oturtacak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin önündeki engelleri temizlemek; bu mücadelenin toplumsal meşruiyetine yönelik saldırıları püskürtmektir.
EMEP’in kuruluşundan beri; EMEP ile çeşitli türden “sosyalist” partiler arasındaki önemli çatışma noktalarından birisi de budur. Onlar; sınıflar üstü ya da sınıflar dışı bir sosyalizm fikrinin daha çok tekrarlanmasıyla sosyalizmin yayılıp, geniş kesimlerde itibar bulacağını savunurken; EMEP, emek mücadelesi, işçi ve emekçi talepleri etrafında işçi sınıfının ve onun etrafında tüm emekçi halkın birleşeceği bir mücadele hattının hayata geçirilmesini savunmaktadır. Dolayısıyla bu mücadele hattı; sosyalizmi yeniden ayakları üstüne oturtacak güçlerin hareketlenmesinin hattıdır. Bu hareketlenme elbette emekçi hakları, demokrasi ve bağımsızlık talepleri etrafında bir mücadele olarak ilerlemesi; bu mücadele içinde gerçek bir sosyalizm propagandasıyla sınıfın, emekçilerin ileri kesimlerinin sosyalizme kazanılmasının dayanağı olacaktır.
İP, SİP, ÖDP gibi “sosyalist” olduklarını iddia eden partiler ise; işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesinden bağımsız, onların hareketlenmesiyle doğrudan ilgisi olmayan sosyalizm anlayışlarına uygun olarak, “sosyalizm” sözcüğünü “her derde deva” olarak göstererek, sosyalizm propagandası yaptıklarını iddia etmektedirler. Ama aslında, emek mücadelesinden, işçi sınıfından ayrı ele alınmış bir sosyalizm mücadelesinin, uluslararası sermayenin “küreselleşme konsepti”yle çok uyumlu bir yaklaşım olduğu yukardan beri söylenen çerçevesinde de açıkça görülmektedir. Bu partilerin de sosyalizmi ele alışlarının, emek mücadelesini, işçi ve emekçi sınıflarının mücadelesi karşısındaki küçümseyici tavırlarının bu konseptle pek uyuştuğu yine dönemin saklanamaz olgularından birisidir.
KÜRESELLEŞME ÜTOPYASI VE EMPERYALİZMİN DÜNYA HEGEMONYASI MÜCADELESİ
‘Globalizm’in Türkçe karşılığı olarak kullanılan “küreselleşme” kavramı, yeni ve her derde deva bir kavram olarak sunuldu. Emperyalizmin her soydan ideologları ve propagandacıları; dünyanın küreselleştiğini, dolayısıyla sömürü, üretim, değer, devrim, yurtseverlik, sömürgecilik hatta kapitalizm, sosyalizm gibi son birkaç yüzyıldır toplumsal gelişme içinde son derece önemli rol oynamış kavramların içeriklerinin tamamen değiştiğini; hatta “tarihin sonu”na gelindiğini iddia etmektedirler. Bu yaklaşımla teknolojideki her yeni gelişme, “yeni” ve “tarihte görülmemiş” bir devrim olarak sunulmakta, “küreselleşme” önüne geçilmez bir gelişme, ilerleme olarak propaganda edilip, sistemin kavramlar hiyerarşisinin en tepesine oturtulmakta, “küreselleşme”ye karşı çıkanlar “gerici”, “statükocu” olarak ilan edilmektedir.
Üstelik bu propagandayı yürütenler, sadece kapitalist propaganda merkezleri de değildir. Tersine, çeşitli vesilelerle, yukarıda da belirtildiği gibi, saf kapitalist propaganda merkezleri, daha sureti haktan bir çizgiye çekilip, eski Marksist çevrelerin bu alanda icrai sanat etmesine, sermayenin koçbaşı olarak rol oynamalarına yardımcı olmaktadırlar. Emperyalist propaganda çevrelerinin bu alanda yürüttükleri kampanya öylesine baskın bir biçimde sürdürülmektedir ki, sol çevrelerin önemli bir kesimi; “Küreselleşme kaçınılmaz ve mademki sermaye küreselleşerek dünya hegemonyasını yenilemek ve pekiştirmek istiyor öyleyse ona karşı mücadele edecek olan emek de küreselleşmelidir. Eğer sermaye emeğin küreselleşmesine izin verirse, küreselleşme emekçiler için de iyi olabilir” demektedirler. Dahası; bu çevreler, küreselleşmenin önlenemeyeceğine inandırıldıkları için, “Mademki engelleyemiyoruz, bari faydalanalım” formülünü benimsemektedirler.
