1980’li yıllarda sendikal hareket ve işçi eylemleri

Türkiye’de 1980 sonrası dönemde ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlarda son derece köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Kendisini toplumun en küçük birimine kadar hissettiren bu değişikliklerin, günlük yaşamdan, sendikal ve siyasal süreçlere kadar tüm alanlarda derin izler bıraktığı görülür. Bu dönemin en önemli özelliği, iktidarların sınıf hareketini bastırmaya ve sindirmeye ilişkin olarak geçmiş dönemden hareketle oldukça deneyim kazanmış olmasıdır.
1980 yılı başında bir azınlık hükümeti kuran Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı da tam yetkiyle ekonomi yönetiminin başına getirmiş ve o da daha sonra “24 Ocak Kararları” olarak anılacak olan ve Türkiye’yi “serbest piyasa düzeni”ne ulaştıracağı iddia edilen “istikrar paketi”ni uygulamaya koymuştur. 24 Ocak Kararları açıklanmadan önce Turgut Özal, Genelkurmay Başkanlığı’na giderek bir brifing vermiş, daha sonra Turgut Özal, cunta hükümeti tarafından Ekonomi İşlerinden Sorumlu Bakan olarak görevlendirilmiştir.
24 Ocak Kararları, öncelikle, artan enflasyonu denetim altına almayı, dışarıda ödemeler dengesini sağlamayı, özellikle de özelleştirmeler vb. neoliberal politikalar aracılığıyla ekonominin kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonunu amaçlamıştır. Ancak bu amaçlara yönelirken benimsenen temel yaklaşım, ekonomik yapının işleyiş biçimini değiştirmeyi amaçlarken, çalışma yaşamı ve sendikal alan başta olmak üzere, çeşitli alanlarda köklü düzenlemeler yapılmasını gündeme getirmiştir. O dönem “ekonomik hayatın yeniden düzenlenmesi” olarak sunulan 24 Ocak Kararları, Türkiye emekçi sınıflarına, özellikle işçi haklarına yönelik büyük bir saldırı anlamına gelmiş ve aynı yıl içinde gerçekleşecek olan 12 Eylül darbesinin de maddi zeminini oluşturmuştur.
12 Eylül darbesi ile birlikte ekonomik, toplumsal, siyasal ve sendikal yapıda yaşanan alt-üst oluş, Özal iktidarı döneminde daha da derinleştirilmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU

12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’de pek çok alanda olduğu gibi, emek hareketi ve sendikalar açısından da izleri uzun süre silinmeyecek etkiler yaratmıştır. Hatta darbe sürecinin en yıkıcı etkilerinin emek hareketi ve sosyalist hareket üzerinde görüldüğünü söylemek abartı olmayacaktır. 12 Eylül rejimi, sendikal hareketin Türk-İş’e kıyasla daha hareketli kanadını oluşturan DİSK’i tasfiye etmiş, sendikal faaliyetleri ve toplusözleşme düzenini askıya almış ve çalışma hayatını düzenleyen tüm kural ve kurumları sermayeden yana otoriter bir şekilde yeniden düzenlemiştir. Tüm bunlar yaşanırken, yerel düzeylerde işçi sınıfından belirli tepkiler gelse de, sendikal bürokrasi daha başından teslim olduğundan sınıfın birleşik ve etkili bir karşı koyuş ya da direnmesi ile karşılaşılmamıştır.
12 Eylül, burjuvazinin ekonomik ve siyasal alanda kendi sınıf tercihini tavizsiz uygulayabildiğini gösteren önemli bir tarihsel dönemi ifade etmektedir. 12 Eylül’ü önceleyen ekonomik ve siyasi krizle, sermaye sınıfının kriz programının otoriter formülü olarak gündeme gelişiyle birlikte değerlendirildiğinde, 12 Eylül’ün kendi çıkarları için hareket eden bir askeri bürokrasiye mal edilmesi olanaklı değildir. Başka ülkelerde olduğu gibi, ekonomik krize burjuvazinin getirdiği çözüm, demokrasinin en küçük kırıntısının bile rafa kaldırılması, ideolojik hegemonya ve disiplinli bir işgücü olmuştur.
