Yaklaşık 2000 iktisatçı, devlet adamı, hükümet yetkilisi, akademisyen ve büyük tekellerin üst düzey yöneticilerinin katıldığı İsviçre’nin Davos kentinde toplanan Dünya Ekonomik Forumu, emperyalist hegemonya mücadelesinin yeni seyri bakımından oldukça önemli gelişmelere sahne oldu.
Forum’un bu yılki gündemi, yaşanan ekonomik kriz ve krize karşı geliştirilecek stratejilerdi. Özellikle Brezilya’nın ulusal para birimi Real’i devalüe etmesi ile birlikte, 1980 ve 1989 yıllarında patlak veren kısa dönemli iki krizin de merkez üssü kabul edilen Latin Amerika’nın tekrar bunalıma sürüklenme tehlikesi, Davos toplantılarının üzerine çöktü. Nitekim Brezilya krizinin en belirgin karakteri olarak bir borç ödeyememe bunalımının ortaya çıkması, gelişmekte olan ülkelerin, dolayısıyla da emperyalist ülkelerin sermaye ihraçlarının önemli bir kısmının yöneldiği “yükselen pazarların” karşı karşıya bulunduğu tehlikenin de işaretiydi. İşte Davos toplantıları da gelişmekte olan ülkelerin her geçen gün daha çok sürüklendiği bu bunalıma bir çare arama adına bu yıl gündemini “küresel politikalar”ın geleceğini tartışmak üzere oluşturdu. Genel olarak Davos’a egemen olan görüş, küresel politikalara bir çekidüzen verilmesiydi. Tartışmaların gelip düğümlendiği nokta ise, bu çekidüzen vermenin nasıl ve kimin eliyle olacağıydı.
Çünkü ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ve Japonya’nın tutumu, dünya ekonomisini elinde tutan gelişmiş ülkelerin (G-7’lerin) arasındaki çatışmanın gerginleştiğini ve yeni kutuplaşmalar çerçevesinde süregelen hegemonya mücadelesinin daha bir berraklaştığını ortaya koydu. Bu kutuplaşma ve çatışma potansiyelini artıran temel olgu ise, ABD’nin yaşanan krizi, dünya ekonomisi üzerindeki hegemonyasını, diğer G–7 ülkelerine rağmen, yeniden yapılandırma aracına dönüştürme hamlesi ve bu hamleye karşı yıllardan sonra ilk defa Avrupa’nın gösterdiği tavırdı. Ayrıca Japonya’nın ağır bir krizin içinde olmasına rağmen Güneydoğu Asya ülkelerine yönelik stratejileri dikkate alındığı zaman, krizle birlikte kızışan ticari çekişmelerin sıcak çatışmalara dönüşme ihtimalinin arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Sonuçta bu yıl “insani bir küreselleşme” sloganıyla toplanan ve küresel politikalara bir çıkış yolu bulma hedefi güden “Davos ruhu”na damgasını vuran da bu hesaplaşmanın açık izleri oldu.
Şu an yaşanan kriz ekseninde emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin seyrini tespit edebilmek amacıyla, öncelikle küresel politikaların ruhuna ve bu ruhun üzerinden gerçekleşen kutuplaşmaların temel dayanaklarına dikkati çekmek gerekiyor.
KÜRESELLEŞME VE HEGEMONYA MÜCADELESİ
1980’lerden bu yana egemen olan görüşe göre, SSCB ve Doğu Bloğu’nun çözülmesi ile “soğuk savaş” yıllarının bitmesi, sermayenin küreselleşmesi ve yoğun teknolojik gelişme, emperyalist ülkeler ile diğer ülkeler arasındaki bağımlılığı bugüne kadar görülmedik bir hızla artırdı. Artık tek tek ülkelerde hükümetlerin yaşayabilmesinin yegâne yolu olarak, “serbest piyasa ekonomisinin kurallarına kesin bir biçimde uymak” gösterildi.