Elbette ki, böylesi pespaye bir pragmatizmin sınıflar mücadelesiyle, Marksist devrim anlayışıyla, sınıflar mücadelesinin deneyimleriyle, işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolüyle bir ilişkisi olamaz. Bu ancak kahve politikacılarının, burjuva düzen partilerinin kırıntısıyla geçinmeyi emek yanlısı politika sayan çevrelerin tutumu olabilir. Sermayenin “küreselleşme” politikaları karşısında bu teslimiyetçi çizgiyi eleştiren Prof. İzzettin Önder; bu çevreleri sadece küreselleşme taraftarlığı ile değil, “onların söyledikleri gibi küreselleşmenin engellenmesinin mümkün olmadığı doğru bile olsa” deyip bu çevrelerin tutumunu, kanser hastasını tedavi etmeye çalışan hekimin ahlaki tutumuyla karşılaştırıp; “Kanserli hasta nasıl olsa ölecek, öyleyse tedavi gereksizdir” diye hastayı tedavi etmekten vazgeçmesiyle karşılaştırarak, bu tutumu “ahlaki” bakımdan da kabul edilmez gördüğünü her platformda yeniden yeniden ifade etmektedir. Ülkemizde ÖDP; bu tarz politikanın ve bu tarz bir küreselleşme yanlılığının temsilcisi olarak öne çıkmakta, “emek de küreselleşsin” görüşünü savunarak; hem bu çerçevede uluslararası sermayeye karşı mücadele edeceğini söylemekte, hem de AB içinde işçilerin de birleşerek bir güç olacağını öne sürerek AB’ye Türkiye’nin girişinin hoş görülebileceği bir yaklaşım sergilemektedir.
Aslında bu yaklaşımın ÖDP’nin orijinal görüşü olmadığı gelişmeleri az çok izleyenler için bilinmez bir şey değildir. Çünkü bu görüş, ^aslında uluslararası planda savunulan, kimi eski Marksist “yeni sol”, Troçkizmin çeşitli versiyonu kimi fraksiyonlar ile çeşitli sınıf işbirlikçisi sendikal merkezlerin, sosyal demokrat çevrelere kadar uzanan, emek yanlısı görünmeyi hâlâ ticari bulan ama sermayeyle esas sorunlarda uzlaşmış siyasi çevrelerin görüşüdür.
Kapitalizmin nimetlerinden yararlandığı için onunla tam uyum içindeki orta sınıflardan başlayarak, kapitalizmin dışlayıp sokağa fırlattığı kent yoksularına (işsizler, evsizler, sınıf dışı, yarı proleter, lümpen kitleler vs.) uzanan bu “Emek de küreselleşsin” iddiasında dile getirilen “küreselleşme karşıtı” görünümlü tutum; bir yanıyla da son aylarda; “Küresel saldırıya karşı küresel direniş” gibi şiirsel ve romantik bir sloganla hareket etmektedirler. İşçi sınıfının uluslararası karakterini de öne sürerek, küreselleşmeye cepheden karşı çıkışları “milliyetçilik” olarak da niteleyip kendisine teorik zemin oluşturduğunu düşünen bu çevreler; gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sınıf dışı, yoksul, dışlanmış kimi kesimlerin kapitalizme karşı “kör öfkeleri” üstünde de militan bir görünüm sergilemeye yönelmişlerdir.” Otonom”, “evsiz”, “anarşist” gibi önadları da olan bu çevrelerin, lümpen kesimlerin kapitalizme öfkesinin, tepkisini ve orta sınıf kökenli; işçi sınıfıyla bağlantılı olmayan bir sosyalizm ve kapitalizm karşıtlığı anlayışı ile birleştirme politikası olarak biçimlenen bu politikalar, “radikal görünümlü”, “protestocu” (1 Mayıs’ta gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kimi kırıp dökme eylemleri ve WTO ve IMF’ye karşı gösterilere katılanların bir bölümünü bu çevreler oluşturmuştur) ama istikrarsız ve ciddi güç biriktirme imkânlarından yoksun bir karakter taşımaktadır.