12 Eylül darbesi, Türkiye’nin dikensiz bir gül bahçesi olması ve örgütlü işçi hareketinin tamamen bastırılması ve hareketsiz hale getirilmesini amaçlamıştır. Bu dönemde Türkiye, büyük bir hapishaneye çevrilmiş, başta sendikalar ve muhalif siyasal örgüt ve hareketler olmak üzere, tüm muhalif güçler şiddet ve baskıyla ezilmek istenmiştir.
12 Eylül darbesinin baskı ve zora dayalı faşist uygulamalarına paralel olarak hayata geçirilen 24 Ocak Kararları, sadece ekonomik değil, siyasal, toplumsal, kültürel dönüşüm açısından da önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. İhracata yönelik teşviklerin artması nedeniyle ihracat ve ithalatta hızlı bir artış yaşanmış, ekonomide dışa bağımlılık hızla artarken, özellikle iç talebin kısılması sonucunda ithal mallarının pahalı hale gelmesine paralel olarak reel ücretlerde hızlı bir gerileme yaşanmıştır.
12 Eylül rejimi süresince ve ANAP dönemi boyunca, sendikalaşmanın yaygın olduğu işkollarındaki emekçiler, istek, sorun ve özlemlerini, sadece tek tek işçiler olarak değil, bir sınıfın mensubu olma özellikleriyle kendilerine özgü biçimler içinde sendikal harekete yansıtabilmişlerdir. Bu dönemde benimsenen ekonomik modelin bölüşüm ilişkileri açısından belirleyici özelliği, genel olarak sermaye ile genel olarak emek, yani geniş anlamda burjuvazi ile emekçi sınıflar arasındaki temel çelişkiyi sistemli olarak emek aleyhinde denetlemeye ve düzenlemeye kalkışması olmuştur.
1980–1984 yılları arasında grev, toplu sözleşme ve sendikal faaliyetlerinin yasaklanması nedeniyle, işçi ve emekçi sınıflar, 1980 öncesinden intikam alırcasına sermaye karşısında ekonomik ve siyasal olarak zayıflatılmıştır. 12 Eylül darbesinin hemen ardından Kenan Evren ilk konuşmasında “yüksek” işçi ücretlerinden yakınmıştır. Darbe sonrasında işçilerin kitlesel olarak örgütlendiği sendikalar, siyasal parti ve dernekler kapatılırken, patronların örgütü ve darbe destekçisi TÜSİAD’a “kamu yararına çalışan dernek” statüsü verilmiş olması, sonraki yıllarda yaşanacakların ilk işaretleri olmuştur.
12 Eylül darbesi, sendikal hareketi ezerek, işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve demokratik haklarını açıkça gasp etmiştir. DİSK’in sendikal faaliyetleri yasaklanmış, yönetimde ve sendikal organlarda görev alan 2 bine yakın sendikacı gözaltına alınmış, birçoğu işkencelerden geçirilerek tutuklanmıştır. Sıkıyönetim Mahkemelerinde binlerce kişi yargılanırken, DİSK ve bağlı 28 sendikanın faaliyetlerinin durdurulması kararı verilmiştir. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri hakkında açılan dava 1991’de beraat ile sonuçlandıktan sonra, DİSK, 1991 sonrasında yeniden faaliyete geçmiştir.
Türk İş, 12 Eylül darbesine açıkça destek vermiş, hatta bu desteğini organik işbirliğine kadar götürmüştür. Dönemin Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide, cunta hükümetine Çalışma Bakanı olarak görev alarak, darbe destekçiliğini daha da ileri götürmüştür. Türk-İş’in bu tavrı uluslararası sendikal örgütler tarafından tepkiyle karşılanmış, ICFTU tarafından Türk-İş’in üyeliği geçici olarak askıya alınmıştır.
Kısa zamanda askeri rejimin, emek-sermaye ilişkilerinde korporatist bir yapıdan beklenen “dengeleri” bile gözetmek çabasında olmadığı; açık seçik bir biçimde emek aleyhtarı, sermaye yanlısı bir çizgi izlemekte kararlı olduğu ve çalışma yaşamına ilişkin kararlara kural olarak TİSK çizgisini egemen kıldığı ortaya çıkmıştır.  Türk İş’in askeri yönetime açık desteği, 1982 Anayasası taslağı ortaya çıkıp, TİSK’in çalışma hayatının düzenlenmesine ilişkin görüşlerini anayasa maddeleri olarak karşılarında görüp, kendi durumlarının tehlikede olduğunu anlayıncaya kadar sürmüştür.
