İlki geçen yıl Mayıs ayında Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’nın 2.’si, 29 Ağustos – 1 Eylül tarihleri arasında Fransa’nın Annecy kentinde toplandı. Konferansa aktif olarak 14 ülkeden 250 sendikacı katıldı. Konferansın sonuç bildirgesine uyacaklarını, alınan kararları ülkelerinde uygulayacaklarını söyleyen ülkelerle birlikte konferans 20’den fazla ülkeyi kapsayan bir coğrafyada etkili oldu. Bu ülkeler: Türkiye’nin dışında Avrupa’dan Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, İngiltere, İspanya, Yunanistan, Kıbrıs, Avusturya, Rusya, İsviçre, Danimarka, Yugoslavya’nın yanı sıra Filistin, Benin, Burkina Faso, Ekvador’, Kolombiya ve Peru’dan sendikacılar ‘küreselleşme’, ‘sendikalarımızın durumu’, ‘uluslararası dayanışma’ konularını tartıştılar.
Türkiye delegasyonunun sunduğu deklarasyon
Sınıfın gücünden beslenen, mücadeleci bir sendikacılık ihtiyacı
2. Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na Türkiye delegasyonu bir deklarasyon sundu. Haber-İş Sendikası İstanbul 1 no’lu Şube Başkanı Levent Dokuyucu tarafından okunan deklarasyon metnini yayınlıyoruz.
Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı’nın sayın temsilcileri!
1999 Eylülü başında Türkiye-Balıkesir-Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans, öncelikle, ilk konferans olmanın da verdiği yükümlülükle; “Sendikal hareket nereye gidiyor; içinde bulunduğu sorunları nasıl aşacak?” sorusunu ortaya atmış ve bu soruya verilecek yanıt temelinde, uluslararası mücadeleci bir sendikacılık hareketinin de başlatılmasını amaçlamıştı.
Bugün, burada bizleri bir araya getiren, Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı’nın geçtiğimiz bir yılı kapsayan süreci göstermiştir ki; Ören Konferansı’nın ortaya attığı soru ve bu soruya verilen yanıt; uluslararası planda yankı bulmaktadır ve bizim etkimizle olduğu kadar bizden bağımsız olarak da ileri işçi kesimlerinde, sınıf kaygısı güden sendikacılar arasında en azından hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği, daha mücadeleci bir sendikacılık için harekete geçmek gerektiği fikri itibar kazanmaktadır. Bizler yükümlülüklerimizi yerine getirdiğimiz ölçüde de; attığımız adım büyüyüp, sermayeye karşı, uluslararası işçi sınıfının insanlık toplumunu ileriye doğru götürdüğü büyük yürüyüşünün önemli adımlarından birisi olma şansını elde edebilecektir.
Ören Konferansı; konferansta ortaya atılan soruyu yanıtlarken, sendikal hareketin çıkış yolunun da “mücadeleci, sistemle uzlaşan değil mücadele eden sendikacılığa dönmekten” geçtiği tespitini de yapmıştı.
Hiç kuşkusuz, Ören Konferansı’nda ortaya atılan ve yanıtı aranan “Sendikal hareket nereye gidiyor; içinde bulunduğu sorunları nasıl aşacak?” sorusu bugün de sendikal hareketin temel sorusu olma özelliğini koruyor. Çünkü sendikal hareketin karakteri gereği, sadece soruya genel bir yanıt vermek ötesinde; mücadelenin üstünde yükseleceği zemin ve her yeni olgu karşısında bu sorunun yeniden yeniden yanıtlanması ihtiyacı, her geçen gün daha büyük, daha yakıcı bir önemle karşımıza çıkmaktadır. Ve bundan böyle de çıkmaya devam edecektir. Dahası; soruya genel yanıt vermek ve en ileri kesimlerin bu soruya verilen yanıt etrafında birleşmesi de yetmeyecektir. Sınıfın ileri kesimleri ve onlar aracılığı ile uluslararası işçi sınıfının ana gövdesi mücadeleci bir sendikacılık hareketinin etkisi altına girmeden, soru ve ona verilen yanıtın yeniden yeniden verilmesi, yanıtın kapsamının genişletilip derinleştirilmesi en önemli görev olmaya devam edecektir.
Sendikal hareketin dünya ölçüsündeki sorunlarının devasa boyudan göz önüne alındığında, bir yıl içinde bu sorunların boyutlarının nereden nereye geldiğini kesin ölçülerle tespit etmek zordur. Ancak, şunu söyleyebiliriz ki, geçen bir yıl içinde sermaye cephesinden işçi sınıfına, emek mücadelesine yönelen uluslararası saldırının şiddeti ve genişliği artmıştır. Bu saldırının genişlemesi yanı sıra, kendisini sermaye ile uzlaşma temelinde tanımlamış olan geleneksel sendikacılığın sınıf işbirlikçisi rolü ve bu rolün hareket içinde yarattığı büyük tahribatın boyutları çok daha açık bir biçimde görülür hale gelmiştir.
Elbette ki; bu durum, bir yandan sermaye kesimlerinin saldırılarını cesaretlendirir, onların işbirlikçisi ve yine onların politik-ideolojik etkisi altındaki sendika yöneticileri kastı arasında sendikacılığın geleceği için karamsarlığı yoğunlaştırırken, sendikal hareketi, içine sürüklendiği bataktan çıkaracak güçlerin harekete geçmesinin meşruiyet temellerinin herkes için görülür hale gelmesinin imkânlarını da artırmıştır.
* * *
İşçi sınıfının sendikal hareketinin geçmişine ve bugünkü karşı karşıya olduğu sorunlara, Ören Konferansı’nda ortaya atılan soruya verilen genel yanıt çerçevesinde baktığımızda, düne göre bugün şu tespitleri daha kesin bir biçimde yapabiliriz:
A) Kapitalizmin ideologları ve propagandacıları, “tarihin sonuna gelindiği” ve dolayısıyla artık sınıflar mücadelesinin, dolayısıyla işçi ile kapitalist, emek ile sermaye gibi karşıtlıkların eskiye ait karşıtlıklar olduğunu iddia ediyorlar. Bu görüşlerini, artık insanlığın “sanayi toplumu’nu aşıp “sanayi-ötesi toplum”a geçtiği, artık “bilgi çağıma ulaşıldığı gibi “masum” ilericilik taşıyan belirlemeler yaptıktan sonra asıl noktaya dönüp; “emeğin artık-değer yaratmadığı”nı, değer yaratan şeyin “sermaye” ve “bilgi” olduğunu iddia ederek, emeği, dolayısıyla emeğin sahibi olan, emek-gücünü kol kaslarında taşıyan işçiyi ve işçi sınıfını da “tarih öncesine” ait, eskiden kalmış ve dolayısıyla da dağılan ve çözülmeye mahkum bir “sınıf” olarak tanımlıyorlar.