Ünlü iktisatçı Norman Angell da bu görüşü savunanlardan biriydi ve şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Uluslararası finans, ticaret ve sanayiyle o derecede bütünleşmiştir ki … siyasi ve askeri iktidar, artık, gerçek hayatta çok az şeye kadirdir. Çok as kimse tarafından bilinen bu gerçekler, esasen modern koşulların (giderek hızlanan iletişim dolayısıyla daha hassas ve karmaşık bir hale gelen kredi sistemi) ürünüdürler ve modern uluslararası politikayı radikal ve derin bir şekilde gelmişten farklı bir hale getirmişlerdir.”
Ancak tarih, bu satırları 1910 yılında yazan Nobel ödüllü iktisatçı Angell’ı haksız çıkardı. Bugün yaşanan gelişmeler ise, neoliberal politikaların geldiği aşama karşısında küreselleşmeye karşı hâlâ “iyimser” tavır takınanları da haksız çıkaracak gibi görünüyor. Bunun için sadece küreselleşmenin doğasına bakmak yeterli; malların ve sermayenin serbest dolaşımının savunulması, her zaman ekonomik olarak egemen olanın işine yarar, onun konumunu güçlendirir. Küreselleşme, Angell yazdığı zaman, İngiliz hegemonyasına hizmet ediyordu. Bugün de ABD hegemonyasını güçlendiriyor. Daha önemlisi hegemonyacı gücün siyasi, ekonomik rakipleri tarafından dahi bu durum kabul edilen bir gerçek haline geldi. 1900’lü yıllardaki Almanya’nın tutumu ile bugünkü Japonya ve Çin’in tavrı arasında benzer özellikler tespit etmek güç olmasa gerek.
19. yüzyılın sonunda Almanya’da yeniden önem kazanan bir ekonomist olan Friedrich List ise, klasik çalışması Ulusal Ekonomi Politik’te (1841), serbest piyasa/küreselleşme için şöyle yazıyordu:
“Serbest piyasa yüceliğin doruklarına ulaşan herkes için çok zekice bulunmuş bir araçtır. Böylece, bir kere oraya ulaştıktan sonra, başkalarının oraya çıkması için gerekli merdiven, bu ideolojinin aracılığıyla bir tekmede devrilmiş olur.”
Bugün de benzer ifadeleri Çin ve Japon başbakanları veya maliye bakanlarının, Güneydoğu Asya’nın önde gelen iktisatçılarının ve de Malezya Başbakanı Mahatir Muhammed’in ağzından sık sık duymak mümkün.
Küreselleşme tüm ülkelerin piyasalarını, mal ve sermaye dolaşımını serbestleştirme sloganı altında, hegemonyacı ülkenin kullanımına açmış oluyor. Buna karşılık, gerek 1900’lerde Almanya gerekse de bugün Çin ve Japonya, dünya ekonomisine tümüyle açılmadan önce, burayla kendi çıkarlarına uygun bir şekilde bütünleşebilecek kadar güçlenmek istiyorlar. Bu ülkeler, hegemonyacı gücün ekonomik serbestleştirme, piyasaları açma baskılarına direndikçe, siyasal sürtüşme alanları da artıyor.
Bu sürtüşmenin manivelasının yüzyılın başından bu yana sermaye ve mal akımlarının yoğunlaşması olduğunu anlamak açısından yüzyılın spekülatörü George Soros’un geçtiğimiz ay çıkan The Crisis of Global Capitalism (Global Kapitalizmin Krizi) isimli kitabındaki şu sözlere bakmak yeterli: “Mali piyasalar içsel olarak istikrarsız oldukları için, serbest piyasa, dengesizlikleri büyüterek yıkıcı bir etki yapıyor ve zaman içinde mali ekonomik bir çöküşün koşullarını hazırlıyor. Bu çöküş gerçekleştiği takdirde, hatta bu basınçların belirginleşmesine paralel olarak, hegemonik/lider ülke ile potansiyel liderler arasındaki çelişkiler ve siyasi uyumsuzluklar da artıyor.”
