Kürt sorunu, Türkiye işçi ve emekçi hareketinin sorunudur

1984 yazında PKK tarafından başlatılan silahlı mücadeleyle birlikte yeni bir sürece giren Kürt sorunu, ülkemiz politik hayatının en çalkantılı döneminin, en önemli konularından biri olarak, çeşitli aşamalardan geçti ve bugün, Suriye’ye yönelen tehdit ve arkasından PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın hangi ülkeye iltica edeceği çevresinde koparılan tartışmalarla sorun, gerek ülke içinde, gerekse uluslararası düzeyde yeni bir özellik daha kazanmış görünüyor.
Her olayda olduğu gibi Kürt sorununda da, her sınıf ve siyasal akım, sorunun her aşamasında; sınıflar-arası ilişkiler alanında tuttuğu yere uygun düşen ve sonuçlarından bizzat kendisinin sorumlu olduğu tavırlar aldı, politikalar izledi. Önce 12 Eylül sonrası yenilgi ve dağılma sürecinin damgasını taşıyan bu tutumlar, 90’lı yıllarda revizyonizmin çöküşüyle körüklenen ve sosyalizme ve proletarya hareketine yönelen saldırıların ve bunun ‘sol’ harekette yol açtığı ideolojik bozuşmanın, birincisini derinleştiren etkisi altında şekillendi. Bu nedenle de Kürt hareketine alınan tutumlar, aynı zamanda her akımın işçi ve emekçi hareketine karşı duyduğu sorumluluğun da bir ölçüsü oldu.
Bugün gelinen aşamada, devrimci sınıf hareketi açısından, her dönemde olduğu gibi, kendi rol ve sorumluluklarını esas alarak sorunu özetlemek ve kendi politikalarını daha da somutlaştırıp kristalize etmek özel bir önem kazandı. Çünkü işçi sınıfının ve onun ileri temsilcilerinin, sınıflar mücadelesinin canlı pratiği içinde çeşitli sınıfların ve politik akımların nitelik ve özelliklerini, kendisiyle olan ilişkilerini ve kendi sorumluluk ve rolünü ne kadar ileri derecede kavrarsa, bütün ezilen yığınları birleştirme görevini o ölçüde yerine getirerek mücadelenin güç kazanmasını sağlayabilir.

12 EYLÜL SONRASI HAREKETİN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI VE GELİŞİMİ:
Bilindiği gibi, 12 Eylül sadece faşist teröre dayanan bir saldırı olarak kalmadı. Uluslararası düzeyde başını ABD ve İngiltere’nin çektiği gerici dalgaya bağlanan ekonomik politikalarla, emperyalist sermayenin dolaşımı önündeki her türlü engeli kaldırarak (Türk Parasını Koruma Yasası’nın değiştirilmesi ve diğer koruyucu önlemlerin kaldırılması gibi), sermayenin yoğunlaşmasını, yeni sermaye gruplarının oluşmasını daha da hızlandıran gelişmelerin de yolunu açtı. Bunun ilk elden sonucu köylülük başta olmak üzere, orta ve küçük burjuva tabakalarda, işbirlikçi tekelci sermayeye bağlanan yeni bir çözülmenin hızlanması, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürünün daha da azgınlaşması oldu. Yani 84’ten itibaren sadece faşist teröre karşı değil, aynı zamanda azgınlaşan sömürüye karşı mücadele öğeleri ülke düzeyinde belli bir birikime ulaştı. Türk-İş miting ve toplantılarında “genel grev” talebinin açıktan dile getirilmeye başlanması, bu birikimin işçi hareketindeki somut göstergesiydi. Topraktan yoksun Kürt yoksul köylüleri açısından ise giderek artan işsizlik, yoksulluk ve sefalet, faşist teröre eşlik etti. Türkiye ‘sol’ hareketini meydana getiren belli başlı akımlar, alınan ağır yenilginin yarattığı dağınıklığın ve ideolojik sarsıntının derin etkisi altındaydı. Bu nedenle de, var olan durumu soğukkanlılıkla değerlendirerek platformunu yenileme sürecine henüz girmemiş bulunuyordu.
İşte bu koşullarda, hazırlıkları esas olarak Bekaa Vadisi’nde yapılmış olan silahlı mücadele PKK tarafından başlatılmış oldu. Koşulları belirleyen, ülke düzeyinde azgın faşist teröre ve gün be gün ağırlaşan sömürüye karşı mücadele öğelerinin birikmiş olmasına karşılık, hareketin örgütlenme düzeyinin geri ve ‘sol’ siyasal akımların ideolojik bulanıklık ve örgütsel dağınıklık içinde olmasıydı. Dolayısıyla da, işçi ve emekçi sınıfların kendi talepleri etrafında birleşme ve egemen sınıflara karşı bağımsız bir politik mücadeleye yönelme olanaklarının henüz zayıf olduğu bir noktada, tarihsel bir temele de sahip Kürt tepkisine dayanmayı hedefleyen bir silahlı mücadeleyle karşı karşıya kalınmış oldu. Böylece, bir yandan PKK, -sonradan kendi belgelerinde de dile getirildiği gibi- yol açacağı sonuçları kendisinin de kestiremediği, giderek kendi başına amaç haline gelen, diğer mücadele ve örgüt biçimlerini buna tâbi olmaya mahkûm eden ve bunun bir gereği ve bununla sınırlanmış bir şekilde, köylülüğün desteğiyle varlığını sürdürebilen bir silahlı mücadelenin temsilcisi olarak ortaya çıkarken; her sınıf ve siyasal akım ve özel olarak ‘sol’ gruplar da bu konuda bir tutum almak durumunda kaldı.
Egemen sınıflar; işçi ve emekçi hareketinde yeni bir mücadele ve hareketlenmenin uç verdiği ’89 yılına kadar, 12 Eylül sonrasında halk hareketinin ezilmiş ve devrimci grupların dağıtılmış olmasının verdiği kendine güvenle sorunu genel geçer bir “bölücü terör” olayı olarak görme eğilimindeydiler. Bu nedenle, bir yandan koruculuk sisteminden başlamak üzere karşıdevrimci güçleri örgütleyip yaygınlaştırmaya yönelirken, öte yandan; hareketi abartmamayı da bir politika olarak benimsediler.
‘Sol’ akımların içinde bulunduğu dağınıklık ortamında, ’88-89’lara kadar alınan tutumlara damgasını vuran; yenilgiye duyulan tepkiye bağlı olarak ve bir kısmının ideolojik temellerindeki, yer yer sosyal şovenizme varan geriliğe rağmen oluşan kendiliğinden bir “destekti”. Yani bu desteğin hareket noktası, genel olarak halka ve özel olarak Kürt halkına duyulan bir sorumluluktan çok, yenilgi karşısında girilen eziklik duygusu ve faşist teröre duyulan tepkiyle sınırlıydı. Dolayısıyla da işçi ve emekçi sınıflar hareketine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirme çabasını değil, getirememe çaresizliğini ifade ediyordu. Bu tepki, daha sonra herhangi bir gruba ve sınıfa karşı, hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan Y. Küçük, E. Kürkçü gibi “bağımsız aydınlar” tarafından Türkiye işçi ve emekçi hareketine karşı güvensizlik yaratma, Türkiye ‘sol’ hareketinin tarihini ve birikimini küçümseme üzerinden piyasa yapma ve örgütsel tasfiye sürecini hızlandırma aracına dönüştürülecekti. Elbette ki, böyle bir eğilim Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesini geliştirip güçlendirmek yerine, onun gerçek dost ve düşmanlarını ayırt etmesini zorlaştıran, en önemlisi de Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını zayıflatan bir rol oynayacaktı. Dolayısıyla da, egemen sınıflara, zulme ve zorbalığa karşı ezilen bir halkın mücadelesi olarak ulusal harekete belli bir hoşgörüyle bakan Türk işçi ve emekçilerinin de bu duygularının zayıflamasına yol açarak; giderek yoğunlaşacak olan şovenist demagojiyi cesaretlendirecekti.
Oysa ’84’lerde mücadele isteklerinin açıkça dile gelmeye başladığı işçi hareketinde, ’86-87’lere doğru ilk grevler ve gösteriler ortaya çıkmaya başladı ve bu gelişme, aynı dönemde, faşist teröre karşı, ağırlığını Kürt köylülerinin oluşturduğu kitlesel gösterilerin uç vermesini teşvik ettiği gibi; silahlı hareketin istikrar kazanmasını ve belli ölçülerde yaygınlaşmasını kolaylaştırdı. Dalkavukluğu meslek edinenlerin görmezlikten geldiği en önemli olgulardan biri budur.
Mücadeleyi besleyen sınıfsal dayanakları görmezlikten gelmek; silahlı hareketin, halkın mücadelesine bağlanma, halkın bizzat kendi eyleminin bir parçası olma yönünde gelişmesi olasılığını zayıflatarak, kaçınılmaz bir şekilde, onun bir grubun örgütlenme ve mücadelesi olarak daralmasına ve Kürt işçi ve emekçilerinin de bu hareketin sadece destekçileri olarak kalmasına yol açar. Bu destek, zaman zaman azımsanmayacak boyutlara ulaşmış olsa bile; hiçbir zaman işçi ve emekçi halkın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda örgütlenmesi ve geleceğini kendi eline alması anlamına gelmez. Oysa mücadelenin gelişiminin ve ilerlemesinin güvencesi, halkın kendi taleplerinin bilincinde olması ve bizzat kendi eylemini örgütlemesidir. Ancak, böyle bir yola girildiğinde, sorun somut sınıf talepleriyle birleşir ve egemen sınıflara karşı bütün ezilen yığınların mücadelesinin bir parçası haline gelir. Bu da ‘ulusal özgürlük” talebini zayıflatmaz, tersine halkın özgürce karar verebilmesinin olanaklarını genişletir ve koşullarını hazırlar.
İşte Türkiye işçi sınıfı, ’89 Bahar eylemleriyle işçi ve emekçi hareketinde yakın tarihin en ileri mücadelelerine yöneldiğinde; PKK, Kürt hareketinin ve Kürt işçi ve emekçilerinin geleceğinde önemli bir rol oynayacak olan bir dönemecin başında bulunuyordu. Hareket, iş, toprak ve özgürlük talebiyle birleşerek anti-emperyalist-demokratik içeriği güçlenen bir işçi köylü devrimine doğrumu gelişecek; yoksa -hele de uluslararası koşulların emperyalistler arası yeni bir rekabet ve çatışmaya doğru geliştiği bir dönemde- Kürt reformcu burjuvazisinin egemen sınıflarla ve emperyalist ülkelerin burjuva hükümetleriyle gireceği sonu gelmez pazarlıkların batağına mı saplanacak?
Her sınıf ve siyasal akım, tutumuyla, bu iki seçenekten birinin destekçisi olmak durumundaydı.