B) Kapitalizmin ideologları; 1990’ların başında ilan ettikleri Yeni Dünya Düzeni ile sosyalizmin insanlığa vaat ettiği “barış içinde, sınıfsız, sömürüşüz, baskısız bir dünya” tasarımını, kendisine adapte ederek; “barış içinde, adil, refahın paylaşıldığı bir dünyanın kapitalizm tarafından gerçekleştirilebileceği”ni iddia etti. “Küreselleşme” olarak ifade edilen politikaları da; bu amaca giden dünyanın yolu olarak gösterdiler. Ama gerçekte; Yeni Dünya Düzeni, emperyalizmin en büyük güçlerinin, dünya hegemonyasını pekiştirmenin planıydı ve küreselleşme ise; birkaç en gelişmiş ülkenin ve başlıca uluslararası tekellerin dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamasının, emeğin sömürüsünün hat safhaya çıkarılmasının ve aynı zamanda bu yağma ve sömürüye karşı çıkabilecek güçlerin, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların örgütlü güçlerini dağıtmanın programıydı. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, her biri sistemin ideolojik motifi olarak da kullanılan toplam kalite yönetimi, kalite güvencesi, standardizasyon, akreditasyon, verimlilik gibi kavramlarla ifade edilen, işçi sınıfına ve emekçilere yöneltilen saldırılar, işte bu programın unsurları olarak her ülkede yaygınlaştırıldı. Ve bu programa karşı hemen bütün dünyada sadece işçiler değil, köylüler, memurlar, mühendis, avukat, muhasebeci, doktor gibi orta sınıfların “alt kesimleri” de tepki göstermekte, çoğu zaman işçilerle aynı taleplerle, IMF, WTO, MAI gibi küreselleşme kurumlarının şahsında şekillenen politikalara karşı çıkmakta, kitlesel protestolara başvurmaktadırlar.
C) Uluslararası sermayenin yukarıdaki iki maddede belirlenen tutumu ve dünyayı yeniden yapılandırma girişimi; sendikal alanda da özgün politikaların uygulanmasını getirdi. Emeğin değer yarattığı ve sistemin vazgeçilmez bir dayanağı olduğunu, bu yüzden de yasayla belirlenmiş hakları bulunduğunu kabul eden kapitalist anlayış; işçinin örgütlenme ve hakları için mücadele etme hakkını da en azından lafız olarak kabul ediyordu. Ve bu anlayışı ebedi ve toplumsal gelişmenin son aşaması sayan son yarım yüzyılın uzlaşmacı, sınıf işbirlikçi sendikacılık anlayışı; sendikaları bu sistem içinde ücret ve çalışma koşullarını iyileştiren ama aynı zamanda da sistemi koruyan, bu amaçla da sınıf hareketini denetim altına almanın kurumları olarak biçimlendirdi.
Devrimci işçi hareketinin ve sosyalizmin uluslararası burjuvazi karşısındaki başarıları ve kapitalizmi baskı altına alması son yarım yüzyıl içinde burjuva ideologlarının “sosyal devlet ” diye tarif ettikleri ve gelişmiş kapitalist ülkelerde daha açık görüldüğü gibi, işçilerin de kimi haklarının yasalara geçirildiği koşullarda (bu haklar bir yandan işçi hareketinin ileri atılımının bir sonucu iken, öte yandan burjuvazi tarafından sınıf hareketini kontrol etmenin rüşveti olarak kullanıldı) işçiler ve sendikalar açısından da kimi avantajlar ortaya çıktı:
İşçinin düzenli bir işi olması, (işçinin girdiği işte uzun yıllar çalışmasının sağlandığı koşullar) belirli iş güvencesine sahip olması ve refahtan az çok pay alması gibi etkenler, uzlaşmacı sendikacılığı, işçi yığınları tarafından da kabul edilir kıldı. Kapitalistler de; soruna aşağı yukarı böyle baktılar. Nitekim patronlar nezdindeki meşruiyet ve yasalardaki haklara dayanarak kendisini tanımlayan, yasalar içinde mücadeleyi ilke düzeyine yükselten uzlaşmacı sendikacılık, esnek çalışmanın yaygınlaşması, taşeronlaştırma, rekabet ve piyasa ekonomisi olarak ifade edilen koşulların öne çıkmasıyla, elinden oyuncağı alınmış geri zekâlı bir “yetişkin”e dönüştü. Çünkü artık kapitalistlerin; kazanılmış haklara, sendikalı olmaya, işçilerin toplu olarak pazarlık yapmasına, eskiden kazanılmış olan sosyal haklarına (belirli bir işgünü, tatil günü, hafta sonu tatili ve bayram tatilleri, paralı yıllık izin, hastalık izni vb. izinleri gibi) bir saygıları yoktur. 300 yıllık işçi sınıfı mücadelesinin kazananlarının ortadan kaldırılması için başlatılan (fiili durumlar yaratarak, işsizlik baskısını kullanarak, yeni yasal düzenlemelere girişilerek vs. vs.) girişimlere, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma uygulamaları da eklenerek geleneksel sendikacılığı işlevsizleştirmiş, onu sürekli kan kaybına sürükleyen, işçi karşısında itibarsızlaştıran, patronlar karşısında da derbederliğini açığa çıkaran bir kaosa sürüklemiştir. Ve süreç; giderek sendikalı olmanın tanınmaması, toplusözleşme ve grevin “gayri meşru” ilan edilmesi doğrultusunda ilerlemektedir. Türkiye’de, geçtiğimiz yaz binlerce işçinin grevinin sudan gerekçeler öne sürülerek hükümet tarafından yasaklanması, patronların işçilerin ücret taleplerini, sosyal hak taleplerini, topluca iş bırakma vb. yolla patronları sıkıştırmalarını “ülkenin uluslararası piyasalarda rekabet gücünü azaltan zararlı, ülke çıkarına aykırı eylemler olarak suçlanmasının giderek daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanması ve bu tutumların sadece geri kalmış ülkelerde değil, en gelişmiş ülkelerin yetkilileri ve patron kuruluşları tarafından ifade edilmeye başlanması, bu sürecin nereye doğru gittiğinin verileridir.
Sermaye; bütün bu hak-hukuk tanımaz saldırılarını “emeğin değer yaratmadığı”, insanlığın artık “sanayi-ötesi toplum”a, “bilgi çağı”na geçtiği ideolojik dayatmalarına dayandırmaktadır. İşçi haklarına saldırı, sosyal güvenlik sistemini tahrip, işçi ailesinin giderlerini gözetmeyen “bireysel sözleşme”ye dayalı işçilik, gelecek işçi kuşaklarının yetiştirilmesini de gözeten bir asgari ücret tanımlamasının ücretin temeli sayılmasının artık “çağdışı”, “eskiye ait istekler” olarak nitelendirilmesi de, yine aynı ideolojik saptamaya; “emeğin değer yaratmaktan çıktığı” saptamasına dayandırılmaktadır.
Kısacası; bugünün kapitalisti, 18. yüzyılda olduğu gibi, güvencesiz, örgütsüz, tek başına kalmış, çalışmadığı gün aç kalmaya mahkûm olan çıplak işçiyle, “bireysel sözleşme” yapmak istemekte; bu amacına varmak için de her yolu mubah görmektedir.
İşte; “yeni sendikacılık”, “mücadeleci sendikacılık”, kapitalistler bakımından bu ölçüde “ileri” hedeflere yönelen bir saldırıyı püskürtmekle karşı karşıyadır.
* * *
Bu gelişmeler çok açık göstermektedir ki; dünya işçi sınıfı, tarihin hiçbir döneminde sermaye tarafından böylesi kapsamlı, planlı ve vahşi bir saldırının hedefi olmamıştır.
