100. sayıyı çıkarırken

Özgürlük Dünyası’nın yayını, elinizdeki dergi ile 100. Sayıya ulaştı. Toplumsal hareket bakımından uzun sayılabilecek 12 yıllık bir dönem boyunca kayda değer bir kesinti olmaksızın yayın yaşamını sürdürebilmek pek çok bakımdan önemlidir. Bu, bir başarıdır ve en başta da derginin dayandığı toplumsal güce ve onun örgütlü siyasal temsilcilerine ait bir başarı. Bu, teori ve politika sorunlarına verilen önemin ve istikrarın bir göstergesidir.
Bu yayının, ekonomik sorunlar, dağıtım tekellerinin engellemeleri, siyasal baskılar ve toplatmalar gibi sorunlar aşılarak sürdürülmüş olması ve sınırlı dağıtım imkânlarına karşın 4500’lük bir satış ortalamasına sahip olması başarıyı daha da önemli kılıyor. 100 sayılık külliyat, 12 yılın dünya ve Türkiye açısından panoramasını, sınıf mücadelesinin gelişim çizgisini ve ona katkı ve müdahale girişimlerini izlememize olanak tanıyan 7500 sayfalık bir başvuru kaynağıdır.
Önceki ve sonraki sayılardan özünde herhangi farkı bulunmayan ancak bir rakamsal nitelik taşıyan bu 100. Sayıyı geride kalan dönemin genel bir gözden geçirilmesi ve önümüze açılan dönemin genel bir planlanması bakımından uygun bir vesile olarak gören Özgürlük Dünyası, 100. Sayıyı kimi yenilenmelerin ve değişimlerin de başlangıç noktası yapmak kararındadır. Dergimizin geride kalan 100 sayılık pratiğinde de derginin dünya görüşü ve temel işlevine ilişkin olmayan konularda bir dizi değişme, yenilenme de gerçekleşmiştir zaten.
Ve şimdi de bazı değişikliklere gidiyoruz. 100. Sayıdan itibaren dergi yeniden aylık periyotlarla yayınlanacak. Bilindiği gibi Özgürlük Dünyası, aylık olarak başladığı yayınını 77. Sayıdan itibaren iki aylık periyotlarla sürdürmekteydi. Ve tabii periyodun aylık olması, günlük mücadele ve sorunlarına, emek hareketinin taktik sorunlarına da daha yakın bir yayın çizgisi izlemeyi uygun, gerekli hale getiriyor, Derginin baskısı daha özenli, kâğıt kalitesi de daha iyi hale getiriliyor.

* * *
Özgürlük Dünyası, Eylül 1988’de yayınlanmaya başladı. Derginin yayın hayatına atılışı, işçi sınıfının, ağır gericilik altında mahkûm edildiği suskunluğu parçalayarak harekete geçtiği sürece denk geliyordu. Harekete geçen gençlik, öfkesini sokağa dökmeye hazırlanan kamu çalışanları ve Kürt yükselişi de bu hareketin tamamlayanı oldular. Ezilmiş, ağır tahribata uğramış devrimci çevreler de, bu yükselişin yarattığı moral ve yasal olanaklara dayanarak örgütlenmelerini yeniden kurmaya, pekiştirmeye yöneldiler. Bir yandan yükseliş ve örgütlenme isteği ama öte yandan 12 Eylül’ün yarattığı ideolojik tahribat ve bununla aynı zamana gelen Gorbaçovculuk, sürecin çelişik yönlerini oluşturuyordu. 12 Eylül öncesi devrimci sürecin gerçekten de aşılması gereken zaaflarını eleştirme, geniş bir tasfiyeci cephe tarafından devrime ve devrimci örgüt fikrine, Marksizm-Leninizm’in temel ilkelerine saldırının vesilesi yapılıyordu. “Sivil toplumculuk”, “Gorbaçovculuk”, “Demokratizm” pompalanan moda görüşlerdi.
Özgürlük Dünyası işte böylesi koşullarda yayın hayatına başladı. Sol piyasaya rengini veren, işçi sınıfından tamamen kopuk şekilsiz çevre örgütlerinde sonu gelmez toplantılarda sosyalizmin enine boyuna eleştirildiği, öyle ki bunun demokrasi kültüründeki gelişimin göstergesi sayıldığı, Gorbaçov’un sosyalizmin en temel tezlerini yadsıyan fikirlerinin büyük açılım kabul edildiği bir ortamda, Özgürlük Dünyası, hiçbir tereddüde yer bırakmayan bir tutumla, Marksizm-Leninizm’i savunma tutumuyla, Marksizm dışı akımlara karşı savaş şiarıyla yayın hayatına atıldı.
Özgürlük Dünyası, 3. Sayısında bu tutumunu şöyle dile getiriyordu:
“Bir unsuru da yeni revizyonist burjuvazi olan dünya burjuvazisinin ve işçi hareketi içindeki uzantılarının, Marksizm-Leninizm’e saldırılarını yoğunlaştırdığı ve bu saldırıların yaşanılan ağır yenilgi sonucu etki alanını genişlettiği günümüz Türkiye’sinde Marksizm-Leninizm’in ağırlığını savunma ve anti-Marksist akımlara karşı ilkeli ve uzlaşmaz bir mücadele yürütme artan bir önem kazanmıştır. Bu mücadele, burjuva ideolojisinin bütün biçimlerine karşı kesintiye uğramaksızın ve kararlı bir biçimde yürütülmeden ne işçi sınıfının bilinci, sosyalist bilinç düzeyine çıkarılabilir, ne de işçi sınıfının kendiliğinden gelişen mücadelesi, devlet iktidarının ele geçirilmesini merkezine alan politik mücadele düzeyine yükseltilebilir.
Özgürlük Dünyası, Marksizm-Leninizm’in en temel tezlerinin ve sosyalizmin tartışıldığı bir kürsü değil, savunulduğu bir kürsü olmalıdır ve olacaktır.
Marksizm-Leninizm bilimsel ve genç bir teoridir. Yaşanan kriz, sosyalizmin ve Marksizm-Leninizm’in değil, modern revizyonizmin, burjuva revizyonist dünyanın krizidir. (…)
Özgürlük Dünyası’nın platformu, özgür tartışma platformu değildir. Özgürlük Dünyası’nın ‘Nasıl bir sosyalizm’ arayışı yoktur ve olmayacaktır. Marksist-Leninist teori ilkesel düzeyde bu soruna açıklık getirmiştir ve pratik, Marksizm-Leninizm’den sapıldığında sosyalizmin inşa edilemeyeceğini açıkça göstermiştir.”
Özgürlük Dünyası bu genel özelliğini hep korumuş olsa da, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına, koşullara, devrimci hareketin önceliklerine bağlı olarak değişim ve yenilenmeler yaşadı. Geride kalan dönemi bu bakımdan üçe ayırabiliriz.
Derginin 40. Sayısına kadarki yayınını, birinci dönemi oluşturur. Bu dönemde Özgürlük Dünyası, görevini ağırlıklı olarak işçi sınıfı mücadelesinin ideolojik-teorik mücadele görevleri olarak belirlemiş olsa da, gerçekte bir teori ve politika dergisinde yer almayacak türde yazı ve haberlere de yer vermek zorunda kaldı. Bu bir bakıma zorunluydu da. Koşullar bakımından kaçınılamayan bu durum, devrimci hareketin habersel ve kültürel organlara kavuşması, Özgürlük Dünyası’nın tüm sayfalarıyla bir teori ve politika dergisi olmasının imkânlarını yarattı. Teori ve politika sorunları elden geldiğince özenli ve derinlemesine ele alınmaya başladı. 41. Sayıda yer alan “Sunu” derginin iyice belirginleşen niteliğini tanımlıyor ve yayın çizgisinin özelliklerini vurguluyordu;
“Özgürlük Dünyası, geçmiş yayın yaşamı boyunca, pratik bazı zorunluluklar yüzünden, tam anlamıyla bir ‘teori ve politika dergisi’ olamadı. Teorik yazılarla birlikte günlük haberlere de yer verdi, basın açıklamaları yayınlamak zorunda kaldı. Toplumsal mücadelenin ve muhalefetin haberlerini yayınlayacak bir başka yayın organının yokluğu koşullarında belki de zorunluydu bu. Fakat artık Özgürlük Dünyası, tümüyle aylık bir SOSYALİST TEORİ VE POLİTİKA DERGİSİ olmak amacındadır. Değişikliklerin, bu içerik ve işleve uygun bir bütünlüğü sağlayacağını umuyoruz. (…) Günlük gelişmelere, uluslararası ve ulusal düzeyde gelişmelere teorik bir çerçevede yorumlar getireceğiz. Teori ve politika sorunlarıyla güncellik arasındaki ilişkiyi temel alan bir düzeyi tutturmaya çalışacağız.”
Üçüncü dönem ise yayın aralığının iki aya çekildiği Nisan 1995 tarihli 77. Sayıdan bugüne kadar olan sayıları kapsıyor. İşçi hareketinin gelişmesi ve kendini açık bir parti olarak örgütlemeye yönelmesi, emperyalist sistemin yeni dünya düzeni ve küreselleşme saldırılarına hız kazandırması teorik mücadeleye daha bir önem kazandırmışken, derginin yayın periyodunu iki aya çıkarması ve hatta bazen bu periyodu da tutturamamış olması ilk bakışta bir çelişki gibi görünüyor. Gerçekten de hareketin gelişmesi, genişlemesi ve sınıflar arasındaki mücadelenin argümanlarındaki değişimler teoriye olan ihtiyacı artırır. Ama ne var ki, teori dergisi, emek hareketinin hizmetine hasredilmiş araçlar zincirinin bir halkasıdır ve onun etkisini tekil olarak değil, tüm ötekilerle birlikte değerlendirmek gereklidir. İşçi sınıfının kendi sesine, günlük bir organa kavuşmuş olması hem çok önemli bir boşluğu doldurmuş ve daha uzun periyotlarla bir yayını mümkün kılmış ve böylelikle bu durumu anlaşılır kılmıştır, hem de bu, sınırlı güçlerle daha çok iş yapıldığı koşullarda, yani öncelik söz konusu olduğunda katlanılabilir bir durumdur. Bugün dünya ölçeğinde bile biricik olan bir günlük araca sahip olmanın, onu bunca yıl yaşatmanın önceliği, yanı sıra emek hareketinin bir dizi örgütlenme sorunlarına verilen ağırlık derginin periyodunda kimi aksamalara yol açmışsa, bu anlaşılır bir durumdur. Önemli olan, ne olursa olsun teorik dergiyi düzenli periyotlarla çıkarmak değil, mücadelenin gerektirdiği öncelikleri uygulamak koşulu ile teorik derginin yayınını düzenli hale getirmektir. Ve şimdi emek hareketi bu olanağa kavuşmuştur.
Anlaşılacağı gibi teori ve teorik mücadele, kitapların derinliklerinde erdem keşfetme sanatı değil, esas olarak pratiğin yolunu açan bir tahlil ve aydınlatma faaliyetidir. Bu bakımdan sınıf mücadelesinin canlı pratiğine sıkı sıkıya bağlıdır. Sınıf mücadelesinin ortaya koyduğu sorunları çözerek ilerler, gelişir. Ne var ki onu genelleştirir, günceli kalıcı olanla bağıntılandırır. Bu özellikleriyle de pratikle ilişki içinde öncelikleri değişir. Bu anlamıyla da Özgürlük Dünyası’nın 100 sayı boyunca geçirdiği değişimler, bir tutarsızlığın veya istikrarsızlığın göstergesi değildir.
Ve şimdi Özgürlük Dünyası yeniden aylık periyotlarla yayınlanabiliyorsa bunun bir tarafında büyüyen ihtiyaçlar, öteki tarafında emek hareketinin kazanımları vardır.

* * *
Özgürlük Dünyası’nın elbette bu 12 yıllık uzun süreçte eksikleri oldu. İçerik bakımdan zayıf ve hatta yanlışlar içeren, yanlış çağrışımlar doğurabilecek yazılar da yer aldı dergide, yeterince doyurucu olmayan sayılar da çıkardı. Ama hiçbir şekilde bilimsel sosyalizmden ödün vermedi ve emperyalist ideolojiye, onun çeşitli tezahürlerine, işçi sınıfının devrimci ideolojisi ve tarihsel devrimci rolüne yöneltilen açık ve gizli saldırılara karşı inatla mücadele etti.
Ve şimdi yeniden aylık periyotlarla yayınlanırken mücadele kararlılığımızı bir kez daha yineliyoruz. Özgürlük Dünyası’nın hedefinde esas olarak emperyalist-kapitalizm ve emperyalist ideoloji vardır. Dün olduğu gibi bugün de teorik mücadelemizin esas hedefini emperyalist ideoloji ve onun yansımalarına, yeni adlar altında piyasaya sürülen tezlerine karşı mücadele oluşturacak.
Özgürlük Dünyası, devrimi uluslararası bir hareket olarak gördüğü gibi, teorik mücadeleyi de uluslararası bir mücadele olarak görmektedir. Her olayı, ele alınan olaylar ulusal olduğunda bile, uluslararası bir perspektifle ele almaktadır.
Dergimiz, sayıları giderek çoğalan ileri işçi, genç ve kadının ihtiyaçlarını gözeterek derginin eğitici-aydınlatıcı işlevine özel bir önem verecek.
Sınıflar arasındaki mücadelenin tüm sorunları, emekçi hareketin yönetiminin sorunları, strateji ve taktik sorunları, yeni dönemde de, yayınımız içinde önemli bir ağırlık taşıyacak. Emek hareketinin her günkü konu ve sorunları, genel bir yorumla daha ağırlıkla dergide yer bulacak, yeri geldiğinde emek hareketinin belgelerine de yer verilecek.
Bu yeni dönemde, ayrıca, sosyalist SSCB döneminde işçi sınıfının dünya görüşü ile burjuva ideolojiler arasında yaşanan büyük tarihsel savaşın belgeleri de belirli bir sırayla dergide yayınlanacak. Geniş devrimci çevrelerin haberdar olmadığı, adeta özel bir tutumla sözü edilmemiş bu belgeler, sosyalizmin başarılarının dorukta olduğu ancak emperyalist kapitalizmin ise tüm güç ve olanaklarıyla saldırdığı bir dönemde verilmiş mücadelelerin konu ve içerikleriyle öğrenilmesini sağlamanın yanı sıra günümüzde yürütülecek mücadeleye de ışık tutacak, temel sağlayacak özelliktedir.
Dergiyi 100 sayılık bu koşuda ısrarlı bir açlıkla izleyen, sahip çıkan, daha geniş kesimlere ulaşmasını sağlayan, hatalarımız konusunda bizi uyaran okuyucuların destek, eleştiri ve katılımlarının artarak süreceğine inanıyoruz.

Haziran 2000

Toplu sözleşmelerden grevlere doğru

İşçi sınıfı mücadelesi, oldukça hareketli geçeceğinin işaretlerini veren bir döneme giriyor. Hükümet, on binlerce işçiyi doğrudan ilgilendiren toplusözleşme görüşmelerinde, IMF emirleri doğrultusunda davranmayı ilke edinmiş durumda. Bu dayatma sonucunda ilk grevler gündeme geldi. Brisa, Türk Pirelli, Goodyear lastik fabrikalarında 2000 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması ile başlayan grev, hükümet tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle engellenirken, Sasa’da 1850 işçi greve çıktı. Yine Mersin Soda fabrikasında 580 işçiyi ilgilendiren toplusözleşme görüşmeleri grev kararı alınmasına karşın son anda anlaşma imzalandı.
Belediye işkolunda Belediye-İş Sendikasında örgütlü 90 bin, Genel-İş sendikasında örgütlü 25 bin işçi ile ilgili belediyeler arasında toplusözleşme görüşmeleri sürerken, bazılarında -Antep gibi- grevler başladı; diğerlerinde de, adım adım anlaşmazlığa gidiliyor.
Ayrıca gıda işkolunda Marsa, Danone-Sa’da toplusözleşme görüşmeleri sürüyor.
Öte yandan, sanayinin can damarı metal işkolunda da Türk Metal Sendikası’nda örgütlü 100 binin üstünde, Birleşik Metal Sendikasında örgütlü 25 bin civarında işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmeleri devreye girmiş durumda. Önümüzdeki günlerde buralardaki toplusözleşme görüşmeleri daha sıcak hale gelecek.
Ve bunların ardından kamu sektörü alanında 500 bin işçiyi kapsayan toplusözleşme dönemine girilecek. Bunun için start Eylül ayında verilirken 2001 yılı başlarında bu alan yeni bir hareketliliğe sahne olacak.

IMF KARARLARI DAYATILIYOR
Sermayenin dünya çapında başlattığı esnek çalışma, sosyal hakların kısıtlanması, üretim sürecinin yoğunlaştırılması, emek üretkenliğinin arttırılması, buna karşın işçilerin daha ucuza çalıştırılması hedefleri ile birlikte, emekçi düşmanlığına soyunan ve IMF’nin yeminli müşaviri durumuna gelmiş hükümetin, IMF ile imzaladığı stand-by anlaşması doğrultusunda işçilere ve emekçilere dayattığı % 25’lik ücret artışı toplusözleşme görüşmelerini daha baştan çıkmaza sokuyor.
Oysa her fırsatta serbest piyasa ekonomisinden dem vuran, sermayenin daha fazla kâr için mallara keyfince, kimseye sormadan zam yapmasına ses çıkarmayan, patronların istediği malı istediği fiyata satmasını serbest piyasa koşullarının gereği sayan siyasal iktidar, konu işçi sınıfının en temel hakkı olan toplusözleşme pazarlığı olunca, o çok sevdiği serbest piyasa ekonomisi sözlerini rafa kaldırıp müdahalede bulunuyor. İşçilerin, emekçilerin pazarlık hakkı fütursuzca çiğneniyor. Böylece serbest piyasa ekonomisi denilen şeyin, sermayeye azgınca sömürü serbestliği olduğu, siyasi iktidara da bu sömürü koşullarını güvenceye almak görevi düştüğü bir kez daha ama çok daha açık ve çarpıcı biçimde ortaya seriliyor.
Ancak eğer sendikalar, sendika olmanın en temel şartlarından olan pazarlık yapma hakkını kullanamaz, ücret ve çalışma koşullan ile ilgili talepte bulunamazlarsa, ücret ve çalışma koşullan sermaye ve hükümet tarafından belirlenecekse sendikaların, işçi sınıfı açısından ne anlamı kalacaktır? Ya da, toplusözleşme görüşmelerinin, buna bağlı olarak işçilerin taleplerinin sının, ne kadar ücret zammı isteyip isteyemeyecekleri, daha görüşme masasına oturmadan IMF, sermaye ve hükümet tarafından çizilmişse, hangi ve nasıl bir toplusözleşmeden bahsedebilecek, bu nasıl bir pazarlık olacaktır?
Bu yüzden, bu toplusözleşmelerin, ücretlerin, çalışma koşullarının belirlenmesinden öte, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist tefeci kuruluşların ve sermayenin kararlarının hayata geçirilip geçirilemeyeceğine ilişkin bir anlam taşıdığı görülmektedir.
Çünkü bu toplusözleşmelerin sermaye tarafı açısından çerçevesi, herhangi bir işletmedeki o işletmenin patronu tarafından değil, bundan önceki hükümetle IMF arasında 1 Temmuz 1998’de ve son olarak 18 Nisan seçimlerinden sonra hükümeti oluşturan DSP, MHP, ANAP hükümeti tarafından IMF ile imzalanan anlaşmalar gereği belirlenmiştir.
“Şok kararlar” olarak adlandırılan ve “istikrar” programı adı altında yürürlüğe konan bu anlaşmalarla IMF, sadece işçi ücretlerini belirlemekle kalmıyor, ülkenin bütün ekonomik politikasını yönetme hakkını devralıyor. Öyle ki, bu stand-by anlaşmalarına göre IMF, işçi ücretlerinden emeklilik yaşının yükseltilmesine, özelleştirmelerden sosyal hakların kısıtlanmasına, tarım politikalarından tarımsal ürünlerin taban fiyatlarına vb. kadar her konuda tek yetkili durumuna geliyor. Hükümetin görevi ise bu kararların hayata geçirilmesinden ibaret kalıyor.
1998 ve 1999’da imzalanarak yürürlüğe konan anlaşmalarda şu maddeler yer alıyor:
— Kamu sektöründe maaşlarının sınırlandırılması.
— Ücretlere geçmiş değil, beklenen enflasyon oranında zam yapılması.
— Emeklilik yaşının yükseltilmesi.
— Kamu personelinin azaltılması.
— Tarımsal alımlarda fiyat artışlarının hedeflenen enflasyonla sınırlandırılması.
— Tarımsal destekleme kredilerinin kaldırılması.
— Hızlı bir özelleştirme programının uygulanması.
— Petrolde otomatik fiyatlamaya geçilmesi.
— Kurların sabitlenmesi, vb.
Tüm bunlar karşılığında, IMF, Türkiye’ye, 1,5 milyarı 2000 yılında, 1,5 milyarı 2001 yılında, 1 milyarı da 2002 yılında olmak üzere üç taksit halinde toplam 4 milyar dolarlık, Dünya Bankası da, üç yıl sonra geri ödenmek üzere 3 milyar dolarlık bir kredi açacak.
İşte Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin emperyalistlerin çıkarları için kurban edilmesinin karşılığı IMF ve Dünya Bankası’nın taksitler halinde sağladığı bu toplam 7 milyar dolarlık krediydi. Ve arkasından emperyalistler yeni tavizler karşılığı yeni borçlar verebilecekti.
Oysa bu para, bir süre önce batan İnterbank, Egebank, Yaşarbank, Esbank, Yurtbank, Sümerbank’ın içinde bulunduğu altı bankanın devlet tarafından yüklenilen borçları kadardı. Yani bir başka deyişle, IMF ve Dünya Bankası önünde el pençe divan durularak alınan bu para, altı bankada batan paradan azdı. (Altı bankada batan paranın 7–10 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor.) Ve böylece, milliyetçi, sosyal demokrat, muhafazakâr hükümetin ana felsefesi de bir kez daha yakından görülüyordu: IMF’den al, zenginlere ver; işçilere, emekçilere ödet.

ENFLASYON VE ÜCRETLER
Ekonomiyi, IMF kararlan çerçevesinde, borç ödeme planına ve sermayenin ve emperyalist tekellerin isteklerine göre düzenleyen hükümet, diğer şeylerin yanı sıra ücret zamlarının % 25 ile sınırlandırılmasını birinci koşul olarak ileri sürüyor. Bu koşulun hem kamu işyerlerinde hem de özel sektörde uygulanması için çaba gösteriyor. Bunu yaparken de, bu belirlemenin enflasyon hedefine uygun olduğunu söylüyor.
Oysa enflasyon, (TEFE baz alındığında) 1998–1999 yılı Nisan ayları arasında, yani son bir yıl içinde % 61,5’tir. Hal böyleyken % 25 enflasyon varsayımına göre yapılan zam, işçinin zammı almadan yitirmesinden, gerçek ücretlerin gerilemesinden başka bir şey değildir. Zaten son yıllarda ücretler sürekli gerilemiştir. Örneğin ücretler bugün, “1993 yılına göre % 29,4 oranında düşmüştür. TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) verilerine göre gerçek işçi ücretleri 1979 yılının bile altındadır. Geliştiği, sanayileştiği, refah düzeyinin arttığı, modernleştiği söylenen bir ülkede tüm bu “gelişmeler” 20 yılda işçi ücretlerine yansımamış, tersine, toplam gelirlerden işçinin aldığı pay azalmıştır. Örneğin, 1991 yılında ücretlerin GSMH içindeki payı, % 31,9 iken, 1995 yılında bu oran % 22,2’ye düşmüştür. Buna karşılık, faiz, rant ve kârın GSMH içindeki payı ise % 53,3’ten % 61,4’e yükselmiştir. Yani bu süre içinde üreten kesimin aldığı pay artması gerekirken azalmış (üstelik bu süre içinde nüfus da çoğalmış), buna karşın, rantiyenin, patronların payı artmıştır.
Devlet kurumlarının raporlarında açıklanan rakamlar bile, enflasyonun kaynağının yüksek ücretler olduğu iddialarını çürütmektedir. Çünkü rakamların da ortaya koyduğu gibi, reel ücretlerin gerilemiş, ücretlilerin gayri safi milli hâsıladan aldığı pay azalmış, ama buna rağmen enflasyon artmıştır.
Öte yandan, ücretlere % 25’lik bir sınırlama getiren hükümet, iç borçlanma adına rantiye tabaka için piyasaya sürdüğü 2001 vadeli kamu kağıtlarına % 111 faiz ödeyecektir. Görüldüğü gibi ücretlere gelince hükümet fazlasıyla eli sıkıdır, ama bir avuç rantiyeye, bankacıya ise hazinenin kapıları sonuna kadar açıktır.
Ücretlerin yüksek olduğu yolundaki burjuva propagandası, rakamlar ortaya konduğunda tersyüz olmakta, ücretlerin yüksekliği bir yana, gerçek ücretlerin sürekli düştüğü, işçi sınıfının daha çok çalıştırılmasına karşın, yaşam standartlarının gerilediği ortaya çıkmaktadır. Üstelik reel ücretlerin düşmesine karşın emek üretkenliği artmaktadır. Örneğin, reel ücretler 1993 yılına göre % 29,4 oranında gerilerken, emek üretkenliği 1980 yılına göre 2,5 kat artmıştır. Bu ise sermayenin işçi başına elde ettiği kârın iki buçuk misli artması demektir. Bir başka ifadeyle işçinin daha yoğun çalıştırılması, iki kişilik işi bir işçinin yapması demektir. Bu açıdan bakıldığında da ücretlerin yüksek olduğu propagandasının dayanaksız, ucuz bir demagoji olduğu kolaylıkla görülebilmektedir.
Nitekim istatistikler, işçinin nasıl ölesiye çalıştırıldığını açık bir biçimde göstermektedir. Son 16 yılın rakamları incelendiğinde, istihdamın % 50 artmasına karşın, sermayenin geliri % 300 oranında artmıştır. Ama işçiliğin, ürünün toplam bedeli içindeki payı % 8’lerin altına düşmüştür. Salt bu rakamlar bile işçilerin çalışma koşullarını ortaya sermekte, son yıllarda üretim sürecindeki yoğunluğun artmasıyla, işçi sınıfını sömürü boyutlarının hangi oranlara ulaştığını göstermeye yetmektedir.
Bu rakamlar bir başka gerçeğe de işaret etmektedir. Yine sermaye tarafından yaygarası yapılan ve kapitalizmin başarısı olarak gösterilmeye çalışılan teknolojik gelişmelerin, gerçekte kapitalistlerin elinde, işçi sınıfı ve emekçi yığınların refah seviyesini artırmadığı, yaşam şartlarını kolaylaştırmadığı görülmektedir. Teknolojik gelişmelerin sağlayacağı olanaklarla işçilerin aynı miktarda üretimi daha az zamanda yapmaları normalde çalışma süresinin kısaltılması sonucunu doğurması, işçinin kendisine daha fazla dinlenme, eğlenme, ailesiyle, sevdikleriyle birlikte olma fırsatı sağlaması gerekir. Ama gerçekte bu gelişme, işçinin makineden kafasını kaldıramamasına, sinir sisteminin harap olmasına, meslek hastalıklarının ileri boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır. Hiç şüphesiz burada suç teknolojide değildir. Bu durumdan sorumlu olan teknolojiyi insanlık yararına kullanmak yerine, insanlığın sömürülmesi, baskı altında tutulması için kullanan kapitalizmdir.
Sermayenin sözcülerinin laf kalabalığıyla gözlerden saklamak istedikleri bir başka gerçek de şudur: Ülkemizde çalışan kesimin sadece çok küçük bir bölümü sendikalıdır. Üstelik sendikasız işçilerin ezici bir çoğunluğu asgari ücret almaktadır. Ama daha da ilginci, özellikle gıda, tekstil gibi işkollarında özel sektördeki sendikalı işçilerin de büyük çoğunluğunun asgari ücrete yakın bir ücret almalarıdır. Bu bakımdan asgari ücretler temel alınarak bir karşılaştırma yapıldığında, Türkiye, saat ücretinin en düşük olduğu birkaç ülkeden biridir ve sömürünün boyutlarım göstermek bakımından çarpıcıdır. Lüksemburg’da saat ücreti 7,23 dolar, Belçika da 6,77 dolar, Hollanda 6,42 dolardır. Buna karşın, sermaye tarafından ücretlerin çok yüksek olduğu propaganda edilen Türkiye’de ise saat ücreti 0,72 dolardır.
Ortalama ücret karşılaştırılmasına gidildiğinde ise Türkiye’deki işçi ücretlerinin düşüklüğü daha çarpıcı hale gelmektedir. Ortalama ücrete göre Avustralya’da saat ücreti 12,53 dolar, Danimarka 16,75 dolar, Finlandiya 11,51 dolar, İsviçre 19,52 dolarken, Türkiye’de saat ücreti 1,66 dolardır. İşte sermayenin Türkiye’de yüksek olarak niteleyerek % 25 zam yeter dediği ücretlerinin durumu budur. Yani bir başka ifadeyle, Türkiye’deki bir sendikalı işçi, İsviçreli bir işçinin bir saatte kazandığını kazanabilmek için yaklaşık iki gün çalışmak zorundadır.

SENDİKASIZLAŞTIRMA, İŞ GÜVENCESİ, ESNEK ÇALIŞMA
Sendikalaşma oranının son derece düşük olduğu ülkemizde, sendikalı işçi sayısı sürekli azalmakta, sendikalar sürekli kan kaybetmektedir. 5 milyon 850 bin SSK’lı işçinin bulunduğu ülkemizde sendikalı işçi sayısı 950 binin altına inmiştir. (Bazı kaynaklara göre bu sayı 828 bin 458’dir.)
Ama ülkemizde sigortalı işçi sayısının sigortasız işçilere göre azınlıkta olduğu göz önüne alındığında, sendikalaşma oranının ne derece düşük olduğu ortaya çıkacaktır. Hatta uygulanırlık oranı bakımından sendikalı olmanın pek az işçiye kısmet olan, bir başka ifadeyle, sendikal hakkın yaygınlık durumu göz önüne alındığında göstermelik bir hak olduğu kolaylıkla iddia edilebilir. Çünkü toplam ücretli sayısı ile karşılaştırıldığında ücretlilerin % 90’ı sendikasızdır. Öte yandan zaten son derece düşük olan sendikalaşma oranı sürekli düşmektedir. Örneğin SSK’lı işçilerin sendikalaşma oranı 1971’de % 61,1 ve 1984’de % 54,3 iken, 1999’da sadece % 16,3’tür. Bu rakamlar yoruma yer bırakmayacak ölçüde durumun vahametini göstermektedir. O kadar açıktır ki, sendikalar giderek tükenmekte, sürekli güç kaybetmekte, burjuvazinin baskısı, yasaların engellemesi ve sendikal bürokrasinin vurdumduymazlığı sendikaların sonunu getirmekte, işçi sınıfının temel örgütleri olan sendikalar tasfiye edilmekte, işçi sınıfının örgütlenme silahı elinden alınmaktadır.
Üstelik şu anda mevcut sendikal örgütlülüğün ağırlıkta olduğu işletmeler kamu işletmeleridir. Sendikalaşma oranı kamu işyerlerinde % 67, özel sektörde ise % 33’lerdedir. Özelleştirmelerin hızlandığı, özelleştirilen işletmelerde sermayenin ilk önce sendikanın varlığını bitirmeye yöneldiği hatırlandığında gelecek dönemde sendikal örgütlenmeyi nasıl tehlikeli bir sürecin beklediği ortadadır.
Diğer yandan işçi açısından iş güvenliğinin esamisinin okunmadığı, orman kanunlarının hüküm sürdüğü bir ülkedir Türkiye. Yasalar ve fiili uygulamalar bakımından işten atılmanın çok kolay olduğu Türkiye’de patronlar en basit yasal engelleri bile ortadan kaldırmak için girişim başlatmışlardır.
Çalışma Bakanlığının rakamlarına göre 1999 yılında, işten atılan veya kendiliğinden işten ayrılanların sayısı 1 milyon 417 bindir.
Krizin yaşandığı 1988 yılında işten atılan SSK’lı işçi sayısı 224 bin 559’dır. Ve bunların 123 bin 136’sı sendikalıdır. Bu rakamlar çalışma Bakanlığının rakamlarıdır. İşveren örgütlerinin yayın organlarında yayınlanan rakamlara göre ise bu sayı 307 bindir.
Bu rakamlar Türkiye’de iş güvencesi diye bir şeyin olmadığını, sermayenin istediği an işçileri kapı dışarı edebildiğini göstermektedir. Buna sendikalı işçiler de dâhildir. Bu büyük kıyımın gerçekleşebilmesi, yasal mevzuatın yanı sıra sendika bürokrasisinin durumu kabullenişinin de rolü büyüktür.
Özellikle özelleştirmelerin yoğunlaşarak gündeme geldiği şu dönemde işten atılmalar ve sendikasızlaştırma daha da hızlanacaktır. Çünkü özelleştirilen işletmelerde yaşananlar, bundan sonra yaşanacakların göstergesidir. Bugüne kadar özelleştirilen işletmelerdeki her 100 işçiden 68’i işten atılmıştır. Yine özelleştirilen bu işletmelerde sendikasızlaştırma oranı da % 72’lere varmıştır. Yani, bugüne kadar özelleştirilen işletmelerdeki sendikalı her 100 işçiden 68’i işini kaybetmiş, 72’si artık sendikalı değildir.
Sendikalılaşmanın önündeki temel engellerden birinin taşeronluk uygulaması olduğu artık herkesin malumudur. Pek çok işyerinde uygulamaya sokulan taşeronluk, işten atılmaların önünü açmakta, işçiler arasında haksız rekabet yaratarak işgücünün ucuzlamasına yol açmakta ve dahası sendikaların kendi sonlarını hazırlamaktadır. Durum artık öyle vahim noktaya gelmiştir ki, pek çok işletmede, taşeron idaresindeki işçi sayısı, işletmenin kendi işçi sayısını ikiye-üçe katlamıştır.
Bunlarla birlikte, birkaç dönemdir toplusözleşmelerde sermaye uluslararası uygulamalara bağlı olarak esnek çalışmayı içeren maddeleri onaylatmak için özel bir çaba harcamaktadır. Aslında pratikte pek çok işletmede yürürlüğe giren esnek çalışma işçi sınıfının bugüne kadar kazandığı son derece sınırlı hakkı da yok etmeyi hedeflemektedir. Zaten taşeronlaştırma uygulaması da esnek çalışmanın bir parçasından başka bir şey değildir.
Esnek çalışmayla birlikte, 8 saatlik işgününden başlamak üzere bütün haklar adım adım geri alınacak, şu an pratikte uygulanmaya çalışılan zorunlu ücretsiz izinler yasallık kazanacak, sendikal hak ve özgürlüklerin kökü kazınacak, bireysel sözleşmeler, işe göre çalışma vb. yürürlüğe girecektir.
Öyleyse bu toplusözleşme dönemi sadece ücret pazarlığından öte ciddi köşe noktaların belirlenmesi anlamını da taşımaktadır. Toplusözleşmelerde işçi sınıfı, kendisine IMF ve sermaye tarafından dayatılan ve bir anlamda sendikaları devreden çıkaran, toplusözleşme pazarlıklarını fiili olarak ortadan kaldıran % 25’lik zam dayatmasıyla birlikte taşeronlaştırma, esnek çalışma ve iş sürelerinin esnekleştirilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması, işyerinin bölünmesi, nakil, tayin, iş değişikliği kolaylıkları, kısa süreli çalışma, kısmi çalışma, geçici mevsimlik çalışma, değişken zamanlı çalışma, yoğun çalışma temposu, iş yasalarının esnekleştirilmesi, kapsam dışı personel uygulamasının daha da yaygınlaştırılması, performansa bağlı ücret sistemi, toplam kalite yönetimi ve kalite çemberleri, özelleştirmeler, sendikaların bitirilmesi gibi saldırılarla karşı karşıyadır.