’89’DAN ’91’E KÜRT REFORMCU BURJUVAZİSİNDE GÜÇLENEN EĞİLİM
“Bahar Eylemleri”yle işçi hareketinde başlayan mücadele dalgası ’90 1 Mayıs’ı, Zonguldak grev ve direnişi ve metal işçilerinin grevleriyle, kendi eylemlerine meşruiyet sağladığı gibi, 12 Eylül terörünün yarattığı havayı dağıtarak bütün emekçi sınıfların mücadele ve örgütlenme eğilimlerini güçlendiren bir rol oynadı. İşçi sınıfı, Özal’ın partisinin seçim yenilgisini hazırlayarak politik sonuçlara yol açtığı gibi, aynı zamanda pratik eyleminin Diyarbakır’da V. Aydın’ın öldürülmesine karşı gelişen yüz bini aşkın insanın katıldığı gösteriyle doruk noktasına ulaşan Kürt işçi ve emekçilerinin kitle mücadelesiyle, karşılıklı olarak birbirini güçlendirecek bir özelliğe sahip olduğunu da kanıtladı. Gerilla eylemlerinin yaygınlaşarak PKK’ye olan destek ve sempatinin artması bu zemin üzerinde gerçekleşti.
Buna karşılık, silahlı hareketin istikrar kazanarak giderek artan bir destek ve sempatiye sahip olmasına rağmen, Kürt işçi ve köylülerinin çıkarlarını temsil eden açık bir politik perspektif ortaya koymamış ve koyamamış olması; birçok ülkedeki tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi emperyalizmin ve egemen sınıfların karşısında en uzlaşmacı ama aynı zamanda hareketin yönetimini ele geçirmede de en avantajlı -bu avantajın önemli bir yanını, egemen sınıflarla ve burjuva partilerle olan ilişkileri oluşturur- kesimini oluşturan reformcu Kürt burjuvazisini harekete geçirdi ve belli başlı burjuva partilerdeki temsilcileri aracılığıyla örgütlenmeye yönelmesini sağladı.
Kürt hareketinin bu tayin edici dönemecinde, uluslararası planda emperyalizmin propaganda araçlarından birine dönüşen Gorbaçovculuğa bağlanan, devrimci sınıf hareketi dışındaki burjuva sol harekette güçlenen anti-Marksist liberal eğilimler ve bunların temsilcileri, ideolojik ve örgütsel tasfiye sürecini yoğunlaştırdı. Kürt hareketi karşısında her türden gerici motifle birleşmiş bir dalkavukluk; örgütlerini tasfiye ederek, Marksizm’e ve işçi sınıfına karşı özgürlüklerini ilan etmiş revizyonist-küçük burjuva eski örgüt şefleri ‘sol’ hareketin her türden döküntüleri ve bir kısım orta sınıf aydınları için, sınıf dışı ideolojik eğilimlerini ifade edebilmelerinin aracı oldu, işçi sınıfını ve yakın tarihin en ileri eylemlerini görmezden gelmek, bunların Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesine olan katkılarını hiçe saymak, hem Kürt meselesinin Türkiye halkına mal edilmesi konusundaki, hem de Kürt işçi ve emekçilerinin kendi bağımsız sınıf talepleriyle mücadelede yer alması konusundaki sorumluluklarını örtmenin aracı oldu. Onların çöküntü içerisindeki ruh halleri, her iki halkın sağduyusuna seslenmelerini, hareketin somut bir politik çizgiye, mücadeleyi ileri götürecek ittifaklara yönelmesine yardımcı olmalarını engelledi. İçinden çıkıp geldikleri siyasal akımlara karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirecek inanç ve kararlılıktan yoksun olanların veya herhangi bir sınıfa ve siyasal akıma karşı sorumlu olmaktan kaçınanların Kürt hareketine ne yararı olabilir?
Kürt hareketinin bu sahte dostları, sürdürdükleri faaliyetle, Kürt reformcu burjuvazisinin, hareketin politik yönlendiriciliğini ele geçirmesine ve egemen sınıflardan ve kapitalist burjuva hükümetlerden umut ve beklentinin güçlenmesine yardım etmiş oldular. Zaten Kürt hareketini baştan beri sınırlamakta olan ideolojik ve sınıfsal zayıflıklarla birleştiğinde, PKK’nin, Kürt reformcu burjuvazisinin politikasına bağlanarak, kronik bir çözümsüzlüğe saplanmasında burjuva ‘sol’un bu dalkavukça tutumunun yarattığı ideolojik tahribatların önemli bir rolü olduğu, bugün, inkâr edilemez. Marjinal grupların “silahlı mücadelece tapınma konusundaki saplantıları ve bu konuda içine düştükleri kör terör hayranlığı da bu dalkavukluğun bir başka biçimi olarak ortaya çıktı.
Böylece, 91’e gelindiğinde, hareket, kendisinin bir işçi-köylü devrimine doğru gelişimine zemin oluşturacak, Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını güçlendirecek özelliklere sahip, iş, toprak ve özgürlük talebini esas alan demokratik ve antiemperyalist bir platformdan yoksun olarak, “Kürt Realitesinin Kabulü”, “Siyasal Çözüm” gibi Kürt reformcu burjuvazisinin pazarlık isteğinden başka bir anlama gelmeyen ve halk yığınları için soyut ve belirsiz taleplere bağlanma sürecine yönelmiş bulunuyordu.
Ve egemen sınıflar, bir yandan ’89’dan itibaren SS kararnamesiyle ve doğrudan MGK’nın yönlendiriciliğinde, en başta Kürt hareketiyle işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin karşılıklı olarak birbirini teşvik edip güçlendirmesini önleyecek saldırıların işaretini vermiş oldular. Bir yandan işbirlikçi Kürt burjuvaları ve toprak ağalarının da yardımıyla belli Kürt aşiretlerini silahlandırmaya, yerel dayanaklarını güçlendirmeye yönelirken, öte yandan SHP başta olmak üzere çeşitli partilerdeki temsilcileri aracılığıyla Kürt reformcu burjuvazisinin örgütlenmeye yönelmesini ve harekette muhatap duruma gelmesini teşvik ettiler. Mücadelenin bir halk hareketine yönelmesini önleyecek en kaba terör yöntemlerini kullanarak, harekete dayanak teşkil edecek Kürt köyleri üzerinde baskı ve saldırıları yoğunlaştırırken aynı zamanda ulusal hareketin en zayıf halkasında uzlaşma eğilimlerini güçlendirdiler. Körfez krizi ve revizyonizmin çöküşüyle birlikte, uluslararası düzeyde ortaya çıkan çözülme ve emperyalistler arası ilişkilerin yeniden belirlenme sürecine girildiğinde artık saldırılar egemen sınıflar açısından Ortadoğu,  Balkanlar,  Kafkasya ve Türkî cumhuriyetlerle ilgili emperyalist ülkelerle ilişkiler alanını ve onların talep ve eğilimlerini de gözeten ve egemen sınıfların çeşitli kesimleri arasında yer yer şiddetlenerek sürecek olan farklılıkları da belli bir disiplin altına alan genel bir stratejiyi gerekli hale getirdi. Ve ’91 erken seçim kararı bu koşullar altında alındı.

’91 SEÇİMLERİ VE EGEMEN SINIFLARIN YENİLENME PLATFORMU
Egemen sınıflar, Körfez Krizi’nin yarattığı ortamdan yararlanarak Zonguldak ve metal direnişlerinin ardından belli bir durgunluk içine giren işçi hareketine karşı, yüz binlerce işçiyi işten atarak saldırıya geçti ve sınıfın ileri kesimlerinde oluşan birikime önemli darbeler vurdu. Generaller eliyle, Kürt hareketine karşı saldırıların zeminini güçlendirmek üzere askerlerin cenaze törenleri ulusal düşmanlık duygularını kışkırtma aracına dönüştürülmeye başlandı. Mücadele açısından öneme sahip Kürt illerinde birbirini izleyen faili meçhul cinayetlere girişen çetelerin örgütlenmesi yaygınlaştırıldı. Gene kampanya boyunca burjuva partilerin “Adriyatik’ten Çin Şeddine” şiarıyla ifade edilen milliyetçi önyargıları körüklemeye yönelmesi teşvik edildi ve bu konuda burjuva basının üzerine düşeni yapması sağlandı.
Bu çok yönlü saldırı hazırlıklarının liberal manevrasını SHP-HEP ittifakı ve daha sonra kurulan SHP-DYP koalisyonu oluşturdu. “Kürt realitesinin kabulü ve demokratikleşme” demagojileriyle oluşturulan SHP-HEP ittifakı, Kürt hareketinde önemli bir beklenti ve umut yaratarak Kürt burjuvazisinin reformcu hayallerini güçlendirdi ve kitle hareketinin temellerini geçici de olsa yatıştırdı. Bu ittifakın SHP-DYP Koalisyon hükümeti ile tamamlanması; aynı zamanda Türkiye orta sınıf kesimlerinde ve bir kısım aydınlarda “demokratikleşme” beklentilerini geliştirerek kitle mücadelesinin hızını kesti. Böylece, Kürt hareketinde bugünün başlangıcı sürecine girilmiş oldu.
Yemin töreninde, parlamentoda gerçekleşen kışkırtma kampanyası; DYP-SHP Koalisyonunun parlamentodaki oturumunda düzenlenen kışkırtıcı saldırı ve generallerin parlamento ve hükümete açıktan müdahaleleri ve ’92 Newrozu’na ve ardından Kürt ulusal hareketinin kitlesel temelini oluşturan en önemli ilçelere, doğrudan ordu birliklerinin tank ve toplarla desteklenen saldırılarıyla, halk üzerinde estirilen terör yeni boyutlar kazandı. Paralel bir şekilde küçük burjuva gruplarının belli başlı büyük şehirlerde yöneldiği kör terör eylemleri bahane edilerek sürdürülen “yargısız infazlar”la ülkenin her yanını saran ve Düşük Yoğunluklu Savaş (DYS) stratejisi diye adlandırılan bu terör dalgası daha sonraki gelişmelere damgasını vurdu. Bu saldırı on binlerce insanın hayatına, binlerce köyün boşaltılmasına, birçok ilçe nüfusunun büyük oranlarda azalmasına, milyonlarca Kürt köylü ve emekçisinin yerini yurdunu terk ederek büyük şehirlere göçmesine veya Avrupa ülkelerine iltica etmesine mal oldu. Diyarbakır, Van gibi Kürt illerinde, üç dört misline katlanan ve işsizliğin aşlığın ve sefaletin yoğunlaşmasını hızlandıran nüfus yığılmalarına yol açtı.
Doğaldır ki, hareketi bütünüyle ortadan kaldırmanın kendi iradelerine bağlı olmadığını bilen egemen sınıflar, silahlı mücadeleyi asgari sınırları içine çekmeyi (marjinalize etmek diye ifade edilen) hedeflerken, buna karşılık; saldırıların işçi ve emekçi hareketindeki gelişmeleri de kapsayacak şekilde azami sonuçlara ulaşmasını amaçladılar. Bu nedenle de, dayandığı mantık ve politik amaçlarının bir gereği olarak DYS stratejisi, silahlı mücadelenin tümüyle sona erdirilmesini değil belli sınırlar içinde ve halk hareketinden tecrit edilerek varlığını sürdürmesi koşulunu varsayıyordu. Yani egemen sınıfların karşıdevrimi yeniden örgütlemeyi sağlayacak olan politik amaçlarının geçerli bir gerekçesi düzeyine düşürülmesini hedefliyordu. Ölüm makinası haline gelmiş faşist militanlardan parlamentoya, uyuşturucu ve mafya şebekelerine, general ve polis şeflerine uzanan cinayet çetelerinin, özel eğitilmiş birliklerin örgütlenmesi, merkezi tarzda sürdürülen ulusal düşmanlığı kışkırtma kampanyaları, giderek güçlenen militarizasyon ve bütün bunları tamamlamak üzere generallerin günlük politikaya müdahalelerinin zorunlu hale gelmesi, çapı giderek genişleyen bu saldırının doğal unsurları ve sonuçları olarak ortaya çıktı.
Ve generaller, “bölücü terör”e “irtica tehdidi”nin eklendiği 28 Şubat MGK Kararlarıyla günlük politikanın da doğrudan yönlendirici gücü olarak, herhangi bir “darbe”ye gerek kalmaksızın ve şimdiye kadarki belli başlı “darbeler”den daha da güçlü bir şekilde, devlet içindeki mevzilerini yenilediler ve buna meşruiyet kazandırdılar. Halen içinde bulunulan bu sürecin bir başka yönü, Türkiye egemen sınıflarının bölgede ve özel olarak Ortadoğu’da üstlenilen rol üzerinden ABD emperyalizmiyle yenilenen işbirliğine uygun bir politik tutumun generaller tarafından ve ülkenin hükümetler üstü politikaları olarak ilan edilmesidir. Kürt sorununda ABD tarafından sağlanan politik desteğin faturası, yenilenen bu işbirliğinin bir parçasıdır.
Bu süreç içerisinde, Kürt burjuvazisinin parlamenter temsilcileri, girdikleri ittifakın ve kapıldıkları reformcu hayallerin faturasını ağır saldırılarla ödediler. Onlara “pazarlık şansı” verilmedi. Bir kısmı ise; yurtdışında Sürgünde Kürt Parlamentosu aracılığıyla, burjuva hükümetler ve parlamentolar nezdinde girişimlerle yeni umut kırıntılarının yolunu açarak beklentiler yaratma çabasına yöneldi. Hareket alanları ve gelişme olanakları büyük ölçüde tahrip edilen silahlı hareket, asgari sınırları içine çekildi. PKK’nin Kürt halkından istediği “destek” ise; A. Öcalan’ın iltica talebinin kabul edilmesi noktasına geriledi.
Bu azgın terör dalgasının hızını kesen, gene işçi sınıfı hareketi başta olmak üzere, emekçi sınıfların ’94-95’lerden itibaren yeni boyutlar kazanan kitlesel mücadeleleri oldu. Giderek halkın anti-emperyalist talepleriyle birleşen, özelleştirmeye karşı eylemleri kamu emekçilerinin sendikal özgürlük talebiyle düzenledikleri, kendi tarihlerinin en ileri eylemleri azgın terörün ve buna eşlik eden ulusal düşmanlığın kışkırtılmasının hızını kesmekle kalmadı, aynı zamanda Kürt işçi ve emekçilerinin benzer taleplerle ortak mücadelelere yönelmesini teşvik etti, onların mücadele istek ve enerjisini cesaretlendirdi ve birleşik mücadelelerin yolunu açtı.
Gene yaşanan olaylar bütün kışkırtmalara rağmen her iki halkın da tarihsel temellere dayanan bir sağduyuyla, birbirine karşı düşmanca duygu ve tutumlar içine girmediğini gösterdi. Elbette ki Türk işçi ve emekçileri gerek PKK’nin izlediği çizgiyi, gerekse Kürt reformcu burjuvazisinin egemen sınıflarla girdiği ittifak ve pazarlıkları desteklemedi. Onların kapitalist burjuva hükümetlerden, en başta Kürt halkının onurunu zedeleyen, umut ve beklentiler içine girmesini desteklemedi… Zaten Türkiye işçi ve emekçi hareketinden böyle bir tutum alması beklenemez ve böyle bir tutum almadığından dolayı da sorumlu tutulamaz. Ama o en hasta egemen sınıflara karşı yeniden ve yeniden ve daha ileri taleplerle mücadeleye atılarak. Kürt işçi ve emekçilerine de nesnel olarak hiç kimsenin sağlamadığı desteği sağlamış oldu. Her türlü yöntemle sürdürülen kışkırtmalara kapılmayarak azgın faşist terörün dayanaklarını zayıflattığı gibi; onların kendi sınıf talepleri doğrultusunda mücadelelere yönelerek ortak mücadelenin, sınıf kardeşliğinin filizlenmesine yardım etti. Bu gerçekleri göz ardı ederek Kürt sorununu sahiplendiğini iddia etmek en başta Kürt halkını yanıltmak ve onun kendisine ve sınıf kardeşlerine olan güvenini zayıflatmak demektir.