12 Eylül 1980 darbesinden 1984’e kadar sendikal örgütlenme karşıtı politikalar en sert biçimde uygulanmış, bu dönemde işçilerin toplusözleşme ve grev hakkı askıya alınmıştır. 1980–1984 yılları arasında Yüksek Hakem Kurulu (YHK) uygulaması ile çalışma hayatında “zorunlu uzlaşma” dönemi yaşanmış, bu dönemde sermayenin dayatmacı politikalarına YHK üzerinden “hukuksal” kılıf uydurulmuştur. YHK, 12 Eylül döneminde sendikalı işçilerin reel ücretlerinin düşürülmesi operasyonunda kullanılan en temel araç olmuş, ücret artışlarının düşük tutulmasının yanı sıra işçilerin en temel sosyal hakları yine YHK eliyle tırpanlanmıştır.
1983 yılında çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, sendikaları birer meslek örgütü haline indirgeyen ve en temel işlevlerini kısıtlayan yasaklar ve düzenlemeler içermiştir. Sendikaların en önemli işlevlerinden birisi olan grev hakkı büyük ölçüde yasaklanmış, grev uygulamasının, toplu sözleşme sonrası çıkacak uyuşmazlık sonrası yapılması zorunlu hale getirilmiştir.
İşçi sınıfının sistem içinde örgütlü var oluş koşullarını düzenleyen başlıca metinler olan 1982 Anayasası ile 1983 yılında çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu iş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu “siyasal eylem”in ideolojik ve siyasal sınırlarını daraltmış ve (işçi sınıfının) ekonomik ve toplumsal haklarını geliştirme koşullarını ağırlaştırmıştır. (…) 1982 Anayasası ile 2821 ve 2822 sayılı yasaların ekonomik ve sosyal hakların güvencesini ve geliştirilme araçlarını oluşturan sendikal örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakları açısından getirdiği yeni düzenlemeler, 12 Eylül döneminde zor yoluyla yeniden kurulan eşitsiz dengenin kurumlaştırılması çabaları  olarak değerlendirilmiştir.
Örgütlenme hakkına doğrudan yasak ve kısıtlamaların yanında toplu sözleşme hakkına da kısıtlamalar getirilmiş, grev yasakları başlamıştır. Grev hakkı, sadece toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında ve sadece uyuşmazlık halinde yapılabilir hale gelmiştir. Hak grevi, genel grev yasaklanmış, genel grev çağrısının yapılması bile hapis cezasına bağlanmıştır. Grevlerin yasaklandığı işler ve işyerlerinin kapsamı genişletilmiş, sendikalı işçilerin büyük bir bölümü grev hakkından yoksun bırakılmıştır. Bu dönemin en büyük özelliği, sendikaların siyasal yaşama katılımlarının kesin bir şekilde yasaklanması, sendikal faaliyetlerin yapılan düzenlemelerle sıkı bir denetime alınmasıdır.
Toplu iş sözleşmesi ve grev süreci için getirilen yasal prosedür ve grev kararlarının uygulanmasına ilişkin aşırı ayrıntılı kurallarla işçilerin grev hakkı, etkili bir mücadele aracı olmaktan büyük ölçüde çıkarılmaya çalışılmıştır. Siyasi amaçlı grevin, genel grev ve dayanışma grevinin yanı sıra, iş yavaşlatma, işyeri işgali, verim düşürme ve diğer işçi direnişleri açıkça yasaklanmıştır.
1980 öncesinde işyeri ve işkolu düzeyinde aynı anda iki toplu iş sözleşmesi uygulanabilirken,   bir işyerinde aynı anda birden fazla toplusözleşme yapılması yasaklanmıştır. Aynı zamanda sendikaların toplu pazarlık hakkını kısıtlamak amacıyla “çifte baraj” engeli getirilmiştir. Toplu sözleşmeye taraf olmak için sendikanın aynı anda hem işyerindeki işçilerin yüzde 50’sini üye yapmış olması, hem de işkolu düzeyinde yüzde 10 işkolu barajını aşma şartı getirilmiştir.
