Avrupa Birliği ve sol

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliğinin kabul edilmesiyle 2000 yılı tantanası aynı zamana denk düşünce, “çağ atlamak”, “uygarlık yolunda Türk adımını atmak” gibi, birbirini tamamlayan ilkel ideolojik propagandaların da bir fırtına gibi esmesinin önü alabildiğine açıldı.
Bir yandan “sokaktaki adam”ı avlamaya, avutmaya, olup bitenleri yine bir sebeple’ sineye çekmesine bir başka arka kapı aralamaya yarayan bu şiddetli reklâm kampanyası, kendisini daima “sokaktaki adam”ın üzerinde bir yere koyan aydınları da etki alanına alarak genişledi.
Kimi, sermaye çıkarlarının nerede olduğunu iyice bilerek ve isteyerek sevinçle, kimi bıkmışlığından, “yapacak bir şey kalmamış” olduğuna inandığından sineye çekerek, kimi siyasi olarak en azından konjonktür bakımından işe yarayacağını oportünistçe düşünüp hesaplar yaparak, AB aday üyeliğini onayladı.
Kamuoyunda, Avrupa Birliği’ne üyelik için, “sakatat ve lahmacun yememek”ten, “insan hakları ve demokrasiye tam uygunluk” gibi, ikisi de bir diğeri kadar yanıltıcı “koşullar” bulunduğuna dair bir kanı yerleştirildi. Medya köşeleri, bir başka açıdan bakışı, örneğin “Onlar Ortak Biz Pazar” gibi sloganları, “çağdışı” olarak ilan etmeye hazırdı ve bunun için, sağdan soldan, her türlü desteği bulabilecek geniş bir çevreyi harekete geçirebiliyordu. Bu, Avrupa’ya girişin, Türkiye için bir uygarlık aşaması olduğu yanılgısını yerleştirmek için kullanılan sloganların değişik kamuoyu tabakalarına yönelik uyarlamalarıydı. Görünüşe göre, Türkiye otuz yıldır aşındırdığı Avrupa kapısına, işte tam yaklaşmıştı, bu yüzden de, bütün vatandaşlara, devlet kurumlarına uygar davranma görevi düşüyordu.
Sorun böylece sadeleştirilince, Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkileri siyasi, askeri, ekonomik sonuçlarıyla birlikte düşünmek ve tartışmak ancak sınırlı bir çevrenin etkinliği olarak kaldı.
Bir kısım “solcu”, “Hangi Avrupa” gibi, gerçekten çağı geçmiş bir soruyu tartışarak bir ucundan AB’ye girişe karşı muhalefet meydanından çekilmiş; Kürt sorununu, Abdullah Öcalan’ın idamı meselesine indirgemiş olanlar ise çoktan bu gelişmeyi onaylamış, daha ötesi var mı diye beklemeye başlamıştı. Yıllar boyunca Avrupa Birliği, Ortak Pazar, Gümrük Birliği gibi kurumlara karşı keskin muhalefetle halktan oy toplamış olan “Müslüman” takımı ise, “türban Fransa’da serbest, Avrupa Birliği din üzerindeki baskıyı kaldıracak…” gibi sözleri gevelemeye başlamıştı.
“Kemalist, devletçiler, “milliyetçiler”, “ikinci Cumhuriyetçi”ler, tümü, olanlardan memnundu. Avrupa Birliği aday üyeliği statüsünü, kesin ve açık bir muhalefet konusu olarak ele almak, yalnızca emek cephesinden ve işçi sınıfı içinden düşünerek mümkün olabiliyordu.
Bunda şaşacak bir şey yok.
Demokrasi, insan hakları, uygarlık, kültür, insanlık vb. gibi kavramları toplumsal hareket ortamında değil de uluslararası ilişkiler düzleminde aramayı geleneksel bir tutum olarak benimsemiş Türkiyeli aydın, üstelik “küreselleşmiş” bir dünyanın insanı olarak, sınıf mücadelesi gerçeğiyle ve buna bağlı bütün düşünsel araçlarla ilişkisini de kesmiş bulunuyor.