SERMAYENİN YENİ SALDIRI HAZIRLIKLARI KAPIDA
Aşırı kar hırsından gözü dönmüş sermayenin bu toplusözleşme dönemini kendine en uygun sıçrama tahtası olarak gördüğü ortadadır ve bir anlamda bu, sermayenin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere topyekûn saldırı hazırlıklarının göstergesidir. Sermaye bu düşüncelerini en azından belirli oranlarda gerçekleştirdiğinde, bununla yetinmeyecek, yeni saldırı hazırlıklarına girişecektir. Çünkü sermaye iş yaşamının kuralsızlaştırması, çalışma yasalarının sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi, kıdem tazminatlarının ortadan kaldırılması, yukarıda belirtildiği gibi esnek çalışma kapsamında, part-time çalışma, çalışılan süreyle orantılı ödeme, telafi edici çalışma, zorunlu ücretsiz izinler veya iş yoğunluğu olduğunda sıkıştırılmış iş haftası, toplu iş sözleşmelerinde ücret maddesinin tadili, yani çalışma süresi karşılığı veya performansa göre ödeme, vb. pek çok şeyi hayata geçirmek için hazırlık içindedir. Buna sigorta yasalarının değiştirilmesi gibi pek çok hazırlık eklenebilir. Tüm bu hazırlıklar sermayenin elinin akındadır ve önümüzdeki dönem yürürlüğe girmesi için gerekli yasal düzenlemelerin son rötuşları yapılmaktadır.

BOZUK EKONOMİ KOŞULLARININ SORUMLUSU İŞÇİLER DEĞİLDİR
Kapitalistler, kapitalist ekonomideki olumsuz göstergelerin sorumluluğunu bu işte hiçbir payı olmayan işçi ve emekçi kitlelere yüklemek isterken, kendileri bu kriz ve ekonomik bozukluk döneminden bile kârlarını artırmak için yararlanmak istiyorlar. Nitekim ekonomik krizin yaşandığı 1989–1993 döneminde, ekonomik kriz bahanesiyle on binlerce işçinin işten atıldığı, ücretlerin aylarca ödenmediği, işçilerin aylarca bedava çalıştırıldığı dönemde sermayenin kârlılığı % 39,6’dan % 47’ye fırlamıştır. Yani kriz döneminde işçiler işsiz kalır, reel ücretler geriler, GSMH’den aldıkları pay düşerken, sermaye bu kriz döneminden kârlılık oranlarını artırarak çıkmışlardır.
Ama kapitalistlerin cepleri dolar, bir avuç zengin aile ülke gelirlerinin büyük kısmına el koyarken, ülke emperyalizmin tam bir uydusu haline gelmiştir. 1981 yılında bütçenin % 1’i kadar olan dış borçların faiz ödemeleri, sadece 20 yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde bütçenin neredeyse yarısını kapsar hale gelmiştir. Gelinen noktada ülkenin dış borçları 110 milyar doları, iç borçları da 40 milyar doları geçmiştir. Ve hükümetler eski borçların faizlerini ödemek için yeni borçlanmaya gitmekte, borç miktarı her gün, her saat daha da kabarmaktadır.
Geçtiğimiz yıl ekonomi % 6,6 oranında geriledi. Binlerce işçi işsiz kaldı. İşçi ve emekçilerin ekmeği küçüldü. Buna karşın bir avuç zengin, işletmeler kapasitelerinin altında çalışır -ülke sanayinin kapasite kullanma oranı % 70’ler civarına düştü-, üretim düşerken servetlerini artırdılar. Kârlarına kâr kattılar. Devletin dışardan aldığı kredileri çeşitli yollarla ucuza kapattılar ve bu kredileri tekrar devlete, tahvil, kamu kâğıdı, repo vb. adlar altında yüksek faizle geri vererek, trilyonları ceplerine indirdiler. Yılsonu bilânçoları açıklanınca görüldü ki, holdinglerin artan servetlerinin kaynağı üretim dışı alanlardı.
Öyleyse işçi sınıfının ve emekçilerin “istikrar”, yani sermayenin kârlarının artışı için yapacakları fedakârlık olamaz. Çünkü bunca yıldır yaşananlar açıkça gösterdi ki, kapitalistlerin çok sevdiği istikrar sözcüğünden anlaşılması gereken, işçi, emekçi ücretlerinin sürekli, “istikrarlı” bir biçimde gerilemesi, üretim sürecinde işçinin daha fazla çalıştırılarak emek gücünün neredeyse bedavaya getirilmesi, bantların “istikrarlı” bir biçimde hızlandırılması, sosyal hakların “istikrarlı” biçimde tırpanlanması, eğitime, sağlığa bütçeden ayrılan payın “istikrarlı” biçimde azaltılması vb. buna karşın bir avuç büyük kapitalist ailenin kârlarını arttırıp, ülke gelirlerine “istikrarlı” biçimde el koymasıdır. İşçiler içinde bulunduğumuz toplusözleşme döneminde, kendilerine “Vatan, Millet, Sakarya” edebiyatı, “istikrar” edebiyatı yapanlara vereceği yanıt açıktır: İşçilerin, emekçilerin; ülkeyi yağmalayanlar, dolandırıcılar, sömürücüler için yapacakları hiçbir fedakârlık yoktur.

YASALARIN DEĞİŞTİRİLMESİ İÇİN DE MÜCADELE
Lastik işkolundaki grevin “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenmesi (fiilen yasaklanması) sendikalar, toplusözleşme ve grev yasalarındaki maddeler göstermiştir ki, işçi sınıfının mücadelesi aynı zamanda bu yasaların değiştirilmesi için de bir mücadele olmak zorundadır. İşçi sınıfı davası için mücadele eden devrimci, sınıftan yana dürüst sendikacı, bu toplusözleşme döneminde işçilerin dikitlerinin bu alana daha fazla toplanmasından yararlanarak işçilere gerçekleri anlatma ve onları aynı zamanda mevcut yasaların değiştirmesi için mücadeleye çağırmalıdır.
Mevcut yasaların, sendikal örgütlenmenin önünde nasıl bir engel olduğu, sendikaların güç kaybetmesinde kendini zaten açık bir biçimde göstermektedir. Üyelik, işyerinde sendikal örgütlülüğü sağlama, işyeri barajı, ülke barajı, yetki belirlenmesi vb. engeller, sendikal örgütlenmenin önüne geçmek için yeterli yasal engelleri oluşturmaktadır. Zaten işten çıkartılmanın önünde hiçbir engelin olmadığı, iş güvencesinin gölgesinin bile sözünün edilemeyeceği koşullarla sendikal örgütlenmenin garantisi de olmayacaktır.
Öte yandan, sendika, toplusözleşme ve grev yasalarında 12 Eylül yönetimince yapılar, değişiklikler, getirilen maddeler, grevi grevlikten çıkartmak için gerekli her şeyi yasallaştırmıştır. Yasalara göre, grev süresince üretim sürebilmekte, işletme içine veya dışarıya mal sevkıyatı yapılabilmekte, kapsam dışı personel, sendika dışı personel çalışabilmektedir. Yasalara göre, sendika dâhil, hiç kimse buna engel olamaz. Bu durumda grevin etkisinin sınırlı olacağı, işçilerin en önemli silahı olan grev hakkının bile nasıl etkisizleştirildiği ortada değil midir? Ancak gerçek durum, meşruiyet daima yasaları aşmıştır, aşmaktadır. İşçi sınıfı bir yandan özgür pazarlık ve kısıtlamasız grev hakkını fiilen uygularken öte yandan da bu haliyle yasalaşması için mücadele etmelidir.
Yine yasalarda yer alan, grev yerlerinde grev çadırı kurulamayacağı, grev yerinde grev gözcüsü dışında kimsenin bulunamayacağı, işçilerin toplu halde bir arada bulunmayacağı, işletmede çalışan personeli, işletmeye mal sevkıyatı yapan taşıma araçlarını engelleyemeyeceği gibi hükümler kabul edilebilir şeyler midir? Öyleyse, toplusözleşmelerin gündemde olduğu şu dönemde ele alınması gereken ve işçi sınıfını en az ücret zamları kadar ilgilendiren bir konu da budur.
Görüldüğü gibi işçi sınıfı mücadelesi açısından önemli ve ciddi gelişmelere gebe bir döneme girilmiştir. Yapılması gereken, verili durumu en iyi şekilde tahlil ederek işçi sınıfı mücadelesinin ileriye taşınmasıdır.
Saldırı tek tek işyerlerindeki işçilere değil, işçi sınıfına, kamu emekçilerine, emekçi halkın tümünedir. Dolayısıyla emek platformlarının en aktif biçimde devreye girmesi, birleşik halk hareketinin oluşturulması bakımından son derece önemlidir. Sermayenin topyekûn saldırısına yanıt, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin birleşik hareketiyle sağlanabilir. Önümüzdeki dönemin özelliklerini belirleyecek olan budur.

MÜCADELENİN YÜKLEDİĞİ GÖREVLER
Koşullar, sınıf çelişkilerinin giderek keskinleşeceği bir sürece işaret etmektedir. Bu keskinleşen süreçle birlikte şimdiden yükselme eğilimini belli eden işçi ve emekçi hareketinin, sermayenin saldırılarını püskürtüp yeni mevziler elde edebilmesinde sınıf bilinçli öncü işçilere, işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu dürüst sendikacılara, yüreği işçi sınıfı ve ezilenlerle atan devrimcilere büyük görevler düşmektedir. Mücadelenin her yeni aşamasının yakından gözlenmesi, buna bağlı olarak yeni hedeflerin, hareketin duyduğu ihtiyaçların ve görevlerin saptanması, bunlara uygun slogan ve taleplerin tespit edilmesi mücadelenin başarısı, işçi ve emekçi kitlelerin birliği için şarttır. İhtiyaçların ve sloganların tespit edilmesiyle birlikte, anlık gelişmelerin esiri olmadan, belirlenen görev ve sloganlar etrafında kilitlenilmesi, dağınık hedefsiz çalışma yerine, ne yaptığını ve ne yapacağını bilen, sonuç alıcı, kesintisiz, günlük bir çalışma esas kılınmalıdır.
Bu çalışma tek bir hedefe bağlı, ama birkaç alanı kapsamak zorundadır. Bir yandan işçilerin, sendikalarına ve toplusözleşmelerine sahip çıkmalarının, -örneğin toplu olarak bulunulan yerlerde gelişmelerin tartışılması, sendikacıların buralarda işçilerin huzurunda bilgi vermeye zorlanması, ya da işçilerin vardiya çıkışlarında toplu halde sendikalarına gitmesi vb. gibi. Örnekler çoğaltılabilir- toplusözleşme görüşmelerinden günlük bilgilenmelerinin kanalları açılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, sendika bürokrasisinin meseleyi laf kalabalığına boğup, görüşmeleri kapalı kapılar ardında yürüterek, işçiler adına, ama işçilerden habersiz ve işçilere rağmen imza atmalarının engellenmesi, ancak işçilerin hak ve taleplerine sahip çıkmalarıyla mümkündür. Bunun için işçilerin, talepleri konusunda tam bir fikir birliği içinde olmaları sağlanırken, sistemin ve sendika bürokrasisinin onları çaresizliğe itmelerine, birtakım alışılagelmiş ayak oyunlarıyla, örneğin işinde kalmak mı, yoksa ücret artışı mı gibi sahte ikilemlere sokmalarına izin verilmemelidir.
Mücadelenin bir başka ve önemli bir tarafının da burjuvazinin yalanlarını açığa çıkarmak için olacağı açıktır. Sermaye cephesi, yazılı ve görsel medyasıyla şimdiden yalan kusmaya, emekçiler arasında bölünmeler yaratmaya yönelik klasik propagandaya başlamıştır. Sürekli olarak işçi ücretlerinin yüksekliği, eğer daha fazla zam verirlerse toplumsal eşitsizliğin bozulacağı, işçilerin mühendislerden bile fazla ücret aldıkları, daha fazla ücretin enflasyon hedefini bozacağı vb. türden demagojik propagandalara hız verilmiştir. Önümüzdeki dönemde, muhtemelen geçmişte yaptıkları gibi, işçi ile memuru, memur ile köylüyü karşı karşıya getirmeye çalışacaklardır. Ya da belediye işçilerinin grevleri sırasında geçmişte yaptıkları gibi, halkı işçilere karşı kışkırtacaklardır.
Öyleyse emek platformlarının harekete geçmesi, herhangi bir şehirde, kasabada, herhangi bir işyerinde başlayan grevi, sadece oradaki işçilerin sorunu değil tüm işçilerin sorunu olarak kabul etmeleri ve buna uygun davranmaları, emekçi yığınların birliğinin sağlanıp bunun topluma anlatılması, karşı saldırıların püskürtülmesinde önemli bir yer tutacaktır.
Küçük de olsa bir grevin başarısı, tüm sınıfın başarısı anlamına gelecek, sınıfın güçlerini derleyip toparlamasına vesile olacak, kazanma umudunu pekiştirecektir. Bu bakımdan her bir grevin kaderi, sınıfın gelecekteki kazanım ve kayıpları açısından da bir gösterge olacaktır.
İşçi sınıfına bağlı namuslu, dürüst sendikacılar, sınıf bilinçli işçiler ve yüreği işçi sınıfı ve emekçi halk için atan devrimciler, bunu bir an olsun akıldan çıkarmamalı, bir yandan emek platformlarının harekete geçmesi için çaba sarf ederken, diğer yandan da olabileceklere karşı şimdiden hazırlık içine girmeli, işçilere, emekçilere ve halka gerçekleri anlatmak, burjuva yalanlan açığa sermek için hem işçiler, hem de emekçi yığınlar içinde yoğun bir aydınlatma faaliyeti yürütmelidirler.
Mücadelenin başarısı bunlara bağlıdır.

Haziran 2000

Sosyalizm ve işçi sınıf

(Bu yazı, DİDF’in 20. Yıldönümü nedeniyle, Almanya-Dortmund’da düzenlenen 2000 Mayısı etkinlikleri çerçevesinde verilen “Sosyalizm ve İşçi Sınıfı” başlıklı konferans esas alınarak yazılmıştır. -İ.Ç.)

Kapitalizmin propagandacıları ve ideologları, sosyalizm fikrini, dolayısıyla da onun pratiğini, insan toplumunun kendi gelişmesi içinde bir sapma (hatta bir sapkınlık), bir dönem ortaya çıkmış ve yolunu şaşırmış toplumlar içinde bir hastalık olarak popüler olmuş, ama sonra herkes tarafından vazgeçilmiş, rastlantısal bir sistem olarak göstermek için gayret ediyorlar. Eğer bu görüşü kabul ettirebilirlerse; sosyalizmi, bir geçmişi olmayan, tarihsel ve toplumsal köklerden yoksun, dolayısıyla da toplumsal bakımdan “meşruiyeti” olmayan, bir kez yenildikten sonra artık bir daha gündeme gelmeyecek bir “hata” olarak göstermenin mümkün olacağını düşünmektedirler.
Bu fikirlerini güçlendirmek için de, burjuva propaganda merkezleri; 1) Sosyalizmin kapitalizm karşısında aldığı ağır yenilginin yarattığı tahribatı ve bir yanıyla bu tahribatın ürünü olan eski Marksist, eski ve yeni burjuva sosyalist çevrelerdeki yozlaşmadan, 2) Devasa burjuva propaganda aygıtının yarattığı imkânlardan yararlanmaktadırlar.
Ne var ki, burjuvazi ve onun propagandacılarının fırsatları ne kadar büyük olursa olsun, iddialar gerçek temellere dayanmadığı için, kampanyaları, McCarthy-Göbbels tarzı bir kara propaganda olarak sürüyor. Çünkü modern sosyalizm ya da Marksist sosyalizm son 150 yılda biçimlenip teorik temellerine oturmuştur. Ama sosyalizm fikri insanlık kadar eskidir. Çünkü üretim araçlarının kişiler ya da toplumun belirli sınıfları tarafından mülk edinildiği sistemler, ezelden beri var olan sistemler değildi. Tersine insanlık on binlerce yıl; kişisel mülkiyetin tanınmadığı ilkel ama komünal, ilkel komünist, ilkel sosyalist diye ifade edilen toplumsal düzen içinde yaşamıştır. Ve bu komünal ilişkiler ve bu ilişkilerin dayanışma, ortaklaşacılık gibi insani ve insanların özlemle tutundukları kimi kalıntıları, sınıflı toplumların egemen toplum biçimi olduğu yüzyıllarda da toplumun emekçi kesimleri arasında yaşamaya (eskiden kalma töre, gelenek, görenek, masallar, yaşamaya devam eden ilişkiler vb. gibi) devam etmiş; baskının, yoksulluğun, sefaletin, toplumsal çürümenin arttığı dönemlerde de bu ilkel sosyalist fikirler ve gelenekler daha çok kabul görmüş, insanlığın sınıfsız, sömürüşüz toplum dönemine, “altın çağı”na özlem daha da artmıştır. Bu bazen küçümsenemeyecek kalabalıkta toplulukların sınıflı toplumlardan kaçarak sınıfsız bir toplum kurmak amacıyla başka yerlere göç etmeleri, bazen de çeşitli din ve mezhepler görünümünde “gizli”, kapalı toplulukların oluşturulması vb. biçiminde sürmüştür.
Hemen bütün çok ya da tek tanrılı dinlerin, toplumun önemli kesimlerini peşlerine takmak isteyen (amacı değişik olabilir) kralların, padişahların, politikacıların eşitlik, özgürlük, kardeşlik, dayanışma, toplumsal refahtan eşit pay alma gibi, ancak sosyalizmle uyuşabilecek vaatler öne sürmeleri (Hitler gibi, azılı sosyalizm düşmanlığından kimsenin kuşkusu olmayan birisi bile, emekçi yığınları etkileyip kendi peşine takmak için partisinin adına “sosyalizm” sözcüğünü sokmak zorunda kaldı ve iktidara gelene kadar da; sermayeye, sömürüye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı propaganda sürdürdü; yoksulların çektiği sıkıntıları ortadan kaldırmaya dair vaatleri öne çıkardı); aslında sosyalizm fikrinin, insan toplumunun en eski ve en derin özlemi olduğunun çok açık ve tartışılmaz göstergesidir.
Yine bütün sınıflı toplumlarda, sadece kapitalist toplumda değil feodal ve köleci toplumlarda da, egemen olan sınıfların, ortaklaşman, dayanışmacı fikirleri “sapkın” ilan edip kovuşturması, egemen sınıfının din ve kültürünün neredeyse, yoksulların hak ve özgürlük isteklerini yok etmek üstüne biçimlendiğini söylersek sadece gerçeğin bir bölümünü ifade etmiş oluruz. Çünkü; bütün insanlık tarihi boyunca sadece emekçilerin eşitlik, dayanışma, ortaklaşacılık gibi fikirleri değil ama aynı ölçüde bu fikirlere karşı egemenlerin saldırısı; bazen iftiralarla karalama, bazen bu fikirleri savunan toplulukları, din dışı, insanlık dışı ilan etme, ölümle, kölelikle cezalandırma, ama çoğu zaman da bütün bu yöntemleri birlikte kullanarak, var olan sömürücü, sınıflı düzenin ezeli ve ebedi olduğu fikrinin genel kabul görmesi için her şey yapılmıştır. Ve kapitalizm, sosyalizme karşı savaştığı son 150 yılda, egemen sınıfların bu eski silahlarını daha da geliştirerek; iftiradan işkenceye, toplu katliamdan uluslararası planda bütün gerici güçleri birleştirerek sosyalizme karşı topyekûn savaş açmaya, birer birer ülkelerde terörün ve şiddetin en görülmediklerini sosyalizmi yenmek, sosyalist fikirleri yok etmek için geliştirip kullanma konusunda perva göstermemiştir. Denilebilir ki; burjuvazinin sosyalizme karşı uluslararası planda yürüttüğü mücadele, tarihte bir sınıfın ötekine, bir fikrin karşıtı bir fikre, bir ülkenin diğer bir ülkeye, bir ülkeler grubunun bir başka ülkeler grubuna karşı giriştiği herhangi bir savaştan çok daha kapsamlı, çok daha değişik silahların bir arada kullanıldığı, çok daha acımasız bir savaş olarak yürümüştür.
Bu savaş; Parisli komünarların kitlesel katliyle (1871), Ekim Devrimi’nin Beyaz Ordu ve kapitalist ülkelerin dişinden tırnağına silahlı ordularıyla boğulmaya çalışılmasıyla, Hitler’in Rusya’ya saldırtılmasıyla; Mc Carthycilikten Vietnam Savaşı’na, “soğuk savaş”tan “yeşil kuşağa” gibi çok somut anti-sosyalist eylem ve savaşlarla olduğu kadar, bunlardan daha önemli olarak da her gün, her saat kesintisiz olarak, ekonomiden siyasete, kültürden ideolojiye, felsefeden sanata, bilime, gazeteciliğe kadar her alanda sürdürülmüştür. Bugün de belki daha sinsi yöntemlerle ama daha etkin savaş yöntemleriyle sürdürülmektedir.
Hiç tartışmasız söylenebilir ki; kapitalizmin sosyalizme karşı yürüttüğü savaş; bir fikir akımına, bir toplumsal sisteme karşı tarihte görülmüş en büyük topyekûn savaştı. Günümüzde sosyalizme karşı girişilen büyük karalama kampanyası ve onu “artık imkânsız”, toplumsal bakımdan meşruiyeti olmayan bir sistem olarak tanıtma çabaları, kapitalizmin sosyalizme karşı açtığı büyük savaşın bir devamıdır.
Dün vahşi saldırılar, askeri savaşlar ve özel harbin envai tür yöntemleriyle sürdürülen savaş, bugün; bazen sosyalizmin görmezden gelinmesiyle, bazen ebediyen öldüğü propagandasıyla, bazen sosyalizmin barış ve refah içinde, özgür bir insanlık toplumunun kapitalizm tarafından gerçekleştirileceği iddiaları arkasında sürdürülmektedir.
Kuşkusuz ki, sosyalizm düşüncesi, işçi sınıfı ve onun özellikleriyle tarihsel rolünden koparılıp, salt bir düşünce dizgesi ve bazı “ilkelere” indirgendiği ölçüde uluslararası sermayenin ve gericiliğin saldırılarının tahribatı büyümekte; gerçek dışı ve bir temele oturmayan, bilimsel bir geçerlilik taşımayan “kafada tasarlanmış” her düşünceye karşı, zıt bir düşünce üretmenin mümkünlüğünden kalkan dünya gericiliği ve anti-sosyalist kampanya ustaları; bütün gayretlerin, bilimsel sosyalizmin temellerinin unutturulması ve sosyalizmin düşüncesini bir süslü laflar yığını biçimine indirgeyerek, bu kaba, ilkel, ütopik sosyalist fikirlerin, “piyasa sosyalizminin yayılması için gayret göstermektedirler.
Ancak böylesi bir burjuva sosyalizmini yayarak ve bunu başardıkları ölçüde, sosyalizmi ideolojik olarak alt edebileceklerini, emekçiler arasından söküp atabileceklerini hesap etmektedirler. Stalin, bundan 70 yıl önce, uluslararası kapitalizmin saldırıları karşısında sosyalizmin büyük cesaret ve metanetle savaştığı yıllarda; Bolşevik Partisi Tarihinin son bölümünde sınıf partisini, Bolşevik Partisi’ni Antioş’a benzeterek; tüm sınıfı, sosyalistleri uyarır. Çünkü Antioş, ana tanrıça Toprak Ana’nın oğludur ve gücünü topraktan alır. Ayakları topraktan kesilmedikçe de onu yenmek mümkün değildir. Antioş’un bu özelliğine dikkat çeken Stalin, Bolşeviklerin, sınıf partisinin yığınlarla bağı kesilmediği sürece (Çünkü yığınlar, işçi sınıfı partinin anasıdır; parti ondan doğmuştur) partinin, sınıfın, sosyalizmin yenilemeyeceğini söyler.

ÜTOPİK SOSYALİZMDEN BİLİMSEL SOSYALİZME
Tarih boyunca emekçi yığınların sosyalizm hakkındaki fikirleri, birbiriyle dayanışan, barış içinde, iyi ve kötü her şeyin paylaşıldığı bir toplumsal düzendir. Bu fikirler hemen her toplumda çeşitli biçimlerde yaşarken, özellikle de toplumların zor dönemlerinde daha çok itibar görmüşlerdir. Ancak; işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasına kadar sosyalist fikirler, dinsel, geleneksel, ahlaksal, kültürel değerler olarak yaşamış, ama istikrarlı bir toplum oluşturma, eski toplumun yıkılması için devrimci toplumsal güçlerin biriktiği bir merkez oluşturmamıştır. Nitekim modern sosyalizmin atası sayılan ilk “bilinçli” sosyalist formülasyonlar da, bu eşitlikçi, dayanışmacı, adaletli bir toplum fikrinin “projelendirilmesi” çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Thomas More, Campanella gibi, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ilk ütopik sosyalizm “teoricileri” de tıpkı, halk söylencelerindeki sosyalizm gibi, bir sınıfsal temele oturmaktan öte bir “iyiler” topluluğu, “iyiye inanmış iyi insanlar toplumu”, “ahlak toplumu” tasarlamışlardır.
Kaçınılmaz olarak, bu düşünürler için sosyalizm; sosyalizme inanmış insanların kurduğu bir toplumdur. Marksist, diyalektik materyalist tarih anlayışına göre, sosyalizm, insan toplumunun gelişme sürecinde kapitalizmden sonraki aşamayı oluşturmakta olup, üretici güçlerin gelişmesi kaçınılmaz olarak, kapitalizmi toplumsal gelişmenin engeli haline getirip, sosyalizmi dayatacaktır. Kapitalizmden sınıfsız, sömürüsüz bir toplum olan komünizme geçiş, proletaryanın devrimci, demokratik diktatörlüğü dönemine karşılık gelir.
Yani Marksist sosyalizmi diğerlerinden ayıran, onun bilimsel sosyalizm olarak adlandırılmasına neden olan şey; Marksist sosyalizmin, şu ya da bu insanın kafasından çıkmış bir “toplumsal proje” olmaktan, şu ya da bu kişilerin niyeti ve amaçlarından kurtararak; insan toplumundaki nesnel gelişmesinin kaçınılmaz bir aşaması olduğunun kanıtlanmış olmasıdır.
Bu bilimsel ele alışın bir ürünü olan “Tarihsel Maddecilik”, toplumsal gelişmenin ve elbette sosyalizm ve işçi sınıfı arasındaki ilişkinin açıklamasıdır da. Başka bir söyleyişle Marksizm’de işçi sınıfı, sosyalizmin hem temelini, hem de onu hayata geçirecek gücü temsil eder. Marksist parti ve devrim anlayışı da bu temele dayanır. Ve Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana da; Marksizm’le bütün çeşitli türden burjuva, küçük burjuva sosyalizmi görüşleri arasındaki mücadele bu temel yaklaşım üstünden gerçekleşmiştir.
Öncelikle Marksizm’le bütün çağdaşı “izm”ler arasındaki çatışmanın ana noktası; işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki bağıntıda olmuş; Marksizm, işçi sınıfını, toplumun modern ve en devrimci sınıfı olarak, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kuracak tek güç olarak tanımlamıştır. Bu, Marksizm’i bütün öteki ahlakçı, dayanışmacı, eşitlikçi, vb. “sosyalizmi sosyalistlerin eseri olarak gören” anlayışlardan ayırmıştır. Ve Marksistler; “Bütün dünyanın işçileri birleşin ve kapitalizmi alt edin” derken; çağrılarını sadece ezilen, sömürülen, değerlerin yaratıcısı ama aynı zamanda insanlığın geleceğini de temsil eden en ileri ve en devrimci sınıfa yapıyorlardı. Yoksa bu çağrı şu ya da bu ilkelere inanan “her sınıftan kişilere” değildi.
Ancak bu mücadele 19. yüzyılın son yarısında, bütün diğer ütopik, anarko-sosyalist görüşlerin Paris Komünü’yle birlikte yerle bir olmasıyla bitmedi. 1880’Ierden itibaren Bernsteincılarla Marksistler arasındaki çatışma da aynı noktada idi; işçi sınıfı, proletarya sosyalizmi kuracak bir sınıf mıdır yoksa değil mi? Bernsteincılar da aynı noktadan itiraz ettiler. İşçiler artık en çok ezilen değildir; öyleyse en devrimci sınıf da değildir. Öyleyse bir devrime ihtiyaç da yoktur! Tartışma Kautskycilerle Lenin arasında aynı temelde devam etti ve işçi sınıfı ile sosyalizmin bağının koparılması üstünden “sosyal demokrasi” devrimci ve reformcu kanatlar olarak bölündü. Ekim Devrimi; devrimci işçi sınıfı ile doğrudan bağlantılı sosyalizm görüşünün zaferi oldu. Emperyalizm çağının koşullarında; “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” diyen Marksist sosyalizm, Leninizm adını aldı. Ve dünyada ilk sosyalist ülke, aynı zamanda Marksizm’in Leninci yorumunun, işçi sınıfı ile Marksist teorinin kucaklaşmasının zaferinin de eseri olarak kuruldu. Ve işçi sınıfı insan toplumunun gördüğü en büyük devrimi gerçekleştirdi.
Troçkizmle, Lenin ve Stalin’in şahsında sürdürülen çatışma, belki “saf işçicilik” tartışması; işçi sınıfının rolüne Troçki ve Troçkistlerin çok önem vermesi gibi görülürse de; aslında asıl çatışma yine de; sosyalizmle işçi sınıfının tarihsel rolü arasındaki ilişkide işçi sınıfına güvenmemek, sosyalizmin kurulmasını bilinmez bir geleceğe, neredeyse işçilerin ve diğer emekçilerin sosyalist olacağı bir bilinmez geleceğe ertelemekle, işçi sınıfının tarihsel rolünü gerçekleştirecek olgunlukta olduğunu, bunu gerçekleştirmek için mücadeleye atılınması gerektiğini savunan Lenin ve Stalin ile öteki gerçek Marksistler arasındaki tartışmadır.
Ama denebilir ki; Marksist sosyalizm ile bütün diğer emperyalizm çağının geç kalmış sosyalizm görüşleri; Kruşçevcilik, Euro-komünizm, Maoculuk, Kastroculuk, Marigellacılık, Marcusçülük, Kaddaficilik, Gradücülük, Havetmicilik vb. sayısız kendisine Marksist sosyalist, hatta Leninist diyen akımlar arasındaki temel çatışma da işçi sınıfı ile sosyalizm arasındaki ilişkinin ters yüz edilmesi; işçi sınıfının sosyalizmi kuracak “maddi” ve “öncülük” bakımından imkânlara sahip olup olmadığı tartışmasıdır.
Denebilir ki, 1960’lı yılların kendisine sosyalist diyen ama tutarlı ve tutarsız anti-emperyalizm arasında salınmaktan, hatta emperyalizme teslimiyetin teorisini kurmakla uğraşan (Kruşçevcilik, Euro-komünizm, Trcçkizm,) bu akımların ortak özelliği; işçi sınıfının artık ezilen ve sömürülen bir sınıf olmaktan çıktığı, dolayısıyla zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olan bir sınıf haline geldiğini savunmalarıdır. Bu yüzden de onlara göre, artık devrimci olan sadece işçi sınıfının ideolojisidir. Dolayısıyla bu ideolojiyi öğrenen küçük burjuva aydınları (Kastrocular, Marigellacılar, bir yanıyla Maocular, kimi Troçkistler, Markusçüler) bu ideolojiyi öğrenerek devrimi yapacak, sosyalizmi benimseyen her sınıftan güçler sosyalizmi kuracaktır. Ancak ondan sonra işçi sınıfı devreye girip, değer yaratan bir güç olarak sosyalizm için örgütlenebilecektir! Köylülüğün asıl devrimci güç olduğunu ilan ederek, işçilerin bile köylüler tarafından eğitileceğini iddia eden Maoculuk, gençliği yeni ve en devrimci sınıf ilan eden CIA teorisyeni Herbert Marcus’nün görüşleri, kır ve şehir gerillacılığını sosyalizmin temeli yapan ve profesyonel grupları sınıfın yerine geçiren çeşitli adlardan görüşler; aralarındaki sert ideolojik çatışmalara karşın aslında aynı kaynaktan; sosyalizmi işçi sınıfı dışındaki güçlerin eseri olarak görme ve sosyalizmle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi koparma fikrinde birleştiler.

İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ VE TEORİ-PRATİK İLİŞKİSİ
Marx öncesi düşünürler, olup biteni kendi bakış açılarından yeniden yorumlamakla yetindiler. Ancak Marksizm’le, durum değişti. Çünkü düşünmek sadece yorumlamak için değil, dünyanın gidişatına müdahale etmek, dünyayı değiştirmek için bir eyleme dönüştü. İnsan düşüncesinin, insanlığın bilgi birikiminin ulaştığı bu yeni aşamada artık eski tarz; dünyayı, olup biteni yorumlamakla yetinen bir felsefe geriyi, gericiliği temsil eder hale düştü. Başka bir söyleyişle; bilimle felsefe, teori ve pratik dolaysız bir ilişki içinde el alınarak, yeni bir bilim ve felsefe anlayışının yolu açıldı.
Marksizm hem bu bilim-felsefe birliğini hem teori ve pratik ilişkisini şahsında toplayan bir doktrin, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olarak şekillendi. Marksizm tarafından “doğrunun ölçüsünün pratik olduğunun ilan edilmesiyle; spekülatif felsefe, birbiriyle uyumlu lafları art arda sıralamayı aşmayan felsefe geleneği de son bulmuş oldu. İnsanlığın, insan düşüncesinin bu ilerlemesi; 2500 yıllık spekülatif felsefe anlayışına, çözülmez denilen “felsefi problemlere” mugalata ve zekice hazırlanmış “söz tuzaklarımdan oluşturulmuş felsefi dizgelerin sonunu getirdi.
Böylece Hegel’de zirvesine ulaşan felsefi idealizm, Feuerbach ve çeşitli Fransız Aydınlanmacı düşünürlerinde temsil edilen kaba materyalizm tarihsel ömrünü tamamlarken; yeni formuna Marx ve Engels’in çabalarıyla ulaşan “yeni felsefe” (geleneksel ölçülerle aslında felsefe olmayan bir felsefeydi) “diyalektik ve tarihsel materyalizm” olarak ifade edildi. Marksist felsefe; tarih anlayışı bakımından da; “işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü” olarak biçimlendi.
Kuşkusuz bir felsefi kuramın, kendisini bir sınıfın “dünya görüşü”, “ideolojisi” olarak ilan etmesi tarihte ilk olan bir şeydi. Ama bundan daha da önemlisi; bir felsefenin, o zamana kadar seçkin aydınların tartışma alanı olarak görülen felsefe alanının cahil bırakılmış, eğitimsizliğin batağına sürüklenmiş bir sınıfa açılmasıydı. Ve bu sınıfın bütün eğitimsizliğine karşın bu felsefeyi hızla özümseyeceğini göstermesi, bu felsefe doğrultusunda bir eylem içine girebilmesiydi. Ve bir felsefe, bir kuram ilk kez işçiler arasında, milyonlarca emekçi arasında okunup tartışılıyordu. “Tanrı sözü” kabul edilen İncil, Kuran gibi dini eserler dışında ilk kez olan bir şeydi bu; milyonlarca yoksul emekçinin bir dünya görüşü etrafında birleşip tartışıp onu örgütlenmesinin bir platformu olarak görmesi
Yani, ezilenler, işçi yığınları tarihte ilk kez; bilimsel temellere dayanan bir kuramın yol göstericiliğinde kendi dünyalarını kurmak üzere harekete geçiyorlardı. Böyle bir rol, daha önce, hiçbir felsefi akım, hiçbir kuram tarafından oynanmamıştı.
Burjuvazinin Marksizm’e karşı düşmanlığı, bu dünya görüşüne karşı, top, tank, savaş gemileri ve savaş uçaklarını da kapsayan askeri savaşlara varan bir mücadele açmasının nedeni de: Marksizm’in isçi sınıfı ve onun tarihsel rolü ile ilgili tespitleri ve elbette kapitalizme karşı mücadelede oynadığı bu rolle ilgiliydi
Elbette tarih boyunca egemen sınıflar, kendi suni çıkarlarıyla bağdaşmayan düşüncelere karşı savaşmışlardır. Ama bu savaşlar ya egemen düşünce karşısında olanların yasaklanması, bu düşünce, sahiplerinin cezalandırılması (işkence edilmesi, yakılması) muhalif düşünce yandaşlarının toplum dışı ilan edilmesi gibi yöntemlerle olmuştur. Marksizm’le birlikte ilk kez; devletler kendi aralarında paktlar kurup, o fikri ortadan kaldırmak amacıyla çok yönlü askeri harekâtlara girişmiş, dünyanın en büyük ordularını, en yıkıcı silahlarını bu fikri ortadan kaldırmak için kullanmışlardır.
Çünkü Marksizm’e kadar hiçbir felsefi sistem, yığınları harekete geçirmede olduğu kadar yığınların eylemiyle düşünce, teori ile pratik arasında böyle dolaysız bağlar kurmamıştır. Çünkü Marksizm’in temeli, işçi sınıfının dünyayı değiştirme yeteneği; bu değiştirme eyleminin gelişmesiyle bağlantılı bir kuram; sözcüğün gerçek anlamıyla bir devrim kuramıydı. Hu nedenle Marksizm, kendisinden önceki kuramlardan farklı olarak “olmuş bitmiş” ölü bir pratiğin teorisi değil, işçi sınıfının her yeni atılımıyla, insanlığın belileri adımıyla yeniden kurulup, yeniden canlanan bir kuram olarak; hep yeni olmayı, yeni kalmayı başaran bir düşünsel dizgeydi.
Bu nedenle de, sınıfın yabancı olduğu sınıflar mücadelesinin çeşitli yanlarında sınıfa yol gösteren teorinin, çözümsüzlüğe düştüğü her noktada işçilerin yığınsal gücü devreye girmiş, teorinin çözümleyemediğini çözümleyerek, teori için kendisini yenilemenin ve zenginleştirmenin imkânını yaratmıştır. İşçi sınıfının tarihsel rolü göz önüne alındığında; onun sınıf mücadelesindeki tutumuyla, mücadelenin ilerlemesi arasında doğrudan bir bağlantı vardır: örneğin ekonomik mücadele alanı olarak tanımlanabilecek sendikal mücadelede; taslaklar hazırlanır, TİS görüşmeleri, sendikacılar, işçi temsilcileri ile patron temsilcileri arasında “masa başında” sürer. Ama işçi sınıfının gücü (üretimi durduran, yerine göre gösteri ve direnişler yaparak burjuva kamuoyunda hoşnutsuzluklar yaratan, daha da ileri giderek genel direniş ve grevlerle tüm sermayeyi tehdit eden gücü) ortaya konmadan TİS görüşmelerinden sonuç alınmayacağı ortadadır.
Bu güç bazen grevler, direnişler gibi çok somut bir biçimde ortaya çıkar ve iki taraf direnme güçlerini sonuna kadar sınar. Ya da; işçiler kararlı ve patronlar da yeterince sıkışıksa, güç somut olarak ortaya çıkmadan da (sadece bir tehdit olarak var olmasıyla) sonuçlanabilir. Ama her halükârda; ekonomik mücadelede yolu açan işçilerin potansiyel ya da gerçekleşmiş olarak TİS alanına yansıyan gücüdür.
Sadece ekonomi alanında değil siyaset alanında da işçiler kendi birleşmiş güçlerini, müttefiki diğer emekçi sınıfların güçlerini politika alanında hissettirmeden parlamentodan, hükümetten çeşitli taleplerde bulunsalar da; bundan pek bir şey elde edemezler. Burjuva düzen partileri ve sistemle uzlaşma içindeki “sosyalist”, “sosyal demokrat” partiler de işçi sınıfının, emekçilerin yığınsal güçlerini politika dışına itmek için “vaatlerle işçi karşısına çıkarlar. İşçilerin doğrudan ve kendi partisi çizgisinde politikaya çekilmesi yerine; diğer partilerin işçilerin desteğini alıp iktidara gelmesini, vaatlerini yerine getirmeleri arzında bir siyaseti benimserler. Bu, bugün Türkiye’de EMEP’le diğer “sosyalist” partiler arasındaki farkı da ifade etmektedir. İşçiler politikaya kendi taleplerinin sahipleri ve savunucuları olarak, mümkün olan bütün yığınsallıkları ve müttefiki emekçileri de politika alanına çekerek mi ver alacakları, yoksa kimi partilerin programlarında işçilere yönelik vaatlere bakıp, o partinin iktidara gelerek bu vaatleri gerçekleşmesini bekleyen politika tarzını mı benimseyecekler? Aslında bu iki ayrı politika tarzıdır ve işçi yığınlarını, emekçilerin talepleri uğruna politika yapmaya çekmeyen bir tarz; yığınları politika dışında tutmayı başlıca amaç edinen burjuva politikasının bir versiyonu olmayı aşamaz. Elbette ki, EMEP burada, sınıfın kendi talepleri uğruna bir mücadeleye atılmasını, bu çizginin kendi partisinin mücadele çizgisi olmasını istemekte, sınıf içindeki çalışmasını, örgütsel biçimini, yığınlar içindeki her tür eylemini bu temele göre yönlendirmektedir. Programı ve yayın organlarındaki dilde bile diğer “sosyalist” parti ve çevrelerle bu noktadan ayrışmakta; programını bir vaatler toplamı değil; talepler ve bu talepler uğruna mücadelenin örgütlenip ilerletilmesine temel olan bir metin olarak hazırlamış bulunmaktadır. Yani; sınıf partisi, sınıfın taleplerini ne kadar başarılı formüle edip bunları çeşitli siyasi platformlarda ne kadar başarılı bir biçimde savunursa savunsun; işçi ve emekçi yığınların gücü devreye girmeden, onların demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde ağırlığı ortaya konulup burjuvazinin güçlerini bulundukları mevzilerden geri püskürtmeden siyasal alanda emek lehine yeni gelişmelerin olması, demokratikleşmede ciddi mevziler kazanılması ya da sınıfın kimi siyasal taleplerinin gerçekleşmesi beklenir bir şey değildir. Bugüne kadar da işçilerin demokrasiye ilişkin pek çok talebi, burjuva siyaset odakları tarafından da “haklı” ve “meşru” görünmesine karşın bu konularda bir adım atılmaması, atılıyor gibi yapıldığında da ikinci adımın geriye doğru atılması, bunun, yığınların gücünün devreye girmeden demokrasi mücadelesinde adım atılamayacağının çok açık bir göstergesidir.
Burjuva, küçük burjuva akımların anlayışlarına göre, sınıflar mücadelesinin pratiği ile ilişkisi en dolaylı olarak görülen “ideolojik mücadele” alanında bile yığınların gücü; onların eskiyeni, geriyi kahreden gücü devreye girmeden teoride de ciddi atılımların olmayacağı, Marksizm’in bir diğer saptaması; kendisini diğer dünya görüşleri ve felsefi odaklardan ayıran temel bir yönüdür.
Elbette Marksizm’i savunan aydınlar, bilim adamları, sınıf partisi; burjuva, gerici dünya görüşlerine karşı entelektüel alanda bir mücadeleyi, onların görüşlerinin tutarsızlığını ve bilimin, toplumsal gelişmelerin karşısında gerici pozisyonunu, her aracı kullanarak açıklamaya hiç ara vermeksizin devam ederler. Ama mantıksal bakımdan ne kadar parlak savunular yapılırsa yapılsın, Marksistler bilirler ki; sermaye ile ideolojik alanda mücadele; kendi başına, burjuva dünya görüşünü bulunduğu alanlardan püskürtmek, Marksist materyalist bir dünya görüşünün bilim, sanat, kültür ve sosyal alanda etkin bir pozisyona gelmesi için yetmez. Ancak, işçiler de; “Bundan böyle herkes, dünyaya işçi sınıfının bakış açısından bakacaktır” diye eyleme geçmeyeceğine göre, demek ki; ideolojik alandaki mücadelenin başarısı yığınlar kendi güçlerini başka alanlarda ortaya koyduklarında gerçekleşecektir.
Bugüne kadar, sınıflar mücadelesinin deneyimleri, ideolojik alanda sınıfın dünya görüşünün etkin bir pozisyon kazanması için, sınıfın ekonomik ve siyaset alanında ağırlığını koyması, geniş yığınları kendi siyaseti etrafında toparlamada ciddi adımlar atması gerektiğini göstermiştir. Nitekim 20. yüzyıl boyunca; Ekim Devrimi sonrasında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçi sınıfının dünya görüşünün burjuva fikir ve sanat dünyasına damga vurmasının arkasında; Ekim Devrimi’nin halklar ve dünya işçi sınıfı üstünde yarattığı etki ile İkinci Dünya Savaşı’nda, SB’nin faşizmin yenilmesindeki öncü rolü ve savaş sonrası dünyasında bütün ezilen halklar için anti-emperyalist mücadelede sosyalizmin ve SB’nin bir kurtuluş dayanağı olarak görülmesi vardır.
Nitekim tarih boyunca; bütün ciddi görüşler; toplumsal gelişme, toplumsal ilerlemelerle başa baş bir seyir izlemiştir. Marx ve Engels, işçi sınıfını, kapitalizmi incelemiş; bu bilimsel çözümlemelerden işçi sınıfının tarihsel rolünü çıkararak onu, yeni toplumu, sosyalizmi kurmaya yetenekli tek güç olarak ilan etmiştir. Sonraki yıllarda da işçi sınıfının mücadelesi Marksizm’in bu öngörülerini doğrularken, aynı zamanda da sınıf attığı adımlarla Marksizm’in kendisini temellendirmesinde yeni imkânlar sunmuş, teorinin pratikte doğrulanması imkânını tanımıştır. Ve Marksizm’in kurucuları Marx ve Engels ile onların izleyicileri, Lenin, Stalin, Enver Hoca gibi Marksizm’in büyük teorici ve pratikçileri toplumsal hareketin her önemli aşamasında Marksizm’in kendisini yenilemesi, yeniden yorumlanması ihtiyacına özel bir dikkat çekmişlerdir. Çünkü Marksizm; bir dahi düşünür ya da düşünürlerin kafalarında oluşmuş, mantıksal çelişkileri giderilmiş bir formülasyonlar toplamı değil; işçi sınıfının mücadelesinin deneyimlerinin, bilimin imbiğinden geçirilmiş sentezidir.
Bu yüzdendir ki; eğer işçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca, özellikle onun ikinci yarısındaki (1848 Devrimleri ve 1871 Paris Komünü) işçi sınıfı mücadeleleri olmasaydı Marksizm diye, 150 yıldır; işçi sınıfı mücadelesine kılavuzluk eden; kapitalizme karşı mücadelede olmazsa olmaz bir dünya görüşünden söz edilemezdi. Ya da, 20. yüzyılın başındaki mücadeleler ile Ekim Devrimi olmasaydı; bir Leninizm’den söz etmek mümkün olmazdı. Ve elbette; sosyalist teori böylesi mücadelelerin deneyimiyle ete kemiğe büründürülmüş olmasaydı; Marx, Engels, Lenin ve diğer Marksizm öğretmenlerinin eserlerinin böylesi gerçekçi, milyonlarca işçi için yol gösterici, halklar için emperyalist sömürü ve vahşete karşı mücadelede bir kılavuz olması mümkün olmazdı.
Başka bir söyleyişle; Marksizm’de teori ve pratik arasındaki ilişki iki yönlüdür. Teori; işçi sınıfının ve önceki ezilen sınıfların mücadele pratiklerinin derslerinin bir sentezidir ve sınıfın pratiğine yol gösterir; ama teorinin tıkandığı her yeni aşamada işçi sınıfının “kaba gücü”, eylemi; bu tıkanmışlıkları aşan, teorinin eksikliklerini tamamlayan, eskiyen yönlerini dışlayan ama onu aynı zamanda yenileyerek daha güçlü, daha parlak bir yol gösterici haline getiren bir rol oynar. Yani yığınların eskiyi, geride kalanı yıkıcı gücü, aynı zamanda yapıcı, yaratıcı, yenileyici bir rol oynar. Bu güç, sadece eski toplumu yıkıp yeniyi kurmanın değil aynı zamanda estetik fikirleri yıkıp yeni fikirleri egemen kılmanın da tek gerçek dayanağıdır. Ve Marksizm, son tahlilde işçi sınıfının kaba ama bütün değerleri yaratan gücünün, sermayeye ve onun dünyasına karşı yönlendirilmesinin dünya görüşü, bilimsel öğretisidir.

SOSYALİZM VE YENİ DÜNYA DÜZENİ
Bu dönem boyunca, Enver Hoca ve diğer gerçek Marksist-Leninistlerin bu revizyonist-reformcu mihraklarla çatışmalarının ana noktası da bu oldu. Ve Marksistlerle çeşitli türden revizyonist ve reformcu odaklar arasındaki çatışma, bazen şu bazen bu konudan başlasa da, sonunda hep aynı noktaya taşındı; sosyalizm işçi sınıfı tarafından kurulacak bir sosyal sistem midir, yoksa, sınıfsal karakteri olamayan, şu veya bu konjonktürel durumla bağlantılı olarak oluşmuş sosyalizmi benimseyen güçlerin gerçekleştireceği bir devrimci toplum biçimi midir? Aslında; ’60’lı yıllarda ve 70’li yılların başında yüksek perdeden yürütülen bu tartışmalar; Yeni Dünya Düzeni’nin ilanına kadar gelen süreçte uluslararası kapitalizmle birleşip; kapitalistlerin de sosyalizmi kurabileceklerini iddia edebilecekleri bir ideolojik ortamı oluşturdular. Eğer, sürekli çözülen küçük burjuva tabakalar, orta sınıf aydınları, kapitalist toplumun yok olmaya mahkûm kategorisi, köylülük, sosyalizmi kuruyorsa; onların sosyalist dediği toplumu burjuvazi niçin kurmasındı! Üstelik burjuvazi, kapitalist toplumda devlet dâhil her şeyin sahibi, elinde her olanağı bulunduran bir sınıf olarak adil, barış içinde, demokrasinin dünyanın her yerinde geçerli olduğu bir yeni dünya düzenini neden kurmasın! Sonunda barış içinde bir dünya kapitalistler için de daha iyidir ve onlar da her şeyin barış içinde olmasını isterler. Tabii, sosyalizmde bu kadarla yetinmeyenler şu veya bu topluluğun istek ve bilinciyle belirlenen toplumsal düzeni daha da ileri götürmek için makinelerin gelişmesine bel bağlayıp, gelişen teknolojinin sömürüyü de ortadan kaldırıp, makinelerin üretip, insanların tükettiği bir ütopik toplum tasarlayarak bunu da, kapitalist sınıfa mal ettiler. Böylece artık üreteci güçler içinde asıl değer üretenin “emek değil, sermaye”, olmadı, “bilgi” olduğunu iddia ederek, “yeni sosyalizm kuramları” geliştirdiler.
İşte bugün de; gerçek sosyalistler, Marksistlerle her türden burjuva ideologu, eski Marksist, sosyal demokratlar, liberaller, “üçüncü yolcular”, emperyalist ideologlar arasında tartışmanın ana noktası, Marx ve Engels’in ütopik sosyalistlerle olan hesaplaşması üstünden yürümektedir: İşçi sınıfı ile sosyalizmin arasında doğrudan bir bağlantı var mıdır; yoksa, sosyalizm sosyalistlerin bir araya gelip kurabilecekleri, sınıf içeriği olmayan bir toplum biçimi midir? Yeni Dünya Düzencileri, emperyalizmin ideologları, sosyalizmi yenilgiye uğratmış ve eski sosyalist saflarda büyük gedikler açmış olmanın verdiği güvenle, sosyalizmin adını ağızlarına almadan; ama sosyalizmin şahsında temsil edilen; barış içinde, kardeşliğin, demokrasinin, refahın paylaşılmasının, adaletli bir toplum oluşturmanın ilkelerini kendi ilkeleri olarak ilan ettiler. Böyle sosyalizmi çağrıştıran ve insanlığın her toplumsal aşamada özlemini duyduğu şeyleri; kapitalizmi geliştirerek, onu daha da güçlendirerek başaracaklarını ilan ettiler. Yani hem kapitalizm gelişecek, onun önündeki engeller ortadan kaldırılıp kapitalist rekabetin, kâr hırsının zincirleri çözülecek hem de barış içinde, adaletin ve refahın yaygınlaştığı, demokrasinin dünyanın her köşesinde boy verdiği bir düzen kurulacaktı!
Eski Marksist-sosyalistlerin önemli bir bölümü de, emperyalizmin ideologlarının bu saçma fikirlerine teorik dayanaklar üretmek için; 2. Enternasyonalcilerin, Kautskycilerin, sosyal demokratların, Euro-komünistlerin ve her türden reformcu ve revizyonistin bilim ve Marksizm dışı görüşlerini toplayıp ondan yeni silahlar imal etmeye koyuldular. Böylece kendilerini Yeni Dünya Düzeni için vazgeçilmez hizmetkârlar olarak da pazarlayıp; burjuva propaganda mekanizmasının sinir merkezlerinde sorumlu görevlere getirildiler.
Bunlar kuşkusuz; aralarında çeşitli ve birbiriyle mücadele içinde görünüyor olsalar da Marksizm’e saldırmakta tam bir fikir birliğindeler. Ayrıldıkları nokta, ise bazılarının hâlâ, sosyalizm iddiasında bulunması ve kafalarındaki sosyalizme, kapitalizmin daha geliştirilmesine destek verilmesi; emperyalizmin dünya egemenliği politikalarına yardım edilerek emperyalizmin hegemonyasında barış içinde, bütünleşmiş, “küreselleşmiş” bir dünyanın yavaş yavaş sosyalizmi kuracağı fikrinde ısrar etmesidir. Ancak bu fikirleri savunanlar da kendi aralarında bölünmekte; bir bölümü bunları açıkça, kapitalizme övgüler yağdırarak yaparken bir diğer bölümü ise, örneğin “Sermayenin küreselleşmesi yetmez, emek de küreselleşsin” diyerek; AB gibi emperyalist paktların ve bu paktta yer alanların “kriterlerinin yaygınlaşmasının dünyada demokrasinin gelişeceği, dolayısıyla sosyalizmin gelişmesi için ortamın olgunlaşacağı gibi tezler geliştirerek emekçi sınıflara ihaneti sürdürmektedirler.
Hiç kuşkusuz düzenin gerçek sahiplerinin bugün belirledikleri emperyalist “konsept”, bu çeşitli türden sosyalizm görüşlerini, sistemin bir “zenginliği”, yerine göre “mozaiği” olarak görüp desteklemektedir. Dolayısıyla bu yukarıdan destek; kendilerini sosyalist, Marksist ilan eden bu çevrelerin fikirleri, “eserleri”nin yayılması desteklenmektedir.
Örneğin yakın bir zamana kadar; sosyalizmi “ahlak düşüklüğü”, “Rus casusluğu”, “sabotajcılık”la eşdeğer görüp kovuşturan, yasal olarak yapamadığını fiilen yapan kapitalist ülkelerde son yıllarda “sosyalizm” ve “komünizme” daha toleranslı oldukları, bunu da demokrasinin gelişmesi, demokratik standartların yükselmesi olarak gösterdikleri bir gerçektir.
Uluslararası yayın yapan pek çok dergi ve gazete ile TV kanallarının başında, kendisine sosyalist diyen kişiler önemli mevkileri kaptılar ve kimi zaman sosyalizme duydukları büyük öfkeyi de belli ederek, ama çoğu zaman sureti haktan görünerek sosyalizmi karalamanın, nasıl yok edildiğinin ya da nasıl bir “marangoz hatası olarak” yayıldığını tartışan programlar yapmakta, her günkü propagandaları içinde sosyalizme saldırmayı bir “meslek adabı” olarak yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Hâlâ sosyalizmde ısrar edenler için de; sınıf içeriğinden arındırılmış, sadece “sosyalistlerin” ilgi duyacağı bir sosyalizmi de propaganda etmek bu anti-sosyalist odaklar için, en az sosyalizmi karalama faaliyeti kadar önemli görülmektedir. Ve bu eski sosyalistlerin kastının önemli bir bölümünün en önemli işlevini de bu alanda, Marksist sosyalizm dışı, “Sosyalistim” diyen kişiye göre değişen ama asla işçi sınıfıyla bağı olmayan bir sosyalizm anlayışının propagandası olduğu, bunun gerçek sosyalizme karşı mücadelede kullanılan en sinsi saldırılardan birisi olduğu dönemin en açık gerçeklerinden birisidir.
Türkiye’de de durum çok farklı değildir. Sermayenin propaganda merkezleri bir yandan cepheden sosyalizm düşmanlığı, “Sosyalizm ebediyen yenildi” propagandası yaparken, öte yandan işçi sınıfıyla bağlantısız bir sosyalizm için övgüler yazmak, bu konuda tartışmalar açmak, partiler kurmak, hele Marksizm’e, Leninizm’e, Stalin’e saldırılarak “reel olmayan” sosyalizm türlerinden birisi savunuluyorsa bu aynı zamanda övgüye ve desteğe de mazhar olmaktadır. Örneğin son birkaç ayda Cumhuriyet, Milliyet, Radikal gibi gazetelerde bu türden tartışmalara, makalelere sıkça rastlanmaktadır. Hele Cumhuriyet gazetesi, İshak Alaton’dan Tony Blair’e, çeşitli, sol ve sosyalist partilerin liderlerinden ’68’li namıyla ortada dolaşan 30 yıl öncesinin “sosyalistlerine” kadar her çevreden ve her ülkeden “sosyalistlerin” fikirlerine günlerce yer vermiştir. Ya da seçimler döneminde Doğan grubu gibi anti-komünizmin en önemli mihrakının ÖDP’yi destekleyen bir tutum alması, anti-komünizmde en önde giden gazetelerin ÖDP’ye toleranslı davranması, onu övmek için fırsat kaçırmaması, İP’in çeşitli burjuva mihraklarca desteklenmesi, çeşitli küçük burjuva sosyalizmi anlayışlarının propagandası; burjuvazinin sorunu nasıl bir “uyanıklıkla” ele aldığını apaçık göstermektedir.
Aslında habercilikle, ya da nesnel bir tanıtımla bir ilgisi olmayan bu türden yayınların burjuva sosyalizm türlerine verdiği desteğin anlamının daha açık anlaşılması için madalyonun öteki yüzüne de bakmak gerekir: Emek mücadelesine bu yayınların nasıl baktığına, ne kadar yer verdiğine. Son on yıldır basının, sadece Türkiye’de değil, o nesnel haberciliği ile çok övünülen BBC, NBC, CNN; Reuters, Le Monde gibi yayınlar da dâhil, burjuvazinin uluslararası yayın yapan yayın organları; emek mücadelesi ile onunla ilgili gelişmelerde bir “haber değeri” görmemektedir. Burada “emek mücadelesinden kasıt işçilerin, emekçilerin gündelik yaşamlarının çeşitli yönlerinin haber yapılması gibi “rutin” haberleri de kastetmiyoruz. Örneği, çok sayıda işçinin, emekçinin grev ve direnişleri, bazen yüz binlerce işçinin eylemleri bu basın ve yayın organlarında ya hiç görülmemekte ya da birkaç satırlık kısa haber olarak görülmektedir. Bu tür emekçi eylemleri, kendi içindeki bölünmelerden doğan sorunlarla da polis ve jandarma ile çatışmalar gibi, kamuoyuna yanlış mesajlar ileten ve çoğunluğun bu eylemlere karşı tepki duyacakları yönleriyle gündeme getirilmektedir. Bu yüzden de işçiler çoğu zaman alanlara çıktıklarında; sadece patronları ve hükümeti değil, basını da lanetlemekte, gazeteleri yakmakta, TV muhabirlerini protesto etmek ihtiyacı duymaktadırlar.
Kuşkusuz ki; emeğe ve emek mücadelesine karşı tutum, emek mücadelesine konulan ambargo basın ve TV kuruluşlarının programcıları ya da muhabirlerinin icat ettiği ve uyguladığı bir tutum değil; emperyalist stratejistlerin belirlediği “konseptle” doğrudan bağlantılı bir tutumdur. Ve bu tutumun temelinde; emeğin değer yaratmadığı, değer yaratıcı olan şeyin “sermaye” ve “bilgi” olduğu, dolayısıyla grevlerin, direnişlerin, işçilerin, emekçilerin hak ve özgürlük mücadelelerinin meşru olmadığı tezlerinin sermayenin en örgütlü olduğu alan olan medyada ifade bulması vardır. Elbette bu tutum sadece medyada değil, başka türden bir görünüm altında düzen politikacılarının şahsında ortaya çıkmakta; örneğin 10–20 yıl önce şiirlerini okuyana 7,5–15 yıl hapis cezası reva görülen Nâzım Hikmet’in şiirleri Türkeş, Kazan gibi en gerici politikacıların dilindedir. Düzenin ideologları ve propagandacıları bu tutumu, “demokrasinin yeni normlarının yüksekliğinin ifadesi olarak propaganda etmektedir. Böylece düzen politikacılarının Nâzım şiirleri okuması, Lenin’den alıntılarla konuşmalarını süslemeleri; ilerici, demokratik kesimler arasında bir kez daha bölünme yaratma, düzen ve onun demokrasi anlayışı konusunda hayaller yayılmasının vesilesi olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’de, son yıllarda yüz binlerce işçinin sokağa çıkmasının burjuva medyasında ciddi bir yer tutmamasının, kimi çok satan basın organlarında on binlerce işçinin 1 Mayıs eylemlerinin üçüncü sınıf bir mankenin sevgilisiyle bilmem hangi barda ettiği kavgadan daha az yer tutmasının nedeni, 1 Mayıs’ın insanları artık ilgilendirmemesinden değil, sermayenin emeğe ve emek mücadelesine karşı olan tutumundan, onu “sessizlikle boğmak” amacıyla uyguladığı taktikten dolayıdır. Ya da; TİSK’in sendikacıların deyimiyle “işçi babası” olarak tanımlanan Genel Başkanı Refik Baydur; “dostu” olan Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral ve Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu önünde; TİS sürecinde ortaya çıkan grevlerin “haksız” ve “ideolojik” olduğunu, iddia edebiliyor ve hükümetin grevleri yasaklamasını bile az bularak “grevcilere karşı daha sert davranılmasını” istiyorsa, IMF Türkiye Masası Sorumlusu olan kişi, patron örgütlerini gezip “İşçiye zam yapmayın” diyebiliyorsa, bu sistemin sahiplerinin emeği ve emek mücadelesini “gayri meşru” ilan etmeye heveslendiğinin, bu yolda da hayli mesafe kaydettiğinin ifadesidir.
Yani, yerine göre “sosyalizm” üstüne tartışmaları teşvik eden, sınıfsız sosyalizm savunucularına destek sunan ve burada kendisine “demokrat” payesi çıkaran sermaye emek ve emek mücadelesi karşısında tam bir “görmedim”, “duymadım”, “bilmiyorum” tavrına bürünmektedir. Gelişmeleri görmek zorunda kaldığında ise onu, kriminal (adi suçlu) bir vaka, terörist, bölücü gibi “konseptin karalama kalıplarına” oturtan bir form içinde sunmaktadır.
Bir başka söyleyişle 10–20 yıl öncesinde sermaye ve emperyalist mihraklar; işçi hakları mücadelesine hoşgörüyle bakarken sosyalizmi kötülüyor, gayri meşru bir sistem olarak tanımlayıp karalıyor ya da adını hiç anmıyordu. Şimdi ise, emek ve emek mücadelesi böyle bir kategoride bulunmaktadır.
Dolayısıyla 10–20 yıl önce; sosyalizmle işçi sınıfının, emek mücadelesinin birleştirilmesinde sorun işçi yığınlarına sosyalist fikirleri taşımak için sosyalizme fiili bir meşruiyet kazandırmaktı. Bugün ise, sorun emek güçlerinin birleştirilip sosyalizmi yeniden ayakları üstüne oturtacak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin önündeki engelleri temizlemek; bu mücadelenin toplumsal meşruiyetine yönelik saldırıları püskürtmektir.
EMEP’in kuruluşundan beri; EMEP ile çeşitli türden “sosyalist” partiler arasındaki önemli çatışma noktalarından birisi de budur. Onlar; sınıflar üstü ya da sınıflar dışı bir sosyalizm fikrinin daha çok tekrarlanmasıyla sosyalizmin yayılıp, geniş kesimlerde itibar bulacağını savunurken; EMEP, emek mücadelesi, işçi ve emekçi talepleri etrafında işçi sınıfının ve onun etrafında tüm emekçi halkın birleşeceği bir mücadele hattının hayata geçirilmesini savunmaktadır. Dolayısıyla bu mücadele hattı; sosyalizmi yeniden ayakları üstüne oturtacak güçlerin hareketlenmesinin hattıdır. Bu hareketlenme elbette emekçi hakları, demokrasi ve bağımsızlık talepleri etrafında bir mücadele olarak ilerlemesi; bu mücadele içinde gerçek bir sosyalizm propagandasıyla sınıfın, emekçilerin ileri kesimlerinin sosyalizme kazanılmasının dayanağı olacaktır.
İP, SİP, ÖDP gibi “sosyalist” olduklarını iddia eden partiler ise; işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesinden bağımsız, onların hareketlenmesiyle doğrudan ilgisi olmayan sosyalizm anlayışlarına uygun olarak, “sosyalizm” sözcüğünü “her derde deva” olarak göstererek, sosyalizm propagandası yaptıklarını iddia etmektedirler. Ama aslında, emek mücadelesinden, işçi sınıfından ayrı ele alınmış bir sosyalizm mücadelesinin, uluslararası sermayenin “küreselleşme konsepti”yle çok uyumlu bir yaklaşım olduğu yukardan beri söylenen çerçevesinde de açıkça görülmektedir. Bu partilerin de sosyalizmi ele alışlarının, emek mücadelesini, işçi ve emekçi sınıflarının mücadelesi karşısındaki küçümseyici tavırlarının bu konseptle pek uyuştuğu yine dönemin saklanamaz olgularından birisidir.