Kuşkusuz ki; “küreselleşme” gibi, uluslararası sermayenin, emeğe, dünya emekçilerine karşı topyekûn saldırısı karşısında; bu istikrarsız çevrelerin “öfke tepkileri” ile orta sınıfların büyük sermayeyle uzlaşmak üzere oluşturduğu “Engelleyemiyorsak yararlanalım” formülünün bileşkesi olarak öne sürülen “Küresel saldırıya karşı küresel direniş” formülasyonunun içeriği, slogandaki romantizme karşın mücadelenin gerçekleriyle uyuşan, ilerlemesi için dayanak olan değil, onun yolunu karartan, onun yerine kendisini geçirmeyi amaçlayan, işçi sınıfı mücadelesinin kendi hedeflerinde yürüme imkânlarını daraltan bir platform olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Hiç kuşkusuz ki; kent yoksullarının tepkisi, işçi sınıfı merkezli bir mücadelenin unsuru olmaya son derece yatkın ve ancak onun tarafından disipline edildiği ölçüde de kapitalizmin dünya hegemonyasına karşı mücadelede bir mücadele odağı olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden kent yoksullarının tepkisinin doğruluğu ya da yanlışlığının tartışmanın yeri burası olmadığı gibi onların tepkilerinin haklılığı da su götürmezdir. Burada bu hareketin konuyla ilgili yanı, kapitalizmin dışladığı bu kesimlerin öfkesinin orta sınıf sosyalisti çevreler tarafından sermayeyle uzlaşmalarının dayanağı yapılması, bu amaçla “küresel saldırıya karşı küresel direniş”in de bu işçi sınıfı dışı yoksul çevrelerin tepkilerinin birleştirilmesini gösterip bunun üstünden sermayenin küresel saldırısına meşruiyet tanınması için dayanak sunmalarıdır.
Kuşkusuz ki, gelişmiş kapitalist ülkelerin en yoksul kesimlerinin tepkisi olarak biçimlenen “küresel saldırıya karşı küresel direniş” ifadesi ve bu ifadenin işçi sınıfı dışı içeriği kuşkusuz en çok; işçi sınıfı dışı ya da sınıflar dışı bir sosyalizm anlayış odağı olarak faaliyet gösteren ÖDP’de yankı bulmuştur.
Nitekim 1 Mayıs öncesi ÖDP, bu hareketin sloganlarıyla çıkmış ve böylece; son kongresinde “emekçi sınıflara yönelme” kararı sonrasında ilk kez; ezilenlerin taleplerine ilgi gösterdiğini de gösterme fırsatı (ÖDP’nin orta sınıf konforuna alışmış ve orta sınıf koşullarına uydurulmuş mücadele çizgisinden en yoksul kesimlerin taleplerine ilgi göstermesi ÖDP’nin emek mücadelesine bir ilgisi gibi görünür ve bu bir “olumluluk” gibi algılanırsa da; bu, yukarıdaki eleştirilerimizi ortadan kaldırmadığı gibi, orta sınıfların kent yoksullarının acılarını nasıl kullandığını göstermesi bakımında da iyi bir örnek teşkil eder.) bulmuştur.
Bu tür bir “küreselleşme karşıtlığı” Türkiye’de ÖDP tarafından bilinçli bir biçimde, daha bilinçsiz olarak da önümüzdeki günlerde, muhtemelen çeşitli sol gruplar tarafından benimsenen bir çizgi olarak popülerleşecektir dersek bir kehanette bulunmuş olmayız.
Soruna daha yakından bakıldığında şunu hemen söyleyebiliriz ki; işçi sınıfı mücadelesinin “küreselleşmesi” ve işçi sınıfının sermayeye karşı dünya ölçüsünde karşı koyması için, uluslararası sermayenin dünya hegemonyasını pekiştirme amacıyla öne sürdüğü “küreselleşme politikaları”nı dayanak yapması, ona teslim olması gerekmez. Tam tersine işçi sınıfı, üretim ilişkileri düzeyinde daha kapitalizmin bir dünya sistemi olarak biçimlendiği günden beri zaten “küresel karakterli” bir sınıftır. 1., 2., ve 3. Enternasyonaller bunun açık ve çok somut siyasal düzeydeki kanıtlarıdır.