Yine, burjuva propagandası tarafından koparılan “işçi sınıfı yok oluyor, nicel olarak bile ortadan kalkıyor” yaygaralarına karşın, son elli yıl içindeki gelişmeler göstermektedir ki dünyanın bütün ülkelerinde işçi sınıfı hem nicel (en geri ülkede bile işçilerin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir) hem de nitel (eğitilmişlik, kültürel düzey, toprakla bağı vb.) bakımından tarihte görülmemiş biçimde büyümüş, büyümeye de devam etmektedir.
Ama aynı zamanda; işçi sınıfı, dünya genelinde, bu ölçüde ortak sorunlarla ve bu ölçüde kapitalist sömürünün azgınlaşması ve vahşice saldırısının yarattığı somut taleplerle birbirine yaklaşmamış; taleplerde bu derece dolaysız ortaklaşmamıştır. Bu durum, işçi sınıfı hareketinin ulusal ve uluslararası düzeyde birliğinin ve bağımsız bir biçimde örgütlenmesinin koşullarını tarihte hiç olmadığı kadar genişletmiştir.
Yine dünya işçi sınıfının ve birer birer ülkelerdeki işçilerin çıkarları ve tabii talepleri hiçbir dönemde bugün olduğu kadar; diğer emekçi sınıflarla (köylüler, memurlar, mühendisler, doktorlar, esnaf ve zanaatkârlar, kent ve kır emekçileri ile) bu ölçüde yakınlaşmamıştı.
Yine tarihin hiçbir döneminde, ezilen uluslar ve geri kalmış ülke halklarının emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi; uluslararası işçi sınıfının emperyalizme ve kapitalist tekellere karşı mücadelesiyle bu ölçüde iç içe geçmemişti.
Yani uluslararası işçi sınıfı ve birer birer ülkelerdeki işçiler; bütün tarihleri boyunca, böyle zorluklarla karşılaşmadıkları gibi, böylesi geniş bir ittifak temeli ve taleplerin bu kadar açık yaklaştığı bir dönem de görmemişlerdi.
Bütün bu gelişmeler sendikal harekette iki eğilimi hızla belirginleştirmektedir. Geleneksel, uzlaşmacı sendikacılığın temsilcisi sendika yöneticileri kastının sermaye ile daha çok yakınlaşmasını, varlıklarını sermaye önünde daha çok boyun eğerek, işbirlikçilikte daha ileri adımlar atarak sürdürme eğilimini güçlendirirken, aynı zamanda, tabandaki işçi yığınları içinde de; mücadelesiz hak elde edilemeyeceği fikri ve bu fikrin devamı olarak da harekete geçme eğilimleri güç kazanmaktadır.
Gündelik ilişkiler içinde işçilerin “geri” kesimleri içinde, umutsuzluk, karamsarlık, boş vermişlik, sorunlardan kaçma vb. olarak yansıyan mücadeleden geri durma eğilimleri sıkça rastlanan bir tutumsa da, bunun, “uzlaşmacı sendika yöneticileri kastı”ndan yansıdığı ve ileri kesimlerin öne çıktığı her durumda işçi yığınlarının onları izlediği gerçeği de pek çok kez tanık olduğumuz bir durumdur. İşte hareketin, bizim asıl dikkatimizi çekmesi gereken ve politikalarımızı üstünde şekillendirmemiz gereken yönü, bu ikinci yönüdür. Çünkü sınıfın mücadele isteği ve onun en ileri temsilcileri olarak bizlerin rolü, sınıfın ana gövdesini sendikal mücadeleye, mücadeleci bir sendikacılık çizgisine çekmektir.
* * *
Bu çerçeveden ve yukarıdaki koşullardan, önümüzdeki görevlere baktığımızda şunları söyleyebiliriz:
1) işçi sınıfı hareketinin bugün en temel zaaflarından birisi, sendikalarıyla sınıfın ana kitlesinin bağlarının kopmuş olmasıdır. Bu durum, kendisini, sendikasız ama sendikalı olmak isteyen milyonlarca işçinin var olmasına karşın, sendikaların üye kaybediyor, mutlak olarak küçülüyor olmasında açıkça ortaya koymaktadır. Bu çelişkiyi aşmanın yolu da sendikaların yeniden işçiyi; ücret, sosyal haklar, çalışma saatlerinin azaltılması vb. sendika olmanın temel kriterlerinin yeniden hatırlanması, işçilerin bu en genel çıkarlar etrafında birleştirilmesi görevini yeniden öne çıkarması gibi görevlerin yerine getirilmesinden geçmektedir. Dahası bugün sendikalar sadece uzlaşmacı sendikacılık tutumunu benimseyen seçilmiş sendika yöneticilerinin bürokratik tarzları tarafından işçiden koparılmamakta, aynı zamanda, “sendika uzmanı” adı altındaki görevliler tarafından da bürokrat bir tarza çekilmektedir. Pek çok yerde pek çok sendika fiilen bu “eğitilmiş” uzmanlar tarafından yönetilmektedir. Bu duruma son vermek, sendikal hareketin sağlıklı bir yola girmesi için önemli olduğu kadar, “sendika uzmanları”nın da kendi rollerine dönmesi bakımından önemlidir. Ama elbette sorunun bu yanı tek başına ele alınıp çözülecek bir şey değildir. Tersine bu durum, sendikal hareketin yenilenmesi, işçiyle bütünleşmesi sürecinde çözümleyebileceği bir sorundur. Ancak daha bugünden konferansımız bu konuya dikkatleri çektiği ölçüde, sendikaların, işçi tarzında yeniden yapılanması için yürüteceği faaliyeti daha bütünlüklü olarak yerine getirebilecektir.
2) Emperyalizmin “küreselleşme” saldırısını boşa çıkarmak için dünyanın her köşesinde bu saldırıya karşı çıkan işçiler ve tüm diğer emekçilerle ortak davranışa, dayanışmaya girmek için mücadele etmek, tutumumuzun anlaşılması emekçiler içinde yaygınlaşması için son derece belirleyicidir. Bu çerçevede, bütün ülkelerde, özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma uygulamalarına karşı mücadelenin desteklenmesi, geri ülkelerin tarım ve sanayilerini yıkmayı amaçlayan politikalara karşı bu ülkelerdeki tepkilerin desteklenip yaygınlaştırılması, gelişmiş ülkelerde de balıkçılar, çiftçiler, taşımacılar gibi sektörlerde tepkilere yol açan yeni liberal politikalara, ülkeler düzeyinde ve uluslararası düzeyde destek verilmesi, diğer emekçi kesimlerle dayanışma, uluslararası tekellere karşı mücadelenin genelleşmesi için önemli bir dayanak olacak mahiyettedir.
