Emek Platformu’nun dünü ve bugünü

Emek Platformu adının ortaya çıkmasının üzerinden bir yıldan az bir zaman geçti. Ama o günden beri, nerede işçilerin, emekçilerin sorunlarını tartıştığı bir toplantı, bir emekçi etkinliği olsa, “Emek Platformu’na düşen göreve”, “Yerel Emek Platformu ihtiyacı”na; “Emek Platformu’nun önemi”ne, “Emek Platformu’nun üstüne düşeni yapıp yapmadığı”na, “Emek Platformu ihtiyacı”na dikkat çekilerek, bir an önce “emek platformlarının merkezi ve yerel düzeyde örgütlenmesi” çağrıları yapılıyor. Kimileri ise; Emek Platformu’nu oluşturan sendikaların yöneticilerinin özelliklerine bakarak, “Emek Platformu’ndan bir şey çıkmaz” iddiasını yineliyorlar. Ama sonuçta tartışmalar, işçi ve emekçi sınıfların sorunu şu veya bu sendika, şu veya bu konfederasyondan öte, “Emek Platformu” üstünden, Emek Platformu’nun görevleri ve yapması gerekenler çerçevesinde yürütülüyor.
Bu tartışmalarda, Emek Platformu’nun adının bu kadar sık geçmesinde; bazen toplantıyı düzenleyenlerin “topu taca atmak” için Emek Platformu’nu öne çıkardığı, bazen “solculuk gösterisi” yapmak için Emek Platformu’nun tartışmaya açıldığı, bazen de, “son umut” olarak bu platformdan söz edildiği bir gerçektir.
Hele son aylarda, Emek Platformu içinde yer alan; Türk-İş bürokrasisi başta olmak üzere, Emek Platformu’nun kendilerini fazla zorladığını düşünen çevrelerin ayak sürümeleri karşısında, yerel sendika örgütleri, işçi temsilcileri ve kitle örgütü yöneticilerinin, Emek Platformu’nun önemine daha çok dikkat çektikleri de bir gerçektir. Çünkü sorunlar büyümekte, işyerleri ve bölgesel düzeyde başa çıkılır olmaktan çıkmaktadır. Bu durumda da, yerel örgütler, bir yandan merkezi olarak “Emek Platformu”nun toplanıp gidişata el koymasını isterken, bir yandan da “yerel emek platformları” oluşturmak için bir çaba içine girmektedirler. Ama bütün bu çabalar içinde “merkezi Emek Platformu”nun sorunlara el koyması çağrıları öne çıkmaktadır.
Tartışmanın boyutları ile Emek Platformu’nun bugün içinde bulunduğu “atalet” ve “rehavet” karşılaştırıldığında, büyük bir çelişki olduğu görülmektedir.
Şöyle ki, işyerinde, dünyada ne olup bittiğine çok bakmadan çalışan işçiye göre Emek Platformu, işçinin karşılaştığı bütün sorunları gündeme alarak çözmelidir. Zaten bunca sorun, Emek Platformu’ndan daha “aşağı” bir örgüt biçimiyle de çözülmez. Ama öte yandan; Emek Platformu’nu oluşturan sendika ve çeşitli örgütlerin yöneticilerinin politik görüşleri ve sınıflar mücadelesi içindeki tutumlarına bakan birisi; “Bunlar mı bunca sorunu çözecek? Bunlar çözseydi zaten sorunlar bu kadar büyümezdi. Zaten, bir toplantı yapmak için bile neredeyse silah zoruyla bir araya gelen, kapıdan çıkanın masaya yatırılıp mahkûm edildiği bir platform bu. Bundan bir şey çıkmaz” diyebilir.
Ancak, bütün diğer örgütler gibi, Emek Platformu da kendisini var eden koşulların olduğu kadar onu oluşturan güçlerin “zaaflarını” ve “olanaklarını” taşımaktadır ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt veren bir hatta çekilebildiği ölçüde de var olacaktır. Ne var ki; bu zaaf ve olanakları anlamak, zaafları aşmak, olanakları gerçeğe dönüştürmek için Emek Platformu’nun kuruluşu ve o günden bugüne gelen sürecini değerlendirmek gerekir.

EMEK PLATFORMU BİR DÖNEMİN SONUNU HABER VERDİ, AMA SÜREÇ HENÜZ TAMAMLANMADI
Egemen sınıfların iktidarda kalmalarını büyük ölçüde, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflar içinde yürüttükleri bölücü faaliyete borçludurlar. Son 10 yıl içinde bu bölücülük, başlıca iki konu üstünden yürütüldü. Bunlardan birincisi; PKK’ye karşı mücadele adı altında Kürt-Türk kökenli işçinin, emekçinin birbirinden ayrılarak, birbirlerine karşı kullanılmasıydı. “Bölücülüğe karşı mücadele” adı altında yürütülen kampanya, ölümler, öldürmeler, faili meçhuller, barut kokusu ve silah sesleri eşliğinde sürdürüldü ve “ne işçi sorunu, ne emekçi hakkı; memleket bölünüyor” demagojisi emekçi sınıflar içinde de itibar gördü ve “Kürt sorunu” emekçi sınıfları, işçileri bölmenin “koçbaşı” olarak kullanıldı.
Kürt milliyetçi çevrelerinin de “yardımımla egemen sınıflar, emekçilerin kendi talepleri etrafında birleşmelerini önemli ölçüde önlediler. Çünkü Kürt milliyetçisi çevreler de; “Ne işçi sorunu, ne emekçi hakkı; kimliğimiz tanınsın ekmek bile verilmesin” gibi, salt milliyetçi bakış açısının egemenliğinde, “kimlik sorunu ile sınıf sorunu arasındaki ilişkiyi” hiç anlamadan sermayenin yelkenine rüzgâr üflediler.
İşçileri, emekçileri sermayenin ikinci bölme konusu, ’90’lı yıllarda yükseliş gösteren “din üstünden politika yapan” partilerin ve çevrelerin faaliyetleri oldu. Bu çevreler; işçileri, “Müslüman olanlar ve olmayanlar” ya da “Müslümanlar ve laikler” olarak bölmeye yöneldiler. Bu bölünme daha da derinleştirilerek, sendikalara da yansıtıldı. Hak-İş, RP (sonra FP) yanlısı bir konfederasyon olarak vücut buldu. FP’li belediyeler kendilerine yakın sendikaları belediyelerde yetkili hale getirmek için kendi “yetkilerini” sonuna kadar kullandı. Memur-Sen, Kamu-Sen gibi memur sendikaları ve değişik adlardaki kitlesel emekçi örgütleri, bu temel baskılamanın ürünü olarak kuruldu, güçlendi.
1997’den itibaren, MGK’nın “Türkiye’nin Savunma Konsepti”ni yeniden gözden geçirerek, “Şeriata karşı mücadele”nin “bölücülük”le eş bir düzeye yükseltilmesiyle birlikte; bu iki faktör yanı sıra bir üçüncü faktör de işçi sınıfı ve emekçiler arasında bölünme yaratan baskılama unsuru olarak girdi: Genelkurmay manipülasyonlu “laik-demokratik Türkiye’nin savunulması” demagojisi.
Yani;
Bir yandan Kürt siyasi çevreleri; “Ey işçisi, esnafı, ağası, beyi ile Kürtler birleşin; kendi kimliğinizi, haklarınızı kazanın. Birinizin işçi, ötekinin ağa, patron olması önemli değildir. Bizi asıl birleştiren Kürt olmaktır” diye yoğun bir propagandaya girmişti. Bu yüzden de emekçi platformlarında da belki ayrı sendikalar çıkmadı, ama bu etki pek çok yerde, özellikle Güneydoğu ve Doğu’da hissedildi. Ama batı illerinde de bir Türk-Kürt bölünmesi pek çok yerde hissedildi.
Dini siyasete alet edenler, şeriatçılar ise, her yerde, “Asıl sorununuz laik düzendir, türbanınızdır, başörtünüzdür, ötesi önemli değildir. Patron, işçi, ağa, köylü demeden dindarlar birleşin, bu batıl düzene karşı durun” derken bir başka bölünme yarattı.
Belediyelerde bu bölünme, RP’li belediyelerin işçileri Hizmet-İş’e, CHP’lilerin Genel-İş’e, diğerlerinin Belediye-İş’e girmeye zorlanmasına kadar uzandı. Belediyelere bağlı işyerlerindeki bu bölünmeden en çok etkilenen oldu.
Devlet ise önce “bölücülüğe karşı” kampanya yürüttü; işçi, köylü, patron herkesi bölücülüğe karşı birleştirme girişimi yoğun bir biçimde sürdürülürken, Kürt haklarından, Kürt-Türk işçilerin de birliğinden, gönüllü birlikten söz edenleri de karşı tarafta görmek üzere “Vatan elden gidiyor” faaliyeti yürütüldü. 28 Şubat’la birlikte bu kampanyaya “şeriata karşı tüm laiklerin birliği” ve etkinlikleri de katılarak işçiler, emekçiler bir kez daha bölündüler.
Ama öte yandan; 1990’ların başında iyice tariflenen Yeni Dünya Düzeni, global bir dünyanın gerçekleştirilmesi uğruna uluslararası tekeller ve başlıca emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden biçimlendirme çabalarının devamı olarak Türkiye’de de, işçi hakları, emekçilerin kazanılmış haklarının yok edilmesi doğrultusunda yoğun bir faaliyet sürdürüldü. Gerçek ücretler hızla düşerken, çalışma koşulları esnekleştiriliyor; taşeronlaştırmalar yoluyla örgütlü işçi gücü parçalanıp sendikalaşma oranı hızla yüzde 10’un altına düşürülmüş bulunuyordu. Özelleştirme ise; işçi direnişinin lokal sınırları aşamaması nedeniyle, istenen hızda olmasa da, sınıf içinde çalkantılar da yaratarak ilerliyordu. “Verimliliği artıracağız”, “İstihdamı artıracağız” diyerek yapılan özelleştirmelerin tam bir yağma olduğu görülmüştü; özelleştirilen kurumların önemli ölçüde tasfiye olduğu çalışan işletmelerde de, işçilerin örgütsüzleştirilip, asgari ücretle çalışmak zorunda bırakıldığı (öte yandan da, her özelleştirmeye mafyanın, kara paracıların bulaştığı, ihalelere fesat karıştırıldığı ortaya çıkmış, hemen bütün özelleştirmeler Danıştay tarafından hukuka aykırı bulunarak iptal edilmişti) yaşanarak görüldü. Bu yüzden de giderek, özelleştirmede kozlar daha açıkça oynanmaya başlamıştı. Nitekim enerji işçileri, 1997’ye gelindiğinde; “Biz sadece kendi haklarımız için değil ülkemizin bağımsızlığı için de özelleştirmeye karşıyız” diye termik santralleri işgale yönelince, özelleştirmeciler hız kesip, manevra yapmak zorunda kaldı. Bugün de hâlâ, hayli genişten aldıkları bu manevranın açısını sıfırlayabilmiş değiller.
Kamu ekmekçilerinin “grevli, toplusözleşmeli sendikal hak mücadelesi” de, hükümetler tarafından bastırılmaya çalışılmış, ancak bu başarılamayınca Kamu-Sen ve Memur-Sen’in kurulması için işaret verilerek, daha çok da aslında sendika derdi olmayan müdürler ve üst yöneticiler önderliğinde bu iki memur konfederasyonu da kurdurulmuştu. Dahası, enflasyon kamu emekçilerinin maaşlarından kat kat fazla artmış, memur maaşlarının ortalaması, mütevazı ölçülerde bir ev kirası düzeyine düşmüştü, ikinci iş ya da belirsiz yollarla artı bir gelir sağlama kamu emekçileri için bir zorunluluk haline gelmişti. Ya da mücadele edilecek ve yaşanır bir maaş elde edilecekti.
Hükümetin uluslararası tekellerin, IMF ve Dünya Bankası’nın istemleri doğrultusunda yaşama geçirdiği politikalar tarım ve hayvancılığın çökmesine yol açarken, giderek tarımdaki bütün sübvansiyonların kaldırılarak Türkiye’nin tarım tekellerinin 65 milyonluk pazarı haline gelmesi hedefine hayli yaklaşılmış bulunulmaktadır.
Sağlık, eğitim, iletişim, yerel yönetim hizmetleri gibi başlıca kamu hizmetlerinin para ile alınır satılır “meta” haline getirilmesi için yapılan girişimler, emekçi sınıfları bütün bu hizmetlerin dışına doğru itmeye başladı. Yıllardır, karne parası, tebeşir parası vb. gibi adlar altında yapılan yarı resmi uygulamalar; “Herkes aldığı hizmetin parasını ödemelidir” gibi, kapitalist bir mantığa göre çok haklı bir gerekçeyle, emekçiler için eğitimi de paralı hale getirmenin adımları oldu.
Öte yandan, sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilerek sağlık, emeklilik gibi en temel hakların bile kârın, özel sektörün alanı haline getirilmesi için faaliyetin yoğunlaştırılması, bunun ilk adımı olarak da emekçiler için emekliliğin artık “mezarda” gerçekleşeceği biçiminde yorumlanan, “emeklilik yaşının yükseltilmesi için hazırlanan yasa” emekçi sınıflar içinde büyük bir kaynaşmaya yol açtı. Yine bu yasa girişimiyle birlikte, “uluslararası tahkim”in çıkarılması için “Anayasa değişikliği”nin gündeme gelmesi de, özellikle sınıfın, emekçilerin ileri kesimleri arasında tepkileri daha da yoğunlaştırdı.
Kaynaşma, işçi ve emekçi sorunlarına karşı inanılmaz düzeyde duyarsız olan sendikal bürokrasi saflarında bile parçalanmalara ve yeni tartışmalara yol açtı. Ve Emek Platformu işte bu koşullarda ortaya çıktı.
Emek Platformu’nun omurgasını teşkil eden işçi ve kamu emekçisi sendikalarının yöneticilerinin çok önemli bir bölümü, emekçi sorunlarına karşı duyarsız, sendikacılığı kendi çıkarları için, daha da kötüsü sermayeye hizmet olarak yapan kişilerdi. Her birinin sicili, patronlara hizmet, en kritik anlarda işçi hareketini arkadan hançerleme gibi sabıkalarla doluydu. Ancak; işçi emekçi sınıflara yönelik sermaye saldırısının ulaştığı boyut; lafta bile olsa, “Ben emekten yanayım” diyen herhangi bir sendikacının dışında kalamayacağı bir ortamda gerçekleşti. Bu yüzden de; ’99 Temmuzu’nun ortalarında, Türkiye tarihinde ilk kez, hemen başlıca emekçi örgütlerinin bir safta, sermayenin öteki safta olduğu bir cepheleşme gerçekleşti.
MHP’li, DYP’li, FP’li sendika yöneticileri ile “solcu” sendika yöneticileri aynı safta yer aldı. Bu, Türkiye’de ilk kez olan bir bölünmeydi. Bu yüzden de önemi ve değeri çok daha fazla olan bir bölünmeydi. Nitekim mücadelenin ilerleyen günlerinde bu bileşimin, avantajlar, yanı sıra zaaflar da taşıyan bir bileşim olarak biçimlendiğini herkes gördü. Hükümet ve düzen partileri, Emek Platformu’nun zaaflarından yararlanarak, emekçi hareketini bölmek için yaptıkları saldırılarda, platformun bu zaaflarından yararlandılar. Ve mücadeleye asıl darbeyi yine en büyük konfederasyonun tepesinden, Türk-İş’ten doğru vurmak için girişimlerini sürdürdüler. Ve burada kendileri için son derece önemli dayanak olan şahsiyetler buldular.
Emek Platformu, ’99 Temmuzu ortasında kuruldu. Ve şu örgütlerden oluştu:
Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği, Türk Eczacılar Birliği, Kamu-Sen, Memur-Sen, TÜRMOB, Türkiye işçi Emeklileri Derneği, TMMOB, TTB, Tüm Bağ-Kur Emeklileri Derneği.
Emek Platformu’nun kuruluşu ilan edilirken, şu kararları aldığı da açıklandı:
1-) 15 Temmuz’da tüm illerde, hükümeti oluşturan siyasi partilerin il temsilciliklerine ziyaretler,
2-) 16–17–18 Temmuz günleri mitingler,
3-) 19 Temmuz günü ANAP, MHP ve DSP merkezlerini ziyaret,
4-) 24 Temmuz günü Ankara’da büyük katılımlı bir miting,
5-) Eğer hükümet çözüm için adım atmazsa, üretimden gelen gücün yurt çapında kullanılması, yani genel grev!
Evrensel gazetesinin hemen ertesi günkü başyazısında Emek Platformu’nun kuruluşu, sermaye ile emek arasında “cepheleşme”nin somutlaşması olarak değerlendiriliyor; şu tespitler yapılıyordu:
“Sermayenin saldırılarının üstündeki örtülerin kalkması ve hükümetin çok net bir tavırla, işçilerin, emekçilerin en temel haklarına yönelik saldırılarda perva tanımayan bir tutuma girmesi, emekçi örgütlerini de birleşmeye zorladı.
Emekten yana olanlarla sermayeden, IMF’den yana olanlar hızla ayrışıyor. Yöneticilerinin politik görüşleri birbirinden çok farklı olsa da, emekçi örgütleri hızla bir araya geliyor. Sermayenin çeşitli türden örgütleri zaten aynı cephede birleşmiş oldukları için, “sermaye cephesi” karşısında bir “emek cephesi” de oluşuyor.
IMF, büyük patronlar ve hükümetleri merkezli saldırının sadece belirli bir kesim işçiyi, emekçiyi kapsamaktan çıkıp genelleşmesi, saldırının 55 milyon emekçiyi ilgilendiren sosyal güvenlik gibi bir alana taşınması “tahkim” ve özelleştirmenin yeniden gündeme gelmesiyle emekçiler arasında had safhaya çıkan hoşnutsuzluk; DİSK’ten TMMOB’ye, Türk-İş’ten TTB’ye, Hak-İş’ten, KESK’ten Emekliler Derneği’ne, Türk Diş Hekimleri, Türk Eczacılar, Türk Veterinerler Birliğinden TÜRMOB’a geniş bir işçi, emekçi örgütleri kategorisini bir araya getirdi.
… Türkiye tarihinde ilk kez bu kadar geniş bir işçi, emekçi örgütü bir araya gelmekte; başka bir söyleşiyle emekçilerle sermaye arasındaki karşıtlık ilk kez böyle açık bir biçimde kristalleşmektedir.
Gelişmelerin seyri; bu türden emekçi örgütlerinin başındaki yöneticilerin, siyasal görüşlerinden “bağımsız” olarak “emeğin çıkarları doğrultusu”nda davranmaya zorlandığı, aksi halde temsil ettikleri yığınların duygu ve düşünceleri ile ters düşeceklerinin çıplak gözle görüldüğü bir sürece girilmiştir. Bu yüzden de gelişmeler, pek çok örgütü, yöneticilerinin siyasal görüşleri, bu tür cephede birleşmeleriyle çelişir görünmesine karşın, emeğin çıkarları doğrultusunda davranmak zorunluluğunu dayatmış bulunmaktadır. Örneğin, fikirleri hükümetteki partilere yakın yöneticilerin çoğunlukta olduğu kimi sendika ve kitle örgütlerinin böyle bir cephede yer almasının nedeni de budur.”
Elbette Emek Platformu, bir anda ve kimi sendika ve kitle örgütü yöneticilerinin aklına geldiği için kurulmadı. Tam tersine, son birkaç yıldır, hükümetlerin ve patronların işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarına saldırının son haddine gelindiği bir aşamada, yılların birikimleri üstünde ortaya çıktı Emek Platformu.
18 Nisan seçimleriyle işbaşına gelen 57. hükümet, özelleştirmeden sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine, ücretlerin düşürülmesinden kazanılmış hakların gasp edilmesine kadar pek çok konuda bir saldırı başlatacağını açıkça ilan etti. Saldırılar sadece laf düzeyinde de kalmadı; Meclis komisyonları da hızla çalışmaya koyuldu. “Uluslararası tahkim”in yasalaştırılması için Anayasa deşikliği, emekli yaşının yükseltilmesi ve sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilerek yerine özel sigortacılığın geçirilmesi için hızla harekete geçildi. Kamuoyunun yanıltılması için hükümet, bir “pembe tablolar” kampanyası başlattı. Sosyal güvenliğin nasıl güzelleştirileceği, tahkimle birlikte Türkiye’nin nasıl “kaynak” sıkıntısından kurtulacağı, enerji, Telekom, petro-kimya, TÜPRAŞ gibi büyük işletmelerin özelleştirilmesiyle ekonominin nasıl yoluna gireceği yolunda senaryolar yazılıp devasa medya aygıtı aracılığı ile ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılan bir kampanya başlatıldı. Ve bir yandan emekçilere; asgari ücretliye, kıt kanaat geçinen işçiye, memura “fedakârlık” çağrısı yapılırken, kamu emekçilerine 200 trilyon verilirse “enflasyon azar” diyenler, bir gecede bankalara, borsaya, büyük patronlara, rantiyecilere katrilyonlar aktarmada perva tanımadı. Öyle ki; çıkarılan kararnameler karşısında, ne verilse az bulmayı alışkanlık edinmiş büyük patron örgütleri, hükümet için, “daha ne isteyelim” içerikli “teşekkür ilanları” yayınladılar.
Bununla da yetinmeyen hükümet, işçilerin, sendikaların yıllardır “mezarda emeklilik” olarak tanımladıkları “sosyal güvenliğin tasfiyesi yasasını” ESK’ten çıkartmaya yöneldi. Böylece, DİSK ve Türk-İş’in de imzasını daha baştan alarak, işçi sınıfı içinde ve emekçi saflarda tam bir kargaşaya yol açarak, yoluna devam etmek istiyordu. Ancak tabandan gelen işçi baskısı karşısında sendika yönetimleri “mezarda emekliliğe”, “evet” diyemedi. Hükümet ve patronlar da baskılarını artırınca ESK’in çöküşü kaçınılmaz oldu. Ve hükümetin, uzun zaman süren büyük gayretlerle oluşturduğu ESK parçalandı.
Aslında, Emek Platformu’nun ortaya çıkması, bir bakıma, 28 Şubat kararlarıyla başlayan, emek güçlerini sermayenin arkasına takmayı amaçlayan politikanın somut ifadesi olan “5’li Sivil inisiyatif” ve ESK gibi sermaye yanlısı örgütlerin çöküşü anlamına da geliyordu. Bu, aynı zamanda bir dönemin sonuydu. Ancak, 17 Ağustos depremi ve depremin emekçi sorunlarını emekçilerin gözünde geriye ittiği koşullarda sermaye, hükümeti ve Meclis’i emekçi düşmanı yasaları ve Anayasa değişikliğini (tahkimle ilgili) Meclis’ten geçirerek kendisi için önemli bir başarı sağladı. Ancak; hükümetin ve arkasındaki yerli ve yabancı büyük sermayenin başarısı, onların “zafer”i anlamına gelmiyordu. Çünkü ne emekçiler tam olarak yenilgiye uğrayıp dağılmışlar, bütün mücadele imkânlarını yitirdikleri bir pozisyona itilmişler, ne de sermaye kendisi açısından amaçladığı bütün mevzilere ulaşmıştı.

EMEK PLATFORMU’NUN ÇELİŞİK YAPISI, ZAAFLARI VE ÖNEMİ
İşte yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız koşullarda işçiler ve kamu emekçileri, hak mücadelesine yöneldiler. Özellikle Temmuz başından itibaren bu mücadeleler, sadece büyük merkezlerde değil, az çok işçi merkezi sayılacak taşra il ve ilçelere de yayıldı. Sendikal platformlardan, sendikal birliklerden eylem kararları almaları, sendikaların ve konfederasyonların üst yönetimlerine çağrılar yaparak hak mücadelesinde tüm emekçilerin birleşmesi için gayret göstermeleri istendi. Yer yer çeşitli sendikal merkezlerden işçiler ve kamu emekçileri, merkezlerin inisiyatifini beklemeden doğrudan eylem birliğine de gittiler. Yani daha yukarıda Emek Platformu’nu oluşturan üst yöneticiler henüz bir araya gelmeden tabanda yerel düzeyde, iş ve hizmet birimlerinde birlikler, ortak mücadele kararlan ortaya çıkmıştı.
İşte Emek Platformu adını alan ve sendika ve kitle örgütü yöneticilerinden oluşan bileşim; bir yandan arkasına IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve büyük patronların desteğini alan hükümetin, öte yandan da tabandan gelen işçi emekçi baskısının altında toplandı ve bu iki baskı altında davrandılar. Bileşimi ve sendikal bürokrasinin karakteri nedeniyle de Emek Platformu’nun yöneticileri; baskı ne taraftan fazla gelmişse o tarafa doğru eğilerek, sınıflar mücadelesinin 3–4 yüzyıllık deneyimlerinden çıkan dersleri adeta yeniden doğrulayan bir laboratuar fenomeni gibi davrandılar.
Nitekim bu baskı kendisini sendikal bürokrasi, özellikle de Türk-İş’in şahsında en açık biçimde gösterdi, işçilerin baskısı karşısında sabah “mücadele”, “genel eylem”, “büyük gösterilerle yeri göğü sarsmak”tan söz eden Türk-İş yönetimi; akşam hükümetle görüşüp, “Hükümete teşekkür ederiz. Bizim istediklerimizin yüzde 90’ı hükümetin programı içinde var. Ecevit zaten eskiden beri işçi sorunlarına duyarlıdır” gibi ipe sapa gelmez, kendi içinde çelişen açıklamalarda bulundu. Sabah alınan kararları akşam iptal etti; aşağıdan ve yukarıdan baskı arttıkça da çelişkili kararların ve açıklamaların arasındaki süre birkaç saate kadar düştü.
Örneğin Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun bildirisi; hükümete, işçi sorunlarına karşı gösterdiği duyarlılık için teşekkürle başlıyor, sonraki maddelerde, “gerekirse, şu şu eylemlerin yapılacağı” sıralanıyor, en sonunda da “genel eylem”den söz ediliyordu. Ya da Türk-İş’in Genel Başkanı Bayram Meral, Emek Platformu’nun toplantısına girerken, “Artık anlaşma aşamasına geldik. Yüzde 90 hükümetle aynı şeyi düşünüyoruz” derken, toplantı sonrasında “eylem kararı” alındığını, birkaç saat sonra da sözlerinin yanlış anlaşıldığını açıklayabiliyordu.
Aslında diğer sendika merkezlerinin de çok farklı olduğu söylenemez. Çünkü Emek Platformu olarak tarif edilen kurumu oluşturanların önemli bir bölümü, iki ayağı ile sermayenin saflarında bulunan sendikal bürokrasinin ve çeşitli sağcı, milliyetçi partilerin üyesi, yöneticisi durumundaki kişilerdi. Hükümetle, düzen partilerinin en başındakilerle yakın ilişki içindeki bürokrasi, ister istemez hükümetin baskısı altına giriyordu. Nitekim Bayram Meral’in Ecevit’e, “Biz de bu konularda sizin gibi düşünüyoruz. Ama işçilerden gelen baskıyı göğüslemekte çok zorlanırız” dediği; Ecevit’in de “O baskıyı da biz göğüsleriz” diye aralarında anlaştıklarını bizzat Ecevit açıklamıştı. Bu durum, Meral’in Ecevit’le vardığı anlaşma, Türk-İş’in Başkanlar Kurulu’nda da tartışılmış, Meral’in tutumu tepkiyle karşılanmıştı. Pratikte de Bayram Meral’in hükümetle işbirliği “eylemleri iptale” kadar gitmiş; hatta Meral, Emek Platformu’nun dağıtıldığını duyurmuştur. Ancak, İstanbul merkezli 9 sendika ve İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’ndan başlayan ve Türk-İş Genel Merkezi’ni baskılayan, gerekirse Türk-İş’e rağmen Emek Platformu’nun kararlarının platformdaki diğer örgütlerle birlikte hayata geçirileceği ilan edilip bu doğrultuda bütün emek güçlerine yapılan çağrıdan sonradır ki Türk-İş Genel Merkezi, yeniden platform toplantılarına “dönmüş”, alınan kararların arkasında durmak zorunda kalmıştır.
Sendikal yönetimlerin kendi aralarında da rekabetten birbirini çekememeye kadar varan sorunlar olduğu da Emek Platformu’nun diğer bir gerçeğidir. Türk-İş’in üst yöneticilerine göre, kendilerinden başka kitlesi olan bir kuruluş yoktur; bu yüzden de DİSK, Hak-İş gibi konfederasyonları sırtlarında taşımanın, “onların kaprislerine göre eylem yapmanın” anlamı yoktur. DİSK, KESK için ise; “Türk-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen, eylem yapmaya niyetli olmayan sendikalardır; birlikte bir şey yapılamaz”dır.
Nitekim 24 Temmuz’a kadar yerel platformlar tarafından yapılan eylemlerde bu bölünme; Türk-İş ile DİSK, KESK bölünmesi sürmüş, birisinin yaptığı eylem çağrılarına diğerleri uymadığı gibi, “başarısız olması dilekleri”ni de eksik etmemişlerdir.
Sürece bir bütün olarak bakıldığında; Emek Platformu’nu oluşturan örgütlerin yöneticilerinin çoğunluğu, aslında emekçilerin sokağa çıkmasından yana değildi. Hatta hükümet ve düzen partileriyle el altından anlaşmış bulunuyorlardı. Ama “sosyal güvenlik”in tasfiyesi gibi çok önemli bir sorunda saldırılıyor olması, sendikal bürokrasiyi ister istemez sorunu tartışmaya ve eylem kararları almaya zorlamıştır. Bu aşamadan itibaren de tabandaki işçi baskısı, sendika şubelerinin baskıları, platform içindeki kimi güçlerden gelen baskılar, birer birer sınıftan yana sendika yöneticilerinin baskılan; Emek Platformu’nu hem bir arada tutan hem de kimi eylemleri yapmak zorunda bırakan baskılardı.

EMEK PLATFORMU ŞİMDİ DAHA BÜYÜK BİR ZORUNLULUK
Emek Platformu’nun, son eylemi olan 13 Ağustos 1999 iş bırakmasından sonra; hükümetin, sermayenin saldırılan daha da yoğunlaştı:
Bu saldırıların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
— Deprem felaketinin yol açtığı büyük altüst oluştan da yararlanan hükümet, “Mezarda emeklilik”i yasalaştırdı. Tahkim, hem de geriye dönük ve yerli tekellerin de yararlanacağı bir biçimde çıkarıldı.
— Bütçe; borç-faiz bütçesi olarak bağlandığı gibi, hükümet memur maaşlarındaki artışı yıllık yüzde 25’le sınırlarken, tüm diğer sektörlerdeki sözleşmelerin de yüzde 25’i aşmaması konusunda prensip belirledi.
— Bu yıl yapılacak olan özel sektör TİS görüşmelerinde büyük patronlar, sözleşme zamlarının yüzde 25’le sınırlanmasında ısrarlı olacağını açıkladığı gibi, sosyal haklar, esnek çalışma gibi konularda da ısrarlı olacaklarını şimdiden ilan etmişlerdir. Dahası, daha önceki yıllarda yapılmış sözleşmelere uymamak için büyük patronlar birbirlerini kışkırttığı gibi, bu konuda kamuoyu da oluşturulmaktadır.
— Özelleştirmede atılacak adımlar hızlandırıldı. Telekom’un özelleştirilmesi için yasa değişiklikleri yapılırken, enerji santralleri ve dağıtım ağları ile TÜPRAŞ ve petro-kimya tesislerinin satışı için tarihler konuldu.
— Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinin ikinci adımı olan emeklilik sigortası ile sağlık sigortasının ayrılarak sistemin özel sektörü kâr alanı haline getirmesi için yapılan çalışmalar son aşamaya getirildi.
— İş Yasası’nın esnekleştirilmesi ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması için hazırlıklar yoğunlaştırıldı. Bu bağlamda İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun dağıtılması, yerine İŞKUR’un geçirilmesi için hazırlıklarda son aşamaya gelindi.
— İş güvencesi ve işsizlik sigortası getirileceği gerekçesiyle, kıdem tazminatlarının ortadan kaldırılması için hazırlıklar da tamamlandı. Sadece uygun ortam bekleniyor.
— İş, sendika ve grev yasasının demokratikleştirilmesi için uzun yıllardan beri öne sürülen işçi istemleri konusunda hükümette hiçbir hazırlık yoktur.
— Kamu emekçilerinin yıllardır uğruna mücadele ettikleri “grevli toplusözleşmeli sendika”nın yerine bir “dernek düzeyine indirgenmiş sendika” için hükümet, “devlet güdümlü” sendikalarla da anlaşmalı olarak çalışmaları başlatmış, yeni tasarıyı Meclis Genel Kurulu’na göndermiştir.
— Tarımın çökertilmesi için de bütün hazırlıklar son aşamaya geldi. Önümüzdeki yıldan itibaren “destekleme alımlarına son verileceği” açıklandı.
Ve bütün bu konularda; IMF ve Dünya Bankası’na hükümet tarafından söz Verildiği, bu yüzden de bunlardan vazgeçilemeyeceği de artık hükümet yetkilileri tarafından açıkça söylenmektedir.
İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçiler için gündem böylesine sıkışmışken, Emek Platformu, gündemsiz toplantı çağrıları ve durmadan ertelenen kararlar alarak oyalanıyor. Daha da önemlisi, işçi sınıfını, emekçileri oyalıyor.
Ancak, bütün zaaflarına ve bütün oyalama ve geri çekme eğilimlerine karşın Emek Platformu, bugün de en az dünkü kadar önemli bir ihtiyaç. Çünkü şu anda, bütün emekçiler birleştirilecekse, ister istemez onların meşru ve herkes tarafından kabul edilen örgütlerinin bu mücadelenin içinde olması bir zorunluluktur. Bu yüzden de; son aylarda illerden, çeşitli sanayi bölgelerinden, Emek Platformu’nun toplanarak mücadele kararı alması doğrultusunda yapılan çağrılar doğrudur ve emekçilerin acil ihtiyacını yansıtmaktadır.
Yine, çeşitli sanayi bölgelerinde, merkezi emek platformuyla yetinmeyip “yerel emek platformlarının oluşturulması” doğrultusundaki istekleri de aynı derece doğru ve önemlidir. Yine bölgelerde, yerel emek platformlarının oluşması için gösterilen çabalar yerinde, ama henüz yetersizdir. Üstelik “Emek Platformu”nu mümkün olan en geniş emekçi kesimleri birleştirmek amacıyla oluşturmak, örneğin TESK ve TZOB gibi kuruluşları da içine alarak genişleyen bir platform olarak ele almak, böyle bir perspektifle hareket etmek doğru, günün ihtiyaçlarına uygun bir yaklaşımdır.
Ama şu da bir gerçek ki, bu örgütlerin içinde bulundukları durum, politik pozisyonları göz önüne alındığında, bugün Emek Platformu’nda olabilecek bazı örgütlerin ancak mücadelenin ilerleyen aşamalarında ve tabanlarından gelecek baskılar doğrultusunda bu birlikte yer alacakları da, bilinmesi gereken diğer bir gerçektir.
Bir başka hatırlatılması gereken şey de şudur: Merkezi Emek Platformu’na paralel olarak yerel düzeyde oluşturulacak ve kitle örgütleri ve sendikaların yerel yöneticilerinden oluşacak yerel emek platformlarının da yeterli olması beklenemez. Özellikle ’99 Temmuzu’nda yaşananlar göstermiştir ki, sınıfın ileri kesimleri mücadelenin başına geçmeden ve sınıfın ana kitlesini hareketlendirecek biçimde işyeri örgütleri, işyerlerinde Emek Platformu’nun uzantısı olarak mücadele komiteleri oluşturulmadan merkezi Emek Platformu’nun aldığı kararları yaşama geçirmek zor olacak, hatta imkân dâhilinde olmayacaktır. Dahası bu işyeri örgütleri, merkezi ve yerel emek platformlarının kararsızlıkları karşısında da hareketin dayanağı olacağı gibi, “yukarının” doğru rotadan sapmaması için de tek garantidir.
Başka bir söyleyişle işyerlerinde, üretim ve hizmet birimlerinde oluşacak mücadele merkezleri; hem sendika yönetimlerinin yan çizmesine karşı hem de merkezi Emek Platformu’nun tahrip edilmesi için yönelecek içerden ve dışardan baskılara, provokasyonlara karşı da güvencedir. Temmuz-Ağustos ’99’daki eylemler sırasında işyeri örgütlerinin büyük ihtiyacı kendisini duyurmuş, sendikal bürokrasi, hükümet ve sermayeden gelen baskılara teslim olduğunda ve şubeler önemli ölçüde mecalsiz kaldığında, hareket işyerlerinden yeni bir dalga olarak ortaya çıkma ve dağılan güçleri yeniden toparlama yeteneğini gösterememiştir. Bunun asıl nedeni de üretim ve hizmet birimlerinde, yığınlarla doğrudan bağ içinde “mücadele komiteleri”nin olmayışıdır.
Ama bütün bunlardan öte; önümüzdeki süreç eğer Temmuz ’99 gibi yüz binlerce işçinin bir protestosu ve kararsızlık içinde yapılmış kimi kitlesel protesto eylemleriyle sınırlı bir dönem olarak algılanırsa; elbette mücadele daha baştan kaybedilmiştir. (Zaten Temmuz-Ağustos ’99’un da ana zaaflarından birisi bu eylem anlayışının egemen olmasıydı.) Çünkü hükümet, büyük patronlar ve uluslararası sermaye merkezleri; “İşçiler, emekçiler protesto eder, sonra da döner işlerini yaparlar. Biz de onlar evlerine, işlerine döndükten sonra bildiğimizi okuruz” diye düşünmektedirler. Bugüne kadar sendikal bürokrasinin etkisiyle şekillenen işçi ve emekçilerin eylem çizgisi, sermaye güçlerinin, ne yazık ki, böyle bir yorum yapmasına olanak verecek doğrultudadır.
Oysa yukarıda sıralanan sorunlar, sermaye güçlerinin yeniden yapılanma operasyonunda bulundukları aşama; bir “protestoyu” değil bir “hesaplaşmayı gerektiren” aşamadır. Bu yüzden de yukarıdan çağrısı yapılacak bir iki gösteri ve birkaç günlük iş bırakmalarla sorunların çözülmesini beklemek, hükümetin geri adım atmasını ummak bir ham hayaldir. Tam tersine, sorunların boyutu, sermaye ve emek güçlerinin “tam bir hesaplaşmasını” gerektirecek mahiyettedir. Çünkü hükümet ve sermaye, yüzdelik “ücret zammı” gibi “salt ekonomik” konuları bile bir ilke sorunu haline getirmişken, işçilerin, emekçilerin özelleştirmeden sosyal güvenliğe kadar bir dizi temel sorunda elbette büyük mücadelelere hazır olması gerekecektir. Bu ise; işyerlerinde, temsilciler etrafında ve sınıfın ana gövdesini de kapsayacak biçimde yeniden örgütlenmesini zorunlu kılacaktır. Üstelik bu çalışmanın sendikalı-sendikasız farkı gözetmeksizin mümkün olan bütün işyerlerine, üretim ve hizmet birimlerine yayılması gerekecektir. Yani bugün sıkça sözü edildiği gibi, “Şu sendikalar, bu konfederasyonlar varsa biz yokuz” gibi solcu gevezelik lüksü yoktur kimsenin. Eğriyi doğruyu da laf değil mücadele ayıracaktır. Ortaya konan talepler etrafında herkesi birleştirmek, hiçbir gücü heder etmemek, mücadelenin dışında kalanların emek düşmanı olduğunun ilan edileceği bir mücadele hattında birleşmek, günün en acil görevi olarak karşıda durmaktadır. Şu veya bu kriterlerle emek güçleri arasında yeni bölünmeler yaratmanın asla kabul edilemez olduğu bir süreçtir, içinden geçilen süreç.
Hükümet ve sermayenin işçi sınıfı ve emekçileri tümden teslim alma taktiğini uygulamaya soktuğu süreç, bir hesaplaşmayı gerektirecek kadar ciddidir. Ama bu hesaplaşma kıdem tazminatlarında mı, özelleştirmede mi, yoksa toplusözleşme nedeniyle mi ya da başka bir nedenle mi başlayacaktır, elbette şimdiden bilmek zor. Ama şu bir gerçek ki, bugün sınıf partisi, sınıfın ileri unsurları ve sendikalar; işçi sınıfını, kamu emekçilerini, tüm emekçileri böyle bir hesaplaşmaya hazırlamak, bunun için gerekli aydınlatma faaliyetini gerçekleştirmek, işyerleri ve yerel düzeyde mücadele örgütlerinin, yerel emek platformlarının oluşturulmasına yardımcı olmak, bunları bizzat kurmak, en geniş işçi ve emekçi kesimlerin mücadeleye çekilmesi için hiçbir gayretten geri durmamak durumundadırlar.
Bugünün en güncel ve en acil görevi budur.