KÜRESELLEŞME ÜTOPYASI VE EMPERYALİZMİN DÜNYA HEGEMONYASI MÜCADELESİ
‘Globalizm’in Türkçe karşılığı olarak kullanılan “küreselleşme” kavramı, yeni ve her derde deva bir kavram olarak sunuldu. Emperyalizmin her soydan ideologları ve propagandacıları; dünyanın küreselleştiğini, dolayısıyla sömürü, üretim, değer, devrim, yurtseverlik, sömürgecilik hatta kapitalizm, sosyalizm gibi son birkaç yüzyıldır toplumsal gelişme içinde son derece önemli rol oynamış kavramların içeriklerinin tamamen değiştiğini; hatta “tarihin sonu”na gelindiğini iddia etmektedirler. Bu yaklaşımla teknolojideki her yeni gelişme, “yeni” ve “tarihte görülmemiş” bir devrim olarak sunulmakta, “küreselleşme” önüne geçilmez bir gelişme, ilerleme olarak propaganda edilip, sistemin kavramlar hiyerarşisinin en tepesine oturtulmakta, “küreselleşme”ye karşı çıkanlar “gerici”, “statükocu” olarak ilan edilmektedir.
Üstelik bu propagandayı yürütenler, sadece kapitalist propaganda merkezleri de değildir. Tersine, çeşitli vesilelerle, yukarıda da belirtildiği gibi, saf kapitalist propaganda merkezleri, daha sureti haktan bir çizgiye çekilip, eski Marksist çevrelerin bu alanda icrai sanat etmesine, sermayenin koçbaşı olarak rol oynamalarına yardımcı olmaktadırlar. Emperyalist propaganda çevrelerinin bu alanda yürüttükleri kampanya öylesine baskın bir biçimde sürdürülmektedir ki, sol çevrelerin önemli bir kesimi; “Küreselleşme kaçınılmaz ve mademki sermaye küreselleşerek dünya hegemonyasını yenilemek ve pekiştirmek istiyor öyleyse ona karşı mücadele edecek olan emek de küreselleşmelidir. Eğer sermaye emeğin küreselleşmesine izin verirse, küreselleşme emekçiler için de iyi olabilir” demektedirler. Dahası; bu çevreler, küreselleşmenin önlenemeyeceğine inandırıldıkları için, “Mademki engelleyemiyoruz, bari faydalanalım” formülünü benimsemektedirler.
Elbette ki, böylesi pespaye bir pragmatizmin sınıflar mücadelesiyle, Marksist devrim anlayışıyla, sınıflar mücadelesinin deneyimleriyle, işçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolüyle bir ilişkisi olamaz. Bu ancak kahve politikacılarının, burjuva düzen partilerinin kırıntısıyla geçinmeyi emek yanlısı politika sayan çevrelerin tutumu olabilir. Sermayenin “küreselleşme” politikaları karşısında bu teslimiyetçi çizgiyi eleştiren Prof. İzzettin Önder; bu çevreleri sadece küreselleşme taraftarlığı ile değil, “onların söyledikleri gibi küreselleşmenin engellenmesinin mümkün olmadığı doğru bile olsa” deyip bu çevrelerin tutumunu, kanser hastasını tedavi etmeye çalışan hekimin ahlaki tutumuyla karşılaştırıp; “Kanserli hasta nasıl olsa ölecek, öyleyse tedavi gereksizdir” diye hastayı tedavi etmekten vazgeçmesiyle karşılaştırarak, bu tutumu “ahlaki” bakımdan da kabul edilmez gördüğünü her platformda yeniden yeniden ifade etmektedir. Ülkemizde ÖDP; bu tarz politikanın ve bu tarz bir küreselleşme yanlılığının temsilcisi olarak öne çıkmakta, “emek de küreselleşsin” görüşünü savunarak; hem bu çerçevede uluslararası sermayeye karşı mücadele edeceğini söylemekte, hem de AB içinde işçilerin de birleşerek bir güç olacağını öne sürerek AB’ye Türkiye’nin girişinin hoş görülebileceği bir yaklaşım sergilemektedir.
Aslında bu yaklaşımın ÖDP’nin orijinal görüşü olmadığı gelişmeleri az çok izleyenler için bilinmez bir şey değildir. Çünkü bu görüş, ^aslında uluslararası planda savunulan, kimi eski Marksist “yeni sol”, Troçkizmin çeşitli versiyonu kimi fraksiyonlar ile çeşitli sınıf işbirlikçisi sendikal merkezlerin, sosyal demokrat çevrelere kadar uzanan, emek yanlısı görünmeyi hâlâ ticari bulan ama sermayeyle esas sorunlarda uzlaşmış siyasi çevrelerin görüşüdür.
Kapitalizmin nimetlerinden yararlandığı için onunla tam uyum içindeki orta sınıflardan başlayarak, kapitalizmin dışlayıp sokağa fırlattığı kent yoksularına (işsizler, evsizler, sınıf dışı, yarı proleter, lümpen kitleler vs.) uzanan bu “Emek de küreselleşsin” iddiasında dile getirilen “küreselleşme karşıtı” görünümlü tutum; bir yanıyla da son aylarda; “Küresel saldırıya karşı küresel direniş” gibi şiirsel ve romantik bir sloganla hareket etmektedirler. İşçi sınıfının uluslararası karakterini de öne sürerek, küreselleşmeye cepheden karşı çıkışları “milliyetçilik” olarak da niteleyip kendisine teorik zemin oluşturduğunu düşünen bu çevreler; gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sınıf dışı, yoksul, dışlanmış kimi kesimlerin kapitalizme karşı “kör öfkeleri” üstünde de militan bir görünüm sergilemeye yönelmişlerdir.” Otonom”, “evsiz”, “anarşist” gibi önadları da olan bu çevrelerin, lümpen kesimlerin kapitalizme öfkesinin, tepkisini ve orta sınıf kökenli; işçi sınıfıyla bağlantılı olmayan bir sosyalizm ve kapitalizm karşıtlığı anlayışı ile birleştirme politikası olarak biçimlenen bu politikalar, “radikal görünümlü”, “protestocu” (1 Mayıs’ta gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kimi kırıp dökme eylemleri ve WTO ve IMF’ye karşı gösterilere katılanların bir bölümünü bu çevreler oluşturmuştur) ama istikrarsız ve ciddi güç biriktirme imkânlarından yoksun bir karakter taşımaktadır.
Kuşkusuz ki; “küreselleşme” gibi, uluslararası sermayenin, emeğe, dünya emekçilerine karşı topyekûn saldırısı karşısında; bu istikrarsız çevrelerin “öfke tepkileri” ile orta sınıfların büyük sermayeyle uzlaşmak üzere oluşturduğu “Engelleyemiyorsak yararlanalım” formülünün bileşkesi olarak öne sürülen “Küresel saldırıya karşı küresel direniş” formülasyonunun içeriği, slogandaki romantizme karşın mücadelenin gerçekleriyle uyuşan, ilerlemesi için dayanak olan değil, onun yolunu karartan, onun yerine kendisini geçirmeyi amaçlayan, işçi sınıfı mücadelesinin kendi hedeflerinde yürüme imkânlarını daraltan bir platform olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Hiç kuşkusuz ki; kent yoksullarının tepkisi, işçi sınıfı merkezli bir mücadelenin unsuru olmaya son derece yatkın ve ancak onun tarafından disipline edildiği ölçüde de kapitalizmin dünya hegemonyasına karşı mücadelede bir mücadele odağı olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden kent yoksullarının tepkisinin doğruluğu ya da yanlışlığının tartışmanın yeri burası olmadığı gibi onların tepkilerinin haklılığı da su götürmezdir. Burada bu hareketin konuyla ilgili yanı, kapitalizmin dışladığı bu kesimlerin öfkesinin orta sınıf sosyalisti çevreler tarafından sermayeyle uzlaşmalarının dayanağı yapılması, bu amaçla “küresel saldırıya karşı küresel direniş”in de bu işçi sınıfı dışı yoksul çevrelerin tepkilerinin birleştirilmesini gösterip bunun üstünden sermayenin küresel saldırısına meşruiyet tanınması için dayanak sunmalarıdır.
Kuşkusuz ki, gelişmiş kapitalist ülkelerin en yoksul kesimlerinin tepkisi olarak biçimlenen “küresel saldırıya karşı küresel direniş” ifadesi ve bu ifadenin işçi sınıfı dışı içeriği kuşkusuz en çok; işçi sınıfı dışı ya da sınıflar dışı bir sosyalizm anlayış odağı olarak faaliyet gösteren ÖDP’de yankı bulmuştur.
Nitekim 1 Mayıs öncesi ÖDP, bu hareketin sloganlarıyla çıkmış ve böylece; son kongresinde “emekçi sınıflara yönelme” kararı sonrasında ilk kez; ezilenlerin taleplerine ilgi gösterdiğini de gösterme fırsatı (ÖDP’nin orta sınıf konforuna alışmış ve orta sınıf koşullarına uydurulmuş mücadele çizgisinden en yoksul kesimlerin taleplerine ilgi göstermesi ÖDP’nin emek mücadelesine bir ilgisi gibi görünür ve bu bir “olumluluk” gibi algılanırsa da; bu, yukarıdaki eleştirilerimizi ortadan kaldırmadığı gibi, orta sınıfların kent yoksullarının acılarını nasıl kullandığını göstermesi bakımında da iyi bir örnek teşkil eder.) bulmuştur.
Bu tür bir “küreselleşme karşıtlığı” Türkiye’de ÖDP tarafından bilinçli bir biçimde, daha bilinçsiz olarak da önümüzdeki günlerde, muhtemelen çeşitli sol gruplar tarafından benimsenen bir çizgi olarak popülerleşecektir dersek bir kehanette bulunmuş olmayız.
Soruna daha yakından bakıldığında şunu hemen söyleyebiliriz ki; işçi sınıfı mücadelesinin “küreselleşmesi” ve işçi sınıfının sermayeye karşı dünya ölçüsünde karşı koyması için, uluslararası sermayenin dünya hegemonyasını pekiştirme amacıyla öne sürdüğü “küreselleşme politikaları”nı dayanak yapması, ona teslim olması gerekmez. Tam tersine işçi sınıfı, üretim ilişkileri düzeyinde daha kapitalizmin bir dünya sistemi olarak biçimlendiği günden beri zaten “küresel karakterli” bir sınıftır. 1., 2., ve 3. Enternasyonaller bunun açık ve çok somut siyasal düzeydeki kanıtlarıdır.
Bugün de hemen her işkolunda sendikalar, uluslararası düzeyde merkezlere sahiptir. Bu sendikal merkezler sık sık uluslararası kongreler yapmakta, kararlar almaktadır, ancak, işçilerin sermaye karşısında birleşmesi karşısında bu merkezler bir otorite olmadığı gibi, yönetimlerini sermayenin uşakları tarafından tutulmuş olmasından dolayı ortaya çıktıkları misyonu sürdürememektedirler.
Bu bile göstermektedir ki; sermayeye karşı uluslararası planda mücadele, uluslararası amaçlı işçi örgütlerinin olup olmaması sorunu değil, böyle bir platform etrafında birleşilip birleşilmemiş olmasıdır.
Bu yüzden de; bugün sermayenin “küreselleşme” amacı nasıl ki, asıl olarak “küreselleşme” iddiasıyla uygulamaya soktuğu politikalarsa; işçi sınıfı ve emekçiler de sermayenin bu politikalarına karşı açıktan ve cepheden mücadele içinde kendi uluslararası birliklerini, kendi enternasyonallerini yeniden kurup geliştirme imkânına sahip olacaklardır. Sınıf partisi ve sınıftan yana, emek yanlısı partilere düşen de böyle bir mücadele çizgisinin gelişmesini kolaylaştırmaktır. Kaldı ki; kapitalizmin dünyayı “tekleştirme”, yani bir ya da birkaç ülkenin çıkarları doğrultusunda “küreselleştirme” girişimleri yeni değildir. Bütün 18. ve 19. yüzyıl; İngiltere’nin “serbest ticaret ilkeleri”ni (ki; İngiltere en gelişmiş sanayi ülkesi olarak ticarete tam serbesti istiyor, her tür gümrük engelini ticaret özgürlüğünü engelleyen bir davranış olarak görüyordu) herkese kabul ettirmek ve dünyayı bu ilkeler etrafında birleştirmek için giriştiği, diplomatik entrikalar, sömürgeleştirme ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerle savaşla geçti.
İngiltere’nin bu zorlamaları ve diğer kapitalist ülkelerin dünyanın yeniden paylaşım talepleri; yani dünyanın “küreselleşmesi” için yeni ilkeler dayatmaları 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yol açtı.
Emperyalistlerin dünyayı “küreselleştirme” çabaları; 1917 Ekim Devrimi’ne yol açarak büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlandı ama sermayenin saldırıları sürdü: Bu sefer faşizmi kullanarak, hem sosyalizmi yıkmak hem de rakip kapitalistleri ortadan kaldırma amaçlı faşist ilkeler etrafında dünyanın “küreselleştirilmesi”ne girişildi.
Bilindiği gibi bu saldırı da Stalingrad önlerinde tuzla buz olurken; kapitalistler; doğrudan saldırılarla yenemeyecekleri sosyalizm karşısında daha sinsi yöntemlerle, içeriden saldırıları da ekleyerek çabalarını sürdürdüler.
Küreselleşme için üçüncü büyük girişim 1980’lerin sonunda SB’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle başladı. Bu sefer sosyalizmi yenilgiye uğratmanın ve ABD gibi büyük ve en azından şimdilik başlıca büyük kapitalist ülkelerin çoğunun desteğini alan bir patrona da sahip olarak üçüncü bir “küreselleştirme” dalgası başlatıldı. Bu sefer dünyanın, temelinde serbest ticaretin olduğu, ebedi barışa ulaşma, demokrasinin her yerde uygulandığı, refahın paylaşıldığı, uluslararası adaletin gerçekten uygulandığı bir dünya olarak küreselleşeceği ilan edildi.
Kapitalizmde; yani kendisine kârı esas almış, emeği hor gören, rekabetin her tür ilişkinin önüne geçtiği bir sistemde barış, adalet, demokrasi, işçilerin emekçilerin refah içinde olduğu bir toplum olabilir miydi? Dahası, ülkelerin var olduğu, ulusal sınırların, ulusal çıkarların hâlâ söz konusu olduğu, milyarlarca insanın günde bir doların altında bir ücrete çalışmaya zorlandığı ama birkaç kişinin servetinin orta boy ülkelerin gelirlerinden daha fazla olduğu bir dünyada barış içinde bir kürselleşeme sağlanabilir miydi? Elbette bu olamazdı. Aslında bunu herkesten iyi de, gelişmiş kapitalist ülkelerin, diplomatları, politikacıları biliyordu. Ama onlar için önemli olan küreselleşmenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil, “dünyanın küreselleştirilmesi ideali” uğruna girişilecek saldırılara meşruiyet kazandırmaktı. Yani, dünya ölçüsünde gümrüklerin kaldırılmasıyla geri ülke pazarlarının tümüyle emperyalist ülkelerin sermayesine açılması, özelleştirme yoluyla belirli gelişmiş ülkeler dışındaki ülkelerin yerli sanayi ve tarımlarının çökertilmesi; dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin uluslararası tekellerin yağmasına açılması… Ve elbette bunların önlenmesi için ulusların, halkların, işçi sınıfı ve emekçilerin her tür karşı duruşunun; barış ve refah içinde, demokratik bir dünya kurulmasını engellemek isteyen, meşru olmayan, insan toplumunun ilerlemesinin önünde direnen gerici barikatlar olarak sunulmasıdır. Yoksa kapitalizm var oldukça, dünyanın söz edildiği bir biçimde küreselleşmesi, elbette ki bir “kapitalist ütopyadır.

KÜRESELLEŞME POLİTİKALARI VE DÜNYANIN YAĞMALANMASI PLANI
Küreselleşme adı altında çok yönlü olarak sürdürülen kampanya; kimi zaman karşımıza, AB, NAFTA, ASEAN, WTO, MAI, MI-GA, GB gibi ekonomik-politik birlikler ve anlaşmalar, kim zaman NATO gibi askeri paktlar, kimi zaman “insan hakları” ve “demokrasi” konulu görünen forumlar, konferanslar biçimindeki faaliyetler olarak çıkmaktadır. Ama bütün bu farklı amaç ve bileşimde görünen örgüt ve platformların ortak amacı; ABD ve birkaç gelişmiş emperyalist ülkenin dünya hâkimiyetini pekiştirmesi ve sürdürmesinden ibarettir. Bunu, kimi doğrudan, kimi de dolaylı olarak gerçekleştirmek için devreye sokulmuşlardır.
Dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının bir avuç gelişmiş ülkenin ve onların dünyanın her köşesinde mevzilenmiş işbirlikçileri tarafından yağmalanması demek olan “küreselleşme” politikaları; bazen; “uygarlığın, dünyanın her köşesine götürülmesi”, “demokratik normların yaygınlaştırılması” gibi propaganda ile bazen de; Körfez’de, Yugoslavya’da, Kafkasya’da, ya da Afrika’da olduğu gibi bölgesel savaşlar, ırk kırımları ve kabile savaşları olarak dayatılmaktadır. Bu yüzden de; emperyalizmin maskesi düşürülmeden, süreçler yakından analiz edilmeden, olup biteni anlamak son derece güç olmaktadır.
Boyutları bakımından “küreselleşme” bahaneli saldırının özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
a- Saldırının hayata geçiricisi, kimi yerde ABD, kimi yerde bir Avrupa ülkesi, kimi yerde IMF ve Dünya Bankası, kimi yerde bir hükümet veya birkaç hükümetler grubu olmasına karşın sermayenin “küreselleşme” saldırısı, “tek merkezlidir. Bu tek merkezden belirlenen politikalar, dünyanın her köşesinde eşgüdümlü sürdürülmektedir.
b- Saldırının hedefi, çoğu zaman sadece işçi sınıfı gibi görünmektedir. Çünkü sermayenin uluslararası saldırısı, pek çok ülkede, çoğu zaman işçi haklarına (esnek çalışma, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, işçi haklarını düzenleyen yasaların ortadan kaldırılması, vb. yönelik olarak ortaya çıkmaktadır) saldırı olarak biçimlenmektedir.
Ancak biraz daha yakından bakıldığında görülmektedir ki; saldın, tüm işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına (sosyal haklarına) yönelmiş olarak sürse de; aslında özelleştirme, sosyal hakların ortadan kaldırılması, emekçilerin en önemli haklarından sayılan parasız eğitim ve sağlığın, karşılığı ödenen bir ticari ilişkiye indirgenmesi, tarımın serbest piyasanın insafına terk edilmesiyle geniş köylü yığınlarının sefalete ve yoksulluğa sürüklenmesiyle tüm halka yönelmiş bir saldırıdır.
c- “Küreselleşme” saldırısı, merkezi emperyalist ülkelerin çıkarı uğruna bütün geri kalmış ülkelerin gümrük duvarlarının kaldırılması, ülkelerin emperyalizmin açık pazarı haline getirilirken kendi tarım ve sanayilerinin çökertilmesiyle, aslında emperyalizme karşı bir “ulusal sorun” boyutuna da yükselmektedir. Dolayısıyla saldırı, ülkeye, ulusa, ulusal ekonominin çökertilmesine ve ulusal bağımsızlığın ortadan kaldırılmasına yönelik bir saldırı olarak ilerlemektedir.
Yukarıda üç madde halinde sıraladığımız; kısacası emperyalist ülkeler dışındaki tüm dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin yağmalanması amaçlı emperyalist stratejinin hedefi, aslında “küreselleşmecilerin” yeni, yeni keşfettiği bir şey değildir. 20. yüzyılın başlarından itibaren Lenin ve izleyicileri, Marksist-Leninist partiler emperyalizmin bu karakterini göstermek için pek çok istatistik yayınladı, derin analizlere başvurdular; bilimin imkânlarından yararlanarak emperyalizmin eğilimlerini, giderek bu eğilimlerin dünyayı nasıl bir kaosa sürüklediğini gösterdiler. Bugün olan ise; artık bu gerçeğin herkesçe görülür biçimde “açık” ve “somut” olması; ekonomi ve siyaset eğitimi görmemiş bir işçinin, okuma yazmada zorlanan bir köylünün bile IMF ve Dünya Bankası dayatmaları ile kendi ekmeği ve işi arasında bağlantıyı açıkça görür hale gelmesidir.
Çünkü 1. Emperyalist Paylaşım döneminde emperyalizm; dünyanın şurasındaki işçi, burasındaki köylü ve emekçiler için, çeşitli ülkelerin, kendi aralarındaki çıkar çatışmaları nedeniyle “insanlığı savaşa sürükleyen bir olgu”ydu. Dolayısıyla da, savaşa gidenler için son derece hayati, açık ve kurtulunması gereken bir şeyken, savaşın dışında kalmış işçiler ve halklar için uzaktaki, bir “kötülük” olma ötesini aşmıyordu. Belki işgal edilmiş eski sömürgeler ve yeni sömürgeler için de emperyalizm daha somut bir düşmandı, ama onların dışındakiler için öyle yakın ve hemen, acilen savaşılması gereken bir tehlike olarak görünmüyordu.
2. Paylaşım Savaşı’nda durum biraz daha farklıydı ve emperyalizm, birkaç faşist ülkenin, dünya egemenliği çabası olarak görülüyordu. İngiltere ve ABD gibi azılı emperyalistler bile, bu savaşın kurbanıymış gibi algılanıyor, onların en azından uygarlaşmış, akıllanmış emperyalistler olarak görülmesi gerektiği düşünülüyordu.
Bu durum, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında; ABD dışında emperyalist bir devletin kalmadığı bir biçime bile büründürüldü. Ve Maocular başta olmak üzere pek çok “sol çevre” için Avrupalı emperyalistler, emperyalist bile görülmedi. ABD ise; orada burada gerici güçlere, cuntalara destek veren, dolayısıyla dünyanın pek çok ülkesindeki işçi ve emekçiler için pek dolaylı bir düşman olarak görüldü. Ancak aydınlar, demokratlar, işçi sınıfının ileri kesimleri ve politikleşmiş öğrenci çevreleri, Amerikan emperyalizmi ile milyonlarca emekçinin ekmeği, işi, geleceği, demokrasi, sömürü, her türden zorbalık ve gericilik arasındaki dolaysız ilişkiyi fark edebiliyordu.
Bu nedenledir ki; hemen her ülkenin Marksistleri, yurtseverleri, anti-emperyalistleri; kitaplarının, dergilerinin ve gazetelerinin en önemli bölümlerini emperyalizmin nasıl işçi sınıfı ve halkların düşmanı olduğuna, ücretten sosyal haklara kadar pek çok şeyin emperyalist yağmadan dolayı azaldığını anlatmak için pek çok olguyu analiz etmeye, kılı kırk yaran tahliller yapmaya ayırdılar.
Son 10 yılda ise; bu durum tamamen değilse de, önemli ölçüde değişmiştir. Emperyalizmle batı kapitalizmi, onların politikalarıyla işçilerin ücretlerindeki azalma, işsizlik, sosyal hakların ortadan kaldırılması, ülkelerin tarım ve sanayilerinin çökertilmek istenmesi vb. arasındaki ilişki; her işçi, emekçi, okuryazarlığı bile tartışmalı köylüler tarafından görülür hale gelmiştir. Bu yüzden de; hak arayan işçiler, tarımla ilgili dertlerini dile getiren köylüler, “Kahrolsun IMF ve Dünya Bankası”, “GB’ye, WTO’ya hayır”, “MAl’ye hayır”, “IMF emrediyor hükümet uyguluyor”, “IMF’ci hükümet istifa”, “Artık patronlar fedakârlık yapsın”, “Bağımsız Türkiye” diye pankartlar taşıyarak ve sloganlar haykırarak sokağa çıkmaktadır. Yine işçiler; hükümetin yüzde 25 ücret zammı dayatmasının arkasında, IMF’nin, “küreselleşme politikalarının, Dünya Bankası’nın, ya da Türkiye’nin AB ülkeleri ile yaptığı Gümrük Birliği anlaşmalarının, en azından “dünya pazarlarında rekabet edeceğiz” demagojisinin yattığını görmektedir. Bunun içindir ki; işçiler, çok sıradan hakları için bile mücadeleye atılıp, bir iki adım attıklarında; “Biz kendi haklarımız için değil, bütün halkın çıkarları, ülkemizin bağımsızlığı için mücadele ediyoruz” diyerek, tüm işçileri, halkı mücadele hatlarında, mevzilerinde birleşmeye çağırmaktadırlar. Dahası, her işçi toplantısında ücret ve sosyal haklar için mücadele için başlayan tartışma, hemen IMF’nin, sermayenin, emperyalizmin politikalarının tartışılmasına, uluslararası sermayenin amaçları ve ülkenin çıkarlarının korunmasına dönüşmektedir. Ya da, işçiler ve emekçiler, basit hakları için mücadele ettiklerinde karşısına IMF, hükümet, Dünya Bankası’nın yetkilileri el ele tutuşmuş gibi çıkarak, “böyle yaparlarsa, küreselleşmeye zarar verecekleri” kendilerine pek çok yolla hatırlatılarak; eğer mücadelede ısrar ederlerse, “emperyalizme karşı mücadele etmiş olacakları” söylenmektedir.
Dolayısıyla bugün düne göre; işçi sınıfı ve emekçi yığınların emperyalizme karşı mücadelede kafası daha açıktır. Sorunu kararıp anlaşılmaz hale getirenler; bir ayağı anti-emperyalizmde öteki ayağı kapitalizme hayranlıkta olan burjuva aydın çevrelerinin, uluslararası sermayenin çok açık politikalarını “açıklayayım” derken, “anlaşılmaz” hale getirmesindedir. Bu yüzden de; özelleştirmenin, esnek çalışmanın, taşeronlaştırmanın, tarımın desteklenmesinin, ulusal sanayinin korunması ve ulusal bir enerji politikası oluşturmanın zorunluluğunu işçiler, emekçiler, köylüler anlıyor da; örneğin kendisine aydın, demokrat, ilerici diyen pek çok bilim adamı anlamıyor, işçinin, emekçinin tepkisini en iyimser yaklaşımla “anlamsız” buluyor.
Ya da örneğin, ÖDP’ye üye işçi, bütün bu sermaye politikalarının uluslararası sermayenin çıkarı uğruna hayata geçirildiğini fark edip, kendi partisinin kararsızlığına karşı çıkıyor da; ÖDP yöneticileri sermaye tarafından “anlaşılmayız”, “banal bulunuruz”, “aşırı, marjinal görünürüz” kaygısıyla özelleştirmeye açıkça karşı çıkmakta kararsızlığa sürükleniyor; Türkiye’nin AB’ye girmesini destekleyen bir pozisyon alıyor; ya da küreselleşen dünyada, işçiler de küresel olsun ki, sermayenin küreselleşmesine karşı çıkabilsinler diye, kapitalist propaganda merkezlerinin yalanlarını gerçek kabul edenlerin düşebileceği sefil durumlara düşüyor.
Çünkü işçilerin, emekçi sınıfların dünyada olup bitene az çok ilgi duyan kesimleri;
a- “AB’ye, özelleştirmeye ‘evet’, ama işçi haklarının, emekçilerin kazanılmış haklarına, halkın sosyal kazanımlarının ortadan kaldırılmasına, ABD’ye, emperyalizme “hayır”, demenin mümkün olmadığını, bu çelişkili durumda ısrar etmenin emperyalizmin dünya egemenliği stratejisinin yedek gücü olma anlamına geldiğini; .
b- “Ulusal çıkar burjuvadır”, “Küreselleşme iyidir ve işçilerin enternasyonal dayanışmasını güçlendirir” gibi fantastik fikirler öne sürerek, emekçiler arasında kafa karışıklığı yaratmanın, aydınları oyalamak, emperyalist propaganda odaklarının oyuncağı derekesine düşmek anlamına geldiğini;
c- “Özelleştirme, esnek çalışma, serbest piyasa, rekabet, liberalizm ekonominin gereğidir” demek, bütün bu kavramların sınıf karakterinin olmadığını, herhangi bir sınıfın politikalarıyla ilgisinin bulunmadığını öne süren, pespaye bir sınıf-dışılık, sınıflar-üstü politika budalalığı olduğunu, her gün daha açıkça fark etmektedirler. Bunun için de, dünyanın her köşesinde her gün benzer taleplerle mücadele eden güçler, henüz bu mücadeleleri uluslararası çapta birleşecek kadar büyüyüp istikrar gösteren bir karakter kazanmamışsa da, bunun da farkına varmakta; İsviçre’deki işçiyle, Güney Afrika’da-ki, Rusya’daki işçiyle Arjantin’deki işçi ve hemen her ülkedeki köylüler, kent ve kır emekçileri benzer taleplerle, geleceğe dair ortak kaygılarla doludurlar. Ve bütün bu ülkelerde, uluslararası sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfı asıl güç olarak, bazen yüz binleri, milyonları kapsayan kitleler halinde karşı durmakta, tüm diğer sınıflara yeni bir umut ve güven kaynağı olarak harekete geçmektedir. Dolayısıyla, son on yıl içinde, sermayenin “küresel saldırısına karşı direnişin omurgasının kimin olacağı, sadece tarihsel değil günlük kanıtlarla da ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla, dünya işçi sınıfı ve sınıfın dünya görüşünü kendisine kılavuz edinen partiler de; emperyalizme karşı mücadele içinde; küreselleşmeye karşı yürütülen seferberlik içinde işçi sınıfının politik bilinç ve diğer emekçi yığınlarını emperyalizme ve dünyanın yağmalanmasına karşı seferber etmeyi öğreneceği bir hareketlenme içinde bulunmaktadır. Sosyalizm de, bu mücadele içinde yeniden işçi sınıfı içinde itibar kazanma, itibarını yenileme, yeni koşullarda tüm halklar için kurtuluş umudu olarak yeniden rolünü oynama pozisyonuna geçecektir.
Yeni Dünya Düzencilerinin en “akıllısı” ve küreselleşmenin akıl hocası George Soros, “Eğer önlem alınmazsa, bunun sonu çöküştür” diye kendi sisteminin sonunu da ilan etmiştir. “Sosyalizmin ebediyen öldüğünün ilan edilmesinin üstünden daha 10 yıl geçmeden, kapitalizmin akıllı, az çok aklı başında bilim adamları; işçilerin, yoksulların her yeniden kıpırdanışında “Yoksa Marx haklı mıydı?” sorusunu dehşet içinde yeniden soruyorlar. WTO ve IMF toplantıları, henüz işçilerin ana kitlesi tarafından değil, ama sistemin yarattığı yoksul yığınlar, işsiz kitleler tarafından ortaya konan tepkiyle yapılamaz hale gelmiş bulunuyor.
Sosyalizm, kapitalist merkezler için henüz bir karabasan değilse deş sosyalizmi hayata geçirecek güçler, onun gerçek sahipleri ayağa kalkmak için silkiniyor. Sosyalistler ise onları hazırlamak, onların kendi düzenlerini kurmalarına yardım etmek için, gecesini gündüzüne katıyor.

Haziran 2000

‘Küreselleşme’nin ve AB’nin ‘solcu’ pazarlamacıları

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğiyle ilgili tartışmaların, emperyalist burjuvazinin yöneticiliğindeki uluslararası toplantılarda, devlet temsilcileri düzeyinde sürmekle sınırlı kalmadığı, “sol”cu, ilerici ve devrimci çevrelerde de kısa sayılamayacak bir süreden beri bu konunun tartışıldığı, uluslararası ve ülkedeki gelişmelerle ve politik sorunlarla ilgili hemen herkesin bilgisi dâhilindedir. Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin bu sorunu emperyalistler arası ilişki ve çelişkiler kapsamında, gerici hedefler güderek ele aldığını, emek basını ve devrimci sınıf partisi birçok kez ortaya koydu. “Solcu” ve sosyalist olma iddiasındaki birçok reformist ve liberal yazar ve aydının görüşleri de çeşitli yanlarıyla devrimci basınımızda deşifre edildi. Ancak bir kısmı ÖDP ve HADEP etrafında kümelenmiş, diğer bazılarıysa gazete ve dergilerde “bağımsız yazar” sıfatıyla “kurum satan” bu liberal-reformist çevreler, emekçi halk kitlelerini ve özellikle de uyanış içindeki genç kuşaklan, burjuvazi ve emperyalizm yararına olacağı baştan belli bir yönelişe çekmek için, zehir saçmaya devam ediyorlar.
“Birikim”, “Bir Adım”, “Yeni Özgür Halk” gibi dergilerde ve günlük gazetelerin köşelerinde Avrupa Birliği’ne girmenin önemini ve “küreselleşme”yi “doğru anlama ve buna uygun politikalar geliştirme” üzerine yazılar döşenen liberal reformist yazarların, emperyalist kapitalizme atfettikleri “ilerici” özellikler, daha önce başlıca Avrupa revizyonist partilerinin şefleri tarafından dile getirilmiş, Marksistler tarafından da çürütülmüştü. Ancak, bu burjuva reformist ve liberal görüşler, “küreselleşme” ve AB üyeliği tartışmaları kapsamında yeniden “piyasa”ya sürülüyor. Emperyalist uluslararası kuruluşlar, bloklar ve ‘birlik’ler içinde yer almaya karşı çıkarak, işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelesini savunanlar, bu yazarlar tarafından “ulusal formlar içinde kalmak”, “milliyetçi ideolojik çizgiyi savunmak” ve enternasyonalist olmamakla suçlanmaktadırlar. Bu durum, bunlar tarafından ileri sürülen ve her fırsatta yinelenen reformist liberal görüşlerin daha bir süre, yeniden ve değişik yanlarıyla ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.