3) Kazanılmış hakların korunması, sosyal güvenlik sistemlerinin tahrip edilmesinin önlenmesi (ve elbette iyileştirilmesi, bu fonlara devlet katkısının artırılması), yasalara geçmiş, TİS’lerle gelenek haline getirilmiş, iş güvencesinin sağlanması için gerekli önlemlerin alınması, yararlanılabilir bir işsizlik sigortası sisteminin tüm ülkelerde yaygınlaşması için çaba harcanması, emeği koruyan yasa ve TIS maddelerinin pazarlık masasına konmaması, kazanılmış ekonomik ve sosyal hakların savunulması, 35 saatlik iş haftasının tüm ülkelerde geçerli hale gelmesi, sendikal örgütlenme özgürlüğünün önündeki (baraj, sendikaya üye olmayı caydıran yaptırımlar vb.) maddelerin kaldırılması, TİS prosedürünün basitleştirilmesi (bürokrasiden arındırılması, kısa süreli çalışanlar için bile TİS yapılabilir bir prosedür geliştirilmesi) ve kısaltılması için ulusal ve uluslararası alanda çabaların yoğunlaştırılması, önümüzdeki dönemin önemli talepleridir.
4) Uzlaşmacı sendikacılığın temsilcileri ile az çok mücadeleden yana tutum alan sendikacılar arasındaki çatışmada, mücadeleden yana yer alan sendikal kesimlerle birleşmek ve onların daha ileri bir hatta yönelmelerine yardımcı olmak, günümüz sendikal çalışması içinde son derece önemlidir. Bu konuda; sekterliğe, her koşulda geçerli formülasyonlar öne sürmeye, bugün gelinen noktada şu ya da bu nedenle uzlaşmaya tepki gösteren sendikal çevrelerin daha önceki siyasi tutumları vb. bahaneleri öne sürme eğilimlerine karşı durma ve sendikal yöneticileri, sınıfın sendikacılıkla ilgilenen kesimler içindeki “büyük bölünmeyi”, mümkün olduğu kadar emekten yana olanların lehine gerçekleştirmek için gereken politik beceriyi göstermek sendikal hareket içinde mevziler kazanmak için belirleyici öneme sahiptir. Bu süreç aynı zamanda geleneksel sendikaların yeniden mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde dönüştürülmesi süreci olarak ele alınmak, uzlaşmacı sendikacılık yanlılarım sendikaların yönetimlerinden tasfiye etmek süreci olarak da değerlendirilmelidir.
5) Sınıf içinde kapitalistlerin uygulamalarına karşı, çeşitli işyeri ve işkollarında ortaya çıkan tepkileri birleştirerek; tepkiyi tek bir hedefe; sermayenin saldırılarının püskürtülmesine yöneltmek, tepkilerin etkisini artıracağı gibi, aynı zamanda sınıf hareketinin birleştirilmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Bu aynı zamanda sendikal hareket içinde sınıfın en geniş kesimleriyle uzlaşmacı sendika yöneticilerinin yaygın bir biçimde karşı karşıya gelmesinin bir vesilesi olacağı için; uzlaşmacı sendikacılık eğilimlerinin ve onların temsilcilerinin gerçek rollerinin işçiler tarafından görülmesini de kolaylaştıracaktır. Dahası işçi hareketinin salt kendi sınıf talepleriyle sınırlı kalması onu daraltan ve yalnızlaştıran bir durumdur. Sendikal hareketin uzlaşmacı sendikacılık çemberini kırarken en önemli dayanaklarından birisi de köylüler, kamu emekçileri ve diğer emekçi sınıflarla taleplerinin çok açık biçimde görülecek tarzda yaklaşmış olmasıdır. Ve işçi yığınları diğer emekçi sınıfların taleplerini destekledikleri ölçüde kendi taleplerini de elde etme imkânına kavuşacaklardır. Bunun içindir ki sendikalar ve sınıf kaygısı duyan sendikacılar, sınıfı yalnızlıktan ve darlıktan kurtaracak olan bu yönelişi geliştirmek ve yaygınlaştırmak yükümlülüğündedir.
6) Az çok ilişkilerimizin geliştiği her ülkede, biçimi ülkedeki mücadele ve bizlerin sendikalar içindeki konumlanmamız tarafından belirlenen mücadeleci bir sendikacılık odağı olarak davranmak; önümüzdeki süreçte, bir sendikal çekim merkezi olmamızın önemli bir adımı olacaktır. Bu bir yandan ülkelerin koşullarına göre, uzlaşmacı sendika yöneticileri arasındaki her çelişkiden de yararlanarak var olan sendikalar içinde etkimizi artıracak girişimleri sürdürmek biçiminde olurken öte yandan da, birer birer ülkelerde, konferansın aldığı kararların yaygınlaştırılması, uzlaşmacı sendikacılığın çözümsüzlüğüne tepki gösteren sendikacıların dayanağı olacak biçimde bu kararların yaygınlaştırılması için çeşitli araçlar geliştirmek gerekmektedir. Ancak bu konuda adım atmanın ilk koşulu olarak konferansımızın kararlarını her araçla yaygınlaştırıp, işçilerin, her namuslu sendikacının tartışmasına ve onları zenginleştirmesine açmayı öğrenmemiz gerekmektedir.
7) Konferansın aldığı kararların birer birer ülkelerde yaygınlaştırılması sendikalar ve geleneksel sendikacılık çizgisinde her gün, her vesile ile ortaya çıkan çelişmelerin doğru bir biçimde derinleşmesi için, bu kararların sendikacılar arasında ve işçi yığınları içinde; işyerleri, işkolları, ulusal ve uluslararası düzeyde toplantılar organize etmek, bu toplantıların düzenlenmesinde, ülkelerin mücadeleci sendikacıları (tabii ki; mücadeleci sendikacıların denetimindeki sendika merkezleri ve bölge ve şube yönetimleri arasında da) arasında, yıl içinde ikili ya da çok taraflı olarak yapılacak görüşmelerle başka ilişkilerin geliştirilmesi, ülkelerdeki sendikacıların ve ileri işçilerin diğer ülkelerdeki mücadeleci sendikacılarla yüz yüze gelmesini sağlayacak dayanışma ziyaretleri düzenlenmesi ve fikir alışverişinin, etkileşimin artırılması için ülkeler arasındaki ilişkilerin sıklaştırılıp daha düzenli hale getirilmesi gerekmektedir.
* * *
Avrupa merkezli söylemle “sosyal refah devleti” yılları olarak ifade edilen yıllarda uzlaşmacı sendikacılık, kendisine bir meşruiyet temeli bulurken; kimi ülkelerde düzen partilerinin, (sosyal demokrat partiler, sosyalist partiler vb.) politikalarının dolgu maddesi işlevini gördü. Ya da; Türkiye’de olduğu gibi “partiler-üstü siyaset”, “partiler-dışı sendikacılık” adı altında en gerici partilerle, anti-komünist organizasyonlarla birleşti.
Ne var ki; sendikal haklar ve ekonomik bakımdan nispeten iyi koşullar, sendikaların bu gerici düzen partilerinin peşinden sürüklenmesine tepkiler gelişmesine yol açmadı.
Bugün, yukarıda belirlemeye çalıştığımız koşullardan dolayı; sendikal hareketin sistem partilerinin peşinden gitme ya da politika dışında kalma imkânı hızla ortadan kalkmaktadır. Dahası, sendikalar ekonomik taleplerle ilgili olarak bile ayağa kalktıklarında, karşılarında devletleri, IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi uluslararası sermaye merkezlerini bulmaktadırlar. Bu durum, sendikaların, siyasal bir tutum almasını zaten zorladığı gibi, aynı zamanda sermayenin yeniden yapılanma politikalarından zarar gören diğer emekçi sınıflarla birleşme sorununun da çözümlenmesini dayatmaktadır. Bu yüzden de sendikaların siyasetin dışında kalma çabaları, onları tümüyle işlevsiz hale getiren bir labirente sürüklemektedir.