KÜRT REFORMCU BURJUVAZİSİ VE PKK’NİN AŞILAMAYAN ZAAFLARI
Politik açıdan burjuva reformizmine bağlanmasının bir sonucu olarak PKK, yoğunlaşan saldırılar karşısında platformunu geleceği temsil eden sınıflara doğru yenilemek yerine, Y. Küçük vb. düşünce sistematiği dağılmış ve herhangi bir sınıfa karşı, hiçbir sorumluluk taşımayan aydınların katkılarıyla “Kemalizm”in eleştirisi ve tarihsel haksızlıklara duyulan tepki üzerinden ve onu geriye çeken bir çizgiye yöneldi. Kemalizm, ulusal kurtuluş savaşının ve onun önderliğini ele geçiren Türk ticaret burjuvazisinin bir ideolojisi olarak kabul ediliyorsa; ulusal kurtuluş savaşının kendisi gibi o da emperyalist işgal ve Ekim Devrimi tarafından belirlenen özel tarihi koşulların ve işçi sınıfı hareketinin bilinç ve örgütlenme düzeyinin geri olması tarafından belirlenen mevcut toplumsal gelişme derecesinin, gelişimine izin verdiği konjonktürel bir olgu ve nitelik itibariyle de bir burjuva ideolojisidir. Kurtuluş Savaşı ise; Kürt halkı da dâhil olmak üzere bu ülke halkının tarihsel toplumsal gelişiminde emperyalist işgale karşı mücadelede, sınırlı ve yarım kalmış da olsa cılız bir ileri adımı temsil eder. Zaten, hiçbir zaman “ilahi adalet”in de temsilcisi olmayan “Kemalizm”, sınıf karakteri gereği olarak ve bütün ülkelerde olduğu gibi, hareketin bir işçi-köylü devrimine doğru gelişmesi karşısında, gerici ve karşı-devrimci bir konumda olmasına rağmen; Komünist Partinin ve işçi hareketinin örgütlenmesine karşı, Kürt ayaklanmalarına karşı şiddet ve zorbalıkla saldırmış olmasına rağmen; emperyalist işgal karşısındaki tutumuyla, o günün koşullarında, toplumsal gelişmenin ileriye doğru yönelmesine katkıda bulunarak sadece Türk halkının değil aynı zamanda nesnel olarak Kürt halkının da ulusal gelişimini hızlandıran bir rol oynadı.
Dolayısıyla, işbirlikçi egemen sınıfları, bugünkü konumlarıyla ve tarihsel gelişme karşısındaki yerleriyle değerlendirmek yerine, generallerin bile sadece laiklik düzeyine indirgeyerek “tek ayak üstünde durmaya mahkûm ettiği” “Kemalizm”le suçlamak onlara iltifat etmektir. Bu, tersine yöneltildiğinde, Kemalizm’den bir işçi-köylü devriminin bütün taleplerini gerçekleştirmesini istemek anlamına geldiği gibi; bugünün işbirlikçi egemen sınıflarına “Lozan’ın savunucusu payesini vermek de, onlara “ulusal” bir sıfat kazandırmak demektir. Bu da, Kürt halkının mücadelesini ileriye yöneltmez; tersine işbirlikçi egemen sınıfların demagojilerini ve etkileyeceği kesimleri güçlendirir. Bugün, Kürt halkının önüne neredeyse, Kürt Teali Cemiyeti’ninkine benzer bir platform koymak; onu, bulunduğu toplumsal gelişme düzeyinin ve tarihsel kazanımlarının gerisine çekmektir. Bu da, ancak Kürt burjuvazisinin pazarlık masasına, kurtuluş savaşının hedefi olan emperyalist ülkelerin davet edilmesi anlamına gelir. Üstelik bunlar, ’90’lı yılların koşullarında emperyalizmin, geri ülkelerin bütün tarihsel kazanmalarına karşı saldırılarını yoğunlaştırdığı koşullarda yapılırsa; daha da geri bir konuma düşülür. Ve bu çizgi Türkiye emekçi halkının dostluk ve desteğini kazanmaya hizmet etmeyeceği gibi; Kürt halkının süre-giden mücadelesinin, bağımsızlık ve demokrasi yolunda ilerlemesine hizmet etmez.
Kemalizm’i ileri noktadan eleştirmek ve aşmak demek; onu Kürt burjuvazisinin veya “hilafetçilerin” bakış açısından değil, işçi sınıfının bakış açısından eleştirmek demektir. Anti-emperyalizme sırt çevirmek değil, tersine işçi sınıfı önderliğinde anti-emperyalist-demokratik devrimin sonuna kadar götürülmesini savunmak demektir. Kürt burjuvazisinin yedeğine düşmek değil, işçi sınıfının müttefiki olmak demektir. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin mücadelesini ilerletecek olan, onlara bölge halkları nezdinde saygın bir yer kazandıracak olan, budur.
Bugün, hareketin içine girdiği çözümsüzlüğün nedenlerinin aranacağı yer; PKK’nin başlangıç aşamasında önüne gelen sorulara verdiği cevapta veya aynı anlama gelmek üzere, bunlara cevap verememesinde yatar. Mücadeleyi, bir işçi-köylü devrimine doğru geliştirmeye yönelmek yerine, burjuva reformculuğunun yedeğine düşmesinde yatar, işçi ve emekçi yığınların mücadele yetenek ve enerjisine dayanmak ve onu geliştirmek yerine; mücadelenin tek bir biçimine saplanarak mücadelenin dinamiklerini sadece silahlı gruplar örgütleme yeteneğiyle sınırlamasında ve bunu başlı başına amaç haline getirmesinde yatar. Kürt emekçi halkının kendi mücadele tecrübelerinde daha ileri sonuçlar çıkararak, daha ileri mücadelelere yönelmesine yardımcı olmak yerine; Bekaa Vadisi’nde silahlı grupların eğitimiyle yetinmesinde yatar. Varolan sınıflar mücadelesinde, iş, toprak ve özgürlük talebini de içeren demokratik ve anti-emperyalist talepler temelinde, açık ve somut bir mücadele çizgisiyle saf tutmak yerine, tarihsel haksızlıklara duyulan tepkinin çevresinde dönüp durmasında yatar. Yani ’84 yazında hareketin taşıdığı zayıflıkların ’90’lı yıllarda derinleşerek ve bütün sonuçlarıyla ortaya çıkmış olmasında yatar. Bugün ortada bir çözümsüzlük varsa; bu, Kürt işçi ve emekçilerinin değil PKK’nin ve onun kuyruğuna takıldığı, reformcu burjuva politikasının çözümsüzlüğüdür.
Kürt emekçi halkı açısından bakıldığında, o, reformcu burjuvazinin somut taleplerden yoksun ve uzlaşmacı bir yola girmesine rağmen, kendisinden beklenen desteği, sonuna kadar sağlamaktan kaçınmadığı gibi; çıkış olanakları bulduğu her koşulda kitle eylemlerine yönelmekten de geri durmadı. Saldırıların bütün yükünü göğüsledi ve evlatlarından on binlercesini silahlı harekete feda etti.
’95’lerden itibaren gerek işçi eylemlerinde, gerekse kamu emekçilerinin eylemlerinde ve en önemlisi de ’98 1 Mayıs’ında, Türkiye işçi ve emekçileriyle omuz omuza ortak mücadelelerde yer aldı ve sadece bir destekçi olarak kalmadığı gibi PKK’nin ve Kürt reformcu burjuvazisinin platformunu fiilen aştığını ve mücadele ve örgütlenme yeteneğinin onlardan daha ileri olduğunu kanıtladı. İşçi sınıfının bağımsız bir parti olarak örgütlenmeye yönelmesiyle birlikte, bugünkü durumu karakterize eden ve mücadelenin geleceğinin dayandırılması gereken yer, işte bu gelişmenin kendisidir. Ödenen ağır bedellerin acısını telafi etmenin, dökülen kan ve gözyaşlarının biriktirdiği öfkeyi umuda ve bilince dönüştürmenin yolu buradan geçer. Bugün, herkesten çok Kürt emekçi halkı buna ihtiyaç duymaktadır.

KÜRT SORUNU, TÜRKİYE İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNİN SORUNUDUR
Bütün bu süreci kapsayan gelişmeler, gerek Kürt reformcu burjuvazisinin ve gerekse; burjuva ‘sol’ akımların, sadece Kürt meselesindeki tutumlarıyla değil, egemen sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeledeki tutumlarıyla da mücadeleyi ilerletecek bir platform ortaya koyma ve onu geliştirme yeteneğinden yoksun olduklarını bir kez daha gösterdi. Egemen sınıflara ve burjuva hükümetlere bağlanan her yöneliş; Türkiye işçi ve emekçi hareketiyle birleşme olanaklarını görmezden geldiği gibi, Kürt işçi ve emekçilerinin umut ve beklentilerine cevap vermekten de uzaklaşma anlamına geldi.
Böylece, varılan sonuç; tarihte pek çok örneğin kanıtladığı bir gerçeği; yani ulusal meselenin ancak, emperyalizme karşı genel mücadeleye bağlandığı ve sağlam sınıf temellerine dayandığı oranda çözüm yoluna girebileceği gerçeğini, -bu çözümün biçimi ne olursa olsun onun içeriğini bu mücadele içinde şekillenecek olan, her iki halkın karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına gösterdiği kardeşçe saygı ve güven belirleyecek- on binlerce insanın hayatına mal olan bir tarih dersi olarak bir kez daha önümüze koymaktadır. Dolayısıyla sorunun özü; çözümün herhangi bir biçimini ön koşul olarak öne sürmek değil, karşılıklı olarak birbirinin haklarına saygının sonuna kadar güvence altına alınması, emperyalizme ve egemen sınıflara karşı mücadelenin geliştirilip güçlendirilmesidir. Bu saygının güvencesi ise; tarihsel sorumluluklarını her geçen gün daha ileri bir bilinçle omuzlamakta olan Türkiye işçi sınıfıdır.
Kürt ve Türk işçi ve emekçileri, özellikle onların ileri temsilcileri, ortak sınıf yaşamı ve duygusunun sağladığı sınıf sezgi ve tecrübesiyle, Türk ve Kürt halkının yüzyılların deneyinden geçmiş sağduyusuna seslenmeyi bileceklerdir.
Çünkü Türk halkı kendi deneyleriyle, Kürt halkına yönelen her saldırının kendi üzerindeki baskı ve sömürüyü de yoğunlaştırdığını, kardeş bir halkın kendi geleceği hakkında özgürce karar vermesine yardımcı olmanın ve onun en doğru kararı vereceğine güven duymanın; her iki halk arasındaki kardeşçe duygulan güçlendireceğini, bunun da emperyalizme ve egemen sınıflara karşı her iki halk arasındaki mücadele birliğini geliştirip güçlendireceğini bugün daha çok anlayabilecek bir bilinç ve olgunluk düzeyine sahiptir.
Aynı şekilde, Kürt halkı da bizzat kendi deneyleriyle kendisine yönelen saldırıların aynı zamanda Türk halkı üzerindeki sömürü ve zulme dayanan egemen sınıflardan geldiğini özgürlüklerini egemen sınıflardan ve burjuva hükümetlerin çıkar çatışmalarından değil; Türk işçi ve emekçilerinin özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle birleşerek elde edebileceğini anlamakta olduğunu, bugün, pratik mücadeledeki yönelişiyle ortaya koymaktadır.
İşçi sınıfının çözümü ise; her iki halkın yaşamı içinde oluşan, bu kardeşçe duygu ve bilinç üzerinde şekillenecektir.