ABD LİDERLİĞİNİN İKİ TEMEL STRATEJİSİ
2. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi, askeri ve ekonomik olarak hegemonik bir güç düzeyine yükselen ABD’nin bu durumunu korumaya yönelik iki temel stratejisi olduğu söylenebilir.
Birincisi, hem savaş sırasında oluşmuş fazla kapasitenin basıncını emmesi, hem de ekonomik üstünlüğünü sonuna kadar kullanmasına olanak sağlaması açısından dünya ekonomisinde tüm mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirilmesiydi. Bu serbestleştirme veya aynı anlama gelmek üzere ulusal pazarlardaki korumacı politikaların tasfiye edilmesi, IMF, Dünya Bankası ve GATT aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bu strateji, 1980 ve 90’larda sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine dayanan bir “küreselleşme stratejisi”, diğer bir deyişle “Washington Consensus”u olarak bilinen biçimini aldı.
ABD hegemonyasını korumaya yönelik ikinci strateji de, Batı Bloku’nun, ABD liderliği altında birliğini sağlamak ve ABD’ye karşı seçenek oluşturabilecek liderliklerin yükselmesini engellemekti. Bunun için, ABD bir taraftan NATO’ya ve sahip olduğu nükleer silahlara dayanarak Doğu Bloğu’na karşı Batı’yı birleştirirken, diğer taraftan, bölgesel liderliklerin yükselmesini engellemek için “bölgesel güvenlik sorunlarını üstlenmek” adı altında bir dizi askeri tedbir almak durumunda kalıyordu. Bu bağlamda egemen sermaye birikimi modelinin temel enerji kaynağı olan petrolün kesintisiz akışının sağlanması için gerekli siyasi ve askeri denetimi sağlamak da ABD’nin işiydi.
Daha yakından bakıldığında 1960-70’lerden sonra ABD’nin esas hedefinin sadece SSCB’yi sınırlamak olduğunu söylemek yanlış olacaktır. Bunun yanında ABD’nin, Avrupa’da Almanya’nın, Uzakdoğu’da da Japonya’nın alternatif liderlikler düzeyine yükselmesini de engellemeye çalıştığı söylenebilir.
İKİ KUTUPLULUKTAN ÇOK KUTUPLULUĞA…
Soğuk Savaş’tan sonra Doğu Bloğu çözüldü ve ortadan kalktı. Batı için artık bir ortak düşmana karşı ABD’nin nükleer şemsiyesi altında toparlanmak, ABD isteklerine aynı sadakatle uymak gerekmiyordu. Soğuk savaş biterken yaşanan bir dizi gelişme, 1989–93 resesyonu, Körfez Savaşı ve 1992’de Avrupa’nın birleşik pazara geçmesi, ABD’nin hegemonik bir güç ama gittikçe gerileyen bir hegemonik güç olduğunu, örneğin askeri harekâtlarını dahi mali olarak finanse edemediğini de ortaya koydu. Bu, Batı Bloğu’nun parçalanmasını hızlandırdı. Soğuk savaş bittiğinde dünya iki kutuplu olmaktan çıkmıştı ama üç kutuplu olmaya doğru da hızla yol alıyordu.
Bu kutupların unsurlarını, doların liderliği altında şekillenen, başını ABD’nin çektiği NAFTA, Almanya’nın hegemonik etkisi ve markın ağırlığı çerçevesinde oluşan Avrupa Birliği ve yeni bölgesel bir para yapma ideali taşıyan Japonya ile henüz ekonomik olanak olmasa da nükleer donanımı bakımından önemli bir güç sayılan Çin (Asya) oluşturdu. Doğal olarak bu bloklaşmalar aynı zamanda geleceğin olası hegemonya mücadelesinin adaylarını da içeriyor.