Mart 2000

Avrupa Birliği ve sol

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliğinin kabul edilmesiyle 2000 yılı tantanası aynı zamana denk düşünce, “çağ atlamak”, “uygarlık yolunda Türk adımını atmak” gibi, birbirini tamamlayan ilkel ideolojik propagandaların da bir fırtına gibi esmesinin önü alabildiğine açıldı.
Bir yandan “sokaktaki adam”ı avlamaya, avutmaya, olup bitenleri yine bir sebeple’ sineye çekmesine bir başka arka kapı aralamaya yarayan bu şiddetli reklâm kampanyası, kendisini daima “sokaktaki adam”ın üzerinde bir yere koyan aydınları da etki alanına alarak genişledi.
Kimi, sermaye çıkarlarının nerede olduğunu iyice bilerek ve isteyerek sevinçle, kimi bıkmışlığından, “yapacak bir şey kalmamış” olduğuna inandığından sineye çekerek, kimi siyasi olarak en azından konjonktür bakımından işe yarayacağını oportünistçe düşünüp hesaplar yaparak, AB aday üyeliğini onayladı.
Kamuoyunda, Avrupa Birliği’ne üyelik için, “sakatat ve lahmacun yememek”ten, “insan hakları ve demokrasiye tam uygunluk” gibi, ikisi de bir diğeri kadar yanıltıcı “koşullar” bulunduğuna dair bir kanı yerleştirildi. Medya köşeleri, bir başka açıdan bakışı, örneğin “Onlar Ortak Biz Pazar” gibi sloganları, “çağdışı” olarak ilan etmeye hazırdı ve bunun için, sağdan soldan, her türlü desteği bulabilecek geniş bir çevreyi harekete geçirebiliyordu. Bu, Avrupa’ya girişin, Türkiye için bir uygarlık aşaması olduğu yanılgısını yerleştirmek için kullanılan sloganların değişik kamuoyu tabakalarına yönelik uyarlamalarıydı. Görünüşe göre, Türkiye otuz yıldır aşındırdığı Avrupa kapısına, işte tam yaklaşmıştı, bu yüzden de, bütün vatandaşlara, devlet kurumlarına uygar davranma görevi düşüyordu.
Sorun böylece sadeleştirilince, Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkileri siyasi, askeri, ekonomik sonuçlarıyla birlikte düşünmek ve tartışmak ancak sınırlı bir çevrenin etkinliği olarak kaldı.
Bir kısım “solcu”, “Hangi Avrupa” gibi, gerçekten çağı geçmiş bir soruyu tartışarak bir ucundan AB’ye girişe karşı muhalefet meydanından çekilmiş; Kürt sorununu, Abdullah Öcalan’ın idamı meselesine indirgemiş olanlar ise çoktan bu gelişmeyi onaylamış, daha ötesi var mı diye beklemeye başlamıştı. Yıllar boyunca Avrupa Birliği, Ortak Pazar, Gümrük Birliği gibi kurumlara karşı keskin muhalefetle halktan oy toplamış olan “Müslüman” takımı ise, “türban Fransa’da serbest, Avrupa Birliği din üzerindeki baskıyı kaldıracak…” gibi sözleri gevelemeye başlamıştı.
“Kemalist, devletçiler, “milliyetçiler”, “ikinci Cumhuriyetçi”ler, tümü, olanlardan memnundu. Avrupa Birliği aday üyeliği statüsünü, kesin ve açık bir muhalefet konusu olarak ele almak, yalnızca emek cephesinden ve işçi sınıfı içinden düşünerek mümkün olabiliyordu.
Bunda şaşacak bir şey yok.
Demokrasi, insan hakları, uygarlık, kültür, insanlık vb. gibi kavramları toplumsal hareket ortamında değil de uluslararası ilişkiler düzleminde aramayı geleneksel bir tutum olarak benimsemiş Türkiyeli aydın, üstelik “küreselleşmiş” bir dünyanın insanı olarak, sınıf mücadelesi gerçeğiyle ve buna bağlı bütün düşünsel araçlarla ilişkisini de kesmiş bulunuyor.

AVRUPA EMPERYALİSTTİR
“Avrupa Birliği”ni, Avrupa’nın devrimci tarihinin bir sonucu olarak gösteren ve bu kavramın ifade ettiği bütün değerlerin günümüzde de geçerli olduğu kanısını yaratmaya yönelik “solcu” propaganda, konuyu asla ekonomik, siyasal, askeri sonuçlan açısından ve emek hareketine getireceği yükler bakımından ele almaya yanaşmıyor. Giderek, “emperyalizm”, “sınıf mücadelesi” vs. gibi kavramlarla konuyu tartışmanın, bir “geri kalmışlık” belirtisi olduğunu ileri sürebiliyor. Avrupa, “aydınlanma”nın, “insani duyarlık”ların, “etik ve estetik değerler” in kaynağı, anavatanı olarak hatırlanıyor, sanki Avrupa Birliği’ne girmekle, bütün bu kavramlardan örülü bir dünyaya gireceğimiz hayali üzerinden konuşuluyor.
Denildiğine göre, Türkiye’nin Birlik üyeliği konusunda, Avrupa’nın muhafazakâr sağcı kesimlerinin perspektifleri ile sol-liberal çevrelerinin görüşleri arasında temelli farklılıklar bulunuyor ve bugün Türkiye’nin aday üyeliğini biçimlendirenler, bu ikinciler oluyor. Bu yüzden de, üyelik koşulları, demokrasi, insan hakları evrensel değerleri ve standartları ile belirleniyor. Avrupa sağının Türkiye’nin üyeliğine karşı olan tutumlarında “İslamiyet”, “milliyetçilik” “post-modern ırkçılık” rol oynuyordu, ama bunları şimdilik saklı tutarak, sol-liberallerin Türkiye’ye çağrısına ses çıkarmamışlardı.
Bu görüşe göre, sol-liberaller, “portresi, kronik Kürt sorunu, darbeler, askerin siyasal ağırlığı, işkenceler ve yasaklarla çizilen Türkiye’nin, bunlara rağmen ve bunları aşabilmesi için ve de bunu başarabilecek potansiyele sahip olduğuna inanılarak, AB’ye katılması yönünde çalıştılar.” (Ömer Laçiner, Birikim, 129, Ocak 2000, s. 6)
Bu analiz, tümüyle idealisttir ve AB aday üyeliğinin reddedilemez bir değer olarak kabul edilmesini sağlamaya yöneliktir; böylece de pek çok temel gerçeğin üstünü örtmektedir. Burada, dinlerden, kültürlerden, kavimler tarihinden, solculardan, muhafazakârlardan, liberallerden vs. söz edilmekte, ama bankalardan, tekellerden, çiftçilerden, işçilerden, emek ve sermaye çelişmesinden, emperyalistlerden, bunlar arasında sürüp giden kanlı kavgalardan, Türkiye’nin aday üyeliğinin birdenbire neden ve nasıl güncelleştirildiğini açıklayabilecek hiçbir maddi ilişkiden söz edilmemektedir. Süreçte, nereden kaynaklandığı meçhul ideolojiler, siyasetler rol oynamakta, ama tarihin maddi güçlerinden, siyasetleri ve ideolojileri belirleyen maddi çıkarlardan ve ilişkilerden söz edilmemektedir. Böylece, ortaya bir dinler çatışmasını kafalarına takmış gericilerle, bunu aşmış ilericiler arasındaki “fikir mücadelesi” sonucunda Türkiye’nin adaylığı kabul edilmiş, bize de bu mücadeleyi kazanan aydınlanmacı, ilerici, etiği estetiği yerinde adamların açtığı yoldan yürümek kalmış…
Ne kadar “bayatlamış” bir slogan gibi görülürse görülsün, içeriğinin hep taze kaldığını deneyerek ve görerek tekrarlamak gerekir ki, Avrupa emperyalisttir. Avrupa Birliği, en son Seattle gösterileriyle dünya gündemine giren gaddar ve yağmacı Dünya Ticaret Örgütü’nün başlıca kurucularının etkinliğinde bir kurumdur. DTÖ, bütün dünyada en pervasız insan hakları ihlalcisi kararların kaynağı ve koruyucusudur. Bir yandan Avrupa Birliği’nde, insan hakları ihlallerinin sistematik olarak ihlal edildiği ülkelerden ithalat yapılmasının yasaklanması kararı çıkarılırken, diğer yandan aynı ülkelerin temsilcileri, DTÖ’de bu kararı geçersiz kılan yeni kararlar alabiliyorlar. Bu, AB’nin “çelişkili” bir birlik olduğundan çok, emperyalist çıkarlarla insan hakları arasındaki çelişkiyi gösterir.
İnsan hakları ve demokrasi konusunda bir güvence olarak görülen AB’ye üye ülkeler içinde insan haklarının ve demokrasinin durumu, emperyalizme yakışır bir düzeydedir. “Küreselleşme”nin bir gerçeklik değil, bir hedef olduğunu bilen bu ülkeler burjuvazisi, sermaye tarihinin bu en kapsamlı planını gerçekleştirmek için çalışmaktadır ve şimdi insan hakları da, demokrasi de, yalnızca bu hedefin gerçekleşmesinin ihtiyaçlarına yanıt verdiği ölçüde yararlıdır. Türkiye ile ilgili hesapların görmezden gelinerek, bolca kullanılan “insan hakları” kavramına bakarak, bunların sahiden insan hakları savunucusu olduklarına inanmak için, gerçekten fazlaca bunalmış olmak gerekiyor.
Kimileri, demokrasinin ve insan haklarının emperyalizm eliyle gelemeyeceğini söyleyenlere karşı, “gelsin de nereden gelirse gelsin, babam niye istemiyorsunuz?” diyor, kimileri, (Taner Akçam) “Onlarda ne kadar varsa onu getirsinler, yeter de artar; biraz da biz ölelim!” diye yazıyor.
Ve bütün bunları, İngiltere’deki, Danimarka’daki, Fransa’daki, Almanya’daki insan hakları ihlalleri ve anti-demokratik uygulamalar örnek olarak gösterildiğinde söyleyebiliyorlar.
Hiç kuşkusuz, bir ülkede antidemokratik uygulamalar ve işkence, insan hakları ihlalleri var diye, onun emperyalist olduğuna hükmedemeyiz. Emperyalizmin belirleyici unsurları, bunlardan farklıdır. Her şeyden önce, mali sermaye tekelciliği, sermaye ihracı, azami kâr, sermayenin uluslararası bir nitelik kazanması, dünyanın başlıca emperyalist ülkeler tarafından paylaşılması gibi olgular, emperyalizmi belirler. Dünyanın, artık “emperyalist olmayan bir kapitalizmi yaşadığı” iddiası, bütün bu olgular hakkında da bir şeyler söylemelidir.
Emperyalizm, günümüz dünyasındaki uluslararası ilişkileri anlamaya ve açıklamaya elverişli bir kavram olma özelliğini yitirmemiştir.
Avrupa sermayesinin genel eğilimlerinin, bu eğilimleri politika düzeyinde işleyen ve eyleme geçiren çevrelerin temel niteliklerinin, liberallik ya da muhafazakârlık gibi biçimlerden özü bakımından etkilenmeden, yüz yıllık bir süre boyunca aynı kaldığını görebiliriz. Avrupa sermayesine niteliğini kazandıran temel özellik, onun tekelci ve emperyalist oluşudur. Tekelciliğin tarihi boyunca bunun, “solcular”, “sosyalistler”, liberaller, faşistler eliyle sonuçları, işleyiş mekanizmaları bakımından değişmeden yürütüldüğünü gördük.
Balkanları kana boyayan saldırgan, kışkırtıcı, “böl yönet”çi politikaların, “çağı geçmiş” kralların, feodal orduların değil, günümüz uygarlığının eseri olduğunu biliyoruz. Ortadoğu üzerindeki hesapların sahiplerinin, Fransız “sosyalistlerinin, İngiliz centilmenlerinin, ABD emperyalistlerinden daha insaflı olduğuna, daha insani olduğuna yalnızca bölgenin işbirlikçileri inanıyor.
Avrupa, bankalarıyla, tekelleriyle, uluslararası konsorsiyumlarıyla, ordularıyla, gizli servisleriyle, emperyalisttir.
“Demokrasi ve insan hakları değerlerine sahip Solcu liberallerde, sağcı, muhafazakârlar arasında, emperyalist politikalar bakımından herhangi bir fark yoktur, olmayacaktır.
Avrupa Birliği, emperyalist bir kuruluştur.
Tekelci sermayenin gerek kıta üzerinde, gerekse bütün dünyada daha etkili, daha çok kar ederek dolaşabilmesinin bir aracından başka bir şey değildir.
Türkiye, bu kuruluşun içine, elbette “adam olsun, medeniyet görsün” diye alınmıyor.
Ama böyle düşünenlerin adına, Laçiner ekliyor: “Sosyalistler, sol ve liberal Avrupa’nın yığınla eksiğinden, tıkanmış damarlarından söz edebilirler. Ama bu o Avrupa’ya katılmamanın bir gerekçesi değil… tam aksine -eğer kendi tıkanmalarını da aşabilme umut ve şevkini duyabiliyorsa- bir an önce katılım kanallarını genişletme ve zenginleştirme çabasının ‘iticisi’ olabilir ancak.”
Demokrasinin, insan haklarının, ihraç edilmiş sermaye gibi ülkeye gireceği beklentisine, aynı kanaldan “kaliteli sosyalizm” akacağı umudu da eklendi demek.
Herhangi bir toplumun kendisine özgü kurumlar oluşturabilmesinin, ancak yine kendi dinamikleri ile olanaklı olduğuna inanıyoruz. Özellikle bunlar, toplumun çoğunluğunu ilgilendiren hak ve çıkarlar ise, yine o toplumun çoğunlukta olan kendi güçleri ile yaratılabilirler. Demokrasi, insan hakları, kültür vs. daima ve çağımızda hemen hemen yalnızca, işçi ve emekçi yığınlarının ihtiyacıdır, onların talebidir. Ve yalnızca onların talebi ise gerçekleşebilir. Ama bunu görebilmek için, ülkeye ve dünyaya emekle sermaye arasındaki mücadelenin içinden bakmak gerekir. Oysa pek çok aydın, Türkiye’nin bu bakımdan kendi olanaklarını tükettiği, ya da hiç böyle dinamiklere sahip olmadığı inancındadırlar. Türkiye’ye demokratik ve insan haklarına saygılı bir sistemin ancak başkalarının eliyle gelebileceği düşüncesi, temelde bütün toplumsal, entelektüel, siyasal güçlerini tüketmiş bir ülkede yaşandığı inancına dayanmaktadır. Her şeyden önce de, işçi ve emekçi sınıfların tam anlamıyla “sıfırlanmış” olduğunu düşünmek anlamına gelmektedir.
Yine aynı çevrelerce dile getirilen bir başka görüşe göre, Türkiyeli solcular, sosyalistler, AB üyeliğini, “beğenmedikleri” Avrupa’yı “dönüştürmek” için bir fırsat olarak görmeli ve üyeliğe laf olsun diye karşı çıkmamalıdırlar. (Bk. A. İnsel, Ö. Laçiner, Bülent Peker vs.)
Yine aynı noktaya gelip dayanıyor: Solcu, sosyalist her kimse, eğer kendi sınıf hareketinin bir unsuru değilse, eğer sınıf mücadelesinin gücünü toplumsal dönüşüm için tek araç olarak görmüyor ise, düşünceleri ne kadar parlak, kanıtları ne kadar inandırıcı olursa olsun, burjuvazinin bir kurumunu, dönüştüremez de, yıkamaz da.
İdeolojiler ve siyasetler, toplumsal maddi güçlere bağlıdır. Kendinden menkul liberallik, solculuk, muhafazakârlık yoktur, olmayacaktır. Avrupa’nın bir sınıf mücadelesi alanı olarak görülmesi demek, Avrupalı işçi-emekçi hareketleriyle birlik demektir. Onlarla birlikte ve onların da düşmanı olan Avrupalı tekellere ve onların kurumlarına karşı mücadele demektir. Egemen sınıf devletleriyle, onların kurumlarıyla ve temsilcileriyle aynı platformda birleşmek, tartışmak vs. değil.
Esasa gelelim.
“Enerji koridoru”, uzunca bir süredir, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgeyi tanımlamak için kullanılan bir deyim. Ortadoğu ve Orta Asya, petrol ve doğalgaz kaynaklarının bu zengin merkezleri, özellikle 70’li yılların ortalarından itibaren, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, bütün emperyalistlerin özel ilgi alanı halini aldı. Türkiye’nin “Avrupa Birliği Üye Adayı” statüsünü “kazanmış” olmasının bu olgunlaşmış jeostratejik kavram açısından düşünülmesi, bütün o şatafatlı propagandanın ardında yatan temel gerçeklerden en az birisini yakalamak anlamına gelecektir.
Bu kavram açısından bakıldığında, yakın zamanda birbiri ardına gelişen, çoğu ilk bakışta “şaşırtıcı”, ya da deprem gibi doğal olaylara bağlanarak açıklanabilir hale getirilmeye çalışılan “sürpriz” olaylar, politik anlamlarına oturabilmektedir. Abdullah Öcalan’ın derdest edilip teslim edilmesinden, Türk-Yunan kardeşlik atmosferinin yaratılmasına, Denktaş’ın başı ellerinin arasında kederli bırakılmasına, İsrail-Suriye ve Türkiye yakınlaşmasına, son olarak da aday üyelik statüsünün tanınmasına kadar pek çok olay, aynı çerçevede, aynı bağıntılar sisteminde gerçekleşmiş gibi görünmektedir.
Avrupa Birliği’ne üye olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok eski bir rüyası olmasına karşın, ancak bu dönemde ve özel bir plan çerçevesinde gerçekleşti.
Başta ABD olmak üzere bütün emperyalistler, Türkiye’nin, “enerji koridorundaki” rolünü oynayabilmesi için, bölgenin istikrarlı, komşularıyla sorunsuz, iç problemlerini olabildiğince çözmüş bir ülke haline gelmesi gerektiği konusunda adeta görüş birliği içindedirler.
Şematik olarak ele alındığında, Türkiye’nin sorunlu komşuları denilince yakın zamana kadar ilk akla gelenler, Yunanistan ve Suriye idi. Suriye ile olan sorunların düğüm noktası, PKK ve özellikle de Abdullah Öcalan’ın bu ülkenin siyasi sınırları içinde kalıyor olması idi.
Yunanistan ise, Ege kıta sahanlığı, Kıbrıs ve aperatif türünden “Batı Trakya” gibi sorunlarla birlikte Türkiye’nin gündemindeydi.
Suriye, uluslararası bir operasyonla, Türkiye’nin en yakıcı sorununun öznesi gibi görünmekten çıkarıldı. Daha ileri gidilerek, İsrail’in de içinde bulunduğu üstü örtülü bir ittifakın içinde, Türkiye’nin “yakın dostu” pozisyonuna doğru itilmeye başlandı. İsrail ile Suriye arasındaki sorunların ABD denetiminde ve zorlamasıyla çözüm yoluna sokulması, Türkiye ile İsrail arasında gelişen ilişkilerin bir Arap ayağı ile tamamlanması anlamına geliyordu. Türkiye İsrail yakınlaşması, önce yalnızca “teröre karşı işbirliği” biçiminde göründü. Sonra daha kapsamlı askeri, teknolojik ve ekonomik anlaşmalarla tamamlanan bu ilişkinin, “Ortadoğu’nun yeni dizaynı” olarak adlandırılan ilişkiler içinde anlamı olduğu görünmeye başladı.
Diğer komşular, şimdilik, komşudan sayılmıyor. Örneğin İran, hâlâ sorunlu bir ülke olarak kalması gerekenler listesinde tutuluyor. Irak, Türkiye’nin acil maddi çıkarlarına karşın, aynı listede yer alıyor. Rusya, gerginliğin denetimli olarak sürdürüleceği bir konumda görülüyor. Çünkü “enerji koridoru” kavramı, dolaysız olarak Rusya ile çelişmeleri ve çatışmaları haber veren bir kavram. Bulgaristan ise, bu büyük oyunda bir joker.
“İç istikrar” kavramına gelince: Bu, daha çok Kürt sorunu ile ilgili emperyalist çözüm biçimlerini kapsıyor. Kültürel hakların tanınması ile sınırlı bir kabul, şimdilik sorunun çözülmesi anlamına gelecek. Böylece, geçen bir dönem boyunca toplumsal muhalefetin ana temalarından birini oluşturmuş bulunan sorunun taraflarından birini, Avrupa kavramı ekseninde plana dâhil etmek mümkün oluyor.
Planın ana hedefinde, Türkiye’nin emekçileri bulunuyor. Avrupa Birliği, emperyalist bir oluşum olarak, ABD ile çelişmeleri bir yana bırakılırsa, “Enerji Koridoru” üzerinde, üstelik kendi sermaye gruplarının olağanüstü avantajlar elde ederek etkili olduğu bir konum ele geçirmeyi düşünüyor ve Türkiye, asıl bu bakımdan önem kazanıyor.
Ancak Türkiye’nin, bu konumda yer alabilmesi için, sermaye dolaşımının önündeki pürüzlerin tümüyle temizlenmesi gerekiyor. Piyasa koşullarının belirleyici olduğu bu çerçevenin geçmişteki mimarları, yeryüzünde kutupsuz bir uluslararası ilişkiler dönemi açıldığına, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte karar vermişlerdi ve Türkiye’nin bu yeni kompozisyonda tutacağı yer üzerine planlar, o dönemde geliştirilmeye başlamıştı.
ABD ve İngiltere, Reagan ve Thatcher simgeleriyle, dünyada piyasa ekonomisinin yeniden ve bütün koşullarıyla egemen olabilmesi için elverişli koşullar bulunduğunu ilan ederek, bütün ülkelerde “sosyal devlet” uygulamalarına son vermeyi, işçilerin ve emekçilerin yıllar süren mücadeleler içinde kazanılmış haklarını ve çıkarlarını sermaye lehine yıkmayı hedefleyen ve kapitalizmin “vahşi” çağını hatırlatan bir yeniden yapılanma sürecini başlattılar.
Onlara, Türkiye’de Özal dönemi denk düştü.
12 Eylül rejiminin tekelci burjuvaziye sağladığı siyasal ve ekonomik avantajlar ortamında, Türkiye böyle bir geçişi en kolay gerçekleştirebilecek ülkelerden birisi olarak görünüyordu. Türkiye’ye paralel olarak, benzer devrimci süreçlerden geçmiş, aynı türden faşist askeri rejimler tarafından ezilmiş, aynı planların parçası olarak kabul edilmiş Latin Amerika ülkeleri de, “liberalizasyon” denilen yeni saldırının ilk hedefleri arasında yer alıyordu. Hammadde kaynakları bakımından zengin ve ucuz emek cenneti olarak tanımlanan bu ülkelerin bir diğer ortak özelliği, işçi sınıfı ve emekçilerin dönem dönem kazandıkları sendikal ve ekonomik haklar bakımından “göze batacak” bir düzeyde bulunmalarıydı. Arjantin, Meksika, Brezilya ve irili ufaklı diğer Latin Amerika ülkeleri…
Her birinde halk muhalefeti, büyük bir zorbalıkla bastırılmış, sendikalar, sosyal güvenlik kurumları eritilmiş, muhalif siyasi partiler kapatılmış ve emperyalizmin büyük dünya egemenliğinin önündeki engeller temizlenmişti. 60’lı yılların ortalarından başlayıp, bütün bir 70’li yıllar boyunca, üç kıtada esen devrimci fırtınaların yerini, şimdi “dikensiz gül bahçesi” görünüşü almıştı.
Ancak emperyalizm, herhangi bir biçimde bununla yetinemezdi. Azami kâr kuralı, herhangi bir ülkeyi dışta bırakmayı kabul etmiyordu.
Özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve esnek üretim gibi kavramlar, yine bu dönemde emek hayatına girdi.
Geçen zamana kuşbakışı bir göz attığımızda, Türkiye’nin son yirmi yıllık serüveninin, genel olarak dünya çapında özel olarak da bölge koşullarında biçimlenen emperyalist bir politikanın sonuçlarından ibaret olduğunu görebiliyoruz.
Türkiyeli işçi ve emekçileri Latin Amerika ülkeleriyle aynı potada birleştiren genel saldırının yanı sıra, bir de bölgesel özellikleri dolayısıyla özel olarak düzenlenmiş saldırılar kuşatıyor.

KAFKASYA VE ORTA ASYA
Orta Asya petrollerinin ve doğalgazın, hangi kanaldan dünya pazarına açılacağı, elbette yalnızca teknik bir sorun değil. Bu hayati ve pahalı enerji hammaddeleri, gerek çıktıkları topraklarda, gerekse pazara ulaşmak için kat ettikleri yol boyunca geçtikleri ülkelerde, siyasal, ekonomik bir dizi soruna yol açıyorlar ve emperyalistler arası ilişkinin doğasına uygun olarak bu sorunlar, silahla çözülmeye çalışılıyor.
Şu anda, bölgesel çatışmalar olarak görünen savaş, aslında emperyalistler arasındaki bir savaştır ve gittikçe daha şiddetli ve daha çok ülkeyi içine alacak biçimde genişleme eğilimi göstermektedir. Türkiye, SSCB’nin yıkılıp Rusya Federasyonu’nun belli belirsiz ve oldukça zayıflamış bir biçimde kurulmasından bu yana, Kafkasya’da ciddi bir varlık göstermeye çalışmaktadır. Azerbaycan başta olmak üzere, Gürcistan, Ermenistan, Çeçenistan topraklarında, yasal ve yasadışı her türlü organizasyona burnunu sokmakta, darbeler tezgâhlamakta ya da tezgâhlara katılmaktadır.
Türkiye, kendince geliştirdiği “Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne Büyük Türkiye” sloganında ifadesini bulan düşlerinin gerçekleşmesi için öncelikle bölgede Rusya’nın nüfuzunun kırılmasını gerekli gören bir planın parçasıdır. Aslında plan, birbirinden bağımsız olarak Avrupalı emperyalistlerle ABD’nin ayrı yollardan yürüyerek ayrı ayrı ulaşmayı hedefledikleri bir sürecin planıdır ve Türkiye, değişen dengeler içinde, her iki tarafla da aynı doğrultuda yürüyebilmeyi istemektedir.
Şu anda, ABD ve Avrupa, Türkiye’nin “esas olarak” kiminle yürüyeceğini sorun olarak görmemekte, siyasal ve ekonomik entegrasyonun tamamlanma sürecini izlemektedir. Türkiye, bağlı olduğu siyasal ve askeri kuruluşlar aracılığıyla, bugüne kadar Balkanlar’dan Sudan’a, Irak’a kadar, resmi yollardan emperyalistlerin oyunlarına katılmış, kimi zaman da illegal olarak kendi hesabına işler yapmaya kalkışmıştır.
Şu anda, burjuva medyada pek çok yazarın saptayıp dile getirdiği gibi, “Türkiye’nin Batı’daki yıldızını parlatan sebeplerden biri, Kafkasya ve Orta Asya’da sahip olduğu etkinliktir.”
Türkiye, başlangıçta din ve milliyet faktörlerine dayanarak kurabileceğine inandığı etkiyi, jeopolitik gelişmeler nedeniyle biraz da beklemediği bir anda yakalamıştır. Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın Türkiye’ye göre hayli erken uyanmış Müslüman ülkeleri, kendileri için elverişli bir kapı rolü olma yoluna girdikten sonra     Türkiye’ye daha yakın durmaya başlamışlardır. Bunun, dinle, milliyetle ilgisi yoktur ve bu ülkeler, özellikle ilk zamanlarda bu faktörlerden söz edilmesinden rahatsızlık duyduklarını birçok kez belirtmişlerdir. Ne var ki, Rusya’daki gelişmeler, kendilerinin daha bağımsız hareket etme olanaklarına kavuştuklarına dair belirtiler sunduğunda, onlar da, Türkiye’nin bu oyununa katılmaya eğilim göstermeye başlamışlardır. Azerbaycan, başlangıçta Türkiye’nin oldukça belli olan kötü niyetlerini gizlemek için yaptığı milliyetçi demagojiye karşı, “aynı dili konuşuyoruz diye, aynı millet değiliz” derken, bugün Aliyev, “tek millet, iki devlet” sloganını atmaktadır.
Avrupa ve ABD için, gelişmeye açık bu ilişki kendi hesapları bakımından elverişli bir yere oturtulmak istenmektedir ve bunun yolu da, Türkiye’nin gittikçe daha sıkı bir entegrasyon içine alınmasından geçmektedir.
AB üyeliğinin ya da buna adaylığın anlamı, önümüzdeki süreçte daha açıkça görülebileceği gibi, bundan ibarettir.
Bu yeni statü, demokrasi ve insan hakları bakımından bir gelişme getirmek bir yana, aynı sürecin çok önemli bir bileşeni olan özelleştirme, sosyal güvenlik sistemini yok etme gibi işçi ve emekçilere dolaysız saldırıları da kapsadığından, hatta denilebilir ki, bu bakımdan çok daha koyu bir baskı ve şiddet dönemine de beşiklik edecektir.
Özelleştirme ve sosyal güvenlik kurumlarının bu bağlamda tasfiyesi planlarının, AB üyeliği ile çeliştiği, Avrupalı medeni burjuvaların buna çok kızacakları düşünülebilir mi?
Hem özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal güvenliğin tasfiyesi yürütülecek, hem de kimsenin burnu kanamayacak, kimseye baskı yapılmayacak diyebiliyorsak, gerçekten işçi ve emekçi sınıflardan, onların örgütlerinden, sınıfın her bir bireyinden tümüyle umudu kesmiş olmamız gerekir.
O kadar değil.

Mart 2000

Avrupa Birliği “girsek-girmesek” fark etmez mi?

TEKELCİ BURJUVAZİ NE İSTEDİĞİNİ BİLİYOR
Avrupa Birliği sorunu, Türkiye’de belirli çevrelerde bir kafa karışıklığına yol açmış durumda.
ABD, hele son yıllarda, Türkiye’nin AB’ye girmesini içtenlikle savunmaktadır. Bunda, Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu bölgesinde Türkiye’ye yüklenen rolün maliyetinin önemli bir kısmını Avrupa ülkelerine yıkma çabasının yanında AB ile gelişmekte olan emperyalist çekişmede bu “birliği” -Türkiye ile içeriden vurma hesabının payı vardır.
AB’nin kendisi, ’97 Lüksemburg zirvesinde aday üyeliğini reddettiği Türkiye’ye karşı tutumunu değiştirmiş, şimdi yanına çağırmaktadır. “Birlik”in tutum değişikliğinin altında, AB ile bağını tümden koparmış ve yalnızca ABD’nin “düdüğünü çalar” olmuş bir Türkiye’nin işine gelmeyeceği saptaması yatmaktadır.
Büyük sermaye, işbirlikçi tekelci burjuvazi, holdingler Avrupa Birliği’ni tam gaz savunuyorlar. Bunda hiçbir kuşku yok. Tekellerin tüm partileri, medyası, bütün ideoloji aygıtı, dinci, ırkçı ve “sol” milliyetçi, sağcı, “solcu”, 2. Cumhuriyetçi, liberal vb. eğilimleriyle burjuva akımlar, Türkiye’nin AB üyeliği sürecini kutsuyorlar. “İslam Ortak Pazarı”nı savunan dinci parti, AB’ci oldu. “Üniter devlet” diye yatıp kalkan milliyetçi faşist parti, “çağın ve çağdaşlığın gereği” gerekçesiyle, “uluslararası tahkim”den sonra AB’ye üyeliğini program maddesi yaptı. Eskiden “Ortak Pazara Hayır” diyen solcular şimdi, AB’nin üstünlüklerini keşfettiler. Koç, Sabancı ve diğerleri, AB savunucuları arasında başı çekiyorlar.
Tümünün hareket noktası ortak; Globalleşme ya da küreselleşme politikaları ve Türkiye üzerinden yapılan emperyalist hesaplara uyum, hepsinin kalkış noktasını oluşturuyor.
Tekel kârlarının en son sınırında garanti edilmesi; bunun için, esnek çalışmadan düşük ücret dayatmasına, iş güvencesizliğinden 657 kaldırılarak memur tenkisatına, özelleştirmelerin hızlandırılmasından taşeronlaştırmaya, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden uluslararası tahkime, toplu sözleşme sisteminin işlevsizleştirilmesinden sendikasızlaştırmaya, tarımda kota sistemi ve ithalatın serbestleştirilmesinden destekleme alımlarının kaldırılmasına, MAI’den MIGA’ya vb. tekellerin çıkarına, her şeyi piyasanın belirleyiciliğine terk eden ve emeğin tüm kazanılmış haklarının gaspına dayalı politikalar, bu tutum alışlarda tayin edici rol oynuyor. Aynı politikalar, ABD ve AB’nin başlıca politikaları olduğu kadar işbirlikçi tekeller ve her türden temsilcilerinin de politikaları. Kafkasya’dan Orta Asya’ya uzanan bölge başta olmak üzere, Balkanlar ve Ortadoğu’yu da kapsayan büyük bir bölgenin yeniden paylaşımında Türkiye’nin önem kazanan jeopolitik pozisyonu ise, Avrupa ülkelerinin emperyalist burjuvalarıyla yağlı kemik peşindeki işbirlikçi tekelci burjuvazinin iştahlarını kabartıyor ve “birlik” ya da “ortaklık” zeminini genişletiyor.
Dolayısıyla örneğin Sabancı’nın çıkarı, hele ABD de o yönü gösterdiği için, AB’ye üyelik yönünü gösteriyor. Sabancı gibilerinin düzenini savunan parti ve sair aygıtların AB üyeliği için yanıp tutuşmalarında anlaşılmayacak şey bulunmuyor.

EMEKÇİLERİN TUTUMU DA NET
Aslında başka hiçbir inceleme ve araştırmaya gerek kalmadan, sadece kimlerin savunduğuna bakarak, örneğin SASA işçilerinin AB karşısında nasıl bir tavır almaları gerektiğini kararlaştırmaları mümkün. Sabancı, düşük ücret ve sendikasızlaştırma dayatırken AB’ye girilmeli diyorsa, işçinin çıkarını savunacak değildir; SASA işçisinin, tersine tutum geliştirmesinden daha doğalı olmaz, inceleme ve araştırma kuşkusuz gereklidir; ancak bilinçli işçinin bu çabası, AB karşıtlığını daha iyi ve ikna edici yapabilmesi açısından önem taşır, yoksa AB yanlısı mı, karşıtı mı olması gerektiğini kararlaştırması açısından değil.
Sadece AB sorunu değil, ama genel olarak, iş bu noktadadır. Bilinci işçi, her soruna; sınıfa karşı sınıf perspektifinden, dünyanın ve Türkiye’nin sermaye ve emek olarak, bugün emperyalistler ve tekeller bir yanda işçi sınıfı ve emeğiyle geçinen herkes bir yanda olmak üzere, uzlaştırılıp birleştirilemez biçimde bölündüğü gerçeğinden hareketle yaklaşacaktır. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ile işçi ve emekçiler ve çıkarları arasındaki karşıtlık, bilinçli işçiye, hiçbir yanılgıya düşmekten çekinmeden, sınıf mücadelesine ilişkin her belli başlı sorunda, tereddütsüzce tekeller ve adamlarının “ak” dediğine “kara” deme olanağını tanımaktadır. Sabancı ve benzerleri AB iyidir diyorsa, kesindir ki, AB kötüdür.
Bu, dar pratikçi bir pozisyon belirleyiş değildir. Dünyanın maddi toplumsal koşullarının dolaysız bir sonucudur.

YEDEKLENMEYE ADIM ATANLAR…
Tekeller ve partileri ile bilinçli işçi ve partisi, AB konusunda, net bir tutum belirlerken, ara sınıflar ve sermaye ile emeğin politikaları arasında yalpalayan partileri, bu konuda oldukça zorlandılar.
Zorlananlardan biri Kürt milliyetçileri oldu. Gerçi tutum belirlemede zorlanmadılar ama tutumlarını Kürt ezilenlerine kabul ettirmeye çalışırken zorlanıyorlar.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Öcalan’ın infazının ertelenmesine ilişkin kararı bile, AB’yi savunmaları ve Türkiye’nin AB aday üyeliğinin kabulü lehinde lobi çalışmaları yapmaları için yeterli olmuştur. Hatta bu karar öncesinde, Avrupa’dan ithal edilecek demokrasi beklentisi içine girdiler. Kopenhag Kriterleri, azınlık haklarını savunuyordu vb… Almanya’dan hâlâ tank gelmesi, siyasi mültecileri geri yollama tutumu geliştirmesi ve siyasi faaliyetlerini sınırlaması, en çok da, Öcalan’ı hiçbir Avrupa ülkesinin kabul etmeyip ele geçirilmesinde dolaylı rol üstlenmeleri, bol demokrasi ve insan haklan söylemine karşın üç HADEP’li belediye başkanının JİTEM tarafından gözaltına alınması ve tutuklanması gibi aktüel gelişmeler ise, Kürt tabanının Avrupa’dan demokrasi ummasına pek olanak vermiyor. Zorlanma burada ortaya çıkıyor.
Bir başka zorlanan ÖDP’dir. Hâlâ bu partinin AB konusunda ne dediği belli değildir. Ya da şu bellidir ki, ÖDP AB’ye karşı değildir. Hiçbir açıklamasında, “ÖDP, AB’ye karşıdır” dememiştir.
İçindeki çok sayıda gruplaşmayla ÖDP, bu sorunu tartışmaktadır. Öteden beri bu partiye fikir babalığı yapmış olan “Birikim” dergisi, AB’yi ve Türkiye’nin üyeliğini açıktan savunmakta; çeşitli gruplar aydınca bir tartışma içinde sorunun etrafında dolanmaktadırlar.

ESKİ HASTALIK: “HEM NALINA HEM MIHINA” YA DA ORTA-YOLCULUK…
ÖDP’nin ağırlıklı grubunun çıkarmaya başladığı “BirAdım” dergisi, karşı çıkıp suçlar gibi yaparak Türkiye’nin AB üyeliğinin sağlayacağı “avantajlar” peşine düşmüş, utangaçça AB savunmanlığı pozisyonunu geliştirmektedir.
Bu derginin 3. sayısında yer alan AB konulu yazıların gösterdiği budur.
Dergideki yazılarda küreselleşme politikalarına eleştiri yöneltilmekte, örneğin Kopenhag Kriterleri “soyut söylem” olarak nitelendirilmektedir:
“Küreselleşme emperyalizmin şu aşamadaki yeni bir varyantıdır…” (sf 29)
“Önümüzdeki dönemde Avrupa kapitalizmi hem küreselleşmenin gereği hem de içinde bulunduğu krizin bir sonucu olarak ağırlıkla ABD kaynaklı sermaye ile daha da bütünleşirken, Balkanlar ve Türkiye ile ilişkilerini klasik bir ‘merkez-periferi’ ilişkisi ve dolayısıyla sömürü çerçevesinde tutacaktır. Örneğin bugünkü Gümrük Birliği mekanizması böyle bir çerçevedir. Avrupa’nın soyut insan hakları ve demokrasi söylemi ancak bu durumun görünürdeki kılıfı olarak var olacaktır. Zaten bu insan hakları ve demokrasi kılıfları NATO’nun yeni stratejik konseptinde kabul edilen ‘müdahale’ gerekçeleri olarak ABD’nin ve de artık AB’nin egemenliğini sarsacak her kıpırdanışa yasal müdahale zeminleri olarak anlaşılmalıdır. NATO son Kosova operasyonunu bu ‘meşruiyet’ zemininde gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak AB’nin içinde bulunduğu süreç küreselleşmenin gereklerine göre biçimlenmektedir.” (sf. 32, abç)
Yazarı yazısını, AB-demokrasi ilişkisi sorununa bağlamaktadır:
“Bu açıdan AB’nin kendi dışına empoze etmeye çalıştığı ‘demokrasi’ Avrupalı emekçilerin yüzyıllık mücadelesinin kazandırdığı demokrasi değildir.” (sf. 32)
Bir ilginçlik göze çarpmaktadır. Ortaya, “AB’nin kendi dışına empoze etmeye çalıştığı” bir “demokrasi” kavramı atılmış; aslında emperyalist ve gerici propaganda merkezlerinden ödünç alınmıştır. Bu noktanın hiç de önemsiz olmadığını göreceğiz. Ancak “tırnak” içine de alındığı için, iyimserlikle, aslında Avrupa’nın empoze ettiğinin bir demokrasi sayılmadığı ve yazarın bu empoze edileni aşağıladığı düşünülebilir. Üstelik yazar, bu noktada ısrarlı görünmekte ve “AB-demokrasi ilişkisi”ni doğru kurmayan “solcuları” suçlamaktadır: “… Tüm bunlar ortadayken Avrupalı, bizim kıt akıllı solcularımıza bile kendisini emeğin, demokrasinin Avrupası diye alkışlatacak.” (sf. 31)
Evet, “BirAdım”, küreselleşme politikalarını ve AB’yi yeterince suçlar görünmekte; hatta görünüşe göre, AB’den demokrasi beklentisi içinde olanları “kıt akıllılık”la tanımlamaktadır.

