Emek Platformu adının ortaya çıkmasının üzerinden bir yıldan az bir zaman geçti. Ama o günden beri, nerede işçilerin, emekçilerin sorunlarını tartıştığı bir toplantı, bir emekçi etkinliği olsa, “Emek Platformu’na düşen göreve”, “Yerel Emek Platformu ihtiyacı”na; “Emek Platformu’nun önemi”ne, “Emek Platformu’nun üstüne düşeni yapıp yapmadığı”na, “Emek Platformu ihtiyacı”na dikkat çekilerek, bir an önce “emek platformlarının merkezi ve yerel düzeyde örgütlenmesi” çağrıları yapılıyor. Kimileri ise; Emek Platformu’nu oluşturan sendikaların yöneticilerinin özelliklerine bakarak, “Emek Platformu’ndan bir şey çıkmaz” iddiasını yineliyorlar. Ama sonuçta tartışmalar, işçi ve emekçi sınıfların sorunu şu veya bu sendika, şu veya bu konfederasyondan öte, “Emek Platformu” üstünden, Emek Platformu’nun görevleri ve yapması gerekenler çerçevesinde yürütülüyor.
Bu tartışmalarda, Emek Platformu’nun adının bu kadar sık geçmesinde; bazen toplantıyı düzenleyenlerin “topu taca atmak” için Emek Platformu’nu öne çıkardığı, bazen “solculuk gösterisi” yapmak için Emek Platformu’nun tartışmaya açıldığı, bazen de, “son umut” olarak bu platformdan söz edildiği bir gerçektir.
Hele son aylarda, Emek Platformu içinde yer alan; Türk-İş bürokrasisi başta olmak üzere, Emek Platformu’nun kendilerini fazla zorladığını düşünen çevrelerin ayak sürümeleri karşısında, yerel sendika örgütleri, işçi temsilcileri ve kitle örgütü yöneticilerinin, Emek Platformu’nun önemine daha çok dikkat çektikleri de bir gerçektir. Çünkü sorunlar büyümekte, işyerleri ve bölgesel düzeyde başa çıkılır olmaktan çıkmaktadır. Bu durumda da, yerel örgütler, bir yandan merkezi olarak “Emek Platformu”nun toplanıp gidişata el koymasını isterken, bir yandan da “yerel emek platformları” oluşturmak için bir çaba içine girmektedirler. Ama bütün bu çabalar içinde “merkezi Emek Platformu”nun sorunlara el koyması çağrıları öne çıkmaktadır.
Tartışmanın boyutları ile Emek Platformu’nun bugün içinde bulunduğu “atalet” ve “rehavet” karşılaştırıldığında, büyük bir çelişki olduğu görülmektedir.
Şöyle ki, işyerinde, dünyada ne olup bittiğine çok bakmadan çalışan işçiye göre Emek Platformu, işçinin karşılaştığı bütün sorunları gündeme alarak çözmelidir. Zaten bunca sorun, Emek Platformu’ndan daha “aşağı” bir örgüt biçimiyle de çözülmez. Ama öte yandan; Emek Platformu’nu oluşturan sendika ve çeşitli örgütlerin yöneticilerinin politik görüşleri ve sınıflar mücadelesi içindeki tutumlarına bakan birisi; “Bunlar mı bunca sorunu çözecek? Bunlar çözseydi zaten sorunlar bu kadar büyümezdi. Zaten, bir toplantı yapmak için bile neredeyse silah zoruyla bir araya gelen, kapıdan çıkanın masaya yatırılıp mahkûm edildiği bir platform bu. Bundan bir şey çıkmaz” diyebilir.
Ancak, bütün diğer örgütler gibi, Emek Platformu da kendisini var eden koşulların olduğu kadar onu oluşturan güçlerin “zaaflarını” ve “olanaklarını” taşımaktadır ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt veren bir hatta çekilebildiği ölçüde de var olacaktır. Ne var ki; bu zaaf ve olanakları anlamak, zaafları aşmak, olanakları gerçeğe dönüştürmek için Emek Platformu’nun kuruluşu ve o günden bugüne gelen sürecini değerlendirmek gerekir.
EMEK PLATFORMU BİR DÖNEMİN SONUNU HABER VERDİ, AMA SÜREÇ HENÜZ TAMAMLANMADI
Egemen sınıfların iktidarda kalmalarını büyük ölçüde, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflar içinde yürüttükleri bölücü faaliyete borçludurlar. Son 10 yıl içinde bu bölücülük, başlıca iki konu üstünden yürütüldü. Bunlardan birincisi; PKK’ye karşı mücadele adı altında Kürt-Türk kökenli işçinin, emekçinin birbirinden ayrılarak, birbirlerine karşı kullanılmasıydı. “Bölücülüğe karşı mücadele” adı altında yürütülen kampanya, ölümler, öldürmeler, faili meçhuller, barut kokusu ve silah sesleri eşliğinde sürdürüldü ve “ne işçi sorunu, ne emekçi hakkı; memleket bölünüyor” demagojisi emekçi sınıflar içinde de itibar gördü ve “Kürt sorunu” emekçi sınıfları, işçileri bölmenin “koçbaşı” olarak kullanıldı.