AVRUPA EMPERYALİSTTİR
“Avrupa Birliği”ni, Avrupa’nın devrimci tarihinin bir sonucu olarak gösteren ve bu kavramın ifade ettiği bütün değerlerin günümüzde de geçerli olduğu kanısını yaratmaya yönelik “solcu” propaganda, konuyu asla ekonomik, siyasal, askeri sonuçlan açısından ve emek hareketine getireceği yükler bakımından ele almaya yanaşmıyor. Giderek, “emperyalizm”, “sınıf mücadelesi” vs. gibi kavramlarla konuyu tartışmanın, bir “geri kalmışlık” belirtisi olduğunu ileri sürebiliyor. Avrupa, “aydınlanma”nın, “insani duyarlık”ların, “etik ve estetik değerler” in kaynağı, anavatanı olarak hatırlanıyor, sanki Avrupa Birliği’ne girmekle, bütün bu kavramlardan örülü bir dünyaya gireceğimiz hayali üzerinden konuşuluyor.
Denildiğine göre, Türkiye’nin Birlik üyeliği konusunda, Avrupa’nın muhafazakâr sağcı kesimlerinin perspektifleri ile sol-liberal çevrelerinin görüşleri arasında temelli farklılıklar bulunuyor ve bugün Türkiye’nin aday üyeliğini biçimlendirenler, bu ikinciler oluyor. Bu yüzden de, üyelik koşulları, demokrasi, insan hakları evrensel değerleri ve standartları ile belirleniyor. Avrupa sağının Türkiye’nin üyeliğine karşı olan tutumlarında “İslamiyet”, “milliyetçilik” “post-modern ırkçılık” rol oynuyordu, ama bunları şimdilik saklı tutarak, sol-liberallerin Türkiye’ye çağrısına ses çıkarmamışlardı.
Bu görüşe göre, sol-liberaller, “portresi, kronik Kürt sorunu, darbeler, askerin siyasal ağırlığı, işkenceler ve yasaklarla çizilen Türkiye’nin, bunlara rağmen ve bunları aşabilmesi için ve de bunu başarabilecek potansiyele sahip olduğuna inanılarak, AB’ye katılması yönünde çalıştılar.” (Ömer Laçiner, Birikim, 129, Ocak 2000, s. 6)
Bu analiz, tümüyle idealisttir ve AB aday üyeliğinin reddedilemez bir değer olarak kabul edilmesini sağlamaya yöneliktir; böylece de pek çok temel gerçeğin üstünü örtmektedir. Burada, dinlerden, kültürlerden, kavimler tarihinden, solculardan, muhafazakârlardan, liberallerden vs. söz edilmekte, ama bankalardan, tekellerden, çiftçilerden, işçilerden, emek ve sermaye çelişmesinden, emperyalistlerden, bunlar arasında sürüp giden kanlı kavgalardan, Türkiye’nin aday üyeliğinin birdenbire neden ve nasıl güncelleştirildiğini açıklayabilecek hiçbir maddi ilişkiden söz edilmemektedir. Süreçte, nereden kaynaklandığı meçhul ideolojiler, siyasetler rol oynamakta, ama tarihin maddi güçlerinden, siyasetleri ve ideolojileri belirleyen maddi çıkarlardan ve ilişkilerden söz edilmemektedir. Böylece, ortaya bir dinler çatışmasını kafalarına takmış gericilerle, bunu aşmış ilericiler arasındaki “fikir mücadelesi” sonucunda Türkiye’nin adaylığı kabul edilmiş, bize de bu mücadeleyi kazanan aydınlanmacı, ilerici, etiği estetiği yerinde adamların açtığı yoldan yürümek kalmış…
Ne kadar “bayatlamış” bir slogan gibi görülürse görülsün, içeriğinin hep taze kaldığını deneyerek ve görerek tekrarlamak gerekir ki, Avrupa emperyalisttir. Avrupa Birliği, en son Seattle gösterileriyle dünya gündemine giren gaddar ve yağmacı Dünya Ticaret Örgütü’nün başlıca kurucularının etkinliğinde bir kurumdur. DTÖ, bütün dünyada en pervasız insan hakları ihlalcisi kararların kaynağı ve koruyucusudur. Bir yandan Avrupa Birliği’nde, insan hakları ihlallerinin sistematik olarak ihlal edildiği ülkelerden ithalat yapılmasının yasaklanması kararı çıkarılırken, diğer yandan aynı ülkelerin temsilcileri, DTÖ’de bu kararı geçersiz kılan yeni kararlar alabiliyorlar. Bu, AB’nin “çelişkili” bir birlik olduğundan çok, emperyalist çıkarlarla insan hakları arasındaki çelişkiyi gösterir.