Bugün de hemen her işkolunda sendikalar, uluslararası düzeyde merkezlere sahiptir. Bu sendikal merkezler sık sık uluslararası kongreler yapmakta, kararlar almaktadır, ancak, işçilerin sermaye karşısında birleşmesi karşısında bu merkezler bir otorite olmadığı gibi, yönetimlerini sermayenin uşakları tarafından tutulmuş olmasından dolayı ortaya çıktıkları misyonu sürdürememektedirler.
Bu bile göstermektedir ki; sermayeye karşı uluslararası planda mücadele, uluslararası amaçlı işçi örgütlerinin olup olmaması sorunu değil, böyle bir platform etrafında birleşilip birleşilmemiş olmasıdır.
Bu yüzden de; bugün sermayenin “küreselleşme” amacı nasıl ki, asıl olarak “küreselleşme” iddiasıyla uygulamaya soktuğu politikalarsa; işçi sınıfı ve emekçiler de sermayenin bu politikalarına karşı açıktan ve cepheden mücadele içinde kendi uluslararası birliklerini, kendi enternasyonallerini yeniden kurup geliştirme imkânına sahip olacaklardır. Sınıf partisi ve sınıftan yana, emek yanlısı partilere düşen de böyle bir mücadele çizgisinin gelişmesini kolaylaştırmaktır. Kaldı ki; kapitalizmin dünyayı “tekleştirme”, yani bir ya da birkaç ülkenin çıkarları doğrultusunda “küreselleştirme” girişimleri yeni değildir. Bütün 18. ve 19. yüzyıl; İngiltere’nin “serbest ticaret ilkeleri”ni (ki; İngiltere en gelişmiş sanayi ülkesi olarak ticarete tam serbesti istiyor, her tür gümrük engelini ticaret özgürlüğünü engelleyen bir davranış olarak görüyordu) herkese kabul ettirmek ve dünyayı bu ilkeler etrafında birleştirmek için giriştiği, diplomatik entrikalar, sömürgeleştirme ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerle savaşla geçti.
İngiltere’nin bu zorlamaları ve diğer kapitalist ülkelerin dünyanın yeniden paylaşım talepleri; yani dünyanın “küreselleşmesi” için yeni ilkeler dayatmaları 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yol açtı.
Emperyalistlerin dünyayı “küreselleştirme” çabaları; 1917 Ekim Devrimi’ne yol açarak büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı ama sermayenin saldırıları sürdü: Bu sefer faşizmi kullanarak, hem sosyalizmi yıkmak hem de rakip kapitalistleri ortadan kaldırma amaçlı faşist ilkeler etrafında dünyanın “küreselleştirilmesi”ne girişildi.
Bilindiği gibi bu saldırı da Stalingrad önlerinde tuzla buz olurken; kapitalistler; doğrudan saldırılarla yenemeyecekleri sosyalizm karşısında daha sinsi yöntemlerle, içeriden saldırıları da ekleyerek çabalarını sürdürdüler.
Küreselleşme için üçüncü büyük girişim 1980’lerin sonunda SB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle başladı. Bu sefer sosyalizmi yenilgiye uğratmanın ve ABD gibi büyük ve en azından şimdilik başlıca büyük kapitalist ülkelerin çoğunun desteğini alan bir patrona da sahip olarak üçüncü bir “küreselleştirme” dalgası başlatıldı. Bu sefer dünyanın, temelinde serbest ticaretin olduğu, ebedi barışa ulaşma, demokrasinin her yerde uygulandığı, refahın paylaşıldığı, uluslararası adaletin gerçekten uygulandığı bir dünya olarak küreselleşeceği ilan edildi.