1980–84 dönemi, ciddi ücret ve hak kayıplarına rağmen sendikal hareket açısından tam bir suskunluk dönemi olarak yaşanmıştır. 1980’li yıllarda iktisat politikalarında meydana gelen büyük değişmeler son derece etkili bir ideolojik saldırı ile desteklenmiştir. Bu saldırının temel amacı, bu yeni iktisat politikası modelinin ve bu modelin üretici sınıflar aleyhine yarattığı bölüşüm sonuçlarının zorunlu, kaçınılmaz ve “alternatifsiz” olduğunu geniş halk kitlelerine ve etkili çevrelere kabul ettirmek ve benimsetmek olmuştur.
Bu dönemde emek hareketini doğrudan etkileyen temel değişimleri ana hatlarıyla şu şekilde sıralamak mümkündür;
¨    Yeni birikim modelinin gerekleri doğrultusunda ücretli emeğin yoksullaşması 1980’lerin sonlarına kadar sürmüştür.
¨    Örgütlü emek cephesinde, zaten son derece kısıtlı olan yeni toplu pazarlık düzeninin yarattığı sorunlara, patronların ve siyasal iktidarın sendikasızlaştırma politikaları eşlik etmiştir.
¨    Yeni dönem bir yandan sendikacıların işlevsel meşruiyetini tehlikeye sokarken, diğer yandan da işçi-sendika ilişkilerinin geleneksel kavranışında kırılmalar yaratmıştır.
¨    Dönemin hâkim liberalizm söylemi işçi sınıfı ve sendikaları, siyasal arenadaki mevcut sınırlı yerlerinden dahi dışlamak yönünde güçlü bir atmosfer oluşturmuştur.
Bunların yanı sıra, sermaye sınıfı, sendikaların meşruluğunu sorgulamayı gündeme getirmiş, sendikaları zayıflatmaya, yok etmeye ve sendikal hak ve özgürlükleri kısıtlamaya yönelik sürekli ve sistemli bir saldırı başlatmıştır. Patronlar ve onların siyasal alandaki sözcüleri, özellikle 1990’lı yıllarda, işçileri koruyucu mevzuatın etkisiz kılınması için büyük çaba harcamışlardır. Kaçak işçilik, “sahte” kendi hesabına çalışma, standart dışı (veya atipik) istihdam biçimleri ve “esneklik” aracılığıyla işçilerin, yasal koruma ve toplu iş sözleşmelerinin kapsamı dışına çıkarılmalarını sağlamaya, sendikalaşma, toplu pazarlık ve grev haklarından yararlanmalarını engellemeye önem vermiştir.
1980 sonrası dönemde çıkarılan sendikal yasalar ve fiili uygulamalarla grev hakkının “iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde” kullanılamayacağı hükme bağlamış, bu gerekçeyle ilan edilmiş bir grevin mahkeme kararıyla yasaklanabileceği öngörülmüştür. Buna ek olarak, Bakanlar Kurulu’na “ulusal güvenlik ve genel sağlık” gibi son derece genel bir gerekçeyle grev erteleme yetkisi verilmiştir. Yasaklanan ve ertelenen grevlerin yeniden başlatılması olanağı fiilen ortadan kaldırılarak, bu aşamada YHK yetkili kılınmıştır.

GREVLER VE GREV DIŞI İŞÇİ EYLEMLERİ

1980’li yılların başından itibaren sendikal mücadelenin büyük ölçüde felce uğradığı ekonomik ve siyasi kriz döneminde, özellikle kentli emekçilerin saflarında, önceki dönemde kök salmaya başlayan sınıf bilincinin ve yeni filizlenmeye başlayan kentli işçi sınıfı kültürünün hızla aşınmaya başladığı görülmüştür. Söz konusu aşınma, 12 Eylül darbecilerinin temellerini attığı Türk-İslam sentezine dayalı eğitim politikaları üzerinden açıkça desteklenen bireycileşme, dine sarılma, toplumsal yaşam odağının işyerinden ve üretimden, mahalleye, semte ve aile içine kayması gibi eğilimleri ortaya çıkarmıştır.