“İKİ DEMOKRASİ” HAYALİ PEŞİNDE…
Ancak yazar, öyle ya da böyle, bir kez “AB-demokrasi” ilişkisini tartışmaya başlamıştır. Tartışmaya, kolaylıkla inkâr edilemeyecek gerçeklerin sözünü ederek girmektedir. Yılların antiemperyalist birikimi bir çırpıda yok sayılamamaktadır. Sömürüsüyle, sömürgeciliğiyle emperyalizmi kabullenmek ve demokrasi için ondan ricacı olmak, kuşkusuz o kadar kolay değildir. Ama bir başka kolay olmayan şey de, onca propaganda edilen ve hemen hemen tüm aydın çevreyi etkisi altına almış olan “Avrupa’nın empoze ettiği demokrasi”nin bir çırpıda reddedilebilmesidir. Bu noktada, iki arada bir derede tutumundan kaçınılamamış, üstelik orta-yolculuğun teori düzeyine yükseltilmesi yoluna girilmiştir. O nedenle yazının başlığı da “iki Demokrasi” konmuştur.
Birinci türden “demokrasi”, AB’nin getireceği “ithal demokrasidir; yazar “Avrupalı emekçinin yüzyıllık mücadelesinin kazandırdığı demokrasi” olmadığını söylediği bu “demokrasiye ilişkin şunu yazmaktadır:
“AB’nin ihraç ettiği ‘demokrasi’ serbest piyasanın başladığı yerde, onun bir üst yapısı olarak başlar, serbest piyasanın bittiği yerde biter. Özelleştirme politikaları ve devletin sosyal yanının rafa kaldırılması bu ‘demokrasi’nin olmazsa olmazıdır. Bu standartta bir demokrasi anlayışı önümüzdeki dönem Türkiye’de solun hedefi olamaz.”
Buradan anlaşılan, Avrupa’dan ihraç edilmekte olan demokrasinin Türkiye’de solun hedefi olamayacağıdır. Öyle anlaşılıyor ki, “Sol” parti, programını, “ihraç malı demokrasi” ile sınırlamayacaktır. Sınırlamasına sınırlamayacaktır ama yine de buradan, Avrupa’nın bir türden “demokrasi” ihraç ettiği de anlaşılmaktadır.
Yazar ucundan kıyısından başlattığı tartışmanın içinden çıkamamış, sonunda Avrupa ile demokrasiyi olumlu bir biçimde yan yana getirmekten kaçınamamıştır.
Avrupa’dan demokrasi gelecektir, ama bu yeterli, tutarlı bir demokrasi değildir ve bu demokrasi ile yetinilemez! Yazı, başlığından başlayarak bu fikir etrafında gelişmiştir. Peki, ama “kıt akıllı solcular” neden suçlanmıştı ki! Her halde en kıt akıllı solcu bile, Avrupa’dan getireceği “demokrasi”yi sağından solundan geliştirecek olmalıdır. Her halde en azından bu iddiayı ileri sürecektir.
Böylece, tartışmada başa dönülmüş olmaktadır. Ama böyle ileri-geri gidip gelmelerde, her yeni başa dönüşte, bir öncekinden geriye düşülmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu kez de öyle olmuştur. Varılan nokta, kıt akıllı solcuların alkışlamaktan kaçınmaları tavsiye edilen “Emeğin, demokrasinin Avrupası” halüsinasyonunun kabulüdür. Yazar, Birikimci ile tartışır ve onun açıktan AB’ci görüşlerini karşılamaya çalışırken, net ve savunulabilir bir mevzide olmadığı için, bir parça da onun ileri sürdüğü “gerçekleri” kabullenmekten kaçınamamıştır:
“Bir kere hiç kimse, AB üyeliği ile asgari demokrasi arasında bir bağ yoktur; biz Avrupalı emekçilerin yüzyıllık mücadelesinin ürünü olan tüm demokratik temayülleri ve kurumları reddedelim ya da AB bunları -kısmen de olsa- içermiyor, demiyor.” (sf. 32)
Hani, Avrupa ihraç malı “demokrasi”, “emekçilerin yüz yıllık mücadelesinin kazandırdığı demokrasi değil”di!
Aynı sayfa içinde bir söylediğini diğer bir söylediğiyle geçersizleştirmek, net çelişkiye düşmek kolay olmasa gerek. Bir oradan bir buradan topladıklarıyla derme çatma bir mevzi tutmaya çalışan orta-yolcu kıvraklık, eklektik olmanın ötesinde, bu tür durumlardan da bir türlü kurtulamıyor.

AB’NİN TÜRKİYE’NİN “DEMOKRATİKLEŞMESİNE” KATKILARI…
Derginin yaklaşık aynı sorunlara değinen bir başka yazarı da, aynı pozisyondadır. Daha açık sözlü yazıyor. Bütün ÖDP ileri gelenleri gibi, sıkıştığı yerde net konuşmaktan yan çizerek, kolaycı bir yola sapıyor ve “tartışılmalıdır”, “tartışılması gerekmektedir” sözcükleriyle, fikirlerini, tartışma durumunun yumuşatıcı ikliminde, dolayımlı söylüyor.
Açık sözlü olduğunu belirtmiştik. Diyor ki; “Yeri gelmişken Türkiye’nin AB’ye girmesi sürecinin Türkiye’ye ne gibi demokratik katkı sunabileceğini tartışmak gerekiyor.” (sf. 22)
Sonra tartışıyor. Ama bu açık sözlü yazar bile, “Türkiye’nin AB’ye girmesinin Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıları şunlardır…” diye başlayıp iki nokta üst üste koyarak net bir şekilde devam etmiyor. Yine de söylediği net değil mi? Kuşkusuz net. Yalnızca sözcükler çekiştiriliyor, bir dolambaçtan geçirilerek sarf ediliyor.
Anlaşılıyor ki, Türkiye’nin AB’ye girmesi, en azından “demokratik” birtakım yönlere sahip! AB, öyle başta söylendiği gibi, -tek eğilimi dikte etme ve gericilik olması gereken- sömürücü, sömürgeci emperyalist bir “birlik” sayılmıyor.
Emperyalist ise, tekellere dayanmak durumundadır. Yazıların bir yerinde söylendiği gibi, “oligarşik” bir egemenlik durumu ile karakterize olur. Tekeller ve tekelci, oligarşik yapılar hiçbir biçimde demokrasi eğilimine sahip olmazlar, tersine, tekeller ve tekelci kapitalizm varlığını sürdürdüğüne göre, Lenin’in söyledikleri hâlâ geçerliliğini korumaktadır: Tekel, önü alınmaz egemenlik ve yoğunlaşmış bir gericilik eğilimine yol açar. Ne demokrasisi, ne katkısı!
Ama yazar AB’nin bu “demokratik katkısını” tartışıyor.
Önce “sol” gösteriyor: “Ama öncelikle küreselleşme süreci içerisinde sermayenin kısıntısız ve engelsiz bir biçimde dolaşımını sağlamaya çalışan emperyalist güçlerin …. sermayenin rahat hareket edebileceği sınırda bir demokratik süreci tüm bağımlı ülkelere dayatmakta olduğunu tespit etmek gerekiyor. Asıl amaç, tüm dünyayı sermayenin hiçbir engelle karşılaşmayacağı bir ‘global pazar’ haline getirmektir. Hiç kuşkusuz AB de bu sürecin bir parçasıdır.” (sf. 22)
Burada yanlış, yalnızca, uluslararası sermaye ve emperyalizmin “sınırlı bir demokratik süreci tüm bağımlı ülkelere dayatmakta olduğu”dur; söylenenlerin geri kalanı doğrudur. “Globalleşmeci demokrasi” ya da “demokratik globalizm”, emperyalist demokratizme denk düşer ki, bugüne dek hiçbir emperyalistin demokratik olduğu görülmemiştir.
Ama gerçeğe değinmeye çalışır ya da “sol” vurur gibi yaparken yapılan bu yanlış, hiç de küçümsenir şey değildir. Şundan değildir ki, hem sermayenin rahat edeceği, engelsiz kısıntısız dolaşım ve birikim koşulları hem de -istediği kadar sınırlı olsun- bu koşulların dayatıcılarının bir de “demokrasi” dayatması, ikisi bir arada olanaksızdır. Ve “iki demokrasi” başlığıyla yazı yazanların, bu durumda, bir “üçüncüsü”ne ihtiyaçları olmaktadır(!); çünkü bu “birincisi”nde demokrasinin kırıntısı bile bulunmaz. Yanlışın büyüğü, uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin küreselleşme saldırganlığı koşullarında, işçi ve emekçiye karşı bu saldırganlığın, demokratizmle bağdaştırılabilmesindedir. Sendikasızlaştırma ve sendikal özgürlüğün yok edilmesi mi, yoksa kazanılmış diğer hakların hiçe sayılması ve gaspı mı demokrasi ile bağdaşıyor? Artık demokrasinin kazanılması bütünüyle işçi ve emekçilere, onların mücadelesine, kendi haklarını sahiplenirken politika da yapmaya başlamalarına kalmışken; çünkü uluslararası burjuvazi en küçük demokratik hak kırıntısına bile karşı saldırıya geçmişken, bunca “kıt akıllı solculuk” niye? Niye hâlâ işçi, emek, demokrasi ve bağımsızlık düşmanı emperyalistlerden sınırlı da olsa bir demokrasi beklentisi içinde olunuyor?
”BirAdım”da hemen hiçbir yerde “işçi” sözüne bile rastlanmaması, bu nedenle şaşırtıcı değil. İşçisiz, emekçisiz sol, bu kadar olur! Bir sayfa önce “soyut söylem” dediğin emperyalizmin insan hakları ve demokrasi aldatmacasının ardına ikinci sayfada takılırsın!
Hem de ne takılma…
“Sol gösterip” sağ vurmanın böylesi zor bulunur.

AVRUPA, SINIFLAR VE DEMOKRASİ
“Sermayenin rahat edeceği sınırda bir demokratik sürecin bağımlı ülkelere dayatılması” saptamasıyla bile AB’ye ayıp edildiği düşünülmüş olmalı ki, hemen iki adım geriye atılıp, önce olduğu gibi, ilk bulunulan noktadan da geriye düşülüyor:
“Ancak bütün bunlar AB ülkelerinin demokratik kriterlerini başka bir bağlamda değerlendirmeyi engellemez. Bilindiği gibi, AB üyesi ülkelerde iki yüzyıllık sınıf savaşımının sonuçlarının da oluşmasına katkı sağladığı bir burjuva demokrasisi kurumsallaşmış durumdadır. … Bu sürecin sonucu, sendikalaşmanın ve temel sosyal hakların yerleşik bir hal alması olmuştur. Bu bağlamda da Avrupa imgesinin coğrafi değil siyasi bir kavramı ifade ettiğini kabul etmeliyiz.” (si. 22)
Bu söylenenler, her halde, yazarların da üzerinde durduğu küreselleşme saldırganlığı koşullarında en son söylenecekler bile değildir.
Evet, Avrupa’nın geçmişi, özellikle Fransa ve İngiltere açısından demokrasidir ve Avrupa deyince akla kapitalizmin yanı sıra demokrasi gelmiştir. (Yazar, burada bu ülkelere Almanya’yı da katıyor ve yanlış yapıyor; çünkü bu ülkenin geçmişi Prusya despotizmidir ve Alman kapitalizmi “aşağıdan” demokrasi ile birlikte değil “yukarıdan” gelişmiştir.) Ama bu, egemen üst sınıfı, burjuvaziyi de kapsadığı ölçüde, geçmişe ilişkindir. Artık, en azından yüz yıldır, egemen burjuvazi, demokrasi ile bağlarını koparmakla kalmamış, demokrasi düşmanlığının kaynağı haline gelmiştir.
Üstelik burada, demokrasinin kurumsallaşmasının başlıca gücü olan işçi sınıfından ve mücadelesinden söz etmek anlamlı değildir. Bugün işçi sınıfı Avrupa ülkelerinde ne egemendir ne de AB’ye damgasını vurmaktadır. Damga vurmayı bırakalım, AB, dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarına olduğu gibi, Avrupa işçi sınıfına ve haklarına saldırganlık aracıdır ve bu saldırıya dayanarak kurulmaktadır. “Sol gösterip sağ vurmanın” burada da yeri yoktur. Avrupa işçi sınıfını ve mücadelesini, ciddi ölçülerde budanmasına karşın hâlâ varlığını sürdüren demokratik kurumların en başta bu mücadelenin ürünü oluşunu ileri sürüp, “demokrasi ihracatı” bakımından AB’yi, kuşkusuz Avrupa ülkelerinin egemen burjuvazisini olumlamak, tamamen “sol gösterip sağ vurmaktır; kendi kendini aldatmaktır.
Bugün Avrupa’da “sendikalaşmanın ve temel sosyal hakların yerleşik bir hâl almasından söz etmenin üç kuruşluk anlamı olabilir mi? Sendikasızlaştırma saldırısı Fransa’da sendikalı işçi oranını yüzde 8’lere kadar geriletmiş, Almanya başta olmak üzere bir dönemler sosyal hak ve yardım bolluğu ile tanınan ülkelerde tırpanlanmamış sosyal hak kalmamışken, neyin “yerleşmesinden söz ediliyor? Bu ülkeler ve onların kendi ülkelerinde doludizgin sendikasızlaştırma ve sosyal hakları gasp etme politikası izleyen egemenleri burjuvalarından mı Türkiye’nin “sınırlı” demokratikleşmesine katkı gelecek? Kimse anlamsız işlerle uğraşmasın!
Yazarın bu sorulara yanıtları olumlu. Sadece emperyalist savaşlar ve faşizmin Avrupa’nın “yerleşik hâl almış demokratik değerlerini” zedelediğini düşünüyor ve geçmişe ilgi gösterirken gözünün önünde olup bitenlere, işine gelmediği için, gözlerini kapıyor. Emperyalist savaşlara karşıtlık, barış mücadelesi ve devrimler demokratik geleneklerin gelişmesine katkıda bulunduğu gibi, antifaşist savaş da bu gelenekleri iyice perçinledi. Asıl olan, bugün ve uluslararası burjuvazinin bugünkü saldırısı; çünkü emperyalist savaşlar ve faşizmin geçici de olsa üstesinden gelindiği ve bu mücadeleler demokratik değerleri beslediği halde, uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin bugünkü küreselleşme saldırısı henüz püskürtülememiştir ve asıl, burjuvazi ve gericiliğin henüz püskürtülemeyen bu ilerleyişi, demokratik değer ve kurumları tahrip etmektedir. Bu tahribatta, “BirAdım” yazarları gibi, -yüzünü gizlemeye katkıda bulundukları- emperyalizm ve saldırganlığı karşısında işçi ve emekçilerin aydınlatılması ve net karşı görüşlerle donanmasını zaafa uğratanların da payı vardır. Emperyalistlerden sınırlı da olsa “demokratikleşmeye katkı” peşinde olanların, antiemperyalist mücadeleyi olduğu kadar demokrasi mücadelesini de zaafa uğratıcı rol oynadıkları bir gerçektir: Açıktır ki, ya işçi ve emekçiler demokrasiyi kendi mücadeleleriyle kazanacaklar ya da aldatılmışlıklarıyla, uluslararası burjuvazi, emperyalizm ve onların AB’sinden gelecek demokratikleşme beklentisi içinde, ellerinde avuçlarında olanı da kaybedeceklerdir.
Yazarlarımız, “… AB’nin üye adayı haline gelen ve Kopenhag Kriterleri’nde ifade edilen ve bu ülkelerin sahip olduğu burjuva demokratik ilkelere ve kurumsallaşmaya uyum göstermek zorunda olan Türkiye’de bütün bu değişikliklerin yapılacağı süreçte oluşacak demokratik kurumların ne anlama geleceği tartışması…” (sf. 22, abç) yürütülmesini önemli görürken, kuşku yok ki, “ağırlıklarını” ezilenlerin kaybetmeleri yönünde koyuyorlar.

EL ALTINDAN İLERİ SÜRÜLEN “GİRELİM, İYİ OLUR” ANLAYIŞI…
İşte muğlâklık içinde formüle ettikleri AB karşısındaki net tavırları: “AB konusunun girelim-girmeyelim ikilemi üzerinden tartışılmasının hiçbir pratik yanı yoktur.” (sf. 22)
Girelim de demiyorlar, girmeyelim de. “Pratik yararı yok”muş! Bu, emperyalist savaş karşısında tavırsız kalmaya, “katılalım da demiyoruz katılmayalım da” demeye benziyor.
Nasıl emperyalist savaşa karşı çıkılmadığında savaş tezgâhının bir parçası olunduysa, AB’ye ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkılmadığında, işleyen süreç karşısında sessiz kalındığında, AB ve Türkiye’nin AB üyeliği savunulmuş olur.
“Pratik yarar”la kastedilen nedir? Pragmatizm savunulmuyorsa, bugün için pratik bir sonuç alınacak birikimin olmaması, yarın olmayacağı anlamına gelmez. Ama ancak bugünkü karşı çıkış ve aydınlatma çabası, yarının büyük anti-emperyalist ve demokratik gücünü biriktirecektir. Emperyalizme bugün karşı çıkmayanlar, yarın hiç karşı çıkamazlar. Demokrasi için bugün savaşmaya yürek yetiremeyen ve başlayamayanlar, yarın da cesaret edemeyeceklerdir.
“Pratik yarar yok” derken, aslında kastedilen, iki şey var. Birincisi, “nasılsa Türkiye AB aday üyeliğine kabul edildi ve yapacak şey kalmadı; mücadele etmeye bu nedenle gerek yok” şeklinde özetlenebilecek anlayıştır ki, bir olumsuzluğa işaret etmektedir. Ancak ikincisi daha vahimdir ve şimdiye kadar aktardıklarımızdan asıl peşinde olunanın bu olduğu anlaşılmaktadır: “Canım, AB emperyalist, demokratizmi sınırlı falan ama sesimizi çıkarmayalım, girilsin, işimize geliyor, çünkü Türkiye ‘bu ülkelerin sahip olduğu burjuva demokratik ilkelere ve kurumsallaşmaya uyum göstermek zorunda’; biraz da demokrasinin nimetlerinden yararlansak fena mı olur, şimdiden bile nimetlerinden yararlanmaya başlamadık mı?”
Bu, emperyalizme entegre oluşa dayalı görüş, hem “kısa günün kârı” hesabıyla bugünkü “küçük kazançlar” açısından hem de AB’nin yüzü suyu hürmetine “yerleşecek” demokratik değer ve kurumlardan yararlanarak “gerçek demokrasi” ve sosyalizm mücadelesini geliştirmek adına savunulmaktadır.

“KISA GÜNÜN KÂRI” BİR “DEMOKRATİKLEŞME”…
“Pratik yararı yoktur” diyerek noktayı koyduktan sonra yazar, “kısa günün kârı” hesabıyla şunları söyleyerek devam ediyor:
“Yıllardır kaldırılması için mücadele edilen idam cezasının kaldırılmasının bu sayede gerçekleşiyor olmasına kim karşı çıkabilir? Yine örgütlenmenin önündeki engellerin bir kısmının kaldırılmasının bu yolla bile olması karşısında kim bu emekçilerin ve sosyalizmin yararına değildir diyebilir?” (Agy)
Bu durumda, kim, ÖDP’nin ana grubunun yayın organı “BirAdım” yazarları, “AB konusunun girelim-girmeyelim ikilemi üzerinden tartışılmasının hiçbir pratik yararı yoktur” ya da “AB konusunda sol, girelim mi, girmeyelim mi sahte ikileminden çıkmalıdır” (sf. 33) diyerek, “girelim” demeyi şimdilik kendilerine yediremediklerinden, muğlâklık içinde belayı savuşturuyor gibi görünmeyi tercih ettiklerinde, onlara “haksızsınız” diyebilir! Kim, hangi “demokrat”, idam cezasının daha bugünden “kaldırılması” ile “örgütlenmenin önündeki engellerin bir kısmının kaldırılmasına karşı çıkabilir? Bunlar, AB aracılığıyla gerçekleşiyor diye kötü mü denecek ya da şimdiden Türkiye’nin “demokratikleşmesine” “katkıları” ortada olan (!) AB’ye ve Türkiye’nin AB üyeliğine nasıl kem gözle bakılıp karşı çıkılabilir?
Mantık budur ve bu mantıkla utangaçça ileri sürülen “girelim-girmeyelim sahte ikileminden çıkmak” zorunluluğu, Türkçeleştirildiğinde, Türkiye’ye şimdiden bunca “pratik yararı olan” AB üyeliğine en azından karşı çıkmamak tutumunun kararlaştırıldığı görülmektedir. “BirAdım”da ileri sürülen bütün tezler, utangaçlığın örtüleri bir yana, bu tulumu beslemek üzere formüle edilmiştir.
“Kısa günün kârı” hesabı açısından bir sorun vardır. Hesap yapılırken, ayaklar yere basılmamış; kurgu, inanç ya da idealist ön kabullerden hareket edilmiştir. İdealizmin kaynağı, soruna, hiçbir şekilde “aşağıdan”, işçi ve emekçilerin çıkarları açısından bakılmayıp “yukarıdan”, aydınca ve tam da bir kez laf ola beri gele söylenen “Kopenhag Kriterleri olarak anılan bir dizi soyut insan hakları ve demokrasi söylemi” açısından yaklaşılmasındadır.
“Soyut söylem” nitelendirmesine karşın, “AB’nin üye adayı haline gelen ve Kopenhag Kriterlerinde ifade edilen ve bu ülkelerin sahip olduğu burjuva demokratik ilkelere ve kurumsallaşmaya uyum göstermek zorunda olan Türkiye’de bütün bu değişikliklerin yapılacağı süreçte oluşacak demokratik kurumlar…”dır. (sf. 22) nasıl söz edilebildiği ise, eklektizm dışında, anlaşılmaz kalmaktadır. Anlaşılan, soyut laf, bazen somut “demokratik kurumlar” üretmektedir!
Asıl anlaşılmazlık ise, gerçeklerin nasıl bunca tersyüz edilebildiğidir.
Örgütlenme önündeki hangi engeller AB üyeliği yoluyla, Kopenhag vs. kriterleri nedeniyle kalkma yoluna girmiştir, kalkmıştır ya da kalkacaktır? Bu ne bulutlar üzerinde gezinme cesaretidir? AB de içinde olmak üzere emperyalizm ve uluslararası burjuvaziden gelen eğilimler, tam tersine, örgütlenme özgürlüğünün -sendikal alan da dâhil- bütünüyle yok edilmesi içeriklidir. Küreselleşme saldırganlığının temel bir yönü budur.
İdam cezasının kaldırılmasına gelince, henüz böyle bir şey yoktur. Sermaye partileri “kırk katır mı kırk satır mı” türünden “ağırlaştırılmış ömür boyu hapis” cezasının idamın yerine geçirilmesini tartışmaktadırlar. Gerçekler üzerinden tartışılacaksa, üzerinde durulacak tek şey, Öcalan’ın infazının ertelenmesidir. İdam kaldırılmadığı gibi, infaz erteleme de, tamamen bir “rehin alma” uygulaması olarak gerçekleştirilmiştir. Bunun ise, bırakalım burjuva demokratik normları, hiçbir burjuva hukuk kuralında bile izine rastlanamaz. “Dişe diş göze göz” ilkesi, köleci ve feodal hukukun ilkesidir, “rehin” politikası ile izlenen budur. Üstelik Öcalan’ın infazının ertelenmesinde olumlu bir yan aranacaksa, bunun nedenini, AB patronlarının değil Kürtlerin dayatmalarında aramak gerektir. Devlet kuşkusuz Kürtlerin tepkilerinin büyümesini istememiştir; ama Öcalan’ı -kendisinin de gönüllü katkısıyla- Kürt hareketinin tümüyle bastırılmasının başlıca aracına dönüştürmüştür. Burada da AB’den ithal demokratizminin izini aramak beyhudedir.
“BirAdım” gerçekleri boşuna zorlamakta ve güncel gelişmeler içinde AB üyeliğini haklı çıkarıp AB’yi olumlayacak göstergeler aramaktadır

ÖDP’NİN GÖREVİ: AB’DEN İTHAL “DEMOKRASİYİ İÇSELLEŞTİRME VE GELİŞTİRME
Kuşkusuz, “BirAdım”a da ÖDP’ye de haksızlık etmemek gerekiyor. “AB demokratizmi”ni olumlar ve “ithal demokrasi” beklentisi içinde gerçeklere aykırı zorlamalara yönelirken, “BirAdım”, doğal olarak, kendisini bu “demokrasi” ile sınırlamıyor. Bunu istese bile beceremez; çünkü olmayan böyle bir “demokrasi”ye ne kendisini ne de başkalarını inandırabilir.
“BirAdım” yazarı, AB’nin örgütlenme özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırması ya da kaldıracak olmasına değindikten sonra, demektedir ki, “Ancak tabii ki sorun bu kadar basit olarak algılanmamalıdır. Burada tartışılması gereken noktalardan biri bu tür kazanımların (bize yetip yetmemesini bir tarafa bırakarak) nasıl korunacağı sorunudur.” (sf. 22)
Beyimiz, her şeyden önce, “kazanımları”, “çantada keklik”, olmuş bitmiş, zaten elde edilmiş ya da edilecek sayıyor. AB’den “demokrasi geleceğinden” hiç kuşkusu yok! Sorun, “ithal demokrasinin yetersizliğinden de çok, nasıl korunacağında çıkıyor. Partisinin ya da “solcu” ve AB taraftarı “sosyalistlerin görevini de buradan belirliyor: Bu kazanımlarıyla demokrasinin yerleştirilmesi ve bu amaçla “demokratik bir kurumsallaşma için toplumsal gelişmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya dönük bir mücadele örgütlemek.”
Başka çare bulamıyor. Öyle ya, örneğin ya demokratik kurumsallaşmasını tamamlamadan Türkiye’nin AB üyeliği süreci kesintiye uğrarsa… Nice olur Türkiyeli AB taraftarı “sosyalistlerin” hali!
Üstelik bir politik partinin, kendi dışında olup bitenleri izlemekle yetinmesi, kendi varlığına son vermek anlamına geleceğinden, partinin durumdan bir vazife çıkarması da gerekiyor. Nasıl örneğin İP “şeriata karşı mücadele bayrağı açtığı için Cumhuriyet ordusunu” kutsamış, ama kendi önüne “Cumhuriyet kanunlarını korumak” ve “Sol ittifak kurup solu iktidara taşımak” gibi görevler koymuşsa; AB’yi ve “ithal demokrasi”yi kutsayan “BirAdım” da, ÖDP’nin önüne “demokrasiyi içselleştirmek” görevini koymaktadır.
Yazar şunu söylüyor:
“… demokratik gelişim başlı başına ithal edilebilen bir olgu değildir. İç dinamiklerin, özellikle de sınıf mücadelesinin sonuçları olarak gelişebildiği ve içselleştiği, bir kült olarak toplumun dokusuna nüfuz ettiği ölçüde gerçeklik kazanır.” (Agy)
Görev oldukça net: “İthal demokrasiyi içselleştirmek üzere mücadele…”
Çünkü… Çünkü “yukarıdan demokrasi” zayıf ve güçsüz oluyormuş…
“… Türkiye’nin modernleşmesi sürecinde yukarıdan aşağı yerleştirilen ‘demokratik’ kurumların, daha sonra kendi başlarına kimi krizlere yol açtığı ve kendisine yönelik bir saldırı durumunda kendini koruyacak dinamiklere sahip olmadığı… demokrasinin sadece aşağıdan yukarı ve demokratik bir mücadele sonucu elde edildiği koşullarda kalıcı olabildiği…” (Agy)
“Yukarıdan” her ilerlemenin zayıf ve güçsüz olduğu doğrudur. Almanya, 1848 Devrimi’nin yarattığı dalgalanmaya rağmen, Bismark’ın yukarıdan modernleşmesinden çok çekti.
Ama nerede Türkiye’nin yukarıdan demokratikleşmesi…
Emperyalizm öncesi dönemde bile, henüz burjuvazi ilericiliğini bütünüyle tüketmeden gerçekleşmesine rağmen, Bismark’ın yukarıdan kapitalizmi, demokrasiyi içermeden “Anti-sosyalist Yasa” koşullarında gelişti. Alman demokrasisi, yine aşağıdan işçi ve emekçilerin mücadelesiyle var olabildi.
Şimdi ise, emperyalizm ve tekeller çağında “yukarıdan demokrasi” tamamen safsatadan ibarettir. Hele Türkiye’de “yukarıdan aşağı demokratikleşme” arayanlar ham hayal içindedirler. Eskiden mi gerçekleşmiş bu “yukarıdan demokratikleşme” şimdi mi oluyor; bu belli değil; ama Türkiye’nin böyle bir süreci yaşamadığı ve Türkiye’de hiçbir biçimde demokratik kurumların yerleşmediği kesindir. Bu tür kurumların tek bir örneği verilemez. “Emek yanlısı” politika, ancak gerçekler üzerinden yapılabilir; gerçekleri olduğundan farklı göstererek yapılan politika burjuvazinin işidir.
Ancak beylerimiz AB’nin ve Türkiye’nin AB üyeliğinin olumlanması zorunluluğunu bir kere baştan kabul etmişlerdir. AB’den “yukarıdan” falan ama “demokrasi” geldiğine, geleceğine inanmışlardır. Buradan, bütün bir öğretiyi baş aşağı etmeye girişiyor; “doğrudan demokrasi” ve “üretenlerin söz, yetki, karar sahibi olmaları” vb. türü sloganlaştırmalar da sanki kendilerinin değilmiş gibi, emperyalizm çağında literatüre bir de “yukarıdan demokrasi” kavramını sokuşturuyorlar!
Zevahiri şuradan kurtarmaya çalışıyorlar: AB aracılığıyla “yukarıdan demokratikleşme” olmasına oluyor, hatta AB öncesi de Türkiye’de “yukarıdan demokratik kurumlar yerleşti”; ama “BirAdım”‘ya da ÖDP bu tür “demokrasiyi savunmuyor, bunu zayıf ve korunaksız buluyor ve içselleştirmeye çalışıyor. Yazar yazısını da böyle bağlıyor:
“Bugünün devrimci görevleri, küreselleşme ve AB üyeliğinin gerçek bir demokrasiyi getirmeyeceği ve emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu görerek, emperyalizmin küreselleşme politikalarına karşı mücadele etmek ve bu ülkede demokratik bir kurumsallaşma için toplumsal gelişmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik bir mücadele örgütlemektir.” (sf. 23)
AB getirmesine getiriyor ama getirdiği gerçek demokrasi değil, güdük burjuva demokrasisi, hem yetersiz hem de dış menşeli olduğu için zayıf ve korumasız. Bunun korumacılığını yaparak ve “içselleştirerek”, gerçek demokrasi mücadelesini verecek beylerimiz! Bu gerçek demokrasi de, söylendiğine göre, burjuva demokrasisi değil, hiç kuşkusuz “üretenlerin yönettiği, emek egemen bir demokrasi”dir. (Agy)
Geleceğe yönelik, ileri amaçları konu alan atıp tutmalar, ileride yapılacak işlere ve geleceğin planlarına dair tumturaklı laflar, “gerçek demokrasi” edebiyatı, güzel ama çok da kolay. Dilin kemiği yok. Önemli olan, günün yakıcı sorunları karşısında alınan tutumlardır. Bugün laf düzeyinde bile AB karşısında “hayırhah bir tarafsızlık” tutumu alanlar, bu tutumlarıyla AB’den demokrasi beklentisi yayanlar, hiçbir zaman gerçek demokrasi için mücadele edemezler. Yaydıkları beklenticilik ve katılarak yedeği oldukları “yukarıdan demokrasicilik” oyunuyla, bugünden gerçek demokrasi mücadelesini ancak baltalamaktadırlar.
“Emek egemen demokrasi”, ancak, AB de içinde olmak üzere, emperyalizme ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ile onun demokrasi ile uzaktan yakından ilişkili olmayan faşist diktatörlüğüne karşı işçi ve emekçilerin mücadelesine katkıda bulunulduğunda gerçekleşebilir bir hedeftir. Avrupacı demokratizm kafasıyla, AB’ye ve Türkiye’nin üyeliğine ses çıkarmadan, “ithal demokrasiyi olumlayarak, sadece “yukarılarda” dolaşıp durarak, gerçek demokrasi, lafı edilmenin ötesinde, savunulamaz, güçleri biriktirilemez.
“BirAdım” yazarlarının, sözünü ettikleri “gerçek demokrasi” mücadelesi üzerine ne düşündükleri ve bu mücadele ile AB ve “ihraç etmekte olduğu” sözde demokrasi arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirdikleri, en açık biçimde, laf ola eleştirdikleri Birikimci’yi onayladıkları şu pasajda ortaya konuyor:
“Burada solun öne çıkarması gereken İnsel’in sözleriyle şudur: ‘AB üyelik sürecinin ve sadece bu sürecin dayatmasıyla gerçekleşecek bir demokratikleşmenin sınırlı, biçimsel ve her an geri alınabilir olması ihtimali yüksektir. (…) Dolayısıyla solun AB üyeliği demokratikleşme getirmez gibi doğru olmayan bir iddia yerine, kendi demokrasi ufkunu tanımlayarak, olası bir AB üyeliği sürecinin bu ufka doğru nasıl çekileceğini düşünmesi ve topluma bu öneriyle seslenmesi gerekir.’ Sorun budur ve bu da tam olarak AB üyeliğinin ya da bununla sınırlı şekilsel bir demokrasinin sosyalistler için ‘görünür alternatifidir’.” (sf.32)
Yazar, Birikimci ile ne tür bir anlaşmazlığa sahip, anlaşılır gibi değil, işin özünde tam bir anlaşma halindeler. Birikimci “AB’ne girilmezse sol ölür” diyormuş, yazar da “yok, hayır neden ölsün” diye düşünüyormuş; birincisi küreselleşmeyi mutlak olarak kabul ediyor, diğeri karşı çıkma görüntüsü vererek görece kabul ediyormuş… Bunlar işin ayrıntısı, ikisi de “AB’ye karşıyız” demiyorlar. AB’den bir tür “demokrasi” geleceği, ama bunun şekilsel ve geri alınabilir olduğu konusunda aynı görüşlere sahipler, ikisi de “ithal demokrasiyi reddetmek bir yana veri olarak kabul edip “ilerleme”yi, bu demokratikleşmenin kendi tanımlayacakları “demokrasi ufku”na (kuşkusuz “gerçek demokrasiye) doğru nasıl çekileceğini hesaplıyorlar, topluma buradan seslenmek gerektiği üzerinde de hemfikirler. Geri kalan ve anlaşmazlık konularını oluşturan, nüanstan ibarettir.
Sorun aslında olağanüstü basittir, hiç de karmakarışık olmadığı gibi, laf salatası yaparak yaratılacak kargaşa ardında, AB ve Türkiye’nin AB üyeliği konusunda sessiz kalma yoluyla onay verilmesine müsait değildir, iki ihtimal var:
Ya gerçek bir demokrasi için, işçi ve emekçilerin, hak mücadelesinden kalkınan, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve faşist diktatörlüğüne karşı ve bunların ardındaki asıl efendi olduğu kadar demokrasi mücadelesinin de başlıca hedefi durumundaki emperyalizme karşı mücadelesi. Bu mücadele, AB’ye karşı da yürütülmek zorunda olduğu gibi, Türkiye’nin AB ve ABD tarafından sömürgeleştirilmesine, dolayısıyla AB’ye üyeliğine karşı da mücadeleyi kapsayacaktır.
Ya da açık veya üstü örtülü AB olumlaması ve AB’den demokrasi beklentisi, onların sağlayacağı “kum havuzunda” “demokrasicilik” ve bu demokrasinin ilerletilip geriletilmesi oyununun parçası olma.
Demokrasi de, devrim ve sosyalizm de ancak birinci halde olanaklıdır.

BİTİRİRKEN
“BirAdım”ın ele aldığımız yazılarında değinilen “küreselleşmeye karşı mücadele”de sapmalar sorununa bu yazıda yer vermedik. Oysa ulusal alanı, bütün ulusal içerikli mücadeleleri, dolayısıyla anti-emperyalist eylemi, bağımsızlık talep ve mücadelelerini burjuva milliyetçiliği kategorisine sokan ve düzen içi kalmakla suçlayan bir tür emperyalist ekonomizmi eleştirmek zorunludur.
Son olarak, Türkiye’de hâlâ güçlü olduğuna inandığımız antiemperyalist geleneğe ÖDP içinde de sahip çıkacak çok sayıda kişi bulunduğunu ummak istiyoruz. Emperyalizm ve gericilik karşısında, bağımsızlık ve demokrasi amaç ve mücadelesinden verilmekte olan böylesine vahim tavizlerin ÖDP’yi alıp götürmemesini temenni ediyoruz. ÖDP içinde “Ortak Pazara Hayır” geleneğinin canlandırılmasına ihtiyaç var.