Kapitalizmde; yani kendisine kârı esas almış, emeği hor gören, rekabetin her tür ilişkinin önüne geçtiği bir sistemde barış, adalet, demokrasi, işçilerin emekçilerin refah içinde olduğu bir toplum olabilir miydi? Dahası, ülkelerin var olduğu, ulusal sınırların, ulusal çıkarların hâlâ söz konusu olduğu, milyarlarca insanın günde bir doların altında bir ücrete çalışmaya zorlandığı ama birkaç kişinin servetinin orta boy ülkelerin gelirlerinden daha fazla olduğu bir dünyada barış içinde bir kürselleşeme sağlanabilir miydi? Elbette bu olamazdı. Aslında bunu herkesten iyi de, gelişmiş kapitalist ülkelerin, diplomatları, politikacıları biliyordu. Ama onlar için önemli olan küreselleşmenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil, “dünyanın küreselleştirilmesi ideali” uğruna girişilecek saldırılara meşruiyet kazandırmaktı. Yani, dünya ölçüsünde gümrüklerin kaldırılmasıyla geri ülke pazarlarının tümüyle emperyalist ülkelerin sermayesine açılması, özelleştirme yoluyla belirli gelişmiş ülkeler dışındaki ülkelerin yerli sanayi ve tarımlarının çökertilmesi; dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin uluslararası tekellerin yağmasına açılması… Ve elbette bunların önlenmesi için ulusların, halkların, işçi sınıfı ve emekçilerin her tür karşı duruşunun; barış ve refah içinde, demokratik bir dünya kurulmasını engellemek isteyen, meşru olmayan, insan toplumunun ilerlemesinin önünde direnen gerici barikatlar olarak sunulmasıdır. Yoksa kapitalizm var oldukça, dünyanın söz edildiği bir biçimde küreselleşmesi, elbette ki bir “kapitalist ütopyadır.
KÜRESELLEŞME POLİTİKALARI VE DÜNYANIN YAĞMALANMASI PLANI
Küreselleşme adı altında çok yönlü olarak sürdürülen kampanya; kimi zaman karşımıza, AB, NAFTA, ASEAN, WTO, MAI, MI-GA, GB gibi ekonomik-politik birlikler ve anlaşmalar, kim zaman NATO gibi askeri paktlar, kimi zaman “insan hakları” ve “demokrasi” konulu görünen forumlar, konferanslar biçimindeki faaliyetler olarak çıkmaktadır. Ama bütün bu farklı amaç ve bileşimde görünen örgüt ve platformların ortak amacı; ABD ve birkaç gelişmiş emperyalist ülkenin dünya hâkimiyetini pekiştirmesi ve sürdürmesinden ibarettir. Bunu, kimi doğrudan, kimi de dolaylı olarak gerçekleştirmek için devreye sokulmuşlardır.
Dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının bir avuç gelişmiş ülkenin ve onların dünyanın her köşesinde mevzilenmiş işbirlikçileri tarafından yağmalanması demek olan “küreselleşme” politikaları; bazen; “uygarlığın, dünyanın her köşesine götürülmesi”, “demokratik normların yaygınlaştırılması” gibi propaganda ile bazen de; Körfez’de, Yugoslavya’da, Kafkasya’da, ya da Afrika’da olduğu gibi bölgesel savaşlar, ırk kırımları ve kabile savaşları olarak dayatılmaktadır. Bu yüzden de; emperyalizmin maskesi düşürülmeden, süreçler yakından analiz edilmeden, olup biteni anlamak son derece güç olmaktadır.
Boyutları bakımından “küreselleşme” bahaneli saldırının özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
a- Saldırının hayata geçiricisi, kimi yerde ABD, kimi yerde bir Avrupa ülkesi, kimi yerde IMF ve Dünya Bankası, kimi yerde bir hükümet veya birkaç hükümetler grubu olmasına karşın sermayenin “küreselleşme” saldırısı, “tek merkezlidir. Bu tek merkezden belirlenen politikalar, dünyanın her köşesinde eşgüdümlü sürdürülmektedir.
b- Saldırının hedefi, çoğu zaman sadece işçi sınıfı gibi görünmektedir. Çünkü sermayenin uluslararası saldırısı, pek çok ülkede, çoğu zaman işçi haklarına (esnek çalışma, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, işçi haklarını düzenleyen yasaların ortadan kaldırılması, vb. yönelik olarak ortaya çıkmaktadır) saldırı olarak biçimlenmektedir.