Şubat 1999

Kadın örgütlenmesinin zorunluluğu ve bazı sorunları

Kitleler arasındaki çalışma kitlelere yakınlaşıp halkçı bir temele doğru geliştikçe, emekçi bir kadın örgütü ihtiyacı daha açık görülür hale geliyor.
İşçi ve emekçi kadınların, bağımsız bir kadın örgütünde örgütlenmelerinin; hak eşitliği ve demokrasi mücadelesinde özel bir araca sahip olmalarının anlaşılamaz bir yanı yoktur. Bağımsız, kitlesel bir kadın örgütü kuşkusuz, önceki dönemlerde de ihtiyaçtı ve zorunlu idi. Gerçek şu ki, bugün bu ihtiyaç daha aciliyet kazanmış, kendini daha hissedilir hale getirmiş bulunmaktadır.
Bu ihtiyaç karşılanmalı; emekçi kadının aydınlanmasına yardım edilmeli ve örgütlenmesini hızlandıracak adımlardan kuşkusuz kaçınılmamalıdır. Ne var ki, bu ihtiyaç karşılanır ve bu görev yerine getirilirken; hiçbir zaman lafta kalmayacak, özel ve çok yönlü bir dikkat göstermek de gerekmektedir.
Emekçi kadınların ayrıca örgütlenmesi zorunluluğu ortada; bunun nesine “özel dikkat göstermek” gerekiyor; böyle bir “özel dikkat” gerçekten de gerekli mi? Bu açıktır. Kadınlar arasında çalışma ve onların örgütlenmesi sorununda, öteki bütün sorunlardan farklı “özel bir dikkat” gereklidir. Olgulara, baş aşağı durarak değil de, ayakları üzerinde doğrularak bakan herkes bunu görebilir.
İlkin, “sosyalist” piyasada en fazla oynanmış, en fazla dejenere edilmiş sorunların başında, kadın sorunu ve kadınların örgütlenmesi sorunu gelir.
İkincisi, kadınlar arasında çalışma ve kadınların örgütlenmesi sorunu, emek hareketi çevrelerinin en az ilgi gösterdiği, en az geliştiği sorundur. Öte yandan, bu sorun çevrelerimizin, “sosyalist” piyasadan en fazla etkilendiği ve piyasa “değerleri”ne en fazla eğilim gösterdiği sorunların başında yer tutar.
Fazla söze elbette gerek yoktur. Kadınların örgütlenmesi sorunlarına “özel dikkat gösterilmesi”ni zorunlu kılmaya bu olgular dahi yeterlidir. Kaldı ki ortada, geçmişte yaşanmış ve şu yukarıdaki iki olgu ile ilgili nedenlerden dolayı başarısızlıkla sonuçlanmış bir deney de vardır. Yeni bir başlangıç yaparken, temel noktaların altını çizmenin, öğretici bir zorunluluk olduğu bilinmelidir.

ÇALIŞMANIN İÇERİĞİ VE SAPMALARDAN KAÇINMA
Bir çalışmada başarılı olunacaksa, bunun ilk koşulunun, ilgili çalışmanın belirlenmiş içeriğinden sapmalara izin vermemek olduğunu öncelikle belirtelim. Ama belirtelim ki, burada çalışmanın içeriğinden söz etmemizin nedeni, kadın sorununun ve örgütlenmesinin hedef ve içeriğini, derinliğine ve bütün yönleriyle tartışmak değildir. Burada buna olanak olmadığı gibi, bu sorunlar esasta, ele almak istediğimiz konunun dışındadır. Bu sorunların, pratik çalışmayı etkileyen bir iki noktasına işaret etmek ve kısaca tartışmakla yetinmemiz gerekiyor.
Herkesin bildiği gibi, kadın sorunu, toplumdaki cinsler arası eşitsizliğin kaldırılması, eşitliğinin sağlanması sorunudur. Fakat emekçi kadınların (burjuva kadın, eşitsizlik içinde de olsa sınıfsal olarak ezen sınıftandır; kadın sorunu esas olarak onun sorunu olmaktan -bir boyun eğişle- çıkmıştır.), karşı karşıya oldukları sınıfsal baskı ile (aynı şekilde tarih ile) bağlantılı ve onunla birlikte ikinci bir baskı altında kalmaları anlamına gelen kadın sorunu, cinsler arasındaki çatışma ve mücadele ile çözüme kavuşacak bir sorun da değildir.
Sermaye, cinsler arasında “eşitlik” iddiasında olsa da, egemen olduğu andan itibaren, “milli kültürü savunma” adına her türden ataerkil gelenek ve töre ile uzlaşır, bunları yaşatma, iktidarına dayanak yapma çizgisi izler. Sermaye toplumunun yapı taşını oluşturan “çağdaş” resmi aile, toplumdaki emek sermaye karşıtlığının bütün özünü ve çelişkisini yansıttığı gibi; kadının toplumun erkek cinsi karşısındaki ezilen cinsi olarak kalmasının da temelidir. (“Çağdaş” resmi aile kapitalist sömürüye dayanan üretim biçimi ile koşulludur ve toplumun modern (uzlaşmaz) sınıflı toplum olarak örgütlenmesinin temelidir.) Buna karşın, “cins eşitliği” iddiasındaki sermaye, aile ve toplumun örgütlenmesinde, en ilkel ataerkil töre ve gelenekleri son sınıra kadar kullanır.
Sermaye toplumu, tıpkı işçi sınıfının olduğu gibi; kadın cinsinin de, en modern ve ince yöntemlerle kaba çağdışı yöntemlerin iç içe geçtiği bir sömürü ve baskı biçimiyle ezilip sömürüldüğü bir toplumdur. Kadın erkek “eşitliği” bir yana; bu toplumda, eşitsizliğin bir biçimi de olan her kurum ve her gerici töre ve gelenek, savunucusunu bizzat sermayenin şahsında bulur. Toplumsal evrim ve mücadelelerin, gerici gelenek ve törenin ve öteki “kurum”larla birlikte resmi ailenin de temellerini oyması, aşındırması karşısında; sermaye ve gericiliğin, kadını köleleştiren töreleri, sürekli yüceltip yeniden canlandırdığı ve burjuva gerici kurumları “değişik” bir biçimde (içi boş, biçimsel sözde eşitlik) takviye eden önlemlerle yeniden dirilttiği, hayatın her alanında görülebilir.
Fakat kadın sorunu bakımından, öncelikle görülmesi gereken şudur: Sorun, nüfusun kadın kesimini kucaklayarak ortaya çıkmasına karşın, gerçekte işçi ve emekçi sınıfların kadın kesimlerini ezen, boğan bir eşitsizlik olarak gerçekleşir. Bu, başka şeylerle birlikte karşılığını, ezilen sınıf ve cinsin eyleminde elbette bulacaktı. Nitekim bulmuştur da. Yönetici sınıflar ve onların emekçi sınıflar üzerindeki egemenliği, toplumu olduğu gibi, kadın cinsini de giderek daha fazla ayrıştırmış; kendi sınıfından kadın kesimlerini, daha aşağılayarak da olsa giderek daha fazla yanına alırken; emekçi kadın kesimlerini (iş hayatına da çekerek), emekçi sınıfların erkek kesimlerinin yanına daha açık bir biçimde itmiş; toplumun yarısını oluşturan cinsin bütünün sorununu, emekçi kadın kesiminin sorunu haline getirerek, ezilen ve sömürülen sınıfların özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine kopmaz bağlarla bağlamıştır. İşçi sınıfının, tıpkı demokrasi ve bağımsızlık sorununda da olduğu gibi; kadın sorununun çözümünün de kendi üzerine kaldığını ve bu sorunu demokrasi programının bir yönü ve parçası haline getirmesi gerektiğini görmesi… Emekçi kadınların, kadın sorununun kendi sorunları haline geldiğini; çözümünün sermayeye karşı mücadele içindeki işçi sınıfının mücadelesiyle, ona katılmakla olanaklı olduğunu fark etmeleri ve bunu öz deneyle kanıtlamaları… Sermayenin kadın sorununa kazandırdığı özellik işte budur. Diyebiliriz ki, yüz yıldır kadın hareketine damgasını vuran ve onu karakterize eden olgular bunlar olmuştur.
Bu olgu yüz yıldan bu yana biliniyor ve bunu biz de biliyoruz, diye düşünülmemelidir. Zira kadınlar arasındaki çalışmada ortaya çıkan zaafların en önemlileri ve emekçi kadınlardan kopmaya yol açan en kaba hatalar, bu olguların özünün anlaşılamaması, salt “sözler” olarak “anlaşılması” ile ilgilidir. Ve dolayısıyla da, eğer laf olsun diye değil de gerçek bir emekçi kadın örgütü için çalışılacaksa; her türden kaba ve yüzeysel yaklaşım biçimlerinden kaçınmayı; aşağıdaki formülasyonların içeriğini derinlemesine anlama ve gereklerini her günkü mücadele içinde yerine getirmeyi başarmak zorunludur.
İlkin, emekçi kadın örgütü, herhangi “paravan” bir örgüt, piyasada örneği bolca bulunan herhangi bir “demokratik” örgüt olarak değil, öncelikle bir kadın örgütü olarak örgütlenmelidir. Onun platformu ve eyleminin çıkış noktasını ve en temel yönlerinden birini, kadın cinsinin hak eşitliği ve ezilen cins olma ile bağlı emekçi (işçi, köylü, memur, öğrenci, issiz ve ev kadını) kadın sorunları oluşturmalıdır, Bu olmadığı ve bunun gerekleri her günkü mücadele içinde doğru bir şekilde yerine getirilmediği takdirde, örgütün yetişkin kadın ve genç kız kitlelerini kucaklaması ve kitlesel bir kadın örgütü olması olanaksızdır.
İkincisi, emekçi kadın örgütünün platformunun çıkış noktasını ve en önemli iki yönünden birini, kadınların hak eşitliği ve ezilen cins olmanın emekçi kadın kesimlerinin yaşamında yol açtığı zorluklarla ilgili taleplerin oluşturulması gerekmekle birlikte, bu zorluk ve talepler, kendi alanının sınırları içinde çözülemez ve elde edilemezler. Kadın sorunu (hak eşitliği) ve emekçi kadın sorunları ancak, ülkedeki demokrasi (politik mücadele) mücadelesinin bir parçası, yönü ve talebi haline getirildiği oranda çözüm yoluna girebilir, işçi sınıfı, kadın sorununu kendi demokrasi ve özgürlük mücadelesi programının bir parçası olarak ele almak zorunda olduğu gibi; emekçi kadın kitleleri ve onların içinde örgütlendiği kadın örgütü de kendi sorun ve taleplerini, işçi ve emekçi sınıfların talepleriyle birleştirmek; bu sınıf ve tabakalarla birlikte demokrasi mücadelesi içinde olmak zorundadır. Kadın örgütü, kadın olduğu kadar emekçi ve demokratik bir örgüttür; platformu ve eyleminin temel iki köşe taşı ve yönünden bir diğeri de, emekçi sınıflarla birleşmesinde; cins eşitliği mücadelesini, demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle birleştirmesinde dile gelir.
Emekçi kadın mücadelesinin ve onun örgütünün platformu ve eyleminin içeriğini esasta burada iki noktada ortaya konulan talepler karakterize eder. Fakat eğer başarıya ulaşılacaksa, geçmişte olanın aksine, bu formülasyonlar (bunlar, başka biçimlerde de formüle edilebilir), örgüte gelenin okuyup “anlayacağı” ve “kabul edeceği” klişeler olarak ele alınmamalıdır. Bu platform, günlük akış içinde, kadın çalışmasının ve emekçi kadınların her günkü eyleminin yönünü çizen ve somut görevlerini veren bir platformu olmalıdır.
Günlük sınıf ilişkileri ve yaşamın gelişme seyri ile bu platform ve taleplerinin her gün gösterdiği özellikler doğru ve o günün gereklerine uygun kavranamadığında, kadın örgütünün gerçek bir örgüt olarak kurulabilmesi veya örgütün gerçek bir örgüt haline gelmesi olanaksızdır. Bu kavranmadığında, “devrimci demokrasicilik” adına kadın kitlelerinden kopma veya “kadın örgütü” olma adına ilkel bir “kadıncı”lık sınırında durgunlaşma açık ki kaçınılamaz olur.
Yukarıda, giderek acilleşen emekçi kadın örgütü ihtiyacından özellikle söz edilmişti. Eğer bu ihtiyaç başarıyla karşılanacaksa, ilk altı çizilmesi gereken “özel dikkat” noktalarından birinin, kadın örgütünün platformunun ele alınışında; bu platformun, kadınlar arasındaki günlük çalışmada ve kadın örgütlenmesinin her günkü çağrı ve eyleminde oynadığı rolde dile geldiğini unutmamak gerekir. Bu unutulduğunda, bir ihtiyaç olduğu giderek daha açık görülen ve bu ihtiyacı karşılama yeteneği bulunan bir kadın örgütü kurmak kesinlikle olanaksızdır.