Mart 2000

Maastricht Anlaşması ve hukukun siyasal işlevi

İ. Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü başlığı ile yayımladığı çalışmasında, yasa teriminin, yasag veya yasağ sözcüklerindeki son harfin düşmesiyle Anadolu Türkçesine geçtiğini belirtiyor.
Yasag/yasağ sözcüğü Harizm dilinde kullanılıyor. Harizm dilinden Asya Türkçesine geçiyor, Asya Türkçesinden de Anadolu Türkçesine aktarılıyor.
Bugün de aktarıldığı ilk şekliyle kullanılıyor. Harizm dilindeki ilk kullanılışı ile bugünkü biçimi arasında aşağı yukarı on beş yüzyıl gibi uzun bir tarihsel dönem yer almasına karşın, terim herhangi bir anlam değişikliğine uğramıyor.
‘Uyulması gereken buyruk/kural’ anlamına geliyor.
Ortada uyulması gereken ‘buyruklar/kurallar’ bütünlüğü olduğuna göre, bu bütünlük doğal olarak iki tarafın organik birliğini öngörür: Uyulması gereken kuralları koyanlar ve uyulması gereken kurallara uymak zorunda olanlar… Özne ve nesne.
Etimolojik kökeni ile dahi terim, bir eşitsizlikle, bir ayrıcalıkla işe başlamış oluyor.
Eşitsizlik ve ayrıcalık, egemenlik ilişkilerini doğuruyor. Toplumsal ayrıcalık ve sınıfsal eşitsizlik olgusu, siyasal egemenlik, siyasal iktidar ilişkisi ile tamamlanıyor.
Siyasal egemenlik, ekonomik ve toplumsal egemenliğin aktif bir yansımasıdır.
Siyasal egemenlik ilişkisi kendi meşruiyetini ve varlığını ancak, ‘uyulması gereken buyruklar’ bütünlüğü ile sağlayabilir.
Yasanın varlığı, devletin varlığını öngörür, devletle birlikte var olur.
Bir toplumun yasaları, kamu otoritesi, yani o toplumun kamu gücü tarafından veya kararlarını bu gücün desteklediği görevliler ya da seçmenler tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Devletin olduğu toplumlarda yasalar, devlet tarafından açıkça onaylanan yürütme ve davranış kurallarıdır. Kendisini destekleyecek bir kamu gücü, siyasal bir devlet örgütlenmesi olmaksızın hukuk var olamaz.
Devlet, toplumun sınıflara bölünmesiyle birlikte toplumun içinden çıkmış, ama onun üzerinde ona yabancılaşmış siyasal bir mekanizmadır, siyasal bir baskı aygıtıdır.
Devleti, diğer örgütlerden ayıran temel özellik bir cebir kuvvetine sahip olmasıdır, zor aygıtı olmasıdır. Devlet yasal bir tekeldir, zora başvurma tekelidir. Halkın özerk silahlı örgütlenmesinin yok edilmesi ile silah tekeli devlete geçmiştir. İstisnasız bütün devlet örgütleri, silah tekelini elinde bulundurur. Sömürüye dayanan toplumlarda bütün devletlerin temel kuruluş yasası, halkın silahsızlandırılmasını, silah tekelinin devlete aktarılmış olmasını garanti altına alır. Fiziki bir güce dayanmayan ‘buyruklar/kurallar’ manzumesinin uygulanabilmesine olanak yoktur çünkü.
Yasa, varlığını fiziki devlet gücünün varlığına borçludur. Hatta terimin kendisi bile, bütün topluma ait olan fiziki gücün, toplumdan ayrışmış ve artık onun üzerine çıkmış siyasal otoritenin oluşması tarihi ile birlikte biçimleniyor. Cengiz Han Buyrukları, 400 yıl sonra Timurlenk tarafından toplanarak 33 bölümlük bir bütün haline getirilinceye kadar, Harizm dilinde, Türkçede de anlam kaymasına uğramadan kullanıldığı ilk biçimiyle, yasa kavramıyla adlandırılıyor.
Yasa ve hukuk, açık ki, zor aygıtlarına dayanmaksızın, zor aygıtları ile donatılmaksızın hiçbir anlam ifade etmez.
Yasaların uygulanabilmesi, ancak bir fiziki gücün varlığı ile mümkün olabiliyor.
Yasalar, yönetenler için değil, yönetilenler içindir.
Yasa kavramı, Arapçada, ‘kural, düzen1 anlamına gelen ‘kanon’ terimi ile ifade edilir. Türkçeye ‘kanun’ olarak geçmiştir. Kanun terimi, Doğu Karadeniz Bölgesinin belli yörelerinde, çıplak anlamıyla, dayanağı olan fiziki güç ile özdeşleştirilerek kullanılır. Güçlü ve yaygın iletişim ağının terimler arasındaki anlam farklarını sıfıra yaklaştırmasından önceki süreçte, Doğu Karadeniz Bölgesinde ‘inzibat eri’ne ‘kanun’ denirdi.
Trabzanun içinde
Tutdi beni kanunlar
Eser deniz yüzgarı
Hep açilur hanımlar
Uygulanabilmesi ve uyulması için devletin fiziki gücünün varlığını gerektirmeyen kurallar, örf ve adetlerdir, gelenek ve göreneklerdir, yerleşmiş görgü kurallarıdır. Tortulaşmış geleneklerin varlığını sürdürmesi bile, devletin gerici karakterini sürdürmesine ve resmi ideolojinin varlığına borçludur.
Toplumu oluşturan bireylerin ve birey kolektiflerinin gelenek ve göreneklere uymaları kuralı ile yasalara uymak zorunda bırakılmaları kuralı arasındaki fark, birincisindeki zorlamanın kamuoyunun ideolojik baskısına dayanmasıdır, ikincisindeki zorlama ise toplumdan işbölümü bakımından ayrılmış özel ve fiziki bir güce sahip bir organizmanın varlığından kaynaklanır.
Devlet yasaların, yasalar devletin varlığını gerektirir.
Yasalar bütünlüğü, kendisini hukuk terimi ile ifadelendirir.
Hukuk, Arapça ‘hakk’ kökünden gelir, ‘hakk’ sözcüğünün çoğuludur. ‘Genel geçerlilik taşıyan kurallar bütünlüğü, yasalara dayanan yetkiler toplamı’ demektir.
Yetki, yetkisizliği öngörür ve ancak yetki kullanma hakkına sahip fiziki bir organın varlığı ile somutluk kazanır.
Yetki kullanma hakkı, siyasal otoritenin tekelindedir.
Hukuk da devletle birlikte var olur, genel karakteristiğini devletin varlığından ve sınıfsal yapısından alır.
Hukuk ve devlet, tarihsel ve sınıfsal bir kategoridir. Sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsal eşitsizliklerin sona ermesine paralel olarak, tarihsel gelişme, insanlığın önüne devletle birlikte hukukun da sönmeye başladığı maddi bir zemin sunacaktır.
Devletin ve hukukun söndüğü, siyasal ve tarihsel işlevini tamamladığı özgürlük çağında, bugün kullanıldığı sınıfsal ve siyasal anlamının dışında başka bir içeriğe bürünecek olan yönetim terimi, sadece nesnelerin dağılımı ve üretimin toplumsal gereksinimlere göre düzenlenmesi için kullanılacaktır.
Özgürlükten söz edildiği gün, insanlığın komünizm ideali tam olarak gerçekleştiğinde, hukuk, devletle birlikte ortadan kalkacaktır.
Daha önce değil.
Kapitalist toplum ile komünizmin ikinci evresi arasında yer alan sosyalist toplum, devletin ve hukukun hâlâ var olduğu bir geçiş dönemidir. ‘Burjuvazisiz burjuva devleti’, sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması anlamında burjuva hukukunun sınırlarını aşabilir. Burjuva hukuku hâlâ tek ölçüdür.
Kapitalist toplumda, burjuva ilişkiler ağı zemininde devlet, çıplak biçimiyle egemen olan sınıfın fizik gücüdür. Hukuk ise bir zırhtır, fizik gücün zırhını oluşturur.
Hukuk, egemen olan sınıfın yasalaştırılmış iradesidir, bir kurumdur, üstyapı kurumudur. Hukuk, toplumun sosyal üretimini gerçekleştirmek için giriştiği ilişkileri oluşturan ekonomik temel üzerinde yer alan bir üst yapıdır. Mülkiyet ilişkileri, var olan üretim ilişkilerinin hukuksal yansımalarını oluşturur. Medeni hukuk, mülkiyet ilişkilerinin ete kemiğe bürünmüş biçimidir, temel sosyal ilişkileri formüle eder.
Liberal yorumlara inanmak gerekirse, mevcut yasalarda, ulusal yasalarda ve uluslararası sözleşmelerde cisimleşen burjuva hukuk sistemi, devletle toplum arasındaki ilişkiyi düzenlemenin biricik ve vazgeçilmez meşru yoludur. Hukuk, devletin, toplum nezdinde yasallaştırılmasıdır ama bu asla eşit bir ilişki değildir. Topluma karşı devletin korunmak istenmesinin, devletin ‘ebedi’ varlığını sürdürme çabasının yasal zırhıdır.
Hukuka, burjuva toplumunda başlı başına ve bağımsız bir alan olarak bakmak son derece yanıltıcıdır. ‘Hukukun üstünlüğü’ tezi, sadece saf hukukçulara ait bir iyi niyeti ifade eder.
Siyasal sistemin yapısından ve sosyal sınıf gerçeğinden soyutlanmış hukuki gerçekler arayışı, sadece bir arayıştır.
‘Yeni Dünya Düzeni’nin amentüsü olarak değer biçilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Paris Şartı gibi Avrupa merkezli uluslararası hukuk normlarının, böylesine bir arayışa olumlu yanıt vermekten uzak olduğunun saptanması son derece önemlidir.
Dün Paris Şartı ile birlikte İnsan Hakları Çağı başlatılmıştı.
Demokrasi ve insan haklarına yönelik propaganda, piyasa ekonomisinin eşliğinde ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ideolojik harcını oluşturuyordu.

MAASTRİCHT ÇAĞI
Daha bir yıl öncesinde Paris Şartı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Helsinki Demokrasisi, ILO Sözleşmeleri gibi terimler kutsal anlamlar yüklenilerek kullanılıyordu. TBMM’den geçirilen bir kısım ILO Sözleşmeleri, kamu çalışanlarına sendika adı altında sadece dernekleşme hakkı tanıdı.
Kutsal terimlerin kullanım değerleri bir yıl içerisinde tüketildi. Ama siyasal ve demokratik bir boşluktan söz etmek mümkün gözükmüyor. Ortaya çıkan boşluk, Maastricht Anlaşması ile dolduruldu.
Artık Maastricht Çağı’nda yaşıyoruz.
20 Eylül 1992 tarihinde Fransa’da Maastricht Anlaşması için yapılan oylama, kıl payı bir farkla da olsa ‘evet’le sonuçlanınca, dünya rahat bir nefes aldı, yeni bir başlangıç için yol açılmış oldu.
Fransa’daki oylama bir dönüm noktası oldu ve yeni bir çağın başlangıcı, bir başlangıç olarak Avrupa için resmen ilan edildi.
Şimdi yaygın bir propaganda ve ideolojik bombardıman kampanyası sürdürülüyor. Türkiye’nin liberal aydınları, Maastricht Anlaşması’nı ve getirdiği hükümleri, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra dünyanın yaşadığı en büyük ‘ikinci devrim’ olarak lanse ediyorlar.
1789 Fransız Devrimi’nin getirdiği tüm kalıp ve kavramlar, tüm değerler 203 yıl sonra, gene aynı coğrafya zemininde Maastricht Devrimi ile yıkılmış oldu. Maastricht Devrimi, Büyük Fransız Devrimi’nin dünyaya armağan ettiği ‘milliyetçilik, bağımsızlık, egemenlik’ kavramlarını kökünden sarsarak kaldırıp attı. ‘Evrensel, global ve rekabetçi’ değerler, hukuk zemininde de onaylanmış oldu. Bu anlaşma ile Avrupa Topluluğu’nu oluşturan 12 ülkenin ‘tek ülke’ olmasının yolu açılmış oldu.
Maastricht, eski değerleri yeniden yorumladı.
Türkiye’nin Avrupacı liberal aydınları Maastricht Anlaşmasını böyle yorumladılar. İzlenmesi gereken tarihsel bir süreç olarak değerlendirdiler.
Şimdilerde bu kampanyanın hızı kesilmiş gibi gözüküyor. Ama anayasa tartışmalarının gündeme gelmesi koşullarında, sadece Maastricht Anlaşması hükümlerinin değil, onunla birlikte Paris Şartı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerinin de yeniden güncelleşeceğinden, dahası kutsallaştırılacağından kuşku duyulmaması gerekiyor.
Anlaşma, esasında yeni hükümler getirmiyor, böyle bir amacı da yok, ayrıntılarıyla ele alındığında daha geri hükümlerin formüle edildiği de görülebilir. Maastricht Anlaşması temel hukuk felsefesi ve siyasal boyutlarıyla, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerini ve üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor.
Anlaşma, bu genel çerçevenin formüle edilmesi ve onaylanmasıdır.
Maastricht Anlaşmasına temel olabilmesi için, Türk hukuk mevzuatının da uluslararası standartlara uyarlanması, siyasal hukuk vitrininin güzelleştirilmesi gerekiyor.
Demokrasi için uyum isteniyor.
Uluslararası basın tekelleri aracılığıyla Türkiye’nin ‘Maatricht Avrupası’na katılabilmesi için bir ‘Hukuk Devrimi’ne yönelmesi gerektiğinin propagandasını yürütüyor.
Demokratikleşme programları, bir yandan mevcut birikimi sistemin açtığı yeni kanallar içerisinde eritme çabasına hizmet ediyor, bir yandan da genel bir uyum sağlamak için tek tek birtakım adımların atılmasını gerekli sayıyor. 141–142. maddelerde yapılan değişikliklerle başlayıp CMUK ile devam eden ve önümüzdeki dönemde anayasa değişikliklerine yönelmesi muhtemel gelişmeleri, hep bu uyum sürecinin tek tek bileşenleri olarak değerlendirebilmek mümkün gibi gözüküyor.
Maastricht Anlaşması, ‘Yurttaşlık Hakları’nı düzenleyen dördüncü bölümünde, uluslararası hukuk sözleşmelerine ve en başta da 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine ve üye ülkelerin anayasalarına atıf yapmakla yetiniyor.
Bu durumda Maastricht Anlaşması’nın nasıl bir Avrupa ve daha önemlisi de nasıl bir demokrasi tablosu çizdiğini kavrayabilmek için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni eksen alarak, uluslararası hukuk sözleşmelerinin belirli temel hükümlerini irdelemek önem kazanıyor.

YASALARIN YASALARLA İŞLEVSİZLEŞTİRİLMESİ
İki temel saptama başlangıç noktası alınabilir.
Birincisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni diğerlerinden ayırmak gerekiyor. AİHS dışındaki uluslararası sözleşme ve anlaşmalar, imzacı devletler, özellikle de Avrupa devletleri açısından bağlayıcı bir değer taşımıyor. Bu sözleşmelerin, genel çerçeveler çizmek ve geleceğe yönelik belirli yönelimlere işaret etmek dışında fazlaca bir işlev taşımadıklarını görebilmek mümkün. Daha önemlisi de, imzacı devletlerin muğlâk hükümler taşıyan bu tip uluslararası sözleşmeleri, ya temel devlet politikalarına uyumlu bir biçimde yorumlayarak uyguladıkları, ya da belirli ‘çekinge’lerle mevcut muğlâk hükümleri daha da işlevsiz hale getirdikleri görülebilir.
21 Kasım 1990 tarihli Paris Şartı hükümleri arasında yer alan ‘azınlıklar’ konusunda imzacı devletlerin yorumlarından örnek olarak söz etmek mümkün gözüküyor. En başta Fransa’dan söz edilebilir. Fransız Hükümeti, ülkesinde bir azınlık bulunmadığını bir devlet politikası olarak kabul ediyor. Fransız Adalet Divanı da Korsikalıların, Fransızlardan ayrı bir ‘halk’ veya ‘azınlık’ olarak tanımlanamayacağı kararını onaylıyor. İmzacı devletlerin başında yer alan Büyük Britanya, İtalya ve ABD, bu konuda Fransız dostlarının politikasından fazlaca ayrı düşmediklerini gösteriyorlar. ABD’de ulusal ve dinsel azınlıklara genel vatandaşlık statüsü dışında ayrıcalıklar tanınmıyor.
Türkiye ise çok daha net bir örnek. Türkiye, Paris Şartı’nda yer alan ‘milli azınlıklar’ tanımlamasını, ancak yürürlükteki uluslararası anlaşmalarla, kendilerine bu ayrıcalığın tanındığı topluluklar için resmi olarak kabul ediyor. Türkiye’nin imza koyduğu bu uluslararası anlaşmalar, 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşması ile 1925 tarihli Türkiye-Bulgaristan Dostluk Anlaşmasıdır. Bu anlaşmalarda, Türkiye’de azınlık olarak Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar toplulukları tanınır. Kürt varlığından, lafız olarak dahi söz edilmez.
Türkiye’nin yorumunun ve yorumuna uygun bir politika izlemesinin, uluslararası alanda fazlaca bir tepki görmediğini, tersine, yeni uluslararası anlaşmalarla da desteklendiğini söylemek gerekiyor. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan bir kuşağın, Mersin Limanı dâhil, 39. paralelin güneyinin, silah indirimi anlaşmalarının dışında tutulması olgusunun, Paris Şartı’nın imzalanmasından sonraki bir tarihte AKKA Anlaşması ile gerçekleşmesi, resmi politikaya uluslararası desteğin bir ifadesi olarak alınabilir. Devamını da söylemek gerekiyor. Silah indirimi görüşmelerinde varılan sonuçlarla, NATO’nun yeni askeri yönelimleri arasında yakın bir paralellik olduğu anlaşılıyor. Sovyetler Birliği faktörünün ortadan kalkmasından sonra NATO, yönünü ulusal sorunlar açısından en sıcak bölge olan Ortadoğu’ya çevirdi.
Düşman kuvvetlerin yeni renginin ‘yeşil’ olarak seçilmesi, bu yönelimi simgelemesi açısından önem kazanıyor.
Bir sonuca işaret etmek gerekiyor: Paris Şartı gibi uluslararası anlaşmalar, resmi politikaları güçlendirdikleri ölçülerde ve koşullarda, ancak bu koşullarda imzacı devletler için önem kazanıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin diğer uluslararası anlaşmalardan farkı, imzacı devletler açısından bağlayıcı bir özellik taşımasıdır.
Ama AİHS, aynı zamanda, taşıdığı istisna maddeleri ile belirli siyasal hakların kısıtlanmasında veya tümüyle ortadan kaldırılmasında imzacı devletlere geniş bir hareket serbestîsi sağlayan hukuki bir belgedir.
Metin içi eklerle aktarılan örnekler de görebilmek mümkün, iç hukuk belgeleri, siyasal kamu otoritesine, daha geniş ölçülere varan ‘hak kısıtlama hakkı’ tanıyor. Temel bir yasa veya özel alanları kapsayan yasalar, birinci maddeleri ile insanlığın binlerce yıllık siyasal ve sosyal mücadelesinin ortaya çıkardığı birikimi formüle ediyor. Ama bu birikimin, belirli siyasal koşullarda, ya aynı yasanın değişik maddelerine dayanılarak ya da başka yasa maddeleri ile işlevsizleştirilebilmesinin yasal zemini daha baştan hazır hâle getiriliyor. Resmi politikalar yasal dayanağını, yasaların istisna maddelerinden, ikinci maddelerinden alıyor. Teknik anlamda belirgin bir farklılıktan söz etmek gerekiyor: Türk hukuk mevzuatında, 1982 Anayasası dâhil, yasa maddelerinin ruhunu oluşturan ama istisna maddeleri görüntüsüne sahip ikinci madde hükümleri, çok büyük bir vurgu ile öne çıkarılırken, uluslararası standartlarda ve Batı’nın demokratik yasalarında, resmi politikaların meşru kaynağını oluşturan ikinci maddeleri, genel hükümlere, daha inceltilmiş bir teknikle monte ediliyor. İkinci sıradaki maddeler, genel hükümleri işlevsizleştiriyor. Şöyle de söylenebilir: İkinci madde hükümleri, pratikte temel hükümler olarak uygulama alanı buluyor.
Türk hukuk mevzuatının, genel hükümlerle istisna maddeleri arasında varolan sıralama ve vurgu farkı dışında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine çok fazla ters düşmediği söylenebilir. Sıralamanın değiştirilmesi ve ikinci madde hükümlerine yapılan vurgu şiddetinin azaltılması, sadece uyumsuzluğu gidermekle kalmayacak, belki ‘NATO ülkeleri kadar demokrasi’ sloganının da kendisine hukuki bir zemin bulmasının başlangıç noktasını oluşturacaktır.
‘NATO ülkeleri kadar demokrasi’ sloganı olsa olsa resmi politikaların Batı’nın yerleşik hukuki normları ile onaylanmasının yeni bir ifade ediliş biçimi olabilir. Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin, resmi adıyla insan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’nin ana ekseninde yer alan istisna hükümleri, ‘kamu güvenliği’ gerekçesiyle, sistemin kolektif çıkışlara ve toplumsal muhalefetin radikalleşmesi olasılığına karşı korunmasının, güvenceye alınmasının yasal zırhını oluşturuyor çünkü.

HAK SINIRLAMA HAKKININ EVRENSEL ÖLÇÜTLERİ
İkincisi, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasındaki uluslararası sözleşmelerin ilki olan ve Hitler faşizmine karşı uluslararası cephede sürdürülen başarılı bir direnişin de belirli izlerini taşıyan 10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’nin 29/2. maddesinde “her insan, haklarından ve özgürlüklerinden yararlanırken (…) demokratik bir toplumda ahlak, kamu düzeni -ve genel refahın yerinde gereklerini karşılamak amacıyla koyduğu kısıtlamalara tabidir” hükmü yer alıyor.
En başta 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, daha sonraki tarihlerde imzalanan uluslararası sözleşmelerin, İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi’nin kısıtlamada temel bir kural olarak koyduğu ölçütü, büyük ölçüde genişlettiği görülüyor. Metin içi eklerde, Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı AİHS’nin kısıtlama maddeleri üzerinde ayrıntıları ile duruluyor.
Ama şimdiden şu söylenmelidir: İmzacı devletler, iç hukuk düzenlemeleriyle, özgürlüklerin sınırlandırılmasına getirilecek ölçütleri ayrıntılarıyla yeni baştan formüle ediyorlar. Bazı ölçütler, kendilerine evrensel düzeyde bir uygulama alanı yaratıyor, uluslararası sözleşmelerde baz alınıyor.
Bunların başında, Batı demokrasileri açısından evrensel ölçüde bir standart değer taşıyan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Ekim Devrimi’ne karşı, ‘Kızıl Korku Operasyonu’ olarak Wilson Prensipleri çerçevesinde formüle edilen ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ geliyor.
ABD’de uygulana-gelmiş politikaların 1919 yılında, Yüksek Mahkeme tarafından geliştirilmesi ve genel bir içtihat kararına dönüştürülmesi ile hukuki bir meşruiyet kazanan Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü, 1969 yılında ABD Yüksek Mahkemesi’nin yeni bir yorumuyla açıklığa kavuşuyor ve yeni getirilen yorumla ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nün yerine, Batı Avrupa demokrasilerinde de genel bir kabul görüyor.
Her siyasal dönem, kendi nesnelliğine uygun hukuki ölçütler ve politik normlar yaratıyor.
İkinci Savaş sonrasında, sosyalizmin Batı dünyasında yükselen prestiji, uluslararası işçi hareketindeki gelişmeler ve ekonomik bunalım paniği, Batı demokrasilerini ‘düzenin korunması’ için yeni politik tedbirler almaya itti, hukuki ölçütler değişti.
Yeni bir sıcak savaş dönemi başlatamadığı için, Batı demokrasileri kendi varlığını korumak ve pekiştirmek amacıyla soğuk savaş ilan etme gereğini duyuyor.
Soğuk savaş dalgaları, ABD’de McCarthy politikalarını yaratıyor.
Demokrasinin politik gereksinmeleri, McCarthy politikaları, kendine, ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nde somutlayan yeni bir hukuki zarf, hukuki ölçütler şekillendirmekle gecikmiyor.’ Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’nün yeni politik koşullardaki yetersizliği, ölçüte ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’nün eklenmesi ile tamamlanıyor.
Liberal düşünceler bile, artık anti-komünist politikaların doğrudan hedefleri arasına giriyor. ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’ Yabancıların Tescili Kanunu, İç Güvenlik Kanunu, Komünist Kontrol Kanunu yeni yasalarla ete kemiğe bürünüyor, ‘cadı kazanı’ kaynatılıyor.
Batı demokrasileri, başta ABD, soğuk savaş yıllarının McCarty politikaları ile kendi insanına mesaj vermeyi, demokrasiyi demokrat ağırlıklardan kurtarmayı amaçlıyor.
McCarty politikaları ve ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’, yerini ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ne terk ederek tarihsel misyonunu tamamlıyor. ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Birinci Soğuk Savaş sonrasında Batı demokrasilerinde evrensel bir uygulama alanı buluyor.
Bugünkü normlar ve pratik politikalar açısından şu söylenebilir: ‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ temel alınırsa, soyut bir düşüncenin açıklanması veya propagandası ‘kamu düzeni’ni tehlikeye atmadığı sürece, yasalara göre ‘suç’ oluşturmuyor.
Bu anlamıyla Batı demokrasileri, maddi bir güce dönüşmediği sürece ‘düşünce’yi, düşünce açıklama özgürlüğünü ‘suç’lamaktan kaçınıyor. Maddi bir güce dönüşen düşünce ise, ’68 Radikalizmi karşısında Fransa örneğinde görülebileceği gibi, aşağıda kısa ayrıntıları veriliyor, ‘açık’ ve ‘mevcut’ bir ‘tehlike’ oluşturuyor.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ dün komünizmi önleme yasalarında somutlanıyordu, şimdi ‘terör’ başlığı altında formüle ediliyor. Soğuk Savaş Dönemi’nde ve uzantısı yıllarda Batı sistemi, komünizmi önleme yasaları ile yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları ile, 141–142 vari yasalarla kendini güvencede hissediyordu. Soğuk savaş yılları Amerika’sında görüldüğü gibi yıkıcı cereyanlara karşı savaş yasaları, kendi doğal gelişmesi içerisinde anti-terör yasalarına, devlet terörünü meşrulaştıran yasalara evrildi.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’, Batı dünyası anlamında, şimdi evrensel bir özellik gösteriyor.
Batı Avrupa’da sistemin siyasal bir uzantısını oluşturan komünist partiler, isim değişiklikleri ile yeni sosyalist partiler,’ sistem için bir tehlike taşımıyor, ama İrlanda ve Korsika’da ulusal örgütlenmeler ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ sayılıyor. ‘Ayrılıkçılık’ ve ‘terörizm’ tehlikesi karşısında, insanın ‘tehlikeli’ bir biçimde haklarını kullanması karşısında, sistem, kendisini hukuki bir zırhla korumaya, hukuki zırhını sağlamlaştırmaya gereksinim duyuyor.
Yunanistan ve Büyük Britanya örnek alınabilir, düşünce ve basın özgürlüğü artık terör yasalarının ördüğü duvara çarparak kırılıyor. Yunanistan’da 7 büyük gazetenin genel yayın yönetmenleri, 1991 Eylülünde tutuklanıyor. BBC Dünya Servisi, ilk kez 1985 yılında susuyor. Mevcut Ceza Yasasının IRA eylemleri için yeterli olduğu belirtilen Büyük Britanya’da, ‘Terörizmi Önleme Yasası’nı parlamentoya sevk eden İşçi Partisi Hükümeti’nin İçişleri Bakanı, 1974 yılında yasayı çıkarma amaçlarını “İrlanda’nın Büyük Britanya’ya sirayetini önlemek” olarak açıklıyor.
‘Açık’ bir tehlike olamadan da Komünist Partisi 1956 yılında Federal Almanya’da kapatılıyor. Parti üzerindeki yasak daha sonraki yıllarda kaldırılıyor ama savaş karşıtı örgütlere ve komünist örgütlere üye olanların kamu hizmetlerinde görev alamayacağına dair yasak sürdürülüyor. ‘Suç’ ve ‘terör’ tanımına yeni bir açıklık getiriliyor. Almanya’da her tür siyasal etkinliğin, daha baskıcı koşullarda, ‘terör’ tanımı içerisine yerleştirilmesi mümkün hale geliyor.
Türkiye’de ‘Zararlı Eğilim Ölçütü’ çok uzun süren bir dönem sonunda, yoğun bir tepki birikimi sonucunda, SSCB’nin bir ‘tehlike’ olma sürecinden çıkmasıyla birlikte, biçimsel olarak terk ediliyor. TCK’nın
141–142. madde hükümleri Terör Yasası’na aktarılıyor. ‘Açık ve mevcut tehlike’nin, aynı anlama gelmek üzere her tür muhalif siyasal etkinliğin, yasal platformda Terör Ya-sası’yla karşılanması amaçlanıyor. 1991 Nisanında yürürlüğe giren Terör Yasası, Büyük Britanya’nın 1974 tarihli Terör Yasası ile ve Almanya’da Ceza Yasası’na eklenen 29/a maddesi ile çok büyük bir paralellik gösteriyor.
Ortaya çıkan boşluklar da CMUK ile özellikle yeni yasanın 30 ve 31. maddeleriyle tamamlanıyor.
30 ve 31. maddelerin ‘demokratik’ kaynağı Alman Ceza Yargılama Yasası’dır, İtalyan Pişmanlık Yasası hükümleridir. Büyük Britanya’da 1974 yılından beri uygulanan Terörist Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Yasa’dır.

ORTAK SİYASAL PAYDA
Devam etmeden önce bir sonuca işaret etmek gerekiyor: En demokratik ülkelerde bile, insan haklarının sınırı, sistemin güvenlik sınırının başladığı yerde bitiyor, sistemin siyasal sınırına kadar uzanıyor. Sistemin siyasal sınırını, ‘milli’ çıkarlarla örtüşen devlet çıkarları, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarları belirliyor.
Bugün, ekonomik ve siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın çıkarlarının Avrupa çapında evrenselleştiği anlaşılıyor. Maastricht Anlaşması da, evrenselliği ‘uluslar-üstü’ genel bir hukuki çerçeve olarak formüle ediliyor.
‘Açık ve Mevcut Tehlike Ölçütü’ Maastricht hukukunun çerçevesinin ve sınırlarının çizilmesini de belirliyor.
Son derece açık: Siyasal gelişmeler ve devletin güncel politikaları, hukuku belirliyor. Hukuk, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamanın ötesinde fazlaca bir işlev taşımıyor. Bugün Batı demokrasilerinde evrensel düzeyde bir geçerlik kazanmış bulunan ‘açık ve mevcut tehlike ölçütü’ kuralı, siyasal hukuk kararlarının da ölçütünü oluşturuyor.
Anayasa Mahkemesi’nin, 31 Mart 1992 tarihli kararıyla, Terör Yasası’nın, TCK’nın 125. madde hükümlerini ‘şartlı tahliye’ kapsamı dışında tutan hükümlerini iptal etmemiş olmasını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Anayasa Mahkemesi’ne yasal partiler hakkında ‘bölücülük’ savıyla dava açmasını ve bu yönde kararlar verilmesini, gazete, dergi ve kitapların ‘bölücülük’ gerekçesi gösterilerek toplatılmasını ve CMUK’un DGM kapsamına giren ‘suç’ları ve Olağanüstü Hal Bölgesi’nde meydana gelen ‘olay’ları ‘iyileştirme’ hükümlerinin kapsamı dışında tutmasını ‘açık ve mevcut tehlike ölçütü’ kuralının doğrulanması olarak değerlendirmek gerekiyor.
Bugün ‘açık ve mevcut tehlike’yi ‘Kürt realitesi’ oluşturuyor çünkü.
Hukuk, başkaldırıya karşı rejimin verdiği cevabın sadece bir üst başlığıdır.
Siyasetin bir üst başlığı olmasının ötesinde, hukuka, çok fazla bir işlev yüklememek gerekiyor.
En gelişmiş burjuva demokrasilerinde de, hukuk, farklı bir işleve sahip değil.
Terör Yasası’na veya Kontrgerilla Talimnamesi’ne ve örgütüne ilk sahip olma onurunu Türkiye taşımıyor. Demokrasinin ‘ilk beşiği’ Yunanistan ve demokrasinin ‘son beşiği’ Büyük Britanya da içinde olmak üzere Batı demokrasilerinin Türkiye’den daha önce davrandıkları anlaşılıyor.
Demokrasi, sadece bir hayali ifade ediyor.
Burjuva demokrasisinin sınırı, sistemin “güvenlik sınırı”nda bitiyor.
Kontrgerilla tipi örgütlenmeler, “meşru” kuvvetlerin yanında, Batı demokrasilerinin “güvenlik sınırı”nı oluşturuyor.
1990 yılı sonbaharında Batı demokrasileri, kontrgerilla skandalları ile sarsıldı.
Özellikle İtalya’da, kuşkulu terör ve cinayet olaylarının ardındaki gücün CIA tarafından örgütlenmiş Gladio kod adlı “yeraltı örgütü” olduğu, savcı Felice Casson tarafından ortaya çıkarılınca, skandala dönüşen olay tüm NATO demokrasilerine yansıdı. Kontrgerilla örgütleri NATO üyesi ülkelerin hemen hemen tümünde “resmen” deşifre oldu. İtalya’da, kamuoyunu yatıştırmak için Gladio’nun lağvedildiği açıklandı.
Sonraki süreçte unutuldu, “unutturuldu.”
Büyük Britanya’da yayımlanan haftalık Observer gazetesinin 7 Haziran 1992 tarihli sayısındaki bir haber üzerine, kontrgerilla örgütlerinin varlığı Batı demokrasilerinde yeniden gündeme geldi.
Observer gazetesinde yer alan haberde, Büyük Britanya’nın kontrgerilla örgütlerinin uzun yıllar boyunca faaliyet merkezi olduğu üzerinde duruluyor. Gazete, Büyük Britanya ve ABD’nin, örgüte geniş bir çerçevede katıldığını ve örgütün, İrlanda’dan Türkiye-Iran sınırına kadar uzanan alanda çeşitli faaliyetler örgütlediğini belirtiyor.
Observer gazetesi, Büyük Britanya ordusundaki Anti-terörist Birliğin, SAS’ın da, özellikle İrlanda’daki faaliyetlerinde Gladio ajanlarına yardım etmiş olabileceğini ileri sürüyor. Büyük Britanya Savunma Bakanlığı’nın Observer gazetesinde yer alan haberle ilgili yorum yapmaktan özellikle kaçındığı görülüyor.
Ama Başbakan John Majör, Nisan 1992’de yapılan genel seçimlerin dördüncü kez Muhafazakâr Parti tarafından kazanılmasından sonra, Avam Kamarası’nda yaptığı bir açıklamada, ülkede bir karşı-casusluk örgütünün varlığından ilk kez söz etti: MI–6. MI–6 Dış İstihbarat Örgütü, MI–5 ise ülke içi istihbarattan sorumlu. Doğrudan Başbakan’a bağlı. Parlamento denetiminin dışında. Daily Mail gazetesinde yazıldığı gibi MI-5 artık “soğuk savaşın yürütülmesi ile değil, sıcak savaşın yürütülmesi ile ilgileniyor.”
İrlanda ve IRA, MI-5’in faaliyet merkezinde yer alıyor.
MI–5, İrlanda sorununun “istikrar”a kavuşturulması için, devletin illegal çekirdeklerinden birisi.
Büyük Britanya’da devletin bir illegal çekirdeği daha var: Secret British Network Revealed. Büyük Britanya’nın Kontrgerilla örgütü…
Kontrgerilla örgütlenmesinin adı İtalya’da Gladio idi. Kontrgerilla örgütlerinin Yunanistan’da B–8 ya da Sheepskin, Belçika’da SDR–8, Hollanda’da NATO Command, Almanya’da Gehlen Harekatı, Stay Behind, Sword, Avusturya’da Schwert, İsviçre’de P-2, Fransa’da Rüzgar Gülü adları ile bilindikleri ve faaliyetlerini sürdürdükleri Talat Turhan’ın “Özel Savaş Terör ve Kontrgerilla” çalışmasında açıklıkla gösteriliyor.
Kontrgerilla örgütlenmesinin ABD’de hangi adla anıldığı fazla bir önem taşımıyor.
Gerekmiyor da.
ABD sistemi, siyasal ve militarist mekanizmaları bütünlüğü ile tam bir kontrgerilla örgütlenmesine tekabül ediyor çünkü. Amerikan militarizmi, var olan uluslararası demokratik sistemin kontrgerilla örgütlenmesini temsil ediyor.
Dahası NATO ülkelerinde ve NATO dışı birçok ülkede kontrgerilla örgütlerinin CIA ile içice çalıştıkları ve CIA tarafından finanse edildikleri de biliniyor. Hatta Talimnameleri bile ABD patentli: FM 31–15 Sahra Talimnamesi. 31–15 simgesi, örneğin Türkçeye ST 31–15 simgesi ile tercüme ediliyor: ST 31–15 Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Harekât Talimnamesi. Gene, örneğin Özel Harp Dairesi’nde önemli görevler alan subayların hemen hemen tümü CIA okullarındaki eğitimlerden geçiyorlar.
Türkiye Avrupa ülkelerinden sadece mal ve sermaye ithal etmiyor, insan haklan normları, basın özgürlüğü normları yanında Terör Yasaları ve Kontrgerilla Talimnameleri ve örgütleri de ithal ediyor. SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte kaldırılan TCK’nın 141. ve 142. madde hükümleri de Terör Yasası’na aktarılıyor, siyasal vitrin daha Avrupai bir güzelliğe kavuşuyor.
Terör yasaları ve kontrgerilla talimnameleri ortak bir payda oluşturuyor.
Terör Yasalarının ve Talimnamelerin siyasal rejimler arasındaki nicel farkları en aza indirdiği, benzerlikleri çoğalttığı görülüyor.

İÇ SAVAŞ HUKUKU
Sadece bizde değil, Avrupa demokrasilerinde de insan hakları, tekelci bir zeminde terör yasalarına çarpıp kırılıyor.
Bugün Batı’nın burjuva demokrasilerinde Terör Yasaları veya yasaların ikinci maddeleri yahut kontrgerilla örgütlerinin talimnameleri genel bir uygulama alanına sahip değilse, bunun biricik nedeni Batı’da sistemi tehdit edecek düzeyde bir sınıf hareketinin veya radikal siyasal hareketlerin yokluğudur.
’68 radikalizmi karşısında, sistemin yürürlüğe soktuğu politikalara bunun bir göstergesi olarak bakılabilir. ’68 radikalizmi, var olan sistem açısından, ‘açık ve ‘mevcut’ bir ‘tehlike’ sayıldığı için, örneğin Fransa’da 68’e ‘bulaşmış’ tüm örgütlenmelerin feshedildiği, yayın organlarının kapatıldığı biliniyor.
’68 radikalizmi karşısında, burjuvazi mevzi de olsa, iç savaş hukukunu çağrıştıracak bir biçimde yasaların ikinci maddelerini uygulamaya yöneliyor.
Türkiye’de ise hep iç savaş hukuku yürürlükte. Radikal bir sosyal muhalefetin varlığı ve gelişme potansiyeli taşıması, iç savaş hukukunun sürekli yürürlükte tutulmasının maddi temelini oluşturuyor.
12 Mart hukukuna ve geliştirilmiş devamı olarak 12 Eylül hukukuna bir iç savaş hukuku olarak bakmak gerekiyor.
1964 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı’nın imzası ile bütün askeri birliklere uyulması ve uygulanması için gönderilen ve en yoğun uygulama alanına 1980 sonrasında kavuşan Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, iç savaş hukukunun en belirleyici ve tamamlayıcı parçasını oluşturuyor.
Hatta ‘gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’ kimliği ile artık devleti oluşturan kuruluşların en legali olarak yerüstünde faaliyet gösteren kontrgerilla örgütü devletin doğrudan yönetici çekirdeğidir. ‘Faili meçhul cinayetler’in ‘ölü ele geçirme’ operasyonlarının hukuki dayanağını oluşturan Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne ise, resmi yasal yasalardan önce temel bir hukuki belge olarak değer biçmek gerekiyor.
Yasal hukuk sadece bir vitrindir, bir üst başlıktır. Yasal hukukun, iç savaş ilanı koşullarında, vitrinin güzelleştirilmesinin ötesinde fazlaca bir işleve sahip olmadığını görebilmek mümkün.
İç savaş hukuku kendi kurumlarıyla birlikte var oluyor. ‘Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru’, popüler adı ile kontrgerilla örgütü, yargısız infazlar için bir yargı organı işlevine sahip. Yargılı infazlar için de Sıkıyönetim Mahkemeleri veya Devlet Güvenlik Mahkemeleri görev yapıyor.
Bir kurumun boşluğu, diğer kurumların varlığı ile tamamlanıyor. İç savaştan ‘olumlu sonuç’ alınması için de bir arada kullanılmaları gerekiyor. Eski Genelkurmay başkanlarından olan ve Eylül rejimi altında kendisini Devlet Başkanı ilan eden emekli Orgeneral Kenan Evren, Kontrgerilla’nın 1972 Kızıldere Operasyonu’nda kullanıldığını 1990 yılında söyledi. Şimdi Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldığı bildirilen Özel Harp Dairesi’nin “Güneydoğu’da kullanılmakta olduğu” Genelkurmay brifinginde açıklandı.
DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, 1992 Mayısında günlük gazetelere “Bir gerilla savaşı var, tabii ki oyunu kurallarına göre oynarız. Gerilla savaşının kendine özgü kuralları var. Gerilla savaşında onun yöntemlerine göre hareket edeceksiniz, yani onun anladığı dilden konuşacaksınız” sözleriyle biten demeçler verdi.
Bu açıklamalardan bir sonuç çıkarılabilir: Yasal hukuk ve uluslararası standartlara atıf yapılarak sürdürülen ‘demokratikleşme’ tartışmaları sadece bir vitrindir, aynı zamanda devletin legal zemindeki varlığına gölge düşürmeme çabalarının bir ürünüdür.
Toparlanırsa, her siyasal dönemin kendi karakterine uygun düşen bir hukuk sistemi yarattığı söylenebilir.
Kendisini siyasal gelişmelere göre belirlemesi, burjuva hukukunun çifte norm taşımasını beraberinde getiriyor. Yasaların, devlet tarafından açıkça onaylanan, yürütme ve davranış kuralları olduğu biliniyor.
Hukukun, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamaktan başka, fazlaca önemli bir işlevi olmadığı da açık, biliniyor.
12’li Mart ve Eylül rejimleri hep ‘hukuk dişilik’ olarak nitelenir, hukuksuzluk sayılır.
Bu nitelendirmenin, dilin günlük kullanımı dışında fazlaca bir şey ifade etmediğini söylemek gerekiyor.
Tarihin tanıdığı en büyük siyasal barbarlıklar da, Hitler ve Mussolini faşist rejimleri gibi, bir hukuk sistemine dayanıyordu.
Mart ve Eylül rejimleri, emsalleri gibi, hukuki bir zırh taşıyor, hem yadsıyarak içinden geldiği, hem de siyasal gereksinimlerine göre oluşturduğu bir hukuk düzenine sahip.
Her ‘olağanüstü’ yapılanma, olağan dönemin değerlerini ve ölçülerini zorlar, ama olağan değerlerin toplamının oluşturduğu değerler sisteminin dışında, apayrı bir kategori oluşturmaz.
Mart ve Eylül Hukuku, tarihteki emsalleri gibi, mevcut burjuva hukukunu zorluyor, ama burjuva hukukunun dışında da bir hukuk sistemi oluşturmuyor. Sistemin anayasasından, yönetmelik ve kararnamelerine kadar uzanan tüm hukuk metinlerine, rejimin terörcü ruhu siniyor.
Mart ve Eylül rejimleri, çokça yazılanın tersine, hukukun ihlal edilmesinin değil, yasa ve kurumlarıyla terörize edilmesinin siyasal ifadesini oluşturuyor, terörün hukukunu temsil ediyor.
Terör hukuku, rejime kalıcı bir yasal çerçeve çiziyor. 1991 tarihli Terör Yasası ve CMUK’ta 1992’de yapılan değişiklikler, hem 1980 Eylül rejimini yeniden meşrulaştırmayı hedefliyor, hem de Eylül Hukuku’nun, uygulamada ortaya çıkan boşluklarını ve eksiklerini tamamlıyor.
Terör Yasası, Eylül Hukuku’nu tamamlayarak sürdürüyor. CMUK da Terör Yasası’nın boşluklarını tamamlıyor.
Boşlukları CMUK ile tamamlanan Terör Yasası, tarihsel bir sürekliliğin hukuk alanındaki son halkasını temsil ediyor.
İstiklal Mahkemeleri’nden Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’ne ve DGM’lere, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskan Kanunlarından, S-S Kararnameleri’ne, Olağanüstü Hâl Rejimi Hukuku’ndan Terör Yasası’na ve CMUK’a, hepsinin üzerinde de Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi’ne kadar uzanan kurum ve yasalar, kurum ve yasaların hukuki çerçevesi, tarihsel bir çizgide kopuşsuz bir sürekliliğin belirli uğrak noktalarını oluşturuyor.
Tek tek parçalar birbirini tamamlıyor, bütünü tarihsel çizgide bir hukuk sistemi oluşturuyor.
Bütünün içinden bir parçanın çekilip alınması, sistemin, tarihsel ve siyasal olarak oturduğu ‘meşru’ zemini kaybetmesi anlamına gelir.
Ortaya, olağan burjuva hukuk normları ile doldurulamayacak kadar muazzam bir hukuk boşluğu çıkar.
Olağanüstü Hal Rejimi Hukuku ile takviye edilen 12 Mart ve Eylül rejimlerinin hukukuna, Türkiye’nin var olan normal ve olağan hukuk sistemi olarak bakmak gerekiyor.