Ancak biraz daha yakından bakıldığında görülmektedir ki; saldın, tüm işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına (sosyal haklarına) yönelmiş olarak sürse de; aslında özelleştirme, sosyal hakların ortadan kaldırılması, emekçilerin en önemli haklarından sayılan parasız eğitim ve sağlığın, karşılığı ödenen bir ticari ilişkiye indirgenmesi, tarımın serbest piyasanın insafına terk edilmesiyle geniş köylü yığınlarının sefalete ve yoksulluğa sürüklenmesiyle tüm halka yönelmiş bir saldırıdır.
c- “Küreselleşme” saldırısı, merkezi emperyalist ülkelerin çıkarı uğruna bütün geri kalmış ülkelerin gümrük duvarlarının kaldırılması, ülkelerin emperyalizmin açık pazarı haline getirilirken kendi tarım ve sanayilerinin çökertilmesiyle, aslında emperyalizme karşı bir “ulusal sorun” boyutuna da yükselmektedir. Dolayısıyla saldırı, ülkeye, ulusa, ulusal ekonominin çökertilmesine ve ulusal bağımsızlığın ortadan kaldırılmasına yönelik bir saldırı olarak ilerlemektedir.
Yukarıda üç madde halinde sıraladığımız; kısacası emperyalist ülkeler dışındaki tüm dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin yağmalanması amaçlı emperyalist stratejinin hedefi, aslında “küreselleşmecilerin” yeni, yeni keşfettiği bir şey değildir. 20. yüzyılın başlarından itibaren Lenin ve izleyicileri, Marksist-Leninist partiler emperyalizmin bu karakterini göstermek için pek çok istatistik yayınladı, derin analizlere başvurdular; bilimin imkânlarından yararlanarak emperyalizmin eğilimlerini, giderek bu eğilimlerin dünyayı nasıl bir kaosa sürüklediğini gösterdiler. Bugün olan ise; artık bu gerçeğin herkesçe görülür biçimde “açık” ve “somut” olması; ekonomi ve siyaset eğitimi görmemiş bir işçinin, okuma yazmada zorlanan bir köylünün bile IMF ve Dünya Bankası dayatmaları ile kendi ekmeği ve işi arasında bağlantıyı açıkça görür hale gelmesidir.
Çünkü 1. Emperyalist Paylaşım döneminde emperyalizm; dünyanın şurasındaki işçi, burasındaki köylü ve emekçiler için, çeşitli ülkelerin, kendi aralarındaki çıkar çatışmaları nedeniyle “insanlığı savaşa sürükleyen bir olgu”ydu. Dolayısıyla da, savaşa gidenler için son derece hayati, açık ve kurtulunması gereken bir şeyken, savaşın dışında kalmış işçiler ve halklar için uzaktaki, bir “kötülük” olma ötesini aşmıyordu. Belki işgal edilmiş eski sömürgeler ve yeni sömürgeler için de emperyalizm daha somut bir düşmandı, ama onların dışındakiler için öyle yakın ve hemen, acilen savaşılması gereken bir tehlike olarak görünmüyordu.
2. Paylaşım Savaşı’nda durum biraz daha farklıydı ve emperyalizm, birkaç faşist ülkenin, dünya egemenliği çabası olarak görülüyordu. İngiltere ve ABD gibi azılı emperyalistler bile, bu savaşın kurbanıymış gibi algılanıyor, onların en azından uygarlaşmış, akıllanmış emperyalistler olarak görülmesi gerektiği düşünülüyordu.
Bu durum, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında; ABD dışında emperyalist bir devletin kalmadığı bir biçime bile büründürüldü. Ve Maocular başta olmak üzere pek çok “sol çevre” için Avrupalı emperyalistler, emperyalist bile görülmedi. ABD ise; orada burada gerici güçlere, cuntalara destek veren, dolayısıyla dünyanın pek çok ülkesindeki işçi ve emekçiler için pek dolaylı bir düşman olarak görüldü. Ancak aydınlar, demokratlar, işçi sınıfının ileri kesimleri ve politikleşmiş öğrenci çevreleri, Amerikan emperyalizmi ile milyonlarca emekçinin ekmeği, işi, geleceği, demokrasi, sömürü, her türden zorbalık ve gericilik arasındaki dolaysız ilişkiyi fark edebiliyordu.
Bu nedenledir ki; hemen her ülkenin Marksistleri, yurtseverleri, anti-emperyalistleri; kitaplarının, dergilerinin ve gazetelerinin en önemli bölümlerini emperyalizmin nasıl işçi sınıfı ve halkların düşmanı olduğuna, ücretten sosyal haklara kadar pek çok şeyin emperyalist yağmadan dolayı azaldığını anlatmak için pek çok olguyu analiz etmeye, kılı kırk yaran tahliller yapmaya ayırdılar.