İşçi sınıfının tarihsel misyonu ve sendikal hareketin sınıflar mücadelesindeki yeri bir yana bırakılsa bile, bugün, sendikacılık siyasetle uğraşmak, üstelik herhangi bir siyasetle de değil; kendi sınıf çıkarlarından kaynaklanan bir siyasetle uğraşmak durumundadır.
Bu nedenledir ki; Uluslararası Sendikal Konferans’ın 2. Toplantısı, artık bir fikir açıklığına ihtiyaç duyulan bu konuyu da gündemine alıp tartışmalı, ülkeden ülkeye ifade farklılığı olsa da; “sendikal hareketin siyasallaşması ihtiyacı”nın gereğine ve sendikal hareketin içine sürüklendiği kaostan kurtulması arasındaki dolaysız bağa dikkat çekmelidir.
Umuyoruz ki; konferansımız; sınıf hareketinin önümüze koyduğu sorunları çözümleyip üstüne düşeni yapmak için gereken inisiyatifi gösterecektir.
2. uluslararası sendikal dayanışma konferansı sonuç bildirgesi
— Fransa’nın Annecy kentinde İkinci Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’na katılan, sınıftan yana mücadeleci sendikacılar ve sınıf örgütleri olarak, tekellerin ve emperyalizmin sömürüsüne maruz kalan herkese, uluslararası dayanışma ve mücadele çağrısı yapıyoruz.
—Küreselleşme” ve Yeni Dünya Düzeni, kapitalist sömürünün ve emperyalist saldırganlığın gittikçe yoğunlaşması anlamına gelmektedir. NATO ve diğer emperyalist güç odaklarının, ülkelerin bağımsızlığını hiçe sayarak buralara müdahale etmeleri dünya barışı için oldukça tehlikelidir.
— Sermayenin, metaların ve hizmetlerin serbest dolaşımını öngören Avrupa’daki kapitalist birleşme ve genel olarak emperyalist küreselleşme; işsizliği, yoksulluğu ve sosyal adaletsizlikleri artırarak sermaye cephesini tahkim etmektedir. Oysa bilim ve teknikteki ilerleme ve isçiler tarafından üretilen zenginlikler; halkların sorunlarının çözülmesi ve emekçilerin yasam düzeyinin dünya çapında düzeltilmesi için olanak sunmaktadır.
— Fakat bu birikim ve olanaklar, kapitalistlerin kârlarını artırmanın bir aracı haline getirilmekte, insanlığın yararına kullanılması yönündeki özlemler emekçilerin aşırı sömürüsü üzerinden sermaye biriktiren tekellerin egemenlik duvarına çarpmaktadır. Bir taraftan milyonlarca insan açlıkla boğuşurken ve asgari geçim koşullarına dahi sahip olmayan milyonlarca emekçinin yaşamını sürdürmesi temel sorunken, kapitalistler kârlarına kâr katmaktadır.
— işçi sınıfının ve insanlığın geleceği asla kapitalist düzende değildir. Haklarını koruma ve yenilerini elde etme, radikal toplumsal ve politik dönüşümler talep etme ve insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılması yönündeki talep ve özlemler, giderek daha can alıcı bir anlam kazanmaktadır.
— Avrupa ve dünya işçi sınıfı, sermayenin ve onun politik temsilcilerinin kazanılmış sosyal hakların gasp edilmesini amaçlayan çok yoğun bir saldırısıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu neoliberal saldırı dalgasının ardında, tekellerin daha fazla kâr için kıran kırana rekabeti ve kapitalizmin krizi belirginlik kazanmaktadır.
— Sosyalist sistemin çöküşünün ardından işçi sınıfına dayatılan koşulların olumsuz sonuçlarını şimdi yavaş yavaş görüyoruz. En başta çalışma hakkı tehdit altındadır. Kapitalizmin doğasında bulunan işsizlik, önemli boyutlarda seyretmektedir ve uzunca bir zamandan beri sosyal bir olay halini almıştır. İşçilerin satın alma gücü dramatik bir biçimde düşüş göstermektedir. Sosyal haklar budanmakta, sosyal güvenlik sistemi giderek daha fazla oranda sermayenin insafına terk edilmekte, başlıca kamu sektörleri özelleştirmeye tabi tutulmaktadır. Sağlık, eğitim hizmetleri gibi kamu hizmeti olan her şey metalaştırılmaktadır. Çevre tehdit altındadır. Çalışma biçimleri, işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin aleyhine döndürülmektedir. Sömürüyü yoğunlaştıran yeni biçimler ortaya çıkmakta, esneklik, iş hayatının vazgeçilmez kuralı durumuna getirilmekte, günlük çalışma saatleri artırılmakta, düzenli bir işgünü, iş güvencesine dair haklar ve toplusözleşmeler tehdit altındadır. Demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanmaktadır.
— Bütün bu gelişmeler; bir yandan işçi sınıfının haklarını ortadan kaldırırken öte yandan da, ulusal ve uluslararası planda işçilerin birleşip sisteme karşı mücadele etme imkânlarını hızla genişletmektedir. Dahası, bütün ülkelerde işçilerin; köylüler, kamu emekçileri, esnaf ve zanaatkârlar gibi çeşitli emekçi kesimlerle birleşme, sermayeye ve tekellere karşı mücadele etme imkânları da büyümektedir.
İşçi sınıfının ulusal ve uluslararası birliğinin, her ülkede diğer emekçi sınıflarla ittifakının zemini, şimdiye kadar görülmedik ölçüde somut ve güncel olgular olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Konferansımız, bu gelişmenin küçük ama anlamlı bir adımıdır.
— Sendikal harekette yaşanan olumsuzluklarda, sınıf işbirlikçi sendikacılığın payı büyüktür. Bu tür sendikacılık ve temsilcileri, kapitalist yeniden yapılanma önlemlerinin ve sosyal demokrat ve muhafazakâr hükümetlerin halk düşmanı politikalarının destekçisi durumundadır;
Sınıf işbirlikçiliği emekçilerin demokratik, ekonomik, sosyal haklarının savunusu için sınıf mücadelesini terk ederek iflasa saplanmıştır; Dünya Hür Sendikalar Konfederasyonu kurum olarak işçi sınıfının çıkarlarına aykırı ve sermaye destekçisi tehlikeli reformist bir politika izlemekte; emekçileri sömürü sistemine entegre etmeyi hedeflemektedir.
Sınıf mücadeleci çizgide duran güçler, sınıf düşmanıyla girişilen bu uzlaşmayı red ve teşhir etmektedirler. İşçi sınıfının mücadeleci birliğini savunmakta, emekçileri emperyalizm ve tekellere karşı mücadele için örgütlemektedirler. Mücadeleci sendikacılık, bu perspektiften hareketle şu talep ve görevlerin gerçekleştirilmesi için uluslararası dayanışmayı ve ortak eylemi gerçekleştirmeli, Avrupa ve dünya çapında güçlerini koordine etmelidirler.