Mart 2000

EK:1
“MAASTRICHT’E HAYIR”
Fransa’da yayımlanan feminist teori dergisi Nouvellas Question Féministes, Eylül–1992 tarihli sayısında, Maastricht’e karşı bir çağrı metnini imzaya açtığını duyuruyor. Çağrı metninde “Maastricht’e Hayır” sloganının gerekçeleri sıralanıyor:
“İrlandalı feministler halkı Maastricht’e karşı oy vermeye çağırdılar. Danimarka’nın red oyu, özünde Danimarkalı kadınların reddidir. Kadınların ‘hayır’ demelerinin esaslı nedenleri var.
Maastricht, sosyal bir Avrupa yaratmadığı gibi bireyin haklarını hiçe sayan ve sosyal politikaları feda eden bir ultra-liberalizm yerleştirmeye çalışıyor.
Maastricht, 1950 İnsan Haklarını Koruma Sözleşmesi’yle üye ülkelerin anayasalarını temel alıyor. Oysa sözü geçen 1950 Sözleşmesi, ne gebelikten korunma hakkını, ne boşanmayı, ne kürtajı tanıyor, yalnızca ‘evlenme hakkı’nı tanıyor. Buna karşılık İrlanda Anayasası kürtajı yasaklıyor. Boşanma ve doğurganlığın denetimi birey hakları arasındadır. Bu hakları tanımayan ve ortak politikayı en geri ülkelerin politikalarının hizasına indiren bir anlaşmayı imzalamayacağız.
Doğum izni, kreşler, anaokulları ne olacak? Sosyal politika, anlaşmanın ek bölümünde, hiçbir şey garantilemeyen bir protokolde yer alıyor ve bütün ayrıntılar gerileme yönünde. Şimdiye kadar Avrupa Topluluğu ‘eşit değerli’ işler için erkek-kadın ücretlerinde eşitlikten söz ederken, Maastricht ‘aynı iş’ten söz ederek anlamı daraltıyor. Topluluk en geri ülkelerin, cinslerin eşitliğine doğru ilerlemesi için çalışıyordu, bu kavram şimdi kayboldu.
Bizimle birlikte “Maastricht’e Hayır” deyin ya da otuz yıldır birlikte verdiğimiz bütün mücadeleleri tekrarlamaya hazırlanın.”

EK: 2
MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER – 1
Yaşama Hakkı
Genel kabul gören anlayışın tersine, Batı demokrasileri ‘cinayet işleme’ tekelini elinde tutuyor. Batı demokrasilerinin bir bölümünde, yasalar, savaş halinde işlenen askeri suçlar için ‘ölüm cezasını’ öngörüyor. ABD, ölüm cezalarını infaz eden ülkelerin başında yer alıyor.
Maastricht Anlaşması’nın temel aldığı Avrupa insan Hakları Sözleşmesi, 2. Maddesi ile “yasanın ölüm cezasını öngördüğü bir suçtan dolayı mahkemece verilen bir cezanın infazını”, “polise mukavemetten dolayı bir infaz olayını” ve “isyan ve ayaklanmayı bastırmak” için girişilecek toplu katliamları ‘yaşama hakkının ihlali’ saymıyor.
Daha da önemlisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1983 tarihini taşıyan ‘Ölüm Cezasının Kaldırılmasına ilişkin 6 No’lu Protokol’ü 1. Maddesi ile ‘ölüm cezasının kaldırıldığını’ ilan ediyor, ama 2. Maddesi ile imzacı devletlere “savaş zamanında ya da yakın savaş tehdidi durumunda işlenen eylemler için yasalarında ölüm cezasına ilişkin hükümler bulundurma” hakkını tanıyor.
‘Ölüm cezaları’na ilişkin hükümler sadece yasalarla sınırlı değil, hatta yasal alana daha masum bir rol yüklenebilir. Fiili hukuk, yasadışı yasal alan daha belirleyici bir rol oynuyor, İtalya’da, 1990 yılı kapanırken Gladio ile başlayan ve bütün Batı demokrasilerinde mevcudiyeti inkâr edilmeyen kontrgerilla yeraltı örgütlenmelerine ait olguların, aradan geçen süre içerisinde sadece üzeri kapatıldı.
Amerikan kaynaklı FM–15 simgesi ile bütün NATO ülkelerinde uygulanan, Türkçeye de ST 31–15 simgesi ile tercüme edilen Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesinin, “bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak kanuni statüye tabi değildir” hükmünün yer aldığı 9. maddesinde formüle edildiği gibi, Gladio ve kontrgerilla tipi özel militarist askeri örgütlenmeler ve etkinlikleri, yasal olarak yasal statünün dışında tutuluyor.
En yeni örneği ‘demokrasinin beşiği’ İsviçre oluşturuyor. İsviçre Gladiosu olarak anılan P-26’nın 300 kişilik seçme bir militan kitlesine dayandığı ve İsviçre dağlarında gizli silah depolarına sahip olduğu 1992 yılı ortalarında açığa çıkıyor. P–26, aynı zamanda, muhaliflerin ‘fişlenmesi’ görevini de üstleniyor. İsviçre’nin siyasal koşulları ve siyasal çelişkileri, henüz faili meçhul cinayetler için uygun bir madde, zemin sunmuyor, ama Büyük Britanya için aynı şeyi söylemek zor gözüküyor. Geçtiğimiz yıl Kuzey İrlanda’da faaliyet gösteren ‘Ulster Central Co-Ordinating Committee’ adlı paramiliter yeraltı örgütü açığa çıkarıldı. Yüksek rütbeli polis şeflerinin, politikacı ve papazların yönettiği örgütün, son iki yıl içinde, IRA sempatizanı oldukları gerekçesiyle 12 kişiyi öldürdüğü anlaşıldı. Paramiliter örgütün, bir ‘idam mangası’ olarak, İrlanda’da faaliyetini bugün de sürdürdüğü biliniyor.
Paramiliter örgütler, yasal yetkilerini, ‘Süper NATO’ örgütünün yasal talimnamelerinden alıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesi hükümleri, demokrasinin yasal zırhının tamamlanması açısından, açık ki, bir bütün oluşturuyorlar.
Özel Yaşamın Korunması Hakkı
Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesinin 1. fıkrası, “her şahıs, özel ve ailevi yaşamına, konutuna ve yazışmalarına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” genel hükmüne yer veriyor. Ama aynı maddenin hemen 2. fıkrasında, bu hakkın kullanılmasına ‘resmi bir makamın müdahalesi’ hakkını da tanıyor.
‘Ulusal güvenlik’, ‘kamu huzuru’, ‘düzenin korunması’ amacıyla resmi toplumun, özel yaşamın korunması hakkına müdahale edebileceğini hükme bağlıyor.
Avrupa demokrasisini temsil eden birçok imzacı devletin, Avrupa insan Hakları Sözleşmesi’nin 8/2. Maddesine aykırılık taşımayan kanun hükmündeki kararnamelerle polis örgütlerini, özel yaşamın denetlenmesi için çok çeşitli yetkilerle donattıklarını saptayabilmek mümkün.
Polis örgütlerinin ilgili birimleri, yasal olarak, Almanya’da herkes hakkında bilgi fişleri düzenleme, İtalya ve Lüksemburg’da telefonları dinleme, mektupları denetleme, Almanya ve Büyük Britanya’da herkesin üstünü arama, İtalya ve Almanya’da konutlara girebilme, İtalya, Almanya, Büyük Britanya ve Fransa’da kimlik saptama ve kimlik saptamak için gözaltına alma, ABD, Kanada, Fransa, İspanya, İtalya, Almanya ve Büyük Britanya’da fotoğraf çekme, parmak izi alma ve gözaltına alınan sanığın avukatıyla ilişkisini kesme yetkisine sahiptir.
Almanya’da, geçtiğimiz yıllarda Bakanlar Kurulu’nun bir kararıyla herkese bir ‘numara’ verilmek istenmesi karşısında, ülke çapında yaygınlaşan toplumsal tepki üzerine resmi otoritenin, yasal hakkını kullanmaktan vazgeçerek geri adım atmak zorunda kalması bilinen örneklerden birisi.
İsviçre ise ‘fişli demokrasi’ örneği.
Fişleme yöntemi, sadece Türkiye’ye özgü bir uygulama değil. ‘Demokrasi abidesi’ olarak bilinen bazı Avrupa ülkelerinin, bu konuda da başı çektikleri söylenebilir. 2 Ağustos 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberden öğrendiğimize göre, Gladio tipi gizli yeraltı örgütünün İsviçre Şubesi olarak bilinen ve varlığından başbakanın ve bazı bakanların dahi haberdar olmadıkları P–26 örgütünün 300 bini İsviçreli olmak üzere 1 milyon kişiyi fişlediği anlaşılıyor. Fişlenenler arasında, sendikacılar ve radikal partilerin üyeleri ilk sıralarda yer almaktadır.
1990 yılı sonunda İtalyan Gladiosunun kirli çamaşırları ortaya dökülünce İsviçre Parlamentosu, P-26 örgütünü açığa çıkarmak için bir komisyon kurdu. Demokratik güçler ve özellikle fişlenenler, fişlerin açıklanmasını ve yok edilmesini istediler. Sonunda P-26’nın lağvedilmesi ve daha önemlisi de hakkında fiş düzenlenen kimselerin dilekçe vermeleri durumunda, fişlerinin kendilerine gönderilmesi kararı alındı.
İnsan Hakları Vakfı’nın saptamalarına göre, sadece 12 Eylül döneminde Türkiye’de fişlenen insan sayısı 1 milyon 700 bin rakamına ulaşıyor.

EK:3
MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER – 2
İşkence Yasağı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde ‘hiç kimsenin işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da uygulamaya tabi tutulamayacağı’ belirtiliyor.
AİHS, ‘işkencenin yasaklanmasını’ o kadar önemli sayıyor ki, 15. Maddesi ile olağanüstü dönemlerde imzacı devletlere temel özgürlükleri yürürlükten kaldırma hakkı tanırken, 3. Maddeyi bu hakkın dışında tutuyor.
3. Maddesinin uygulama alanı bulabilmesi amacıyla işkencenin ve insanlık dışı ya da Alçaltıcı Muamele veya Cezanın Önlenmesi için Avrupa Anlaşması tasarısı hazırlanıyor ve Tasarı 27.11.1987 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından imzalanarak 1989 yılbaşında yürürlüğe giriyor.
Anlaşma, tutuklulara karşı yönelebilecek işkenceyi ve insanlık dışı uygulamayı önlemek için, bir komisyon kurulmasını da öngörüyor.
Anlaşma ile Komisyon’a, belirtilen amaçla sınırlı olmak üzere hapishanelere, polis karakollarına, psikiyatri kurumlarına rutin, zaman zaman da ani ziyaretler yapma hakkı tanınıyor.
Ama Anlaşma, 9. Maddesi ile olağanüstü koşullarda Komisyon’un bu hakkını kullanabilmesi, imzacı devletlerin, tabir uygunsa, iznine, inisiyatifine bırakıyor.
9. Madde, ilgili devletlerin itiraz hakkını, inisiyatif hakkını şu şekilde formüle ediyor:
“Anlaşmayı imzalayan ilgili tarafların yetkili makamları, olağanüstü koşullar altında, Komisyon tarafından önerilen zaman ve mekânda ziyarete karşı itirazda bulunabilirler. Bu tür itirazlar yalnızca ulusal savunma veya kamu güvenliği veya bir kişinin sağlık durumu ya da ağır bir suçla bağıntılı olan bir soruşturmada önemli bir sorgulama nedeniyle kişilerin özgürlüklerinin ellerinden alındığı hallerde yapılabilir. Bu tür itirazlar yapıldığında, anlaşmayı imzalamış olan taraf, durumu açıklığa kavuşturmak ve Komisyon’a görevlerini olabildiğince çabuk gerçekleşmesini sağlayacak düzenlemeler üzerine anlaşmaya varmak için Komisyon’la görüşmelere başlar.(…)”
9. Madde, bu formülasyonuyla, esasında, Komisyon’un işlevini büyük ölçüde ortadan kaldırıyor.
Uluslararası Af Örgütü de, örgüt temsilcisi Karsten Lüthke’nin cümleleri ile aynı saptamayı yapıyor:
“Ziyaretleri gerekli kılan tam da bu olağanüstü koşullardır, anlaşmayı imzalamış olan bir devlet madde 9/1’e uygun olarak, kamu güvenliği, hapishanelerde ciddi huzursuzluklar, bir tutuklunun sağlık durumu veya ağır bir suçla bağıntılı önemli bir sorgulama nedenlerine dayanarak tereddütlerini bildirebilir. İşkence genel olarak sorgulamalarla bağıntılı yapılır, hapishane ayaklanmalarının bastırılmasında çoğunlukla saldırılarda bulunulur ve bir tutsağın kritik sağlık durumu ziyareti adeta gerekli kılar, bu nedenle anlaşmayı imzalayan devletlerin, tam da kritik durumlarda, örneğin tutukluluk koşullarına karşı kolektif protestolarda, açlık grevlerinde ya da terörist şiddet eylemleriyle bağıntılı sorgulamalarda, icraatlarının, uluslararası bir denetim kurumu tarafından denetlenmesinden kurtulmak istedikleri izlenimi uyanıyor. Sık sık eleştirilen RAF tutsaklarının tutukluluk koşulları ve yüksek güvenlik hapishanelerindeki durum göz önüne alındığında, görüşmeler sürecinde, eklenen maddeye Federal Almanya’nın bir itirazının olmaması gerekir.”
Başlangıçta, sadece Almanya değil, Fransa ve Büyük Britanya da 9. Madde ile imzacı devletlere, olağanüstü koşullarda Komisyon’un ziyaretlerini tümüyle engelleyebilirle yetkisi vermekten yana ortak bir tutum benimsiyorlar. Ama kamuoyunun baskısı sonucunda, Avrupa’nın ‘üç büyükler’inin gerilemesi ile 9. Madde, formüle edildiği şekliyle antlaşma metnine giriyor.
1989’da yürürlüğe giren anlaşmanın 9. Maddesi, AİHS’in 3. ve 15/2. Maddeleri hükümlerinin uygulanmasına fazla bir şans tanımıyor.
Yazılı hukukun evrensel düzeyde de, fiili hukukun fazla uzağına düşmemesi, başka yasalarla ve istisna hükümleriyle sağlandığı görülüyor.
Bu yöntemle, olağanüstülük zırhıyla donanmış siyasal rejimler altında, sistemli işkence olayları, evrensel bir yasal çerçevenin fazlaca dışına taşırılmamış oluyor.
Yargılanma Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. Maddesinde, “… suçlanan bir kimsenin yasal, bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkı vardır” hükmüne yer veriliyor.
Ama Fransa’da 1963’te kurulup 1980 yılları ortalarına kadar faaliyet gösteren, sivil ve asker üyelerden oluşan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin varlığı Sözleşme hükümlerine aykırı sayılmıyor.
Bugün de sayılmıyor. 1960–80 yılları arasında Fransa’da Yüksek Askeri Mahkeme, Özel Askeri Mahkeme ve Askeri Adalet Divanı gibi özel mahkemeler sivilleri de yargılama yetkisine sahipti. Yasalar, Bakanlar Kurulu’na, sanıklar hakkında iddianameler düzenlendikten sonra, davaya bakacak mahkemeyi seçme yetkisi veriyor. Dahası, Yüksek Hâkimler Kurulu üyeleri Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor, Kurula Cumhurbaşkanı başkanlık ediyor.
İspanya ve İrlanda’da askeri mahkemeler, olağanüstü hal ve sıkıyönetim koşullarında, sivilleri yargılama yetkisini elinde tutuyor.
Büyük Britanya da, son yapılan bir yasal düzenleme ile siyasal yargılama sistemindeki ispat usulünü basitleştiriyor; mahkemelerde gıyabi yargılama usulü getiriliyor.
Almanya’da 1972 yılında yapılan yasal değişiklikler sonucunda -ki bu değişikliklerin 7 Nisan 1978 tarihli Federal Anayasa Mahkemesi kararıyla Anayasa ve uluslararası sözleşmelere uygun olduğuna hükmediliyor- cezaevlerinde hükümlü/avukat görüşmesinin cam bölmelerle denetlenmesi kuralı getiriliyor, bir sanığın tutacağı avukat sayısı sınırlandırılıyor, daha ilginci 1974 yılında gerçekleştirilen ek bir değişiklikle, sanıkla ideolojik birlik içerisinde olduğundan kuşkulanılan avukatların duruşmalara alınmayacağı hükmüne yer veriliyor. Türkiye’de 1991’de yürürlüğe konulan Terör Yasası hükümleri Almanya’da 1974’te yazılıyor. Siyasal tutuklu ve hükümlüler, hücre esasına dayalı Eskişehir Özel Tip Cezaevine Avrupai tarz için emsal oluşturan çelik hücreli özel tip cezaevlerinde tutuluyor. Yenilerinin inşası için karar alınıyor.
Fransa, İtalya, Büyük Britanya ve Almanya’da sanıklara, hapishanelerde kötü muamele ve poliste işkence yapıldığına dair belgeler Af Örgütü raporlarına geçiyor.

EK:4
MAASTRICHT HUKUKUNUN TEMELLENDİĞİ HÜKÜMLER – 3
Düşünce ve Basın Özgürlüğü
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesinin 1. Fıkrasında “… Herkesin düşüncelerini serbestçe ifade etme hakkı vardır” genel hükmünü tekrarlıyor, ama hemen 2. Fıkrasında kısıtlama ve sınırlandırma gerekçelerini ayrıntılarıyla sıralıyor. Resmi toplumun haklarının formüle edilmesi, metinde, daha uzun bir paragraf olarak yer alıyor:
“…bu özgürlükler demokratik bir toplumda yasayla belirlenen ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün ya da kamu huzurunun, düzenin korunmasının, suçun önlenmesinin (…) yararına yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Düşünce ve basın özgürlüğü hakkını düzenleyen Sözleşmenin 10. Maddesi, ek olarak, maddenin “devletlerin, radyo, sinema ya da televizyon işletmelerini bir izin sistemine tabi tutmalarına engel” olmadığını da hükme bağlıyor.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, ‘İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme’ ana başlığını taşıyor, ama düşünsel ve siyasal bir varlık olarak insanın kendini ifade etme hakkını değil, resmi toplumun, resmi otoritenin düşünceyi ifade etme hakkını nasıl kısıtlayabileceğin! ve kısıtlama eyleminin siyasal gerekçelerini formüle etmeyi öne çıkarıyor.
Uluslararası sözleşmeler, iç hukuktaki düzenlemelerle pekiştiriliyor. İç hukuk ve uluslararası sözleşmeler, pratik politikaların sürdürülmesinin yasal dayanak noktasını oluşturuyor. Terör yasaları bunların başında yer alıyor. Yunanistan’da 7 büyük basın organının genel yayın yönetmenlerinin 1990 Aralık ayında çıkarılan Terör Yasası’nın bir hükmüne dayanılarak 1991 Eylülünde tutuklanması bilinen en son örnek. Büyük Britanya’da Terör Yasası’nın IRA’ya karşı değil, iç muhalefete karşı çıkarıldığı, yasayı çıkaran hükümetin içişleri Bakanı tarafından açıklanıyor.
BBC Dünya Servisi ilk kez 1985 yılında susuyor, İtalya’da ‘terörist içerikli yayınlar’ için özel ceza artırımı 1980 yıllarından sonra Basın Yasası’na ekleniyor. TCK’nın 141–142. Maddelerine kaynaklık eden ve düşünce ve basın özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını, resmi toplumun yetkisine devreden Ceza Yasası’nın 270 ve 272. Maddeleri, bugün işletilemiyor olsa da ki işletilmemesi bu maddelerin uygulanabileceği siyasal bir muhalefetin mevcut olmamasından kaynaklanıyor, bugün hâlâ yürürlükte. 1966 yılında yapılan bir başvuruyu değerlendiren İtalyan Anayasa Mahkemesi, ilgili maddeleri İtalyan Anayasası’nın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine ve genel ilkelerine aykırı bulmadığını açıklıyor. Fransa’da Basın Yasası ve Ceza Yasası, düşünce özgürlüğünü sınırlandıran hükümlerle dolu. 1968’de ’68 radikalizmine ‘bulaşmış’ yayın organları ve 1971’de iki ‘sol’ dergi, Basın ve Ceza Yasalarının ilgili hükümlerine dayanılarak kapatılıyor. Almanya’da basın-yayın faaliyetlerini de kapsayan ‘suç ve terör’ tanımı, Türk Terör Yasası’ndaki tanımla büyük bir paralellik gösteriyor. Uygulama alanı bulup bulamaması bir yana, Avrupa demokrasilerinde, yabancı ülkelerde basılan yayınların ülkeye sokulup sokulamayacağına ilişkin karar verme hakkı her ülkenin Bakanlar Kurulunun yetkileri arasında bulunuyor. Yasalar, hâlâ sinema filmleri üzerinde sansürü öngörüyor.
Olağanüstü Hâl İlanı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. Maddesi, Sözleşmenin işkenceyi yasaklayan 3. Maddesi ile köleliği yasaklayan 4. Maddesini dışta bırakarak, “…savaş veya genel tehlike halinde akit tarafları, Sözleşmede getirilen yükümlülüklere aykırı önlemler alabilir, bunları yürürlükten kaldırabilir” hükmünü formüle ediyor.
Aynı formülasyon, Moskova’da yapılan son AGİK Toplantısı’nda yeniden tekrarlanarak pekiştiriliyor.
Türkiye, 1991 Ağustosunda, Olağanüstü Hâl Uygulamasından dolayı Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da insan haklarının ‘askıya alındığını’, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine de dayanarak Avrupa Konseyi’nin resmen onayına sunuyor.
Tepkiyle karşılanmadığı görülüyor.
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi toplu gösteri hakkını tanımıyor, 11. Maddenin 1. Fıkrası, “… tüm insanların, barış içinde toplanmak ve (…) sendikalar kurmak” hakkına sahip olduklarını formüle ediyor. Ama 1. Fıkrası ile imzacı devletlerin bu hakkı, “iç ve dış güvenliğin sağlanması”, “düzenin korunması”, “suçun önlenmesi” için kısıtlamaya tabi tutabileceklerini hükme bağlıyor ve 3. Fıkrası ile polise, silahlı kuvvetlere ‘yasal’ yetkiler tanıyor:
“Bu madde, bu hakkın kullanılmasına polis, silahlı kuvvetler ya da zabıta üyeleri tarafından yasal sınırlandırmaların getirilmesine engel değildir.”
Polis ve silahlı kuvvetler ‘güvenliği sağlamak’ için toplantıları dağıtma ve gösterileri yasaklama yetkisine sahip. 1965’te İsviçre’de, işsizlerin Lozan’dan Bern’e kadar yürüyüş yapmasına izin verilmiyor, Federal mahkeme de yasaklama kararını onaylıyor.
Fransa’da grev hakkının, onu düzenleyen ‘yasalar çerçevesinde kullanılabileceği’ Anayasa’nın temel hükümlerinden biri.

Kapitalizmin son çığlığı: Küreselleşme

Son on yıl içinde, bütün dünyada ekonomik, siyasal, kültürel değişiklikleri anlatmak için en sık kullanılan sözcük “küreselleşme” ya da “Yeni Dünya Düzeni” oldu. Son on yıldır, bütün basın yayın organlarında, siyaset ve ekonomi medyasında, bu iki kavramdan daha çok kullanılanı olmadı. “Küreselleşme” ya da “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan olgular bütünü karşısında, kimisi “doğal ve zorunlu bir sürecin” işlemekte olduğunu savundu. Kapitalizmin ister istemez bu yola girmesi gerektiği, bunun karşısında da yapılacak fazlaca bir şeyin bulunmadığı ileri sürüldü.
Oysa herkesin gözü önünde olup bitenler, bu iki kavramla ifade edilen “yeni” durumun, kapitalizmin devasa sorunlarını dünya çapında çözmeye yönelik bir dizi program ve planın uygulanmasıyla ilgili olduğunu gösterdi. Kapitalizmin doğasında bulunan “dünya sistemi” olma eğilimi ile onu yönetenlerin bu eğilimi tam bir sınıf savaşı mantığıyla yönlendiren iradi tercihleri ve planları arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. “Küreselleşme” doğrultusundaki uygulamalar, sınıf dolaysız olarak, çatışan çıkarlar ekseninde biçimleniyor ve ortaya sınıf mücadelesinin içeriğini dolduran bir dizi yeni ilişki çıkıyor.
“Yeni Dünya Düzeni “ne karşı çıkanlar, yüz binlerce işçi ve emekçi, yalnızca kendi hayatlarındaki daha da kötüye gidişle ilgileniyorlar. Özelleştirme programlan, sosyal güvenlik “reformları”, onlar için kavramsal bir şey değil.
Bu yazıda, küreselleşme uygulamalarının sonuçlarına karşı mücadelede çokça dile getirilmiş gerçekleri, ” küreselleşme”nin “planlanmış bir saldırı” olarak yeniden değerlendirilmesi çerçevesinde bir kez daha tekrarlayacağız.

KÜRESELLEŞME!
Antik filozof Parmenides, varlık kavramını, “Bir” kavramıyla özdeşleştirmiş ve varlığın “bölünmez, değişmez, sürekli” olduğu fikrini bu kavramla anlatmıştı. Yine ona göre, varlık, bu özelliklerinin zorunlu sonucu olarak “küre” biçimindeydi. Kuşkusuz, düşünceyle kavranabilir bir evren tasarımını ararken ulaşılan bu sonuç, varlığın oluş halinde, çokluk ve hareket içinde düşünülmesinin olanaksız olduğu anlayışına dayanıyordu ve idealizmin en temel önermelerinden birine işaret ediyordu. Küre, çelişmesiz, hareketsiz, bölünmez, tamamlanmış ve değişmeyen varlığın imgesiydi.
Günümüzde “küreselleşme” -globalizm- kavramı, Parmenides’ten bu yana küreye yüklenen anlamı taşımaktadır.
Emperyalist propaganda, SSCB’nin dağılmasından sonra dünyanın toplumsal ve siyasal bakımdan çelişmesiz, durgun ve hareketsiz hale geldiğini, toplumsal harekete bağlı olarak değişim olanaklarını yitirdiğini ilan etti. Başlıca ideolojik kutuplar ortadan kalkmıştı, kapitalizm karşıtı tezlerin de kapitalizmden başka herhangi bir toplumsal sistemin de geçerli olmadığı anlaşılmıştı!
Kapitalizmin, insanlığın ulaşabileceği son toplumsal üretim biçimi olduğunun ilanı, aynı zamanda artık “tarihin bittiği”, “bir başka geleceğin olmadığı” anlamına da geliyordu.
Sonradan bizzat bu “derin” tezleri ortaya atanların, kapitalizmin uluslararası planda ortaya çıkan çelişmelerinin savaşa dönüşen sonuçları karşısında “tarihin bittiğini söylemekte acele ettikleri” ni kabul ettikleri görüldü.
Gerçekte, kapitalizmin dünya çapındaki bu yeni saldırısı, bir “küreselleşme”nin “doğal” sonucu veya ulaşılmış bir aşama değil, büyük emperyalist güçlerin, başta ABD olmak üzere yeni hedef ve planlarının gereğiydi.
Bunu, ABD’nin her stratejik kararında hâlâ payı olan önemli politikacılarından Henri Kissinger, şöyle ifade ediyordu:” Yeni Dünya Düzeni’nden sanki kurulmuş, bitmiş bir şeymiş gibi söz etmekten vazgeçmeliyiz. YDD, eski düzenin üzerinde, düşünülerek kurulacaktır.”
Kuşkusuz, YDD ya da onun teknik sonucu olacak olan küreselleşme, yalnızca “düşünülerek” kurulacak bir şey de değildi ve bunu ABD de, ABD’nin çekingen hasımları Avrupalı emperyalistler de biliyordu.
YDD, genel hatlarıyla, bütün emperyalistlerin üzerinde anlaştıkları “dünya çapında piyasa ekonomisi” egemenliği anlamına geliyordu ama başlıca emperyalist mihraklar arasında (ABD, Avrupa, Japonya) piyasaya kimin hâkim olacağı, ayrı ve uzlaşılması çok güç yeni bir çatışmanın konusu olarak duruyordu.
Öyleyse küreselleşme denilen şey, aslında kimin, hangi emperyalist gücün “küreselleşeceği” konusunda bir mücadeleyi de içinde barındırıyordu. Ve iddia, daha ortaya atıldığı o tarihsel anda, yani SSCB’nin ve “Doğu Bloğu”nun dağılmasından hemen sonra, Doğu Avrupa’da kimin sözünün geçeceği tartışmasını da başlattı.
Askeri, siyasi ve ekonomik alanların tümünü kapsayan bu kapışma, gizli-açık biçimler alarak bugün de sürüyor.

KAPİTALİZMİN KÜRESELLEŞME EĞİLİMİ
Kapitalizm, “Sanayi Devrimi”yle birlikte, “büyük ölçekli toplumsal üretim” biçimi kazandıktan sonra, ulusal pazarlarla ve hammadde kaynaklarıyla yetinemez hale geldi. Feodal çağın savaşları, bu tarihten itibaren genişleme ve daha çok pazar ele geçirme peşinde koşan kapitalist devletlerarasındaki savaşlar biçimini aldı. Fransız Devrimi’nin ideallerini “bütün dünyaya egemen kılma” gibi bir propagandayla Avrupa’yı ve büyük ölçüde Asya’yı, o tarihte uluslararası ilişkileri ilgilendirdiği ölçüde Afrika’yı, tek sözcükle zamanın bütün dünyasını askeri hedefler haline getiren Napolyon, feodal monarşilerle çevrilmiş Fransa’yı “küresel” bir imparatorluk halinde egemen kılmak istiyordu. Burada, kuşkusuz günümüzle’ kıyaslandığında oldukça masum, hatta bir ölçüde devrimci bir kapitalist genişleme çabasından söz edilebilir.
Paris Komünü ile içinde barındırdığı derin ve uzlaşmaz çelişkileri ilk kez, proletaryanın iktidarına kadar uzanan bir biçimde çok açık olarak ortaya koyan Avrupa kapitalizmi, aynı zamanda, iç çelişmelerinin dayatmasının gereği olarak da “ulusal sınırlar dışında” kaynaklar aramaya yöneldi. Sömürgecilik, bir yandan denizaşırı ülkelerde yeni toprakların ilhakını zorlarken, bir yandan da, henüz daha geri üretim ilişkileri içinde olan ülkelerin halklarını ve ekonomilerini kapitalizmin uzantılarıyla tanıştırdı.
Makineleşme, ücretli emek sömürüsü, ilk yüz yüze gelinen olgulardı, ama kapitalizm aynı zamanda kendisine benzer yapılar ve ilişkiler kurarak, geri üretim biçimlerini zorlamaya, sömürgelerde kapitalist uzantılar doğurmaya da başladı. Böylece, dünyanın her köşesini “aynı ekonomik ilişkiler zincirinin halkaları halinde” birleştirmeye yöneldi.
Ancak “serbest rekabet” döneminin ardından, kapitalizm yeni bir aşamaya, tekelci-emperyalist aşamaya geçince, sömürgeler de, “ihraç edilmiş sermayenin yeniden üretimi” alanları olarak, dolaysız kapitalist ilişkilerle tanışmaya başladı.
Böylece kapitalizmin şu ya da bu biçimde girmediği yeryüzü parçası kalmazken, tekeller arası rekabet de, aynı biçimde yayıldı.
Kapitalizm, üretimin toplumsallaşması ile karakterize olmuştu. Bu, sermayenin bir toplumsal ilişki biçimi halini alması demekti. Dolayısıyla, sermaye ihracı yoluyla kapitalizmin bir ülkeye girmesi, kendisiyle birlikte, yeni toplumsal ilişkilerin de girmesi anlamına geliyordu. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki, dünya çapında etkili olurken, aynı zamanda, dünya çapında bir devrimin de olanaklarını yaratıyordu.
Bu yüzden, emperyalizm çağı, aynı zamanda proleter devrimleri çağı olarak göründü.
Dünya çapında egemenlik eğilimi, karşıtlarıyla birlikte ilerliyor, burjuvazinin olduğu kadar proletaryanın da olanaklarını geliştiriyordu.
Günümüzde, emperyalist tekeller, hem ulusal, hem de uluslararası alanda, tüm hammadde kaynaklarını, ucuz emek pazarlarını ele geçirmek için, ekonomik güçlerini birleştirmekte, bu giderek siyasi birliklerin doğmasına yol açmaktadır. Emperyalizm çağının başındaki “kartel” tipi örgütlenme, günümüzde “çokuluslu şirketler” biçimini kazanmış, bu da emperyalist planların tek merkezli ve ortak hedefli unsurlar içermesinin yolunu açmıştır.
Günümüzün başlıca gündem konusunu oluşturan “çok taraflı yatırım anlaşmaları”, “tahkim” gibi uluslararası ilişkiler, emperyalizmin “küreselleşme” planlarının bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu yeni “hukuk”, tüm tekellerin ortak çıkarlarını ifade ediyor ve sermayenin sınır tanımaz bir biçimde yayılabilmesini yollarını döşüyor.