CİNSLER ARASINDAKİ EŞİTLİK VE GÜNDELİK AJİTASYON
Kadın sorununun çözümünün, nasıl ve narımı tarihsel süreçte başarılabileceği bir yana; bu sorunun, erkek ve kadının toplumsal olarak eşit hale geldiği koşullarda sorun olmaktan çıkacağını söyleyebiliriz. Durum böyle olunca, hukuksal olarak hangi “eşitlik düzenlemeleri” sağlanırsa sağlansın, sermaye egemenliği koşullarında, bu sorunun gerçek bir çözümü olanaksızdır.
Kadın ve erkek cinslerin hukuksal ve toplumsal olarak eşitliği… Kadının, toplumda erkekle eşit bir statü ve pozisyon kazanması; toplumsal hayatın bütün yönlerinde erkekle fiilen eşit rol oynar hale gelmesi… Kadın sorununun özü budur ve bu, gerçek içeriği ile anlaşılamadığı zaman, ne kadar istek duyulursa duyulsun ve ne kadar çaba harcanırsa harcansın, örgütlenmesinde ve kurtuluş mücadelesinde emekçi kadına herhangi bir yardımda bulunmak bir hayaldir.
Bu gerçek, genelde kabul edilmesine karşın; kadınların örgütlenmesinin başarısızlığa uğramasının en önemli nedenlerinden biri de, herkesçe kabul edilen ve istekle savunulan bu gerçeğin özünün görülememesinde dile geliyor. Eşitlik sorunu, gerçek özü ve içeriği ile anlaşılmadığı içindir ki; kadınlar arasındaki ajitasyon, emekçi kadının güvenini sarsacak bir terslik göstermekte; olguları baş aşağı çevirdiği gibi, örgütü tecrit eden bir özellik de kazanmaktadır.
Kadın sorunu, kadın cinsiyle erkek cinsi arasındaki eşitlik sorunudur. Oysa bu eşitliğin, pratik çalışma ve ajitasyon söz konusu olduğunda, yanlış bir şekilde hemen, belli bir kadınla belli bir erkek arasındaki “eşitlik”; yani emekçi aile içinde erkek ve kadın arasındaki ilişkilerde (ve günlük yükümlülüklerde) “eşitlik” özelliği kazanıyor. (Kadının toplumsal olarak fiili eşit bir statü kazanmasının temel belirtisi, ev ve mutfak işlerinin ve çocuk bakımı vs. işlerinin toplumsal bir iş haline gelmesi ve toplum tarafından karşılanır olmasıdır. Gündelik ajitasyonda, bu çoğu durumda baş aşağı dönmekte, cins eşitliği ev işlerinin eşler arasında eşit olarak bölüşülmesi ve geleneksel olarak kadın işi olarak bilinen işlerin eşit paylaşımı biçimine bürünmektedir. Bu ilkel bir yanlıştır; ve ancak, ailesizlik dayatılmış olan ve bin bir sıkıntı içinde bulunan ailenin ve kadının boğulması rolünü oynayabilir. Ayrıca emekçi kadın sorununun burada, niyet ne olursa olsun emekçi erkeğe karşı mücadele sorunu özelliği kazanması kaçınılmazdır.) Cinsler arasında toplumsal olarak sağlanması gereken eşitlik, hiç girmemesi gereken alana sokuluyor; böylece de aslında, toplumsal olarak sağlanması gereken eşitlik mücadelesi yön değiştiriyor; sınıfsal mücadeleye bağlanması ve amacına ulaşması olanaksız hale geliyor.
Şu artık görülmelidir: Cinsler arasında, toplumsal olarak sağlanması gereken eşitliğin, birey kadınla birey erkek arasındaki “eşit” ilişki olarak ele alınması, en basit anlamıyla emekçi kadınları, emekçi erkek kesimleriyle (hem aile içinde ve hem de toplum içinde) mücadeleye yöneltmek anlamına gelir. Kadıncı ve feminist akımların “çözümü”nü desteklemek ve sermayenin aileyi “liberalleştirme” eğilimindeki “liberal” kesimlerinin gelenekçi burjuva aileye yönelttiği sözde “eleştiri” sınırında durmak. Eşitlik sorununu, toplumsal alandan alıp, aile içi kadın erkek ilişkisine koymanın anlamı, çok önemli başka şeylerin (aşkı tümden olanaksızlaştırma ve inkârın) yanı sıra, işte bunlarda dile gelir.
Burjuva liberalleri, kadıncı hareketler ve feminizmin çeşitli türleri, kadın hareketini salt kadın “sorunu”nda sınırlayıp, erkek cinsle “rekabet’e mahkûm ederek güdükleştirir. Bunların sözde “çözüm”leri, kadınların elde edecekleri birtakım hukuksal “eşitlikler”le, kapitalizm ve sınıflara bölünmenin egemen olduğu ve bunların “ahlaki” görüldüğü bugünkü toplum içindedir. Hal böyle olunca, bu akımların çizgi ve tutumundan gerçekten ve pratik olarak ayrılmayı başaramamış bir çizgi ve tutum ve sağlam bir kavrayış temeline oturmamış bir propaganda ve ajitasyon çalışması emekçi kadın hareketi için bir yıkım olur.
Cins eşitliğini burada verilen biçimde ele almanın sonuçları görülemez midir? Bu mutlaka görülmelidir; zira bu yanlışın en önemli sonuçlarından biri, kadın hareketinin, işçi ve emekçi hareketiyle bağlantısı ve ortak mücadelenin bütün olanağının bitirilmesi; hareketin liberal kadıncı, feminist bir hareket olmaya teşvik edilmesi demektir. Ki bu, herhalde istenmeyen bir şey olmalıdır.
Kadın erkek eşitliğini, eşler arasındaki ilişkilerdeki “eşitlik” olarak ele almanın sonucu, sadece bu söylenenlerle sınırlı değildir; bunlarla doğrudan ilgili olmakla birlikte bunun daha özel sonuçları da vardır ki bunlar da hayati önemdedir. Sorunun önemi, kendiliğinden anlaşılabilir. Birey kadın ile birey erkek (aile) arasında “eşitlik” koşulu, aşkı baltalamak anlamına gelir; emekçi aileye dayatılmış ailesizliği, aşkı sözde “eşitlik” adına baltalayarak ve öldürerek kabullenmekten başka bir rol oynamaz. Bu aslında, kadıncı akımların ve feministlerin savunduğu; sermayenin de, gelenekçi ailenin çözülme belirtisi gösterdiği yerde gündeme sürdüğü sözde “çözüm”den başka bir şey değildir. (Eşitlik sorununu böyle ele almamız, açık ki kadının, toplumda ve aile içinde verdiği işi ve yeri kabullenme, doğru, meşru ve ahlaki görme anlamına gelmez. Aksine, kadının pozisyonunun değişimi ve ezilmişlikten kurtuluşu mücadelesi sorununu böyle koyduğumuzda, gerçek temelini bulacak, daha da güçlenecektir. Öte yandan “eşitlik” bir sözleşme, bir ölçüdür; bir anlamıyla “sen şu kadarsa ben bu kadar” kategorisidir. Aşk denilen şey ise, “eşitlik”in bittiği yerde başlar. Aşkın, olanaklı biçimiyle daha çok emekçi ve proleter ailelerde görülmesi, eşler arasına “eşitlik”in en az girmesindedir.)
Kadının erkek karşısındaki toplumsal olarak eşitliği (fiili eşitlik), toplumdaki kadın sorununu kuşkusuz ortadan kaldırır; aynı zamanda, eş seçiminde asli faktörlerin rolünü güçlendirir, belli kadın ile erkek arasındaki aşkın varolma, güçlenme, kendini sınama ve yenileme olanağı bulmasının koşullarını genişletir ve yeniden oluşturur vs. Ama bu, birey kadınla birey erkek (aile) arasındaki ilişkinin “eşitliğe” dayanması (hak eşitliği, hukuksal ve toplumsal olarak fiili eşitlikten başka bir şey) olmadığı gibi; aile içi yaşam ve temeli olması gereken aşk ilişkisi de “eşitlik” temeli üzerine oturmaz. Aşkın üzerinde şekillendiği ve gelişme olanağı bulduğu temel, “eşitlik” değil, özgürlüktür. Öte yandan, sermaye egemenliği altında özgürlüğün olanaksız olması, kadın ve erkek bireylerin aralarındaki aile ilişkisini, “eşitlik” esası üzerinde şekillendirmeleri ve bunun “doğru” görülmesi anlamına gelmez.
Marksistler, kadın sorununu, kadın cinsinin hak eşitliği ve toplumda fiilen erkekten ayrı olmayan bir yer tutması sorunu olarak gördükleri gibi, kadınların kurtuluş mücadelesinin ancak, işçi ve emekçi hareketine bağlandığı oranda başarı kazanacağını söylerler. Ayrıca, emekçiler arasında eş seçimi ve aile ilişkisinin, “eşitlik” üzerinde, bir “eşitlik” ilişkisi olarak “gelişmesi” için ajitasyon yürütmezler; aksine onlar, kadın ve erkek arasında paylaşma ve dayanışma duygularının gelişmesini teşvik ederler; bunun gerçek olmasının olabilir en iyi yolunu da, onların toplumsal ve politik yaşama ailece katılmalarında bulurlar.
Kadın sorununun, aslında emekçi kadın sorunu; kadın cinsinin erkek cinse karşı mücadelesinin bir sonucu olarak değil, emekçi kadın ve erkeğin sermayeye karşı birlikte mücadelesiyle çözülecek bir sorun olduğu dikkate alındığında, eşitlik ve kadın sorunu arasındaki ilişki aşk ve aile sorunları nedeniyle de önem taşır. Sermaye düzeni, aile oluşumunu ve birey kadın ve erkeğin eş seçimini, her ne kadar ikincil faktörlere dayandırsa bile, bu faktörler genç emekçi kitleler ve proleter aileler arasında, etkilerini sınırlanarak gösterirler. Kadının ezilen cins olmasından yola çıkarak; sözde kadın sorunu adına, birey kadın ve erkek ve aile arasındaki ilişkilere, kendisi de kapitalist ve yarın da kapitalist kalıntısı olacak olan “eşitlik ilkesi”nin yön vermesi propagandası yapılmaz. Emekçi aileler ve genç emekçi kuşaklar arasında, aile yaşamı bakımından yapılacak propaganda ancak, paylaşma, dayanışma, toplumsal politik hayata ortak katılış ve mücadelenin değerleri vs. olabilir. (Emekçiler arasındaki propagandada, yanlışlar ve eşlerini birbirine karşı kışkırtan ve pazarlığa sokma anlamına gelen çağrılar öyle ileri götürülüyor ki, sanki sermayenin suçu yok ve kadının aile ve ev içindeki çaresizliklerinin bütün sorumluluğu eşinin üzerindedir. Bu, üçüncü biri olarak aile içine burnunu sokmasın diye mücadele ettiğimiz devletle aynı paralele düşmek kadar gericidir. Erkek emekçilerin, eşlerinin cins eşitliği mücadelesine katılacak ve onların toplumda kendinden daha fazla saygın bir yer sahibi olmasını yürekten isteyecek değer ve sağduyuya sahip kişiler olduğuna, bunda herhangi bir yanılgı payı aramamak gerektiğine baştan güven duymak gerekir.) Emekçi kitlelerine reva görülen ailesizliğe karşı mücadele ve kadının ailedeki kötü durumuna karşı mücadele, ancak bu alanda verilebileceği gibi; kadınların uyanışı, hareketin emekçi temelde gelişmesi ve halk hareketine bağlanması da ancak bu yoldan başarılabilir. Aile yaşamını ve aşkı, bireylerin karşılıklı “eşitliği” ile koşullu kılmak, kadının köleliğini bir tür savunmak da demektir.
Sol akımların, kadın sorununa yaklaşımlarını ve emekçi kadın kitleleri arasında yürüttükleri “ajitasyonu” irdelediğimizde, bu sorunlar üzerinde ciddi zaaflar içinde olduklarını ve esasta kendilerini, marjinal “sosyal” tabakalar dışındaki geniş kitlelerden tecrit eden bir “çalışma” yaptıklarını görmemiz hiç de zor değildir. Solun bu durumundan ve geçmiş çalışmadan ders çıkarmak elbette ki zorunludur. Kadın ve erkek arasındaki eşitlik sorunundaki geleneksel ele alıştan kurtulmak ve sorunu doğru, özüne uygun kavramak hayati önem arz eder. Bunun nedenleri, yukarıda temel yönleriyle konulmuştur. Burada görevimizin, emekçi kadın ve erkeği “eşitlik” adı altında birbirine karşı kışkırtmak değil; aralarında paylaşma ve dayanışma duygularının ve sermayeye karşı ortak mücadele anlayışının gelişmesini teşvik etmek ve bunu örgütlemektir. Kadınlar arasındaki çalışmada, yeni ileri bir adım atarken; eğer başarı kazanmak istiyorsak, altını çizmemiz, öğretici dersler almamız gereken önemli dikkat noktalarından biri de işte buradadır. Bu sorunun; yani kadın sorununda kaymalara vesile yapılan eşitlik sorununun doğru anlaşılması, ileri bir adım atmanın olanaklarını baştan kaybetmemek için özellikle zorunludur.