Bu noktada Davos’ta ortaya çıkan gerginliğin temelinde yatan bir dizi iktisadi ve siyasi gelişmeye göz atmak, yeni hegemonik güç adayları ile hâlâ hegemonik bir güç, ancak giderek aşınan bir hegemonik güç olan ABD arasında derinleşen çatışmanın yoğunluğu ve geleceğe ilişkin seyrinin nirengi noktalarını tespit etmek bakımından dikkat çekicidir.
ABD-AB ÇEKİŞMESİNDE KIRILMA NOKTASI: NATO
Soğuk savaş sonrasında klasik işlevi bakımından önemini gittikçe kaybetmekte olan NATO, ABD ve AB arasındaki gerginliklerin en çok hissedildiği kurumlardan birisidir. Gelecek yıl yapılacak olan NATO 50. Yıl Toplantısında, ABD, NATO’nun belli bir toprağı savunan bir ittifaktan, “ortak çıkarları savunan” bir ittifaka dönüştürülmesini planlıyor.
Ancak Avrupalı gözlemciler ve siyasetçiler ABD’nin bu önerilerine, NATO’yu küresel düzleme çıkararak, ABD’nin uluslararası hegemonyasının bir aracı haline getirmeyi amaçladığı düşüncesiyle karşı çıkıyorlar. Nitekim 1991 hükümetler arası Maastricht Konferansı’nda, Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) NATO içinde otonom bir grup oluşturması önerisi gündeme geldiğinde, bu, ABD’nin büyük tepkisiyle karşılaşmıştı.
Geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Münih kentinde yapılan geleneksel 35. Güvenlik Konferansı da ABD ile AB arasında NATO’nun yeni işlevine ilişkin benzer görüş ayrılıklarına sahne oldu. Konferansta, ABD Savunma Bakanı William Cohen bütün NATO üyelerinin ABD ve İngiltere’nin Irak’a düzenlediği hava harekâtlarından “doğrudan yararlandıklarını” söylerken hemen ardından NATO’nun bu yeteneğinin daha da güçlendirilmesi gerektiğini ısrarla vurguladı. Cohen’in bu konuşması, ABD’nin Soğuk savaş sonrasında küresel hegemonyasının önemli bir aracı olarak kullandığı NATO’yu, Doğu Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde genişleterek daha kapsayıcı bir alana yayma peşinde olduğunu bir kez daha gösterdi. Nitekim Cohen’in şu sözleri, ABD’nin 2000’li yıllara ilişkin olarak NATO’ya biçtiği görevlerin en net ifadesi oldu: “Kuruluşunun 50. yılında NATO ittifaka katılacak yeni üyeler ve izlenen ‘açık kapı ‘ politikasıyla güçlenecek ve askeri bir savunma ittifakı olarak etkisini artıracaktır.” Ancak Cohen’in dillendirdiği bu stratejiye karşı AB ülkeleri içinde Avrupa’nın “lider adayı” ve aynı zamanda NATO’nun devre başkanlığını yapan Almanya, 1991 yılında Maastrich’te dile getirilen öneriyi tekrarladı. Almanya Savunma Bakanı Rudolf Scharping, Avrupa’nın dış politika ve güvenlik konularında ‘küresel sorumluluğa’ sahip çıkmasını isteyerek, Almanya’nın da devre başkanlığı döneminde BAB’ın AB’ye entegrasyonu konusunda inisiyatif göstermesi gerektiğini belirtti.
Bu tartışmalar “iki kutuplu” dünyada Batı’nın vurucu gücü olan NATO’nun, “çok kutuplu” emperyalist hegemonya mücadelesinde ne derece önemli bir kırılma noktasını oluşturduğunu ve oluşturmaya devam edeceğini kanıtlıyor.