EMPERYALİST DEMOKRASİNİN POLİTİKASI VE İDEOLOJİSİ
“Küreselleşme” planı, her yönüyle merkezi, despotik ve bürokratik bir karar sürecinin ürünüdür. Bir yandan, kuşkusuz, kapitalizmin doğasına uygun olarak “kendiliğinden” gelişme özellikleri gösterirken, diğer yandan bu süreci planlı ve bilinçli bir müdahaleyle ilerletmeye çalışan bir teknisyenler ve stratejistler ordusuna sahiptir.
Örneğin, kimi Asya ülkelerinin (bu arada Türkiye’nin) tekstil ihracatına kota konulmasına, hormonlu hamburger kıymasının dünyanın en lezzetli yiyeceği olarak reklâm edilmesine ve bunlara karşı çıkanların nasıl susturulacağına karar verilmesine uzanan, resmi, “sivil” binlerce kuruluş ve yüz binlerce insan…
Kararlar, ister ne yiyeceğimize, isterse ne üreteceğimize dair olsun, tekellerin lehine ve üretici-tüketici milyarlarca insanın aleyhine olmaktadır.
Tekelci karar mekanizmaları, hiç kuşkusuz kendi içinde de demokratik değildir ama esas olarak bu işleyiş, halkların talepleri karşısında tamamen baskıcı bir biçim almaktadır.
Baskının, uluslararası hukuka bağlanmış biçimleri içinde, her ülkeye tekellerin çıkarları doğrultusunda baskı yapma olanağı tanınmaktadır. Örneğin bir uluslararası şirketin üretimi çevre sorunları yaratıyorsa, buna karşı önlemler almak, hele üretimi durdurmak mümkün olmamaktadır. Uluslararası planda, eğilime karşı çıkan ülkeler, askeri zorla, ambargoyla yola getirilmeye çalışılıyor. Irak, İran, Libya gibi ülkelerin, kendi olanaklarıyla emperyalist ilişkiler zincirinin dışında durma çabalarının yol açtığı sonuçlar biliniyor.
Böylece, gerek küreselleşme senaryolarına boyun eğmiş ülkelerin halkları, gerekse bu dayatmaya direnmeye çalışan ülkeler, kendilerinin hiçbir biçimde dâhil edilmedikleri karar süreçlerinin sonuçlarına katlanmak, bedelini ödemek zorunda kalmaktadır.
Bunun dışında, bizzat küreselleşme girişiminin yarattığı toplumsal sorunlar, işsiz, sendikasız, örgütsüz, sosyal güvenlikten yoksun yığınlara karşı, yoğun sömürü koşullarında uygulanması kaçınılmaz hale gelecek olan baskı ve şiddet, emperyalist “küresel demokrasinin diğer bir yüzünü oluşturuyor.
Avrupalı, ABD’li ya da Japon mihraklı, hangisi olursa olsun, emperyalizmin demokrasi konusundaki uygulamalarının karakterini belirleyen nesnel koşullar bunlardır.
Bu nesnel koşullar, “küreselleşme” ideolojisinin de içeriğini belirlemektedir.
“Küreselleşme” bir yandan bütün ülkelerin ekonomilerini birbirine benzer mekanizmalarla donatırken, aynı anda bu mekanizmaların işleyiş süreçlerinde oluşan bir ideolojiyi de dayatmaktadır. Kimliksizleşme, kozmopolitleşme, bir teknisyenler ve pratisyenler kastının oluşmasına paralel olarak yaygınlaşırken, geniş kitleler için dinsel sığınma yollan açılmaktadır. Bu metafizik teslimiyet biçimleri, her sosyal tabaka için değişik biçimler alabilmektedir. Satanizmden, astrolojiye, post-modernizmden, tarikatçılığa, değişik ve her kültür düzeyine seslenebilme olanakları taşıyan gerici, yabancılaşmayı derinleştiren “kültür”ler, emperyalist iletişim kanallarından akmaktadır.
Gerek emperyalistler arası mücadele, gerekse emperyalistlerin karşı koyan herkes için uyguladığı zor ve baskı, bunu uygulayacak olan teşkilatların kurulmasını, araçların geliştirilmesini de gerektirmektedir. Böylece, resmi şiddeti uygulayacak baskı aygıtları yetkinleştirilirken, dolaylı araçlar da kullanılmaktadır. İstihbarat servisleri, gizli birlikler, mafya, ekonomik ve siyasal yaptırımları gerçekleştirmek için daha da etkili hale getirilip besleniyor.
Genel olarak işleri kolaylaştırmak için, kapitalizm, geri ekonomik modelleri canlandırma yolunu da deniyor.
Kapitalizm, manifaktürel üretimin yerine fabrika sistemini getirmekle, feodaliteden ayrılır. Manifaktür, dağınık işyerlerinde sonradan birleştirilmek üzere üretim yapan birimlerden oluşuyordu. Kapitalizm, üretimin farklı alanlarını tek bir çatı altında birleştirmişti. Bu aynı zamanda modem proletaryanın da doğuşu anlamına geliyordu.
Günümüzde, özelleştirmeye, kaçak işçi çalıştırmaya paralel olarak, özellikle orta boy sanayi şirketleri, “eve iş verme” yolunu geliştirmiştir. Diğer pek çok uygulamanın yanında, bu da, kapitalizmin başlangıç dönemlerinden daha geriye doğru bir emek sömürüsü biçimi yaratmaktadır. Böylece, toplusözleşme ve sendika kurumlarının geçersiz olduğu, işçilik maliyetlerinin alabildiğine düşürüldüğü bir yol denenmektedir.
Sendikaların devreden tamamen çıkarılması, temsili ve bol maaşlı bürokratlar tarafından yönetilen işlevsiz kurumlar haline getirilmesi, “YDD”nin başlıca hedeflerindendir. Sendikalar, “serbest ticaretin”, “ekonomik reformların” engeli olarak görülüyor. “Reform” kavramının neyi ifade ettiğini, dünya işçi sınıfı ve emekçiler, her ülkede uygulanan “sosyal güvenlik reformları”ndan biliyorlar. Bilindiği gibi, YDD ideologları, yaklaşık on yıldır, “işçi sınıfı”nın bittiğini ilan etmişlerdi. Bu da, aslında olup bitmiş bir gerçeği değil, bir hedefi dile getiriyordu.
Ne var ki, gerçekte kapitalizmin hiçbir biçimi, canlı emek sömürüsü olmadan yaşayamayacağından, bu “hedef” nesnel bir amaçtan çok, işçi sınıfının temel niteliklerine ilişkin bir beklentiyi dile getiriyor.
İşçi sınıfının ortadan kalktığı iddiası, işçi sınıfın tarihsel rolünün ve devrimci ideolojisinin geçersiz iddialar haline gelmesini anlatıyor. Bunun kendiliğinden olmayacağını bilen emperyalizm, gerek tarihsel etkinliğin maddi koşullarını ortadan kaldırmaya çalışarak, gerekse yoğun ideolojik saldırıyla bu hedefi gerçekleştirmeye çalışıyor.
İşçi sınıfının bütün tarihsel önemi, onun içinde bulunduğu üretim koşullarının örgütlenmeye elverişli olmasından kaynaklanmaktadır. Örgütlenme, sendikadan başlayarak, siyasal örgütlenmeye kadar her düzeyde bu koşullardan beslenir. “Yeni Dünya Düzeni” uygulamalarının en temel hedeflerinden birisi, bu koşulları ve genel olarak örgütlenme fikrini ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Son on yıl içinde, ILO’nun araştırma konusu yaptığı 48 ülkede, sendikalı işçi sayısı, toplam işçi sayısının ancak % 20’sine ulaşabilmektedir.
Sendikasızlaşmanın bu oranda artmasının nedenlerinin başında, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gelmektedir. İstihdamın düşmesi, emeğin daha da ucuzlamasını ve işçiler arasında rekabetin keskinleşmesini beraberinde getirmektedir.
ILO’nun 1997–1998 raporuna göre, birçok ülkede, bu eğilimi destekleyen ve yönlendiren yasa ve yönetim tarzı değişiklikleri de uygulanmaktadır. Özellikle yabancı sermaye açısından bir çekim merkezi olmak için, daima önce sendikaları etkisizleştirmek gerekiyor. Bunun için sendikaları baskı altına alan siyasi yasalar ya da ekonomik kaynaklarını kısıtlayan tedbirler alıyorlar. Dünya Bankası’nın 1996’da hazırladığı bir raporda, sendikaların, ücret pazarlığı içinde rol oynamalarının “emek piyasasında tekelci sapmalara” yol açacağı belirtilerek, hükümetlerden önlem alması isteniyor. Sendikalar, eğer, ücret ve istihdam pazarlığı yapmayacaklarsa, ne yapacaklar? İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri olarak tanımlanan sendikaları, esas işlevlerinden ayırmaya yönelik yasal düzenlemelerin, sendikaları işçi sınıfının büyük kitlesi içinde tamamen gereksiz örgütler haline getireceği açıktır.
Nitekim IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların önerileri doğrultusunda yaptırımlar uygulamaya başlayan ülkelerde, genel bir sendikasızlaşma eğilimi gözlenmektedir.
Özellikle Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra, Avrupa’nın bu kesiminde, % 70’lere varan oranda sendikasızlaşma görüldü.
Bu emperyalist merkezlerde de böyle. ABD’de sendikalı işçi sayısı, son on yılda % 21 azalmış durumda. Japonya’da sendikalı işçilerin toplam işgücüne oranı % 16.
ILO’nun raporu, bunların yanı sıra, daha ilginç bir saptamada bulunuyor. Emperyalist metropollerde, özellikle de ABD ve Avrupa’da, sendikalar, proletaryanın görece daha zor koşullarda ucuz işgücü olarak istihdam edilen bir kesimini örgütleyerek etkilerini korumaya çalışıyorlar. Kadınlara, azınlıklara, göçmen işçilere, işsizlere ve sayısı giderek artan çalışan yoksullara yöneliyorlar. “Demokrasi ve toplumsal adalet”, herkesten çok onları ilgilendiriyor. Yalnızca iş koşullarını düzeltmek, ücret artışı sağlamak için değil, özellikle bu iki siyasi hedefi sağlamak için, işçi sınıfının bu kesimi, sendikalara yöneliyor. Ne var ki, bu kesim, belirleyici sanayi dallarında değil, daha çok yan sektörlerde çalışıyor ve bu da, emperyalist sendikasızlaştırma planının bir yanıyla gerçekleşmesine hizmet ediyor. Çünkü proletaryanın ana gövdesi, belirleyici sanayi dallarında çalışan ve nispeten uyanmış olan kesim, örgütsüzlüğe itilmiş bir kitle oluştururken, gerek toplumsal gücü gerekse ekonomik yaptırım etkisi zayıf olan kesimlerin örgütlenmesine ses çıkarılmıyor, sendikalar da bu kesimle yetinmeye teşvik ediliyor.
Ancak, hayat şartları her gün biraz daha kötüleşen, yalnızca sınıfın bu kesimleri değil. Bütün bir emek kitlesinin geliri, hayat düzeyi, emperyalizmin dikkatli denetimi altındadır ve bunun kendi lehlerine daha da değiştirilmesi talepleri hiç eksilmemektedir.
Dünya Bankası’nın 1996 Kalkınma Raporu’nun taslak metninde, “Azgelişmiş ülkelerde işgücü piyasalarının düzenlenmesi önümüzdeki yıllarda hangi doğrultuda olmalıdır?” sorusu soruluyor ve şu cevap veriliyor:
“1. Eğer sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önünde giderse, onu aşarsa bu ulusal ekonomiler için çok ciddi ve olumsuz sonuçlar verir. Bu ayrıcalıklı bir emek grubunun yararına olabilir.
2. Emek piyasası üzerinde sosyal planlamalar yapılmamalıdır. Bu düzenlemeler sosyal politika amaçlarını gerçekleştirmekte yanlış politikalardır. İşgücü piyasalarını, çalışan sınıfların hayatını düzenleyecek bir araç olarak görmemek lazım.
3. Ekonominin örgütlü kesimlerinde emek için koruma mekanizmaları, uygun değildir. Hükümetlerin emek yararına korumalar yapması, sermayenin kayıt-dışı alanlara kaymasına neden olmaktadır.” (Aktaran: Göksel N. Demirer vd. Neo Liberal Saldırı, Kriz ve İnsanlık, Ütopya Yayınları, Temmuz 1999, s. 184–185.)
Burada işçi sınıfını ilgilendiren çok önemli öneriler bulunmaktadır. Ve örneğin Türkiye işçi sınıfı, bu önerilerin ne ölçüde uygulandığını kendi hayatından bilmektedir.
Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların, basit birer finans merkezi olmayıp, emperyalizmin stratejik karar merkezlerinden biri olduğu da bu deneyin sonuçlarından görülebilmektedir.
“Küreselleşme” saldırısı, çok yönlü ve kapsamlı bir sınıf mücadelesinin konusudur. Emperyalist tekeller, çok bilinçli, planlı ve dünya çapında bir kampanyayla, işçi sınıfı ve emekçi halkları, yıllardır bin bir mücadele ile elde edilmiş haklarından, yaşam koşullarından vazgeçmeye zorlamaktadır.
Her yoksul ülkede, birkaç ana hedef seçerek, amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak istemektedirler.
Bu hedeflerin başında, kamu işletmeleri, sosyal sigorta kurumları ve sendikalar gelmektedir.
Emperyalizmin “küreselleşme” planının ana ilkesi, emeğin yıllarca sürdürülen mücadeleler sonucunda elde ettiği bütün hak ve çıkarları son damlasına dek kurutmaya dayanmaktadır. Bu, mümkün olan en çok kâr, mümkün olan en çok birikim ve egemenlik için her türlü engelin temizlenmesi demektir.
Devasa karar ve yaptırım mekanizmaları, kararlan uygulamak için seçilen araçların hiçbir kural, hiçbir yasa ve sınır tanımaz özellikleri, hasım sınıfa karşı özellikle örgütsüzleştirme ve sınıf özelliklerini silme çabası “küreselleşme”nin tarihte görülen en çetin sınıf savaşlarından biri olarak tanımlanmasını olanaklı kılıyor.
Burjuvazi, XX. yüzyılın çetin mücadelelerle, savaşlarla ve devrimlerle dolu birikiminden elde ettiği bütün sınıf deneyimleriyle, örgütlü, planlı ve hazırlıklı bir biçimde saldırıyor.
Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren, “kaybedecek bir şeyi olmayan”, zaten kaybetmiş olan işçi sınıfının, bu kavgada da “kaybetmesi” söz konusu değil. Ama burjuvazi, bu son girişiminde geriye püskürtülebilirse, bu onun girdiği gireceği son kavga olacaktır.

Mart 2000

Enerji anlaşmaları ve Türkiye’ye biçilen rol

Bu yazımızda Trans-Avrupa Ağları, Barcelona Bildirgesi, Ankara Deklarasyonu, Bakû-Ceyhan Hattı ve Avrupa Enerji Şartı üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Enerji kaynaklarını denetim altında tutma çabası, bugün emperyalistler arası çekişmenin ve çatışmanın en temel konularından birisini oluşturuyor. Nitekim kapitalizmin gelişiminde, enerji kaynakları üzerinde süren hegemonya mücadelesinin belirleyici bir rol oynadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları ile Afrika’da, Ortadoğu’da ve Kafkaslarda süren birçok bölgesel-etnik çatışmanın nedenler yumağında enerji kaynakları önemli bir yer tutar.
Enerjinin taşıdığı stratejik önem, Afganistan’dan Türkiye’ye kadarki geniş bir alanda yaşananları açıklamak açısından da belirleyici bir kriterdir. İran, Suriye ve Irak’a uygulanan ABD merkezli ambargolar; Orta Asya ve Kafkaslardaki karışıklıklar, bölgesel çatışmalar; Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Çeçen-Rus savaşı vb. doğrudan ya da dolaylı olarak bölgedeki petrol ve doğalgaz rezervleri ve boru hatlarının geçiş yollarının denetlenmesi ile yakından ilgilidir.
Bu denli karmaşık ilişkiler ağı üzerinden süregelen enerji politikaları içinde Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nden bu yana tarihsel olarak üstlendiği rol ise tam anlamıyla “bir geçiş ülke” rolüdür.
Dünyanın en zengin enerji rezervlerinin bulunduğu Ortadoğu ve Kafkaslar ile Batı ülkeleri arasında bulunmasından kaynaklanan stratejik jeopolitik konumundan dolayı Türkiye, sürekli olarak emperyalist bir ilginin de odağı olmuştur. Bugün Türkiye egemenleri ve yönetenleri tarafından sıkça dile getirilen “enerji koridoru” tanımlaması, kuşkusuz bu tarihsel görevin en rafine ifadesidir. Ancak egemenlerin “emperyal bir iddia” olarak gönülden üstlendikleri bu rolün yol açtığı ve açacağı sonuçlar, gerçek anlamda bir “sömürgeleşme” sürecinin de son aşaması niteliğindedir.
Bu süreç ise bizzat yönetenler tarafından “ulusal çıkar” gereği gibi gösterilen tek ve çok taraflı anlaşmalar yoluyla garanti altına almıyor. Nitekim bu anlaşmalardan en kapsamlı olanı ve bugün petrol ve doğalgaz boru hatları konusunda yaşanan gelişmeler ile ikili enerji anlaşmalarının çerçevesini belirleyen Avrupa Enerji Şartı (AEŞ), Türkiye’ye emperyalist ilişkiler ağında biçilen “koridor” rolünü de gerçek anlamda “yasal” bir temele oturtuyor.
AEŞ sürecine gelinene kadar yaşanan gelişmeler ise Türkiye’nin enerji politikalarında köklü bir dönüşüme neden olmuştur. Bu dönüşüm, 1985 yılından sonra enerji alanında başlatılan özelleştirmeyi tamamlayan bir uluslararası enerji diplomasisinin karakterini de çizmiştir.

EMPERYALİST DEVLETLERİN ENERJİ KAYNAĞI: TRANS-AVRUPA AĞLARI
Dünya enerji diplomasisinde 1995 yılından sonra başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ülkeler yeni bir strateji izlemeye başlamışlardır. Bu stratejinin ekseninde Hazar petrolleri ile Türkmenistan doğalgaz rezervlerinin dünya pazarlarına açılması bulunurken, “batı-doğu” arasında bir dizi petrol ve doğalgaz boru hattının döşenmesi de ortaya atılmıştır. Emperyalist ülkelerin bu tarihten itibaren belirledikleri temel enerji diplomasisinin hedefi ise Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya ülkeleri üçgeninde bir “enerji havzası” oluşturulması doğrultusundadır.
Emperyalizmin enerji kaynakları üzerinden yürüttüğü bu politikaların sonuçlarının ne olacağını göstermesi bakımından Nijerya örneği oldukça çarpıcıdır. Afrika’nın en zengin petrol yataklarına sahip olan Nijerya’da Shell’in başını çektiği uluslararası konsorsiyum tarafından oluşturulan “enerji havzası”nda toplanan milyonlarca varil petrol, yıllarca batılı pazarlara taşınmış ve bu ticari ilişkiden Nijerya’nın payına düşen sadece askeri darbeler olmuştur. Nijerya’daki emperyalist kuşatmaya karşı çıkan işçi ve emekçiler ise yoğun bir baskıya maruz kalmış, grevlerde önemli rol oynayan onlarca işçi önderi bizzat Shell’in yönlendirmesiyle idam edilmiştir. Şimdi aynı oyun Kafkas ve Orta Asya halkları üzerinde oynanmaya çalışılmaktadır. Emperyalizmin bu oyunda önemli bir işlev yüklediği ülkelerin başında ise Türkiye gelmektedir. Bu görevin niteliğini emperyalistlerle imzalanan anlaşmalarda açıkça görmek mümkündür.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabalarının yoğunlaştığı 1995 yılında imzalanan “Avrupa Topluluğu-Türkiye Ortaklık Konseyi İlke Kararı”nda batılı emperyalistler bir “Trans-Avrupa Ağları” projesini ortaya atmışlar ve bu çerçevede Türkiye’nin Trans-Avrupa altyapı projelerine katılımının sağlanması konusunda mutabakata varmışlardır. Ve Avrupa Enerji Şartı ilkeleri çerçevesinde Türkiye’nin hidroelektrik enerji üretiminde ve Avrupa’ya yapılan petrol taşımacılığında transit ülke olarak işlev üstlenmesine karar verilmiştir.
20 Kasım 1995’te Madrid’de toplanan Enerji Konferansı’nda ise enerji şirketlerinin yapacakları yatırımlar ve bu şirketlerin faaliyetleri için gerekli koşulların yaratılması konusu görüşülmüş ve bu doğrultuda Akdeniz ülkelerinin Avrupa Enerji Şartı Antlaşmasına katılımının sağlanması kararı alınmıştır. Konferans sonucunda yayınlanan “Barselona Bildirgesi”nde “Petrol ve doğalgaz sektöründe arama, rafinasyon, taşımacılık, dağıtım, bölgesel ve bölgelerarası ticaret, kömür üretimi ve taşımacılığı, enerji üretimi ve iletimi ve şebekelerin birbirine bağlanması ile geliştirilmesi” gibi konularda da görüş birliğine varıldığı belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi batılı emperyalistler, kendi enerji gereksinimlerini sağlamak amacıyla bağımlı ülkelere özel bir görev biçmiş durumdalar. Kuşkusuz Türkiye’nin jeopolitik konumu, bu görevin önemli bir bölümünü üstlenmesine neden olmuştur. Avrupa ülkelerinin böyle bir sürece girmesinin nedenlerinin başında, enerji gibi oldukça yüklü maliyetli yatırımlardan kurtulmak ve deyim yerindeyse sadece “musluğun başını tutmak” isteği gelmektedir. Böylece yatırım yaptığı ülkenin teşvikinden, güvencesinden, ucuz işgücünden sonuna kadar yararlanmış olacaklardır. Dünya da enerji iş kolunda grev yasağının bulunduğu nadir ülkelerden birisi olması bakımından Türkiye’nin tercih edilmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü Avrupalı devletler, enerji gibi temel bir kaynağın kesintisiz ve güvenilir olarak üretilmesi ve taşınmasını isterken, kendi ülkelerinde yüz yıl süren işçi emekçi hareketi sonucunda kazanılan sosyal haklar konusundaki duyarlılığın yol açabileceği toplumsal patlamalardan da çekinmektedirler. Enerjinin getireceği bütün yük ve bu kaynağın sağlanması yolunda kurulacak her türlü baskı da bağımlı ülkelerin işçi ve emekçilerine yüklenmektedir.

BAĞIMLI ÜLKELERE DÜŞEN GÖREV: DOĞU-BATI ENERJİ KORİDORU
Türkiye yönetenleri ise 1995 yılından başlayan bu süreçte “doğu-batı” arasında enerji taşıyacak ve bütün yükü üzerine alacak bir enerji diplomasisini gerçekleştireceği taahhüdünü gerek imzaladığı anlaşmalarla gerekse uyguladığı enerji politikaları ile vermektedir. Nitekim Bakû-Ceyhan hattının yoğun biçimde gündeme geldiği 1998 yılının Ekim ayında açıklanan “Ankara Deklarasyonu” bu taahhütlerin ve üstlenilen rolün açık bir ilanıdır.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov ve Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, imzaladıkları bu deklarasyonla, batılı emperyalistlerin 1995 yılında kendileri için biçtikleri rolü kabul ettiklerini teyit etmişlerdir. Deklarasyonun temel maddeleri şöyledir:
* Hazar bölgesi ülkelerindeki petrol kaynaklarının işletilmesinin önemini göz önünde bulundurarak, petrol ve doğalgaz kaynaklarının ekonomik ve ticari bakımdan optimal olan birden fazla boru hattı aracılığıyla dünya piyasalarına naklinin gerekli olduğu tasdik edilmiştir. Ayrıca, Cumhurbaşkanları, Avrupa Enerji Şartı’nda yer alan petrolün bağımsız, istikrarlı ve kesintisiz şekilde taşınmasına dair ilkelere bağlı olduklarını teyit etmişlerdir.
* Petrol üretici ülkeleri açısından adaletli, ayırım yapılmayan, ticari bakımdan kabul edilebilir CPC, Trans-Hazar ve Trans-Kafkasya Petrol ve Doğalgaz Boru Hatları Sistemini de içeren Doğu-Batı Koridoru’nun gerçekleştirilmesinin Hazar Denizi bölgesinde ve diğer ilgili ülkelerde çıkarılan petrol kaynaklarının dünya pazarlarına taşınması açısından büyük önem taşıyan bir proje olduğu kaydedilmiştir.
* Cumhurbaşkanları, Azerbaycan Ana Petrol Boru Hattıyla ilgili kararın alınacağı bu aşamada, Hazar-Akdeniz (Bakû-Tiflis-Ceyhan) hattının Ana Petrol Boru Hattı olarak gerçekleştirilmesine ilişkin kararlılıklarını kuvvetle teyit etmektedirler.
* Bu hattın Hazar’ın her iki tarafında bulunan üretici ve taşımacılara eşit şekilde açık olmasının ve bu hat için gerekli petrolün temin edilmesinin önemi de vurgulanmıştır. Cumhurbaşkanları bu amaçla, Hazar bölgesindeki petrol kaynaklarının işletilmesine katılmış ve diğer ilgili şirketler ile uluslararası finans kuruluşlarını elverişli şartlar öne sürerek ilgili hükümetler ile yoğun ve yapıcı müzakereler gerçekleştirmeye ve boru hatlarının yapımı için gerekli finansmanın sağlanması hususunda destek vermeye davet etmektedirler.
* Cumhurbaşkanları, enerji kaynaklarının dünya pazarlarına taşınmasına ilişkin projelerde yabancı ve yerli yatırımcıların haklarının korunmasına dair uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun ve bu bağlamda Bakû-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın hayata geçirilmesi için gerekli tüm şartların bir an evvel oluşturulması yönünde ilgili makamlarına gereken talimatı vermeyi taahhüt etmişlerdir. Cumhurbaşkanları ayrıca, yatırımcılar için cazip ortamların yaratılması yönünde gerekli tedbirlerin alınması hususunda mutabık kalmışlardır.
Bu maddeler, Hazar petrolleri üzerinde süren “büyük oyunun” küçük figüranlarının paylarına düşen şeyin sadece enerjinin batı pazarlarına taşınması ile sınırlı olduğunu göstermektedir. Türkiye ise bu emperyalist oyuna, Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı ile katılmıştır.

BAKÜ-CEYHAN VE PETROL BEKÇİLİĞİ
Ankara Deklarasyonu, Türkiye yönetenlerinin enerji diplomasisinin tam bir özeti niteliğindedir. Ulusal çıkarlar adı altında ülke kaynaklarını yabancı şirketlerin denetimine bırakan hükümetler, bununla da yetinmeyerek batılı ülkelerinin Hazar ve Kafkasya’dan getirmeyi düşündükleri petrol ve doğalgazın “bekçiliğini” de yapma kararlılığı içinde olduklarını açıkça ilan etmişlerdir. Bu bekçiliğin en önemli ayağını oluşturan mesele ise Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı’dır.
1999 yılının Kasım ayında İstanbul’da düzenlenen Avrupa Güvenlik ve işbirliği Teşkilatı (AGİT) toplantısında imzalanan antlaşma ile boru hattı süreci de başlatılmış oldu. Hazar petrollerinin batılı pazarlara taşınması temelinde oluşturulan proje, hükümet tarafından Türkiye’nin gerçekleştirdiği en büyük yatırım olarak sunuluyor. Üstelik bu hattın yaşama geçirilmesi sonucunda Türkiye’nin bir enerji sıkıntısı çekmeyeceği ve petrolde söz sahibi ülke olacağı savunulmaktadır. Oysa Hazar petrolleri üzerine başta ABD olmak üzere emperyalistlerin kurduğu planlar, Türkiye’nin ancak bir “geçiş ülkesi” olacağını göstermektedir.
ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Mike Hammer’ın Bakû-Ceyhan hattını ABD’nin “ticari çıkarlarına hizmet edeceği için” desteklediklerini açıkça söylemesi bunun önemli bir kanıtıdır. Diğer yandan hattın toplam maliyetinin 2,7 milyar dolar ile 4 milyar dolar arasında olabileceği tahmin ediliyor. Ancak asıl önemli olan maliyetin karşılanması için yılda en az 50 milyon ton petrolün bulunması gerektiğidir. Yani bu petrol bulunamazsa maliyeti karşılamanın imkânı yoktur.
Bir diğer konu ise hattın kimin tarafından finanse edileceğidir. Petrol tekelleri, yapımın tamamen Türkiye tarafından üstlenilmesi şartı ile Bakû-Ceyhan’a destek vermektedirler. Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ise petrol hattından Türkiye’nin yılda 100–120 milyon dolar kazanabileceğini söylüyor. Sonuçta maliyetler dikkate alındığı zaman bu işten Türkiye’nin ekonomik olarak hiçbir çıkarı olmadığı gayet açıktır.
Diğer taraftan Irak üzerindeki ABD ambargosu da Hazar petrollerinin dolayısıyla Bakû-Ceyhan’dan akacak petrolün fiyatını doğrudan etkilemektedir. Birleşmiş Milletlerin (BM) Irak’ın ihraç ettiği petrolü kısması fiyatları hızla yükseltmektedir. Sonuçta Irak petrolü, aksa da akmasa da dünya piyasalarında ciddi bir fiyat oynamasına yol açıyor. Irak’ın rezervleri bugün için bilinen dünyanın en zengin yataklarıdır. Körfez Savaşı’nın ardından Irak ABD’nin izni olmaksızın petrolünü satamıyor ama BM’nin tanıdığı sınırlar çerçevesinde gıda karşılığı belli bir miktar petrolü piyasaya sürebiliyor. Irak’ın elindeki rezervlerin daha fazla miktarda piyasaya sürülmesi durumunda, Hazar petrolünün fiyatının ciddi oranda düşebileceği şimdiden bellidir. Bir başka nokta ise Bakû-Ceyhan hattından en azından beklenen düzeyde petrol akmayacağıdır. Yani Hazar’da bulunduğu söylenen milyarlarca varil petrolün çok küçük bir kısmı dışında, dünya pazarlarına çıkarılmayacağı ağırlık kazanan bir olasılıktır.
Nitekim benzer uygulamalar, yüz yıldır petrol şirketleri tarafından yapılıyor. Örneğin ABD, en zengin yatakların bulunduğu Teksas eyaleti ve bazı petrol bölgelerinde üretim yapılmasını yasaklamış durumda. Bunun nedeni ise petrol ne kadar az olursa fiyatların da o kadar yüksek olacağıdır. ABD’nin dünyanın önemli petrol bölgelerindeki kontrolü göz önüne alındığı zaman fazla petrolün ABD için zararı ortadadır. Petrol tekellerinin bizzat ABD dış politikası üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, böylesine bir riske girilmesi uzun vadede dahi söz konusu değildir.
Öte yandan boru hatlarının doğrudan Asya ve Kafkaslar üzerinde diplomatik bir anlamı vardır. ABD’nin “global stratejisi” ve Bili Clinton’ın “yeni ticaret misyonu”na göre bu boruların döşenmesi, hegemonyasının güçlenmesi bakımından zorunludur. Köşeye sıkışmış bir Rusya ile Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) girmiş dünyanın en büyük pazarı Çin, ABD’nin Orta Asya’da etkili bir güç olması için önemli olanaklardır.
Bu açıdan bakıldığı zaman, İsrail ile birlikte Ortadoğu’da “ABD jandarmalığına soyunan Türkiye’nin, aynı zamanda Kafkaslarda da yine ABD çıkarları doğrultusunda bir politika güttüğü tartışma götürmez bir gerçektir.

ENERJİNİN ANAYASASI: AVRUPA ENERJİ ŞARTI
Türkiye’nin batılı emperyalistlerle olan ilişkilerini kavramak ve önümüzdeki dönemde enerji alanında yaşanabilecek gelişmeleri anlamak bakımından Avrupa Enerji Şartı’nın (AEŞ) incelenmesinin ise ayrı bir önemi vardır. Çünkü bu anlaşma, emperyalistler ile bağımlı ülkeler arasında enerji alanında yapılan en kapsamlı çok taraflı yatırım anlaşmasıdır. Belirtmek gerekir ki, anlaşmayı ortaya atan taraflardan birisini Avrupa Birliği ülkeleri oluştururken, diğer taraf ABD’dir.
Sadece enerji alanını düzenlemekle beraber anlaşmanın kapsamı, yakın zamanda ortaya çıkan ve gerek dünyada gerekse Türkiye’de yoğun bir tepkiyle karşılanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ve Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı (MIGA) hükümlerini de aynen barındırmaktadır. Kısaca AEŞ’in bağlayıcılığı, tam bir anayasa niteliğindedir. Çünkü çıkartılacak olan bütün yasaların ve uygulanacak olan politikaların AEŞ’e uyumlu olması şart koşulmaktadır.
Anlaşmada temel amaç, enerji alanında tam bir liberalizasyona gidilmesi ve ulusal engellerin ortadan kaldırılması olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede enerji alanının “elektrik piyasası, doğalgaz piyasası ve petrol piyasası” olarak bölünmesi ve her bir alan için ayrı düzenlemelerin yapılması öngörülmektedir. Bu düzenlemelerdeki temel kriter ise enerji üretim, iletim ve dağıtımının yerli ve yabancı şirketler tarafından yapılması gerektiğidir.
Hükümet yükümlülüğünü yerine getiriyor
Hükümet anlaşmanın bu şartı çerçevesinde elektrik, petrol ve doğalgaz piyasasını oluşturma hazırlıkları yapmaktadır. Her üç alan için de oluşturulacak özerk kurumlar vasıtasıyla kamuya sadece denetleme görevinin verilmesi düşünülürken, enerji konusundaki bütün faaliyetler de özel şirketlere devredilecektir. Örneğin “Elektrik Piyasası Kanunu” tasarısı önümüzdeki günlerde TBMM gündemine getirilecektir. Diğer yandan bir özelleştirme modeli olan “Yap-İşlet-Devret”e (YİD) ilişkin yasa değişikliği de 2000 yılına girmeden hemen önce TBMM’de kabul edilmiştir. Hükümet böylece taahhütlerini yerine getirmeye başladı bile. Aynı şekilde “Petrol Piyasası Kanunu” tasarısı ile Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının (TPAO) faaliyetlerinin parçalanması, benzer şekilde doğalgaz konusunda tek yetkili olan BOTAŞ’ın da sadece denetçi rolü üstlenmesi düşünülmektedir.
Yatırımlara yeni tanım
Anlaşmada en dikkati çeken bölüm ise, ekonomik aktivitelere ilişkin kavramların yeniden tanımlanmasıdır. Benzer bir tanımlamaya MAI’de de rastlamak mümkündür. Örneğin, AEŞ’de “enerji sektöründe ekonomik faaliyetler” kavramının kapsamı, “enerji madde ve ürünlerinin çıkartılması, rafine edilmesi, üretimi, saklanması, kara nakliyesi, iletimi, dağıtımı, ticareti, pazarlanması, satışı ile ilgili veya ısı dağıtımıyla ilgili her türlü ekonomik faaliyet” olarak belirtilmiştir. Bu denli kapsamlı bir tanımlama, enerji alanına ilişkin bütün faaliyetin özel sektöre verilebileceği anlamına gelmektedir.
Aynı şekilde “yatırım” kavramı da oldukça geniş bir şekilde tanımlanmıştır. “Yatırım, bir yatırımcı tarafından doğrudan veya dolaylı olarak sahip olunan veya kontrol edilen her türlü varlığı ifade eder” denilerek yatırımın unsurları, “Soyut, somut, menkul ve gayrimenkul mal, kira, ipotek, haciz ve teminatlar gibi haklar, bir firma veya iş şirketi veya hisse, tahvil veya firma veya şirkete diğer türlü varlık ortaklığı, ekonomik değeri olan ve bir yatırımla bağlantılı olan para alacağı, fikri mülkiyet hakları, kazançlar, enerji sektöründe herhangi bir ekonomik faaliyeti yürütmek için yasa, sözleşme, kontrat veya yasal lisanslar ve izinlerle verilen haklar” biçiminde belirlenmiştir. Bu yatırım tanımının yapılmasının temel nedeni ise, yatırımın güvence altına alınması prensibi çerçevesinde yabancı şirketin bütün faaliyetlerine tam bir devlet güvencesinin sağlanmasına dönüktür. Aynı tanımlama MAI’de de vardır.
Her ülkenin statüsü belli
AEŞ’de enerji alanında işbirliği yapacak olan ülkelerin statüleri de açıkça belirtilmektedir. İşte bu madde, Türkiye’nin bugün batılı emperyalistler için üstlendiği rolün de yasal temelini oluşturmaktadır. Nitekim anlaşmada, “Taraflar geçiş serbestîsi prensibine dayanarak enerji maddeleri, gideceği yer veya sahibine göre ayrım yapmaksızın enerji geçişini kolaylaştırmakla, gerekli donanımları ve yatırımları sağlamakla yükümlüdür” denilmektedir. Bunun anlamı, Asya’dan gelecek olan enerji ürünleri konusunda Türkiye üzerine düşen bütün görevleri yerine getirmek zorundadır. Bu yükümlülüklerin içine boru hatları da girmektedir. Zaten Ankara Deklarasyonunda da Bakû-Ceyhan ve diğer petrol boru hatlarının gerekliliği aynı yükümlülüğe dayandırılmıştır.
Anlaşmada ülke statüleri üç kategoriye ayrılmaktadır. Bunlar “enerjinin sağlanacağı kaynak ülke, bu enerjinin üzerinden taşınacağı geçiş ülke ve enerjiyi kullanacak ve pazara çıkaracak olan aktarılacak ülke”dir. Yani Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD, petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olan Kafkas ve Orta Asya ülkelerine sadece enerji sağlama görevini verirken, Türkiye’ye de “enerji koridoru” olma işlevini yüklemişlerdir.
Kilit eleman
Yine MAI’de olan ve AEŞ’e de alınan bir diğer madde de “kilit eleman” konusundaki düzenlemedir. Bu düzenlemede, “Bir taraf diğer bir tarafın topraklarında herhangi bir milliyetten kilit kişiler çalıştırma hakkına sahiptir” denilmektedir. Anlamı, yabancı bir şirket Türkiye’de yaptığı yatırımda kendi ülkesinden veya başka bir ülkeden getirdiği elemanları çalıştırabilir. Bu çalışanların görevi ve sayısı konusu ise anlaşmada oldukça belirsiz bırakılmıştır. Yani işçi de olabilir, mühendis de. Böylece yabancı şirketlerin bazı stratejik alanlarda Türkiye’den işçi ve mühendis çalıştırması gibi bir zorunluluk ortadan kaldırılmış oluyor. Şirket sendikasız, sigortasız ve düşük ücretle istediği ülkeden işçi getirebilecek demektir.
MIGA hükmü de AEŞ’de
AEŞ’in en çarpıcı maddelerinden birisi ise Türkiye’nin de imza attığı Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı’nın (MIGA) temel görevi olan “kayıpların telafisi” konusundadır. Buna göre; “Yatırımcı taraf, yatırım yaptığı ülkede ortaya çıkan savaş, silahlı çatışma, ulusal acil durum, sivil kargaşa veya bölgesel benzer bir durum nedeniyle zarara uğrarsa, bu, yatırım yapılan ülke tarafından telafi edilecektir.” Kastedilen durumlar arasında genel grevler ve halk ayaklanmalarının gösterilmesi ise oldukça dikkat çekicidir. Böyle bir durumda anlaşma açıkça, “yatırım yapılan ülke”nin yabancı yatırımı korumak amacıyla militarist baskı da dâhil her türlü yola başvurmasını meşru kılmaktadır.
Uluslararası tahkim temel şart
Anlaşmanın temel şartlarından birini oluşturan madde ise uluslararası tahkim mekanizmasının yürürlüğe girmesidir. AEŞ’in çerçevesinin 1995 yılında hazırlandığı hatırlanırsa, emperyalistlerin enerji üzerine politikalarının ne denli uzun vadeli bir stratejiyi içerdiği ortaya çıkmaktadır.
Çünkü uluslararası tahkim 1999 yılında ağırlıklı olarak gündeme getirilmiş ve bunun Türkiye’deki yatırımları artıracağı iddia edilmişti. Oysa 1999 yılının Haziran ayında Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ile Avrupa Birliği’nin Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Karen Fogg arasında yapılan görüşmelerde tahkimin Türkiye’nin AEŞ dâhilinde üstlendiği görevin bir gereği olduğu vurgulanmıştı. Görüşmenin ardından Ersümer, “Geçiş ülkesi, ev sahibi ülke, anahtar teslimi ve garanti anlaşmalarının” imza aşamasına geldiğini söylerken, uluslararası tahkimin de bu anlaşmalar dâhilinde mutlaka iç hukuka yerleştirileceğini söylemişti. Ersümer’in şu sözleri ise AEŞ ile Türkiye’nin aldığı yükümlülüğü açıkça özetlemektedir; “AEŞ’e gireceksek, mutlaka faydalanılan ülke statüsünde olmamız lazım. Faydalanılan ülke unsuru, bizim için önemli. Biz bu projeleri realize ediyoruz. Bu yükü biz taşıyoruz. Avrupa’ya gaz ve petrolün ulaştırılması sorumluluğu ve yükümlülüğünü yerine getirme çabası içindeyiz.” Büyükelçi Karen Fogg ise Türkiye’nin AEŞ’ye üye olması için uluslararası tahkimin zorunlu olduğunu vurgulamıştı.

ENERJİ POLİTİKALARI VE MÜCADELE
Görüldüğü gibi emperyalistlerin enerji konusunda Türkiye üzerine kurdukları planlar sadece özelleştirme ile sınırlı kalmayan, bunun da ötesine geçen uluslararası yasalarla tanımlanmış ve bölgesel birtakım yükümlülükleri de içeren bir “görevler demetini” kapsamaktadır. Sonuçta Türkiye egemenlerinin “ülke çıkarı” olarak göstermeye çalıştıkları ve uygulamaya soktukları bütün politikalar, bu anlaşmaların çizdiği sınırlar dâhilindedir. Hangi hükümet gelirse gelsin imzalanan anlaşmalara bağlı kalmak zorundadır.
Bizzat devlet kurumları başta olmak üzere uzmanlar ısrarla Türkiye’nin elektrik enerjisini ülkede olmayan bir kaynak olan doğalgaz üzerine kurmasının dışa bağımlılığı artıracağını söylerken, hükümet üst üste doğalgaz anlaşmaları imzalamaktadır. Diğer yandan ülkenin en zengin enerji kaynağı olarak gösterilen hidroelektrik potansiyeli de özel sektörün kullanımına devredilmekte, termik santrallerin özelleştirilmesi için hızlı bir program uygulanmaktadır. Aynı şekilde elektrik dağıtım hatlarının 5 büyük çoğunluğu da özelleştirilmiş durumdadır. Bütün bu gelişmeleri yukarıda sıralanan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde düşünmek ve buna uygun bir politik taktik geliştirmek gereklidir.
Çünkü Türkiye’ye emperyalistlerin biçtiği rol göz önüne alındığı zaman, enerji özelleştirmelerine karşı yürütülen mücadele, sadece hükümetin politikalarını sınırlamakla kalmayacak, aynı zamanda emperyalist sermayenin uluslararası manevralarını ve planlarını engelleyen bir işleve sahip olacaktır.

Mart 2000

Emperyalist küreselleşme ve emek

Hindistan İşçi Köylü Konseyi (HMKP) Genel Sekreter Yardımcısı Ashim Roy Kumar, Türk ve Kürt sendikacıları ve ileri işçilerinin, geçtiğimiz yıl Ören’de gerçekleştirilen Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’ndan tanıdığı bir isim. Köklü bir anti-emperyalist ve proleter geleneğe sahip olan 1 milyar nüfuslu Hindistan’dan deneyimli bir sendikacı olan Kumar, aynı zamanda 50 bin tirajlı sosyalist teori dergisi Revolutionary Democracy’nin (Devrimci Demokrasi) yayın kurulunda yer alıyor. Ashim Roy’un dergimize gönderdiği ve Taylan Bilgiç tarafından çevrilen aşağıdaki yazı, Asyalı ileri işçi ve emekçilerin, devrimci ve sosyalistlerin küreselleşme konusundaki düşüncelerim öğrenmek ve bu kıtada yürütülen tartışmalar hakkında bir fikir sahibi olmak için de önemli bir fırsat oluşturuyor.