1984 sonrasında işçiler, büyük tehlikeleri göze alarak ve yasakçı nitelikteki tüm yasalara rağmen farklı biçim ve içerikte eylemler yapmışlardır. Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin başlıcaları, iş durdurma, iş yavaşlatma, yemek boykotu, toplu viziteye çıkma, yürüyüş, açlık grevi, sakal bırakma, servise binmeme vb. gibi eylemler olmuştur ve bunlar, 1980 öncesine kıyasla daha farklı, ama yaygınlık açısından zaman zaman 1980 öncesini aşan bir karakter ve yaygınlıkta hayata geçirilmiştir.
Sendikalaşma ve grev hakkına yönelik aşırı sınırlamalar ve yapılan yasal düzenlemeler, o dönem sendikacıların sık sık “Bu yasalarla grev yapılmaz” sözünü tekrarlamasına neden olmuştur. Ancak özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren işyerlerinde ciddi bir öfke patlaması yaşanmıştır. Bu dönemde işçi sınıfı mücadelesi sadece grevlerle sınırlı kalmamış, daha güvenilir ve başarı şansı yüksek olduğu düşünülen grev dışı eylem biçimlerini de gündeme getirmiştir. 1986 yılından itibaren işçiler sendikal direniş, iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, fazla mesaiye kalmama ve benzeri eylem türlerinin yanı sıra, üretimi doğrudan etkilemeyen, ama gövde gösterisi yapmaya ve kamuoyu oluşturmaya yönelik eylemlere yönelmişlerdir.
Bu dönemde yaşanan belli başlı grevler, sadece işçilerin üretimi durdurduğu eylemler olmayıp, işçi kadın ve çocuklarından, esnafa (Demir-Çelik, Alüminyum, Zonguldak vb. grevleri) değişik emekçi sınıf kesimlerinin de mücadeleye çekildiği, direngenliğini değişik emekçi çevrelerle dayanışmaya borçlu olan eylemler olmuştur. Bu dönemde yaşananlar, değişik eylem biçimleriyle emekçilerin farklı kesimleri grev eyleminin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
1987’den itibaren artan işçi eylemleri ve grevlere, 1989 yılında doruğa ulaşacak olan grev dışı işçi eylemleri eşlik etmiştir. Bir kısmı yasalar tarafından düzenlenmemiş, bir kısmı ise yasal olarak yasaklanmış olmasına rağmen, işçi ailelerini ve farklı toplumsal kesimleri de içine katarak yaygınlaşan bu eylemler, kısa süre içinde kitlesel bir meşruiyet kazanmıştır. Bu dönem her türlü yasal ve fiili engele rağmen gerçekleştirilen ve sadece sendika üyesi işçilerle sınırlı olmayan, dönem dönem işçi ailelerinin de katıldığı, sıra dışı eylemler yapılmıştır. Bu dönemde, gücünü ve meşruiyetini işyerlerinden alan, bizzat işyerlerindeki üyelerin eylem kararları ve uygulama süreçlerine doğrudan katıldığı “fiili sendikacılık” uygulamasının en önemli örnekleri verilmiştir.

1980–1989 Arası Grev Sayıları

Grev Sayısı
Yıllar    Kamu    Özel
1980    30    197
1981    –    –
1982    –    –
1983    –    –
1984    3    1
1985    –    21
1986    –    21
1987    4    303
1988    9    147
1989    7    164

1984’ten sonra gerçekleşen kitlesel katılımlı grevlerin hükümet ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) tutumu nedeniyle siyasal içerik kazandığı görülmüştür. NETAŞ, Seydişehir Alüminyum grevlerinde, işçilerin grevi çözüm olarak görmelerini gündemden çıkarmayı amaçlayan Hükümet, çok basit nedenlerle grevleri olağanüstü uzatmıştır. Ancak grevleri uzatmanın işçileri yenilgiye uğratamayacağını anladığında sözleşmeleri imzalamak zorunda kalmıştır.
1987 yılına kadar grevler yerel düzeyde kalırlarken, 1986 yılı sonunda başlayıp 1987 yılında da devam eden NETAŞ grevi ile işçi hareketinde bir dönüm noktası yaşanmıştır. NETAŞ grevi ile işçi hareketi yerel ve bölgesel düzeyi aşarak, ülke gündemine yerleşmiştir. NETAŞ greviyle tüm yasakçı ve kısıtlayıcı özelliklerine rağmen, mevcut yasalar ile de etkili grevler yapılabileceği kanıtlanmıştır.