YENİ FİNANS SİSTEMİ ARAYIŞI
Ancak 1997 yılında patlak veren ekonomik kriz ile birlikte gelişen bir dizi iktisadi olgu, asıl olarak hegemonya mücadelesine damgasını vuruyor. ABD’nin soğuk savaş yıllarında kurduğu hegemonyanın askeri kanadını oluşturan NATO’da AB ile yaşadığı gerilimler, iktisadi alandaki gücünü oluşturan ayaklarında da şiddetleniyor. Özellikle krizin derinleşmesine IMF ve Dünya Bankası’nın neden olduğuna yönelik eleştiriler, hatta Asya ülkelerinden yükselen IMF’yi krizin nedeni olarak görme eğilimi, ABD’nin hegemonyasının giderek sarsılmaya başladığının, en azından bugün için, önemli kanıtları. Davos toplantısında da G–7 ülkeleri eleştiri oklarını doğrudan IMF’ye yönelttiler.
Bu noktada dikkati çeken gelişme, Bili Clinton’ın Eylül ayında açıkladığı ve Davos toplantılarında da en fazla tartışılan konu olan “yeni bir finans sistemi” arayışı oldu.”
Mal ve para akımlarının tarihte hiç görülmedik bir biçimde hızlandığı, spekülasyonların bu denli etkili olduğu ve mali oligarşinin egemenliğinin dünya kapitalizmine damgasını vurduğu çağımızda, finans sisteminin iplerinin kimin elinde olacağı da kuşkusuz hegemonya mücadelesinde belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Finans sisteminin kontrolü, güçlü ve etkin bir parayı gerektiriyor. Nitekim doların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada egemen para birimi haline gelmesi ile ABD’nin, liderliği arasında doğrudan bir bağ bulunduğu tartışma götürmez bir gerçek. İşte emperyalistler arası çatışmanın bir ayağını da bu finans sistemini kontrol etme mücadelesinde üç para biriminin dünyanın üç ayrı kıtasındaki egemen olma yarışı oluşturuyor.
Bu çerçevede AB üyesi 11 ülkenin 1 Ocak 1999 tarihinde Euro’ya geçmesi ve Euroland’ı oluşturmaları, “yeni finans sistemi” arayışında ABD’yi tedirgin eden önemli bir gelişme oldu. Çünkü AB sürecinin mantıki sonucu olarak birleşik bir pazar, bir Avrupa Merkez Bankası’ndan ve ortak bir para biriminden sonra, bir ortak dış politika ile askeri şekillenme, nihayet giderek bir siyasi birlik ve bunun en son ifadesi olan Avrupa Birleşik Devletleri (ABD) olacağı öngörülüyor.
Euro’ya geçilmesinin hemen ardından AB’nin yeni finans devi, dünyanın ise ikinci büyük finans tekeli Societ Generale, Fransa’da doğumunu ilan etti. Sadece bu finans devinin bile portföyünde Euro’yu barındırması ve ticari faaliyetlerini buna göre şekillendirmesi, doların uykusunu kaçırmasına yeterli olabilir. Çünkü doların egemenliği ABD’nin dış borcunu finanse etmesini kolaylaştıran en önemli etmen. Eğer ABD borcunun bir kısmını Euro ile ödemek zorunda kalırsa, borçlanma açısından hareket alanı büyük ölçüde daralır. Nitekim Deutsche Bank baş ekonomistinin dediği gibi “Airbus, Boeing’e nasıl rakipse Euro da dolara öyle rakip olacaktır.”
Ekonomistler şimdiden, milyarlarca doların yatırım portföylerinden çıkarak Euro’ya aktığını ve doları ABD’yi üzecek düzeyde bir noktaya dek zayıflatabileceğini söylüyorlar. Deutsche Bank Group’un Asya kıtasından sorumlu yetkilileri ise, gelecek birkaç ay içerisinde 200 milyar dolarlık bir rezervin dolardan Euro’ya değişeceğini tahmin ediyorlar.
Bütün bu olgulara bakılırsa, Avrupa Euro ile krizle birlikte şekillenebilecek olan finans sistemine daha çok ağırlığını koyma peşinde. Ancak Avrupa’nın bu yeni ama parçalı çocuğunun siyasal yansımasının netlik kazanmaması, AB’nin henüz ABD’ye cepheden karşı durabilecek bir pozisyonda olmadığını da gösteriyor.