Dünya ekonomisi, 1980’lerin ortalarından bu yana; ulusal ekonomilerin daha kapsamlı bir biçimde birbirine bağlanmasıyla sonuçlanan önemli bir ticaret, yatırım ve Sermaye akışı liberalizasyonu süreci yaşıyor. Bu değişim süreci küreselleşme olarak tanımlanmakta. Ancak sözcük, bir tanımdan öte, sınıf ve devlet iktidarına dair ilgili küstahlıklarıyla beraber, küresel ölçekte bir ‘bırakınız yapsınlar’ fikrini getiriyor akla. Büyük teorik ve siyasi sonuçlar doğurduğu için, kavramı analitik bir incelemeye tabi tutmak gerekli. Ellen Meiksins Wood’un sözleriyle, küreselleşme kavramı, “günümüzde solun boynuna dadanmış en ağır ideolojik albatros”. Kavram, tüm ekonomik ve toplumsal yapıları ezerek eşitleyen bir ulus-ötesi güç sanısıyla birlikte geldiği için, mantıksal sonucu, alternatifsizlik. Bu ideolojik mistifikasyon ise bozgunculuk yaratıyor.
Bu yazının çabası, mevcut dünya kapitalist ekonomisindeki belirli eğilimleri tanımlayıp, onları küreselleşme süreciyle ilişkilendirmek. Ayrıca, sendikal hareket içinde küreselleşmeye dair farklı kavrayışlarla ilgili süre-giden tartışmaya değinecek ve dünya işçi hareketinin ilerleyişine yardımcı olacak bir yaklaşım sunmaya çalışacağız.

KÜRESELLEŞME – EMPERYALİZMİN BİR AŞAMASI
Kapitalizmin savaş sonrası genişlemesi, her biri farklı siyasi bağlamlarla ilişkili üç eksen boyunca gerçekleşti. Bunlardan ilki, üretimin Fordist yeniden örgütlenmesine dayanan batı tipi kapitalizm ve sermaye ile emek arasında, Keynesyen bir çerçevede gerçekleştirilen toplumsal uzlaşmaydı. İkincisi, sosyalizmin bürokratik devlet kapitalizmine dönüşmesi ve dünya kapitalist ekonomisine eklemlenmesi olurken, üçüncüsü ise, ulusal kurtuluş hareketlerinin bir sonucu olarak, eski sömürge ülkelerde kapitalist gelişme ve üçüncü dünya ülkelerinin oluşması oldu. Bu ülkelerin sınai kalkınması, emperyalist sistemin kısıtlamalarıyla sınırlıydı.
Bu genişleme aşaması, ’70’lı yıllarla birlikte tüketilmişti. 1974–75 resesyonuyla birlikte, sürekli resesyon ve zayıf iyileşmelerle hafifleyen, devamlı bir durgunluk süreci baş gösterdi. Bu da dünya kapitalizminde krize neden oldu.
Küreselleşme, batı sermayesinin, kriz karşısında kapitalizmi yeniden yapılandırma stratejisidir. Marx’ın formüle ettiği gibi, “kapitalist üretim biçiminin temeli, bizzat dünya sermayesi tarafından atılır”. Kapitalizm, uluslararasılaşmaya eğilimli olagelmiştir. Uluslararasılaşmanın bu yeni aşamasının koşulları ise, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik devlet kapitalizmi ile üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal projelerin çöküşü ile oluşturuldu. Bu küreselleşmenin temel özellikleri; emperyalist ülkelerin ulusal sermayesine nüfuz edilmesi yoluyla ortaya çıkan genelleşmiş mali sermaye, para sermayede küresel bir tek tip pazarın kurulması ve bu genelleşmiş mali çıkarları koruyup sürdürmek için uluslararası mali kurumların geliştirilmesidir. Bu konudaki siyasi uzlaşma, G–7 ülkelerinin konumuna da yansır; bu konum, toplumsal fazlanın, belirli bir üretici sermayenin yatırım servetlerinin üzerine çıkan bir mali servet biçiminde tahsis edilmesine olanak tanımaktadır.
Neoliberal küreselleşmenin altında yatan fikir, sermayenin, yüksek ücretli gelişmiş ülkelerden, düşük ücretli gelişmekte olan ülkelere kaydığıdır. Sağcı etki altındaki Avrupa sendikal hareketi, işsizliğin bu kaymanın bir sonucu olduğunu öne sürer. Oysa bu varsayım, ortalama burjuva iktisatçılar tarafından bile hem teorik olarak reddedilmekte, hem de ampirik olarak çürütülmektedir. Paul Krugmans, katı Heckscher-Ohlin modeliyle ortaya attığı “dereceli ekonomiler” ile bile, daha büyük bir bölgesel eşitsizlik eğilimini göstermiştir. Böyle bir dereceli ekonomi, yığılmanın olumlu dışsallıklarından kaynaklanır -uzmanlaşmış arz, kalifiye işgücü, etkili altyapı- ve bu dışsallıklar daima sanayileşmiş ülkelerin lehinedir. Avrupa Topluluğu gibi kalkınmış bölgelerde bile, Proudhomn, geri bölgelerin aradaki farkı kapatmasını önleyen bir “eşik etkisi” bulmuştur.
Avrupa Topluluğu’ndan gelen Doğrudan Yabancı Yatırımlar’ın (DYY) sağladığı deneysel kanıtlar da, bu varsayımla çelişiyor. Sözgelimi 1993 yılında, AB kaynaklı toplam DYY akışının yüzde 11’i ABD’ye, yüzde 12’si Japonya’ya gitti; Asya’nın payı ise sadece yüzde 3 oldu. Triad Ülkeleri’nin (ABD, Avrupa, Japonya), belli Asya ülkelerinin toplam DYY stokundaki payı, 1985’te yüzde 64 iken 1993’te yüzde 52’ye düştü. 1994’te de, küresel DYY’nin yüzde 60’ından çoğu gelişmiş ülkelere yönelikti. Üstelik gelişmekte olan ülkelere akan DYY’nin üçte biri tek başına Çin’e gidiyordu.
Ticari olarak ise, Dinamik Asya Ekonomileri ile Çin’den, OECD’nin 24 üyesine yapılan ihracat, 1993 yılında OECD brüt iç üretiminin sadece yüzde 1,5’ini oluşturmaktaydı. Ayrıca bu ticaret, OECD ülkeleri açısından daima dengeleyici veya fazla verici olduğundan, istihdamı düşüren değil artıran bir etkide bulundu. ILO (BM Uluslararası Çalışma Örgütü) bile, G–7 istihdam Konferansı için hazırladığı bir raporda, düşük ücretli ülkelerle ticaretin genişletilmesinin, gelişmiş ülkelerdeki ücretler üzerinde aşağıya çekici bir baskı oluşturduğu görüşüne karşı uyarıda bulundu; çünkü verilere göre, Kuzey-Güney ticareti, gelişmiş ülkeler arası ticarete kıyasla görece düşük ölçekliydi.
Mevcut küreselleşmenin bir diğer özelliği, dünya ekonomisinin; ABD, Avrupa ve Japonya kutupları boyunca, dikey bir biçimde yeniden yapılandırılmasıdır. ABD emperyalizminin inişe geçmesiyle birlikte, emperyalistler arası çelişkiler şiddetlendi ve bu blokların her biri, kendi etki alanını genişletme çabasını güçlendirdi. Bu iki eğilim eşzamanlı olarak yaşanmakta ve küreselleşme sürecini biçimlendirmek için etkileşim halinde bulunmaktadır. Ama şimdilik temel nitelik, mali sermayenin genelleşmiş çıkarlarını devam ettirmektir. Mali kürenin, emtia ticareti veya üretici yatırımdan çok daha büyük bir hızla yayılması, bu olgunun bir sonucudur. Sıradan insanlar bile, bu özelliği, fetişist bir gazino ekonomisi formunda algılamaktadırlar.
Malileşme süreci, mali sermayenin yeniden üretim şemasını küresel ölçekte yeniden şekillendiriyor. Emperyalist ülkelerin para sermayesi, üretimin herhangi bir unsurunu harekete geçirmeden, mali yatırım olarak korkunç bir hızla ilerleyebiliyor ve her üretim sisteminin toplumsal fazlasını, mali servetlere geri dönüş biçiminde emiyor. Bu toplumsal fazlayı da, eşi görülmedik bir düzeyde, emperyalist merkezde merkezileştiriyor.
Emperyalist mali sermayenin birliği, savaş sonrası kapitalist gelişmenin diğer iki eksenini ele geçirmeye yöneliktir. Para piyasasının entegrasyonu, para birimlerinin tam konvertibilitesi ve yeni, kuralsızlaştırılmış bir yatırım rejimi tesis etme yönündeki olağanüstü baskının nedeni de bu. Mali sermayenin ulusal formu ne olursa olsun, bu sermayenin batı sermayesi ve yatırımına, üçüncü dünya ve Doğu Avrupa ülkeleri ekonomilerinde mali yatırımlar olarak entegrasyonu, emperyalist mali sermayenin bir yeniden üretim biçimi. Emperyalistlerin bu birliği, şimdilik istikrarlı.
Emperyalistler arası çelişkiler, üretim faktörlerini harekete geçiren üretici sermaye olarak yatırım alanında ve pazar payında yüzeye çıkıyor. Etki alanları yaratma mücadelesinin nedeni ise, yatırımları ve pazar payını garanti altına almak. Emperyalistler arası çelişkiler topyekûn bir mücadele ve savaş halini almadığından, bu çelişkinin hem birlik, hem de çekişme yönlerini kavramak büyük öneme sahip. Birlik, genelleşmiş mali çıkar için; çekişme ise üretim ve emtia pazar payı bağlamında, yatırım alanında olgunlaşıyor. Yani birlik, çekişmeyi de içermekte. Bu durum, Batı kapitalizminin üçüncü dünya ve Doğu Avrupa ülkelerinde yayılmasına dek sürecek. Üç emperyalist blok arasındaki ticaret savaşının şiddetlenmesi ise, birliği yavaş yavaş bozuyor. Ancak şimdilik çekişme, birliği kıracak bir düzeye erişmiş değil.
Küreselleşmeyi emperyalist yapan, batı kapitalizminin üretim sistemi ve piyasayı bu yolla gasp etmesidir. Bu gasp, esas olarak mali mekanizma yoluyla gerçekleşiyor. Sorun, yeni pazarlar geliştirmekten çok, mevcut pazarı ele geçirmek. Küresel entegrasyon sürecinde, ulusal pazarlar olağanüstü bir düzeyde genişlemiyor. Büyüyen, batı kapitalizminin pazar payı sadece. Bu olgunun kanıtını, dünya ekonomisinde fazla bir büyüme olmamasına rağmen kâr oranlarında meydana gelen artışta bulmak mümkün.
Bu uluslararasılaşma, kapitalizmin, bağımsız büyüme sağlayacak çok sayıda filiz vermesine olanak tanıyacak şekilde yayılması, yani sınırlarını genişletmesi değil. Tam tersine, yaşanan, sermayenin, geçmişteki yayılmacı aşamada oluşan kapitalist büyüme alanlarından batı kapitalizmi içinde merkezileşmesi. Bu nedenle, dünya kapitalizmindeki bu eğilimin doğru kavramsallaştırılması, emperyalist küreselleşme tanımını gerekli kılıyor.
Borç geri ödemeleri ise, gelişmekte olan ülkelerdeki toplumsal fazlayı, batı sermayesinin birikim ihtiyacına tahsis edecek şekilde transfer etmek için yeni ve kalıcı bir mekanizma olarak ortaya çıkmakta.
Tuhaf olan şu ki, üçüncü dünya ekonomilerinin borç bağımlılığına neden olan, yine o ekonomilerin parasıydı. Petrol üreticisi üçüncü dünya ülkelerinin birleşik eylemi sonucu yükselen petrol fiyatları ile ortaya çıkan ek gelir, yüksek faiz oranları ile batı bankalarına çekildi. Bu petro-dolarlar, üçüncü dünyanın, gelişmiş ülkelerden yaptıkları alımları finanse etmeleri için borç fonları olarak devreye sokuldu. Borç yükünün yaratılması, güney ekonomisine yönelik emperyalist baskının yeniden başlatılmasıydı.
BM istatistiklerine göre, üçüncü dünya borçları, 1980’de 567 milyar dolarken 1992’de 1.419 milyar dolara çıktı; yani yüzde 280 oranında yükseldi. Tahminlere göre her yıl 160 milyar dolar, üçüncü dünya ülkelerinden borç geri ödemesi olarak alınıyor ve bu miktarın sadece 90 milyar doları anapara ödemesi. Bu borçlar, söz konusu ülkelerin ekonomik kalkınmasını kısıtladı ve yavaşlattı. Üçüncü dünyadaki ekonomik büyüme oranı, 1970’lerde yüzde 6 iken 1980’lerde yüzde 3’e düşmüştü. Kişi başına kalkınma oranındaki düşüş daha keskin: Yüzde 3’ten yüzde 1’e. UNCTAD tarafından 1980’de gerçekleştirilen bir araştırma, borçların yüzde 30’unun silinmesinin, yatırımlarda yüzde 34 oranında bir artış yaratacağına ve sonuç olarak kişi başına düşen milli gelirin yüzde 24 yükseleceğine işaret ediyordu.

TİCARET ŞARTLARINDA KÖTÜLEŞME
BM’ye göre, üçüncü dünya ihracat fiyatları ile üçüncü dünya ticareti arasındaki oran, 1980’de 100 iken 1992’de 48’e düştü; yani güney, gerçek ihracat gelirinin yüzde 52’sini kaybetti. Şimdi, Yapısal Düzenleme Programı çerçevesinde, Güney ve Doğu, ihracat yönelimli bir ekonomik sisteme zorlanıyor. İhracatın bu yolla genelleşmesinin, rekabetçi bir baskı yaratarak üçüncü dünya mallarının fiyatlarının düşmesine yol açması kaçınılmaz. Bu program ayrıca, söz konusu ülkelerdeki ücretler üzerinde sürekli bir baskı demek. Kuzey-Güney Komisyonu’nun eski üyelerinden Augustin Papic, ticaret şartlarındaki kötüleşme nedeniyle güneyden kuzeye gerçekleşen görünmez transferin yılda 200 milyar dolar tutarında olduğunu tahmin ediyor.
Bunun yanı sıra; nakliye, sigorta, paketleme ve pazarlama fiyatlarındaki fahiş artışlar, katma değer bağlamında, gerçek katkıdan çok daha yüksek. Bu fiyat mekanizması da, artı değer sömürüsünün bir diğer biçiminden başka bir şey değil. Birçok araştırmaya göre, üçüncü dünya ülkeleri, ürünleri karşılığında, ortalama gerçek perakende fiyatın sadece yüzde 10-15’ini alıyorlar.
Sermayenin bu uluslararası hareketliliğinin iki etkisi var. Birincisi; uluslararası tüccarlar, yatırımcılar ve ihracat yönetimli alınıp satılabilir mal üreticileri gibi küresel sermaye sahipleri, uzun vadede, genel ve ulusal özgül sermayeye kıyasla daha fazla kazanıyorlar. İkincisi; her ülkedeki belli sektörlerin sahipleri ve o sektörlerde çalışanlar, kısa vadede, bu sermaye hareketliliğine uyum sağlamanın bedelini ödemek zorundalar. Bu zorunluluğun görünür biçimi, kur oranlarında istikrar sağlamanın karşılığı olarak, makroekonomik politikalardaki özerkliğin feda edilmesi.

TİCARET-İŞÇİ HAKLARI İLİŞKİSİ: ‘SOSYAL ŞART’
Küreselleşme ve dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının sonucu olarak, batı ekonomilerinde devasa bir işsizlik ortaya çıktı. Bu işsizlik geçici değil, uzun vadeli bir yapısal işsizlikti. Nitekim 1987–1991 döneminin parlak gelişmeleri bile, işsizliği kayda değer düzeyde düşüremedi.
Günümüz Amerikası, bir “küçülme” (şirketlerin, işçi çıkartma ve verimsiz birimlerin kapatılması gibi maliyet azaltıcı önlemlerle yeniden yapılandırılması) ülkesi haline gelmiş durumda. Chicago’dan Challenger, Gray&Christmas adlı danışmanlık firması, ABD’li şirketlerin Ocak 1993’ten 1999’a kadar en az 1,7 milyon işçiyi attıklarını belirtiyor. Üstelik bu iş kayıpları, Ekonomik Danışmanlar Konseyi’nin kabul ettiği gibi, kalıcı kayıplar.
Bu kalıcı işsizliğin, işçi sınıfı saflarında huzursuzluk ve işçi sendikalarında kaygı yaratması kaçınılmaz. İşçilerde egemen olmaya başlayan ruh hali, korumacılık. Gelişen eğilim ise, mevcut ekonomik sistemin sorgulanması. Patronlar ve devlet için, bu ruh halini denetim altında tutmak şart. Bu da, halk bilincinin, korumacı duygu ile egemen neoliberalizmin birlikte var olmasına olanak tanıyan bir biçimde perdelenmesini gerektiriyor. Böylesi bir amacı gerçekleştirebilecek siyasi projelerden biri, ticareti işçi haklarıyla ilişkilendirmek. Halk bilincinin böylesi bir yöntemle perdelenmesi, elbette, siyasi muhalefetin biçim ve şiddetine bağlı.
Washington’daki Rekabetçilik Politikaları Konseyi Politika Direktörü (ve ABD Çalışma Bakanlığı’nın eski Uluslararası İlişkiler Sorumlusu) Steve Charnovitz; iş kaybı, adaletsiz rekabet ve işçilerine kötü davranan ülke ve şirketlerden ürün satın almanın gayriahlâkiliği gibi nedenlerle serbest ticarete karşı oluşan bir dizi direniş odağı olduğunu yazıyor. Bu nedenle, çalışma standartlarına ilgi göstermek, yeni ticaret anlaşmalarına yönelik muhalefeti güdükleştirmenin bir yolu olabilir. Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) “sosyal şartlar”ı, siyasi bir proje olarak şekilleniyor.
Hindistan’daki işçi sendikaları ve toplumsal hareketler, sosyal şart ticaret bağlantısını, uluslararası bir adil çalışma standardı geliştirmek için ne etkili, ne de verimli bir yol olmadığı için, bir bütün olarak reddettiler. Sosyal şart projesinin ideolojik fonksiyonuna daha önce de dikkat çekmiştik.

SOSYAL ŞARTIN İDEOLOJİSİ
İşçi haklarının WTO bağlamında ortaya çıkmasıyla, burjuva ideolojisinin gücü de görülmüş oldu. Bu durum, işçi hakları kavramının, adil rekabet ve mukayeseli avantaj ikiz kavramları tarafından yedeklenmesiyle sonuçlandı: İşçi haklarının bağımsız bir statüsü yok; eğer adil rekabet ve üretim unsurlarının mukayeseli avantajı baltalanırsa, işçi hakları da son bulur.
Aslında, adil rekabet ve mukayeseli avantaj zaman zaman karşı karşıya gelir. İşçi hakları kavramı ise, bu karşıtlığı uzlaştırmak için kullanılıyor. Sosyal şart olarak işçi hakları, emeğin değil sermayenin gereksinimi için var ve görevi, iki spesifik, somut sermaye türünü uzlaştırmak ve verili koşullarda, bu iki kategori arasındaki gerçek dengenin ne olacağını belirlemek.
Bu nedenle, emperyalist ülkeler, sosyal şartın WTO’da kurumsallaşması için eşi görülmedik bir ısrar gösteriyorlar. WTO mekanizması içinde işçi hakkı, sermaye için bir enstrüman işlevi görecek. İşçi hakları bu durumda sermayeye karşı mücadelede işçi sınıfı için bir araç olmayacak; en iyi ihtimalle, işçi sınıfına dolaylı ve ikincil bir çıkar sağlayacak.
Daha da ötesi, sosyal şart ister uygulansın, ister uygulanmasın, WTO’yu meşrulaştıracak. Emek ve işçi hakları, bu meşrulaşma sürecinde çevresel bir rol oynayacaklar. Uluslararası sendikal hareket ise, küresel sermaye ve serbest ticareti ideolojik olarak kaçınılmaz ve gerekli kabul ettiği için, bu çevresel rolü de kabulleniyor. Bu, taktik bir geri çekilme değil, uluslararası sendikal hareketin zayıflığının bir göstergesi.

KÜRESELLEŞMEYLE AÇILAN ALAN
Batı dünyasında, gelişmekte olan ülkelerin kültürel ve sosyolojik olarak bölücü; toplumsal dönüşüm için etkili, tutarlı ve sürekli bir siyasi hareket inşa etmekte ise yeteneksiz olduğuna dair egemen -ve yanlış- bir algılama vardır. Bu illüzyon; siyasi irade yokluğu, kadercilik, yaygın yolsuzluk, toplumsal karşı çıkışın parçalı hali ve tutarlı bir demokratik hareketin yokluğuna dair imgeler, haberler ve araştırmaların sistemli bir biçimde yeniden üretilmesiyle oluşturulur. Böylesi algılamalar, batılı sendikacılar, toplumsal muhalifler ve akademisyenler arasında bile varlığını sürdürmektedir. Bu sahte algılamalar münferit değil, batı siyasi kültürünün hegemonik ideolojik bileşenleridir. Algı, bazı üçüncü dünya aydınları ve örgütleri tarafından da güçlendirilmektedir.
Toplumsal ve siyasi muhaliflerin giderek büyüyen bir bölümü de; insanlık dışı azgelişmişlik, insanlığı yok eden teknoloji ve milliyetçilik ile ırkçılığın küstahlığı nedeniyle tehdit altında olan çevre, yenilenemeyen kaynakların tüketilmesi, açlık ve yolsuzluk karşısında derin kaygı duymaktadırlar. Bu eklemler yuvalarından çıkarılmış ve esas olarak, uluslararası toplumsal düzenin kültürel bir eleştirisine hapsedilmişlerdir, ama yine de konu, şiddetli bir ideolojik tartışmaya neden olmaktadır.
Hükümetler arası örgütler ve forumların sayısındaki artış ile alanını genişleten bu ideolojik sapmanın çatısı, batı toplumunun bahsedilen kısımları tarafından çatılmakta. Uluslararası NGO’lar (hükümet dışı örgütler), kampanya grupları, ITF’ler, hatta uluslararası tekeller bile, yükselen küresel sivil toplum olarak selamlanıyor. Bu kavram üzerinde tartışmaya girme zahmetine katlanmasak da, küreselleşmenin uluslararası alanı genişlettiği olgusunu kabul etmeliyiz. Ve bu alan, kapitalizme itaat eden kurum ve ideolojiler tarafından dolduruluyor.
Kuşkusuz ki, küresel bir devletten yoksun olan bu alan zayıf ve sadece ideolojik. Küresel olarak sınıf güçlerinin dengesini değiştirmede ancak kısıtlı bir siyasi rol üstlenebilir. Ama burjuva ideolojisine bu alanda saldırmak ve ona burada meydan okumak, dengeleri, belirli bir ülke ya da bölgede kısmi reformlar gerçekleştirebilecek güçler lehine yeniden kurabilir.
Üçüncü dünya halklarının durumu hakkında içten bir endişe duyan batı dünyası halklarının geniş bir bölümü, ideolojik olarak, bu sahte algılamaların tuzağına düşmüş durumda. Üçüncü dünya halklarının, eklemleri tutarlı bir biçimde ve siyasi netlikle yerli yerine oturtmadığı koşullarda, bu küreselleşme ideolojisinde sol liberal bir pozisyon tutmaya devam edecekler. Bu illüzyonu kırmalarını sağlayacak bir strateji geliştirmek, bizim de çıkarımıza. Üçüncü dünya halklarıyla içten bir dayanışma için gereken koşullar, böyle sağlanabilecek.
Batı devletlerinin, işçi haklarını WTO’nun kurumsal mekanizmasına bağlayarak, korumacılık ve sol liberalizm eğilimlerini birleştirmesi gerçekten de büyük başarı. Batı, bu süreçte, kendisi için daha geniş bir toplumsal taban elde etmeye ve batı dünyasındaki toplumsal ve sendikal hareketin, üçüncü dünya işçileriyle dayanışma yolunu seçerek radikalleşmesini de önlemeyi hedefliyor. Bu, üçüncü dünyaya karşı siyasi bir uzlaşma inşa etme projesi.
Karşı çıkılması ve püskürtülmesi gereken, tam da bu siyasi proje. Üçüncü dünya sendikaları ve toplumsal örgütlerinin retçi tutumu, ulus devlet alanından bir muhalefet momenti oluşturuyor. Ancak bu tutum, küreselleşme ideolojisine gerçek reforma dair bir karşı iddiayla meydan okuyan bir bileşenden yoksun. Bu haliyle muhalefetin, emperyalist siyasi uzlaşmada bir gedik açacak gücü yok. Ret pozisyonu, üçüncü dünya toplumlarının zayıf demokratik kapasitesine dair yeni bir gösterge olarak sunuluyor.
Kapitalizm, tarihi boyunca işçi sınıfını, sürekli bir düzenleme süreci içinde bölmüş ve yeniden bölmüştür. Bu bölünmeler ideolojik olarak diri tutulur ve bu nedenle, bağımsız bir işçi ideolojisi için verilecek sürekli mücadele, işçi sınıfının birliğini inşa etmek için şarttır.
İşçi hareketi, sürekli bir gelişim süreci içindedir. Bu süreci bütünlüğüyle kavramak oldukça önemli. Reform istekleri ve isyanlara kadar giden yol, bu sürecin bir parçası. Lenin’in dediği gibi, reformlar devrimin yan ürünleridir. Aynı zamanda, gerçek reformun devrimi ertelediği de doğrudur. Marksistler için devrimler, toplumsal dönüşümün temelini oluşturur. İşçi hareketi eşitsiz bir biçimde geliştikçe, reform isteği de giderek daha geniş bir zemine kavuşur. Ancak böylesi bir reform için ekonomik ve toplumsal olasılık mevcut olmalıdır. Tarihte bazen bu olasılık azalır. Bu olduğunda, işçilerin ayaklanmacı ruh hali güçlenmeye başlar.
Devrimci bir açıdan bakıldığında, bu isteği kavrayıp kabul etmek ve onu, kapitalizmin fay hattı boyunca ilerleyen bir reformlar çizgisine yöneltmek önemlidir. Bu yönlendirme, koşullar uygun olduğunda, sermaye ile emek arasındaki güç dengesini değiştirebilecektir. Ekonominin krizde olduğu dönemlerde reform olasılığı kısıtlanır ve yok olmaya yüz tutar. Reformizme içkin çelişki, yani istek ile olasılık arasındaki çelişki, bir krize evrilecek ve tarihsel dönüşüm için gerekli alanı açacaktır. Reformizm ideolojisiyle mücadele etmeliyiz. İşçilerin, reformizmin boşunalığını kendi siyasi deneyimleriyle görmelerini sağlamalıyız. Bu da, reform hattını doğru tanımlamayı ve kitleleri o hatta yönlendirmeyi gerekli kılar.

‘SOSYAL ŞART’IN REDDİ VE GERÇEK SENDİKAL HAKLAR İÇİN MÜCADELE
Yalnızca örgütlü işçi hareketinin çıkarlarına odaklansak bile, farklı bir reform hattı tutulabilir. Sendikal haklar konusu, uluslararası sendikal hareketin tüm parçalarını ilgilendirmektedir. Stephen Deery şöyle yazıyor: “Amerika’da sendikacılığa yönelik işveren muhalefetinin şiddetinin, sanayileşmiş dünyanın geri kalan tümünden daha büyük olduğunu söylemek için yeterince kanıt var. Amerikalı işveren, sendikasız bir ortam yaratmak için yasal ya da yasadışı her eyleme başvurur.”
İşçiler ise, kendilerini temsil edecek bir sendikayı ister, ona ihtiyaç duyarlar. 1994 tarihli Amerikalı İşçiler İşyeri Temsil ve Katılım Araştırması’na göre, sendikasız işçilerin neredeyse üçte biri sendikalaşmaya hazırdır, ama idarenin temsilci sendikayı tanımayacağından endişe etmektedirler. Hukuki ve kurumsal düzenlemeler, idareye, sendikalaşma sürecini etkileme gücü tanır.
Alman işverenler, sosyal pazar ekonomisi sistemindeki kolektif pazarlık mekanizmasında, Mithestimmung (birlikte kararlaştırma) adı altında köklü bir değişim talep ediyorlar. Buna göre, genel toplu iş sözleşmesi, sadece temel ücretler ve çalışma saatleri için geçerli olacak. Ayrıca gerektiğinde, bu temel sözleşmeyi uygulamamak için bir kaçış yolu da var. Geri kalan konular, tek tek şirketler ile işçileri arasında görüşülerek karara bağlanacak.
Almanya’da sendika üyeliği, 1991’den bu yana yüzde 20 düştü ve düşmeye devam ediyor. 1995’te, Alman İşçi Sendikaları Federasyonunun üye sayısı yüzde 3,9 oranında düşerek 9,4 milyona gerilemişti. Toplu pazarlık sisteminde reform adı altında gerçekleştirilmek istenen son saldırı, sosyal haklarda gerileme, kamu sektöründe ücretlerin dondurulması, 10 veya daha az işçi çalıştıran şirketler için işten atma serbestîsi gibi uygulamaların tümü, Anglo-Amerikan tipi bir kapitalizmin tesisine yöneliktir.
Amerika, Kanada ve İngiltere’de düşük ücretlerin oranı, diğer G7 ülkelerinden oldukça fazla. Federal asgari ücreti, saatte 4,25 dolardan 5,15 dolara çıkarma teklifi bile sert bir tepkiyle karşılaştı. 12 milyon insan, resmi asgari ücretten daha az ücret alıyor. Bunların yüzde 40’ı ise, ailelerinin tek çalışanı.
Uluslararası şirketlerin üçüncü dünya ülkelerindeki sendikalar ve ileri işçilere yönelik tutumu ise daha saldırgan. Devasa sermaye kaynak rezervleri; fabrika kapatma, sendika aktivistlerinin işten atılması ve demokratik sendika önderliklerinin tasfiyesi gibi yöntemlerin yanı sıra, sermayenin geri çekilmesi yoluyla da, sendikacılığı kırmak için kullanılıyor. Sendikaları yok etmek ve maliyeti düşürmek için kullanılan bir diğer yöntem ise, sistematik taşeronlaştırma. Yerel şirketler, fiilen uluslararası tekellerin şubesi olarak çalıştıklarında bile, bu şirketlerden sözleşme kapabilmek için birbirleriyle rekabet etmek zorunda kalıyor. Ekonomik olarak varlıklarını sürdürebilmek için, işgücünün aşırı sömürüsünü gerçekleştirmek durumundalar. Bunu da sendikaları şiddet yoluyla bastırarak, zorla şirket sendikaları kurarak ve sendikacıları öldürmeye kadar varan terör yöntemleri uygulayarak gerçekleştiriyorlar.
Böylesi bir durumda, uluslararası sendikal hareketin önündeki temel mesele, işyerinde işçi haklarının tesis edilip uygulanmasını sağlamak amacıyla, küreselden yerele dek bir kurumlar sistemi inşa etmek. Bu perspektiften bakıldığında, ICFTU’nun sosyal şart önerisi, tamamen yetersiz olmanın ötesinde, hareketi darbeleyici nitelikte.
Uluslararası işçi hareketi içindeki asıl tartışma; ‘işçi hakları’nın, uluslararası tekeller bağlamında üretim ilişkilerine karşılık gelen bir tarzda yeniden tanımlanması, bu hakların evrensel kabulü için etkili bir uluslararası kampanya ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarından bağımsız bir gözlem ve uygulama faaliyetidir. Verilen mücadele, mevcut siyasi ortamda elde edilebilecek azami özerklik için olmalıdır.

GERÇEK BİR REFORM GÜNDEMİ İÇİN ULUSLARARASI SENDİKAL DAYANIŞMA
Dünya emekçilerinin mücadelesi, genel olarak iki eksende belirginleşiyor; farklı ekonomiler arası adalet ve ikincisi, bir bütün olarak sermaye ile emek arasında adalet. Tarihsel olarak avantajlı bir konumda olan gelişmiş ekonomilerdeki işçinin hedefi, asıl olarak ikinci eksen. Bu ise, tarihsel olarak dezavantajlı ekonomilerdeki işçinin gözüyle geri bir tutum.
Dünya işçi hareketinin politikası, aynı anda bu iki alana da hitap edip iki alanda da işlevsel olmalı. Böylesi bir politika keskin bir odak gereksiniyor; öyle ki bu odak, herhangi bir alana basitçe indirgenmeye değil, iki alanın karmaşıklığının analizine dayanmalı. Hem ulusal, hem uluslararası işçi hareketi, bu genel politikaya uygun olarak görevlerini yeniden saptamalıdır.
Emek, giderek üst üste binen ve tek bir dünya ekonomik sistemine entegre olan ulusal ekonomilere gömülmüş durumda. Küresel ekonominin demokratikleştirilmesi çabası, aslında küresel emeğin farklı katman ve parçaları arasındaki eşitliği sağlama çabasıdır. Adaletli ticaret koşulları, emperyalist borçların iptali, gelişmekte olan ülkelerin görece özerk ekonomik kalkınmasına olanak tanıyan parasal ve mali kurumların inşası için verilen mücadele, bu genel politikanın bir parçası olmalı. Bu anlamda, batı işçi hareketinin dayanışması istenen noktadan çok uzakta. Uluslararası işçi hareketi içindeki mücadele, bu konuları gündeme taşıyıp işçi hareketini yeniden tanımlama mücadelesidir.
Batı işçi hareketinin egemen parçası ise, tam aksine, “sosyal demokratik küreselleşme” kavramı ile ortaya çıkıyor. Bu da, tıpkı sosyal konu gibi, ideolojik. Aslında, WTO’daki sosyal konunun, sosyal demokratik küreselleşmenin mekanizmalarından biri olduğu söyleniyor.
Avrupa sosyal demokrasisi, Avrupa’daki devrim hayaletine bir tepki ve dönemin siyasi gündemine göre sosyalizme bir geçiş idi. Bu tarihsel sermaye-emek uzlaşması, ulusal düzeyde toplumsal ve siyasi tavizler karşılığında, emperyalist birikime siyasi tepki verilmemesi anlamına geliyordu. Avrupa komünist ve militan işçi hareketi bu sessizliği kıramadı. Sosyal hak alanında elde edilen önemli kazanımlar ve reformizm ideolojisi, işçi sınıfını denetim altında tuttu. Ancak uzun süreli bir kriz döneminin habercisi olan ilk saldırılar, uyum sürecini sınırladı. Sosyal demokratik ideoloji çatırdıyor ve toplumsal barış, yerini büyük bir toplumsal çalkantıya bırakmaya başlıyordu.
Reformist ve liberal sol, neoliberal küreselleşmeyi, düzenleme ile serbest piyasa arasındaki çelişki bağlamında öne çıkarıyor. Bu çerçeve kapsamında, neoliberal küreselleşmeye karşı, sosyal demokratik küreselleşme projesi öne sürülmekte. Makul görünüyor, ama değil; çünkü dayanak noktası, küresel bir pazar için ideal bir yapılanma. Oysa mallar, hizmetler ve üretim faktörleri için homojen bir küresel pazar yoktur. Bu formülasyon, bileşenlerin, kapitalizmin tarihsel evriminden kaynaklanan bölünmelerini görmezden geliyor. Oysa bir tarafta uluslararası tekeller ve uluslararası mali sermaye, diğer tarafta ise üreticileri ve işçileriyle, üçüncü dünyanın ulusal ekonomileri var.
Bu bölünme, küresel pazarın yapısal eşitsizliğini de ortaya seriyor. Aslında küresel anlamda var olan tek şey sermaye hareketi; emek ise parçalı ve ulusal piyasalarla sınırlı. Emek, küresel olarak tek tip bir dağılıma sahip değil; siyasi bölgelere hapsedilmiş durumda. Benzer bir biçimde, ulusal kaynaklar için pazarlar da siyasi sınırların dışında.
Bir siyasi gündem olarak sosyal demokratik küreselleşme, mevcut kapitalist sistemin mistifikasyonundan başka bir şey değil. Avrupa’dakine benzer bir dizi sosyal hakkı küresel anlamda sağlamak için tek yol, emperyalizmden kopmaktır. Bu ise, hem örgütsel, hem de ideolojik olarak zayıf ve parçalanmış bir işçi hareketiyle başarılamaz. Dünyanın en büyük federasyonu olan Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), emperyalist ülkeler tarafından finanse edilmekte ve büyük ölçüde şirket sendikaları ile üçüncü dünyanın yozlaşmış, diktatoryal sendikalarından oluşmakta. ICFTU, herhangi bir siyasi iradeden yoksun. Sosyal demokratik küreselleşmenin gündemine sarılmak bir yana, en güçlü olduğu merkezinde bile temel sendikal hakları korumaktan aciz. Bu mit kırılmalıdır.
Sol hareketi etkisi altına alan bozgunculuk, kapitalizmin gücünü abartmanın bir sonucudur. Küresel kapitalizmin acımasız saldırısı, sosyalist devletlerin çöküşü ve batı işçi sınıfının sessizliği, kapitalizmin alternatifinin olmadığı görüşüne alan açtı.
Aslında, böylesi dönemlerde en önemli olan, Marksizm’e inançtır. Onu biçimsel bir sistem olarak sterilize etmek yerine, diyalektik doğasını kavramalıyız. Marksizm’in öngörüsüne göre, kapitalizm, toplumsal hegemonya sağlama sürecinde, kaçınılmaz olarak, bu egemenliğe karşı direnişe de yol açar. Sınıf mücadelesi kaçınılmazdır; ama bu mücadelenin gelişen formu, mevcut egemen ideolojik çerçeve tarafından anlaşılmaz kılınır. Temel siyasi görevimiz, bu küreselleşme sürecine karşı çıkmak. Batı kapitalizminin yeni alan ve sektörlerde -en zayıf halka- ilerleyişine karşı işçiler ve halkların geniş ittifakıyla direnilmelidir. Uluslararası işçi hareketinin dayanışma ve desteği de, böylesi bir mücadele odak alınarak örgütlenmeli. Bu, emperyalist merkezi de zayıflatacak ve batı küresinde sermaye-emek çelişkisini şiddetlendirecektir. Bu mücadele etrafında ideolojik tartışma ve güçlerin yeniden konumlandırılması, uluslararası sendika federasyonları ve dünya işçi hareketinin yeniden yapılandırılması için gereken zemini ve unsurları hazırlayacaktır.

DEVRİMCİ MÜCADELENİN ALANI -ULUS DEVLET
Küreselleşmenin siyasi sonucu, öngörüldüğü gibi devletlerin geri çekilmesi veya sönümlenmesi değil, devletin, uluslararası tekeller ve küresel sermayenin bir aracına indirgenmesidir. Üçüncü dünya devletlerine düşen görev, sermayenin ulusal sınırları tanımadan akmasına olanak tanımak, sınaî ve mali varlıkların ele geçirilmesini, ulusal tasarruf ve mali kaynakların emilmesini kolaylaştırmak ve esnek, kuralsız bir işgücü piyasası oluşturmaktır.
Aslında devlet, geçmiş kısıtlamaları büyük bir hızla yok etmekte hayati bir rol oynamıştır; üstelik emperyalistlerin bu rolü dayatması, üçüncü dünya egemen sınıflarının isteksizliğine rağmen gerçekleşmiştir. Bu durum, üçüncü dünya burjuvazisinin, emperyalist sisteme genel bağımlılığı içinde, sanayileşmesinin sınırlarını da göstermiştir. Bu burjuvazi bağımlılık sürecini yeniden şekillendirebilir, ama onu sona erdiremez. Bir kriz durumunda emperyalistler daima taviz isteyecektir. Samir Amin’in işaret ettiği gibi, bağımsız kalkınma sürecinin başlamasının önkoşulu, emperyalizmden kopmaktır.
Üçüncü dünya toplumlarındaki sınıfsal erozyon, devleti de açık baskıcı hale getiriyor. Örgütlü direniş ve muhalefet merkezleri bastırılmalı, toplumsal protestoların siyasi olarak yönetilmesi için asgari bir “sosyal yüz” takınılmalıdır. Küreselleşme, politikayı, sınıfsal ve toplumsal çatışmaların siyasi düzeyde idaresine indirgemiştir; bu idarenin araçları olarak siyasi partiler de, uluslararası tekeller ve uluslararası mali kurumlara hizmet ederler.
Sorun, emeğin, ulusal ekonomik alanı, yani ulusal makroekonomik politikanın özerkliğini savunmakta bir çıkarı ve rolü olup olmadığıdır. Küresel bir pazarda sermayeyi güçlü tutmak için, devlet üzerinde denetim şarttır. Bu verili bir durum olmaktan çok, çeşitli toplumsal güçler tarafından şekillendirilen bir durumdur. Devletin toplumsal zemininin zayıflaması, farklı ittifaklar olasılığını da gündeme getiriyor. Emperyalizme meydan okumanın ilk ve etkili alanı, üçüncü dünya ulus devletleridir. Küresel reformistlerin öne sürdüğü gibi bu sorun bir kenara atılamaz; aksine, büyük bir inisiyatifin odağı olabilir. Bu görevin başlangıcı da, emeğin, dengeleri ulusal makroekonomik politika özerkliği lehine değiştirmek amacıyla etkili yerel koalisyonlar kurmasıdır.
Bundan daha önemlisi ise, belirli bölge veya ülkelerde devrimci durumun olgunlaşması ve güçler dengesinin, emperyalizme ulusal ve halkçı bir muhalefet lehine radikal bir değişiklik geçirme olasılığıdır. Bu da, üçüncü dünya işçi sınıfının görevini farklı koymasına neden olur. Küreselleşme sürecini yumuşatmak amacıyla sosyal demokratik uzlaşma politikalarına taviz verilmemeli, küreselleşmenin ilerleyişini durdurmak için üçüncü dünya işçileri ve halklarının başkaldırısı örgütlenmelidir. Büyük sektörlerde liberalizasyon, özelleştirme, kuralsızlaştırma ve küresel rekabet politikaları, kitlesel ve militan bir direnişle göğüslenmelidir.
Günümüzde, uluslararası sendikal hareket için emperyalist küreselleşmeye karşı mücadelenin anahtarı, reformcu projeyi küresel düzeyde, direnişi ise ulusal düzeyde birleştirmektir. Küresel düzeyde gerçek bir reform hareketi, emperyalist küreselleşmenin ideolojik mistifikasyonunu yırtıp atmalı, üçüncü dünya işçi sınıfı küreselleşmeyi kendi minderinde yenmelidir.