İnsan hakları ve demokrasi konusunda bir güvence olarak görülen AB’ye üye ülkeler içinde insan haklarının ve demokrasinin durumu, emperyalizme yakışır bir düzeydedir. “Küreselleşme”nin bir gerçeklik değil, bir hedef olduğunu bilen bu ülkeler burjuvazisi, sermaye tarihinin bu en kapsamlı planını gerçekleştirmek için çalışmaktadır ve şimdi insan hakları da, demokrasi de, yalnızca bu hedefin gerçekleşmesinin ihtiyaçlarına yanıt verdiği ölçüde yararlıdır. Türkiye ile ilgili hesapların görmezden gelinerek, bolca kullanılan “insan hakları” kavramına bakarak, bunların sahiden insan hakları savunucusu olduklarına inanmak için, gerçekten fazlaca bunalmış olmak gerekiyor.
Kimileri, demokrasinin ve insan haklarının emperyalizm eliyle gelemeyeceğini söyleyenlere karşı, “gelsin de nereden gelirse gelsin, babam niye istemiyorsunuz?” diyor, kimileri, (Taner Akçam) “Onlarda ne kadar varsa onu getirsinler, yeter de artar; biraz da biz ölelim!” diye yazıyor.
Ve bütün bunları, İngiltere’deki, Danimarka’daki, Fransa’daki, Almanya’daki insan hakları ihlalleri ve anti-demokratik uygulamalar örnek olarak gösterildiğinde söyleyebiliyorlar.
Hiç kuşkusuz, bir ülkede antidemokratik uygulamalar ve işkence, insan hakları ihlalleri var diye, onun emperyalist olduğuna hükmedemeyiz. Emperyalizmin belirleyici unsurları, bunlardan farklıdır. Her şeyden önce, mali sermaye tekelciliği, sermaye ihracı, azami kâr, sermayenin uluslararası bir nitelik kazanması, dünyanın başlıca emperyalist ülkeler tarafından paylaşılması gibi olgular, emperyalizmi belirler. Dünyanın, artık “emperyalist olmayan bir kapitalizmi yaşadığı” iddiası, bütün bu olgular hakkında da bir şeyler söylemelidir.
Emperyalizm, günümüz dünyasındaki uluslararası ilişkileri anlamaya ve açıklamaya elverişli bir kavram olma özelliğini yitirmemiştir.
Avrupa sermayesinin genel eğilimlerinin, bu eğilimleri politika düzeyinde işleyen ve eyleme geçiren çevrelerin temel niteliklerinin, liberallik ya da muhafazakârlık gibi biçimlerden özü bakımından etkilenmeden, yüz yıllık bir süre boyunca aynı kaldığını görebiliriz. Avrupa sermayesine niteliğini kazandıran temel özellik, onun tekelci ve emperyalist oluşudur. Tekelciliğin tarihi boyunca bunun, “solcular”, “sosyalistler”, liberaller, faşistler eliyle sonuçları, işleyiş mekanizmaları bakımından değişmeden yürütüldüğünü gördük.
Balkanları kana boyayan saldırgan, kışkırtıcı, “böl yönet”çi politikaların, “çağı geçmiş” kralların, feodal orduların değil, günümüz uygarlığının eseri olduğunu biliyoruz. Ortadoğu üzerindeki hesapların sahiplerinin, Fransız “sosyalistlerinin, İngiliz centilmenlerinin, ABD emperyalistlerinden daha insaflı olduğuna, daha insani olduğuna yalnızca bölgenin işbirlikçileri inanıyor.
Avrupa, bankalarıyla, tekelleriyle, uluslararası konsorsiyumlarıyla, ordularıyla, gizli servisleriyle, emperyalisttir.
“Demokrasi ve insan hakları değerlerine sahip Solcu liberallerde, sağcı, muhafazakârlar arasında, emperyalist politikalar bakımından herhangi bir fark yoktur, olmayacaktır.
Avrupa Birliği, emperyalist bir kuruluştur.
Tekelci sermayenin gerek kıta üzerinde, gerekse bütün dünyada daha etkili, daha çok kar ederek dolaşabilmesinin bir aracından başka bir şey değildir.
Türkiye, bu kuruluşun içine, elbette “adam olsun, medeniyet görsün” diye alınmıyor.