ATLANTİĞİN ÖTE YAKASI: JAPONYA’NIN ASYA HAMLELERİ
Atlantik’in öte yakasındaki gelişmeler ise daha çarpıcı. Özellikle kriz sonucunda Japon ekonomisinde baş gösteren durgunluk, Asya’nın “küresel mucize”sinin durumunu bir hayli zorlaştırdı. Endonezya, Güney Kore ve Malezya’nın birbiri ardına çöküşü ile çok kutuplu dünyanın Asya bloğunda hızlı bir “hegemonya boşluğu” ortaya çıkıyor. Tabii ki bu boşluğu doldurmada en büyük aday yine Japonya.
Japonya, para biriminin dolar ve Euro arasında minimize olmaması için büyük bir çaba sarf ediyor. Japon finans yetkilileri, Asya’da istikrar sağlamak için yenin bölgesel bir para birimi olması gerektiğini savunuyorlar. Ancak bölge ülkeleri bu öneriye şimdilik sıcak bakmıyor. Öte yandan Japonya ısrarla piyasalardaki spekülasyonları önlemek için sermaye akışlarının sınırlanması gerektiğini söylüyor. ABD’li yetkililer ise sınırlamaların yatırımcıları püskürtebileceğini vurgulayarak bu öneriye şiddetle karşı çıkıyorlar. Davos toplantılarında Japonya bu önerilerini bir kez daha dile getirdi ve dikkati çekecek bir biçimde AB ülkeleri bu önerilere destek verdi.
Asya kıtasında ileride daha da netleşecek olan gelişmelerden bir tanesi de Çin’in Japonya’ya Mayıs ayında bir Asya toplantısı yapma çağrısında bulunması. Bölgede etkinliğini artırma peşinde olan Japonya için böylesi bir fırsat önemli idi ancak ABD Japonya’nın bu yöndeki her türlü eğilimine sert tepki gösteriyor. Nitekim bir yıl önce ABD, Japonya’nın Asya’da etkin bir “Asya Para Fonu” oluşturma teklifine şiddetle karşı çıkmıştı, çünkü bu durum Asya üzerinde özellikle krizden sonra rahatça at koşturan IMF’nin etkinliğinin zayıflaması, en azından sarsılması anlamına delecekti.
Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgede hegemonya kurma mücadelesinin bir parçası olarak yeni bölge parası yapma isteğinin önünde ABD’nin karşı çıkışlarından başka kendi ekonomik şekillenişinin getirdiği bir dizi iktisadi unsur da engel teşkil ediyor. Bunların arasında en göze çarpanı, bölgedeki geniş yatırımlarına rağmen Asya ülkeleri ile parasal ilişki dışında herhangi bir ticari ilişkisinin olmamasıdır. Bu da şu anlama geliyor: Japonya kendi ticari odaklanmasını komşularına doğru kaydırmak zorunda. ABD ise her ne pahasına olursa olsun Japonya’nın bu yöndeki bütün hamlelerini bertaraf etmede kararlı ve şimdilik bunda da başarılı oluyor.
Bugüne kadar ABD, Asya’da hegemonyasını sürdürmek için, bir bölgesel gücün öne çıkmasını, Asya’da Japonya liderliğinde bir “Ortak Refah Bölgesi”nin, bir ekonomik bloğun oluşmasını engellemeye çabaladı.
Ancak ABD ile Japonya arasındaki sürtüşmelerin, giderek Japonya’nın bir bölgesel liderlik iddiası, esas olarak 1997’de başlayan Asya kriziyle güçlendi denebilir. Krizden sonra ABD’nin küresel kriz yönetme stratejisi olan küreselleşme ve piyasaların sürekli serbestleştirilmesi stratejisine Japonya’nın karşı çıkmaya ve küreselleşmeyi sık sık eleştirmeye başladığını gördük. Geçtiğimiz kasım ayında yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu’nun (APEC) liderler toplantısı Japonya’nın bölgesel liderlik adaylığının en belirgin şekilde görüldüğü bir platform oldu.