KAPİTALİST ULUSLARARASILAŞMA VE “KÜRESELLEŞME” ÜZERİNE LİBERAL VAAZLAR
Devrimci ve sosyalist olma iddiasındaki reformist parti ve grupların, bir bölümü gazete ve dergi yazarlığı da yapan sözcülerinin konuya ilişkin en önemli iddiası: sermayenin uluslararası hareketinin dünyayı “global bir köy”e dönüştürdüğü, emperyalist kapitalizmin yapısında, onu “post-kapitalizm” ve “bilgi toplumu” olarak anacak kadar ciddi değişikliklerin olduğu; Marksistler tarafından daha önce kapitalizme ve kapitalist emperyalizme ilişkin olarak açıklanmış görüşlerin bu yeni durumu açıklamakta yetersiz kaldığı, yeni bir teoriye gereksinim doğduğu vb. biçimindedir. Son 20–30 yılda hızlanan merkezileşme ve yoğunlaşmayı daha önce örneği görülmemiş yeni bir olgusal gelişme sayan bu yazarlar, AB gibi oluşumları da “küreselleşme”nin kaçınılmaz unsurlarından biri saymakta ve bu oluşumlar içinde yer almayı zorunlu görmektedirler.
Bu reformist liberal vaazları daha iyi sergilemek bakımından tekelleşme sürecinin ve tekellerin uluslararası hareketinin kısa bir özeti yararlı olacaktır.
Kapitalist gelişmenin doğrultusunu, bundan 150 yıl önce, 1848’de Marx ve Engels, kapitalist ekonomi ilişkilerini ve kapitalist toplumu irdeleyerek gösterdiler ve Komünist Manifesto’da şöyle yazdılar:
“Burjuvazi, dünya pazarlarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimlerini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.” (Komünist Parti Manifestosu, Evrensel Basım Yayın, sf. 50–51)
Üretim araçlarında, üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkilerde “sürekli devrim yapmaksızın” burjuvazi var olamaz diyordu, Marx ve Engels. Üretimdeki değişim ve gelişim tüm toplumsal sınıfların durumlarında sarsıntılara, değişmeye, toplumun ara tabakalarının burjuvazi ve proletaryaya doğru hareketlenmesine, dağılıp bu sınıflara katılmalarına neden olmaktadır. “Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılmakta, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeden eskimektedir.”
“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacım karşılamak için burjuvazi, yer yuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağıntılar kurması gerekiyor. ” (age. sf 50) (abç)
Kapitalizmin gelişme yönünü bu biçimde ortaya koyarlarken, Marx ve Engels, o günün verilerini ve gelişme doğrultusunun işaret ettiği olguları değerlendirerek, üretim araçlarındaki gelişme ve bilimsel buluşlarla birlikte iletişim ve ulaştırma araçlarında da değişim ve gelişmenin kaçınılmaz olacağını söylüyorlardı.
“Üretim araçlarını hızla geliştiren, ulaşım ve iletişimde muazzam atılımlar gerçekleştiren burjuvazi, en barbar ulusları bile uygarlığın içine çeker… Bütün ulusları, yok olma pahasına da olsa, burjuva (kapitalist) üretim tarzını benimsemeye ve burjuva olmaya zorlar. Kısacası burjuvazi kendi imajına göre bir dünya yaratır… Bu süreçte nüfus kentlere yığılır, üretim araçlarının mülkiyeti de az sayıda kişinin elinde toplanır. Burjuva toplumu bir süre sonra, kendi yaratmış olduğu devasa üretim ve değişim olanaklarını kontrol edemeyen bir büyücüye benzemeye başlar. Tarihte ilk kez üretim (arz) fazlasından kaynaklanan krizler doğar.” (Marx-Engels)
Tekellerin kapitalist rekabet sonucu ortaya çıktığını, Engels 1870’li yıllarda ele alarak ve sonra Lenin, yirminci yüzyılın başlarında etraflı biçimde irdeleyerek, ortaya koydular.
Bugün, had bilmez bir ukalalıkla, Marksist teorinin günümüz sorunlarını açıklamakta yetersiz kaldığı fetvası çıkaran reformist burjuva şarlatanları, sermaye hareketinin yol açtığı değişikliklerin, yüz elli yıl önce, olgulardan hareketle ve iktisadi gelişmenin yönüne bakılarak işaret edilen doğrultuda olduğunu göremeyecek kadar “bön” olmalıdırlar!
Kapitalizmin tekelci evresiyle birlikte, fabrika üretimini birçok ülkede birden gerçekleştiren ve hammaddeyi dünyanın en ücra köşelerinden sağlayarak, taşıma giderlerini de en aza indirecek biçimde ulaşımda sağlanan gelişmelerden yararlanan tekelci burjuvazi, dünya hâkimiyetini süreç içinde daha da güçlendirmiştir.
Tekelci kapitalizmin, başka özelliklerinin yanı sıra sermaye ihracıyla karakterize olması, sermaye ihracının meta ihracını kendisine tabi kılarak bütün dünya topraklarında emperyalist hâkimiyetin koşullarını yaratması, daha yüzyılın başında gerçekleşmiş, dünya pazarlarının yeniden paylaşımı gündeme girmiştir. Lenin, daha 20. yüzyılın başlarında uluslararası tekelci kapitalist birliklerin kurulduğuna, banka ve sanayi sermayesinin birleşerek mali sermaye ve mali oligarşiyi oluşturduğuna, dünya pazarlarının emperyalistler tarafından paylaşımının tamamlandığı ve yeni paylaşım taleplerinin ortaya çıktığına işaret ediyordu:
“Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık her ülkedeki, hatta birçok ülkedeki, hatta hatta bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu döküm yapılmakla kalmıyor, aynı zamanda bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor. Bu grupların sözleşmeleriyle bölüştükleri pazarların emme kapasitesi de, yaklaşık olarak tahmin edilebilmektedir… Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir.” (Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları sf. 31–32)
Kapitalizmin tekelci evresinde banka ve sanayi sermayesinin kaynaşarak mali sermayeyi oluşturması ve sermaye ihracının belirleyici bir özellik kazanmasıyla hızlanan gelişme sonucu, mali sermayenin uluslararası egemenliği gerçekleşti. Serbest rekabet, yerini tekelci egemenlik ve tekelci rekabete bırakırken, mali sermaye her yere tekelci egemenliğini götürdü ve tek tek ülkelerin ekonomileri bir tek dünya ekonomisi zincirinin halkaları haline geldiler. Kapitalizmin yükseliş döneminde yeni toprak parçalarının pazarlara dâhil edilmesi, hammadde kaynaklarının ele geçirilmesini sağlamanın yanı sıra, mamul madde ihracı ve sermaye yatırımları için yeni olanaklar da yaratıyordu. Dünya pazarlarının mali sermaye egemenliği altında paylaşılmasının tamamlanması ve yeni paylaşım talepleriyle yeniden paylaşımların gündeme gelmesi, pazar kavgasını keskinleştirdi. Emperyalist tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin egemenliği koşullarında ucuz işgücü ve zengin hammadde alanlarına yönelik rekabet daha da kızıştı. Dünyanın hammadde, ucuz işgücü ve topraklar bakımından emperyalist büyük devletler ve tekeller tarafından paylaşılması, kapitalizmin emperyalizm aşamasında tamamlanmakla birlikte, kapitalizmin temel yasası olan eşitsiz gelişme sonucu, ileri çıkan emperyalist ülke ve tekelci gruplar çeşitli biçimlerde ve güçlerine bağlı olarak hâkimiyet mücadelesini sürdürdüler. Bu gelişme diğer yandan, dünyanın nüfus ve toprak olarak büyük çoğunluğunu oluşturan geri ve bağımlı ülkelerin emperyalizm tarafından sömürge/yarı-sömürge bağımlılığı içine alınmasına ve emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişkinin belirgin bir biçimde keskinleşmesine yol açtı.
Bu süreç bugün, çelişkilerin daha da keskinleşmesi üzerinden devam ediyor. Mali sermaye ve uluslararası tekellerin egemenliği bugün daha fazla güç kazanmıştır. Dünya nüfusunun % 80’ini oluşturan bağımlı ve geri ülke halkları birkaç büyük emperyalist devlet tarafından sömürge/yarı-sömürge bağımlılığı içine alınmışlardır. Bağımlı ve ezilen halkların emperyalist ülkelere ve uluslararası tekellere borçları 2,5 trilyon dolara yükselmiştir. Dünya borsalarında ve piyasalarında dolaşan 2 trilyon dolarlık spekülatif sermaye, emekçi sınıfların ve bağımlı halkların sömürülmesi üzerinden şirketlerin, işletmelerin ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesinde aktif rol oynamakta; istenmeyen hükümetlerin ve devlet yöneticilerinin devrilip, daha iyi uşaklık yapabilecekleri düşünülenlerin işbaşına getirilmesinde bu “oynak sermaye” etkin bir işlev görmektedir.
1,2 milyar insanın yoksulluk sınırında yaşaması, 200 milyon kişinin çalışacak bir işlerinin bulunmaması, buna karşın 250 milyon çocuğun, yaşlarına uygun düşmeyen işlerde ve kötü koşullarda çalışmaya zorlanması, dünya nüfusunun % 45’inin (2,5 milyar kişi) geliri kadar bir gelire, dünyanın en zengin 358 kişisinin sahip bulunması, en ileri ve güçlü kapitalist ülke olan ABD’de 30 milyon insanın barınma koşullarından yoksun bulunması, Afrika’da açlık sonucu toplu ölümlerin devam etmesi, “küreselleşme”nin anlamı hakkında asgari de olsa bir fikir vermektedir. Bu gelişme diğer yandan az sayıdaki büyük emperyalist ülke ile bağımlı ve geri ülkeler arasındaki eşitsizlik ve uçurumun büyümesine yol açmıştır. Emperyalist ülkeler ve büyük tekeller arası pazar paylaşımı kavgasının yükünü emekçi sınıflarla ezilen halklar çekiyor. Bağımlı ve geri ülkelerin ekonomileri emperyalist ve uluslararası tekellerin hegemonyası altındadır. Sanayi ve tarım alanındaki emperyalist yağma artmış, mali, kültürel ve askeri bağımlılık ileri boyutlar kazanmış, biçimsel siyasal bağımsızlık daha da biçimsel hale gelmiştir. İşbirlikçi burjuvazinin emperyalizm ve uluslararası sermayeyle ilişkileri daha da gelişmiş, bağımlı ülkelerin, içerde halk kitlelerine karşı azgın saldırıların aracı olan burjuva devleti, emperyalizmle ilişkinin sürdürülmesinin etkili bir aracına dönüşmüştür. Teknolojik gelişme ve uygulamadan yararlananlar esas olarak emperyalist ülkelerdir ve bunlar, bu teknolojik gelişmeyi, bağımlı ülke halklarını daha fazla sömürmek için kullanıyorlar. Dünya topraklan büyük emperyalist ülkelerle sayıları 40 bin civarında olan uluslararası büyük tekelin denetimi altındadır. Bütün dünyadaki zenginliğin yalnızca % 22’si dünya nüfusunun % 80’ini oluşturan geri ve bağımlı ülkelere ait iken, zenginliğin % 78’i nüfusun % 20’sini oluşturan emperyalist ülkelere aittir. Son elli yılda emperyalist ülkelerle bağımlı geri ülkeler arasındaki bu fark 30 kattan 82 kata yükselmiştir.
Mali sermaye ve uluslararası tekellerin egemenliği, kapitalizmin “ana ülkeleri”nde de işçi-emekçi kitlelerine ağır yükler bindiriyor. Avrupa kapitalizmi ve Avrupa “demokrasisi” hayranı yazarların “demokrasinin zirvesi” saydıkları bu ülkelerde zengin-yoksul uçurumu büyümeye ve işsiz sayısı önemli bir oran oluşturmaya devam ediyor. 1998 yılı itibariyle işsizler Almanya’da çalışabilir durumdaki nüfusun % 9,4’ünü; Fransa’da % 11,7’sini; İngiltere’de % 6,3’ünü ve İtalya’da % 12,3’ünü oluşturuyorlardı. İngiltere’de 1998–99 döneminde ülkenin en zengin % 20’sinin eline geçen yıllık gelir 50.000 sterlin iken, en yoksul % 20’nin eline geçen yalnızca 2.490 sterlin idi. ABD Tarım Bakanlığı verileri Amerika’da on milyon kişinin (% 9,7) açlık çektiğini, 26 milyon kişinin yetersiz beslendiğini, ortalama bir şirket yöneticisi ile bir işçi arasındaki ücret farkının 18 yıl içinde 42/1’den 419/1’e yükseldiğini göstermektedir.
Üretim ve sermayedeki yoğunlaşma bugün, yüzyılın başındaki durumla kıyaslandığında devasa bir boyut kazanmıştır. Gelişme, Marx ve Engels’ten sonra Lenin tarafından da işaret edilen doğrultuda olmuş; sermaye ihracı büyük boyutlar kazanmış, dünya toprakları mali sermayenin büyük pazarına dönüşmüş, sermaye ve üretim araçları az sayıdaki tekelci kapitalistin elinde birikmiş, aşırı üretim kaynaklı büyük bir sermaye fazlalığı ortaya çıkmıştır.
Bilimsel teknik alandaki gelişmeler jeolojik araştırmaların daha ileri düzeyde gerçekleştirilmesini olanaklı kılmış, petrol, doğalgaz, kömür, demir, altın, elmas kaynaklarının yerleri ve miktarları hakkında gerçek durumlarına yakın bilgiler elde edilmiştir. Bu gelişme, burjuvazinin bu alanlar ve kaynaklar üzerindeki hâkimiyetinin olanaklarını genişletmiş ve hâkimiyet mücadelesini keskinleştirmiştir. Pazarları paylaşma mücadelesinin bir biçimi ve sermaye yoğunlaşmasının sonuçlarından biri olarak tekellerin birleşmesi ya da büyüklerin küçükleri yutmaları yönündeki gelişme daha da hızlanmış, sermaye ihracı dev boyutlar kazanmıştır. Tekellerin birleşmesi, birbirlerini yutmaları, ya da aynı anlama gelmek üzere tekelci rekabet giderek kızışıyor. Son on yılda çok sayıda ve dünyanın en büyük tekellerinin, kendi faaliyet alanlarındaki pazar paylarını büyütmek, daha fazla kâr elde etmek, fiyatları ve üretimin miktar ve sınırını belirlemek, işgücünü daha ucuza kapatmak üzere yürüttükleri gerici çaba yoğunluk kazanmıştır. Dünyanın en büyük tekellerinden 189.058 milyar dolarlık sermayesi bulunan General Motors’un, Şubat-2000’de birleşerek 185 milyar dolarlık bir varlığa ulaşan Vodafone ve Mannesman şirketlerinin, Walmart Stores’in (166.809 milyar dolar), Exxon Mobil’in (163.881 milyar dolar), Ford Motor’un (162.558 milyar dolar) sermayeleri, Asya ve Afrika’nın birçok ülkesinin toplam ulusal gelirlerinden ve bütçelerinden daha büyüktür. Varlıkları toplamı yüz milyar doları aşan tekel “evlilikleri” ya da güçlü olanların daha az güçlüleri yutmalarıyla gerçekleşen birleşmeler sanayi ve bankacılık; bununla birlikte sigortacılık alanında devam ediyor. Bu birleşmeler sonucu binlerce işçi işsizliğe itiliyor ve hakları yok sayılıyor. Tekel birleşmeleriyle tekelci sermayenin etki alanı ve gücü büyüdükçe küçük ve orta boy işletmeler üzerindeki tekelci denetim güçleniyor ve küçük ve orta kapitalistlerin piyasadan silinmesi hız kazanıyor. ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa başta olmak üzere büyük emperyalist ülkelerin dış yatırımlarında ve her biri bakımından diğer ülkelerdeki şirketleri yutmak için harcamaları artmıştır. En büyük yüz tekelin 1995 yılı itibariyle 1,5 trilyon dolar dış sermaye yatırımı gerçekleştirmesi ve ABD’nin yalnızca 1997’de 333 milyar dolar dış yatırım harcaması yapması bu doğrultudaki gelişmelerin boyutlarını göstermektedir. Az sayıdaki emperyalist büyük devlet ve 40 bin civarındaki uluslararası büyük tekel, faaliyetlerini dünya ölçeğinde yürütmekte ve dünya pazarlarını elinde tutmaktadır. Bu tekellerin 1990 itibariyle varlıkları toplamı 2 trilyon dolara yükselmiştir. Aradan geçen on yıl süresince bu varlıklarını ve hâkimiyetlerini daha da artırmışlardır.
Abartılarak farklı bir toplumsal sistem ve evre gibi ele alınan bugünkü gelişme ne bütünüyle yeni bir şeydir, ne de bir nitel sıçramaya denk düşmektedir. Bugünkü durum, yüzyılın başından bu yana devam eden kapitalist uluslararasılaşmanın ulaştığı ileri bir düzeyi göstermektedir ve bu süreç devam etmektedir. Sermaye ve üretimin muazzam yoğunlaşması ve az sayıdaki emperyalist ülkeyle uluslararası tekelin elinde merkezileşmesine, makinenin teknik yenilenmesi ve bilimsel teknik gelişmelerin üretim koşullarında değişikliğe yol açmasına, daha az sayıda işçiyle daha fazla üretimin, verimin ve artı-değer sömürüsünün (nispi ve mutlak) artmasına karşın, ilişkinin niteliği ve sınıfların konumları temel özellikleriyle değişmemiştir. Üretim araçlarının çeşitlenmesi, makinelerin verimi artırmak üzere teknik yönden yenilenmesi ve geliştirilmesi, bilgisayarın üretim sürecinde kullanılması, üretim birimlerinin yayılması, üretimin uluslararası özellik kazanması, işgücünün ve diğer girdilerin ucuz ve işçi örgütlenmesi ve mücadelesinin zayıf olduğu bölge ve ülkelere doğru genişlemesinde alınan yol, kuşkusuz bir değişimin göstergeleridir.
Üretim tekniğinde değişme, teknolojik buluşların üretimde kullanılması ve makinenin teknik yenilenmesi artı-değer sömürüsünde artışa yol açmasına, vasıfsızlaşmayı genelleştirmesine ve işçilerin bir bölümünü işsizlerin saflarına itmesine karşın, işçi sınıfının genel toplamında azalmaya değil, artışa yol açmıştır. Bilgisayar kullanımı ve internet iletişimini, dünya borsalarında oradan oraya dolanan aşırı üretim ve sermaye birikimi kaynaklı spekülatif sermaye hareketini, makinenin teknik donanımı sonucu daha az sayıda işçiyle işlerin yürütülmesini “bilgi toplumu” ya da “kapitalizm ötesi” yeni bir sistemin kanıtı sayanlar ve bu gelişmelerin sınıfların toplumsal konumlarını değiştirdiğini ileri sürenler, en hafif ifadeyle, saçmalıyorlar. Biliyoruz ki, toplumsal üretim toplumsal yaşamın başlıca koşuludur ve sermayenin genişleyen yeniden üretimi başka şeylerin yanı sıra, işçi sınıfı olmaksızın ve işgücü üretmeksizin, olanaklı değildir. Sanayi proletaryasının toplumsal rolünün zayıfladığı ve üretim sürecindeki yerini kaybettiğini söyleyenler, “bilgi toplumunun sanayi toplumunun yerini aldığı” üzerine vaaz verenler, emek-gücü olmaksızın toplumsal üretimin söz konusu olamayacağı gerçeğine göz yumuyorlar. Bilimsel teknik buluşların üretime uygulanması ve makinenin teknik yenilenmesi ve güçlendirilmesi işçi sınıfının toplumsal rolünü zayıflatmamış, ancak emek-gücü sömürüsünü artırmıştır. Bu gelişme sonucu, sanayi işçilerinin bazı ülkelerde sekiz saatlik işgününün bir saatini kendilerine ve geri kalan zamanı kapitaliste çalıştıkları saptanmış, ya da saptanabilir bir olgudur. İşçi sınıfının “bölümleri” arasında oynamalar olmuş, toplumsal gelişme bir yandan sanayi işçilerinin daha fazla çalışmasına ve sömürünün artışına yol açarken, diğer yandan artı-değer sömürüsünün gerçekleştiği iş alanları ve işkollarının genişlemesi ve çeşitlenmesini sağlamışta. Bütün bunlar, sınıfın varlığı, konumu ve toplumsal rolünde niteliksel bir değişimi değil, ancak toplumun sömürü ve baskı sisteminden kurtuluşu için onun tayin edici devrimci rolünü artırmıştır.
Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamının daha da kötüleşmesine yol açmakla kalmamış, küçük kapitalistlerin iflas fermanına da imza atmıştır. Bir yanda işçi ve emekçilerin yaşamındaki kötüleşme ve yoksullaşma, kırsal nüfusun proletaryanın saflarına doğru itilmesi, küçük üretici ve küçük ve orta boy işletmelerin artan iflası ve yok oluşu; diğer yanda tekellerin yüksek kârlarında görülen büyüme; bu ikisi, üretim tekniklerindeki değişimin sömüren-sömürülen ilişkisini yok etmediği, aksine buradan kaynaklanan sınıf çelişkisini daha da keskinleştirdiğini gösterdiği gibi, emperyalist kapitalizmin kendi yok oluşunu hazırlamaya, bunun toplumsal gücünü yaratmaya devam ettiğini göstermektedir. Burjuvazinin bin türlü yol ve araçla emek-sermaye çelişkisinin sistemi yıkıma sürüklemesini geciktirmeye çalışması boşuna değildir.
Emperyalizm ve uluslararası tekellerle ezilen halkların bir arada, aynı sistem içinde ve bu sistemin ürünleri olarak varlıkları; bu halkların emperyalist gericilikten ve emperyalizmin hâkimiyetinden kurtuluş mücadelesini kaçınılmaz ve zorunlu kılmaktadır. Halkın çıkarları, ülkenin bağımsızlığı ve halkın özgürlüğü, işbirlikçi gericilik ve emperyalist burjuvaziye karşı mücadeleyi gerektirmektedir. Ülkenin bağımsızlığı ve halkın özgürlüğü, işbirlikçi gericiliğe, onun gerici devlet makinesine, emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermayeye karşı mücadele olmaksızın, elde edilemez olmuştur. Bu mücadeleyi yürütecek olanlar, işçi sınıfı öncülüğündeki emekçi ve ezilen sınıflardır.
Durumun değiştiğini ileri sürerek, “küreselleşme koşullarında ulusal formlara sarılmanın gericilik olduğu”nu vaaz edenler, gerçekte ülkenin ve halkın durumu karşısında hareketsizliği ve edilgenliği savunmaktadırlar. Bu, mevcut kölelik durumunun benimsenmesi demektir. “Küreselci” reformist burjuva demagogları, halk kitlelerinin durumunun iyileştirilmesi ve emperyalist hâkimiyetin son bulması için mücadele yerine, sonu gelmez sözde tahlil ve tespitlerle, burjuva liberal gevezeliklerle zaman öldürmektedirler. Toplumsal evrimin kesintisiz olarak hızlı ya da yavaş, sıçramalı veya ‘monoton’ bir biçimde devam ettiğini aklı başında hiç kimsenin yadsıyamayacağını bilen bu çevreler, toplumsal değişim ve gelişmenin kapitalist emperyalizmin “çelişkilerinin aşılması” ve tüm sınıflardan insanların “ortak” çıkarlarının gözetildiği bir topluma “dönüşmesi”ne mi; yoksa kapitalizmin çelişkilerinin derinleşmesine, işçi-emekçi kitleleriyle ezilen halklar üzerindeki baskı ve sömürünün daha da artmasına ve bu baskı ve sömürüden kurtulmak zorunda olan işçi sınıfı öncülüğünde ezilenlerin devrimci mücadelesinin nesnel olanaklarının gelişip olgunlaştığına mı işaret ettiği sorusunu geçiştirerek, emekçilerin sistem içinde verilenle yetinmeleri yönündeki görüşlerin propagandasını yapıyorlar, işçi ve emekçileri örgütlemek, onların somut talepleri üzerinden mücadeleyi geliştirmek, dünya ve ülke gerçeklerini açıklayarak, burjuva gericiliğini ve kapitalizmi teşhir etmek ve sömürü sisteminin son bulmasının zorunluluğu yönünde işçi ve emekçileri aydınlatıp örgütlemek yerine, burjuvazi ve emperyalizmin gücü ve olanakları üzerine görüşleri ve gericilikten beklentileriyle emekçilerin mücadelesini güçten düşürmektedirler. Bunlara göre ülke toprakları talan edilir ve kaynakları yağmalanırken, tekeller ve emperyalist burjuvazi işçi ve emekçileri azgınca sömürür ve ülkeyi sömürge bağımlılığı içine alırken; ezilen ulusun bağımsız yaşama hakkı ret ve inkâr edilir ve tüm haklan baskıyla ayaklar altına alınırken, emperyalizm ve uluslararası sermayeye karşı mücadeleye kalkışmak, emperyalizm ve gericilikten bağımsızlığı savunmak, “ulusal formlara kapanmak”, uzağı ve gelişmeyi görmemek oluyor!
Büyük üretim artışına, üretim araçlarının devasa gelişimi ve büyümesine karşın, kapitalist emperyalizm krizlerden, üretici güçleri tahrip eden ilişki ve çatışmalardan, sömürülenlerle sömürenler arasındaki uçurumun büyümesinden ve bunun yol açtığı yıkıcı tehditten kurtulamıyor. Büyük sanayi kendi mezar kazıcılarını üretmeye, örgütlemeye ve mücadeleye sevk etmeye devam ediyor.
Yukarıdan beri söylenenler sermayenin uluslararası yoğunlaşma ve merkezileşmeyle birlikte, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar üzerinde oluşturduğu büyük baskıya ve sömürüye karşı, daha etkili, ulusal ve uluslararası düzeyde birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi için kararlılık ve inançla çalışmanın zorunlu ve acil olduğunu ortaya koymaktadır. Devrimci ideallerine bağlı kalanlar için başka bir “seçenek” ve yol yoktur.

“KÜRESELLEŞME” KAPSAMİNDA AB SAVUNUCULUĞU
Avrupa Birliği üyeleri arasındaki “birlik” serüveni yüz elli yıldan bu yana devam ediyor. Bu yönde atılmış tüm adımlara karşın, henüz birlik tam olarak gerçekleştirilememiştir. AB içinde yer alan başlıca ülkelerin “birlik” çabaları, pratikte sürekli olarak Avrupa pazarı üzerinde kimin daha fazla söz sahibi olacağı yönündeki iç mücadeleyle darbe yemektedir. Kapitalizmin temel yasalarından biri olan eşitsiz gelişme yasası hükmünü sürdürdükçe, bir birlik içinde bir araya geldikleri koşullarda bile, rekabet ve mücadele devam edecek; bu rekabet kriz koşullarında daha keskin biçimler alacak; işçi sınıfı ve emekçilerin kendi çıkarları doğrultusundaki mücadeleleri birliğin çelişkilerini ve çatlaklarını artırma yönünde işlev görecektir. “İç” ve dış rekabet ve mücadelenin sınıflar mücadelesiyle birlikte, bu birlik üyelerini ve siyasal rejim ve siyasal mücadeleyi etkilememesi düşünülemez. Liberal ‘solcu’ çevreler sorunun bu yanını görmek istemiyorlar.
Bunlar, emperyalist rekabet koşullarında, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya, Kanada, Rusya gibi ülkelerle Türkiye gibi emperyalizme bağımlı kapitalist ülkeleri “fırsat eşitliği içinde” yarıştırmaktan söz ederek ve ekonomik, mali ve askeri güç ilişkilerinin yön verdiği kapitalist rekabette, “sol”a “önderlik” görevini uygun görerek, kapitalist pazarda tüccarlığa soyunabilmektedirler. “Avrupa’yı ve Avrupa Birliği üyeliğini, Türkiye’nin toplumsal demokratikleşmesinin olmazsa olmaz şartlarından birisi” saymakta, “kıta Avrupası’nda istikrar ve barış”ın “Avrupa Birliği’nin Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesiyle tesis” edilebileceğini vaaz etmekte (Taner Akçam); Türkiye’de “çoğulcu demokratik sitemin oluşumunun AB’ye girişten geçtiği”ni ileri sürmekte (M. Altan); Türkiye’nin “kendi demokratikleşme dinamikleri”ne güvenmediklerini açık biçimde dile getirmektedirler. Onlara göre, ekonomik-sosyal ve siyasal gelişmeler dünyayı “küresel köy”e çevirirken, AB türü oluşumlarda yer almak hem zorunludur hem de “daha geniş bir coğrafyada daha geniş olanaklar” için gereklidir. Türkiye gibi faşist, anti-demokratik siyasal sistemlerle yönetilen ülkeler, AB’ye girdiklerinde, siyasal sistemleri “otomatikman” demokratikleşecektir.
ÖDP çevreleri ve ‘Bir Adım’ yazarları da her zamanki gibi “orta yer”de durmakta, ancak burjuvaziyle arayı daha dar tutmaya da özen göstermektedirler. Bunlar burjuva karasını, İslam yeşilini, feminist moru proletaryanın kırmızısına bulama çabasındadırlar. Emperyalizmin Avrupası’na “emeğin Avrupası” yaftası asarak, güya emekçilerden yana bir yerde durmak istediklerini göstermeye çalışıyorlar, ama konu üzerine söyleyip yazdıkları, emperyalist talan ve yağmaya karşı, ülke kaynaklarının ve halkın yarattığı birikimlerin korunmasına yönelik emekçi mücadelesini “darlık”, “milliyetçilik”, “yerel ve ulusal form”da kalmak olarak gördüklerini göstermektedir.
Bunlar, “küreselleşme”ye karşı “geçerli bir sol alternatifin üretilerek toplumun gündemine taşınması…” gerekliliğinden söz eden burjuva reformcu ve liberal yazarlar, emperyalizmin hâkimiyetine, ülke kaynaklarının yağmalanmasına, siyasal bağımsızlık görüntüsü ardında ülkenin tüm değerlerinin uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesine, “ulusal formlara kapanmama” ve “milliyetçi ideolojik bir zeminde mevzilenmeme” adına, ikircikli bir tutum alabiliyorlar. Ekonominin politika ve üstyapı kurumlarıyla ilişkisini bir yana bırakarak, geri ülkelerin ve bu arada Türkiye’nin Batılı büyük devletlerin etkisiyle demokratik bir siyasal sistemi var edeceğini ileri süren bu reformist yazarlar, Türkiye gibi ülkelerin kendi “iç dinamikleri”yle demokratik haklarını kazanamayacakları düşüncesindedirler. Bunun için, Batı emperyalist burjuvazisini demokrat ilan ederek, Türkiye’nin AB’ye girmesi için kampanyalar yürütmekte; sınıf bilinçli işçi ve emekçilerle devrimci sınıf partisini, “Türkiye gibi ülkelere demokratikleşme yönünde telkin ve ‘baskı’ yapa-gelmekte olan” (Ömer Laçiner) “demokratik Batı”ya gereken değeri vermemek, gelişmeleri anlamamak, “küreselleşme”yle AB oluşumu ve Türkiye’nin AB’ye girişi arasındaki bağı görmemek vb. ile suçluyorlar. Troçkist-ekonomist bulamaç halindeki reformist görüşlerini küçük burjuva kitleler içinde yaymaya çabalarlarken, bugüne dek belki de bin kez gündeme getirilmiş ve her seferinde Marksistler tarafından somut olgu ve verilerle çürütülerek çöplüğe atılmış iddiaları bin birinci kez yeniden gündeme getirmekte, uyanış içindeki işçi-emekçi ve genç devrimcilerin ufkunu karartmaya çalışmaktadırlar.
Bu yazarlar, emperyalist ve uluslararası tekellerin “yerli” tekellerle ilişkilerini göz ardı ederek, uluslararası tekellerin “sosyal” ve uygar oldukları üzerine vaazlarla ve kapitalizmin “toplumsal denetim” yoluyla insan gereksinmelerinin karşılanmasına uygun bir dönüşümünün olanaklı olduğu yalanıyla emekçi sınıfları aldatma çabasındadırlar. Geri ülke halklarının daha fazla sömürüldükleri ve politik ve askeri baskıyla daha kötü duruma düşürüldükleri gerçeğini açıktan reddetmeseler de, “küreselleşme”nin ve AB’ye katılmanın, halkların durumunu iyileştireceğini söylemekten geri durmuyorlar. Oysa emperyalist hegemonya arttıkça, ezilen halkların yaşamı daha da kötüleşmekte, ulusal hakları baskı altına alınmakta ve çiğnenmekte, sömürülen sınıfların sosyal yaşamları daha da kötüleşmektedir. Uluslararası kuruluşlar tarafından yapılan araştırmalar, bir avuç emperyalist büyük devletin dünya pazarlarına hâkim olması ve yüksek teknoloji kullanma yoluyla geri ülkeler üzerindeki sömürüyü artırdıklarını, bunun sonucu bağımlı ülkeler halklarının yaşam koşullarının kötüleştiğini, işsizlik, açlık ve yoksulluğun arttığını göstermektedir. Son yüz seksen yılda dünya üretimi elli kat artmasına karşın, geri ülkeler başta olmak üzere tüm kapitalist dünyada yoksulluk, işsizlik ve kötü yaşam koşulları devam ediyor. Dünya nüfusunun beşte dördünden fazlası zengin azınlığı oluşturan emperyalist ülkeler tarafından bağımlılık ilişkileri içinde tutuluyor. Asya, Afrika ve Latin Amerika halkları ucuz işgücü olarak uluslararası sermaye tarafından sömürülüyor. Bağımlı ve geri ülkelerin emperyalist devletlere ve uluslararası mali sermaye kuruluşlarına 2 trilyon dolar borçlarının bulunması, yanı sıra bu ülke halklarının tümünün dünyanın en zengin birkaç yüz büyük tekelci burjuvası kadar bile bir gelire sahip olamamaları, durumu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Batı toplumlarını “insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst noktada” sayan (Ö. Laçiner); Almanya’nın bugünkü “demokratikleşmesini”, “İkinci dünya savaşı sonrası gerçekleşen ‘Batı bağlantısı’ ve ‘Batı entegrasyonu’na borçlu olduğunu ileri sürerek, bugün “Türkiye için de benzeri bir durum”un söz konusu olduğunu (T Akçam) iddia eden bu yazarlar, proletarya demokrasisini akıllarına getirmezlerken, kapitalist barbarlığı aklamak için kan ter içinde kalmaktadırlar. Devrimci ayaklanmayı, sosyalizmin tüm Almanya’da zafer kazanmasını ve Almanya’nın birleşik ve demokratik bir ülke olarak gelişmesini engellemek için, ABD ve İngiltere yönlendiriciliğindeki Batı emperyalizminin Batı Almanya’da özel bir “kalkınma planı” uyguladığı biliniyor. Bu plan halk kitlelerinin yararı ve emekçilerin demokratik halkları düşünüldüğü için değil, sosyalizmin kazandığı zaferin büyük anti-faşist mücadelede kazanılan yüksek prestijle birlikte halklar üzerinde etkili olmasına set çekmek için hazırlanmış ve uygulanmıştır. T. Akçam ve kafadarı diğer reformist yazarların, emperyalizmin bu planı ve uygulamasından Türkiye emekçileri yararına sonuçlar çıkarmaları, burjuvaziye tapınma ölçüsündeki güvenlerinin göstergesidir. Emperyalizmi, hâkimiyet, ilhak ve işgal, savaş ve yıkım; açlık ve yoksulluk; işsizlik ve hak yoksunluğu gibi ürünlerinden soyutlayarak, burjuva (ve tekel) demokrasisinin halk kitleleri üzerindeki sınıf diktatörlüğü özelliğini gizlemeye çalışmaktadırlar. Türkiye işçi ve emekçilerine herhangi bir inanç ve güvenleri olmayan ve emperyalist Batı burjuvazisine umut bağlayan bu yazarlar, “Türkiye toplumunun kendisinin başaramadığı demokratikleşme hamlesinin, Avrupa güçlerinin ‘zoruyla’ gerçekleşmesi…” (A. İnsel) ve AB’ye girişle, “otomatikman” bir demokratikleşmenin gerçekleşmesi beklentisi içindedirler.
AB’den demokrasi bekleyen ve batı demokrasisini allayıp-pullayanlar, İspanya, Filipinler, Portekiz, Yunanistan, İran, Endonezya, Türkiye, Şili gibi ülkelerde faşistlerin iktidara gelmeleri ve emekçilere kan kusturmalarında Batılı emperyalist büyük devletlerin oynadıkları dolaysız rolü, onların mali, ekonomik, politik ve hatta askeri desteklerini gizliyorlar. Dünya halklarının kanı üzerinden sağlanan “uygarlığı” ve hâkimiyeti, “insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst nokta” sayanların, ABD’li emperyalist haydutların, dünyanın hemen her yanında kara, deniz ve hava savaş güçleriyle halkları baskı altında tutarak ve işbirlikçi gerici sınıflan destekleyerek sağladıkları gerici egemenliği, “demokrasi koruyuculuğu” adına selamlamaları şaşırtıcı olmayacaktır.
Haksızlık etmiyoruz. Bizzat kendileri, “… Özel olarak sosyalistlerin, içten demokratların”, “… Koşullarının olumsuzluğuna, fiili imkânlarının azlığına rağmen ve hatta içinden geldikleri topluma, o Avrupa’da ‘ikinci sınıf gözüyle bakılmasının yüküne de tahammül ederek, toplum ve hareket olarak, tarihin şu noktasında insanlığın kaderinin en fazla belirlendiği bu ‘arena’da yer almanın koşulsuz savunucuları olmaları” gerekir diye yazıyor (Birikim 128, sf.24); “Neoliberal rekabetin güçlüleri daha güçlü kılan acımasız doğasına karşı sol, fırsat eşitliği içinde yaratıcı bir rekabet anlayışının önderliğini yapmalıdır” (A. İnsel, agd. sf. 29) diyorlar. Bu reformist burjuva demagojisi, “Türkiye’yi, Türkiye halkını çok daha geniş bir coğrafyanın halklarıyla yan yana, hatta iç içe getirebilme…” hedefiyle gerekçelendiriliyor. AB’ye giriş “enternasyonal mahiyet taşıyan bir şey…” olarak reklâm edilerek, emperyalist gerici oluşumlara enternasyonalizm kılıfı uyduruluyor, sermaye ihracı ve kapitalist uluslararasılaşmayla sömürgeci “dünya enternasyonalizmi”ni gerçekleştiren burjuvaziye biat etmenin teorisi yapılıyor.
Geri ve bağımlı bir ülke halkına, ‘ikinci sınıf olmayı göze alarak, emperyalist sömürü ve sömürgecilik gibi bir yüke “tahammül etme” çağrısı yapmak, bir tür misyonerlik ve mandaterliğe soyunmak demektir. Devrimcilik iddialarına karşın, halktan kopmuş bu reformist liberal yazarlar, halk hareketinin ve işçi sınıfı mücadelesinin geliştirilmesi, emekçilerin emperyalizme, uluslararası burjuvaziye ve işbirlikçi gerici egemen sınıflara karşı örgütlenmesi ve mücadeleye atılması için ciddi bir çaba göstermedikleri gibi, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi gibi kavramları sınıf bağlantıları ve anlamlarından soyutlayarak, burjuvazinin hâkimiyeti ve çıkarları yararına yorumlayarak da, burjuva ideolojisinin güçlenmesine yardımcı oluyorlar. Dünya pazarlarındaki paylarını artırma mücadelesindeki Avrupalı emperyalistlerin “birliği”ne girişin Türkiye emekçilerini “yerli tekeller elinde daha fazla sömürülmek”ten kurtaracağını, Türkiye ekonomisini “şahlandıracağını” ve “Türkiye’de talan ekonomisi olarak işleyen bugünkü ‘pazar ekonomisi’nin… toplumsal denetime alınmış, alt sınıfları koruyan bir düzenlemenin hakim olduğu bir ekonomik yapıya dönüştürülmesini…” olanaklı kılacağını (A.İnsel) söylemelerini başka türlü yorumlamak, iyi niyet yolundan cehenneme yürümek olur.
Gelişmelerin dikkate alınması gerekliliğinden söz eden ve “durum tespiti” yapan burjuva liberalleri ve reformcu sol çevreler, toplumsal hareketin sınıf mücadeleleri aracılığıyla geliştiğini ve kapitalizmin yıkıma mahkûm olduğunu “dikkate” almamakta ve somut durum ve sınıf mücadelesiyle ilişkilendirilmeyen durum tespitlerin boş bir gevezelik olacağı gerçeğinin üstünü çizmeye çalışmaktadırlar. Somut durumun somut tahlilinden sömürülen ve ezilen sınıf ya da sınıfların devrimci mücadele olanaklarını çıkarmak ve bunun gerekleri olarak politik-örgütsel taktikler geliştirmek yerine, olanaksızlıklar ve zorluklar üzerine demagojik söylev vermek, oportünist ve teslimiyetçi bir küçük burjuva tutumudur. Bugün ÖDP ve HADEP gibi reformist-liberal “sol” partilerde kümelenmiş burjuva-küçük burjuva “solcu”larıyla Murat Belge, Taner Akçam, Ö. Laçiner, Mehmet Altan gibi dergi ve gazete yazarlarının yaptıkları tam da buna denk düşmektedir.

İŞÇİ SINIFI VE EZİLENLERİN ULUSLARARASI DAYANIŞMASINI GELİŞTİRME GÖREVİ
Kapitalist uluslararasılaşmanın, sermaye ihracı ve tekelleşmenin ülkeleri ve tüm dünya topraklarını emperyalist zincirin halkaları haline getirmesi, burjuvazi ve işçi sınıfının uluslararası enternasyonal sınıf hareketinin maddi zeminini güçlendirmeye devam etmektedir. Burjuva ideologları ve politikacıları, toplumsal gelişme ve uluslararasılaşmanın burjuvaziye sağladığı “muazzam olanaklar”ın propagandasını yüksek sesle sürdürüyorlar. Bu aynı zamanda, bir korkunun dışa vurumudur.
Kapitalist uluslararasılaşma, burjuvazinin gerici dayanışmasının yanı sıra, işçi sınıfı ve emekçilerle ezilen halkların dayanışması ve paralel eylemleri için nesnel koşulları daha da olgunlaştırmıştı. Kapitalist sermaye el atmadık toprak parçası bırakmamakla, proletarya hareketinin enternasyonal dayanağının uluslararası alanda güç bulmasını sağlamış, tekeller tarafından birden fazla ülkede gerçekleştirilen üretim, çok sayıda ulustan işçilerin aynı kapitalist patrona karşı bir araya gelmeleri ve aynı veya benzer taleplerle mücadeleye atılmalarının koşullarını olgunlaştırmıştır. Diğer yandan, iletişim ve ulaştırma alanındaki büyük gelişme, meta ve sermaye hareketine ivme kazandırmakla kalmamış, ülkeler ve uluslar arasındaki ekonomik, sosyal-siyasal, kültürel ve askeri ilişkilerin artması ve kolaylaşmasını da sağlamıştır. Bu gelişmenin burjuvazi yararına etkilerle sınırlı kalmadığı kesindir. Burjuvazi, sahip olduğu olanaklara ve büyük propaganda gücüne karşın, proletarya ve emekçilerin örgütlü mücadelelerini engelleyemediği gibi, onun iradesi, bilimsel teknik gelişmenin sömürülen sınıfın mücadelesine dolaylı katkısını engellemeye de yetmemektedir. Bugün dünyanın herhangi önemli ya da nispeten daha az önemli bir ülkesinde (ya da ülkelerinde) gelişecek ciddi bir proletarya ve emekçi hareketinin, diğer ülkelerin emekçi hareketini etkilemesi daha fazla olanaklı hale gelmiştir, iletişim araçları ve teknolojik gelişme sonucu, herhangi bir ülkedeki gelişme anında bütün dünya işçi ve emekçileri tarafından öğrenilmekte, uluslararası emekçi dayanışması ve ortak eylemi, eğer sınıf bilinçli işçiler yetenek gösterebiliyorlarsa, gündeme gelebilmektedir. Bunun için koşullar önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar daha elverişlidir. Yalnızca son bir ayda meydana gelen olaylar bile bunu kanıtlamaya yeterlidir. Örneğin Brezilyalı topraksız köylülerin toprak reformu talebiyle devlet dairelerini işgal eylemi ve kamyon şoförlerinin grevini, Güney Afrika’da 4 milyon işçinin işten atmaları protesto amacıyla düzenlediği genel grevi, Arjantinli işsizlerin IMF’yi ve hükümeti protestolarını, Ukraynalı 40 bin kömür madeni işçisinin grevini, Norveç’teki işçi eylemlerini, anında bütün ülkelerin işçi sınıfı ve emekçileri öğrenebilmekte, böylece paralel-birleşik işçi-emekçi eylemleri yönünde moral güç ve düşünce oluşmaktadır.
Küreselleşme adı verilen uluslararasılaşma, dünyanın herhangi önemli bir bölgesi ya da ülkesinde baş gösterecek krizin diğer bölge ve ülkelere sıçraması ya da onları etki altına almasını da kaçınılmaz kılmaktadır, iki yıl kadar önce, Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayan mali krizin kısa zamanda birçok ülkede etkili olması ve bu ülkelerde emekçi eylemlerini “kışkırtması”, emperyalist kapitalizmin ciddi sayılacak bir kriz durumunda önemli tehditlerle yüz yüze geleceğini göstermektedir. Böylesi bir gelişme, proletarya ve emekçilerin devrimci kurtuluş eyleminin başarısı için koşulları olgunlaştıran en önemli etkenlerden biri olarak rol oynayacaktır.
Kapitalist uluslararasılaşma ve her bir ülkenin emperyalist dünya sisteminin bir halkasına dönüşmüş olması, burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadelenin uluslararası karakterini bugün daha da güçlendirmiştir. Ancak bu mücadele, öncelikle her bir ülkenin kendi topraklarında gelişecektir. Her bir ülkenin işçi sınıfı ve ezilenleri, kendi burjuva ve gerici egemen sınıflarına ve “kendi” burjuva devletlerine karşı mücadele ettikleri oranda, uluslararası alanda sömürülen sınıfların emperyalizme ve gericiliğe karşı kurtuluş mücadelesine katkıda bulunmakta, bu mücadelenin uluslararası alanda güçlenmesine hizmet etmektedirler.
Her bir ülkenin sınıf bilinçli işçileriyle devrimci partilerinin başlıca görevi, bugün de, kendi ülkesindeki emekçilerin aydınlatılması, örgütlenmesi ve mücadeleyi daha ileri bir mevziden sürdürmesine hizmet eden siyasal taktikler uygulayarak, sermayenin uluslararası saldırılarını püskürtmek ve kapitalizmin tasfiyesi için çalışmaktır. Burjuva egemenliğini tasfiye ve işçi-emekçi iktidarını kurmanın başka bir yolu yoktur. Bu yol izlendiğinde dünya işçi ve emekçilerinin dayanışması ve mücadele birliği de güç kazanacaktır. Bu, diğer yandan, proletarya ve emekçilerin mücadelesini zayıflatma özelliği taşıyan, emekçilerin ve ezilen halkların uluslararası gericiliğe karşı mücadele kararlılığını aşındıran reformist-liberal görüşlerin etkisiz kılınmasını zorunlu kılmaktadır

Haziran 2000

Yükseköğrenim gençliği hareketi ve emek gençliği’nin rolü

1999–2000 yükseköğrenim yılının sona ermesine az bir zaman kaldı. Yüz binlerce öğrencinin son birkaç hafta içerisindeki yoğunluğunun merkezinde final sınavları var. Hepsi, sınavlarda başarılı olup mezun olmak ya da bir üst sınıfa geçmek için çaba sarf ediyor. Bu günlerde hangi öğrenciye “ne yapıyorsun” diye sorsanız, “eve veya yurda kapanıp ders çalışacağım-çalışıyorum” yanıtını alırsınız. Bu yanıtla birlikte bir de yakınma-şikâyet işitirsiniz; “Hayatla bağlarımız koptu. Finaller bütün zamanımızı alıyor” diye. İstisnalar elbette ki vardır. Ancak bilinen deyimiyle bunlar “kaideyi bozmamaktadır.”
Yükseköğrenim alanında yaklaşık dokuz ayı kapsayan bir öğrenim döneminin sona erdiği günlere dair sarf edilen bu sözlerle anlatılan durum, bir anlamda yükseköğrenim sisteminin ve öğrenci gençliğin içinde bulunduğu durumu da özetlemektedir. Uluslararası tekeller ve işbirlikçi yönetici sınıflar, onların hükümetleri, bakanlık, YÖK ve diğer kurumları tarafından izlenen; özerkliğe, demokrasiye, bilimsel üretim ve öğrenme özgürlüğüne, örgütlenme ve düşünceleri özgürce dile getirme hakkına düşman politikalar, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkardı. Yönetmelikler, rektörlük ve senato kararlarıyla gündeme getirilen uygulamalar, akademik hayatı parçaladı ve üniversiteleri birer piyasa kurumuna dönüştürerek, holdinglerin teknoloji ve kalifiye eleman üretim merkezlerine indirgedi. Buna paralel olarak da, sınav sistemlerinden akademik takvime kadar üniversitenin günlük hayatının belirleyici unsurları tekdüze, monoton, rekabetçi, eleyici ve bunaltıcı bir konuma geldi.
Bugün üniversitelerde akademik yaşam bir ay olsun kesintiye uğramaksızın süremiyor. Vize öncesi tatil, vize tatili, final öncesi tatil, final tatili, resmi ve dini bayramlarda tatil, ara tatil vb. nedenlerle kesintiye uğrayan akademik takvim; bilimi, bilimsel araştırma, öğrenme, tartışma ve üretmeyi teknolojiye, kapitalist piyasanın ihtiyaçlarının karşılanmasına indirgeyen egemen yükseköğrenim anlayışının bir ürünü ve karşılıklı birbirlerini besleyen unsurları durumundadır. Dahası bütün bunlar, asker, polis ve özel güvenlik birimleri gibi baskı güçleriyle terörize edilmiş bir ortamla da iç içe varlığını sürdürmektedir.