Ama böyle düşünenlerin adına, Laçiner ekliyor: “Sosyalistler, sol ve liberal Avrupa’nın yığınla eksiğinden, tıkanmış damarlarından söz edebilirler. Ama bu o Avrupa’ya katılmamanın bir gerekçesi değil… tam aksine -eğer kendi tıkanmalarını da aşabilme umut ve şevkini duyabiliyorsa- bir an önce katılım kanallarını genişletme ve zenginleştirme çabasının ‘iticisi’ olabilir ancak.”
Demokrasinin, insan haklarının, ihraç edilmiş sermaye gibi ülkeye gireceği beklentisine, aynı kanaldan “kaliteli sosyalizm” akacağı umudu da eklendi demek.
Herhangi bir toplumun kendisine özgü kurumlar oluşturabilmesinin, ancak yine kendi dinamikleri ile olanaklı olduğuna inanıyoruz. Özellikle bunlar, toplumun çoğunluğunu ilgilendiren hak ve çıkarlar ise, yine o toplumun çoğunlukta olan kendi güçleri ile yaratılabilirler. Demokrasi, insan hakları, kültür vs. daima ve çağımızda hemen hemen yalnızca, işçi ve emekçi yığınlarının ihtiyacıdır, onların talebidir. Ve yalnızca onların talebi ise gerçekleşebilir. Ama bunu görebilmek için, ülkeye ve dünyaya emekle sermaye arasındaki mücadelenin içinden bakmak gerekir. Oysa pek çok aydın, Türkiye’nin bu bakımdan kendi olanaklarını tükettiği, ya da hiç böyle dinamiklere sahip olmadığı inancındadırlar. Türkiye’ye demokratik ve insan haklarına saygılı bir sistemin ancak başkalarının eliyle gelebileceği düşüncesi, temelde bütün toplumsal, entelektüel, siyasal güçlerini tüketmiş bir ülkede yaşandığı inancına dayanmaktadır. Her şeyden önce de, işçi ve emekçi sınıfların tam anlamıyla “sıfırlanmış” olduğunu düşünmek anlamına gelmektedir.
Yine aynı çevrelerce dile getirilen bir başka görüşe göre, Türkiyeli solcular, sosyalistler, AB üyeliğini, “beğenmedikleri” Avrupa’yı “dönüştürmek” için bir fırsat olarak görmeli ve üyeliğe laf olsun diye karşı çıkmamalıdırlar. (Bk. A. İnsel, Ö. Laçiner, Bülent Peker vs.)
Yine aynı noktaya gelip dayanıyor: Solcu, sosyalist her kimse, eğer kendi sınıf hareketinin bir unsuru değilse, eğer sınıf mücadelesinin gücünü toplumsal dönüşüm için tek araç olarak görmüyor ise, düşünceleri ne kadar parlak, kanıtları ne kadar inandırıcı olursa olsun, burjuvazinin bir kurumunu, dönüştüremez de, yıkamaz da.
İdeolojiler ve siyasetler, toplumsal maddi güçlere bağlıdır. Kendinden menkul liberallik, solculuk, muhafazakârlık yoktur, olmayacaktır. Avrupa’nın bir sınıf mücadelesi alanı olarak görülmesi demek, Avrupalı işçi-emekçi hareketleriyle birlik demektir. Onlarla birlikte ve onların da düşmanı olan Avrupalı tekellere ve onların kurumlarına karşı mücadele demektir. Egemen sınıf devletleriyle, onların kurumlarıyla ve temsilcileriyle aynı platformda birleşmek, tartışmak vs. değil.
Esasa gelelim.
“Enerji koridoru”, uzunca bir süredir, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgeyi tanımlamak için kullanılan bir deyim. Ortadoğu ve Orta Asya, petrol ve doğalgaz kaynaklarının bu zengin merkezleri, özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, bütün emperyalistlerin özel ilgi alanı halini aldı. Türkiye’nin “Avrupa Birliği Üye Adayı” statüsünü “kazanmış” olmasının bu olgunlaşmış jeostratejik kavram açısından düşünülmesi, bütün o şatafatlı propagandanın ardında yatan temel gerçeklerden en az birisini yakalamak anlamına gelecektir.