Japonya, APEC Bakanlar Toplantısı’nda, ABD’nin baskısıyla, dokuz ana sektörün serbestleştirilmesine ilişkin yapılan pazarlıklarda, ormancılık ve balıkçılık sektörlerini muaf tutmakta ısrar etti. İç piyasalarını korumayı amaçlayan Çin, Malezya, Endonezya, Tayland gibi ülkelerin de desteğini kazandı. Ayrıca Japonya’nın 30 milyar dolarlık nakit yardım paketi, acil nakit gereksinimi olan bölge ülkeleri tarafından, ABD’nin salt dış borç tasfiyesini içeren paketine göre, daha çok ilgiyle karşılandı.
ABD’nin tüm gerginliğine ve baskılarına karşın bölge ülkelerinin Japonya’nın liderliğini kabul etmeye eğilim gösterdiği görülüyor. Bu ülkelerin başında, ülke ekonomisini küreselleşme sürecinden “bir süre için” çeken Malezya var. Japonya’da bir konferansta konuşan Malay Üniversitesi’nden Profesör Jomo Kwame Sandaram, geçen APEC toplantısında Japonya’nın IMF’ye alternatif olarak sunduğu inisiyatife gönderme yaparak, “Geçen sefer ABD, bizim bir Asya yardım fonu oluşturmamızı engellemişti ama, Asya bu sefer inisiyatifi eline alarak kendi yardımlaşma fonunu kurmalıdır” derken bu duyguları dile getiriyordu kuşkusuz.
Japonya bu tutumunu aralıkta yapılan ASEAN toplantısında da sürdürdü ve yeni bir yardım paketi açıklayarak liderliğini güçlendirmeye çabaladı. Bölgede, ABD’nin üstünlüğünün Japonya’ya geçmesine yol açacak bir öneri olan Asya Para Fonu projesinin de giderek ivme kazandığı görülüyor.
ÇİN: YENİ LİDER ADAYI MI YOKSA YENİ PAZAR MI?
Şüphesiz bölgede ABD’nin rakibi olacak tek lider adayı Japonya değil. Ekonomik gücü Japonya düzeyine yükselmemiş olsa bile büyük askeri kapasitesi ve nükleer silahları olan Çin 1970’lerden bu yana hızla dünya ekonomisine yeniden entegre oluyor, sanayisini ve buna bağlı olarak ordusunu modernleştiriyor. Çin’in henüz gelişmemiş ama büyük potansiyele sahip iç pazarı var. Bu yüzden, ABD dış politika stratejistlerinin Çin’i uzun dönemde ABD’nin yerine en güçlü aday olarak görmeleri şaşırtıcı değil.
Ancak hızla büyüyen Çin’in enerji gereksinimi de artıyor. Shell China Petroleum’un öngörülerine göre, Çin 2015’te ABD’ye eşit bir petrol ithalatçısı olacak.
Böyle bir gelişmenin siyasi sonuçları ise, bölgedeki petrol kaynaklarının ve deniz yollarının etrafında sürtüşmelere yol acıyor.
Öte yandan Çin’in önünde, küresel pazarlar ile bütünleşme konusunda hiç de iyi bir örnek olmayan Rusya var. Rusya’nın askeri gücüne rağmen geldiği durum, güçlü bir kapitalist ekonomiye sahip olmadan dünya pazarlarına entegre olmanın yol açabileceği yıkımı göstermesi bakımından çarpıcı. İşte Çin, bu tehlikeyi en azından hazırlıklar yaparak bertaraf etme peşinde. Kuşkusuz bu konuda atılmış en önemli adım, 50 milyon işçinin işten atılması ve emek piyasasının daha da serbestleştirilmesine eşlik edecek olan geniş bir özelleştirme programının ilan edilmesi olmuştur. Ancak bu adım, Çin’in küresel pazara bir güç olarak açılmasını mı getireceği, yoksa kendisinin ABD için bir pazar mı olacağı sorusunu gündeme getiriyor.