Bunun için:
1. Ücret, çalışma koşulları, sosyal sigorta hakkı gibi 20. yüzyıl boyunca işçi ve emekçi mücadeleleriyle kazanılmış hakları, bugünkü hakların korunmasında ve yenilerinin kazanılmasında dayanak yapmalıyız.
2. Bütün ülkelerde sendikal hak ve özgürlüklerin tanınmasını talep ediyoruz, grev hakkını, sendikal eylemi yasaklayan, toplusözleşmeleri ortadan kaldıran işçi düşmanı ve anti-demokratik tüm yasalar iptal edilmelidir.
3. Sendikalarımızın yeniden güç kazanması temel hedeflerimizden biridir ve sendikaların üye sayılarını artırmaları yönündeki çabaları desteklemek, organize etmek erteleyemeyeceğimiz bir görevdir.
4. Emek güçlerinin eylemini ulusal ve uluslararası düzeyde daha ileri bir tarzda koordine etme ihtiyacına dikkat çekmek istiyoruz.
5. İşsizliğe karşı çıkmak ve cins, dil ve din ayrımı olmaksızın, işsizlerin sınıfın bir parçası olduğu bilinciyle davranmak, sendikaları bu konuda duyarlı hale getirmek en başta bizlere düşen bir görevdir. IMF, DB, DTO ve G7 gibi kuruluşların işçi ve halk düşmanı emperyalist politikalarına karşı mücadele etmek, konferansımızın dikkat çektiği noktalardan birisidir.
6. Avrupa’da ve tüm dünyada barışın savunulması, Atlantik ittifakının, -NATO’nun- lağvedilmesi. Başta Balkanlar, Irak, Ortadoğu ve Avrupa’da olmak üzere, bütün dünya ülkelerinden emperyalist kuvvetlerin geri çekilmesi için mücadele sendikal hareketin göz ardı edemeyeceği talepler arasındadır.
7. Sosyal, demokratik ve çevre hakları için sürekli mücadele, özelleştirmelere, ağır vergi yüküne karşı çıkmak, sağlık ve eğitimin özelleştirme yoluyla metalaştırılmasına karşı durmak, işçilerin uluslararası talepleri olarak biçimlenmiştir.
8. Ücretler düşmeksizin haftalık çalışma süresinin 35 saate düşürülmesi (saat sorunu ülkeden ülkeye fark edebilir), haftada beş gün ve günde 7 saatlik çalışma talebi somut ve günceldir.
9. Sendikal hareketin büyük sermaye önünde diz çökmesine karşı çıkıyoruz. Avrupa Sendikalar Birliği ve diğer reformist sendika merkezlerinin uzlaşmacı çizgilerine karşı mücadele ediyoruz.
10. Değişik ülkelerin sendikal örgütlerinden sendikacıların yer aldığı ve uluslararası planda konferans kararlarını koordine edecek ve 3. toplantıyı hazırlayacak bir komite oluşturulmuştur.
11. işverenlere, sermayenin hizmetindeki hükümetlere ve Brüksel komisyonunun kararlarına karşı çıkacağız ve mücadeleci sendikacılık anlayışlarını desteklemek yükümlülüğümüzün gereğini yapacağız.
12. İlk ortak eylemimiz 2001 yılı Haziran ayında Cenevre’de ILO toplantıları esnasında yapılacaktır. Bu eylem, tek tek ülkelerde gerçekleştirilen etkinliklerin bir devamı olarak görülmelidir. Ortak sloganımız şu olacaktır: “Emperyalist Yeni Dünya Düzenine karşı, mücadelemizi uluslararasılaştıralım!”
Daha ileri bir sendikal konferans için
İHSAN ÇARALAN
Birinci toplantısı Balıkesir-Ören’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans’ın ikinci toplantısı, Fransa’nın Annecy kentinde yapıldı.
Gerek toplantılar sırasında yapılan konuşmalar içinde, gerekse toplantının arkasından, katılan sendikacılar tarafından sıcağı sıcağına çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Muhtemelen de yıl boyunca, sendikal hareketin çeşitli sorunları vesilesiyle, sendikal konferans ve bu konferansta alınan kararlar üzerinden de değerlendirmeler yapılacaktır. Ancak burada, toplantının kazanmış bulunduğu tarihsel önem, toplantının içeriği ve önümüzdeki döneme ilişkin bazı yönleri üstünde durmakta yarar olacaktır.
Aslında; sendikal hareket içindeki “açmazlar” ve “arayışın” bir sonucu olarak, kendisine “sendikal konferans” ve “uluslararası” sıfatını takan pek çok toplantı yapılmaktadır. Ve önceki yıl Ören’de, bu yıl da Annecy’de yapılan toplantı da uzaktan bakıldığında, bu çok sayıdaki toplantıdan birisi gibi görülebilir. Ancak, bu toplantı sırasında bir delegenin söyledikleri; bu toplantının diğerlerinden farkını ortaya koyar mahiyetteydi. Toplantıyı düzenleyen sendikacılarla siyasal bakımdan da hayli farklı bir görüşe sahip olan ve toplantıya ilk kez katılan bu sendikacı; “Ben daha önce de çok çeşitli uluslararası sendikal toplantılara katıldım. Ama bu toplantı gerçek bir sendikal toplantı; katılanlar da gerçekten sendikacılar ve hissediyorum ki onlar işçileri temsil ediyorlar” diyerek toplantının diğer “uluslararası sendikal toplantılarla” farkını ortaya koydu. Gerçekten de; sendikal hareketin bu kadar dağınık, ama çıkış arayışlarının da bu ölçüde yaygın olduğu bir dönemde, her birkaç kişiyi bir araya getiren, internetin başına geçip, sağa sola e-mail atarak, toplantıya icabet edecek bir “çokluk” sağlayıp, uluslararası bir sendikal toplantı yaptığını ilan edebilmektedir. Dahası bu toplantıya katılanların çoğunluğu seçilmiş ya da bir biçimde sınıfın bir kesimini temsil eder pozisyonda da olmayabilmektedir. Ve bunlar genellikle çeşitli partilerin ya da siyasi çevrelerin sendikacılığa, işçi sorunlarına ilgi duyan görevlileri, işçi üyeleri ya da sendikalarda görevli ama konferans düzenleyenlerle bir biçimde ilişkili “uzman”lar olmaktadır. Toplantılarda da daha çok genel ve entelektüel düzeyde tartışmalar yapılmaktadır. Ve bu pek çok sayıdaki toplantının birkaçı dışındakilerin bir devamlılığı yoktur. Bu devamlılık, hem toplantıların birbiriyle bağlantısı bakımından hem de toplantı öncesinin hazırlıkları ve sonrasında da alınan karaların ne olup olmadığı, hangi tepkinin geldiği, çağrılara uyulup uyulmadığı bakımdan söz konusu olmamaktadır.