Son 10 yılda ise; bu durum tamamen değilse de, önemli ölçüde değişmiştir. Emperyalizmle batı kapitalizmi, onların politikalarıyla işçilerin ücretlerindeki azalma, işsizlik, sosyal hakların ortadan kaldırılması, ülkelerin tarım ve sanayilerinin çökertilmek istenmesi vb. arasındaki ilişki; her işçi, emekçi, okuryazarlığı bile tartışmalı köylüler tarafından görülür hale gelmiştir. Bu yüzden de; hak arayan işçiler, tarımla ilgili dertlerini dile getiren köylüler, “Kahrolsun IMF ve Dünya Bankası”, “GB’ye, WTO’ya hayır”, “MAl’ye hayır”, “IMF emrediyor hükümet uyguluyor”, “IMF’ci hükümet istifa”, “Artık patronlar fedakârlık yapsın”, “Bağımsız Türkiye” diye pankartlar taşıyarak ve sloganlar haykırarak sokağa çıkmaktadır. Yine işçiler; hükümetin yüzde 25 ücret zammı dayatmasının arkasında, IMF’nin, “küreselleşme politikalarının, Dünya Bankası’nın, ya da Türkiye’nin AB ülkeleri ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmalarının, en azından “dünya pazarlarında rekabet edeceğiz” demagojisinin yattığını görmektedir. Bunun içindir ki; işçiler, çok sıradan hakları için bile mücadeleye atılıp, bir iki adım attıklarında; “Biz kendi haklarımız için değil, bütün halkın çıkarları, ülkemizin bağımsızlığı için mücadele ediyoruz” diyerek, tüm işçileri, halkı mücadele hatlarında, mevzilerinde birleşmeye çağırmaktadırlar. Dahası, her işçi toplantısında ücret ve sosyal haklar için mücadele için başlayan tartışma, hemen IMF’nin, sermayenin, emperyalizmin politikalarının tartışılmasına, uluslararası sermayenin amaçları ve ülkenin çıkarlarının korunmasına dönüşmektedir. Ya da, işçiler ve emekçiler, basit hakları için mücadele ettiklerinde karşısına IMF, hükümet, Dünya Bankası’nın yetkilileri el ele tutuşmuş gibi çıkarak, “böyle yaparlarsa, küreselleşmeye zarar verecekleri” kendilerine pek çok yolla hatırlatılarak; eğer mücadelede ısrar ederlerse, “emperyalizme karşı mücadele etmiş olacakları” söylenmektedir.
Dolayısıyla bugün düne göre; işçi sınıfı ve emekçi yığınların emperyalizme karşı mücadelede kafası daha açıktır. Sorunu kararıp anlaşılmaz hale getirenler; bir ayağı anti-emperyalizmde öteki ayağı kapitalizme hayranlıkta olan burjuva aydın çevrelerinin, uluslararası sermayenin çok açık politikalarını “açıklayayım” derken, “anlaşılmaz” hale getirmesindedir. Bu yüzden de; özelleştirmenin, esnek çalışmanın, taşeronlaştırmanın, tarımın desteklenmesinin, ulusal sanayinin korunması ve ulusal bir enerji politikası oluşturmanın zorunluluğunu işçiler, emekçiler, köylüler anlıyor da; örneğin kendisine aydın, demokrat, ilerici diyen pek çok bilim adamı anlamıyor, işçinin, emekçinin tepkisini en iyimser yaklaşımla “anlamsız” buluyor.
Ya da örneğin, ÖDP’ye üye işçi, bütün bu sermaye politikalarının uluslararası sermayenin çıkarı uğruna hayata geçirildiğini fark edip, kendi partisinin kararsızlığına karşı çıkıyor da; ÖDP yöneticileri sermaye tarafından “anlaşılmayız”, “banal bulunuruz”, “aşırı, marjinal görünürüz” kaygısıyla özelleştirmeye açıkça karşı çıkmakta kararsızlığa sürükleniyor; Türkiye’nin AB’ye girmesini destekleyen bir pozisyon alıyor; ya da küreselleşen dünyada, işçiler de küresel olsun ki, sermayenin küreselleşmesine karşı çıkabilsinler diye, kapitalist propaganda merkezlerinin yalanlarını gerçek kabul edenlerin düşebileceği sefil durumlara düşüyor.