Kürt milliyetçi çevrelerinin de “yardımımla egemen sınıflar, emekçilerin kendi talepleri etrafında birleşmelerini önemli ölçüde önlediler. Çünkü Kürt milliyetçisi çevreler de; “Ne işçi sorunu, ne emekçi hakkı; kimliğimiz tanınsın ekmek bile verilmesin” gibi, salt milliyetçi bakış açısının egemenliğinde, “kimlik sorunu ile sınıf sorunu arasındaki ilişkiyi” hiç anlamadan sermayenin yelkenine rüzgâr üflediler.
İşçileri, emekçileri sermayenin ikinci bölme konusu, ’90’lı yıllarda yükseliş gösteren “din üstünden politika yapan” partilerin ve çevrelerin faaliyetleri oldu. Bu çevreler; işçileri, “Müslüman olanlar ve olmayanlar” ya da “Müslümanlar ve laikler” olarak bölmeye yöneldiler. Bu bölünme daha da derinleştirilerek, sendikalara da yansıtıldı. Hak-İş, RP (sonra FP) yanlısı bir konfederasyon olarak vücut buldu. FP’li belediyeler kendilerine yakın sendikaları belediyelerde yetkili hale getirmek için kendi “yetkilerini” sonuna kadar kullandı. Memur-Sen, Kamu-Sen gibi memur sendikaları ve değişik adlardaki kitlesel emekçi örgütleri, bu temel baskılamanın ürünü olarak kuruldu, güçlendi.
1997’den itibaren, MGK’nın “Türkiye’nin Savunma Konsepti”ni yeniden gözden geçirerek, “Şeriata karşı mücadele”nin “bölücülük”le eş bir düzeye yükseltilmesiyle birlikte; bu iki faktör yanı sıra bir üçüncü faktör de işçi sınıfı ve emekçiler arasında bölünme yaratan baskılama unsuru olarak girdi: Genelkurmay manipülasyonlu “laik-demokratik Türkiye’nin savunulması” demagojisi.
Yani;
Bir yandan Kürt siyasi çevreleri; “Ey işçisi, esnafı, ağası, beyi ile Kürtler birleşin; kendi kimliğinizi, haklarınızı kazanın. Birinizin işçi, ötekinin ağa, patron olması önemli değildir. Bizi asıl birleştiren Kürt olmaktır” diye yoğun bir propagandaya girmişti. Bu yüzden de emekçi platformlarında da belki ayrı sendikalar çıkmadı, ama bu etki pek çok yerde, özellikle Güneydoğu ve Doğu’da hissedildi. Ama batı illerinde de bir Türk-Kürt bölünmesi pek çok yerde hissedildi.
Dini siyasete alet edenler, şeriatçılar ise, her yerde, “Asıl sorununuz laik düzendir, türbanınızdır, başörtünüzdür, ötesi önemli değildir. Patron, işçi, ağa, köylü demeden dindarlar birleşin, bu batıl düzene karşı durun” derken bir başka bölünme yarattı.
Belediyelerde bu bölünme, RP’li belediyelerin işçileri Hizmet-İş’e, CHP’lilerin Genel-İş’e, diğerlerinin Belediye-İş’e girmeye zorlanmasına kadar uzandı. Belediyelere bağlı işyerlerindeki bu bölünmeden en çok etkilenen oldu.
Devlet ise önce “bölücülüğe karşı” kampanya yürüttü; işçi, köylü, patron herkesi bölücülüğe karşı birleştirme girişimi yoğun bir biçimde sürdürülürken, Kürt haklarından, Kürt-Türk işçilerin de birliğinden, gönüllü birlikten söz edenleri de karşı tarafta görmek üzere “Vatan elden gidiyor” faaliyeti yürütüldü. 28 Şubat’la birlikte bu kampanyaya “şeriata karşı tüm laiklerin birliği” ve etkinlikleri de katılarak işçiler, emekçiler bir kez daha bölündüler.
Ama öte yandan; 1990’ların başında iyice tariflenen Yeni Dünya Düzeni, global bir dünyanın gerçekleştirilmesi uğruna uluslararası tekeller ve başlıca emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden biçimlendirme çabalarının devamı olarak Türkiye’de de, işçi hakları, emekçilerin kazanılmış haklarının yok edilmesi doğrultusunda yoğun bir faaliyet sürdürüldü. Gerçek ücretler hızla düşerken, çalışma koşulları esnekleştiriliyor; taşeronlaştırmalar yoluyla örgütlü işçi gücü parçalanıp sendikalaşma oranı hızla yüzde 10’un altına düşürülmüş bulunuyordu. Özelleştirme ise; işçi direnişinin lokal sınırları aşamaması nedeniyle, istenen hızda olmasa da, sınıf içinde çalkantılar da yaratarak ilerliyordu. “Verimliliği artıracağız”, “İstihdamı artıracağız” diyerek yapılan özelleştirmelerin tam bir yağma olduğu görülmüştü; özelleştirilen kurumların önemli ölçüde tasfiye olduğu çalışan işletmelerde de, işçilerin örgütsüzleştirilip, asgari ücretle çalışmak zorunda bırakıldığı (öte yandan da, her özelleştirmeye mafyanın, kara paracıların bulaştığı, ihalelere fesat karıştırıldığı ortaya çıkmış, hemen bütün özelleştirmeler Danıştay tarafından hukuka aykırı bulunarak iptal edilmişti) yaşanarak görüldü. Bu yüzden de giderek, özelleştirmede kozlar daha açıkça oynanmaya başlamıştı. Nitekim enerji işçileri, 1997’ye gelindiğinde; “Biz sadece kendi haklarımız için değil ülkemizin bağımsızlığı için de özelleştirmeye karşıyız” diye termik santralleri işgale yönelince, özelleştirmeciler hız kesip, manevra yapmak zorunda kaldı. Bugün de hâlâ, hayli genişten aldıkları bu manevranın açısını sıfırlayabilmiş değiller.