Nitekim Dünya Bankası, Çin’in özelleştirme programını sevinçle karşıladı. Adeta adım adım ilerlenen 20 yıldan sonra nihayet, Dünya Bankası kendi eseri olan neoliberal “şok tedavisi”ni kutluyor. Bu özelleştirme kutlamalarının, daha fazla “emek esnekliğinin ve Dünya Bankası’na olan milyarlarca dolarlık borçların arkasında, uluslararası sermayenin çıkarları ve onun Çin’deki ticaret ve yatırımlar üzerindeki büyüyen etkisi yatıyor. Hong Kong’daki muhalefet hareketi “Dünya Bankası ve IMF’ye Karşı Dayanışma”nın işaret ettiği gibi, iş ve gelir güvencesinin yok edilmesi, on binlerce işçinin işinden atılması ve hükümetin yerel sanayiye verdiği destek ve korumanın kaldırılması, uluslararası sermaye ile işbirliği içindeki yönetici zümrenin çıkarlarına hizmet ediyor.
Üstelik Çin’in 28 milyar dolardan fazla borçla ve her yıl ortalama 3 milyar dolarlık yeni borçlanma ile Dünya Bankası’nın en büyük borç yükümlüsü olduğunu da hatırlamak, Çin’in ABD için önümüzdeki üçüncü bin yılın en önemli pazarı olduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.
EMPERYALİZMİN DOĞASI: İSTİKRARSIZLIK VE ÇATIŞMA
İşte bütün bu gelişmelerin yaşandığı bir ortamda toplanan Davos’ta yaşanan tartışmalar, esas olarak emperyalist kapitalizmin Soğuk savaş döneminin ardından yaşadığı istikrarsızlığı gözler önüne serdi. Çünkü soğuk savaş yıllarında “oyunun kuralı” belliydi. Şimdi bu “dengeli ve göreli istikrarlı” durum ortadan kalktı. Batı’da bugüne kadar ABD’nin liderliği altında birbirine sıkı sıkıya yapışarak ve ayrılıkları bastırarak bir blok oluşturmuş olan devletler, aralarında her geçen gün yeni bir uyuşmazlık konusu ve rekabet keşfetmeye, ticari bloklar oluşturmaya, hegemonya mücadelelerine girmeye başladılar. Emperyalist ülkeler hemen her düzeyde ve coğrafyada birbirine karşı yeni kazandıkları ekonomik ve politik etkileri korumak zorunda kalıyorlar. Birbirlerinin etki alanına girme isteği ve politik bir uyumsuzluk, ekonomik alanda oluşturulan işbirliğini bir anda dağıtabiliyor. Bu koşullarda uluslararası ekonomik ve politik sistemi disiplin altında tutmak zorlaşıyor. Yaşanan kriz, ” işbirliği”ni azaltıyor, bloklaşmayı daha da keskinleştiriyor. Bizzat kendisi de bu sürecin bir parçası olan ABD ise, hegemonyasını korumak için giderek netleşen bloklaşmada yerini almak durumunda. Ancak soğuk savaş yıllarında olduğu gibi gelişmeleri istediği şekilde yönlendirmek şansına daha az sahip. Çünkü “iki kutuplu” dönemin “istikrar” sağlayıcı unsurları, bugün tam aksi bir yönde işliyor ve istikrarsızlığın, çatışmanın ortaya çıktığı birer kırılma noktası oluyor.
Sonuç olarak Davos toplantıları, “istikrar” adına ortaya atılan küresel politikaların iflasını bir kez daha gösterirken, dünya ekonomisinin girdiği kriz çerçevesinde şekillenen tartışmaların ve kutuplaşmaların, eşyanın tabiatına, emperyalizmin doğasına uygun olduğunu kanıtladı.
Şubat 1999