Bu kavram açısından bakıldığında, yakın zamanda birbiri ardına gelişen, çoğu ilk bakışta “şaşırtıcı”, ya da deprem gibi doğal olaylara bağlanarak açıklanabilir hale getirilmeye çalışılan “sürpriz” olaylar, politik anlamlarına oturabilmektedir. Abdullah Öcalan’ın derdest edilip teslim edilmesinden, Türk-Yunan kardeşlik atmosferinin yaratılmasına, Denktaş’ın başı ellerinin arasında kederli bırakılmasına, İsrail-Suriye ve Türkiye yakınlaşmasına, son olarak da aday üyelik statüsünün tanınmasına kadar pek çok olay, aynı çerçevede, aynı bağıntılar sisteminde gerçekleşmiş gibi görünmektedir.
Avrupa Birliği’ne üye olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok eski bir rüyası olmasına karşın, ancak bu dönemde ve özel bir plan çerçevesinde gerçekleşti.
Başta ABD olmak üzere bütün emperyalistler, Türkiye’nin, “enerji koridorundaki” rolünü oynayabilmesi için, bölgenin istikrarlı, komşularıyla sorunsuz, iç problemlerini olabildiğince çözmüş bir ülke haline gelmesi gerektiği konusunda adeta görüş birliği içindedirler.
Şematik olarak ele alındığında, Türkiye’nin sorunlu komşuları denilince yakın zamana kadar ilk akla gelenler, Yunanistan ve Suriye idi. Suriye ile olan sorunların düğüm noktası, PKK ve özellikle de Abdullah Öcalan’ın bu ülkenin siyasi sınırları içinde kalıyor olması idi.
Yunanistan ise, Ege kıta sahanlığı, Kıbrıs ve aperatif türünden “Batı Trakya” gibi sorunlarla birlikte Türkiye’nin gündemindeydi.
Suriye, uluslararası bir operasyonla, Türkiye’nin en yakıcı sorununun öznesi gibi görünmekten çıkarıldı. Daha ileri gidilerek, İsrail’in de içinde bulunduğu üstü örtülü bir ittifakın içinde, Türkiye’nin “yakın dostu” pozisyonuna doğru itilmeye başlandı. İsrail ile Suriye arasındaki sorunların ABD denetiminde ve zorlamasıyla çözüm yoluna sokulması, Türkiye ile İsrail arasında gelişen ilişkilerin bir Arap ayağı ile tamamlanması anlamına geliyordu. Türkiye İsrail yakınlaşması, önce yalnızca “teröre karşı işbirliği” biçiminde göründü. Sonra daha kapsamlı askeri, teknolojik ve ekonomik anlaşmalarla tamamlanan bu ilişkinin, “Ortadoğu’nun yeni dizaynı” olarak adlandırılan ilişkiler içinde anlamı olduğu görünmeye başladı.
Diğer komşular, şimdilik, komşudan sayılmıyor. Örneğin İran, hâlâ sorunlu bir ülke olarak kalması gerekenler listesinde tutuluyor. Irak, Türkiye’nin acil maddi çıkarlarına karşın, aynı listede yer alıyor. Rusya, gerginliğin denetimli olarak sürdürüleceği bir konumda görülüyor. Çünkü “enerji koridoru” kavramı, dolaysız olarak Rusya ile çelişmeleri ve çatışmaları haber veren bir kavram. Bulgaristan ise, bu büyük oyunda bir joker.
“İç istikrar” kavramına gelince: Bu, daha çok Kürt sorunu ile ilgili emperyalist çözüm biçimlerini kapsıyor. Kültürel hakların tanınması ile sınırlı bir kabul, şimdilik sorunun çözülmesi anlamına gelecek. Böylece, geçen bir dönem boyunca toplumsal muhalefetin ana temalarından birini oluşturmuş bulunan sorunun taraflarından birini, Avrupa kavramı ekseninde plana dâhil etmek mümkün oluyor.
Planın ana hedefinde, Türkiye’nin emekçileri bulunuyor. Avrupa Birliği, emperyalist bir oluşum olarak, ABD ile çelişmeleri bir yana bırakılırsa, “Enerji Koridoru” üzerinde, üstelik kendi sermaye gruplarının olağanüstü avantajlar elde ederek etkili olduğu bir konum ele geçirmeyi düşünüyor ve Türkiye, asıl bu bakımdan önem kazanıyor.
Ancak Türkiye’nin, bu konumda yer alabilmesi için, sermaye dolaşımının önündeki pürüzlerin tümüyle temizlenmesi gerekiyor. Piyasa koşullarının belirleyici olduğu bu çerçevenin geçmişteki mimarları, yeryüzünde kutupsuz bir uluslararası ilişkiler dönemi açıldığına, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte karar vermişlerdi ve Türkiye’nin bu yeni kompozisyonda tutacağı yer üzerine planlar, o dönemde geliştirilmeye başlamıştı.