Kamu ekmekçilerinin “grevli, toplusözleşmeli sendikal hak mücadelesi” de, hükümetler tarafından bastırılmaya çalışılmış, ancak bu başarılamayınca Kamu-Sen ve Memur-Sen’in kurulması için işaret verilerek, daha çok da aslında sendika derdi olmayan müdürler ve üst yöneticiler önderliğinde bu iki memur konfederasyonu da kurdurulmuştu. Dahası, enflasyon kamu emekçilerinin maaşlarından kat kat fazla artmış, memur maaşlarının ortalaması, mütevazı ölçülerde bir ev kirası düzeyine düşmüştü, ikinci iş ya da belirsiz yollarla artı bir gelir sağlama kamu emekçileri için bir zorunluluk haline gelmişti. Ya da mücadele edilecek ve yaşanır bir maaş elde edilecekti.
Hükümetin uluslararası tekellerin, IMF ve Dünya Bankası’nın istemleri doğrultusunda yaşama geçirdiği politikalar tarım ve hayvancılığın çökmesine yol açarken, giderek tarımdaki bütün sübvansiyonların kaldırılarak Türkiye’nin tarım tekellerinin 65 milyonluk pazarı haline gelmesi hedefine hayli yaklaşılmış bulunulmaktadır.
Sağlık, eğitim, iletişim, yerel yönetim hizmetleri gibi başlıca kamu hizmetlerinin para ile alınır satılır “meta” haline getirilmesi için yapılan girişimler, emekçi sınıfları bütün bu hizmetlerin dışına doğru itmeye başladı. Yıllardır, karne parası, tebeşir parası vb. gibi adlar altında yapılan yarı resmi uygulamalar; “Herkes aldığı hizmetin parasını ödemelidir” gibi, kapitalist bir mantığa göre çok haklı bir gerekçeyle, emekçiler için eğitimi de paralı hale getirmenin adımları oldu.
Öte yandan, sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilerek sağlık, emeklilik gibi en temel hakların bile kârın, özel sektörün alanı haline getirilmesi için faaliyetin yoğunlaştırılması, bunun ilk adımı olarak da emekçiler için emekliliğin artık “mezarda” gerçekleşeceği biçiminde yorumlanan, “emeklilik yaşının yükseltilmesi için hazırlanan yasa” emekçi sınıflar içinde büyük bir kaynaşmaya yol açtı. Yine bu yasa girişimiyle birlikte, “uluslararası tahkim”in çıkarılması için “Anayasa değişikliği”nin gündeme gelmesi de, özellikle sınıfın, emekçilerin ileri kesimleri arasında tepkileri daha da yoğunlaştırdı.
Kaynaşma, işçi ve emekçi sorunlarına karşı inanılmaz düzeyde duyarsız olan sendikal bürokrasi saflarında bile parçalanmalara ve yeni tartışmalara yol açtı. Ve Emek Platformu işte bu koşullarda ortaya çıktı.
Emek Platformu’nun omurgasını teşkil eden işçi ve kamu emekçisi sendikalarının yöneticilerinin çok önemli bir bölümü, emekçi sorunlarına karşı duyarsız, sendikacılığı kendi çıkarları için, daha da kötüsü sermayeye hizmet olarak yapan kişilerdi. Her birinin sicili, patronlara hizmet, en kritik anlarda işçi hareketini arkadan hançerleme gibi sabıkalarla doluydu. Ancak; işçi emekçi sınıflara yönelik sermaye saldırısının ulaştığı boyut; lafta bile olsa, “Ben emekten yanayım” diyen herhangi bir sendikacının dışında kalamayacağı bir ortamda gerçekleşti. Bu yüzden de; ’99 Temmuzu’nun ortalarında, Türkiye tarihinde ilk kez, hemen başlıca emekçi örgütlerinin bir safta, sermayenin öteki safta olduğu bir cepheleşme gerçekleşti.
MHP’li, DYP’li, FP’li sendika yöneticileri ile “solcu” sendika yöneticileri aynı safta yer aldı. Bu, Türkiye’de ilk kez olan bir bölünmeydi. Bu yüzden de önemi ve değeri çok daha fazla olan bir bölünmeydi. Nitekim mücadelenin ilerleyen günlerinde bu bileşimin, avantajlar, yanı sıra zaaflar da taşıyan bir bileşim olarak biçimlendiğini herkes gördü. Hükümet ve düzen partileri, Emek Platformu’nun zaaflarından yararlanarak, emekçi hareketini bölmek için yaptıkları saldırılarda, platformun bu zaaflarından yararlandılar. Ve mücadeleye asıl darbeyi yine en büyük konfederasyonun tepesinden, Türk-İş’ten doğru vurmak için girişimlerini sürdürdüler. Ve burada kendileri için son derece önemli dayanak olan şahsiyetler buldular.