ÖRGÜTLENME ÇİZGİSİ VE ÇİZGİDE TUTARLILIK
Kadınların örgütlenmeliyle ilgili olarak, belirlenmiş, tutarlı bir örgütlenme çizgisine sahip olmayı ve bu çizgide ısrar etmeyi de göz ardı etmemek gerekiyor. Yukarıda ele alınmış olan sorunlar kuşkusuz, kadınların uyanışı ve örgütlenmesindeki önemli sorunlardır. Fakat çalışmanın doğru bir temele oturtulması ve kitlesel bir emekçi kadın örgütüne ulaşılabilmesi için; kadınlar arasındaki çalışmanın ve kadın hareketinin karakteri, içeriği ve hedefleri vb. ile ilgili olan sorunların doğru ele alınışı, yetmez. Çalışma ve örgütlenme sorununda da, dikkat noktaları belirlemek, bunları işin ölçüsü yapmak da gerekmektedir.
Öncelikle bilinmelidir ki, kadın örgütü devrimci veya Marksist kadınların örgütü değildir. Devrimci ve Marksist kadınların katılmasının önünde bir engel bulunmamasına karşın, kadın örgütü emekçi kadın kitlelerinin örgütüdür. Türkiye’de, kadın örgütü denildiğinde, bu örgüte bütün devrimci, Marksist ve partili kadınların mutlak katılmaları; bu örgütleri kendi, daha çok da kendi “devrimci örgütleri”nin “örgütleri” haline getirerek (EKB dönemleri ve her “devrimci” örgütün kurduğu kadın örgütlerinin acı sonları unutulamaz) kitlelerden koparmaları ve yıkıma sürüklenmeleri neredeyse bir gelenektir.
Geçmişteki çalışma ve deneylerin olumlu yanları benimsenirken, olumsuz yönleri görmezden gelinemez. Kadınların bulundukları ve çalıştıkları birim ve alanlarda (mahalle, fabrika ve İşyeri vs.) çalışan devrimci ve partili kadınlar, bu birim ve alanlardaki kadın çalışmasının başlangıçtaki yürütücüleri ve katılımcıları (sorumlu olarak görevlendirilmişlerin dışındakiler, çalışmanın öteki yönleri üzerine aldıkları parti görevlerini aksatmamalı) olmalıdırlar. Ne var ki, oradaki kadın grubu, bu devrimci kadın ve genç kızların örgütü olarak şekillenmemeli; tam aksine, yürütülen çalışma sonucunda çalışmaya ve örgütlenmeye katılmış düz emekçi kadınların örgütleri olarak şekillenmelidir.
Burada, gözden kaçmaması ve dikkat edilmesi gereken şey bellidir: İlkin, devrimci ve partili kadınlardan özel görevli olanların dışındakiler, sözgelimi sendikadaki, işyerindeki ve semtteki parti görevini aksatmadan ve sorumlulukla sürdürmeli; kadın örgütüne bir kadın emekçi üye olarak katılmalıdır. İkincisi, kadın örgütü, örgütün dayanması gereken birimlerdeki (fabrika, işyeri, okul, mahalle vs.) devrimci, Marksist ve partili kadın ve genç kızların örgütü değil, genç ve yetişkin geniş uyanan kadın işçi ve emekçilerin gruplar halinde örgütlendikleri, eğitim gördükleri ve eyleme girdikleri bir örgüt olmalıdır. Ayrıca emekçi kadın örgütünün, işçi ve emekçi kadınların fabrika ve işyerindeki sendikalardan, ev kadınlarının mahalledeki halk örgütlerinden ve genç kızların gençlik örgütleri vs. den kopmalarına yol açan, bu örgütlerin yerini alan bir örgüt değil, tam aksine onların bu örgütlere ve partilerine daha aktif, enerjik ve ileriden katılmayı öğrendikleri bir örgüt olduğu da unutulmamalıdır.
Genel olarak örgütsel çalışmanın ve emekçi kadın örgütlenmesinin zengin tarihi deneyimi bir yana; yakın dönemlerin olguları bile gösteriyor ki, kitlelerin örgütlenmesi ve örgütlerini girişkenlikle yönetmesi karşısındaki tutumun bir ifadesi de olan çalışma ve örgütlenmenin gelişme çizgisi ve izlediği rota vs. de önemlidir. Kadın örgütünün nerelere dayanacağı, çalışmanın nasıl gelişeceği, örgütün gelişme ve merkezleşmesinin nasıl bir yol izleyeceğinden söz ediyoruz.
Emekçi kadın örgütü de, bütün öteki devrimci örgütler ve işçi ve emekçi kitle örgütleri gibi, belli birimlerde kurulan örgütlere dayanabilir. “Dernekçilik” geleneği (bir yönetim ve çevresinde örgütsüz, birimlerden, düzenli birim görevlerinden bağımsız dernekçi bir yığın) köklüdür; bu nedenle de örgütün belirli birim temeline dayanmasına özel dikkat göstermek gerekmektedir.
Kadınların çalıştığı fabrikalar başta olmak üzere atölyeler, işyerleri, sendikalar, mahalleler, okullar ve üniversiteler; buralarda oluşmuş ve oluşacak olan emekçi kadın ve genç (işçi, işsiz, öğrenci) kız grup (bir birimde çok grup olduğunda aynı zamanda bunları merkezleştiren komiteler) ve örgütleri… Kadın örgütünün birimleri; yani temel çalışma ve örgütlenme alanları, bütün dikkatini toplayarak çalıştıracağı; çalışmada ve eylemin örgütlenmesinde dayanacağı örgütler bunlardır. Emekçi kadın örgütü, eğer gerçek bir kitle örgütü ve aynı zamanda gerçek bir mücadele aracı olacakça: bir “kitle” oluşturan ve bir birime bağlanma koşulu bulunmayan “sol” kadın çevreleri içinde boğulmaktan kaçınmayı, çalışma ve örgütlenmesini burada sayılan birimler temeline oturtmayı başarmak zorundadır. Aksi takdirde, emekçi kadının benimseyeceği; kitlesel katılarak kitleselleştireceği bir kadın örgütü kurmak olanaksızdır.
Çalışma ve hareketin gelişme seyri, bilindiği gibi pek çok yönüyle bizim irademizin dışındaki faktörlerce belirlenir. Burada sorun, bu irade dışı faktörlerin gelişim seyrini iyi izleme sorunudur. Örgütün merkezileşmesinin alacağı biçim ve izleyeceği rotanın, nispeten başka etkenlerle, nispeten de iyi izlenmesi gereken bu irade dışı faktörlerle ilgili biri olduğu ise, bir sır değildir.
Geçmişte pek çok nedenle, bu çalışma ve örgütün merkezleşmesi sorununa yanlış yaklaşılmış ve sonuçta da yanlış bir yol izlenmiştir. Bunun tartışılmasının yeri burası değil. Taşıdıkları önem nedeniyle şunları vurgulamak daha gerekli. Çalışma her zaman, yukarıda verilen temel birim ve alanlara yönelmeli; emekçi kadın kitleleri arasındaki faaliyet her zaman temel ve en önemli çalışma olarak görülmelidir. “Genel çalışma”dan kaçınmak gerektiği gibi; merkezi veya nispeten merkezileşen (bugünkü haliyle deney alışverişi, materyal hazırlığı vs.) ve emekçi kadın fonksiyonerler arasında yapılan (eğitim çalışması) bütün çalışmanın kiüeler arasında yürütülen, uyandırma, aydınlatma ve örgütleme çalışmasının ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülmesi de güvenceye alınmalıdır. (Kadın görevlilerden söz etmemiz, kadın çalışması ve emekçi kadının örgütlenmesine yardım sorununda erkek kişilerin görev alamayacağı anlamına gelmez. Burada, sorunun tabiatı ve tipik olan üzerinden gittik. Erkek görevliler, Kadın örgütü içinde yer almamalı, ama gereken her yerde kadın çalışmasına katılmalıdırlar.)
Öte yandan, çalışmanın merkezleşmesi (konuya ilgi gösterme -bu merkezi olmalıdır- ile değil, örgütlenmesi ile ilgili) derecesi hareketin ve örgütlenmesinin merkezleşmesinin seyri ve gelişme derecesiyle bağlıdır ve örgütün merkezleşmesindeki gelişmenin bir adım önünde gitmelidir. Kadın örgütünün merkezleşmesindeki adımlar, daha önce yanlış bir şekilde tersinden atılmıştır; yeni bir başlangıç yaparken bu yanlıştan mutlaka kaçınılmalıdır.
Bir kitle örgütünün merkezileşmesi, her zaman kitlelerin hareketlenme derecesi ve yerel örgütlenmenin gelişmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Örgütün merkezileşmesinin amacı, tabanda örgütlenmiş olan kitlelerin yaşam, irade ve eylemini birleştirmekten başka bir şey değildir ve bütün anlayış ve pratiğimiz, buna uygun olarak gözden geçirilmek, arındırılmak zorundadır. Ayrıca, özellikle büyük kentlerde, merkezileşme deyince ilk akla gelen, hemen il düzeyinde merkezileşme olmaktadır ki, bu yanlıştır, açıkça düzeltilmesi gerekmektedir.
Büyük kentler, adeta bir ülke gibidir; bu nedenle de, kadın örgütünün bu iller düzeyindeki merkezileşmesi çok değişik yollar izleyebilir. Temel önemi birim çalışmasına verirken, merkezileşmeyi ilçeler düzeyinde ele alma zorunluluğu… Büyük kentlerin bugün bize dayattığı zorunluluk budur. Ve kadın örgütü, eğer gerçek bir kitle örgütü olacaksa; birim temeline oturması esas olmakla birlikte, her biri özgün yerel renklere sahip olan ilçelerin yerel özellikleriyle de yoğrulmak; bunu başarmak için de (her biri büyük bir il olan) ilçe düzeyindeki merkezileşme üzerinden gelişmek ve örgütlenmek zorundadır.
Öte yandan şu da önemlidir ki, kadın örgütünün dayanacağı taban örgütleri içinde ve çalışmayı yürütüp merkezileştiren emekçi kadın görevliler arasında, düzenli politik eğitim yapma asla ihmal edilemez. Zira bu ihmal edildiğinde, emekçi kadın kitlelerinin uyanışının öne sürdüğü ileri kadınlar, çalışmayı örgütleyecek, örgütü yönetecek asgari formasyonu kazanamazlar. Ki bu gerçekte, emekçi kadın kitlesinin, örgütü kendi örgütü olarak benimsemesinin zorlaşması, örgütte geleneksel “solcu” kadın örgütü havasının, anlayış ve pratiğinin egemen olması ve kitlelerden hızla kopması demektir. Emekçi kadın karşısındaki sorumluluk asla unutulmamalı; parti organları çalışmanın öteki yönlerini olduğu gibi, eğitim yönünü de özenle gözetmelidir.

SONUÇ
Örgütlenme ile ilgili olarak daha pek çok şey söylenebilir. Fakat buna bir gerek bulunmamaktadır. Zira kadınların örgütlenmeleri, özgün yönleri bir yana bırakılırsa (ki önemli olanlarına değinilmiştir), genel olarak örgütlenme sorunlarıyla fazlaca bir farklılık göstermez. Örgütte demokrasi ve merkeziyetçilik ve sorunları örgüte mal etme çizgisi gibi sorunlar ve kitle çalışmasının öteki sorunları üzerine ayrıca ne söylenebilir? Açık ki, örgüt çalışmasının materyalleri, kadınlar arasında çalışan ve çalışmak isteyen her kişiye yardım edebilir durumdadır. Dolayısıyla da bugün sorun, şunu veya bunu “tartışma” sorunu değil bir ucundan da olsa işi sıkıca tutma sorunudur.
Burada sadece şunu söyleyerek son verelim: Ülke seçim ortamında ve sermaye partilerinden kopuşu en derin olan ve en fazla öfke duyan kesimlerin başında emekçi kadınlar gelmektedir. Kendi ağır sorunlarına duyduğu tepki ile yetiştirdiği yeni kuşakların yaşadığı baskıya karşı artan nefreti ve geleceğine duyduğu endişeli ilgi ile emekçi kadın tabakaları, örgütlenmeye bugün her zamankinden fazla ihtiyaç duydukları bir konumda bulunmaktadırlar. Şu seçim dönemi bile, kadınların örgütlenmesinde ileri bir adım için yeterli olabilir.

Şubat 1999

EMEP il konferansları değerlendirmesi

EMEP Genel Yönetim Kurulu, Başkanlık Kurulu’nun, il konferanslarının sonuçları üzerinden yaptığı bu değerlendirmeyi, pek çok güncel sorun ve tartışmaya açıklık getirmesi nedeniyle okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.