Mart 2000

Bir kitap üzerine notlar: “faşizmin yargılanması”

FAŞİZMİN YARGILANMASI DENİNCE
Faşizmin yargılanması denince, akla hemen, doğal olarak yargılama kavramının çağrıştırdığı biçimsel özelliklerle Nürnberg mahkemelerinin gelmesi gerekir. İnine kadar kovalanarak ezilmiş faşist güruhun artıklarının hesap vermesidir bu mahkemede olagelen.
Ama zaten faşizm, Nürnberg mahkemelerinden önce hem yenilmiş hem de halkların vicdanında yargılanıp mahkûm olmuştu. Bu doğaldı da. Çünkü faşizm, komünistlere, sosyal demokratlara, Yahudilere, emekçi sınıflara ve halklara karşı giriştiği vahşi saldırılar ve sebep olduğu acılar, kayıplar ve yıkımlarla halkların belleğine yerleşmişti. Yani acı dolu yılların tecrübesi, halkların lanetini faşizmin üzerinde yoğunlaştırmıştı.
Ama faşizmin Avrupa çapındaki yükselişi yıllarında durum hiç de böyle değildi. Avrupa tekelci burjuvazisi, aktif destek veya sessiz onay halinde, faşizmi Avrupa’yı saran “komünizm illetine” karşı bir panzehir olarak görüyordu. Sadece ağır silah sanayisinde palazlanmış bir iki tekel değil, ağırlıklı ve egemen kanatlarıyla tekelci burjuvazi faşizmi destekliyor, sosyalizme saldırması için kışkırtıyordu. Faşizm, tekelci burjuvazinin öncü gücüydü. Bir kısım aydınlar açıkça Avrupa’nın “ariyenleştirilmesi” için faşizmin hizmetine girmişti. Ve tüm Avrupa’ya faşizmin yenilmezliğine dair bir kanı yerleşmişti. Faşizme karşı mücadelenin temel gücü işçi sınıfı ise bölünmüştü. Komünist partide ve komünistlerin etkisindeki sendikalarda örgütlü kesim aktif bir mücadele içindeyken, sosyal demokrasi, hâkim olduğu işçi kesimini bu mücadeleden alıkoymaya çalışıyordu. Faşizm yargılanacak değil, korku duyulan, ayak sesleri kulaklarda uğuldayan, yenilmez bir güç gibi görünüyordu.
İşte bu koşullarda faşizmin niteliğini en anlamlı şekilde ortaya koyan, deyim yerindeyse onu erken bir yargılama ile ideolojik ve politik olarak mahkûm eden kişi, faşizmin elindeki bir tutuklu oldu. Bu tutuklu, kendi ifadesiyle, “Bulgaristan işçi sınıfının evladı”, “30 yıldır parti üyesi, 21 yaşından itibaren Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi”, “Bulgaristan Sendikalar Birliği Sekreteri”, “Partinin Sofya milletvekili, belediye meclisinde parti temsilcisi,” “Parti hatibi ve yazan”, “Komintern Yürütme Kurulu üyesi” Georgi Dimitrov’du!
9 Mart 1933 günü iki Bulgar dava arkadaşıyla birlikte Alman parlamento binası “Reichtag’ı kundaklamak” suçlamasıyla tutuklanmıştı. İktidarda iyice kurumlaşmak çabası içindeki naziler, bu binada yangın çıkarmayı, komünistlere saldırının başlama işareti olarak tasarlamış ve gerçekleştirmişlerdi.
Kitabın arka kapak yazısında da ifade edildiği gibi; “Dimitrov, faşist mahkeme önünde, faşizmin kendisi şahsında sosyalizme ve barışa doğrulttuğu silahı tersine çevirmeyi başar”dı. Dava faşizm ile sosyalizm ve demokrasi güçleri arasındaki savaşın bir arenasına dönüştü. “Dimitrov, tutukluluk ve yargılanma sürecinde büyük bir yiğitlik örneği göstererek dünyadaki tüm anti-faşistlerin moral ve cesaret kaynağı olduğu gibi, komünistlerin parlamento binasını yaktığı iddiasını, dikkatli bir incelemeyle çürüttü ve bu kundaklamayı faşistlerin gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı. Ayrıca verdiği dilekçelerle, tanık dinlenmesi talepleriyle, tanık sıfatıyla mahkemeye gelen Göbels ve Geöring’le girdiği sert ve ezici polemiklerle faşist güruhu tam bir hezimete uğrattı.”
Dimitrov’un tutukluluk ve yargılama boyunca ortaya koyduğu tutum, geliştirdiği savunma çizgisi, ayrıca dönemin özellikleri ve “sanığın” Komintern’deki etkin konumu ve öteki özellikleri, faşizmin bu yargılamaya verdiği önem vb. noktalar, söz konusu davanın 20. Yüzyılın en önemli politik davası olarak kabul edilmesini sağladı.
Daha faşizmin yükseldiği yıllarda, faşizmin niteliğinin açıklıkla anlaşılmasını, kundaklamanın iç yüzünün açığa çıkmasını sağlayan en önemli olayların başına bu yargılama yerleşti. Ve sonuç olarak faşizmin yargılanması derken, Nürnberg’teki hakiki mahkeme ve yargılamaya karşın daha çok bu dava akla geldi.
Evrensel Basım Yayın’ın Şubat ayı içinde yayınladığı ve 1933 yılında Leipzig’te gerçekleşen bu yargılamanın en önemli belgelerini, Dimitrov’un günlüğünden parçaları, dilekçe ve savunmalarını içeren kitap da “Faşizmin Yargılanması” başlığını taşıyor.

DİMİTROV’UN SAVUNMASINA BUGÜNDEN BAKARKEN…
Büyük tarihsel öneme sahip, tartışmasız yüzyılın en önemli savunması olan Dimitrov’un savunması ve mahkeme sürecinin belgelerini içeren bir kitabın yayınlanması pek çok güncel çağrışımlar taşıyor.
Tarihi ve bugünü, dalgalar halinde tutuklamalara, büyük önemde yargılamalara ve savunmalara sahne olmuş ve olmakta olan bir ülkede, elbette ki böylesi bir kitap, okuyanın kafasında çağrışımlar, kıyaslamalar doğuracaktır. Ve hele de bu savunma, varlığı ve uygulamaları ile güncel olan faşizme karşı yapılmış savunmalar ise…
Kitabın ilk anda İmralı Duruşmalarını hatırlatması doğaldır. Bu dava, ülkemizin en önemli toplumsal sorunlarından biriyle, Kürt sorunuyla ayrılmaz bağı, güçlü bir silahlı güce sahip bir örgütün birinci adamının dava sanığı olması gibi özellikleriyle üzerinde dikkat topladı ve sıcaklığını koruyor. Ama ne var ki, devletle uzun süreli ve her bakımdan zorlu bir çatışmaya girişmiş bir gücün içerdeyken de başkan kabul edilen bir nolu kişinin mahkeme karşısında aldığı tutum, önce büyük bir şaşkınlık, ardından da açık bir düş kırıklığı yarattı.
Bu bakımdan da bu kitabı okuyan okuyucunun yiğitçe direniş ve devrimci savunma ile teslimiyet arasında bir kıyaslama yapması doğaldır. Çünkü Dimitrov, faşizm karşısında gösterdiği tutumla, faşizmin pençesine düşen herkesin örnek aldığı bir cesaret ve kahramanlık örneği oldu. Buna karşılık 15 yıllık savaşın bir kutbunu temsil eden Öcalan ise, politik ve kişisel teslimiyetiyle, önünde yeni dolambaçlar uzanan sürece yön değiştirici bir nokta koydu.
Ama bu kadarı için, yani devrimcilik ve uzlaşmacılık arasındaki farkı anlamak için, o kadar da uzağa gitmeye gerek yok. Ülkemizin hiç değilse 30 yıllık pratiği bu konuda pek çok önemli, kuşakları eğitici, fikir verir örnek sunmuştur. Bu bakımdan kitabın önemini devrimci ve uzlaşmacı tutum arasındaki farkı gösterecek bir referans oluşuyla sınırlamak, oldukça yetersiz, kusurlu bir değerlendirme olur. Zaten de yazının devamında Dimitrov’un yargılanma sürecindeki çok iyi bilinen yiğitçe tutumunu değil, onun daha çok ders içeren savunma çizgisinin kimi özelliklerini spotlar halinde vermeye çalışacağız.

DİMİTROV’UN SAVUNMASININ KİMİ ÖZELLİKLERİ
Devrimci savunma… Ülkemiz sol hareketi tarihinde özel bir yere sahiptir bu kavram.
Devlet tarafından “suçlu”, “terörist” olarak damgalanan devrimciler, büyük bir çoğunlukla mahkeme karşısında devrimci amaçlarını dile getiren savunmalar yapmışlardır. Ağır cezaları, kimi durumlarda idama mahkûmiyeti göze alma pahasına yapılan bu gözü pek savunmalar, gelenekselleşmiştir.
Ama bu kavramın yerli yersiz kullanımına ve yanlış anlamlar yüklenmesine da az rastlanmıyor. “Devrimci savunmacın niteliği, ithamların, kullanılan kavramların keskinliği, savunmacının mahkeme heyeti karşısındaki hırçınlığıyla ölçülüyor. Belirtelim ki, amacımız olası cezanın daha da ağırlaştırılmasıyla yanıtlanan böylesi gözüpek bir tutumu gözden düşürmek değil. Sadece bir gelenekselleşme eğilimi taşıyan bir tutumu eleştirmek. Devrimci savunma, genel geçer, devrimci bir örgütün programının basmakalıp ifadelerle tekrarı olmamalıdır, olamaz. Devrimci savunma, her yargılama sürecinin özelliklerine göre biçimlenen, özel bir stratejisi, iniş ve çıkışları olan bir süreç olmalıdır. Dimitrov’un savunma çizgisinin kimi özelliklerini ele almak sanırız bu bakımlardan da öğretici olacaktır.
Almanya’da Naziler iktidara gelmiş, saldırılarını giderek artırmaktadırlar. Dimitrov da o sıralarda bu ülkede Dr. Rudolf Hediger sahte pasaportuyla yaşamaktadır. 27 Şubat’taki parlamento binası yangınından kısa bir süre sonra, 9 Mart’ta iki Bulgar arkadaşıyla birlikte Berlin’de bir lokantada gözaltına alınır. Ve aynı gün bir soruşturma komisyonunun karşısına çıkarılır; Reichtag yangınını çıkarmakla suçlanmaktadır.
Dimitrov’un yaptığı ilk yazılı açıklamalardan, onun paniğe kapılmadan, her tür olasılığa karşı hazırlıklı ancak ölçülü bir tutum sergilediğini anlıyoruz.
Dimitrov’un adı bu olaya neden karıştırılmıştır? Gerçekten kimi tanıklar, onu gerçek suçlulara mı benzetmişlerdir, yoksa özel olarak seçilmiş bir hedef midir? Dimitrov’un savunma çizgisi her iki ihtimali de göz önünde bulunduran bir özellik gösterir. Hem bu olayla uzak yakın hiçbir ilişkisi olamayacağını net bir şekilde ortaya koyar ve yangın günü başka bir kentte olduğunu kanıtlar. Ama öte yandan da şahsını, dünya görüşünü ve partisini savunur.
İlk ifade ve dilekçelerinde işçi sınıfının dünya partisi Komintern’in en yetkili organının üyesi olmak kimliğini öne çıkarmak yerine, “siyasi mülteci” ve “Bulgaristan eski milletvekili” kimliğine vurgu yapar.
Çok yalın bir şekilde Almanya’da bulunuş nedenini, neden sahte pasaport taşıdığını, geçimini nasıl sağladığını izah eder. Almanya’nın içişlerine karışmadığını dile getirir. Alman yasaları karşısındaki tek suçu, sahte pasaport taşımak, dolayısıyla da Almanya’da yasadışı olarak bulunmaktır.
Gerçi bu aşamada da herhangi bir belgeyi imzalamayı kesin bir şekilde reddeder, Almanca bildiği halde ilk dilekçe ve açıklamalarını anadili Bulgarca olarak yazar, komünist olduğunu, Komintern’e bağlı olduğunu söylemekten kaçınmaz.
Bu bakımdan, Dimitrov’un savunması başından itibaren devrimci bir savunmadır, ilk açıklama ve dilekçelere yansıyan savunma tutumu da kesinlikle devrimcidir, hiçbir taviz, kararsızlık, devrimci düşünceleri ifadeden kaçınma yoktur. Hatta bu yangını “antikomünist bir eylem” olarak suçlarken, Nazilerin yaptığına dair bir imada da bulunur.
Ama ortada yanıtları henüz netleşmemiş sorular vardır. Naziler, iddiaların tüm temelsizliğine karşın davayı sonuna kadar sürdürecekler midir, yoksa bir sonuç alamayacaklarını düşünerek bir skandala yol açmadan Dimitrov’u salıverecekler midir? “Eski Bulgaristan milletvekili” olmak, gaddarlığı Avrupa kamuoyunca çok iyi bilinen bir diktatörlüğün gıyabında idama mahkûm ettiği bir “siyasi mülteci” olmak oluşacak uluslararası kamuoyu için uygun bir tutamak olmaz mı? Sanırız ki, Dimitrov bu ve başka olasılıkları hesaba katmıştır.
Ancak dava zaman içinde, faşizm ile sosyalizm arasında açık bir hesaplaşmaya dönüştüğünde Dimitrov, artık bir siyasal göçmen, eski komünist bir milletvekili olarak değil, hatta Bulgaristan Komünist Partisi Genel sekreteri olarak da değil, dünya sosyalizminin, Komintern’in sözcüsü olarak konuşur. Özellikle davanın görkemli bir finali olan son savunmasında dünya savunmalar tarihinin en mükemmel örneklerinden biriyle karşılaşırız.
Ancak burada dikkat çekici olan, davanın seyri içinde savunmanın ağırlık noktalarındaki değişimlere rağmen ilk ve son savunmalar arasında herhangi bir çelişki olmamasıdır, ilk dilekçeden son görkemli savunmaya kadar söylenenler arasında tam bir uyum, bütünlük vardır. Ancak vurgular davanın seyrine göre değişmiştir.
Dimitrov, yargılama sürecinde, sadece kişiliğini ve dünya görüşünü savunan bir komünist değildir. O aynı zamanda süreci yönlendiren, davanın kapsamını tayin eden bir konumdadır. Dava boyunca, uzun süre gece ve gündüz elleri kelepçeli olmasına karşın, yüzlerce dilekçe yazmış, tanık dinlenmesi taleplerinde bulunmuş, faşistlerin gösterdiği tanıkları can alıcı sorularla komik duruma düşürmüştür. Dimitrov’un davanın gidişatı üzerindeki belirleyici rolünü o sırada Almanya’da yayınlanan faşist bir gazete açık bir düşmanlıkla şöyle ifade ediyordu: “Dimitrov’un ilk sözleri, bu adamın davayı politik kişiliğine bağlamayı başardığını gösteriyor. Mahkemeyi derhal bir gösteri alanı haline getirmeye çalışıyor… Reichtag yangınında hangi rolü oynadığının hiç önemi yok, Dimitrov’un korkunç çapta etkili bir moral kundakçı olduğu şimdiden kanıtlanmış durumda.”
Dimitrov’un savunmasının temposu, mahkeme süreci ilerledikçe giderek yükselir. Ama bunda kesinlikle onun kendine hâkim olamaması gibi bir durum yoktur. Davanın her anından son derece soğukkanlıdır. Kullandığı ölçülü dil de girdiği sert polemik de bilinçle verilmiş bir kararın uygulanmasıdır. Buna karşılık Hitler’in bakanları Göbels ve Georing, tanık kürsüsünde Dimitrov’un zekice soruları karşısında soğuk terler dökmüş, açmaza düşmüş ve kendilerini kaybederek, mahkemeyi falan unutmuş, küfür ve tehditler savurmuşlardır.
Nazilerin Dimitrov ve öteki Bulgar devrimcilerini “kurban” olarak seçmelerinin özel bir nedeni de, Alman halkı içinde etkili olan Bulgar ulusu hakkındaki olumsuz önyargıdır. Naziler, “barbar” sayılan bir ulusun komünistlerini yargılamanın, kundakçılıkla suçlamanın, Alman halkındaki önyargıyla birleşerek inandırıcılık kazanacağını ummaktaydılar.
Ancak Dimitrov’un keskin, sert ama ölçülü savunma tutumu, bu taktiği de boşa çıkarmıştır. O, “Bulgar vahşilerinden beklendiği gibi davranmamıştır. Dimitrov açısından mahkemenin faşizmin sıradan bir kuklası olduğu açıktır. Ama Dimitrov, Alman halkına karşı da sorumlu olduğunun bilincindedir. Mahkemeyi tanımaması, yürürlükteki yargılama kurallarına uymaması, Alman halkının faşist yalanlara inanmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca dikkati davada yoğunlaşmış bulunan uluslararası kamuoyuna mesaj vermesi de zorlaşacaktır. Bu ve daha başka nedenlerle Dimitrov, dilekçelerinde dikkatli, ölçülü bir dil kullanır. Keskin devrimci bir tutumu yargılamanın for-mel gereklerine uyarak yaşama geçirmeyi başarır.
Dava boyunca genel devrimci amaçlarını açıklamakla ve davanın provokatif niteliğini sergilemekle yetinmez. Tüm imkânlarını değerlendirerek amansız bir hukuk mücadelesi de verir. Davanın tüm belgelerini titizlikle inceler. Yorulmadan her tanığa sorular yöneltir, kabul edilsin ya da edilmesin onlarca tanık dinlenmesi talebinde bulunur. Verdiği onlarca dilekçe ile bu talebini gerekçelendi-rir. Soyut, genel bir politika yerine, iddialarla ilişkili bir savunma çizgisi izler.
Bir örnek vermek gerekirse: Emniyet müdürüne, polis güçlerini yangına öngelen günlerde teyakkuza geçirip geçirmediğini sorar. Polis müdürü arkasından gelecek soruları bilemediğinden hayır cevabı verir. Ama iddia edilmektedir ki, komünistler yangını bir işaret sayıp bir ayaklanma başlatacaklardır. Eğer böyle bir ayaklanma bekleniyorsa, neden tüm devlet güçleri teyakkuz halinde değildir diye sorar Dimitrov. Demek ki, devlet de komünistlerin o gün için bir ayaklanma planlamadıklarını bilmekte, ama sırf komünist avına gerekçe bulmak için bu yalana sarılmaktadır. Ve bunun gibi sayısız örnek.
Tanık olarak dinlenen polis şeflerini, mülki amirleri ve nihayet Nazi kurmaylarını sorularıyla açmaza düşürür, ifadelerindeki çelişkileri açığa çıkarır, onları çılgına çevirir. Basın ve izleyiciler önünde küçük düşürür.
Tüm sahte kanıtları çürütür, tezler geliştirir. Bu özellikleriyle sadece devrimci savunma açısından değil, hukuk mücadelesi bakımından da örnek bir tutumdur.
Dimitrov, dışarıyla haberleşmek için de tüm kapıları zorlar. Bir yandan kısıtsız bir haberleşme hakkı talep ederken, çeşitli yollarla nazi sansürünü delmeyi dener. Her şeyden önce dünya kamuoyunca tanınmış M. Cachin, H. Barbusse, Romain Rolland gibi yazarlara mektuplar yazar. Bunlar aynı zamanda uluslar arası insan hakları kuruluşları içinde de etkin kişilerdir. Bunlara yazılan mektupların ulaşma olasılığı, örneğin Komintern yönetim kuruluna yazılmış bir mektubun ulaşma olasılığından daha yüksektir. Ailesi ile yazışırken, çok ustaca ifadelerle hem sansüre uğrama ihtimali zayıf hem de durumu hakkında bilgi veren anıştırmalarda bulunur. SSCB’ye kendi durumu hakkında bilgi verirken herhangi bir politik şahsiyete değil de bir zamanlar tedavi için kaldığı bir sanatoryumun yöneticisine hitaben yazdığı bir teşekkür mektubunun içine serpiştirdiği çok dolaylı ifadelerle durumunu açıklar. Önceleri herhangi bir belge imzalamayı kesinlikle reddederek sadece kendisinin Bulgarca olarak sunduğu dilekçelerin kendisini bağlayacağını açıklayan Dimitrov, sansürden geçmesini kolaylaştırmak için mektuplarını Almanca yazar.
Dimitrov, hapishanedeki zamanını da en iyi şekilde değerlendirmeyi bilir. Kütüphanede sadece Alman tarihine ilişkin kaynaklar vardır. O da büyük bir istekle Alman tarihi çalışır. Elleri sürekli kelepçeliyken bile yazı yazmaktan, not tutmaktan, dilekçe ve savunma hazırlamaktan geri durmaz.

DİMİTROV’UN ÜSLUBU
Dikkat çekici olan bir şey de Nazilerin en parlak adamlarını bile kolayca mat eden bu adamın hem ele aldığımız bu derlemede hem de öteki yapıtlarında, son derece yalın, anlaşılır bir dil kullanmasıdır. Kimilerine bu, fikri bir yoksulluk gibi görünse de, gerçekte, özel olarak yapılmış bir tercihtir. Çünkü o milyonlarca ve milyonlarca emekçiye seslenmektedir. Düşüncelerini olanca yalınlığıyla ifade ediyor oluşu, yalınkat bir düşünce sistemine sahip olduğunu göstermez. Kitaptan da anlıyoruz ki Bulgarca dışında Almanca ve Rusçayı çok iyi bilir ve konuşur. Geniş bir aktüel birikimi, tarih bilgisi vardır. Kültür ve sanat konularına vakıftır. Öngörüleri gelişkin, zekâsı da kıvraktır. Öyle ki, Hitler’in bakanları da onu tehlikeli bir şekilde “çok zeki ve kurnaz” olmakla suçlarlar.
Engin politik ve kültürel birikimine, derin, çok yönlü kavrayışına karşın üslup neden bu kadar yalındır?
Gerçekte anlatımda açıklık, kavrayıştaki derinliğin ifadesidir. Dimitrov ve öteki büyük Marksistler, en geniş kitlelere en sorunlu kabul edilen meseleleri anlatmak için anlaşılır, sade bir dil seçmişlerdir. Bu onların işçi sınıfı teorisyenleri olmalarının bir sonucudur. Ama hiçbir şekilde düşünsel bir zayıflığın ifadesi değil.

SONUÇ
Dimitrov’un savunması, burada spotlar halinde vurguladıklarımız ve daha başka özellikleriyle tarihsel önemi büyük bir belgedir. Ama bunun da ötesinde, azgın siyasal gericilik altındaki bir ülke için son derecede güncel, somut dersler içermektedir.
Dimitrov’un savunmasını içeren derleme, yazı boyunca sözünü ettiğimiz konularda öğretici ve ışık tutucu olmasının yayında, 1930’ların dünya koşulları, faşizm ile sosyalizm ve demokrasi güçleri arasındaki mücadelenin özellikleri, faşizmin çıplak yüzü hakkında da somut bir tablo çıkarır karşımıza. Kitap bu yönüyle de incelemeye değerdir.

(Faşizmin Yargılanması -Leipzig 1933-, Georgi Dimitrov, Evrensel Basım Yayın, çeviren: Olcay Geridönmez, isimler diziniyle birlikte 176 sayfa, Şubat 2000, İstanbul)

Mart 2000

Kitaptan bir bölüm:
Dimitrov-Göring hesaplaşması

4 Kasım 1933 tarihli duruşmada Dimitrov ile Prusya Başbakanı ve İçişleri Bakanı Göring arasında çıkan tartışma steno ile kaydedilmiş duruşma tutanağından kısaltılarak alınmıştır.

Dimitrov: Tanık Kont Helldorf ifadesinde burada, 27 Şubat akşamı saat 11:00-12:30’a doğru, kendi inisiyatifi ile, Berlin’deki tüm komünist ve sosyal demokrat liderlerin derhal tutuklanması için emir verdiğini söyledi. Şunu soruyorum sayın başkan, sayın başbakan: Kont Helldorf, Sayın Göring ile Reichstag kundaklanmasıyla ilgili olarak alınacak önlemleri konuşmuş mudur yoksa konuşmamış mıdır?
Göring: Bu soruya aslında daha önceki açıklamalarımda yanıt verilmişti. Kont Helldorf yangını duyunca, hepimiz gibi, bu işin tamamen Komünist Partisi’nin eseri olduğuna açıkça kanaat getirmişti. En yakın çalışma arkadaşlarına emirleri vermiştir. Fakat bir kere daha belirtirim ki, elbette onu odama çağırtıp, SA’larını da emrimize vermesi gerektiğini, çünkü şimdi herkesin tutuklanması gerektiğini söyledim. O da bana, sanırım, zaten bu yönde bazı emirler vermiş olduğunu bildirdi. Böylece ben, onun verdiği ancak henüz yürürlüğe konmamış emirleri üstlendim ve devlet otoritesiyle pekiştirdim.
Dimitrov: Ben sadece, saat 11 ile 12 arasında Kont Helldorf ve Başbakan Göring arasında özel bir görüşmenin geçip geçmediğini öğrenmek istiyorum.
Göring: Bunu az önce duydunuz ya, evet (Başkan: Bu soruya daha önce yanıt verilmişti!) akşam, Kont Helldorf buraya geldikten sonra yanıma da geldi tabii.
Dimitrov: Nasyonal sosyalist Reichstag milletvekilleri sayın Karwahne ve sayın Frey’in şahit olarak burada verdikleri ifadelerinde, saat 11:00 civarında Reichstag Yangını’yla alakalı olarak (Prusya) İçişleri Bakanlığı’na gittiklerini ve kendilerinin ve Avusturyalı nasyonal sosyalist Kroyer’in, yangın günü Torgler ile Van der Lubbe’yi bir arada gördüklerini bildirdiklerini ifade etmişlerdir. Bu Reichstag milletvekilleri Başbakan Göring ile konuşmuşlar mıdır?
Göring: Hayır.
Dimitrov: Başbakan, Sayın Karwahne ile sayın Frey’in böyle bir bilgi verdiklerini ya da vermek istediklerini biliyor muydu?
Göring: Bilgi vermelerinden sonra öğrendim. En belirleyici ve en önemli ifadelerden biri olduğu için bana iletildi tabii ki.
Dimitrov: Bunun ne zaman olduğunu öğrenebilir miyiz?
Göring: Öğleden önce ya da belki de öğleden sonra.
Dimitrov: Yani, öğleden önce mi, yoksa öğleden sonra mı?
Göring: Bu açıklamaların bana kesin olarak ne zaman sunulduğu, Bakanlık Danışmanı Dlehls’in dinlenmesiyle ve onun tuttuğu tutanaklardan saptanabilir.
Dimitrov: Sayın Başbakana şunu hatırlatmak isterim ki, Sayın Karwahne, Sayın Frey ve Sayın Kroyer, bu konuyla ilgili soruya verdikleri yanıtta, bu bildirimi gece yarısı civarında yaptıklarını kesin olarak ifade etmişlerdir.
Göring: Bu üç kişi açıklamalarını bakanlıkta memurlara yapmışlardır, bana değil. İnsanların ne zaman içeri girdiklerini koklayamam ya da göremem. Bu olay gece veya ertesi gün öğleden evvel de olmuş olabilir, hatırlamıyorum. Fakat bunun saptanması her zaman için mümkündür.
Dimitrov: 28 Şubat’ta sabah gazetelerinde Başbakan Göring’in, Reichstag Yangını ile İlgili olarak basına yaptığı bir açıklama yer aldı. Burada, Reichstag’ın kundaklanmasının Komünist Partisinin işi olduğu, Torgler’in bu işe katıldığı ve ayrıca tutuklanan Hollandalı komünist van der Lubbe’nin üstünden, pasaportunun dışında bir de parti üyelik kartı bulunduğu yazılıydı. Soruyorum: Başbakan Göring o sırada, van der Lubbe’nin parti kartı taşıdığını nereden biliyordu?
Göring: Şimdiye kadar bu dava ile pek ilgilenmediğimi söylemek zorundayım, yani bütün yazılanları başından sonuna okumadım. Yalnız okuduklarımdan, sizin (Dimitrov’a yönelerek) çok zeki biri olduğunuzu gördüm. Bu yüzden, şimdi bana sorduğunuz sorunun da çoktan açıklığa kavuşturulmuş olduğunu sanıyordum. Az önce söyledim: Ben oraya buraya koşup insanların ceplerini karıştırıp içinde neler olduğuna bakmıyorum. Bilmiyorsanız söyleyeyim, emrimde polisim var ve bilmiyorsanız söyleyeyim, bütün suçluların üstünü polis arar ve bilmiyorsanız söyleyeyim, bulduklarını da bana bildirir.
Dimitrov: Van der Lubbe’yi tutuklayan ve sorguya çeken üç polis memuru, birbiriyle örtüşen ifadelerinde Lubbe’nin evinde bir parti üyelik kartı bulunmadığını söylediler. Kimlik ile ilgili açıklamanın Göring’in açıklamasına nasıl girdiğini öğrenmek istiyorum.
Göring: Bunu kesinlikle söyleyebilirim. Bu açıklama bana resmi olarak yapıldı. İlk gece memurlar tarafından hemen doğrulanamayacak bilgiler verildiyse ve bir tanığın ifade protokolünde böyle bir kimlikten söz edilmiş ve bu bilgi henüz kontrol edilememişse ve memur belki bunu gerçek olarak kabul etmişse, o zaman doğal olarak bu bilgi bana bildirilmiştir. Basına bu açıklamayı ertesi gün öğleden önce yaptım; elbette o zaman soruşturma henüz tamamlanmamıştı. Yani, memurun yanıldığı, daha doğrusu henüz kontrol etmediği bu bilgi bana tutanakla sunulmuşsa, bilmiyorum. Aslında artık önemini kaybetmiştir, çünkü burada dava süresince van der Lubbe’nin böyle bir kimliği olmadığı ortaya çıkmışa benziyor. Önemli olan da budur.
Dimitrov: Sayın Göring, Prusya Başbakanı ve İçişleri Bakanı ve Reichstag Başkanı olarak, polisin van der Lubbe’nin suç ortaklarını derhal bulmasına ilişkin çeşitli önlemler aldığını ve elbette -bunu kendisi burada söylemiştir- bakanlığından ve polisinden sorumlu olduğunu söylüyorum, doğru mu?
Göring: Elbette!
Dimitrov: Soruyorum: İçişleri Bakanı 28 ve 29 Şubat ya da takip eden günlerde, van der Lubbe’nin Berlin’den Hennigsdorf a giderken izlediği yolu, Hennigsdorf polis karakoluna gelişi, Hennigsdorf polis yatakhanesinde gecelemesi ve burada iki kişiyle buluşmasının araştırılması konusunda ne yapmıştır, sizin polisiniz, bu yolların araştırılması, van der Lubbe’nin suç ortaklarının saptanması için ne yapmıştır?
Başkan: Soruyu yeterince uzun sordunuz!
Dimitrov: Yeterince açık!
Başkan: Yeterince uzun!
Göring: Dikkat ettiyseniz bir bakan olarak, izleri bir dedektif gibi takip etmeyeceğimin doğal olduğunu söylemiştim; bütün bunları en ince ayrıntılarına kadar araştırmak için polisim var. Ve suçlunun van der Lübbe olduğu tespit edilir edilmez polis bulguların hepsini, bana bile değil, savcıya iletmek zorundadır. Ben sadece bu soruşturmanın olabildiğince hızlı, en titiz bir şekilde yürütülmesi için emir verdim; ama ayrıca sürekli olarak Lubbe’nin suç ortaklarının olması gerektiğine -bu benim için de açık- ve bu serserilerin en kısa sürede tutuklanması gerektiğine dikkat çektim. Bunları emrettim.
Dimitrov: Siz Prusya Başbakanı ve İçişleri Bakanı olarak, kundakçıların komünistler olduğuna (Göring: Evet!) ve bu eylemi Almanya Komünist Partisi’nin (Göring: Evet!) gerçekleştirdiğine, Almanya Komünist Partisi’nin bu uğurda, van der Lubbe gibi yabancı bir komünisti kullandığına ve bu tür başka unsurlar da bulduğuna dair bir açıklamada, yani Alman ve bütün dünya kamuoyuna bir açıklamada bulunduktan sonra, tarafınızdan açıklanan bu görüşün polis soruşturmasını ve ardından da adli soruşturmayı belli bir kanala yönlendirdiği doğru değil midir ve gerçek Reichstag kundakçılarını bulmak için başka ihtimallerin araştırılması (Göring: Yani…) olasılığı sizin tarafınızdan, açıklamanız nedeniyle ortadan kaldırmamış mıdır?
Göring: Ne demek istediğinizi anlıyorum. Mesele burada da çok açık. Polisin, bir suç karşısında, soruşturmasını, ortaya çıkan izleri, nereye varırsa varsınlar, her yönde takip etmesi gibi yasalarca belirlenmiş bir görevi vardır. Fakat ben polis memuru değilim. Sorumlu bir bakanım ve bakan olarak benim için küçük serserileri tek tek ortaya çıkarmak pek önemli değildir, aksine bu suçtan sorumlu olan partiyi, dünya görüşünü ortaya çıkarmak önemlidir. İçiniz rahat olsun, polis bütün izleri takip edecektir. Ama benim ortaya çıkarmak zorunda olduğum şey şudur: Söz konusu olan sivil bir suç mudur, yani siyasi atmosferin dışındaki bir suç mudur, yoksa siyasi bir suç mudur? Bu siyasi bir suçtu ve aynı anda suçlunun sizin partiniz olduğu benim için tamamıyla açıklık kazanmıştır. Partiniz canilerden oluşan, yok edilmesi gereken bir partidir!
Başkan: (Dimitrov’a hitap ederek) Adli görüşten bahsettiğiniz şekli ret… az önce siz de aynını yapmadınız mı? Adli görüş?
Dimitrov: Hayır, hayır, (Başkan: Hayır?) ben sayın başkan, polis soruşturmasının ve ardından da adli soruşturmanın özellikle böylesi politik bir anlayış tarafından etki altında ve esas olarak bu yönde (Göring: Sanık Dimitrov!)… Bu yüzden soruyorum.
Göring: Şunu da itiraf ederim ki; bu yönde etkilendiyse, sadece doğru yönde etkilenmiştir.
Dimitrov: Bu sizin görüşünüz, benim görüşüm ise bambaşka!
Göring: Tabii, ama belirleyici olan benimkidir!
Başkan: Evet, böyle sürdürürseniz… Dimitrov!
Dimitrov: Ben sanığım, anlaşıldı.
Başkan: Sadece soru sorma hakkına sahipsiniz.
Dimitrov: Peki, devam ediyorum sayın başkan. Sayın İçişleri Bakanı Göring, dediği gibi “yok edilmesi gereken” bu partinin dünyanın altıda birini yönettiğini biliyor mu? Bu Sovyetler Birliği’dir. (Göring: Ne yazık ki!) Bu Sovyetler Birliği, Almanya ile diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişki içerisindedir. Siparişleri, ticari siparişleri sayesinde yüz binlerce Alman işçisi çalışabiliyor ve çalışacaktır. Bu biliniyor mu? Biliyor musunuz ki…
Göring: Biliyorum. (Dimitirov: İyi!) Öncelikle bunları biliyorum ve söz konusu Rus senetlerinin karşılığının da çıktığını bilmeyi daha çok isterdim. Bu, bu siparişlerle gerçekten işçilerin çalıştırılmasını sağlayabilecekti. Ayrıca şunu söyleyeyim: Burada söz konusu olan yabancı bir güçtür. Rusya’da neler olduğu beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren Almanya Komünist Partisi’dir ve Reichstag’ı ateşe vermek için buraya gelen yabancı komünist canilerle ilgileniyorum. (Salondan bravo sesleri)
Dimitrov: Evet, bravo, bravo! Elbette bravo derler. Almanya’da Komünist Parti’ye karşı mücadele etmek hakkınızdır! Almanya’daki Komünist Partinin de, illegal yaşamak ve hükümetinize karşı mücadele etmek hakkıdır ve size karşı mücadele edecektir. Bu, güçler arasındaki denge sorunudur ama hak sorunu değildir.
Başkan: Dimitrov, ama ben sizi, burada komünist propaganda yapmaktan men ederim (Dimitrov: O da nasyonal sosyalizminkisini yapıyor!) Bu beni hiç ilgilendirmez. Sizi kesinlikle men ederim; bu salonda komünist propaganda yürütülmeyecek ve az önce yaptığınız buydu.
Dimitrov: Sayın başkan son sorumla ilgili olarak şu sorunun açıklığa kavuşturulması gerek: Parti ve dünya görüşü. Sayın Başbakan Göring, Sovyetler Birliği gibi bir yabancı gücün ve bu güçle ilişkili olarak bu ülkenin istediği her şeyi yapabileceğini, fakat Almanya’da Komünist Partisi’ne karşı olduğunu söyledi. Gerçek bir dünya görüşü! Bu Bolşevik dünya görüşü, dünyanın en büyük ve iyi ülkesi olan Sovyetler Birliği’nde iktidardadır. Bunu biliyor musunuz?
Göring (bağırarak): Şimdi ben size, Alman halkının ne bildiğini söyleyeyim. Alman halkı sizin burada küstahça davrandığınızı ve buraya geldiğinizi, Reichstag’ı yaktığınızı ve sonra bir de Alman halkına karşı böyle küstahlıklara kalkıştığınızı bilmektedir. Ben buraya, sizin tarafınızdan suçlanmaya gelmedim. Benim gözümde siz çoktan darağacında olması gereken bir canisiniz.
Başkan: Dimitrov, size daha önce de burada komünist propaganda yapmamanızı… (Dimitrov konuşmaya çalışıyor) Şimdi tek kelime daha ederseniz yine atılacaksınız. Komünist propaganda yapamazsınız, ikinci kez yaptınız, dolayısıyla şimdi sayın tanığın böyle heyecanlanmasına da şaşırmamanız gerekir. Propaganda yapmayı en katı şekilde yasaklıyorum. Soracak sorunuz varsa, yalnız dava ile ilgili şeyler sorabilirsiniz… o kadar!
Dimitrov: Sayın Göring’in açıklaması beni son derece memnun etmiştir.
Başkan: Memnun olun veya olmayın, benim için bunun hiçbir önemi yok. (Dimitrov: Son derece memnun! Sayın Başkan soru soracağım!) Son sözlerinizden dolayı sözünüzü kesiyorum. Oturun! (Dimitrov: Dava ile ilgili soru sormak hakkım) Bu sorularınızdan sonra sözünüzü kesiyorum.
Dimitrov: Bu sorulardan korkuyor musunuz, Sayın İçişleri Bakanı?
Göring: Elime düştüğünüzde, buradan, mahkeme salonundan çıktığınızda asıl siz korkacaksınız! Alçak herif!
Başkan: Dimitrov üç günlüğüne duruşmalardan men edilmiştir. Derhal dışarı çıkartın onu! (Dimitrov, salondan dışarı çıkartılır.)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