1987’yi izleyen yıllar, Türk-İş tipi sendikacılığın eylem biçim ve geleneklerinin yetersizliği, işçileri, sendikaların sınırlarını, niyet ve yeteneklerini aşan bir dizi yeni eylem biçimine itmiştir. 1989 Bahar Eylemleri, 1990–91 Zonguldak İşçi Hareketi ve 1991 Genel Grevi, işçi tabanının yarattığı, özgün biçimler içinde geliştirdiği, bütün bunlara ek olarak sendikal hareketi de peşinden sürükleyen, ona ivme kazandıran önemli mücadeleler olarak görülmelidir.
Ülkeyi ve bir bütün olarak tüm toplum kesimlerini ilgilendiren yoksulaşma sürecini en derinden hisseden işçiler ve kamu emekçileri, bu duruma daha fazla sessiz kalmayarak, 1988 ve 1989 yıllarında ekonomik-demokratik talepler doğrultusunda yeniden hareketlenmeye başlamıştır. Bu hareketlenmenin temelinde ise, 1980 sonrasında yoğunlaşan baskıların ve hak gasplarının yarattığı tepki bulunmaktadır.
Sanayileşmesi durgun, nüfusu hızla artan, işsizliği yaygınlaşan, sağlıksız kentleşen, aşırı enflasyon oranlarına sahip bir ekonomide, sendikaların dışlanarak, uzun süreli istikrar politikalarının izlenmesi ve bu uygulamaların başarılı olması mümkün olmadığından, çalışanlar aleyhine gelişen olumsuz koşullar ve ücretlerdeki asimetrik gelişmeler, kaçınılmaz olarak korporatist politikaların birer sosyal denetim aracına dönüştürdüğü sendikaları daha militan olmaya itmiştir. 1989 Bahar Eylemleri, bu militanlaşmanın ve 12 Eylül sendikacılığına karşı çıkışın ilk işareti olarak değerlendirilmiştir.
1980’li yılların bitimiyle birlikte, Türkiye işçi sınıfı, geçmiş on yılın da telafisini arayan bir “hesap sorma” mücadelesi içine girmiştir. 12 Eylül ve ANAP iktidarlarının, sendikacılığın fiilen tasfiyeye uğradığı bir ekonomik yapı yaratma projesi, işçi sınıfının zaman zaman sessiz, zaman zaman etkili ve açık direnmeleri sonucunda başarısızlığa uğramıştır. Şüphesiz ortaya faşizme ve sermayenin işçi haklarına yönelttiği saldırıya karşı örgütlü ve açıktan bir direnme tablosu çıkmamaktadır. Ancak 1980’lı yıllarda işçi sınıfının sendikal hareket içindeki tavırlarını tam bir teslimiyet tablosu içinde değerlendirmek aynı derecede yanıltıcıdır.
1980’li yılların ikinci yarısında grev sayılarında artış olmasına paralel olarak, grevler kadar etkili olan ve toplumda olumlu etkiler uyandıran grev dışı eylemler de başlamıştır. Birçok grevde aynı zamanda grev dışı eylemlere de başvurulmuştur. Özellikle SEKA ve demir-çelik işyerlerindeki grevler için diğer işkollarından ve işçilerden önemli destekler gelmiş ve grevdeki işçilerle dayanışma kampanyaları açılmıştır. Grev dışı eylemler hızla Türkiye’nin dört bir yanına yayılırken, toplumdan da büyük ilgi ve destek görmüştür. Her türlü siyasi görüşten, mezhepten, etnik gruptan, farklı işyerleri ve işkollarından, her yaştan kadın ve erkek işçiler, aktif bir şekilde grev dışı eylemlere katılmışlardır.
Sendikal alanda 1987 yılından itibaren artmaya başlayan ve Bahar Eylemleri ile ülke çapında yaygınlaşan işçi eylemlerinin, sendikal sorunlardan başlayıp siyasal iktidara yönelen kitlesel protestoların özellikle Türk-İş ve bağlı sendikaların yerellerden başlayarak siyasi tutum alışlarında önemli bir rolü olmuştur. 1987 yılından 1990 başlarına kadar Türk-İş’e bağlı sendikalarda şube başkanlarının yüzde 48’i, genel merkez yöneticilerinin yüzde 49’u, 32 sendika başkanının 15’i değiştirilmiştir.