Emek Platformu, ’99 Temmuzu ortasında kuruldu. Ve şu örgütlerden oluştu:
Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği, Türk Eczacılar Birliği, Kamu-Sen, Memur-Sen, TÜRMOB, Türkiye işçi Emeklileri Derneği, TMMOB, TTB, Tüm Bağ-Kur Emeklileri Derneği.
Emek Platformu’nun kuruluşu ilan edilirken, şu kararları aldığı da açıklandı:
1-) 15 Temmuz’da tüm illerde, hükümeti oluşturan siyasi partilerin il temsilciliklerine ziyaretler,
2-) 16–17–18 Temmuz günleri mitingler,
3-) 19 Temmuz günü ANAP, MHP ve DSP merkezlerini ziyaret,
4-) 24 Temmuz günü Ankara’da büyük katılımlı bir miting,
5-) Eğer hükümet çözüm için adım atmazsa, üretimden gelen gücün yurt çapında kullanılması, yani genel grev!
Evrensel gazetesinin hemen ertesi günkü başyazısında Emek Platformu’nun kuruluşu, sermaye ile emek arasında “cepheleşme”nin somutlaşması olarak değerlendiriliyor; şu tespitler yapılıyordu:
“Sermayenin saldırılarının üstündeki örtülerin kalkması ve hükümetin çok net bir tavırla, işçilerin, emekçilerin en temel haklarına yönelik saldırılarda perva tanımayan bir tutuma girmesi, emekçi örgütlerini de birleşmeye zorladı.
Emekten yana olanlarla sermayeden, IMF’den yana olanlar hızla ayrışıyor. Yöneticilerinin politik görüşleri birbirinden çok farklı olsa da, emekçi örgütleri hızla bir araya geliyor. Sermayenin çeşitli türden örgütleri zaten aynı cephede birleşmiş oldukları için, “sermaye cephesi” karşısında bir “emek cephesi” de oluşuyor.
IMF, büyük patronlar ve hükümetleri merkezli saldırının sadece belirli bir kesim işçiyi, emekçiyi kapsamaktan çıkıp genelleşmesi, saldırının 55 milyon emekçiyi ilgilendiren sosyal güvenlik gibi bir alana taşınması “tahkim” ve özelleştirmenin yeniden gündeme gelmesiyle emekçiler arasında had safhaya çıkan hoşnutsuzluk; DİSK’ten TMMOB’ye, Türk-İş’ten TTB’ye, Hak-İş’ten, KESK’ten Emekliler Derneği’ne, Türk Diş Hekimleri, Türk Eczacılar, Türk Veterinerler Birliğinden TÜRMOB’a geniş bir işçi, emekçi örgütleri kategorisini bir araya getirdi.
… Türkiye tarihinde ilk kez bu kadar geniş bir işçi, emekçi örgütü bir araya gelmekte; başka bir söyleşiyle emekçilerle sermaye arasındaki karşıtlık ilk kez böyle açık bir biçimde kristalleşmektedir.
Gelişmelerin seyri; bu türden emekçi örgütlerinin başındaki yöneticilerin, siyasal görüşlerinden “bağımsız” olarak “emeğin çıkarları doğrultusu”nda davranmaya zorlandığı, aksi halde temsil ettikleri yığınların duygu ve düşünceleri ile ters düşeceklerinin çıplak gözle görüldüğü bir sürece girilmiştir. Bu yüzden de gelişmeler, pek çok örgütü, yöneticilerinin siyasal görüşleri, bu tür cephede birleşmeleriyle çelişir görünmesine karşın, emeğin çıkarları doğrultusunda davranmak zorunluluğunu dayatmış bulunmaktadır. Örneğin, fikirleri hükümetteki partilere yakın yöneticilerin çoğunlukta olduğu kimi sendika ve kitle örgütlerinin böyle bir cephede yer almasının nedeni de budur.”
Elbette Emek Platformu, bir anda ve kimi sendika ve kitle örgütü yöneticilerinin aklına geldiği için kurulmadı. Tam tersine, son birkaç yıldır, hükümetlerin ve patronların işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarına saldırının son haddine gelindiği bir aşamada, yılların birikimleri üstünde ortaya çıktı Emek Platformu.
18 Nisan seçimleriyle işbaşına gelen 57. hükümet, özelleştirmeden sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine, ücretlerin düşürülmesinden kazanılmış hakların gasp edilmesine kadar pek çok konuda bir saldırı başlatacağını açıkça ilan etti. Saldırılar sadece laf düzeyinde de kalmadı; Meclis komisyonları da hızla çalışmaya koyuldu. “Uluslararası tahkim”in yasalaştırılması için Anayasa deşikliği, emekli yaşının yükseltilmesi ve sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilerek yerine özel sigortacılığın geçirilmesi için hızla harekete geçildi. Kamuoyunun yanıltılması için hükümet, bir “pembe tablolar” kampanyası başlattı. Sosyal güvenliğin nasıl güzelleştirileceği, tahkimle birlikte Türkiye’nin nasıl “kaynak” sıkıntısından kurtulacağı, enerji, Telekom, petro-kimya, TÜPRAŞ gibi büyük işletmelerin özelleştirilmesiyle ekonominin nasıl yoluna gireceği yolunda senaryolar yazılıp devasa medya aygıtı aracılığı ile ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılan bir kampanya başlatıldı. Ve bir yandan emekçilere; asgari ücretliye, kıt kanaat geçinen işçiye, memura “fedakârlık” çağrısı yapılırken, kamu emekçilerine 200 trilyon verilirse “enflasyon azar” diyenler, bir gecede bankalara, borsaya, büyük patronlara, rantiyecilere katrilyonlar aktarmada perva tanımadı. Öyle ki; çıkarılan kararnameler karşısında, ne verilse az bulmayı alışkanlık edinmiş büyük patron örgütleri, hükümet için, “daha ne isteyelim” içerikli “teşekkür ilanları” yayınladılar.