BİR RAPOR VE GERÇEĞİN İTİRAFI
Türkiye’de üniversitelerin emekçi halkın yararına, toplumun ilerlemesine hizmet eden kurumlar olmaktan çıkıp, nasıl birer ticari kurum haline geldiğini göstermek için Meclis YÖK Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı 343 sayfalık taslak rapora bakmak yeter de artar bile. Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK), Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) ve 14 üniversitenin incelenmesinin ardından hazırlanan raporda ortaya çıkan tablo, üniversitelerin, lafa gelince “bilim yuvası” olduğunu söyleyenler tarafından nasıl da dolandırıcılık, yağma, zimmete para geçirme, soygun ve rant merkezleri olarak çalıştırıldığının onlarca örneğini ortaya koyuyor. Türkiye yükseköğrenim sistemi’nin sahiplerinin ve sürdürücülerinin YÖK diktatörlüğü altında yarattıkları Susurluk-vari kirli ilişkiler ağının, üniversite ve yüksekokulları bir ahtapot gibi nasıl sardığının resmi itirafı niteliğinde bir rapordur bu.
YÖK’ün uzun yıllar patronluğunu yapan ve Bilkent’i kurarak özel üniversitelerin önünün açılmasında ilk adımı atan eski YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın yaptıklarından taslak rapora yansıyan ve Doğramacı hakkında soruşturma açılması istemine neden olan uygulamalardan birkaç örnek: Bilkent Üniversitesine tahsis edilen arsalar. Bu arsalar üzerinde YÖK site inşaatı kapsamındaki bütçe ödenekleriyle yapılan konukevi, derslik ve konaklama üniteleri. Bu tesislerin evrakta sahtekârlık yoluyla ücretsiz olarak Bilkent’e bırakılması. YÖK’ün yeni patronu Kemal Gürüz hakkında soruşturma açılmasına neden olan ve Gürüz’ün bilimsel (!) icraatlarını gözler önüne seren birkaç örnek: YÖK Döner Sermaye İşletmeleri’nin zarar ettirilmesi, aynı işletmelerin parasal olarak aşındırılması. ÖSYM sınav hizmetleri ihalelerinde usulsüzlükler. Periyodik yabancı dergi alımı konusunda ‘Informatica’ adlı firmaya bir milyon dolar fazla ödeme yapılması. Aynı raporda ÖSYM Başkanı Fethi Toker hakkında ihalelerde usulsüzlük yaptığı için soruşturma açılması gerektiği hükmü de yer alıyor.
İstanbul Üniversitesi’nin patronunun bilimsel (!) icraatlarını da unutmamak gerekir: İÜ Eğitim Fakültesi faaliyetlerinden elde edilen gelirlerin usulüne uygun harcanmaması. Katkı paylarının usulüne uygun dağıtılmaması. Üniversiteye ait telefonu evinde kullanıp 500 milyon liraya yakın konuşma bedelini katma bütçeden ödettirmesi. İÜ sosyal tesisleri işletmesi hesabından mevzuata aykırı harcamalar, mal alımları. Rektörlük vakıf veya işletmeleri tarafından çalıştırılan büfe, otopark, kantin, kafeterya ve konukevi ile sosyal tesislerden elde edilen gelirlerin katma bütçeye aktarılmaması. Bağış adı altında paralar toplanması, çeşitli harcamalara ilişkin sahte belge düzenlenmesi, öğretim üyesi, öğrenciler ve idareciler üzerinde baskı, eski rektör Bülent Berkarda’nın usulsüzlüklerine göz yumma ve devam ettirme vb. Rapor bunlarla da bitmiyor. Ege, Uludağ, Karadeniz, Trakya, Kırgısiztan-Türkiye Manas ve Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitelerinden Afyon Kocatepe, Niğde, Celal Bayar, Erciyes, İnönü, Harran ve Dokuz Eylül Üniversitelerine kadar birçok üniversitenin rektör ve yöneticilerinin tonla bilimsel (!) icraatları.
Üniversitelerin bilim yuvası değil, köstebek ve hırsız yuvası olduğunu, hırsızlığın, vurgunun ve talanın mekânı haline geldiği, halka ve topluma değil sermayeye, holdinglere hizmet ettiği, böyle bir yerde demokrasinin ve bilimsel öğrenim ve üretimin olamayacağını söyleyenleri vatan haini, bölücü, art niyetli, bilim ve millet düşmanı ilan edenlerin, üniversiteleri getirdikleri noktanın açığa çıkarılabilen unsurları bunlar. Elbette ki bunlar birkaç ahlaksız yöneticinin münferit işleri değil ve elbette ki raporun ortaya koyduğu tablo yapısal bir sorunun, çürümenin ifadesi. Yönetici sınıflar ve onların çıkarları gereği uygulanan yükseköğrenim politikalarının başka bir tablo ortaya çıkarması zaten beklenemezdi. Ancak, bu gerçeği dile getirenlerin karalanıp, sermaye-bilim ilişkisinin, piyasa koşullarına uygun yükseköğrenim anlayışının, eğitimde özelleştirmenin, vakıf ve özel üniversitelerin teşvikinin eğitimin kalitesini yükselteceğini söyleyen ideolojinin ve onun savunucularının yüceltildiği binaların ayaklarını bastıkları zeminin görülmesi açısından yeterince çarpıcı örnekler bunlar.
Bu anlayışın ve onunla uyum içerisinde, karşılıklı olarak birbirini besleyerek sürdürülen uygulamaların kökleri şüphesiz derinlerdedir. 12 Eylül askeri cuntası ise bu sürecin yakın tarihimizdeki başlangıç noktasıdır. Bütün bu açılardan üniversitelerin geldiği nokta, yönetici sınıfların sistemi koruma ve halkı idare etme anlayışının yükseköğrenim alanındaki izdüşümüdür.

TABLO HENÜZ DEĞİŞMEDİ
Fakülte ve yüksekokulların bulunduğu kampuslarda akıp giden günlük hayat kapsamında gerçekleşen işler; kültürel, sanatsal, sportif ve sosyal faaliyetler, kısacası dünya ve ülke gündemindeki konular da dâhil olmak üzere öğrenme ve öğretme sürecine ilişkin etkinlikler, etkinliklerin içeriği, yönü ve bunun içerisinde yükseköğrenim gençliğinin yer alış şekli ve düzeyinin ortaya koyduğu tablo bize yükseköğrenim gençliğinin hareketini verir. Bu özet ve genel çerçeveden bakıldığında, yükseköğrenim gençliğinin ana gövdesinin fikir ve gelecek projesinin içeriğinin ve kapsamının, yönetici sınıfların ihtiyaç ve isteklerine uygun olarak belirlendiğini söylemek bir gerçeği ifade etmek olur.
Tabloya hâkim olan bu görünüm 1999–2000 öğrenim döneminde de hâkim görünüm olmuştur. Ancak, on yıllardır tablodaki görünümün değişmesi için yürütülen mücadele, harcanan emek ve atılan adımların yarattığı birikim de küçümsenemeyecek kadar zengindir. Dolayısıyla tabloda bu birikim de önemli bir yer tutmaktadır.
Tabloyu oluşturan resmin tarafları arasında süren mücadele, özünde, üniversitelerin bilimden, aydınlanmadan yana kurumlar olarak, uluslararası emperyalist sermayenin ve onun işbirlikçilerinin değil; halkın, emekçi yığınların çıkarına hizmet eden kurumlar olarak toplumsal yaşamın geleceğe dönük akışındaki yerini almasını hızlandırmaktır.
Emek Gençliği’nin yükseköğrenim gençliği içerisinde yürüttüğü çalışma, geçmiş yıllarda olduğu gibi 1999–2000 öğrenim döneminde de öğrencilerin kendi talepleri, istekleri ve özlemleri için mücadele etme bilincinin gelişmesi ve örgütlü mücadelenin ilerletilmesi, öğrenci örgütlerinin geliştirilmesini ilke edinmiştir. Üniversitelerin, bilimin ve üniversite gençliğinin, işçi sınıfı ve emekçilerin yanında yer alması, yükseköğrenim gençliğinin geleceğinin, işçi sınıfı ve emekçilerin geleceğine bağlı olduğu fikrinin yaygınlaşması, öğrenci gençliğin başta kendi gerçeği olmak üzere, üniversite, ülke ve dünya gerçeğini kavraması için çalışmak, Emek Gençliği’nin ve onun tek tek üyelerinin yaşamına yön vermektedir.
Bu yazının amacı, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme sorunlarını, 1999–2000 döneminin verileri ışığında ele almak; ilerlemek ve büyümek için, yükseköğrenim gençlik hareketi içerisinde Emek Gençliği’nin rolünü, yaşanan pratik üzerinden bir kez daha temel yönleriyle hatırlamaktır. Emek Gençliği’nin, bugünkü yükseköğrenim tablosunun değişmesinde daha güçlü bir dayanak olması amacıyla belirli konulara dikkat çekmektir.

1999–2000 ÖĞRENİM YILI
Geçmiş yıllarda olduğu gibi, 1999–2000 öğrenim yılında da yükseköğrenim gençliğinin, ilerici, devrimci, emekten, halktan yana olan politik kesimleri, burjuvazinin üniversitelerdeki gerici, yozlaştırıcı hâkimiyetine karşı, bilimi, demokrasiyi, eğitimde fırsat eşitliğini ve bunların unsuru olan daha birçok talebi öne çıkaran; bu talepler etrafında öğrenci gençliğin ana gövdesini harekete geçirmeyi amaçlayan bir faaliyet yürüttü. Bu doğrultuda öğrenciler, dönem başında alternatif açılışlar düzenleyerek veya rektörlükler tarafından organize edilen açılışlara katılarak yükseköğrenim gençliğinin talep ve özlemlerini dile getirdiler.
Ardından Adana, Eskişehir, Mersin, Antep, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi iller başta olmak üzere öğrenciler, YÖK’ün kuruluşundan bugüne kadar geçen süre içerisindeki en yaygın ve kitlesel eylemlerini gerçekleştirerek, üniversitelerdeki YÖK saltanatını protesto ettiler. Burjuva basın sadece İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda yapılan ve polis saldırısı sonucu katılımcıların hepsinin gözaltına alınmasıyla sonuçlanan protesto gösterisiyle ilgilense de, ülke genelinde birçok üniversitede gerçekleştirilen eylemlere binlerce genç katıldı. Daha sonraki dönemde ise öğrenci eylemlerinin öne çıkan gündemini çoğunlukla kantin ve yemekhane özelleştirmeleri oluşturdu. Eğitimin paralı hale getirilmesi ve özelleştirilmesi doğrultusunda atılan adımlara bağlı olarak gündeme getirilen bu ve benzeri uygulamalar karşısında yürütülen çalışmalarda öne çıkan talepler, “eğitimde fırsat eşitliği ve parasız, bilimsel demokratik eğitim” ekseninde beliriyordu.
Kol, kulüp, topluluk gibi öğrenci örgütlerinin birçok konuda yürüttüğü çalışmalara bağlı olarak gerçekleştirdikleri panel, tartışma, söyleşi gibi etkinlikler dönem başından sonuna kadar geçen sürece dağınık ve büyük oranda birbirinden kopuk etkinlikler olarak yayıldı. Bunların içerisinde, politik gençlik örgütlerinin önayak olduğu etkinliklerin gündeminde, ülke ve dünya gündemini oluşturan konulardan kültür, sanat, müzik ve üniversitelerde yaşanan sorunlara kadar birçok konu yer aldı. Ancak bu tür etkinliklerin çoğunluğunu, üniversite öğrencilerinin kendi ilgi alanlarına göre veya okul yönetimleriyle ortaklaşa düzenledikleri salon toplantılarının oluşturduğunu belirtmek gerekir. Bunların konuları ve nitelikleri ise, daha çok üniversitelerin piyasa kurumu haline getirilmesine hizmet eden bir yelpazede bulunuyordu.
Yükseköğrenim gençliği hareketinin gündeminde birkaç yıldır yer alan ÖTK’ların çeşitli üniversitelerde yaşanan seçimleri ve organize ettikleri eylemleri 1999–2000 öğrenim döneminde de görmek mümkün. Özellikle, Çukurova Üniversitesi’nde YÖK’ün bilgisi dâhilinde, beş üniversitenin rektörlüklerinin ÖTK başkanlarıyla organize ettiği konferansa katılan belirli sayıda öğrenci temsilcisinin ortaya koyduğu tutum bir ilkin yaşanmasına neden oldu. Konferansın ve özellikle de konferansın örgütlenmesinde yer alan gerici-faşist akımların teşhirini yapan temsilciler, Çukurova Üniversitesi’ndeki öğrencilerle gerçekleştirdikleri protestoyla işin iç yüzünü ortaya çıkardılar. Bir anlamda planlar bozuldu ve “şapka düşüp kel göründü”.
Bir önceki yıl yaşanan “Büyük Marmara Depremi”nin etkili olduğu illerdeki üniversitelerde öğrenim gören öğrencilerin gündeminde, depremin yarattığı yıkım ve onun giderilmeyen sonuçları vardı. Bu üniversitelerde öğrenciler çeşitli taleplerini dile getirdikleri eylemler gerçekleştirdi. Yine bu dönemde, gençlik hareketi ve anti-emperyalist mücadele içerisinde simgeleşmiş çeşitli günlere ilişkin yapılan etkinlikler, işçi-emekçi hareketinin gündeminde yer alan taleplere ilişkin düzenlenen eylemler ve 1 Mayıs’ta düzenlenen gösterilere katılım, üniversite gençliğinin ileri-politik kesimleriyle sınırlı kaldı. 1999–2000 öğrenim yılının sona erdiği günlerde ise yükseköğrenim gençliğinin gündeminde bahar şenlikleri vardı. Bu şenliklerde de siyaset, kültür, sanat ve spora ilişkin etkinlikler yer aldı. Bu şenlikler kapsamında düzenlenen etkinlikler, yükseköğrenim gençliği hareketinin bu dönemdeki son halkaları oldu diyebiliriz.

MERKEZİ DEĞİL YEREL FAALİYETLER VE EYLEMLER
1999–2000 öğrenim döneminde yükseköğrenim gençliği hareketi, ülke düzeyinde merkezi bir hareket olma özelliği taşımadı. Bu değerlendirme, sadece bu dönem için değil, 80 sonrası yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin toplamı için de yapılabilir. 1996–97 döneminde yaşanan harçları-paralı eğitimi protesto eylemleri, üniversitelerde demokratik reform talebi eksenli faaliyetler ve eylemlerde de olduğu gibi, zaman zaman merkezi eylemler şeklinde bir hareketlenme yaşandı. Ancak, bunların hiçbirisi, yükseköğrenim gençliği hareketinin merkezi bir hareket olarak geliştiğinin göstergesi olarak kabul edilemez. Zaman zaman ortaya çıkan yanlış anlayışlar ve özellikle de belirli politik çevrelerin tespitleri; üniversite gençliğinin ileri, bilinçli, politik kesimlerinin muhalefetiyle sınırlı merkezi etkinlik ve eylemleri yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketinin yerine koyar yönde oldu. Ancak gerek geçmiş yıllarda yaşanan mücadele ve örgütlenme çabalarının dökümü, gerekse 1999–2000 öğrenim döneminde yaşanan ve yukarıda kısaca özetlediğimiz eylem ve etkinlikler, yükseköğrenim gençliği hareketinin merkezi yönünün değil, kendisini farklı kampus ve fakülteler düzeyinde dışa vuran yerel eylem ve etkinlikler yönünün harekete hakim olduğunu gösteriyor.
Tek veya birkaç merkezi talep etrafında ülkedeki bütün üniversitelerin barındırdığı öğrenci kitlesinin ana gövdesinin harekete geçmesinin olanakları zayıflayıp geri plana düşerken, kampuslarda, fakültelerde ve bölümlerde özgün talepler ve yerel özellikler öne çıktı ve hareket bu zeminde gelişti.
Bir veya birkaç talep etrafında, belirli bir dönem içerisinde bütün üniversiteleri kapsayan bir merkezi hareketlenmenin; kampus, fakülte ve bölüm düzeyinde gerçekleşen eylem ve etkinliklerin çoğalması, yaygınlaşması ve olgunlaşmasıyla mümkün olacağını söylemek bir gerçeği ifade etmek olur. Yapılan merkezi planların, yürütülen mücadele ve örgütlenme çalışmalarının bu durumu dikkate almasının, yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesi ve kitleselleşmesi açısından önemi büyüktür.
Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme düzeyi, 1999–2000 öğrenim döneminde yaratılan birikimlerle birlikte, belirli büyük ve “üniversite kenti” denebilecek illerde, üniversite veya il düzeyinde bir hareketi mümkün kılmaktadır. Çeşitli merkezi eylemlerin gündeme gelmesi her zaman olasıdır. Ancak burada iki şey dikkatten kaçırılmamalıdır.
Birincisi; ülkenin çeşitli üniversitelerinden gelen 40’ar 50’şer öğrencinin Ankara’da veya başka bir ilde oluşturacağı birkaç bin kişilik kalabalığın eylemlerinin yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketinin yerine geçmeyeceği ve geçirilemeyeceğidir. Bugüne kadar yaşanan merkezi eylemler böyle olmuştur ve yukarıda da vurgulandığı gibi yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketi olarak değerlendirilmiş ve yanlışa hizmet etmiştir. “Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinin merkezileşmesi, merkezi eylemlerle olacaktır” gibi bir mantık doğru değildir. Dönem dönem gerçekleşen merkezi eylemler, yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketinin yerine geçirilemez. Hatta merkezi eylemler, çeşitli üniversitelerden 40–50 kişilik öğrenci gruplarının bir araya gelerek belirli sayıda bir kalabalığı oluşturmasıyla sınırlı kaldıkça (ki bugün bunun ötesine geçebilecek bir durum söz konusu değildir) yükseköğrenim gençliği hareketini ilerletici değil, zayıflatıcı bir rol oynar. Öğrenci gençliğin politik-mücadeleci kesimlerini, yükseköğrenim gençliğinin ana gövdesinden uzaklaştırır, koparır, çalışmayı genelleştiren ve kendi eyleminden tatmin olup rahatlayan, protestocu dar bir anlayışa-platforma hapseder.
İkincisi; yükseköğrenim gençliğinin merkezi hareketi; kampuslarda, fakültelerde veya bölümlerde, öğrenci gençliğin ana gövdesini kapsayan, ona dayanan bir mücadele ve örgütlenmenin üzerinde yükselecektir. Merkezi hareket, merkezi eylem değil; şu veya bu nitelikteki temel ve güncel bir ya da birkaç talep etrafında ülke genelinde bütün üniversitelerin hareketlenmesi, bu temelde öğrenci gençliğin ana gövdesinin harekete geçmesi anlamına gelir. Bu doğru yaklaşımdan hareket edildiğinde, merkezi plan ve çalışmaların yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinde ilerletici bir rol oynaması mümkündür. Yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgüt birikiminin ortaya koyduğu gerçek budur.

YÜKSEKÖĞRENİM GENÇLİĞİ HAREKETİNİ İLERLETECEK ARAÇLAR
Üniversitelerde sadece öğrencilerin üyesi olduğu, çalışmasının ve etkinliklerinin yönünü üyesi olan öğrencilerin tayin ettiği, yürüttüğü faaliyetler, üniversite ve öğrenciler üzerinde doğrudan etkiler yaratan, öğrencilerin çeşitli fikirleri tartıştıkları, akademik, kültürel, sanatsal ve sosyal etkinlikler organize ettikleri öğrenci örgütlenmeleri, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini ilerletecek temel araçlar durumundadır. Bunların başında ÖTK, kol, kulüp ve topluluk gibi öğrenci örgütleri gelmektedir. Bunun yanında bazı üniversitelerde, kampus, fakülte veya bölüm düzeyinde çeşitli öğrenci dergileri çıkarılmaktadır. Yaşanan geçmiş deneyimler de dâhil, 1999–2000 öğrenim dönemi de açıkça göstermiştir ki bu öğrenci örgütleri ve öğrenci dergileri; sistemin, siyasi iktidarların, YÖK ve üniversite yönetimlerinin, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkaran uygulamalarına karşı öğrenci gençliğin üniversiteye gerçek kimliğini kazandırma yolunda önemli dayanaklar olma özelliğine sahiptir.
Yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinde, öğrencilerin birçok konudaki arayışına hakim olan, egemen sınıfın gerici, çıkarcı, rekabetçi ve lümpen kültürel-politik ideolojik hakimiyetinin kırılmasında bu öğrenci örgütlerinin ve öğrenci dergilerinin yürüteceği faaliyetin içeriği ve kapsamı belirleyici olmaktadır, önümüzdeki dönemlerde de olacaktır. Öğrencilerin, taleplerine ve haklarına sahip çıktığı; gerici, faşist, baskıcı uygulamaları ve kültürel, ideolojik kuşatmaya karşı mücadele etme fikrine kazanıldığı; bu temelde kitlesel etkinliklerin ve eylemlerin gerçekleştiği her süreçte bu araçların doğru tarzda kullanılması etkili olmuştur.
Öğrenci örgütleri ve öğrenci dergileri sermayenin bilimi esir almasına; düşünmeyen, üretmeyen, tartışmayan, sormayan, itaatkâr bir üniversite kuşağı yetiştirmeyi amaçlayan politikaların yaşam bulmasına karşı mücadeleyi yükseltmede kaldıraç olmaktadır. Dahası öğrenciler, bu öğrenci örgütleri içerisinde yürüttükleri çalışmalarda, faaliyetlerde aydın, bilimsel, öğretici, demokratik tutum ve alışkanlıklar edinebilmekte ve bu temelde kendilerini geliştirebilmektedirler.
Mücadeleci-politik gençler kol, kulüp, topluluk gibi örgütlenmelerin üyesi olmalı ve bu örgütlerin işlevlerine ve üniversitelerde doldurdukları boşluğa uygun çalışmalar yürütmesi ve etkinlikler organize etmesi için çalışmalıdırlar. Bu tür örgütlerin konu ve alanlarının (iktisat, fotoğrafçılık, sinema, müzik, eğitim araştırma, görsel sanatlar vb. vb.) özgünlüğü; bunların üniversitelerin değişimi ve öğrencilerin hak ve taleplerinin gerçekleşmesi için yürütülen mücadeleyi zenginleştirici bir etki yaratacağı muhakkaktır. Dünya ve ülke gündemindeki sorun ve konulardan tutun da, birçok konuda çok çeşitli etkinlikler düzenleyen-düzenleme olanakları olan bu örgütlerin; planlı, düzenli ve istikrarlı çalışmasının sağlanması; üniversitelerin halktan yana, aydınlanmadan, bilimden, demokrasi ve özgürlüklerden yana kurumlar olması için öğrencileri bilgilendirici, aydınlatıcı etkinlikler organize etmesi sorumluluğu en başta mücadeleci-politik gençlerin omuzlarındadır.
Yükseköğrenim gençliği üzerinde, eğitim sistemi, medya ve üniversite yönetimleri tarafından yaratılan köşe dönmeci, rekabetçi, bireyci, bilinemezci, nihilist ve liberal özgürlükçü akımların hegemonyasını kırmaya hizmet edecek etkinliklerin örgütleri ve örgütleyicileri olmalı bunlar. Bunun için de, bilimsel, demokratik bir üniversite fikrine bağlanan ve giderek kapitalizmin-emperyalizmin dünya halklarını nereye götürdüğünü sorgulatan, yaşadığı sistemi ve onu değişmesinin zorunluluğunu gündeme getiren, çok geniş yelpazede bir aydınlatma çalışması, dönemsel değil bir süreklilik içerisinde yürütülmeli.
Yine öğrenci dergilerinin giderek bütün kampus, fakülte ve bölümlerde yaygınlaşması, bunların ÖTK’lar, kulüp, kol ve topluluklarla koordineli bir çalışma yürütmeleri, yükseköğrenim gençliği hareketi açısından ilerletici olacaktır. Öğrenci dergilerinin, birkaç kişinin kafa kafaya verip, düzensiz ve istikrarsızca çıkardığı yayınlar olmaktan çıkarılması da önemlidir. Gerek ÖTK’lar gerekse kol, kulüp, topluluklar ve öğrenci dergileri, üniversitelerin “olsa da olur, olmasa da olur” organları değil, “olmazsa olmaz” parçaları olarak ele alınmalıdır. Öğrenci gençliğin, üniversiteyi üniversite yaptığı, yapacağı; üniversitenin çehresini değiştiren dinamikler olarak kavranmalıdır.

SADECE TESPİT ETMEK YETMEZ
Bu tespitleri bugün yükseköğrenim gençliğinin bütün mücadeleci-politik kesimleri kabul etmektedir. Ancak, bu tespitleri yapmak ya da kabul etmek, öğrenci örgütlerinin ve öğrenci dergilerinin, yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerletilme-sinde doğru ve ilerletici bir tarzda kullanıldığı anlamına gelmiyor. Aksine, politik darlık, sığlık, grupçuluk, tembellik ve formülcülük vb. küçük burjuva tutum ve alışkanlıklar, bu araçların yeterince işlev görmesini engelleyen sonuçlar çıkarıyor. Hatta bu araçların “mücadele aracı olup olmadığı” gibi gereksiz ve ucube tartışmaların yaşandığına tanık olabiliyoruz. Yine, ÖTK’ların, kol, kulüp ve topluluk gibi örgütlerin, hatta öğrenci dergilerinin yürüttükleri çalışmaları ve faaliyetleri politika dışı görüp, küçümseyen tutumlar takınılabiliyor, bu çeşit fikirler ortaya atılabiliyor.
Kimi zaman da öğrenci örgütlerinin ve öğrenci dergilerinin yükseköğrenim gençliği hareketini ilerletecek araçlar olduğu kabul ediliyor, ancak takınılan pratik tutumlar, “siz ne söylerseniz söyleyin biz bildiğimizi okuruz” anlamına gelen fasit bir dairenin dışına çıkmıyor-çıkamıyor. Yükseköğrenim öğrenci hareketini ilerletecek faaliyetlerin organize edilmesini birkaç ÖTK temsilcisinin işi olarak görüp, sonra da “yapsınlar da görelim” diyen yaklaşımlardan da söz etmek mümkün. Çeşitli üniversitelerin kampus, fakülte ve bölümlerinde ortaya çıkan örnekler hatırlatıldığında ise takınılan tutum; “Öğrenci örgütleri bizim üniversitemizde de var. Ama bizim herhangi bir etkimiz yok. Zaten var olan temsilcilerden de bir şey olmaz. Yükseköğrenim gençliğinin yaşadığı sorunlar hiçbirisinin umurunda bile değil”‘vb. oluyor. Neresinden tutacaksınız bu yaklaşımların? Kendisini ve rolünü, var olan öğrenci örgütlerinin bütünüyle dışında gören veya o güne kadarki tutumlarıyla bu örgütlerin dışına düşmüş veya dışında kalmış bir durum, hangi politikanın (gerçekte politikasızlığın) ürünüdür veya ürünü olabilir?
İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a katılım konusunda, Emek Gençliği’nin, partisinin politika ve taktikleri doğrultusunda ortaya koyduğu, “üniversite gençliği 1 Mayıs’a kendi örgütleriyle, temsilcilikleriyle ve pankartıyla katılmalıdır” tutumu karşısında da benzer sorular sorduracak değerlendirmeler yapılabiliyor. Bütün bunlar ve İstanbul’da üniversite öğrencilerinin 1 Mayıs’a katılımının azlığından yola çıkarak dile getirilen “plan tutmadı, keşke partinin arkasında yürüseydik” gibi yaklaşımlar, Emek Gençliği’nin ve yükseköğrenim gençliği hareketinin gerçeğine ve birikimine denk düşmeyen yaklaşımlardır. Ne Emek Gençliği ne de onun partisi, “becerilemeyen, yapılamayan ya da başarılamayan işlerin ya da hem objektif koşullardan hem de yerine getirilemeyen görev ve sorumluluklardan ve ortaya çıkan sonuçlardan dolayı sığınılacak bir liman olarak görülemez.”
Bu yaklaşımların temelinde, öğrenci gençlik hareketinin tarihinde olumlu hiçbir rol oynamamış, grupçu, soyut tartışmalara meraklı küçük burjuva yaklaşımlar ve onun yansımaları var. Bu tutum ve anlayışların zaman zaman Emek Gençliği saflarında da görülmesi, bilerek ya da bilmeyerek bu tutumlardan etkilenmelerin olduğuna işaret etmektedir. Oysa Emek Gençliği’nin üzerinde yükseldiği birikim, bunların eleştirisi ve reddiyle oluşmuş ve her şeyden önemlisi, bu reddedişin pratik adımlarıyla bugünlere gelinmiştir. Gelinen noktadan ileriye gitmenin yolu da aynı reddedişten geçmektedir.
ÖTK’lar, kollar, kulüpler, topluluklar ve öğrenci dergileri, kaba deyimiyle “adam kafalamanın” ya da “kandırıp, kullanmanın” araçları değildir. Bırakalım bunu, böyle göstergesi olacak, bunu çağrıştıracak tutum ve anlayışlar bile Emek Gençliği gruplarına ait olamaz. Aksine, Emek Gençliği kararların demokratik tarzda alındığı, tartışmaların ve fikirlerin öğretici bir temelde yapıldığı, kendinin ve öğrencilerin bilinç ve eyleminin ilerletilmesi için pratik işlerin üretildiği, kültürden sanata, ekonomiden sosyal bilimlere, felsefeden tarihe, bilimin ve politikanın konusu olan bütün alanlarda çok yönlü etkinliklerin gerçekleştirildiği bir platformdur. Ancak ve ancak bu temeldeki tutum ve anlayışla yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesinde ilerletici bir rol oynanabilir ve bu da Emek Gençliği bunun için vardır. Mücadele ve mücadele örgütleri, araçları konusunda bir kriter aranacaksa, Emek Gençliği gruplarının kriterleri, bu anlayış ve ona uygun olarak gerçekleştirilen işler olmalıdır.
Öyleyse, küçük burjuva politik gençlik örgütleriyle Emek Gençliği’nin arasındaki farkın masa başında konması yetmez. Bu farkın pratik olarak ortaya konması, yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinin yolunun nereden geçtiğine ilişkin anlayışın açıktan, yüksek sesle savunulması ve hepsinden önemlisi Emek Gençliği üye ve gruplarının günlük pratiğinin bu anlayışa uygun olması, hareketin bugünü ve geleceği açısından bir zorunluluktur.