Çünkü işçilerin, emekçi sınıfların dünyada olup bitene az çok ilgi duyan kesimleri;
a- “AB’ye, özelleştirmeye ‘evet’, ama işçi haklarının, emekçilerin kazanılmış haklarına, halkın sosyal kazanımlarının ortadan kaldırılmasına, ABD’ye, emperyalizme “hayır”, demenin mümkün olmadığını, bu çelişkili durumda ısrar etmenin emperyalizmin dünya egemenliği stratejisinin yedek gücü olma anlamına geldiğini; .
b- “Ulusal çıkar burjuvadır”, “Küreselleşme iyidir ve işçilerin enternasyonal dayanışmasını güçlendirir” gibi fantastik fikirler öne sürerek, emekçiler arasında kafa karışıklığı yaratmanın, aydınları oyalamak, emperyalist propaganda odaklarının oyuncağı derekesine düşmek anlamına geldiğini;
c- “Özelleştirme, esnek çalışma, serbest piyasa, rekabet, liberalizm ekonominin gereğidir” demek, bütün bu kavramların sınıf karakterinin olmadığını, herhangi bir sınıfın politikalarıyla ilgisinin bulunmadığını öne süren, pespaye bir sınıf-dışılık, sınıflar-üstü politika budalalığı olduğunu, her gün daha açıkça fark etmektedirler. Bunun için de, dünyanın her köşesinde her gün benzer taleplerle mücadele eden güçler, henüz bu mücadeleleri uluslararası çapta birleşecek kadar büyüyüp istikrar gösteren bir karakter kazanmamışsa da, bunun da farkına varmakta; İsviçre’deki işçiyle, Güney Afrika’da-ki, Rusya’daki işçiyle Arjantin’deki işçi ve hemen her ülkedeki köylüler, kent ve kır emekçileri benzer taleplerle, geleceğe dair ortak kaygılarla doludurlar. Ve bütün bu ülkelerde, uluslararası sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfı asıl güç olarak, bazen yüz binleri, milyonları kapsayan kitleler halinde karşı durmakta, tüm diğer sınıflara yeni bir umut ve güven kaynağı olarak harekete geçmektedir. Dolayısıyla, son on yıl içinde, sermayenin “küresel saldırısına karşı direnişin omurgasının kimin olacağı, sadece tarihsel değil günlük kanıtlarla da ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla, dünya işçi sınıfı ve sınıfın dünya görüşünü kendisine kılavuz edinen partiler de; emperyalizme karşı mücadele içinde; küreselleşmeye karşı yürütülen seferberlik içinde işçi sınıfının politik bilinç ve diğer emekçi yığınlarını emperyalizme ve dünyanın yağmalanmasına karşı seferber etmeyi öğreneceği bir hareketlenme içinde bulunmaktadır. Sosyalizm de, bu mücadele içinde yeniden işçi sınıfı içinde itibar kazanma, itibarını yenileme, yeni koşullarda tüm halklar için kurtuluş umudu olarak yeniden rolünü oynama pozisyonuna geçecektir.
Yeni Dünya Düzencilerinin en “akıllısı” ve küreselleşmenin akıl hocası George Soros, “Eğer önlem alınmazsa, bunun sonu çöküştür” diye kendi sisteminin sonunu da ilan etmiştir. “Sosyalizmin ebediyen öldüğünün ilan edilmesinin üstünden daha 10 yıl geçmeden, kapitalizmin akıllı, az çok aklı başında bilim adamları; işçilerin, yoksulların her yeniden kıpırdanışında “Yoksa Marx haklı mıydı?” sorusunu dehşet içinde yeniden soruyorlar. WTO ve IMF toplantıları, henüz işçilerin ana kitlesi tarafından değil, ama sistemin yarattığı yoksul yığınlar, işsiz kitleler tarafından ortaya konan tepkiyle yapılamaz hale gelmiş bulunuyor.
Sosyalizm, kapitalist merkezler için henüz bir karabasan değilse deş sosyalizmi hayata geçirecek güçler, onun gerçek sahipleri ayağa kalkmak için silkiniyor. Sosyalistler ise onları hazırlamak, onların kendi düzenlerini kurmalarına yardım etmek için, gecesini gündüzüne katıyor.
Haziran 2000