Bununla da yetinmeyen hükümet, işçilerin, sendikaların yıllardır “mezarda emeklilik” olarak tanımladıkları “sosyal güvenliğin tasfiyesi yasasını” ESK’ten çıkartmaya yöneldi. Böylece, DİSK ve Türk-İş’in de imzasını daha baştan alarak, işçi sınıfı içinde ve emekçi saflarda tam bir kargaşaya yol açarak, yoluna devam etmek istiyordu. Ancak tabandan gelen işçi baskısı karşısında sendika yönetimleri “mezarda emekliliğe”, “evet” diyemedi. Hükümet ve patronlar da baskılarını artırınca ESK’in çöküşü kaçınılmaz oldu. Ve hükümetin, uzun zaman süren büyük gayretlerle oluşturduğu ESK parçalandı.
Aslında, Emek Platformu’nun ortaya çıkması, bir bakıma, 28 Şubat kararlarıyla başlayan, emek güçlerini sermayenin arkasına takmayı amaçlayan politikanın somut ifadesi olan “5’li Sivil inisiyatif” ve ESK gibi sermaye yanlısı örgütlerin çöküşü anlamına da geliyordu. Bu, aynı zamanda bir dönemin sonuydu. Ancak, 17 Ağustos depremi ve depremin emekçi sorunlarını emekçilerin gözünde geriye ittiği koşullarda sermaye, hükümeti ve Meclis’i emekçi düşmanı yasaları ve Anayasa değişikliğini (tahkimle ilgili) Meclis’ten geçirerek kendisi için önemli bir başarı sağladı. Ancak; hükümetin ve arkasındaki yerli ve yabancı büyük sermayenin başarısı, onların “zafer”i anlamına gelmiyordu. Çünkü ne emekçiler tam olarak yenilgiye uğrayıp dağılmışlar, bütün mücadele imkânlarını yitirdikleri bir pozisyona itilmişler, ne de sermaye kendisi açısından amaçladığı bütün mevzilere ulaşmıştı.
EMEK PLATFORMU’NUN ÇELİŞİK YAPISI, ZAAFLARI VE ÖNEMİ
İşte yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız koşullarda işçiler ve kamu emekçileri, hak mücadelesine yöneldiler. Özellikle Temmuz başından itibaren bu mücadeleler, sadece büyük merkezlerde değil, az çok işçi merkezi sayılacak taşra il ve ilçelere de yayıldı. Sendikal platformlardan, sendikal birliklerden eylem kararları almaları, sendikaların ve konfederasyonların üst yönetimlerine çağrılar yaparak hak mücadelesinde tüm emekçilerin birleşmesi için gayret göstermeleri istendi. Yer yer çeşitli sendikal merkezlerden işçiler ve kamu emekçileri, merkezlerin inisiyatifini beklemeden doğrudan eylem birliğine de gittiler. Yani daha yukarıda Emek Platformu’nu oluşturan üst yöneticiler henüz bir araya gelmeden tabanda yerel düzeyde, iş ve hizmet birimlerinde birlikler, ortak mücadele kararlan ortaya çıkmıştı.
İşte Emek Platformu adını alan ve sendika ve kitle örgütü yöneticilerinden oluşan bileşim; bir yandan arkasına IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve büyük patronların desteğini alan hükümetin, öte yandan da tabandan gelen işçi emekçi baskısının altında toplandı ve bu iki baskı altında davrandılar. Bileşimi ve sendikal bürokrasinin karakteri nedeniyle de Emek Platformu’nun yöneticileri; baskı ne taraftan fazla gelmişse o tarafa doğru eğilerek, sınıflar mücadelesinin 3–4 yüzyıllık deneyimlerinden çıkan dersleri adeta yeniden doğrulayan bir laboratuar fenomeni gibi davrandılar.
Nitekim bu baskı kendisini sendikal bürokrasi, özellikle de Türk-İş’in şahsında en açık biçimde gösterdi, işçilerin baskısı karşısında sabah “mücadele”, “genel eylem”, “büyük gösterilerle yeri göğü sarsmak”tan söz eden Türk-İş yönetimi; akşam hükümetle görüşüp, “Hükümete teşekkür ederiz. Bizim istediklerimizin yüzde 90’ı hükümetin programı içinde var. Ecevit zaten eskiden beri işçi sorunlarına duyarlıdır” gibi ipe sapa gelmez, kendi içinde çelişen açıklamalarda bulundu. Sabah alınan kararları akşam iptal etti; aşağıdan ve yukarıdan baskı arttıkça da çelişkili kararların ve açıklamaların arasındaki süre birkaç saate kadar düştü.