Ekim 1998 başlarında GYK’mızın aldığı karar doğrultusunda başlayan Konferans süreci, bir il dışında, il örgütlerimizin olduğu bütün illerde başarıyla tamamlanmıştır.
Konferans sürecinde il örgütlerimiz, 1. Genel Kongremiz sonrasındaki çalışmalarını değerlendirmiş, hata ve zaaflarını tespit etmiş ve önümüzdeki süreçte yürütülecek çalışmanın genel çerçevesini belirlemiştir. Konferans süreci, il örgütlerimizin görevleri ve sınıflar mücadelesine müdahalesine ilişkin çabalarını yenileme vesilesi olurken aynı zamanda pek çok il ve ilçe örgütümüzde örgütsel bakımdan yenilenmenin de dayanağı olmuştur.
İl konferanslarımız sırasında, bazı illerde, genel ve kimi soyut sorunların öne çıktığı olmuşsa da, genelde il konferanslarımız, GYK kararlarımız doğrultusunda gerçekleşmiştir.
Bu çerçevede konferanslarımız; partimizin iç disiplininin pekiştirilmesi ve parti içi demokrasinin hayata geçirilmesi için çabaların artırılması, partimizin kitleselleşmesi için yerel ve somut ajitasyona önem verilmesi, seçimlerin partimizin kitleselleşmesi ve hedeflerine varması açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair partimizde kolektif bir fikir ve tutumun oluşturmasına hizmet eden bir rol oynamıştır.
İki aylık bir süreci kapsayan konferanslarda, parti üyelerimizin tamamına yakını, gençlik örgütümüzün üyeleri ve parti çevremizde yer alan pek çok işçi ve emekçi tartışmalara katılmış, kararların oluşturulmasına katkıda bulunmuştur.
Bütün il örgütlerimizi kapsayan konferans sürecini değerlendiren Başkanlık Kurulumuz; aşağıdaki saptamaları yapmıştır:

KONFERANSLAR, SEÇİM SÜRECİ VE İTTİFAKLAR SORUNU
11 konferanslarımız, bir yandan “global kriz”in Türkiye’yi de tehdit ettiği ve büyük patronlar ve hükümetlerinin krizin faturasını emekçilere çıkarmaya çalıştığı, öte yandan Kürt sorununda, hükümet ve Kürt siyasi çevrelerinin “çözüm” politikalarının iflasının gözle görülür hale geldiği, ve bunların yanında, politik mücadelenin yoğunlaşacağı bir seçim döneminin arifesinde toplanmıştır.
Neresinden bakılırsa bakılsın, ’50’lerden başlayan ve ’90’larda yeni özellikler kazanarak gelişen tek taraflı emperyalist egemenlik sürecinin zafer “nida”ları yerini “küresel çöküş” feryatlarına bırakmıştır. Emperyalist-kapitalist sistem ideolojik iddialarını yitirmiş, ekonomik olarak çöküntü ile karşı karşıya kalmış; özgürlük ve demokrasi vaatlerinin yerini, “istikrar” önlemleri ve halkın iradesinin eskiden olduğu kadar bile siyaseti etkilemesinin önünü kesme çabaları almıştır.
Ülkemizdeki işbirlikçi tekelci burjuvazi ise, emperyalist tekellerin ihtiyacına da bağlı olarak, çok yönlü bir saldırı programı uygulamaktadır. Bu güne kadar kurulmuş bütün siyasal iktidarlar; IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist merkezlerin dayattığı ekonomik programı uygulayarak yığınları daha fazla açlığa, sefalete ve işsizliğe mahkûm etmektedirler. MGK’nın “28 Şubat Kararları” ile ilan ettiği yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Özelleştirme, esnek çalışma, sendikasızlaştırma vb. biçimlerde karşımıza çıkan bu saldırı programı sadece ekonomik alanla sınırlı kalmamakta, siyasal ve ideolojik boyut kazanarak genişlemektedir. Sermaye işçi sınıfının ve emekçi halkın tarihsel kazanımlarını gasp etmeyi ve önümüzdeki tarihsel süreci kendisi açısından dikensiz bir gül bahçesine dönüştürmeyi hedeflemektedir.
İşbirlikçi burjuvazi ve ülkeyi yöneten güç odaklan; uzun bir zamandan beri emekçilere karşı yürütülen saldırıların altyapısını oluşturacak ekonomik ve siyasal yeniden yapılanma gayreti içindedir. Ne var ki; ne sistemin temel dayanaklarından ve onun meşrulaştırmasının baş aracı olan parlamentonun sistemi yenileme gücü ne de 2000 yılındaki olağan seçimlere kadar ayakta kalma gücü kalmıştır. Bu yüzden, partiler arasındaki çatışmanın boyutlarının genişliğinin de katkısıyla 18 Nisan’da bir erken genel seçime mahkûm olunmuştur. Şimdi kurulacak bir seçim hükümetinin; sadece emekçilere karşı saldırının ertelenemez maddelerini (SSK’nın tasfiyesi, kamu emekçilerine grevsiz toplu sözleşmesiz yasa gibi) uygulamak için çaba harcayacağı anlaşılmaktadır.
Düzen partileri; ne ülkenin ne de halkın sorunlarını çözecek bir programı uygulamak amacıyla güç toplamak için değil; ama yıllardır uygulamaya çalışılan büyük patronların ve uluslararası sermayenin programını uygulamak amacıyla güç toplamak için seçime gitmektedirler. Dolayısıyla da; onlar için her şey bir oy daha fazla almaya endekslenmiştir.
İşçi sınıfının ve emekçilerin partisi olarak partimizin seçim programı, ülkenin ve halkın sorunlarının çözülmesi için yığınları mücadeleye seferber etmeyi amaçlamaktadır. Bu nedenledir ki; EMEP, seçim dönemini, halkın acil ekonomik ve siyasal taleplerini elde etmek için birleşip mücadele ettiği bir süreç olarak anlamaktadır. Parlamenter mücadele de; bu nedenle önem kazanmaktadır.
Partimiz için, parlamenter alan olarak ifade edilen mücadele alanı, işyerleri, üretim ve hizmet birimleri, semtler gibi, mücadelenin değişik bir alanıdır. Bu yüzden, günümüz koşullarında parlamenter alanda mücadele etmeyen, bu mücadele yeteneğini gösteremeyen bir partinin siyasal mücadelede başarı göstermesi beklenemez. Bu nedenledir ki; partimiz seçim dönemini, bir yandan parlamento ve yerel yönetimleri mücadelenin bir alanı, bir dayanağı, yeni bir imkânı; öte yandan partimizin politikalarının halk yığınları içine nüfuz etmesi, emekçi halkın talepleri uğruna mücadeleye sevk edilmesi ve partisi etrafında birleşmesinin bir fırsatı olarak görmektedir. Bu yüzden, seçim dönemi her bakımdan değerlendirilmesi gereken bir süreçtir.
Parti örgütlerimiz; seçim dönemi boyunca, haklarına sahip çıkma eğiliminde olan ve partimize şu ya da bu ölçüde yakınlık duyan her işçiyi, her emekçiyi mücadeleye katmayı, bütün ülkede, girilmedik sokak ve ev bırakmamayı hedeflemektedir.
Kısacası partimiz, genel ve yerel seçimlerden; kendisini geniş emekçi yığınlara tanıtmış, programını emekçiler arasında tartışmaya açmış ve seçimden sonra da değerlendirmek üzere birtakım mevziler (muhtarlıklar, belediye meclisi ve il genel meclisi üyelikleri, belediye başkanlıkları ve milletvekillikleri) kazanmış olarak çıkmayı amaçlamaktadır.
Pek çok ilde yapılan konferanslarda, seçimlerde gerçekleşebilecek muhtemel ittifaklar üstünde durulmuş, EMEP-HADEP-ÖDP ittifakının merkez olacağı bir ittifakın hem halk güçlerinin birliği hem de seçimlerde alternatif bir odak olma şansını yakalama bakımından önemli olduğuna dikkat çekilmiştir. Partimiz, konferanslarda dikkat çekilen nedenleri de göz önüne alarak seçimlerdeki ittifak politikasını belirlemiştir.
Ülkemizin ilerici, aydın, demokrat güçlerinin kendisinden başka partiler içinde de yer aldığının bilincinde olan partimiz, ÖDP ve HADEP’e seçimlerde ittifak çağrısı yapmış; seçim sürecini ilerici ve demokrat güçlerin birleşmesinin bir vesilesi olarak da değerlendirmek istemiştir. Ne var ki; her iki parti de bu çağrıya olumsuz yanıt vererek, ilerici, devrimci, demokrat güçlerin birliğinin, kalkın önüne pratik bir seçenek olarak çıkma fırsatını reddetmişlerdir.
Bu iki partiyle partimiz arasındaki görüşme sürecinde de açıkça ortaya çıkmıştır ki; bu partiler için ittifak girişimi sadece kendi tabanlarına yönelik, tabanlardan gelecek muhtemel baskılara karşı girişilmiş bir manevradır. Gerçekte ise; bir güç birliği için, tüm halkın sermaye, gericilik ve emperyalizm karşısında birleştirilmesi için adım atmak gibi bir dertleri yoktur. “Birliği”, seçim ittifakını sadece kendi hanelerine yazılacak, şurada burada “güçlüyüz” propagandası yapacakları bir olgu olarak görmektedirler.
ÖDP yöneticileri, daha baştan, “Biz seçime girmek zorundayız. Yoksa fesholacağız. Eğer bizim listelerimizden seçime girerseniz gelin. Yoksa biz yokuz” diyerek; açıkça, ittifak yapmaktan çok, “ittifak yapmamayı esas alan bir ittifak politikası” izlemiştir. Asıl sorun ise; ÖDP yönetimine hâkim olan kliğin, HADEP ve EMEP’le bir ittifakı kendi imajları için “sakıncalı” bulmasıdır. ÖDP yöneticilerinin sık sık “biz solcuyuz” demesi sadece boş laftır ve asıl yönelişleri biz “sistemle uyum sağlayabiliriz” biçimindedir. EMEP ve HADEP ile yapılacak bir seçim ittifakının bu uzlaşmacı imajı tehlikeye düşüreceği kaygısı taşımaktadırlar. Bu yüzdendir ki; ÖDP yönetimi HADEP ve EMEP’le görüşürken bile CHP ile muhtemel bir ittifakı düşünüyordu. Bugün de aslında CHP’den işaret beklediğini söylemek, kendileri için tek çıkış yolu olarak CHP ile yakınlaşmayı seçtiğini söylemek yanlış olmaz.
HADEP için ise; asıl olan “Avrupalılara bir güç olduğunu göstermek”tir. Seçimler, bunun için bir vesile olarak görülmektedir. Bu yüzden de örneğin EMEP’le ortak adaylar fikrini ya da bazı yerel yönetimlerde EMEP adaylarının desteklenmesini bile kabul etmeye yanaşmayan HADEP’in her kademedeki yöneticileri, “yüksek oy almanın Avrupa’da yankı uyandıracağı” varsayımıyla “birlik” istemektedir. Ama HADEP’in çatısı altında birlik! Oysa HADEP’le birlik, bizim için, Türk ve Kürt emekçilerinin kardeşliğinin sembolü olması bakımından önemliydi ve iki partinin ittifakı, Kürt ve Türk kökenli emekçiler arasına sokulmak istenen nifaka karşı bir tokat olacaktı. Ne var ki; HADEP yöneticileri lafta böyle bir ittifakı önemli gördüklerini söylerken, pratikte Avrupa’nın dikkate alacağı ve HADEP adına elde edilecek bir “yüksek oy”u daha çok önemsediğini göstermiştir.
HADEP ve ÖDP yönetimleri, birbirlerine ve partimize kendi partileri çatısı altında seçime katılmayı dayatarak, işçi ve emekçilerin ihtiyacı olan ittifakı engellemişlerdir.
EMEP, Türk-Kürt emekçilerin birleşmesini kolaylaştıracak, halkın birliğinin sağlanmasına hizmet edecek bir ittifakı samimiyetle isteyip gerçekleşmesi için elinden geleni yapmış olmanın iç rahatlığıyla, bundan böyle, halkın birliğini sağlamak üzere, kuşkusuz, yalnız bırakıldığı emekçilerin birlik ihtiyacını karşılama çabasını sürdürecektir.
Bizim ilerici, devrimci, demokrat güçlerin bir seçim ittifakı çerçevesinde birleşmesini içtenlikle istememizin başlıca nedeni, böyle bir birliğin, işçi ve emekçilerin birliği ve talepleri etrafında mücadelelerinin ilerletilmesine katkıda bulunma potansiyeli taşımasıydı. İlerici partilerin ittifakının EMEP’e rağmen gerçekleşmekten uzak olduğunun anlaşılması, şimdi artık doğrudan işçi ve emekçilerin kendi talepleri etrafında birleştirilmesi çalışmasında yoğunlaşılmasını zorunlu kılmaktadır.
İşçi ve emeklilerin birleştirilmesi, dün ilerici partilerin birliğinin zorlandığı koşullarda da bugün de, partimizin birlik sorununu ele alışının özünü oluşturmaktadır. Birlik politikasının temeli, partiler arası ittifakların da üzerinde yükseleceği temeli oluşturan sömürülen ve ezilen sınıflar arasındaki birliktir. Partiler arasında ittifakın imkânsızlaştırıldığı koşullarda, işçi ve emekçilerin doğrudan EMEP etrafında birleştirilmesi için çalışmak, tek doğru seçenektir. İttifak, artık işçilerin köylülerle, memurlarla, esnaflarla ittifakı olarak gerçekleştirilmek durumundadır. EMEP, iki partiden birliğe ilişkin yaklaşım ve dayatmalarını değiştirme yönünde işaretler gelmedikçe, bunun için çaba harcayacaktır.