ÖĞRENCİ OLMAK VE SINIF ÇALIŞMASI YÜRÜTMEK
Yükseköğrenim gençliği hareketini ilerletici bir rol oynamada, öğrenci gençliğin mücadeleci-politik kesimlerinin temel eksikliklerinden birisi de, öğrenci olarak günlük okul hayatının akışının bir parçası olmak, derslere girmek, mücadeleyi ve örgütlenmeyi sınıflara, amfilere dayandırmak konusunda ortaya çıkmaktadır. Yazının girişinde sözünü ettiğimiz akademik hayatın parçalanmasının bir yansıması olmakla birlikte, asıl olarak politikayı ve politik mücadeleyi yanlış kavramanın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır bu sorun.
Üniversitedeki günlük yaşam içerisinde sınıflar ve amfiler öğrencilerin doğal örgütleri durumundadır. Öğrenci gençliğin ihtiyaç duyduğu kitle örgütü, onun çalışması ve bunda temel rolü oynayacak olan politik güç (Emek Gençliği) kendisini bu doğal örgüt birimlerine dayandırmak zorundadır. ÖTK’ların kurulmaya başlanmasıyla birlikte, sınıflar ve amfilerin doğal örgüt alanları olmanın yanı sıra, öğrenci gençliğin kitle örgütünün en küçük birimleri olması pratik, somut bir durum haline gelmiştir. Öğrenci olmak ve sınıf çalışması yürütmek konusunda bugün yaşanan sıkıntılar, en çok da bu pratik, somut durum karşısında ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kantin devrimciliğiyle kendini daraltmış, öğrenci muhalefetinin merkezine sınıfları ve amfileri değil, çeşitli politik gençlik gruplarının ortaklığını koymuş politik kavrayış ve anlayışın sonucu, öğrenci olmaktan uzak, adeta üniversiteye politikayı dışardan taşıyarak sonuç almayı uman, çağrıları ve seslenişi dışardan olan bir “devrimci ve devrimci örgüt tipi” çıkmıştır ortaya. Bunun öğrenci gençlik yığınlarının gözündeki yansıması da “güvensizlik, tehlike, bozgunculuk, huzursuzluk vb.” olmuştur. Şüphesiz bunda, egemen ideolojinin yürüttüğü örgütsüzleştirici, örgütsüzlüğü öven, örgütlü mücadeleyi özgürlüksüzlük sayan propagandanın önemli bir payı vardır. Ancak açıkça ifade etmek gerekir ki, günlük yaşamı öğrencilikten uzak, üniversitesinden, sınıfından ve amfisinden kopmuş, selam vereceği arkadaş sayısı bile sınırlı, hatta yok; arada bir amfide şu veya bu eyleme çağrı yaparken görülen vb. özelliklerin belirlediği bir konumda öğrencilerin karşısına çıkan devrimci tipinin bu “imaj”daki payı, egemen ideolojinin propagandasının payını aratmaz.
Bugüne kadar birçok kez altı çizilen bu sorun basit bir “derse girip girmeme” sorunu değildir. Sorun böyle kavrandığın da; Emek Gençliği üniversite örgütü olarak karar aldık. Bundan böyle herkes derslerine girecek, sınıfında ve amfisinde olacak. Buralarda üniversite hareketini ilerletmek için çalışma yürütecek dedik. Ancak, bir süre sonra kantinde her gün birbirimizi göremeyince, bildiri dağıtımı vb. işler için bir araya gelme konusunda sıkıntı yaşayınca, örgüt dağılıyor, hemen önlem alalım deyip yeniden herkesi kantinde toplayan bir çalışma tarzına geri döndük sözleriyle ifade edilen durumlar ortaya çıkmaktadır. Yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinde ÖTK gibi bir örgütlenmenin, kol, kulüp, öğrenci dergileri gibi araçların kısa, orta ve uzun vadede oynayacağı rolün görülememesinin önemli bir nedenini de bu kavrayış oluşturmaktadır.
Sorun; yükseköğrenim gençliği içerisinde yürütülen politik çalışmayı kavrayış sorunudur. Yani, günlük politikayı, dünya ve ülke gündemini izleme, öğrenme, yükseköğrenim gençliği hareketinin emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesindeki yerini anlama, bulunduğu alandaki günlük kendiliğinden akan hayata etkide bulunabilme, sadece yükseköğrenim gençliği içerisinde değil, bütün diğer alanlarda yürütülen mücadelenin birikimini özümseme sorunudur. Kısacası bu, bir yaş ve mücadele kültürü, bilinci sorunudur. Sınıf ve amfiler temelinde çalışma ve örgütlenme konusu bu temelde kavrandığında; genelleşip, kantinlere hapsolma ya da üniversitenin dışına düşüp içindeymiş gibi davranma, dışardan seslenme vb. yanlış ve öğrenci gençlik hareketine hiçbir yararı olmadığı, pratikte defalarca ve defalarca kanıtlanmış bir çalışma-politika yapma tarzından kurtulmak mümkün olabilir. Ancak o zaman, egemen ideolojinin yürüttüğü karşı ve yıpratıcı propagandanın öğrenci gençlik yığınlarının gözünde yarattığı “güvensizlik, tehlike, bozgunculuk, huzursuzluk vb.” etkilenmelerin yerini tersi bir etkilenmeye bırakması mümkün olabilir. Sevilen, sözü dinlenen, fikirlerine değer verilen, öğrenme ve öğretme çabası karşılık bulan öğrenci gençlik önderleri, böyle bir yaşam ve mücadele kültürü, bilinci ile var olabilirler.

SONUÇ OLARAK
Öğrenci gençliğin mücadeleci-politik kesimlerinin, yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenme deneyimlerinden yararlanması, onları kavraması ve özümsemesi, geçmişte düşülen hata ve eksikliklere tekrar düşülmemesi açısından önemlidir. Yaşanmış deneyleri kendi günlük çalışmasında kullanamayan ve her defasında yeniden yaşayarak öğrenmek zorunda kalan bir
Emek Gençliği birim grubunun kavrayışının yüzeysel olduğu açıktır.
Şüphesiz bugün Emek Gençliği’nin yükseköğrenim gençliği içerisinde çalışma yürüten gruplarının toplamının bu durumda olduğu söylenemez. Bu durumda olan birim gruplarının Emek Gençliği örgütlerinin çalışmalarını belirli düzeylerde olumsuz etkilediği, dolayısıyla yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesinde de olumsuz rol oynadığı ise bir gerçektir.
Yükseköğrenim gençliğinin mücadeleci-politik kesimleri her dönem kendi yaşadıkları deneylerden öğrenmekle yetinemezler. İşçi sınıfının politik partisinin hafızasına, onun gençlik örgütünün yürüttüğü çalışmadan edinilen birikime kulak vermek ve ona dayanarak ilerlemek, cesur, militan, kararlı, başarılı ve kitlesel bir yükseköğrenim gençliği hareketi açısından hayati değerdedir. Yükseköğrenim gençliği hareketinin ilerlemesine hizmet edecek bir politik çalışmanın, yukarıda belirli açılardan yapılan değerlendirmeleri dikkate alarak sürdürülmesi sorumluluğu Emek Gençliği örgütlerinin omuzlarındadır. Emek Gençliği örgütleri bunu başardıkları oranda, hem yükseköğrenim gençliğinin mücadele ve örgütlenmesini ilerletici bir rol oynamayı sürdüreceklerdir hem de onun içerisinde kendi örgütlülüklerini büyütüp, yaygınlaştırma olanağına sahip olacaklardır.

Haziran 2000

Modern fizikte materyalizm ve idealizm

Özgürlük Dünyası, bu sayısından itibaren, çeşitli konu başlıkları altında işçi sınıfının dünya görüşüyle burjuva ideolojisi arasındaki mücadelenin zirvesine ulaştığı bir tarihsel dönemin belgelerinden çeviriler yayınlamaya başlamaktadır. “Bilim ve Felsefe” konu başlığını taşıyan bu sayımızda, modern fizikteki felsefi tartışmaları özetleyen bir makalenin çevirisiyle başlıyoruz.
Esas olarak İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 50’li yılların ortalarına kadarki döneme ait olan bu belgelerin, günümüz sınıf mücadelesi açısından taşıdığı anlamı kavrayabilmek için, belgelerin yazılış tarihinde dünya proletaryası ile emperyalist tekelci burjuvazi arasındaki mücadelenin uluslararası planda ulaşmış olduğu aşamayı göz önüne getirmek gerekiyor. Bilindiği gibi, 1917 Ekim Devrimi ile birlikte, uluslararası proletarya ile emperyalist tekelci burjuvazi arasındaki mücadele yeni bir dönemine girdi. Emperyalizmin dünya egemenliğine ağır bir darbe vurulan bu dönemde, uluslararası devrimci işçi hareketi ve komünist hareket hızlı bir gelişme kaydetti, peş peşe yeni mevziler kazandı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasında kaydedilen önemli başarılar, ileri kapitalist ülkelerde devrimci işçi hareketinin hızla güçlenmesi, işçi sınıfının partilerinin milyonlarca işçiyi bağrında toplayan ve burjuva iktidarlarını zorlayan kitlesel partilere dönüşmeleri, aydınlar arasında güçlü bir sosyalizmle birleşme eğiliminin ortaya çıkması vb. gelişmelere, emperyalist burjuvazinin yanıtı faşizm ve savaş kışkırtıcılığı oldu.
’29 Ekonomik Bunalımının yol açtığı politik gelişmelerin ardından, Almanya’da faşizmin işbaşına gelişiyle, mücadele yeni bir boyut kazandı. İspanya İç Savaşı ve buna bağlı gelişmeler; bütün burjuva hükümetlerin faşizmi ve savaşı kışkırtan tutumlarını bütünüyle netleştirdi. Yani; SSCB, sosyalizm ve belli başlı gelişmiş ülkelerdeki işçi hareketiyle, koçbaşı faşizm olmak üzere, emperyalist burjuvazi giderek bütün cephelerde, belki de dünya tarihinde olmadık ölçüde karşı karşıya geliyordu.
Bu gelişmelere, ideolojik planda, başını faşizmin ideologlarının çektiği, fizik ve biyoloji başta olmak üzere belli başlı bilimlerde, demagojik yöntemlerle kendine dayanak edinmeye çalışan felsefi idealizmin uluslararası ölçekte yeni bir saldırısı eşlik ediyordu. Sosyal demokrasi, emperyalist savaşı destekleyerek başlattığı ihanetine, faşizmin “koltuk değneği” olarak devam ederken; bunun SSCB’deki yansıması ise, Troçkistlerin cinayet ve sabotajlara varan ihanetleriydi.
Bu yanıt, pek çok ülkede devrimci işçi hareketinin ve komünist partilerinin ağır darbeler yemesine yol açmakla birlikte; işçi sınıfı, gençlik ve aydınlar arasındaki sosyalizm özlemini zayıflatamadı. Aksine bu özlem verilen mücadele içersinde daha da güçlendiği gibi, uluslararası planda devrim ile karşıdevrim arasında yeni bir saflaşmaya yol açtı.
Sovyetler Birliği’nin başını çektiği anti-faşist cephenin İkinci Dünya Savaşı’nda kazandığı zaferin ardından, dünyanın üçte birini kapsayan sosyalist kampın oluşması; batıdaki komünist partilerin ve devrimci işçi hareketinin güçlenmesi; eski sömürge sisteminin dağılması vb. bilinen tarihsel olay ve olgular, bu bölünme ve saflaşmayı emperyalizm açısından çok daha tehlikeli bir noktada daha da keskinleştirdi.
Dünya o yıllarda kelimenin tam anlamıyla iki kampa bölünmüştü. Bu bölünme; politik, ekonomik, toplumsal yönlerinin yanı sıra, başta doğa bilimlerinin hemen hemen tüm kollarını kapsamak üzere, toplum bilimlerinden tarih bilimine, kültür ve sanattan dilbilimine, kısacası insanlık tarihinde kapsam ve derinlik bakımından insanlığın bilim ve düşünce dünyasının, entelektüel ve kültürel etkinliğinin de en ileri düzeydeki bir saflaşması olarak şekillenmişti. Başka verileri bir yana, tek başına makalelerini çevirdiğimiz ve hemen hemen aynı yıllarda yayınlanan (30’lu yılların sonları) dergilerin nitelikleri bunu ortaya koymaktadır. Fransa’da La Pensee ve Etüdes Sovyetiques, İngiltere’de The Modern Quarterly, ABD’de Science and Society ve Main Stream, Almanya’da Neue Welt ve Neue Zeit.
Bu dergilerin sayfalarında, en ileri temsilcilerinin sürdürdüğü ve bu dönemde bilim ve düşünce hayatının belli başlı alanlarında cereyan eden tartışmaların temel belgeleri bulunmaktadır. Adı geçen dergiler, bilimsel-teorik ve felsefi temellere dayanarak saldırıların ideolojik karakterini ortaya koyuyor ve sadece Marksistlerin değil; birçok ilerici ve demokrat bilim, sanat ve düşünce insanının saygı ve desteğini kazanıyor, Marksizm hakkındaki önyargıları yıkarak etkinliğini güçlendiriyordu. Bunların da ötesinde, bilimle felsefe arasında, bilimsel çalışmayla toplumsal mücadele arasında, belki de tarihte görülmedik karakterde bir ilişkinin görülüp anlaşılmasına ve bunun en ileri ülkelerde en seçkin bilim, sanat ve edebiyat çevrelerinde güçlü bir akım haline gelmesine yol açıyordu. Böylece, sürdürülen mücadele, 50’li yıllara gelindiğinde, sadece, ekonomik, politik ve askeri alanda değil; bilimsel ve felsefi alanda da, uluslararası ölçekte, en geniş anlamıyla sosyalizmin ideolojik temellerini geliştirip güçlendiren bir yenilenme ve atılıma dönüşüyordu. Bu nedenle bu süreci, bilim ve düşünce dünyasının, bu düzeyde ve bu genişlikte katıldığı en ileri açık mücadele ve saflaşma olarak adlandırmak, sanırız ki, bir abartı değildir.
“McCarthy”cilik adıyla anılan ünlü saldırı dalgası, bu gelişmeler üzerine yoğunlaştı ve sadece ABD’de değil, bütün burjuva ülkelerde bilim ve sanat çevrelerine yöneldi. Bu, aynı zamanda burjuvazinin bilimsel ve felsefi alanda iflasının da bir ifadesiydi. O, artık bütünüyle, paranın, zorbalığın ve bunların beslediği siyasal iktidarının zoruyla ve pervasızca hareket etti.
Tartışmalar ve sürdürülen mücadele önemliydi, çünkü her birisi kendi alanında bilim ve düşünce hayatının en can alıcı sorunları üzerine yoğunlaşmaktaydı. Örneğin doğa bilimleri alanındaki tartışmalar şöyle özetlenebilir: Modern fizikte, en küçük madde parçacığının doğası ve hareketinin yasalarına ilişkin metafizik ve idealist kavrayışın mahkûm edilmesi (burada başka şeylerin yanı sıra, özellikle Heisenberg’in parçacıkların pozisyon ve hızıyla ilgili “belirsizlik ilişkisinden, doğadaki determinizmi reddetmek üzere “belirlenmezlik” düşüncesine ve buradan da bilinemezci sonuçlara varılmaktaydı); astronomide, evrenin başlangıcı ve sonu üzerine ve evrende kaçınılmaz olarak varılacağı söylenen hareketsizlikle ilgili yaratılışçılıktan esinlenme teorilerinin çürütülmesi; biyolojide Weismann-Morgan öğretisiyle Virchow’un hücre ve onun gelişme yasalarıyla ilgili düşüncelerine karşı mücadele edilmesini vb. kapsamaktaydı.
Kuşkusuz, uluslararası planda gerçekleşen bu mücadele ve saflaşma Sovyetler Birliği’nde de yankısını buldu.
Bilim ve düşünce hayatının bütün alanlarını kapsayan bu mücadelenin başını çeken Sovyetler Birliği’nde o yıllarda, bilim ve düşünce hayatının tarihte hiçbir toplumda yaşanmayan bir zenginlik, çok yönlülük ve açıklıkla örgütlenmesi gerçekleşmişti. Sovyet bilimi bu yıllarda pek çok alanda önemli buluşlara imza atıyordu. Ve sadece bilimde değil, ülkenin entelektüel ve kültürel yaşamında çok yoğun bir hareketlilik görülüyor ve aynı zamanda çok geniş bir alanda açık eleştiri ve tartışma sürecinden geçiliyordu. Bizzat SBKP MK’nın inisiyatifiyle; felsefe ve başta müzik olmak üzere kültür-sanat (1947), biyoloji (1948), burjuva ideolojisi karşısında secdeye kapanma ve kozmopolitizm (1949), fizyoloji (1950), dilbilim (1950) ve ekonomi politik (1951) alanlarında yoğun, zengin ve her biri kendi yayın organlarında açıkça yürütüldüğünden geniş kitlelerin aktif olarak izleyip katıldığı ideolojik tartışma ve mücadeleler gerçekleşiyordu.
Fakat insanlığın bugüne dek yaşadığı en büyük savaştan ağır bedeller ödeyerek çıkagelen bir toplumda bütün bunlar sancısız gerçekleşmiyordu. Bir taraftan sosyalizmin verili tarihsel koşullarının kaynaklık ettiği sorunlarla, diğer taraftan ise emperyalist kuşatmanın dışarıdan empoze ettiği ya da içerden kışkırttığı eğilimlerle mücadele edilerek yaşanıyordu bu süreç.
Bilindiği gibi, aynı zamanda bu mücadelelerle karakterize olan bu süreç, uluslararası planda da doruk noktasına ulaştığı koşullarda, Stalin’in ölümünün ardından parti ve devlet yönetiminde yaşanan iktidar mücadelesinde Kruşçev kliğinin üstün gelmesiyle, bugüne kadar uzanan ve karşıdevrimi geliştirerek ilerleyen devrimin peş peşe mevziler kaybettiği sürece girilmesiyle sonuçlandı. Bu sürecin, bilim ve düşünce hayatındaki saflaşma ve mücadeleyi o yıllardan başlayarak saptırdığı, içini boşalttığı görülmektedir. Nitekim bilim-felsefe alanındaki tartışmalarda, ’40-’50’li yılların militan materyalizminin yerini, ’50’li yılların sonları ve ’60’lı yılların başlarından itibaren orta yolcu tutum ve felsefi akımların aldığı dikkat çekmektedir. Denilebilir ki, süreç içerisinde bu dönemin bütün tartışmaları giderek bütün ülkelerde sistematik bir şekilde küllendirildi.
Modern revizyonizmln bu birikim karşısında aldığı tutum çarpıcı ve uyarıcıdır. Başlangıçta genel olarak bu birikimin gerçek temelleri ve taşıdığı potansiyelle ilgili tahrif edici ve saptırıcı bir tutum gözlenirken, sonraki süreçte inkarcı, yok sayıcı ve bugün de görmezden gelici bir tutum ortaya koymaktadır.
Bugün bu belgelere bakıldığında; ’60’lı yıllardan sonra Marksizm’e yönelen kuşakların bu yakın tarihin mirasından büyük ölçüde mahrum bırakılarak, emperyalist demagoji kampanyasının beslediği, bilerek veya bilmeyerek bundan esinlenmiş ve giderek daha da bulandırılan sözde bir Marksist ideoloji ve kültüre mahkum edildikleri daha da açıklık kazanmaktadır. Ülkemiz aydınları da bu mücadeleden faydalanamadan yetiştiler. Bu sadece bizim ülkemiz açısından değil, en ileri ülkelerde de böyle oldu.
Şu soru akla gelebilir: 50 yıl öncesinin -üstelik hızlı gelişmelerin yaşandığı bilimsel konularla ilgili- makalelerin çevrilmesinin ve yeniden gündeme getirilmesinin ne gibi güncel yararı olabilir?
Kuşkusuz bilimin şu veya bu kolunda elde edilen bulgularda devasa değişiklikler, ilerlemeler kaydedilmiş bulunuyor. Ancak, bulgularla ve onlardan çıkartılan sonuçlarla ilgili yapılan felsefi tartışmalar veya bugün felsefi bakımdan hâlâ kesin yanıtlanmamış olarak bakılan sorunlar esas olarak değişmemiştir. (Bir örnek olması bakımından: Ünlü bilim dergilerinden “Scientific American”ın Almanya baskısının (Spektrum der Wissenschaft) Şubat 2000 tarihli özel sayısının konusu “Kozmoloji”ye ayrılmış. Bu sayının içindekilerinden bazı başlıklar okuyoruz:
—Uzay sonlu mu?- Gerçi her şey evrenin sonsuz olduğuna işaret ediyor. Yoksa biz yalnızca bir illüzyona mı kapılıyoruz?”;
—Büyük patlama öncesinde olanlar”;
—Evrende yasamın kaderi. Bir gün evren o kadar soğuk ve boş olacak ki, her türlü yaşam ortadan kalkacak.”)
Denilebilir ki, bizzat en güncel bilimsel bulgularla ilgili yapılan tartışmalar, o yıllarda yapılan tartışmalara ve verilen mücadelelere, o dönemde kalmış şeyler olarak bakılamayacağını göstermektedir. Kuşkusuz, bir taraftan diyalektik materyalizmi vülgerleştirme eğilimleriyle de mücadele ederken (modern revizyonizmin dolaylı göndermelerinin aksine, buna o yıllarda da büyük bir önem verilmiştir), diğer taraftan bugünkü mücadeleye; Marksist felsefenin tarihsel evrimi içinde ulaştığı belirli bir düzeyi herkesçe görülebilir şekilde göz önüne getirerek ve aynı zamanda onu temel alarak girişmek, burjuvazinin kendince proletarya ideolojisini düşürdüğünü sandığı konum ve platformu reddederek, tarihsel bakımdan da gerçekten “kaldığımız yerden” yeniden “işe girişmek” gerekiyor. Bunun, ülkemizde Marksizm ve sosyalizm adına oluşmuş bulunan bütün külliyatın yenilenmesini sağlayacak bir sürecin başlangıcını teşkil ettiği açıktır.
“Kaldığımız yerden” diyebiliriz, çünkü burjuva ideolojisinin son 50 yılda bu açıdan kat ettiği fazla bir mesafe yoktur. Aksine, özellikle de son 30 yılı bu açıdan karakterize eden; bilimin magazinleştirilmesi, bilimsel-felsefi tartışmaların vülgerleştirilmesi, sanat ve edebiyat alanında giderek çoraklaşmaya varan yoksullaşma ve dejenerasyondur.
Emperyalizmin; ideolojik, felsefi ve kültürel alanda, toplumun bütün ilerici güçlerinde umutsuzluk, kuşkuculuk, kendine güvensizlik ve karamsarlık yaratma amacını güttüğü ve en bariz belirtisini tarih bilincindeki erozyonda bulan bilimsel-eleştirel düşünmedeki tahribatın derinleştiği koşullarda; yakın tarihin bu en ileri mevzisinden bugüne bakmak yeni bir anlam ve önem kazanmaktadır.
Bir taraftan Marksizm-Leninizm’e yönelen yeni kuşakların bugünkü ideolojik eğitimini ve donanımını, işçi sınıfının tarihindeki en büyük zaferlerinin üzerinde yükselmiş birikimi derinlemesine özümseyeceği bir temelde gerçekleştirmek; diğer taraftan son 40–50 yılın beslediği ideolojik ve politik demagoji alanından sıyrılıp, birçok namuslu bilim ve düşünce insanının katkısını sağlayacak, bilimsel temellere dayanan bir felsefi ve ideolojik tartışma alanı açmak ve aydın hareketiyle sosyalist hareketin militan materyalizm üzerinde yükselen yeni bir kitlesel birliğini ve saflaşmasını gerçekleştirmek; işte bu materyallerin en büyük rolü belki de bu noktalarda olacaktır.