Örneğin Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun bildirisi; hükümete, işçi sorunlarına karşı gösterdiği duyarlılık için teşekkürle başlıyor, sonraki maddelerde, “gerekirse, şu şu eylemlerin yapılacağı” sıralanıyor, en sonunda da “genel eylem”den söz ediliyordu. Ya da Türk-İş’in Genel Başkanı Bayram Meral, Emek Platformu’nun toplantısına girerken, “Artık anlaşma aşamasına geldik. Yüzde 90 hükümetle aynı şeyi düşünüyoruz” derken, toplantı sonrasında “eylem kararı” alındığını, birkaç saat sonra da sözlerinin yanlış anlaşıldığını açıklayabiliyordu.
Aslında diğer sendika merkezlerinin de çok farklı olduğu söylenemez. Çünkü Emek Platformu olarak tarif edilen kurumu oluşturanların önemli bir bölümü, iki ayağı ile sermayenin saflarında bulunan sendikal bürokrasinin ve çeşitli sağcı, milliyetçi partilerin üyesi, yöneticisi durumundaki kişilerdi. Hükümetle, düzen partilerinin en başındakilerle yakın ilişki içindeki bürokrasi, ister istemez hükümetin baskısı altına giriyordu. Nitekim Bayram Meral’in Ecevit’e, “Biz de bu konularda sizin gibi düşünüyoruz. Ama işçilerden gelen baskıyı göğüslemekte çok zorlanırız” dediği; Ecevit’in de “O baskıyı da biz göğüsleriz” diye aralarında anlaştıklarını bizzat Ecevit açıklamıştı. Bu durum, Meral’in Ecevit’le vardığı anlaşma, Türk-İş’in Başkanlar Kurulu’nda da tartışılmış, Meral’in tutumu tepkiyle karşılanmıştı. Pratikte de Bayram Meral’in hükümetle işbirliği “eylemleri iptale” kadar gitmiş; hatta Meral, Emek Platformu’nun dağıtıldığını duyurmuştur. Ancak, İstanbul merkezli 9 sendika ve İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’ndan başlayan ve Türk-İş Genel Merkezi’ni baskılayan, gerekirse Türk-İş’e rağmen Emek Platformu’nun kararlarının platformdaki diğer örgütlerle birlikte hayata geçirileceği ilan edilip bu doğrultuda bütün emek güçlerine yapılan çağrıdan sonradır ki Türk-İş Genel Merkezi, yeniden platform toplantılarına “dönmüş”, alınan kararların arkasında durmak zorunda kalmıştır.
Sendikal yönetimlerin kendi aralarında da rekabetten birbirini çekememeye kadar varan sorunlar olduğu da Emek Platformu’nun diğer bir gerçeğidir. Türk-İş’in üst yöneticilerine göre, kendilerinden başka kitlesi olan bir kuruluş yoktur; bu yüzden de DİSK, Hak-İş gibi konfederasyonları sırtlarında taşımanın, “onların kaprislerine göre eylem yapmanın” anlamı yoktur. DİSK, KESK için ise; “Türk-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen, eylem yapmaya niyetli olmayan sendikalardır; birlikte bir şey yapılamaz”dır.
Nitekim 24 Temmuz’a kadar yerel platformlar tarafından yapılan eylemlerde bu bölünme; Türk-İş ile DİSK, KESK bölünmesi sürmüş, birisinin yaptığı eylem çağrılarına diğerleri uymadığı gibi, “başarısız olması dilekleri”ni de eksik etmemişlerdir.
Sürece bir bütün olarak bakıldığında; Emek Platformu’nu oluşturan örgütlerin yöneticilerinin çoğunluğu, aslında emekçilerin sokağa çıkmasından yana değildi. Hatta hükümet ve düzen partileriyle el altından anlaşmış bulunuyorlardı. Ama “sosyal güvenlik”in tasfiyesi gibi çok önemli bir sorunda saldırılıyor olması, sendikal bürokrasiyi ister istemez sorunu tartışmaya ve eylem kararları almaya zorlamıştır. Bu aşamadan itibaren de tabandaki işçi baskısı, sendika şubelerinin baskıları, platform içindeki kimi güçlerden gelen baskılar, birer birer sınıftan yana sendika yöneticilerinin baskılan; Emek Platformu’nu hem bir arada tutan hem de kimi eylemleri yapmak zorunda bırakan baskılardı.
EMEK PLATFORMU ŞİMDİ DAHA BÜYÜK BİR ZORUNLULUK
Emek Platformu’nun, son eylemi olan 13 Ağustos 1999 iş bırakmasından sonra; hükümetin, sermayenin saldırılan daha da yoğunlaştı:
Bu saldırıların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
— Deprem felaketinin yol açtığı büyük altüst oluştan da yararlanan hükümet, “Mezarda emeklilik”i yasalaştırdı. Tahkim, hem de geriye dönük ve yerli tekellerin de yararlanacağı bir biçimde çıkarıldı.
— Bütçe; borç-faiz bütçesi olarak bağlandığı gibi, hükümet memur maaşlarındaki artışı yıllık yüzde 25’le sınırlarken, tüm diğer sektörlerdeki sözleşmelerin de yüzde 25’i aşmaması konusunda prensip belirledi.