ULUSLARARASI KONFERANS’IN KAZANDIĞI POZİSYON
Uluslararası Sendikal Konferans’ın henüz “ikinci toplantısı” yapılmıştır. Ama şu açıkça görülmektedir ki; her iki toplantının da bir ön hazırlığı olmuştur. Bu ön hazırlık, sadece teknik olarak değil; konferansta ele alınacak konular ve konferansın amaçları çeşitli işçi ve sendikal çevrelerde tartışılarak başlamış; ön hazırlık sırasında çıkan fikirler konferansa taşınmış, konferansta alman kararlar da çeşitli ülkelerin sendikacılarının en azından duyarlı kesimleri arasında tartışılmıştır. İkinci konferans hazırlığı da, birincisindeki sürecin devamı olarak düzenlenmiş ve birincisine göre nispeten daha geniş çevreler konferans öncesi tartışmalara katılmıştır.
Demek ki; sonuncusu Annecy’de yapılan Uluslararası Sendikal Konferans, en azından üç özelliği ile bütün diğer “uluslararası sendikal konferans” vb. adlar altında yapılan toplantılardan ayrılmıştır.
1. Bu konferansa katılanlar, işçiler tarafından seçilmiş (kimi profesyonel, kimi olmadan sendikaların çeşitli kademelerinde görev yapan) sendikacılardır. Dolayısıyla da bir kitlesel temsil konumuna sahiptirler.
2. Bu konferansın bir devamlılığı vardır. İkincisi birincisinin devamıdır; üçüncüsü de ikincisinin devamı ve onun koyduğu tuğlaların üstüne yenilerini koymak için yapılacaktır. Aynı zamanda bu devamlılık hem konferansın hazırlayıcıları bakımından hem de katılımcıların omurgası bakımından söz konusudur. Bu hem konferansın giderek ortak amaç ve fikirler etrafında daha çok yoğunlaşmasını hem de sendikal bir odak olarak şekillenip, uzlaşmacı sendikacılığa karşı mücadeleci sendikacılık odağı olarak tanınıp gelişmesine imkân tanıyacak bir özellik olarak tezahür etmektedir.
3. Konferansa katılan sendikacılar, kişisel görüşlerinden de öte, çeşitli ülkelerde az çok duyarlı sendikal kesimlerin, ileri işçi kesimlerinin konferansa yönelik önerilerini alıp bu toplantıya katılmışlar; dolayısıyla da konferans en azından bazı ülkelerde işçilerin de ilgisi içinde, sonuçları da merakla beklenen bir etkinlik olarak gerçekleşmiştir.
Sorunların ele alınışı, içeriği ve benzerlerine girmeden, sadece işçi hareketi içinde bugün almış bulunduğu pozisyon itibariyle de bu konferans, son derece önemli bir role sahip olmuştur. Ve elbette misyonu ve sorumluluğunun ağırlığı da böylece son derece ciddiye alınacak biçimde artmıştır. Dolayısıyla konferansın eksiklerine yöneltilecek eleştiriler ve konferansın üçüncü toplantısının hedef ve görevlerini belirlemede; önceki iki konferansın gösterdiği bu olumlu yönelişin geliştirilmesi son derece önemlidir. Çünkü ilk iki toplantı; ne yapılması gerektiğini, aslında böyle bir konferansın hangi görevleri yerine getirirse anlamlı olmaya devam edeceğini göstermiştir. Ve kendisini tekrarlayan, bir öncesiyle bağlantı kurmayan ve sendikal hareketin uluslararası sorunlarını çözme cesaret ve ataklığını taşımayan bir uluslararası sendikal konferansın da benzer addaki başka girişimlerden kendisini ayırıp uluslararası işçi sınıfı hareketi içinde bir seçenek olamayacaktır.
ÖREN’DEN ANNECY’E AŞILMASI GEREKEN SORUNLAR
Uluslararası Sendikal Konferans’ın Ören’de yapılan ilk toplantısının konusu; elbette, “sendikal hareket nereye gidiyor; biz bu gidişatı nasıl sınıf lehine çevirebiliriz?” olarak özetleyeceğimiz bir çerçevedeydi. Ve konferansa katılan sendikacılar, gerek sendikal hareketin sorunları, gerekse çözümleri konusunda ciddi bir görüş alışverişi yaptıkları gibi, temel konularda da görüş yakınlığı içinde olduklarını gördüler. Ve dolayısıyla; “ilk olma”, “başka ülkelerde de neredeyse aynı şeyleri düşünüyor ve yapıyor, yapmak istiyor” olduğunun görülmesinin verdiği coşku ve heyecan, tabii böyle bir konferansın başlatılmış olmasının yarattığı özgüvenle birleşerek, Ören’in “ana başarısı” oldu ve ikinci toplantı bu heyecanla hazırlandı.
Ancak şu hemen söylenebilir ki; ikincisinin sonundan bakıldığında; birincisi ile ikinci konferans arasındaki sürecin yeterince etkin ve konferansın sınıf hareketi bakımından kazandığı pozisyon ve önüne koyması gereken görevler bakımından öneminin yeterince kavranarak hazırlandığı söylenemez. Annecy’deki tartışma, Ören’deki tartışmayı çok az aşan bir çerçeve çizebildi. Çünkü gerek hazırlık aşamasında her ülkede, geniş işçi tartışmalarının yeterince yapılamaması (bazı ülkelerde daha iyi, bazılarında daha az yapılmış olabilir ama sendikal hareketin içinde bulunduğu koşullar düşünüldüğünde, geniş tartışmalar açmak, bu tartışmaların sonucu olarak da ileri işçi çevrelerinin önemli bir kesimini konferansla bütünleştirmek mümkündü) konferansın ikinci toplantısında hissedilen en önemli zaaflardandı.
Bu durum kaçınılmaz olarak konferansın bileşimini de etkiledi ve çok daha geniş sendikal kesimlerin konferansa katılımı mümkünken, ikinci toplantıya, birinci toplantıya katılan kesimleri çok az aşan bir katılım oldu. Burada katılımın azlığı ya da çokluğundan söz ederken, katılan kişi ya da ülke sayısını kastetmiyoruz. Tersine konferansa katılan sendikal kesimlerden söz ediyoruz. Örneğin her iki konferansa da, kendisine “sınıf sendikacısıyım” diyen kesimler büyük bir yoğunlukta katılırken, şu anda sendikal hareket içinde olan, uzlaşmacı sendikacılıkla birleşmeyen, ama bir çıkış yolu arayan çok değişik renkte kesimler olduğu, bunların sendikal hareket içinde oldukça geniş bir yelpaze oluşturduğu düşünüldüğünde, konferansın iki toplantısında da “darlık”ın son derece önemli bir problem olarak ortaya çıktığını söylemek, gerçeği tespit etmek olacaktır.
“Darlık”ın bir nedeni elbette, konferansın henüz yeni ve yeterince duyurulmamış olmasıdır. Ama bugün için asıl önemli yanı ise, konferansın düzenleyicisi ve katılımcılarının en azından bir bölümünün, farkında olarak ya da olmayarak, konferansı; bir sınıf sendikacılığı merkezi olarak görmeleridir, diyebiliriz. Oysa bu uluslararası sendikal konferansın ilerlemesi ve sınıf hareketi içinde rol oynamasının vazgeçilmeyecek koşulu; bugünkü sendikal gidişattan hoşnutsuz olan ve bu durumu değiştirmek için çaba göstermek isteyen herkesi, her sendikal kesimi toparlayan bir platform olmasıdır. Bu yüzden de; konferans toplantılarına katılanların çoğunluğunun “sınıf sendikacısıyım” demesi, konferansın olumluluğu değil, acilen aşılması gereken zaafıdır. Elbette ki; konferansın üçüncü toplantısı, ikinci toplantıda da dile getirilen bu zaafı aşmak yükümlülüğü ile karşı karşıyadır.