Bahar Eylemleri, işçilerin, ücretlerdeki aşırı adaletsiz gelişmeye bir tepkisinin sonucu olarak militanlaşıp sendikaları aşarak, yer yer sendikalara rağmen ve sendikaları zorlayarak gerçekleştirilmiştir. Eylemler, ileri işçiler ve bir kısım genel merkez yönetimleri dışta tutulursa, daha çok şubeler düzeyindeki mücadeleci sendikacıların ve işyeri temsilcilerinin çabaları üzerinde serpilip gelişmiştir. Eylemlerde sendika merkezlerinin ve sendikacıların yönlendirmesi son derece zayıf olmuş, işçi eylemleri dipten gelen bir dalga olarak yaşanmıştır.
1989 eylemlerinde, her ne kadar TİS süreci ve buna bağlı olarak ücret artışları için mücadele öne çıkmış gibi görünse de; harekete temel karakterini veren, bu taleplerin yanı sıra, Anayasa ve yasalarda demokratik dönüşümü hedefleyen talepler olmuştur. Eylemlerin zaman içinde göreceli olarak siyasal bir karakter kazandığı görülmüş, işçilerin dönemin ANAP Hükümeti’ni hedef alması ve sık sık siyasi iktidarın uygulamalarını protesto eden sloganlar atması önemlidir. Taleplerin ve sloganların içeriği ve çeşitliliği, hareketin birliğini oluşturmada temel belirleyici etken olmuştur.
Bahar Eylemleri’nin bir diğer özelliği, sendikal hareketin yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenme olmasıdır. Eylemler, her aşamasında, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların inisiyatif ve sorumluluğunda, fabrikalar ve işyerleri temelinde gelişmiş, önce yerel düzeylerde, giderek ülke düzeyinde birleşerek genişlemiş ve yaygınlaşmıştır. Bu dönemde başta İstanbul olmak üzere, yerellerde oluşturulan işçi şubeleri platformlarının hareketin tabana yayılmasında, işçilerin eylem kararını birlikte alarak alanlara çıkılmasında etkili olduğu bilinmektedir. Bu durumun en somut örneği, 1989 kamu toplusözleşmeleri sürecinde görülmüştür. O dönem, Hükümet TİS sürecinde sadece yüzde 40 artış önermiş, Türk-İş ve sendika genel merkezleri yüzde 80 artışın pazarlığını yaparken, işçilerin aşağıdan gelen baskısı ve işyerlerinden başlayarak yaygınlaşan kitlesel eylemleri ile dönemin TİS görüşmeleri yüzde 140 artışla sonuçlanmıştır.
1980’li yılların ikinci yarısını önemli kılan bir diğer özellik, işçilerin yanında kamu emekçilerinin de artık sınıf mücadelesinin asli unsurlarından birisi olarak sendikal alanda ağırlığını hissettirmeye başlamış olmasıdır. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere tüm Türkiye’de kamu işçilerinin yanı sıra, kamu emekçileri de sendikal örgütlenme hedefiyle hareketlenmeye başlamış, hem eylem sayısı, hem de etkinliği açısından kamu emekçileri hareketi, sonraki yıllarda “fiili meşru mücadele” olarak ifade edilecek olan uzun yürüyüşünün ilk adımlarını atmaya başlamıştır.
Bahar Eylemleri bir taraftan işçi hareketinin 1980 sonrasında en tepe noktasını ifade ederken, aynı dönem, uzun zamandır ayrı kulvarlarda mücadelelerini sürdüren işçi ve kamu emekçilerinin mücadelesini büyük ölçüde birleştirici rol oynamış ve 1990’lı yılların başından itibaren dönem dönem birleşik bir karakter kazandığı dönemlerde hükümetlere geri adımlar attırabilmiştir.
1980’li yılların işçi hareketi açısından bir diğer önemli özelliği, işçi hareketinin kendi dışındaki toplumsal kesimlerle birlikte hareket edebilmesi, ülkenin temel sorunlarına ilgi göstermeye başlamasıdır. 1980’li yıllar, aynı zamanda Kürt sorununun en yakıcı biçimde kendisini hissettirdiği yıllardır. O dönem işçi hareketinin genel kitlesi açısından Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda somut bir durum söz konusu olmamasına karşın, özellikle ileri işçiler ve az sayıdaki mücadeleci sendikaların da etkisiyle Kürt sorununun çeşitli yönleriyle tartışılmaya başlanması ve “Kirli savaşa son” sloganının temel mücadele sloganı taleplerinden birisi olması önemlidir.