ABD ve İngiltere, Reagan ve Thatcher simgeleriyle, dünyada piyasa ekonomisinin yeniden ve bütün koşullarıyla egemen olabilmesi için elverişli koşullar bulunduğunu ilan ederek, bütün ülkelerde “sosyal devlet” uygulamalarına son vermeyi, işçilerin ve emekçilerin yıllar süren mücadeleler içinde kazanılmış haklarını ve çıkarlarını sermaye lehine yıkmayı hedefleyen ve kapitalizmin “vahşi” çağını hatırlatan bir yeniden yapılanma sürecini başlattılar.
Onlara, Türkiye’de Özal dönemi denk düştü.
12 Eylül rejiminin tekelci burjuvaziye sağladığı siyasal ve ekonomik avantajlar ortamında, Türkiye böyle bir geçişi en kolay gerçekleştirebilecek ülkelerden birisi olarak görünüyordu. Türkiye’ye paralel olarak, benzer devrimci süreçlerden geçmiş, aynı türden faşist askeri rejimler tarafından ezilmiş, aynı planların parçası olarak kabul edilmiş Latin Amerika ülkeleri de, “liberalizasyon” denilen yeni saldırının ilk hedefleri arasında yer alıyordu. Hammadde kaynakları bakımından zengin ve ucuz emek cenneti olarak tanımlanan bu ülkelerin bir diğer ortak özelliği, işçi sınıfı ve emekçilerin dönem dönem kazandıkları sendikal ve ekonomik haklar bakımından “göze batacak” bir düzeyde bulunmalarıydı. Arjantin, Meksika, Brezilya ve irili ufaklı diğer Latin Amerika ülkeleri…
Her birinde halk muhalefeti, büyük bir zorbalıkla bastırılmış, sendikalar, sosyal güvenlik kurumları eritilmiş, muhalif siyasi partiler kapatılmış ve emperyalizmin büyük dünya egemenliğinin önündeki engeller temizlenmişti. 60’lı yılların ortalarından başlayıp, bütün bir 70’li yıllar boyunca, üç kıtada esen devrimci fırtınaların yerini, şimdi “dikensiz gül bahçesi” görünüşü almıştı.
Ancak emperyalizm, herhangi bir biçimde bununla yetinemezdi. Azami kâr kuralı, herhangi bir ülkeyi dışta bırakmayı kabul etmiyordu.
Özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve esnek üretim gibi kavramlar, yine bu dönemde emek hayatına girdi.
Geçen zamana kuşbakışı bir göz attığımızda, Türkiye’nin son yirmi yıllık serüveninin, genel olarak dünya çapında özel olarak da bölge koşullarında biçimlenen emperyalist bir politikanın sonuçlarından ibaret olduğunu görebiliyoruz.
Türkiyeli işçi ve emekçileri Latin Amerika ülkeleriyle aynı potada birleştiren genel saldırının yanı sıra, bir de bölgesel özellikleri dolayısıyla özel olarak düzenlenmiş saldırılar kuşatıyor.

KAFKASYA VE ORTA ASYA
Orta Asya petrollerinin ve doğalgazın, hangi kanaldan dünya pazarına açılacağı, elbette yalnızca teknik bir sorun değil. Bu hayati ve pahalı enerji hammaddeleri, gerek çıktıkları topraklarda, gerekse pazara ulaşmak için kat ettikleri yol boyunca geçtikleri ülkelerde, siyasal, ekonomik bir dizi soruna yol açıyorlar ve emperyalistler arası ilişkinin doğasına uygun olarak bu sorunlar, silahla çözülmeye çalışılıyor.
Şu anda, bölgesel çatışmalar olarak görünen savaş, aslında emperyalistler arasındaki bir savaştır ve gittikçe daha şiddetli ve daha çok ülkeyi içine alacak biçimde genişleme eğilimi göstermektedir. Türkiye, SSCB’nin yıkılıp Rusya Federasyonu’nun belli belirsiz ve oldukça zayıflamış bir biçimde kurulmasından bu yana, Kafkasya’da ciddi bir varlık göstermeye çalışmaktadır. Azerbaycan başta olmak üzere, Gürcistan, Ermenistan, Çeçenistan topraklarında, yasal ve yasadışı her türlü organizasyona burnunu sokmakta, darbeler tezgâhlamakta ya da tezgâhlara katılmaktadır.