Modern fizikte materyalizm ve idealizm
M. OMELJANOWSKIJ
Çeviren: Ahmet Cengiz

Modern fiziğin gelişimi, sadece onun ampirik içeriğini kapsamıyor, aksine, en derin teorik temellerini de içine alıyor. Bu yüzyılın başında fizikte gerçekleşen temelli dönüşümler bugün de devam etmektedir.
20. yüzyılın fiziği, maddenin yapısı ve özellikleri hakkında 19. yüzyılda atomdan öteye gitmeyen bilgiyi, büyük oranda derinleştirdi ve mekân, zaman ve hareket hakkındaki önceki fiziksel düşünceleri geçersiz kılan yeni bir öğreti ortaya koydu. 20. yüzyılın fiziği, atomdan daha küçük olan ve varlığından eski ya da yaygın söyleyişle klasik fiziğin henüz habersiz olduğu parçacıkların mekaniğini yarattı.
Bu yeni düşünce ve teoriler yalnızca diyalektik materyalizmin yol göstericiliğinde, Lenin ve Stalin’in dâhiyane felsefi çalışmaları ışığında kavranabilir ve yorumlanabilir.
Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritizm adlı eserinin, başta fizik olmak üzere doğa bilimleri alanındaki araştırma sonuçlarının felsefi açıdan özetlenmesinde ne devasa bir rol oynadığı bilinmektedir.
“Engels’ten Lenin’e kadarki dönemde, bilimin en önemli buluşlarının materyalist felsefede genelleştirilmesi ve Marksistler arasındaki anti-materyalist akımların eleştirilmesi gibi çok ciddi görevi yüklenen Lenin’den başkası değildi” diyordu Stalin, “Leninizm’in İlkeleri Üzerine” verdiği konferanslarda.
Ve Stalin, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı seçkin kitabında bu görevi yerine getirdiğini ardından ekliyordu.
Lenin bu kitabı 1908 yılında yazdı, yani modern fiziğin çekinerek ilk adımlarını yeni yeni atmaya cesaret ettiği bir dönemde. O dönemde artık, elektronlar ve radyoaktivite biliniyordu, elektron teorisi de geliştirilmişti. Fakat görelilik teorisi (Rölativite teorisi -ç.n.) ve kuantum öğretisi -zamanımızın temel fiziksel teorileri- henüz oluşma aşamasındaydı. Atom fiziğinin ancak genel hatları yeni yeni beliriyordu; 1930’dan sonra gelişen atom çekirdeği fiziği ise yoktu daha ortalıkta.
Yeni fiziğin özüne hiç kimse Lenin kadar derinlemesine inmemişti. Lenin, 1895–1908 yıllarının fiziğinden, geçerliliğini en son gelişme aşamalarına kadar koruyan felsefi tezleri geliştirdi. Lenin; yüzyılımızın fiziğinde gerçekleşen devrimin esas özünü sundu bize, bu devrimin diyalektik materyalist açıklamasını yaptı, aynı zamanda bu devrimden çıkarılan idealist sonuçların yanlışlığını gösterdi ve idealizmin ve metafizik materyalizmin bilimsel fiziğin gelişmesini engelleyen etkisini açığa çıkardı. Yeni bilimin felsefi yolları, Lenin tarafından, bütün bir çağı kapsayacak şekilde ortaya koyuldu.
Belirtildiği gibi, yeni fizikteki keşifler, klasik fiziğin; fiziksel ilkeleri, yasaları ve kavramlarıyla tam bir kopuşa yol açtı.
Esaslı bir değişikliğe uğrayan ilk yasa, maddenin yapısı hakkındaki öğretiydi. Newton’un döneminden itibaren madde; ağır, özü bakımdan değişmez ve ancak dış güçler tarafından harekete geçirilen bir kütle olarak gösterildi fizikte. 19. yüzyılın bilimi tarafından dünyanın temeli olarak değerlendirilen atomlar, maddenin değişmez ve bölünmez en küçük parçaları olarak görülüyordu ve esas özellikleri bakımından insanın günlük yaşantısında tanıdığı büyük cisimlere benzetiliyordu.
Radyoaktivitenin ve negatif yüklü en küçük atom olarak her maddenin öğesi olan elektronun keşfi ve atomun karmaşık yapısının keşfi; atomun parçalanmazlığı, bölünmezliği ve değişmezliğine dair eski dogmayı yerle bir etti, kütle hakkındaki eski düşüncelerin gözden geçirilmesini zorunlu kıldı ve kütle ve hızın birbirine bağlı oluşunun kanıtlarını sundu.
Eski öğretinin madde hakkındaki düşüncesinde gerçekleşen devrimci dönüşüme, radyoaktivitenin keşfi önayak oldu. Radyoaktif elementler (uranyum, radyum vd.) kendiliğinden dışarıya sürekli enerji ışınlarlar. Radyoaktif cisimlerin bu karakteristik özelliği, fizikçileri, başlangıçta şaşkınlığa düşürdü. Bunlardan bazıları (örneğin Poincaré), radyumun (radyoaktivitesi olağanüstü güçlü olan bir element bu), enerji sakinimi öğretisini sarstığını iddia ettiler. Ancak buna karşın, İngiliz bilim adamları Rutherford ve Soddy, enerji ışınımının, atomun değişmesi anlamına geldiği, bir kimyasal elementin atomunun diğerinin atomuna dönüştüğü tahmininde bulundular. Ve gerçekten de bugün, radyoaktif etkinlikler sonucu daha az enerji içeren yeni kimyasal elementlerin ortaya çıktığı kanıtlanabilir.
Radyoaktif değişimlerin daha ayrıntılı incelenmesi, izotopların, başka bir deyişle kimyasal elementlerin yan biçimlerinin -bunlar Mendelejew’in periyodik sisteminde aynı yerde gösterilmekte- bulunmasına yol açtı. Kimyasal elementlerin belirleyici özelliği olarak artık, atomun ağırlığı değil, atom çekirdeğinin yükü sayıldı.
Atomun yapısı aydınlığa kavuşturulmasaydı, bütün bu sorunların çözümü olanaklı olmazdı. Modern fizik, parçalanmaz atomun yerine, elektronlar ve atom çekirdeğinden oluşan atom sistemini koydu. Rutherford’a göre, pozitif yüklü nispeten yoğun atom çekirdeğinin etrafında, gezegenlerin güneşin etrafında dönmeleri gibi, negatif yüklü görece hafif elektronlar dolanıyor.
Rutherford’un atom modeli, 20. yüzyılın ilk on yılının ampirik bilgisini doğru özetliyordu; ne var ki, elektromanyetik olgular hakkındaki klasik öğretiyle çelişiyordu.
Nitekim bu öğretiye göre, elektronlar, atom çekirdeğini dolaşırken kesintisiz enerji yaymalı ve giderek çekirdeğe yaklaşmalıydılar. Böylelikle, atom, optik özelliklerini kesintisiz değiştirmeliydi. Fakat deneyimin öğretti gibi, atom olağanüstü bir sağlamlığa sahip ve optik özelliklerini değiştirmemektedir. Bu çelişkiyi, ileride de sözünü edeceğimiz Danimarkalı fizikçi Niels Bohr çözdü.
Fizikteki yukarıda ele alınan esaslı değişikliklerin -ki bunlar büyük oranda Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı kitabını yazdığı döneme denk düşüyordu- felsefi düşünceler üzerinde etkileri oldu. İdealizm, maddenin mekanik kavranışının yerini elektromanyetik kavramsın almasını, materyalizmin sözüm ona bir yenilgisi olarak göstermeye çalıştı.
Ancak gerçekte ise, klasik fiziğin kavramlarının elektromanyetik teori tarafından arka plana itilmesi ve maddenin yapısı üzerine olan fiziksel bilgilerin dönüşüme uğraması, Lenin’in sözü edilen kitabında da kanıtladığı gibi, materyalizmi doğruladı; kuşkusuz, “değişmez elementler”! ve “cisimlerin değişmez özü” tezleriyle metafizik materyalizmi değil, aksine diyalektik materyalizmi tanıtladı. Metafizikçilerin yaptığı gibi, maddenin sadece bazı biçimlerine (ağırlık, kütle, geçirgen olmama, atom yapısı vb.) özgü göreceli özellikleri; mutlak, değişmez, ilk ve son şekil olarak açıklamamak gerekir. “Engelsin görüşü açısından” diye yazıyordu Lenin, “değişmez olan tek şey şudur: kendisinden bağımsız olarak var olan ve gelişmekte olan dış dünyanın, insanın bilincinde (eğer insan bilinci oluşmuşsa) yansıması. Marx ve Engels için, aylak bilgiç felsefenin bu kavramlara yüklediği anlamda bir ‘değişmezlik’, bir ‘özsellik’, bir ‘mutlak töz’ yoktur.” (Lenin, Cilt XIII, sf. 264) “Madde kavramının” diye yazıyordu Lenin, “bilgi teorisi açısından taşıdığı anlam şundan ibarettir: İnsanın bilincinden bağımsız olarak var olan ve onun tarafından yansıtılan objektif gerçeklik.” (agy, sf. 262)
Bu nedenle, maddenin yeni biçimleri ve yeni özelliklerine ilişkin sorunu, Machçıların ve diğer idealistlerin yaptığı gibi, objektif dünyanın gerçekliği sorunuyla karıştırmak doğru değildir. Madde; yalnızca değişmez kütle, değişmez atomların çokluğu değildir. Madde hakkındaki fiziksel öğreti, sonsuz ve sınırsız maddi dünyayı, az çok bütünlüklü ve doyurucu bir tarzda açıklamaktadır. Ne elektronlar teorisi, ne de en yeni, daha ayrıntılı elektromanyetik dalga teorisi bilginin sonal aşamasıdır. Diyalektik materyalizmin ısrarla üzerinde durduğu da budur zaten.
20. yüzyıl fiziği, zaman ve mekâna ilişkin fiziksel kavramlar alanında da bir dönüşüme yol açtı. Bu dönüşüme neden olan görelilik teorisi, ancak, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabının yayınlanmasından sonra gelişmesini ilerletti ve fiziksel sorunların çözümünde kullanılmaya başlandı. Denilebilir ki, Lenin’in zaman ve mekân hakkında bu kitabında geliştirdiği düşünceler esas olarak, görelilik teorisinden materyalist sonuçlara varmanın sağlam temellerini oluşturdu.
Klasik mekanik, zaman ve mekânın birbirlerinden ve hareket eden maddeden bağımsız olduğunu var sayıyordu.
Einstein’ın görelilik teorisi, klasik fiziğin zaman, mekân ve madde hakkındaki kavramlarını yeniden ele aldı.
Düz çizgili ve tekdüze hareketin incelenmesini konu edinen özel görelilik teorisi, uzunluğun ve zamanın göreceliğini ortaya koydu. Klasik mekaniğin iddia ettiği gibi, kendinde (an sich) bir uzunluk ve zaman yoktur. Her uzunluk ve her zaman, mutlaka, içinde ölçüldükleri (ölçü sistemi) ve hareketi tarafından şekillendikleri belirli bir maddi sisteme bağıdırlar. Zaman ve mekân hakkındaki yeni görüşlerin oluşturulması açısından özel bir önemi bulunan şey, Einstein’ın fizikteki eş zamanlılık kavramı hakkındaki analizidir. Klasik fiziğe göre, farklı yerlerdeki eş zamanlılık, ölçü sisteminden bağımsızdır ve bu anlamda mutlaktır. Görelilik teorisi bu tezi reddetmekte ve zaman belirlemesinin, ancak temel alınan sistemin bu belirleme sırasında göz önünde bulundurulduğunda bir anlamı olacağını, yani eş zamanlılığın göreceli bir kavram olduğu düşüncesini savunmaktadır. Bu demektir ki, eğer bir örnekle göstermek gerekirse; tren rayına göre eş zamanlı olan olaylar, yol almakta olan trene göre göreceli bir karaktere sahiptirler ve tersi.
Görelilik teorisi, zaman ve mekânın birbirlerinden bağımsız kavramlar olarak var olduklarını reddetmekte ve zamansal ve mekânsal elementlerin birbirlerinden ayrılmaz sürekliliği ilkesini savunmaktadır.
Görelilik teorisi sayesinde Öklid-dışı geometrinin objektif önemi de kendi fiziksel altyapısını buldu. Öklid-dışı geometri, 1826 yılında Rus bilim adamı N.I. Lobatschewskij tarafından geliştirildi. Öklid geometrisi, geleneksel ölçümlere dayanarak; bir üçgenin açılarının toplamının iki dik açı olduğunu, dairenin çapıyla ilişkisinin eşittir   (pi sayısı) olduğunu vs. öğretirken, Öklid-dışı geometri, Öklid geometrisi kadar kesin doğru olan bambaşka teoremler ortaya koymaktadır.
Lobatschewskij bu buluşunda, kozmik boyutlarda Öklid geometrisinden sapmaların mümkün olduğu doğrultusundaki düşüncesini açıkladı. Genel görelilik teorisi, dâhî matematikçinin bu muazzam fikrini doğruladı.
Peki, zaman ve mekânın göreceliği teorisinden şimdi hangi felsefi sonuçlar çıkmaktadır?
Şüphesiz ki, bilimin gelişmesi ve ilerlemesiyle birlikte, zaman ve mekâna ilişkin fiziksel kavramlar değişmekte, derinlik ve genişlik kazanmaktadır. Lenin, “zaman ve mekân hakkında gelişen kavramlarımızın objektif gerçek zaman ve mekânı yansıttıkları ve genelde olduğu gibi burada da objektif gerçekliğe yaklaştıkları kesin ve sağlam bir şekilde benimsenmediği durumda” (Lenin, Cilt XIII, sf. 199), materyalist görüşün fizikte tutarlıca savunulamayacağına dikkat çekti.
Görelilik teorisinin etkisi sonucu zaman ve mekâna ilişkin fiziksel düşünceler alanında gerçekleşen değişiklikler, diyalektik materyalizmin doğruluğunu tanıtlamıştır. Görelilik teorisi, zaman ve mekânı gerek birbirleriyle, gerekse maddeyle olan ilişkileri temelinde ele alıyor ve objektif mekânı ve objektif zamanı klasik fiziğin yaptığından çok daha ayrıntılı ve kapsamlı açıklıyor.
Görelilik teorisinin birçok idealist taraftarı, Einstein’ın bazı hatalı felsefî iddialarına sarıldı ve bunları kendi amaçları doğrultusunda yorumlamaya çalıştı. Bu bakımdan, örneğin Einstein’ın hareketin görüngülerinin fiziksel göreceliği hakkındaki teorisi, felsefi materyalizminin objektif zaman ve objektif mekânın varlığı hakkındaki ilkelerinin yanlışlığının modern bilim tarafından sözüm ona kanıtlanması olarak yorumlandı. Newtoncu mutlak zaman ve mutlak mekân öğretisinin reddi, zaman ve mekân kavramlarının hiçbir mutlak maddeyi (mutlak gerçeklik anlamında) içermediği iddiasının sözüm ona bir kanıtı olarak değerlendirilmektedir.
Fakat gerçekte ise, görelilik teorisi diyalektik materyalizmin zaman ve mekân öğretisini doğrulamaktadır.
Lenin, zaman ve mekâna ilişkin fiziksel kavramların göreceliğinden, değişkenliğinden hareketle, genel olarak objektif reel bir zaman ve mekânın olmadığı şeklinde tümüyle hatalı bir sonucu çıkartan idealizmin bütün yanlışlığını açığa çıkardı.
“İnsanların zaman ve mekân hakkındaki düşünceleri görelidir, ama mutlak gerçek bütün bu göreli fikirlerin toplamından meydana gelir: bu göreli düşünceler, gelişmeleri içinde, mutlak gerçeğe doğru yönelirler, ona yaklaşırlar. Maddenin yapısı ve onun hareketinin biçimleri hakkındaki bilimsel bilgilerimizin değişebilirliği, dış dünyanın objektif gerçekliğini nasıl çürütmezse, insanların zaman ve mekân hakkındaki düşüncelerinin değişkenliği de, ne birinin, ne de diğerinin objektif gerçekliğini daha fazla çürütmez.” (Lenin, Cilt XIII, sf. 167)
Bilindiği gibi, diyalektik materyalizm, zaman ve mekânı maddenin varlık biçimi olarak tanımlamakta ve böylece zaman ve mekânın, hareket ettirilen maddeyle özdeş olmadıklarını saptamış olmaktadır. Ama zaman ve mekân maddenin varlık biçimleridir ve dolayısıyla gerek kendi aralarında, gerekse hareket ettirilen maddeyle içten bağlıdırlar. Engels, zaman ve mekân üzerine şöyle yazıyor: “… Maddenin bu iki varlık biçimi, madde olmaksızın, yalnızca beynimizde var olan boş tasarımlar, soyutlamalardır.” (Doğanın Diyalektiği)
Modern fizik, ışınım teorisi alanında da bir devrim yaşadı. Bu devrimin en önemli sonuçlarından biri, madde hakkındaki fiziksel kavramların değişimidir. Ama bu devrim aynı zamanda -felsefe üzerindeki etkileri bakımından-, 20. yüzyıl fiziği tarafından ortaya atılan nedensellik sorununu, en önemli mesele haline getirdi. Gerek ışınım teorisi, gerekse görelilik teorisi, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabının yayınlanmasından sonra geliştirildi. Ama Lenin’in ölümsüz eserindeki dâhiyane düşünceler, modern fiziğin gerek zengin teorik içeriği, gerekse pratik sonuçlan bakımından en önemli alanındaki karmaşık sorunları için çözüm yolları göstermektedir.
14 Aralık 1900’de fizikçi Planck kuantum öğretisiyle kamuoyunun önüne çıktı. Planck, ışınım enerjisinin, atomlar tarafından, klasik fiziğin varsaydığı gibi kesiksiz olarak değil, aksine sıçramak; sabit, ayrılmış kuantumlar şeklinde yayıldığı ve soğurulduğunu ileri sürdü. Bu enerji kütlesine, “enerji kuantumları” adı verildi.
1905 yılında Planckçı teori Einstein tarafından derinleştirildi. O, ışın enerjisinin (ışığın) kendine özgü parçacıklar halinde -ışık atomları veya fotonlar olarak (bunlar yalnızca enerji özelliğiyle değil, aynı zamanda hareket niceliğiyle de karakterize olmakta)- yayıldığı sonucuna vardı. Bu teori en iyi bir biçimde şu gelişmelerle doğrulandı: Compton Etkisi diye adlandırılan foto-elektronik etkide; Sovyet fizikçileri A.F. Joffe ile N.I. Dobronrawow’un röntgen ışınlarının dağılımı üzerine yaptıkları deneylerde ve S.I. Wawilow’un ışık akımının dalgalanması üzerine gerçekleştirdiği araştırmalarda.
Böylelikle, kuantumlar ilkesi fenomeninin tek başına maddeyle sınırlı kalmadığı kanıtlanmış oldu. Öte yandan bu, kinetiğe de aktarıldı ve burada devinimler üzerine olan eski görüşlerin -bunlar arı, soyut kesiksizlik kavramlarına dayanıyordu- esaslı bir biçimde yeniden gözden geçirilmesine neden oldu. Belirtmek gerekir ki, kuantum teorisinin ışığa uygulanması, hiçbir şekilde eski dalga teorisini devre dışı bırakmamıştır. Başlangıçta iki teori yan yana duruyordu, sonra iç içe geçmeye başladılar. (Bu süreç, bugün de esas olarak tamamlanmamıştır.)
Yukarda Rutherford’un atom modelini karakterize eden çelişkilere dikkat çekilmişti. Fizikçi Bohr, kesikli, kuantumlu ışık ışınımı ya da soğurulma hakkındaki düşünceyi atom yapısına ilişkin teoriye uyguladı. Bohr bu yolla, Rutherfordçu atom modelinin çelişkilerini ortadan kaldırmayı ve yeni bir atom teorisini oluşturmayı başardı.
Bohr’dan önceki fizik, atom ışınımını, elektronların, çekirdeğin etrafında dönmeleriyle açıklıyordu ve elektronların istenilen herhangi bir yörüngede hareket edebileceklerini kabul ediyordu. Ama Bohr yeni bir fikri savundu. O, elektronun, çekirdeği ancak bir tek, özel koşullara denk düşen bir yörüngede dolanabileceğini ve aynı zamanda tüm diğer yörüngelerin elektrona “yasak” olduğunu ileri sürdü. Bohr’un düşüncesine göre, elektron, “yasak olmayan” yörüngede döndüğü sürece enerji ışınlamamaktadır. Ancak, elektron, “yasak olmayan” yörüngeden başka bir yörüngeye, çekirdeğe daha yakın olan bir yörüngeye sıçradığı andan başlayarak, atomun yitirdiği enerjinin bir miktarı ışın enerjisine dönüşmekte ki bu da hemen boşalmaktadır.
Bu fikrin doğruluğu hidrojen atomuyla ilgili olarak kanıtlandı, helyum atomu ve özellikle daha ağır atomlarda ise kanıtlanamadı. Bohr’un teorisi, tayfsal çizgilerin karmaşık yapısına ve bir dizi başka olgulara da açıklık getiremedi. Olgular ile bunları açıklaması gereken teori arasında böylece oluşan çelişkiyi, 1924 yılında De Broglie’nin dalga mekaniği çözdü.
Fransız bilim adamı, madde hakkındaki öğretide, kuantum teorisinin dalga öğretisiyle birleştirilmesi gerektiği düşüncesini savundu.
Böylelikle De Broglie’nin dalga mekaniği, fizikçileri, elementer parçacıklarla ilgili var olan tasarımları gözden geçirme zorunluluğuyla karşı karşıya bıraktı ve onları bu kavramı, maddenin kesiksizliğini saptayan dalga teorisinin kavramıyla uyumlu hale getirmeye zorladı.
De Broglie’nin fikri, sonradan, Davisson ve Germer’in deneyleriyle doğrulandı. Bunlar, elektron ışınlarının kırınımını keşfettiler ve parçacık kuantumların dalga özelliğini kanıtladılar.
Kuantum mekaniğinin gelişmesi, bazı fizikçileri, nedensellik ilkesini idealist bir tarzda yeniden ele almaya itti. Bu tutum örneğin Heisenberg’de ve çok daha açık bir şekilde başka fizikçilerde görülebilir. Bu konudaki sorunların incelenmesinin büyük felsefi önemi bulunmaktadır.
Heisenberg 1927 yılında “belirsizlik ilişkisi” teziyle ortaya çıktı. Birçok araştırmacıya göre, bu tez, modern kuantum teorisinin çekirdeğini oluşturmaktadır.
En basit şekilde formüle etmek gerekirse, bu belirsizlik ilişkisinin özü şudur: Mikroskobik küçük cisimlerin pozisyonu ve hızı, aynı anda aynı kesinlikle ölçülemez. Örneğin bir mikro-parçacığın pozisyonu tam biliniyorsa, o zaman aynı zaman diliminde onun hızı tamamen belirsizdir ve tersi.
Belirsizlik ilişkisi fikri, ilk bakışta anlamsız görünmekte ve genellikle bilinemezci (agnostik) sonuçlara vesile olmaktadır. Oysa gerçekte sorun tamamen farklıdır.
Ve gerçekten de: Bir elektronun pozisyon ve hızını aynı anda saptamanın başarıldığını varsayalım. Bundan çıkan sonuç şu olurdu: Biz böylece, bir elektronun bir mikro-parçacığı gibi, yani belirli bir yörünge üzerinde tüm açılardan hareket ettiğini kanıtlamış olurduk. Peki, ama bu, elektronun -örneğin kırınım deneylerinde kanıtlanan- dalga özelliğiyle nasıl uyumlu kılınabilir? Elektron, hareketi; pozisyonu ve hızı tarafından belirlenen klasik partikül ile özdeş sayılamaz ki!
Belirsizlik ilişkisi tezi, nedensellik kavramının klasik mekanikte egemen olan şeklinin yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Ve gerçekten de, klasik mekanikte bu kavram, partikülün başlangıç hızının ve pozisyonun aynı anda tespit etme olanağının varlığına dayanıyordu; belirsizlik ilişkisi teziyse bu olanağı reddetmektedir.
Belirtildiği gibi, bazı çağdaş yazarlar bu durumdan hareketle, 20. yüzyıl fiziğinin nedenselliği ortadan kaldırdığı sonucunu çıkardılar. Örneğin Alman fizikçisi Jordan, kuantum mekaniğinin ilkelerinin, klasik fiziğin tüm teorilerinin; kesintisizlik, nedensellik, mekân, zaman, objektif gerçeklik gibi öncüllerinin gözden geçirilmesini gerekli kıldığını düşünmektedir. (P. Jordan, Somut Kuantum Teorisi, sf. 47, 1936) Ve Jordan bu gözden geçirmeyi, sübjektif idealizmin bakış açısıyla gerçekleştirmektedir.
Jordan’ın görüşleri, İngiliz Nature dergisinin sütunlarında beğeni topladı. 1944 yılında aynı dergide Jordan’ın XX. Yüzyıl Fiziği adlı kitapçığının olumlu bir tanıtımı yapıldı. Burada başka şeylerin yanı sıra şunlar belirtiliyordu: “Fizikteki ‘mekanikçi’ okulunun, tüm koordinatları ve hızları tanıyan yetkin bir matematikçinin tarihin bütün geçmişini ve geleceğini hesaplayabileceğini tasarladığı (şimdi kanıtlandığı gibi, bu tamamen yanlıştı) her türlü şüpheden uzaktır.” (Nature, cilt 154, Sayı 3920, sf. 751, 1944) Kitap tanıtımının yazarına (adı belirtilmemiş) göre, buradan çıkan sonuç, diyalektik materyalizmin kuantum mekaniği tarafından çürütülmüş olmasıdır.
Peki, klasik mekanikte uygulandığı şekliyle nedensellik kavramının, kuantum mekaniği tarafından yeniden gözden geçirilmesinin gerçek anlamı nedir?
Pek çok yazar, görüşlerini açıklarken, bir yanılgı sonucu, nedenselliğin varlığı sorununu nedensellik ilkesinin formülasyonu sorunuyla karıştırmaktadırlar. Lenin şunları yazmıştı: “Felsefi akımları ayıran ve bilgi teorisi bakımından gerçekten de önemli olan sorun, nedensellik ilişkilerini tasvir etmemizdeki belirginlik derecesinin ne olduğu ve bu tasvirlerin tam matematik formüller halinde ifade edilip edilemeyecekleri değil, aksine, bizim bu ilişkiler hakkındaki bilgimizin kaynağının, doğanın objektif yasalarında ya, da zihnimizin belirli önsel gerçekleri tanıma yetisi vb. özelliklerinde olup olmadığı sorunudur.” (Lenin, Cilt XIII, sf. 150)
Bu nedenle, nedensellik hakkındaki fiziksel bir görüşün yerine başka bir görüşün geçmesi, insandan bağımsız, objektif bir nedenselliğin varlığından şüphelenmeyi doğru kılmaz kesinlikle. Bunun mevcut durumda taşıdığı anlam ise, nedensellik ilişkileri hakkındaki görüşlerin yalnızca daha da derinleştiği ve bu görüşleri daha da belirginleştirdiğidir.
Kuantum mekaniği, idealistlerin buradan belirlenmezcilik (indeterminismus) üzerine “çıkarttıkları” felsefi sonuçlar için herhangi bir gerekçe oluşturmamaktadır. Kuantum mekaniği, objektif nedensellik ilişkilerinin, klasik mekanikte olduğundan çok daha kapsamlı ve doğru kavranılmasını sağlamaktadır.
Nitekim diyalektik materyalizmin; ‘insanların nedensellik hakkındaki tasarımlarının değişkenliği, bu nedenselliğin objektif gerçekliğini hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz’ doğrultusundaki görüşünün, fizikçiler arasında son zamanlarda az taraftar bulmadığını burada vurgulayalım.
Örneğin Fransız fizikçi Langevin, kuantum mekaniğinin nedensellik sorunuyla ilgili zorluklarının gerisinde, fizikçilerin, klasik fizik teorilerine ait kavramları -bunlar gerçi mikroskobi alanına denk düşüyorlardı, ama mikro-görüngülerin bilgisine varılması ve açıklanması bakımdan işe yaramıyorlar- atomlar dünyasındaki gelişmeleri irdeleyen alana aktarmaları sorununun durduğunu düşünmektedir. Langevin, belirsizlik prensibinden çıkartılan belirlenmezci sonuçlan reddetmektedir. Şöyle yazmaktadır: “Eğer doğa, klasik mekaniğin parçacığıyla özdeşleştirilen elektron hakkında kendisine yönelttiğimiz soruya kesin bir yanıt vermiyorsa, o zaman bizim buradan hareketle, ‘doğada determinizm yoktur’ şeklinde bir sonuç çıkartmamız kuşkusuz bir abartı olacaktır. Bunun yerine şunu söylemek daha doğru olacaktır: ‘Soru yanlış sorulmuştur. Elektron, klasik fiziğin parçacığıyla özdeş değildir.'” (Langevin, Modern Fizik ve Determinizm)
Belirsizlik prensibinin ortaya çıkmasını izleyen yıllarda, bazı fizikçiler, atom hakkındaki bilgi derecemizin, artık fizik alanındaki yeni bulgularla aşılamayacak bir düzeye ulaştığı iddiasını ileri sürdüler. Fakat aradan geçen sürede, yeni fiziğin devasa gelişme olanaklarını doğru değerlendirerek, elektronun ve atomun tükenmezliğine dair düşüncesini 1908 yılında açıklayan Lenin’in haklı çıktığı görüldü.
Ve gerçekten de, yüzyılımızın ’30’lu yıllarında fizikte bir dizi olağanüstü keşifler gerçekleşmeye başladı.
1932 yılında; elektrik yüklü olmayan, kütlesi hidrojen atomuna yaklaşan elementer parçacığı nötron bulundu. Bunu pozitronun keşfi izledi; yükü ve kütlesi bildiğimiz negatif nötronla aynı olan pozitif yüklü bir parçacık.
Ardından, 1933’te, “maddenin imhası” ve “enerjinin cisimlenmesi” diye adlandırılan bir görüngünün bulunması gerçekleşti.
Bu keşfin içeriği şöyle açıklanabilir: Bir elektronun ve bir pozitronun karşılıklı imhası olanağı bulunmakta ve bu olurken gamma fotonları ortaya çıkmakta ve tersi, yani fotonların imhasında elektron ve pozitronlar ortaya çıkmakta. Verilen örnekte, “maddenin imhası” ve “enerjinin cisimlenmesi” kavramlarıyla, oldukça belirsiz ve bilgi teorisi bakımından çaresizce dile getirilmek istenen olgu; elektron, pozitron ve foton gibi parçacıkların sürekliliğinin, göreceli bir özellik taşımasıdır. Görülmektedir ki, madde ışığa dönüşmekte ve ışık da maddeye dönüşmektedir.
1934 yılındaysa, yapay radyoaktivite bulundu. Bu, bazı elementlerin nötron, proton ve başka parçacıklarla çarpıştırılması sonucu ortaya çıkan bir radyoaktivitedir.
Kozmik ışınlarda 1936’da mezon ya da mezotron adı verilen yeni bir parçacık keşfedildi; bunun kütlesi, nötronun kütlesinden yaklaşık iki yüz kat büyüktür. Bugün ise (1946’da), fizikçiler; pozitif, negatif ve nötr mezonlardan ya da nötretonlardan söz ediyorlar (belirtelim ki, 1945 yılında bulunan nötretonların daha ayrıntılı irdelenmesi gerekmektedir).
Demek ki, fizikçiler bugün sekiz elementer parçacıkla çalışmak durumundadırlar: Fotonlar, elektronlar, pozitronlar, mezonlar (pozitif, negatif ve nötr olanı), protonlar (bunlar hidrojen bombasının çekirdeğini oluşturuyorlar) ve nötronlar. Bunun dışında, (deneylerle henüz kanıtlanmamış olmakla birlikte) bir başka nötr parçacığın daha var olduğu tahmin edilmekte, nötrino diye adlandırılan bu parçacığın kütlesinin nötrona göre daha az olduğu tahmin edilmektedir.
Nötronun bulunmasından sonra Rutherfordçu nükleer fizik yeni bir yükseliş kaydetti. Atom çekirdeğinin oluşumu hakkındaki önceki tasarım yenilendi. Sovyet fizikçisi D.D. İwanenko’nun bir önerisi doğrultusunda, çekirdeğin proton ve nötronlardan oluştuğu varsayılmakta şimdi. Tabii bu, proton ve nötronun, çekirdeğin sürekli müstakil bir parçacığını oluşturduğu anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, karmaşık atomlarda, nötronların ve protonların karşılıklı olarak aynı zamanda sürekli iç içe geçtikleri ve ancak çekirdekten dışarıya çıktıklarında ya bir protonu ya da bir nötronu oluşturdukları varsayılabilir.
1939 yılında uranyum çekirdeğinin, nötronlarla ışınlanması esnasında parçalandığı saptandı. Nükleer reaksiyonun keşfedilmesiyle atom enerjisini kullanma düşü (modern fiziğin tüm teori ve pratiği bu enerjinin devasa büyüklüğünden söz ediyor), teknik bir soruna dönüştü. Ağır atom çekirdeklerinin parçalanmasının ayırt edici yanı; çekirdek parçalanırken, bir nötronun yerine çok sayıda yeni nötronların ortaya çıkması ve böylece reaksiyonun bir zincirleme reaksiyona dönüşmesidir; çığ gibi artan enerji kütlesini kendi başına ortaya çıkaran bir süreç özelliğini taşımasıdır.
SSCB Bilimler Akademisi Fizik, Matematik ve Kimya Bölümleri’nin Mayıs 1940’daki konferansında, Sovyet bilim adamlarından G.N. Flerow ve K.A. Petrshak’ın uranyumun parçalanmasıyla ilgili yaptıkları keşif hakkında bilgi verildi. SSCB Bilimler Akademisi’nin Temmuz 1946’daki toplantısında ise A.P. Shdanow, atom çekirdeğinin kozmik ışınların etkisi altında tamamen parçalanmasına ilişkin kendisinin yaptığı keşfi tanıttı.
Ve en son olarak da, atom bombasının İkinci Dünya Savaşı esnasındaki keşfini belirtmemiz gerekir.
Fizikteki yeni gelişmelerle birlikte şimdi felsefe açısından önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Nükleer fizik, bir fiziksel nesnenin başka bir nesneye geçişi ve dönüşümü sorununu, tam ve kesin olarak çözdü. Eğer metafizik, 20. yüzyılın ’30’lu yıllarına kadar, bir yönüyle yanlış da olmayarak, modern fizikte sabit atomun (önceki yüzyılın bilginlerinin tasarımlarına göre) yerine elektron ve protonun geçtiğini iddia edebiliyorduysa, bugün artık bu tür iddialar yanlış olarak değerlendirilmelidir. Parçacıkların (modern bilimin bilgisine sahip olduğu tüm hallerde madde bunlardan oluşmakta) fiziksel değerlendirilmesinin karakteristik özelliği, bu parçacıkların, iç içe geçme, karşılıklı dönüşebilme yeteneğinin saptanmasıdır. Nükleer fiziğin ortaya koyduğu gibi, parçacıklar; birbirleriyle kaynaşabilir, bu kaynaşma esnasında bir tür parçacık olarak tamamıyla çözülebilir ve yeni parçacıklar oluşturabilirler. Doğada metafizik sabiteler yoktur. Parçacıklar; yitip gitmekte ve yeniden oluşmaktalar, yeniden kaybolmakta ve sonsuz maddenin sonsuz dönüşümünde yeniden doğmaktadırlar.
Maddenin yeni fizik tarafından araştırılan fiziksel dönüşümünde ana rolü, orantılar yasası, ya da daha yaygın söylemiyle, görelilik teorisi tarafından en tutarlı geliştirilen kütle ve enerjinin eşdeğerliliği oynamaktadır. Bu yasaya göre, her enerjideki özellik, kütleye sahip olmasıdır ve tersinden, her kütle belirli bir nicelikte enerjiye karşılık gelmektedir. Bu enerjinin niceliği devasadır.
Kütle ve enerjinin eşdeğerliliği formülü, günümüz fiziğinin en önemli verilerindendir. Çoğu kez ve pek çok yazılarda (örneğin Smith’in Savaş Amaçları İçin Atom Enerjisi adlı kitapçığında) bu formül, kütlenin enerjiye dönüşümü olarak yansıtılmaktadır. Söz konusu yasanın bu şekilde açıklanışı fiziksel açıdan yanlıştır, çünkü bir kere bu yasa aynı zamanda her enerjinin de kütleye sahip olduğu olgusunu içermektedir. Diğer yandan bu formül, maddesiz hareketi kabul eden ve Lenin tarafından Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabında eleştirilmiş olan Ostwaldçı “energetik” felsefesinin yeniden dirilmesine yol açmaktadır. Lenin, Ostwald’ın, “atomların yalnızca kütüphanelerin tozlarında var olacağı” bir zamanı hayal ettiğini ve enerjinin maddiliği sorununu her türlü sofizmle bulanıklaştırdığını yazmıştı. Bilindiği üzere, “energetik dünya görüşü” bilimsel gelişmeler sonucunda mezara gömüldü. Ostwald’ın kendisi bizzat atomun varlığını kabul etmek zorunda kaldı. Kütle ve enerjinin eşdeğerliliği yasası da aynı biçimde diyalektik materyalizminin şu tezini doğrulamaktadır: Maddesiz hareket yoktur, hareketsiz madde yoktur.
Hem nükleer fiziği ve hem de bütün modern fiziği karakterize eden şu özelliği de belirtmemiz gerekir:
20. yüzyıl fiziğinin gelişimi, hayret verici bir açıklıkla göreli ve mutlak gerçeğin diyalektiğini kanıtlamaktadır. Gelişen bilim ve pratik; bir taraftan eskiyen her şeyi geminin bordasından aşağıya atarak ve yeni fiziksel kavramlar, yasalar ve teoriler yaratarak fiziksel bilginin sınırlılığının altını çizmekte, ama aynı zamanda diğer taraftan da; göreli kavramların, yasaların ve teorilerin tümünde her zaman mevcut olan kesintisizlik, sınırsızlık ve mutlaklık unsurunu koruyarak, mutlak gerçek hakkındaki insan bilgisini artırmaktadır.
Örneğin radyoaktivitenin, elektronlar teorisinin ve Bohrçu atom teorisinin keşfi, Dalton’cu teorinin (atomların parçalanmazlığı, dönüşmezliği vb.) yalnızca meta-fiziksel abartılarını geçersiz kıldı; ancak, bu teorinin mutlak içeriği -atomun, kimyasal görüngülerin taşıyıcısı olarak tanınması- ise, değerli bir kazanım olarak ebediyen modern bilimin hanesine yazıldı. Aynı şekilde, görelilik teorisi ve kuantum mekaniği klasik mekaniği ortadan kaldırmadılar, aksine onu özel sınırlılığıyla korudular. Bu anlamda klasik mekanik mutlak bir gerçektir ve büyük değerini hiçbir zaman kaybetmeyecektir.
Modern fizik Marksist felsefenin şu bilinen tezlerini doğruladı: doğada değişmez, her zaman için sabit şeylerin ve görüngülerin olmadığı; tüm görüngü biçimlerinde doğanın sonsuz ve tükenmez olduğu ve insanın giderek daha fazla ve tam, maddenin sonsuz hareketini ve gelişimini kavradığı; fiziğin tezlerinin yeni olgularla birlikte değiştiği, daha da geliştirildiği, yenilendiği ve yeni keşiflerle zenginleştiği.
Modern fizik aynı zamanda, diyalektik materyalizm açısından değerlendirmeyi gerekli kılan yeni malzemeler sunmaktadır. Elektronlar teorisi, görelilik teorisi ve kuantum teorisi diyalektik materyalizm sayesinde, felsefi bakımdan doğru bir yoruma dayandırılabildiler. Bu teoriler diğer taraftan, madde ve hareket, zaman ve mekân, yasa ve nedensellik hakkındaki Marksist felsefi öğretiyi doğruladılar.
Fizikteki yeni gelişmeler, diyalektik materyalizmi daha da zenginleştiren ve fizikçiler arasındaki mevcut konumunu daha da pekiştiren yeni fikirlerle doludur.
Diyalektik materyalizmin Sovyet fizikçileri arasında sarsılmaz bir yeri vardır. Ve kuşkusuz bu, bir tesadüf değildir!
SSCB’de; Lomonossow, Mendelejew, Popow, Shukowskij, Lebedew vb. büyük Rus bilginlerinin en olumlu geleneklerini sürdüren ilerici bir bilim gelişmektedir. Sovyet fizikçileri, bilimi, özellikle maddenin yapısı alanında olmak üzere, bir dizi buluşlarla zenginleşirdiler. S.I. Wawilow ve P.A. Tscherenkow’un deneysel araştırmaları, “Tscherenkow Etkisi” diye tanımlanan bir görüngünün keşfine yol açtı. Bu etki, madde ve ışınım arasındaki karşılıklı ilişkinin bazı özgünlüklerinin aydınlatılmasını sağladı. L.l. Mandelstamm ve G.S. Landsberg birleşik ışık dağılımını keşfettiler. Bu keşif, katı cisimlerin moleküllerini ve yapısını araştırmak açısından fizikçilerin eline olağanüstü öneme sahip bir olanak sundu. L.D. Landau’un helyum ll’nin hidrodinamiği üzerine yaptığı teorik araştırmalar, ilk defa, tepkileri kuantum yasası tarafından belirlenen sıvılardaki süreçlerin mekanizmasını anlama imkânını sağladı.
SSCB’de Lenin’in partisinin dünya görüşü, diyalektik materyalizm, hâkimdir. Sovyet bilginleri, bilimsel çalışmalarında bu yegâne bilimsel dünya görüşünden esinlenmektedir. Ve bu, onlara; fizikteki gelişmelerden doğru sonuçlar çıkarabilecek bir mevziiyi tutmalarını sağlıyor ve en yeni fiziksel teorileri, içeriğini karartan idealist görüş ve sonuçlardan uzak tutmada yardımcı oluyor.
Materyalist dünya görüşü giderek yabancı bilim adamlarının arasında da yaygınlaşıyor ve bunların içinden yeni taraftarlar kazanıyor. Lenin’in, fizikteki idealizme zamanında ağır darbeler indiren Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabı, birçok fizikçiyi; fiziğin gelişmesi açısından idealizmin ve bilinemezciliğin ayak bağı oluşturduğu, diyalektik materyalizmin ise kendilerine ve kazanımlarına olan inancı pekiştirdiği ve bilim adamlarını cesur bilimsel çalışmalara yönelttiği konusunda ikna etti. Materyalizmin bilimin ilerici temsilcileri arasında daha da yaygınlaşmasına, doğruluğu, insanlığın gelişmesinin gerçek dostları için giderek daha çok açıklık kazanan Sovyet ideolojisinin başarıları da az katkı sunmadı. Hitler’ciler üzerinde kazanılan zafer ve Sovyetler Birliği’nin artan uluslararası otoritesi, dünyanın ilerici insanlarının Marksizm-Leninizm’e olan ilgisini artırdı. İngiltere’de,
Amerika Birleşik Devletleri’nde, Fransa’da, Hollanda ve başka ülkelerde, azımsanamayacak sayıda bilgin, bilimdeki idealizme karşı mücadele ediyor, titizlikle diyalektik materyalizmi inceliyor ve bilimsel araştırmalarında ondan esinleniyor. Bu bakımdan burada; Fransız fizikçisi P. Langevin’in, İngiliz fizikçisi Blackett ve Bernal’ın ve matematikçi Lewy’nin, ABD’li matematikçi Strike’nin çalışmaları ve aynı şekilde Londra Kraliyet Topluluğu üyesi D. Haldane’nin; Eddington, Jeans ve Dirac’ın idealist görüşlerini eleştiren ve parlak makaleleriyle Marksist felsefeyi popüler kılan felsefi çalışmaları anılmalıdır.
Diğer yandan ama ilerici bilimin hasımları fiziğin en son başarılarından idealist sonuçlar çıkarmaya ve böylece gerici görüşleri güçlendirmeye çalışıyorlar. Bilim adamları arasındaki çeşitli “pozitivist” akımlar (Machçılık vb.), günümüzde gerçek idealist niteliklerini giderek daha fazla dışa vuruyorlar ve yüzlerini gittikçe gericiliğin yalanına doğru çeviriyorlar. Bu açıdan Alman fizikçisi Jordan örnek olarak gösterilebilir. O, objektif bir dünyanın varlığını reddetmekte ve fizikte mitler yaratmaktadır. Fiziğin hali hazırdaki kriz periyodunda idealizm özel bir etkinlik geliştirmiş bulunuyor. Bugün gerici filozoflar, yeniledikleri fideizm savunuculuğunu haklı çıkartmak amacıyla, ünlü doğa bilimcilerin en ufak hatasını, en küçük belirsizliği şimdiye dek görülmemiş bir biçimde yakalama derdine düşmüşler. İdealizmin doğa bilimine karşı saldırıları açık biçimler kazanmıştır.
Nitekim, yüzyılımızın ilk 10–12 yılında; A. Poincare, sözgelimi gerici fideizmi için utanmak durumunda iken; Mach, felsefesine bir bilimsellik görüntüsü verme çabasını harcarken; doğa bilimlerinin felsefesi üzerine o yıllarda çıkan burjuva yazınında lafla da olsa en azından “bilimsellik” iddiaları duyuluyorken; bugün giderek daha yüksek bir sesle şu görüş dile getiriliyor: Reel bilgiden uzaklaşılıp inanca yönelinmeli!
Bu eğilimi en keskin bir biçimde Edinburg Kraliyet Topluluğu Başkanı profesör Vittecker, 1943’te Science dergisinde yayınlanan Aristoteles, Newton, Einstein adlı raporunda dile getirdi. Profesör Vittecker’e göre, bugünkü fizik Aristoteles’e geri dönmekte, ancak antik olanına değil, skolastik olanına, Rus düşünürü Herzen’in bir çarpıcı tanımını kullanacak olursak, Papaz Aristoteles’e.
Profesör Vittecker’in düşüncesine göre, Einstein’ın yer çekimi teorisi “skolastikçileri neşeye boğabilir”. (Science, sayı 2543, sf. 267–68, 1943) Aynı şekilde Bohr’un atom teorisi de, sözüm ona, “zaman ve mekânı, Newtonizmde teşkil ettikleri hâkim pozisyonundan uzaklaştırıyor ve onlara skolastik felsefedeki pozisyonlarına yaklaşık olarak denk düşen bir konumu öngörüyor”. (agy, sf. 269) Raporunun sonunda Vittecker, “uygarlığın bilimsel bir temele oturtulması gerektiğini açıklıyor. Bunu söylerken de, uygarlığın bu “reform”dan geçirilmesi için, “bilimin felsefe ve din ile içten bir ittifakının gerekli olduğu”nu beraber “açıklıyor”, (agy, sf. 270)
Burada özel olarak bir grup fizikçiden daha söz edilmeli. Gerçi bunlar, idealizmin ve dinin hizmetine girmiş olan bilinçli düzenbazlardan sayılamazlar, ama buna kaşın idealist yaklaşımlara biat eden kişilerdir. Bu açıdan, seçkin İngiliz astrofizikçisi Eddington örnek gösterilebilir. Eddington Mekân, Zaman ve Ağırlık adlı kitabında görelilik teorisinden hareketle şu sonuçlara varıyor: “Akıl, aslında anlamsız özelliklerin keşmekeşinden maddeyi ayrıştırıyor, aynı prizmanın beyaz ışığın bulanık dalga hercümercinden gökkuşağı renklerini ayrıştırması gibi… O, duyu dünyasının kesintisiz bir tözü olarak özel bir özellik ayrıştırıyor ve bu sırada duyularla algılanabilen zaman ve mekânı öyle seçiyor ki, bu özellik onlarda süreklileşiyor.”
Ama dış dünyada, insanın aklından bağımsız olan yasalar yok mudur? Eddington bu soruyu bekliyor: “Kabul etmeliyiz ki,” diye itiraf ediyor, “kökeni dış doğada olan yasalar vardır (…) ama bunların tabiatının irrasyonel olması ve bizim bunları formüle edecek bir konumda olmamamız da olanaklıdır.” (Eddington, Mekân, Zaman ve Ağırlık, sf. 196–198, 1923)
Eddington en son çalışmalarında da (“Görelilik Teorisi, 1930 / Fiziksel Bilimin Felsefesi, 1939) aynı idealist görüşleri savunuyor ve bunları “modern bilimsel felsefe” olarak nitelendiriyor.
Eddington ve kuantum teorisinin yaratıcılarından biri olan Dirac, ve başka fizikçiler tarafından temsil edilen “Cambridge okulu”nun felsefi görüşlerinden biraz farklı felsefi düşünceleri ise “Kopenhag okulu” (Bohr, Heisenberg) temsil ediyor. Bu okulun temsilcileri (ve daha çok da bu okulun idealist yorumlayıcıları), kuantum mekaniğinin keşfinden, genellikle Mach ve Avenarius’un fikirlerine denk düşen felsefi sonuçlar çıkarttılar ve çıkartmaktadırlar.
Yabancı fizikçilerin çoğunluğu bilinçli olmasa da dün olduğu gibi bugün de materyalizmden yanadırlar.
Doğa bilimi materyalizme dayanmakta -başka türlü zaten yapamazdı-, zira insandan bağımsız olarak var olan doğayla ilgilenmektedir. Onu bizzat kendi çalışması, adeta doğal bir gücün zoruyla materyalist ve diyalektik görüşü benimsemeye itmekte. Doğa bilimcilerin ezici çoğunluğunun materyalizm yanlısı olmaları ancak böyle açıklanabilir. Bununla birlikte, materyalizm onlar için bilinçli olarak savundukları felsefi bir sistem olmaktan çok, beynimizde yansıyan bir dış dünyanın var olduğuna dair, felsefi bakımdan bilinçli olmayan esaslı bir inancı ifade ediyor. Lenin bu inancı, felsefi idealizminin tüm uğraş ve çabalarının çarpıp dağılacağı ve giderek güçlenip sağlamlaşacak olan bir temel direği olarak görmektedir.
Materyalizm ve Ampriokritisizm kitabında şöyle yazıyor Lenin:
“Modern fizik, (…) tek iyi yönteme doğru, doğa bilimlerinin tek doğru felsefesine doğru, düz bir çizgi halinde değil de, zikzaklar çizerek, bilerek değil de kendiliğinden, ‘son amacı’nı açık seçik kavrayarak değil de, el yordamı ile, duraksamalarla, ve zaman zaman arka arkaya yürüyerek yol almaktadır. Modern fizik sancı çekmekte, diyalektik materyalizmi doğurmaktadır.” (Lenin, Cilt Kili, sf. 318)
Materyalizm ve Ampriokritisizm’in yayınlanmasından bu yana geçen süre, Lenin’in bilimsel öngörüsü için bir tür genel prova idi.
Lenin’in ta 1908’de, fiziğin felsefi sonuçları ve koşulları ve bunların gelişme yönü hakkında dile getirdiği düşünceler, bugüne kadar devasa anlamını korudular ve günümüzün bilimsel bilgileri için esin kaynağı oluşturmaktadırlar. Fizik günümüzde nükleer araştırmayla karakterize olan yeni bir gelişme aşamasına girdi. Bu, fizikçilere yeni sorunlar ve görevler yükledi ve yüklemeye de devam etmektedir.
Sovyet fiziği, diyalektik materyalizmin doğrultusunda, Marx-Engels-Lenin-Stalin’in değerli öğretisinin felsefi temeli üzerinde ilerlemektedir. Sovyet vatanın, tüm ilerici insanlığın mutluluğu için gelecekte kaydedeceği zaferlerinin güvencesi de burada yatmaktadır.

Neue Welt (Yeni Dünya), Sayı 11, 1947

Haziran 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