SONSÖZ
1980’li yılların ilk yarısı, 12 Eylül darbesinin maddi ve psikolojik etkisiyle, işçi hareketi ve sendikalar açısından yasal ve fiili baskıların yoğun olarak yaşandığı, grevlerin ve her türlü demokratik tepkinin fiilen engellendiği yıllar olmuştur. Bu durum 1984 yılına kadar sürmüş, uzun süre baskı altında tutulan, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak sindirilmeye çalışılan örgütlü işçi hareketi ilk tepkilerini 1984 yılından itibaren vermeye başlamıştır.
2821 ve 2822 sayılı yasalar başta olmak üzere, çeşitli yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar ile işçi sınıfının en temel yasal mücadele kanalları büyük ölçüde tırpanlanmış ve işlevsiz hale getirilmiştir. Yapılan yasal düzenlemelere uyulduğunda grev yapmak neredeyse imkansız hale getirilmiştir. Bu durumun, işçi hareketi açısından etkisi sonraki yıllarda daha net görülecek olan önemli sonuçları olmuştur. Bu sonuçlardan en önemlisi, işçi sınıfının hakları için her eyleme geçtiğinde yasaları ihlal etmek durumunda kalması, kimi zaman sendika merkezlerini ve sendikacıları karşılarına alarak, sendikaların ilk ortaya çıktığı günden bu yana her dönem geçerliliğini koruyan “fiili mücadele” tarzını benimsemiş olmasıdır.
1980’li yıllarda yapılan her işçi eylemi, yasal grevlerin uygulanması dahil, mevcut yasaların fiilen çiğnendiği ve pek çok noktada boşa çıkarıldığı eylemler olmuştur. Özellikle Bahar Eylemleri sürecinde söz konusu “yasa dışılık” işçi hareketinin en temel ve belirleyici özelliklerinden birisi olmuştur. Bu durum işçi sınıfı içinde eylem yapma isteğinin yaygınlaşmasını ve sınıf dayanışmasının en etkili ve yaygın örneklerinin görülmesini sağlamıştır.
1980’li yıllarda, özellikle grev dışı eylemlerle kendisinden söz ettiren işçi hareketi, sınıfın sadece sendikalarda örgütlü kesimlerini değil, aralarında örgütsüz işçilerin, kamu emekçilerinin, kadınların, ülkenin dört bir yanında geniş bir kitlenin talepleriyle harekete geçirildiği bir nitelik kazanmıştır. Sermaye ile emek arasında yaşanan saflaşma, işçi ve emekçi kitlelerinin o dönem için burjuva düzen partilerinden kopmasına da zemin hazırlamıştır. İşçi sınıfı, her türlü yasağa ve baskıya rağmen fiilen kullandığı yeni mevziler elde etmiş, hareket alanını ve olanaklarını genişletmiştir. Bu yıllarda işçi sınıfı, sendika bürokrasisine ve hükümetlerin saldırılarına karşı, sınıf hareketinin çıkarlarını ön plana çıkaran, işçi ve sendika hareketini işçilerle birlikte yönetebilecek ve daha ilerilere taşıyabilecek mücadeleci sendikacıları ve ileri işçiler kitlesini de yaratmış; bu etki, sendika yönetimlerinin değişmesinde kendisini somut bir şekilde göstermiştir.
1980’li yıllar Türkiye işçi sınıfı için büyük sıkıntılarla başlamış, ancak 1980’li yılların son çeyreğinde yükselen işçi hareketi ve zengin sınıf mücadelesi örnekleri ile boğazına geçirilmek istenen zincirler parçalanıp atılmıştır. Bütün bu gelişmelerin “Yeni Dünya Düzeni” ve “Elveda proletarya” söylemlerinin, “tarihin sonu” tezlerinin en popüler olduğu döneme denk gelmesi önemlidir. Özellikle Bahar Eylemleri, işçi sınıfının kitlesel gücüne ve onun sendikal-siyasal mücadelesini görmezden gelenlere ve küçümseyenlere verilmiş en iyi, en etkili cevap olmuştur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