Türkiye, kendince geliştirdiği “Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne Büyük Türkiye” sloganında ifadesini bulan düşlerinin gerçekleşmesi için öncelikle bölgede Rusya’nın nüfuzunun kırılmasını gerekli gören bir planın parçasıdır. Aslında plan, birbirinden bağımsız olarak Avrupalı emperyalistlerle ABD’nin ayrı yollardan yürüyerek ayrı ayrı ulaşmayı hedefledikleri bir sürecin planıdır ve Türkiye, değişen dengeler içinde, her iki tarafla da aynı doğrultuda yürüyebilmeyi istemektedir.
Şu anda, ABD ve Avrupa, Türkiye’nin “esas olarak” kiminle yürüyeceğini sorun olarak görmemekte, siyasal ve ekonomik entegrasyonun tamamlanma sürecini izlemektedir. Türkiye, bağlı olduğu siyasal ve askeri kuruluşlar aracılığıyla, bugüne kadar Balkanlar’dan Sudan’a, Irak’a kadar, resmi yollardan emperyalistlerin oyunlarına katılmış, kimi zaman da illegal olarak kendi hesabına işler yapmaya kalkışmıştır.
Şu anda, burjuva medyada pek çok yazarın saptayıp dile getirdiği gibi, “Türkiye’nin Batı’daki yıldızını parlatan sebeplerden biri, Kafkasya ve Orta Asya’da sahip olduğu etkinliktir.”
Türkiye, başlangıçta din ve milliyet faktörlerine dayanarak kurabileceğine inandığı etkiyi, jeopolitik gelişmeler nedeniyle biraz da beklemediği bir anda yakalamıştır. Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın Türkiye’ye göre hayli erken uyanmış Müslüman ülkeleri, kendileri için elverişli bir kapı rolü olma yoluna girdikten sonra     Türkiye’ye daha yakın durmaya başlamışlardır. Bunun, dinle, milliyetle ilgisi yoktur ve bu ülkeler, özellikle ilk zamanlarda bu faktörlerden söz edilmesinden rahatsızlık duyduklarını birçok kez belirtmişlerdir. Ne var ki, Rusya’daki gelişmeler, kendilerinin daha bağımsız hareket etme olanaklarına kavuştuklarına dair belirtiler sunduğunda, onlar da, Türkiye’nin bu oyununa katılmaya eğilim göstermeye başlamışlardır. Azerbaycan, başlangıçta Türkiye’nin oldukça belli olan kötü niyetlerini gizlemek için yaptığı milliyetçi demagojiye karşı, “aynı dili konuşuyoruz diye, aynı millet değiliz” derken, bugün Aliyev, “tek millet, iki devlet” sloganını atmaktadır.
Avrupa ve ABD için, gelişmeye açık bu ilişki kendi hesapları bakımından elverişli bir yere oturtulmak istenmektedir ve bunun yolu da, Türkiye’nin gittikçe daha sıkı bir entegrasyon içine alınmasından geçmektedir.
AB üyeliğinin ya da buna adaylığın anlamı, önümüzdeki süreçte daha açıkça görülebileceği gibi, bundan ibarettir.
Bu yeni statü, demokrasi ve insan hakları bakımından bir gelişme getirmek bir yana, aynı sürecin çok önemli bir bileşeni olan özelleştirme, sosyal güvenlik sistemini yok etme gibi işçi ve emekçilere dolaysız saldırıları da kapsadığından, hatta denilebilir ki, bu bakımdan çok daha koyu bir baskı ve şiddet dönemine de beşiklik edecektir.
Özelleştirme ve sosyal güvenlik kurumlarının bu bağlamda tasfiyesi planlarının, AB üyeliği ile çeliştiği, Avrupalı medeni burjuvaların buna çok kızacakları düşünülebilir mi?
Hem özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal güvenliğin tasfiyesi yürütülecek, hem de kimsenin burnu kanamayacak, kimseye baskı yapılmayacak diyebiliyorsak, gerçekten işçi ve emekçi sınıflardan, onların örgütlerinden, sınıfın her bir bireyinden tümüyle umudu kesmiş olmamız gerekir.
O kadar değil.

Mart 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