— Bu yıl yapılacak olan özel sektör TİS görüşmelerinde büyük patronlar, sözleşme zamlarının yüzde 25’le sınırlanmasında ısrarlı olacağını açıkladığı gibi, sosyal haklar, esnek çalışma gibi konularda da ısrarlı olacaklarını şimdiden ilan etmişlerdir. Dahası, daha önceki yıllarda yapılmış sözleşmelere uymamak için büyük patronlar birbirlerini kışkırttığı gibi, bu konuda kamuoyu da oluşturulmaktadır.
— Özelleştirmede atılacak adımlar hızlandırıldı. Telekom’un özelleştirilmesi için yasa değişiklikleri yapılırken, enerji santralleri ve dağıtım ağları ile TÜPRAŞ ve petro-kimya tesislerinin satışı için tarihler konuldu.
— Sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinin ikinci adımı olan emeklilik sigortası ile sağlık sigortasının ayrılarak sistemin özel sektörü kâr alanı haline getirmesi için yapılan çalışmalar son aşamaya getirildi.
— İş Yasası’nın esnekleştirilmesi ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılması için hazırlıklar yoğunlaştırıldı. Bu bağlamda İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun dağıtılması, yerine İŞKUR’un geçirilmesi için hazırlıklarda son aşamaya gelindi.
— İş güvencesi ve işsizlik sigortası getirileceği gerekçesiyle, kıdem tazminatlarının ortadan kaldırılması için hazırlıklar da tamamlandı. Sadece uygun ortam bekleniyor.
— İş, sendika ve grev yasasının demokratikleştirilmesi için uzun yıllardan beri öne sürülen işçi istemleri konusunda hükümette hiçbir hazırlık yoktur.
— Kamu emekçilerinin yıllardır uğruna mücadele ettikleri “grevli toplusözleşmeli sendika”nın yerine bir “dernek düzeyine indirgenmiş sendika” için hükümet, “devlet güdümlü” sendikalarla da anlaşmalı olarak çalışmaları başlatmış, yeni tasarıyı Meclis Genel Kurulu’na göndermiştir.
— Tarımın çökertilmesi için de bütün hazırlıklar son aşamaya geldi. Önümüzdeki yıldan itibaren “destekleme alımlarına son verileceği” açıklandı.
Ve bütün bu konularda; IMF ve Dünya Bankası’na hükümet tarafından söz Verildiği, bu yüzden de bunlardan vazgeçilemeyeceği de artık hükümet yetkilileri tarafından açıkça söylenmektedir.
İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçiler için gündem böylesine sıkışmışken, Emek Platformu, gündemsiz toplantı çağrıları ve durmadan ertelenen kararlar alarak oyalanıyor. Daha da önemlisi, işçi sınıfını, emekçileri oyalıyor.
Ancak, bütün zaaflarına ve bütün oyalama ve geri çekme eğilimlerine karşın Emek Platformu, bugün de en az dünkü kadar önemli bir ihtiyaç. Çünkü şu anda, bütün emekçiler birleştirilecekse, ister istemez onların meşru ve herkes tarafından kabul edilen örgütlerinin bu mücadelenin içinde olması bir zorunluluktur. Bu yüzden de; son aylarda illerden, çeşitli sanayi bölgelerinden, Emek Platformu’nun toplanarak mücadele kararı alması doğrultusunda yapılan çağrılar doğrudur ve emekçilerin acil ihtiyacını yansıtmaktadır.
Yine, çeşitli sanayi bölgelerinde, merkezi emek platformuyla yetinmeyip “yerel emek platformlarının oluşturulması” doğrultusundaki istekleri de aynı derece doğru ve önemlidir. Yine bölgelerde, yerel emek platformlarının oluşması için gösterilen çabalar yerinde, ama henüz yetersizdir. Üstelik “Emek Platformu”nu mümkün olan en geniş emekçi kesimleri birleştirmek amacıyla oluşturmak, örneğin TESK ve TZOB gibi kuruluşları da içine alarak genişleyen bir platform olarak ele almak, böyle bir perspektifle hareket etmek doğru, günün ihtiyaçlarına uygun bir yaklaşımdır.
Ama şu da bir gerçek ki, bu örgütlerin içinde bulundukları durum, politik pozisyonları göz önüne alındığında, bugün Emek Platformu’nda olabilecek bazı örgütlerin ancak mücadelenin ilerleyen aşamalarında ve tabanlarından gelecek baskılar doğrultusunda bu birlikte yer alacakları da, bilinmesi gereken diğer bir gerçektir.
Bir başka hatırlatılması gereken şey de şudur: Merkezi Emek Platformu’na paralel olarak yerel düzeyde oluşturulacak ve kitle örgütleri ve sendikaların yerel yöneticilerinden oluşacak yerel emek platformlarının da yeterli olması beklenemez. Özellikle ’99 Temmuzu’nda yaşananlar göstermiştir ki, sınıfın ileri kesimleri mücadelenin başına geçmeden ve sınıfın ana kitlesini hareketlendirecek biçimde işyeri örgütleri, işyerlerinde Emek Platformu’nun uzantısı olarak mücadele komiteleri oluşturulmadan merkezi Emek Platformu’nun aldığı kararları yaşama geçirmek zor olacak, hatta imkân dâhilinde olmayacaktır. Dahası bu işyeri örgütleri, merkezi ve yerel emek platformlarının kararsızlıkları karşısında da hareketin dayanağı olacağı gibi, “yukarının” doğru rotadan sapmaması için de tek garantidir.