Konferansın ikinci toplantıda ortaya çıkan zaaflarından birisi de; konferanstaki tartışmaların genel kalması; tartışma konuları ve tartışılacak sorunların, birinci toplantıyı aşan bir “aktüel gündem”e sahip olmamasıydı, diyebiliriz. Toplantının hemen sonrasında yapılan “kısa değerlendirme toplantıları”nda ve toplantı aralarında çeşitli ülkelerden katılan sendikacıların aralarındaki sohbetlerde de bu konu en çok yakınılan konu olarak tezahür etti.
Şöyle ki;
Sendikal hareketin içinde bulunduğu koşullar ve konferansa her seferinde yeni ülkelerden sendikacıların katılacağı düşünüldüğünde, her konferans toplantısı, bir yanıyla sendikal hareketin genel sorunlarını, gidişatını, bu gidişat içinde alacağı pozisyonu yeniden yeniden tartışacaktır. Ama ortalama bir-bir buçuk yılda bir sendikal hareket bir “sıçrama” yapmayacağına göre; sendikal hareketin çeşitli yönleri üstünde bilgi alışverişi, o yıl belirlenen sorun üzerinde uluslararası planda kimi etkinlikler düzenlenmesinin konferans gündemine girmesi vb. bir ya da iki önemli konuda tartışmaların yapılması gerektiği, ikinci konferans süreci içinde açıkça ortaya çıkmıştır. Örneğin Annecy’deki toplantı; “esnek çalışma”, “yeni teknolojilerin sendikal harekete etkileri”, “sendikal bürokrasiye karşı mücadele ve sendikalarda yeni bir dönüşümün imkânları”, “sendikal yasaların demokratikleştirilmesi için kampanyalar” vs. gibi özel bir ya da iki konuda tartışıp, bu konuda kararlar alarak, sendikal hareketin sorunlarını bu konu etrafında tarif edip uluslararası planda görevler saptayabilirdi. Özellikle konferans sonrasında yapılan görüşmelerde ve konferans sonrası çeşitli ülkelerden gelen sendikacıların değerlendirmelerinde bu “boşluğa” dikkat çekildi. Ve bu konuda; üçüncü toplantıyı düzenlemekle görevlendirilen sendikacıların uyarılması haklı bir uyarıydı.
Konferans sırasında, sendikal konferansın dikkate alması gereken yönlerden birisinin de “somutluk” olduğu ortaya çıktı.
Kuşkusuz, konu uluslararası olunca, soyutlamalar, genelleştirmeler kaçınılmazdır. Ama bu genelleştirmelerin yanı sıra, somut, uygulanabilir kararlar alınması, konferansın şu ya da bu ülkenin bir kentinde şu kadar sayıda sendikacının iki üç gün süreyle yaptığı bir tartışma olmaktan çıkıp; uluslararası planda yeni bir sendikacılık anlayışı etrafında mücadeleci sendikal çevrelerin mevzilendirilmesi faaliyeti olarak ele alındığında anlamlı olacaktır. Bunun bir yolu ise, gündelik hareket içinde, başlangıç olarak sembolik düzeyde de olsa, sendikalar ve işyerleri arasındaki ilişkilerin, sendikacılar ve ileri işçi kesimleri arasındaki dolaysız ilişkileri de kapsayan, (örneğin eğitim gezilerinin bu çerçevede değerlendirildiği) dayanışmaların, işyerleri ve işkolları ötesinde mücadeleci bütün sendikacıların ve sendikal çevrelerin katılmasının önünü açacak somut kararlar almayı üçüncü toplantının gündemine taşımak da içinde bulunulan hazırlık sürecinde dikkate alınması gereken konulardan birisidir. Çünkü bu tür somut dayanışma eylem ve ilişkileri, ancak farklı ülkelerdeki hareketin koşulları ve ihtiyaçları arasında doğru ilişkiler kurulmasıyla mümkündür, Bu yüzden de ülkelerden ve işçi tabanından gelecek isteklerle biçimlendirilecek bu kararlar, ancak konferansın hazırlık toplantısı sırasında ortaya çıkabilir ve bu çalışmalar sırasında gelecek somut öneriler bu nedenle de önem taşımaktadır.
ULUSLARARASI SENDİKAL KONFERANS’IN 3. TOPLANTISI İÇİN
İlk iki konferansın sonuçları üstünden yapmaya çalıştığımız bu değerlendirmenin amacı, elbette Uluslararası Sendikal Konferans’ın Üçüncü Toplantısı’nın konferansın tarihsel rolüne daha uygun bir biçimde hazırlanması içindir. Bu yüzden de; yukarıda aktarmaya çalışılan eksik ve zaafları, giderilmesi gereken ve önümüzdeki bir yıl içinde aşılacak zaaflar olarak ele almak gerekir.
Bu açıdan bakıldığında; her şeyden önce, Konferansın ikinci toplantısının aldığı kararlar ve bu sayımızda tam metnini yayımladığımız “Sonuç Bildirgesi”nde dikkat çektiği sorunlar üstünden konferansın hem tanıtımı hem de kararlarının sınıf içinde yaygınlaştırmasını yıl içindeki çalışmamızın ana unsuru olarak değerlendirmemiz gerekir. Elbette bu karar ve belirlemelerin yaygınlaştırılıp hayata geçirilmesi aynı zamanda konferansın üçüncü toplantısına da hazırlık, aslında konferansın üçüncü toplantısını yığınlar arasında yapmak anlamına gelmektedir. Çünkü sonuçta üçüncü toplantıya gidecek öneriler ve görüşler, hatta kimlerin gidip neleri savunacağı, bu toplantılarda ortaya çıkacaktır. Ve bu süreç böyle değerlendirilebildiği ölçüde yukarıda konferansın ilk iki toplantısı için sözü edilen olumsuzluklar aşılabilecektir.
Elbette ki, bu çalışmaların daha somut uluslararası planda başlatılabilmesi için, çok vakit geçirilmeden konferansın üçüncü toplantısının gündeminin de belirlenmesi önemlidir. Ama en önemlisinin, konferansın amaç ve kararlarının sınıf tabanında yayılması, toplantıya hazırlık sürecinin, en geniş işçi ve sendika çevrelerini içine çekecek biçimde, öyle bir iki toplantıyla sınırlı kalmayacak tarzda yürütülmesidir. Başlangıç noktası bu olursa, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz tüm zaaflar ikincil ve aşılması kolaylaşmış zaaflar derekesine düşecektir.
Uluslararası Sendikal Konferans’ın iki toplantısı, üçüncüsünün daha kapsayıcı ve daha işlevsel olarak toplanabileceğini göstermiştir. Dahası, bu konferansın uluslararası işçi sınıfı hareketinin mücadelesinde son derece önemli bir dayanak görevi görmeye aday olduğunu göstermiştir. Görevlerimizi bu temel iki yaklaşım üstünden belirlediğimiz ve yerine getirdiğimiz ölçüde üstümüze düşeni yapmış oluruz. Daha azına da razı olmamak gerekir.
Kasım 2000