Başka bir söyleyişle işyerlerinde, üretim ve hizmet birimlerinde oluşacak mücadele merkezleri; hem sendika yönetimlerinin yan çizmesine karşı hem de merkezi Emek Platformu’nun tahrip edilmesi için yönelecek içerden ve dışardan baskılara, provokasyonlara karşı da güvencedir. Temmuz-Ağustos ’99’daki eylemler sırasında işyeri örgütlerinin büyük ihtiyacı kendisini duyurmuş, sendikal bürokrasi, hükümet ve sermayeden gelen baskılara teslim olduğunda ve şubeler önemli ölçüde mecalsiz kaldığında, hareket işyerlerinden yeni bir dalga olarak ortaya çıkma ve dağılan güçleri yeniden toparlama yeteneğini gösterememiştir. Bunun asıl nedeni de üretim ve hizmet birimlerinde, yığınlarla doğrudan bağ içinde “mücadele komiteleri”nin olmayışıdır.
Ama bütün bunlardan öte; önümüzdeki süreç eğer Temmuz ’99 gibi yüz binlerce işçinin bir protestosu ve kararsızlık içinde yapılmış kimi kitlesel protesto eylemleriyle sınırlı bir dönem olarak algılanırsa; elbette mücadele daha baştan kaybedilmiştir. (Zaten Temmuz-Ağustos ’99’un da ana zaaflarından birisi bu eylem anlayışının egemen olmasıydı.) Çünkü hükümet, büyük patronlar ve uluslararası sermaye merkezleri; “İşçiler, emekçiler protesto eder, sonra da döner işlerini yaparlar. Biz de onlar evlerine, işlerine döndükten sonra bildiğimizi okuruz” diye düşünmektedirler. Bugüne kadar sendikal bürokrasinin etkisiyle şekillenen işçi ve emekçilerin eylem çizgisi, sermaye güçlerinin, ne yazık ki, böyle bir yorum yapmasına olanak verecek doğrultudadır.
Oysa yukarıda sıralanan sorunlar, sermaye güçlerinin yeniden yapılanma operasyonunda bulundukları aşama; bir “protestoyu” değil bir “hesaplaşmayı gerektiren” aşamadır. Bu yüzden de yukarıdan çağrısı yapılacak bir iki gösteri ve birkaç günlük iş bırakmalarla sorunların çözülmesini beklemek, hükümetin geri adım atmasını ummak bir ham hayaldir. Tam tersine, sorunların boyutu, sermaye ve emek güçlerinin “tam bir hesaplaşmasını” gerektirecek mahiyettedir. Çünkü hükümet ve sermaye, yüzdelik “ücret zammı” gibi “salt ekonomik” konuları bile bir ilke sorunu haline getirmişken, işçilerin, emekçilerin özelleştirmeden sosyal güvenliğe kadar bir dizi temel sorunda elbette büyük mücadelelere hazır olması gerekecektir. Bu ise; işyerlerinde, temsilciler etrafında ve sınıfın ana gövdesini de kapsayacak biçimde yeniden örgütlenmesini zorunlu kılacaktır. Üstelik bu çalışmanın sendikalı-sendikasız farkı gözetmeksizin mümkün olan bütün işyerlerine, üretim ve hizmet birimlerine yayılması gerekecektir. Yani bugün sıkça sözü edildiği gibi, “Şu sendikalar, bu konfederasyonlar varsa biz yokuz” gibi solcu gevezelik lüksü yoktur kimsenin. Eğriyi doğruyu da laf değil mücadele ayıracaktır. Ortaya konan talepler etrafında herkesi birleştirmek, hiçbir gücü heder etmemek, mücadelenin dışında kalanların emek düşmanı olduğunun ilan edileceği bir mücadele hattında birleşmek, günün en acil görevi olarak karşıda durmaktadır. Şu veya bu kriterlerle emek güçleri arasında yeni bölünmeler yaratmanın asla kabul edilemez olduğu bir süreçtir, içinden geçilen süreç.
Hükümet ve sermayenin işçi sınıfı ve emekçileri tümden teslim alma taktiğini uygulamaya soktuğu süreç, bir hesaplaşmayı gerektirecek kadar ciddidir. Ama bu hesaplaşma kıdem tazminatlarında mı, özelleştirmede mi, yoksa toplusözleşme nedeniyle mi ya da başka bir nedenle mi başlayacaktır, elbette şimdiden bilmek zor. Ama şu bir gerçek ki, bugün sınıf partisi, sınıfın ileri unsurları ve sendikalar; işçi sınıfını, kamu emekçilerini, tüm emekçileri böyle bir hesaplaşmaya hazırlamak, bunun için gerekli aydınlatma faaliyetini gerçekleştirmek, işyerleri ve yerel düzeyde mücadele örgütlerinin, yerel emek platformlarının oluşturulmasına yardımcı olmak, bunları bizzat kurmak, en geniş işçi ve emekçi kesimlerin mücadeleye çekilmesi için hiçbir gayretten geri durmamak durumundadırlar.
Bugünün en güncel ve en acil görevi budur.
Mart 2000