SEÇİM SÜRECİ BOYUNCA AJİTASYONUMUZUN KONUSU OLACAK OLGULAR
Konferanslarımız, seçimlere doğru giderken emekçilerin gündeminin hangi olgular tarafından biçimlendirildiğini tartışmış bu olguların belli başlılarını şöyle belirlemiştir.
1) Devlet kuruluşlarında çalışan 500 bini aşkın işçinin TİS görüşmeleri vardır. Bu, en azından TİS talepleri için birleşecek 500 bin işçi demektir ki; eğer sistemli bir ajitasyon yapmayı başarırsak bu, tek vücut olarak hareket edecek 500 bin kişi demektir. Bu çok büyük ve bütün hesapları ve “dengeleri” altüst edebilecek bir güçtür.
Uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçilerinin hedefleri ile “kriz” göz önüne alındığında; TİS sürecinin, öyle kolay bir süreç olmayacağını söyleyebiliriz.
Partimiz açısından TİS sürecinin anlamı, TİS’in sürdüğü KİT’lerde ajitasyonu yoğunlaştırmaktır. Bu kurumların aynı zamanda özelleştirme tehdidi altında kurumlar olduğu da düşünüldüğünde, TİS mücadelesinin “özelleştirmeci partilere oy yok”, “sınıf haklarına saldıranlara oy yok” sloganlarıyla birleştirilmesi önem kazanacaktır.
Muhtemelen seçim süreci boyunca işçiler aynı zamanda TİS mücadelesi içinde olacağından, bu iki mücadele alanının birleştirilmesi son derece önemli olacaktır. Partimiz bunu yapabilecek tek parti olarak tarihsel bir sorumluluk yüklenmektedir.
2) Seçim sürecinin, “global kriz”in etkilerinin bütün sektörlerde daha çok ve daha derinden hissedileceği bir dönem olması kuvvetle muhtemeldir. Bu ise; seçim sürecinin işten atmalar, zorunlu izinler, ücret düşmeleri, esnek çalışmanın fiilen uygulamaya sokulma girişimlerinin artması süreci de olacağı anlamına gelecektir. Dahası kriz, tüm emekçilerin geçinme koşullarını çok daha ağırlaştıracaktır. Dolayısıyla süreç; sistemin teşhiri ve geniş emekçi kesimlerin iş ve ekmek mücadelesi temelinde düzen partilerine karşı tutum almaları ve partimizle daha yakınlaşmalarıyla ilerleyen bir süreç olma imkânı taşımaktadır.
Parti örgütlerimiz, bütün il ve ilçelerde, semtlerde, üretim ve hizmet birimlerinde, hükümet ve egemen sınıfların krizin faturasını halka çıkarma çabalarını teşhir etmek, krizin yükünü patronlara, tekellere yıkmak için gereken önlemlerin alınmasını savunacaktır.
Bu çerçevede;
a-) Özelleştirmelere daha yüksek bir sesle hayır demeye devam edeceğiz. Özelleştirmeler durdurularak, KİT’lerin modernleştirilmesi, kapasitelerinin genişletilmesi ve yeni yatırımlar için bütçeden pay ayrılması talebi öne çıkarılacaktır.
b-) Ücretleri düşürme girişimleri ve “sıfır zam”mı kabul etmemek, işten çıkarmalara karşı mücadele, ücretsiz izinlere hayır demek, krizin yükünü reddetmenin pratik sonucu olacak biçimde ele alınacaktır.
c-) İşçilerin, kamu emekçilerinin, köylülerin durumlarının düzeltilmesi ve krizin emekçiler üstündeki etkisinin azaltılması için bütçe kaynaklarından pay ayrılması önemli bir talep olarak öne çıkarılacaktır.
d-) Büyük patronlara ve tekellere servet aktarımına yol açacak vergi iadesi, teşvik ve diğer devlet desteklerine ayrılan payların emekçi kesimlere aktarılması için mücadele edilecektir. Büyük patronların ve tekelci kuruluşların muhtemel kriz zararlarını kendilerinin daha önceki birikimlerinden karşılaması savunulacaktır.
e-) Kriz gerekçesiyle iç ve dış borç faiz ödemelerinin durdurulması, iç ve dış borç ödemelerinin ertelenmesi (bütçenin yarısına yakın bir yekûn tutan bu meblağ ile hem krizin getireceği yük hafifletilebilir hem de halkı krize karşı koruyacak önlemler için kaynak sağlanabilir) ajitasyonuna hız verilecektir.
Ve elbette seçim döneminin özellikleri göz önüne alınarak; düzen partilerinin “kriz çözümlerinin” halk düşmanı niteliği teşhir edilecek, “Patronların ve tekellerin hizmetkârı partilere oy yok” şiarı yaygınlaştırılacaktır.
Elbette işçilerin, emekçilerin acil ekonomik talepleri önemlidir. Ama bu talepler kriz koşullarında sadece önemli değil hayatidir de. Burada, asla “ekonomizme düşme” kaygısı gütmeden, parti örgütlerimiz, en geniş yığınlar arasında bir ekonomik ajitasyon faaliyetini, partimizin tanıtımı ve şiarlarının yayılmasını, kentlerde, köylerde, üretim ve hizmet birimlerinde, organize sanayi bölgeleri ve sanayi siteleri gibi krizin yıkıcı sonuçlarının çok daha açık görüldüğü ve görüleceği alanlarda daha özel bir çalışma yapmayı önlerine görev olarak koyacaklar, il ve ilçe örgütlerimiz bu özel ajitasyonun yürütülmesinde bu tür alanlarda çalışan örgütlerimize yardımcı olacaktır.
3) Irak’a karşı İncirlik’in kullanılması: Körfez Savaşı’ndan beri Türkiye’nin adım adım Körfez batağına sürüklendiği göz önüne alındığında, bölgedeki gelişmelerin Türkiye’yi yakından ilgilendirdiği ortadadır. Yılda birkaç kez gündemin başına oturan Irak’a karşı yeni bir emperyalist saldırı, Türkiye ve Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadelenin, emperyalizmin Ortadoğu planlarına karşı mücadelenin önemini daha da derinden hissettirmektedir. Kuzey Irak’a yönelik Türkiye’nin giriştiği askeri harekâtın sıklaşması, İncirlik’in daha aktif olarak kullanılmaya başlanması, Türkiye-İsrail Anlaşması’nın Türkiye’yi sürüklediği pozisyon anti-emperyalist mücadele görevlerini, partimizin bu alana yönelik dikkatinin yoğunlaştırılmasını zorunlu kılmaktadır. Özellikle, son aylarda Körfez’deki gelişmeler, Amerika’nın bölgeye müdahale etmek için bahanelerini çoğaltması; önümüzdeki dönem Körfez ve Ortadoğu’ya dönük Amerikan planlarını teşhir etmeyi ve Türkiye’yi maceraya sürükleme girişimlerine karşı mücadeleyi öne çıkaracaktır. Dolayısıyla seçim sürecinde, aynı zamanda ABD’nin Irak ve Ortadoğu’daki egemenlik mücadelesi merkezli ama aynı zamanda Türkiye’nin bağımsızlığının öne çıktığı bir ajitasyon zorunlu olacaktır.
Pek çok il ve ilçe konferansının, emperyalizmin Ortadoğu planları ve Türkiye’nin bağımsızlığı çerçevesinde konuyu ele alması elbette ki Partimizin soruna karşı hassasiyetini göstermesi bakımından önemlidir. (Nitekim konferanslarımızdan hemen sonra ABD’nin İngiltere’yi de yanına alarak Irak’a karşı giriştiği saldırının arkasından olaylar hızla gelişmiştir, incirlik Üssü’nün son bir ay içinde defalarca Irak’ı bombalamak için kullanılmış olması, Türkiye’nin muhtemel bir Körfez savaşında savaşa, ABD ve İngiltere’nin yanı sıra üçüncü güç olarak sürüklenme riski son derece artmıştır. Öte yandan Irak’a karşı yeni bir Amerikan askeri operasyonu da gündemin ön sıralarına çıkmıştır.)
4) Kürt sorunu: Konferanslarımızda ele alınan sorunlardan birisi de Kürt sorununun bugün kazandığı boyut ve partimize düşen sorumluluktu. Özellikle konferanslar sırasında Öcalan’ın Roma’ya gitmesi ve sorunun kamuoyu gündeminin günlerce başında yer alması, tartışmaların bu alanda daha derinlemesine yapılmasına da vesile oldu. Çünkü Kürt sorunu devasa bir sorun olarak önemini korumaktadır ve ister istemez seçim döneminde de her adımda Kürt sorunu ve çözümüne ilişkin sorular gündeme gelecektir. Bunun da ötesinde partimiz, Kürt ve Türk emekçilerin birliğini sağlama ve Kürt sorununun halkların kardeşliği temelinde, halkçı, demokratik çözümü için gereken çabayı gösterecektir. Seçimler bu çabanın Türk emekçileri içinde yoğunlaştırılması için bir vesile teşkil edecektir.
Kürt siyasi çevrelerinin, Kürt sorununun çözümünde yeni sloganı; “Diplomatlaşalım” kavramıyla özdeşleştiriliyor. “Diplomatlaşalım”, “Ordulaşalım”, “Devletleşelim” gibi tümel kavramlar kulağa hoş geliyor. Ama bu kavramlarda içselleştirilen pratiğin, milyonlarca Kürdün sorunlarına ne kadar çözüm getirdiği tartışmalıdır.
Son 15 yıl göz önüne alındığında şu söylenebilir ki; Kürt sorununa “silahlı” ya da “silahsız” bir çözüm açısından öne çıkan Kürt siyasi çevreleri; hep Kürt sorununu Kürtlere anlatmayı, dolayısıyla “ortalama bir Kürt’ün hoşuna gidecek “sesler” çıkarmayı amaçladılar. Örneğin barıştan en çok söz edildiği dönemde bile, Türk çoğunluğun duygu ve düşünceleri hesap edilmedi. Soruna getirilen çözüm, öne sürülen taleplerin ortaya konuş tarzı ve formüle edilmesinde bu çoğunluğu “davaya kazanmak” amaçlanmadı. Tersine, “daha çok ceset”in geniş köylü yığınları ve emekçi kesimlerde “savaşa hayır” sesleri ve dolayısıyla “barış isteği” uyandıracağı varsayıldı. Savaş alanından gelen cesetlerle, belki bir bakıma “Neden ölüyoruz?”, “Neden zengin çocukları değil de fakir fukaranın çocukları ölüyor bu savaşta?” gibi sorular gündeme geliyor; belki bu savaş bir an önce bitsin diye asker aileleri, askerlerin telef olmasını istemeyen insanlar savaşa karşı duygular besliyorlardı; ama bundan daha çok da; Kürt düşmanlığı yayılıyordu. Resmi ve sivil şovenist ırkçı propaganda merkezleri, sürekli olarak iki halk arasında düşmanlık tohumları ekecek bir kışkırtma tarzını benimsedi. Bunun ise; barış isteğinden çok intikam isteğini, iki halk arasında bir çatışmaya yol açacak boyutlarda olmasa da hoşnutsuzluğu, bir başka vesileyle çıkacak çatışmaların büyüyeceği bir gerginliği giderek artırdığını kabul etmek gerekir. Öcalan’ın İtalya’ya gitmesiyle başlayan PKK ve İtalya karşıtı kampanyanın etkili olmasının nedeni de bu biriktirilen, büyütülen ayrılık tohumlarıydı.
PKK şimdi “artık diplomatlaşalım” diyor. Öcalan, “diplomasinin başına geçmek için eski unvanlarından vazgeçiyor. Diğer Kürt siyasi çevreleri de; bu durumu hem PKK’nin kendi platformlarına gelmesi olarak sevinçle karşıladı, hem de kendi alanlarında daha geniş bir inisiyatif kazandıklarını düşünerek geleceğe daha umutlu bakan bir pozisyon edinme çabasına girdiler.
Şu açık bir gerçek ki; bugün gelinen aşamada, Kürt siyasi çevrelerinin ana sloganlarını “diplomatlaşalım” kavramı özetliyor. Bununla sözü edilen, Avrupa platformlarında Türkiye’yi sıkıştırma esaslı bir politikanın temel alınacağıdır. Ve ilk bakışta; Türkiye ile AB arasındaki diğer sorunlar dikkate alındığında, bu politikanın Avrupa nezdinde de puan toplaması söz konusudur. Ama Kürt sorununun çözümüne bu yaklaşım ne kadar yarayacaktır, bu tartışmalıdır.
Kürt sorununun bir uluslararası yönü yok mudur? Elbette vardır. Sorun; İran, Irak, Suriye ve Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmesi nedeniyle uluslararasıdır. Ayrıca bölgede çıkar ve hegemonya peşinde koşan emperyalistlerin de taraf olması nedeniyle uluslararasıdır. Ama soruna kendi pozisyonu ötesinde bir uluslar arasılık biçmek, daha da kötüsü Kürt sorununu “Avrupa sorunu” olarak nitelemek; sadece Türk emekçilerini değil Kürt emekçilerini de sorunun dışına itmek, inisiyatifi Avrupa platformlarına vermek olur. Ama açık ki; bu, tehlikeli bir gidişattır. Ve diyebiliriz ki; Kürt sorunu son 15 yılda hiçbir dönem bu kadar büyük tehlikelerle karşılaşmamıştı.
Gerçekte ise; sorunun halkçı, demokratik, halkların kardeşliği temelinde çözümünün tek bir koşulu vardır; bu da Kürt sorununu Türkiye halkının sorunu haline getirmektir. “Kürt sorununu Avrupa’nın sorunu yapmak” tezine karşı; “Kürt sorununu Türkiye halkının sorunu yapmak” teziyle çıkmak gerekmektedir. Burada da görev partimize düşmektedir.
Şu gerçeği görmek gerekmektedir ki; sorunun Türkiyelileştirilmesi; her şeyden önce Türk şovenizmine karşı, emekçiler arasındaki geri, milliyetçi düşüncelere karşı mücadeleyi ön şart olarak koşar. Partimiz, önümüzdeki süreci, özellikle seçimleri Kürt emekçileriyle de birleşme süreci olarak önüne koymuştur. Birçok ilimizde, gerek uzun zamandan beri gerekse son saldırılar sonucu köyünü, kentini terk etmiş yüz binlerce yoksul Kürt vardır. Bunlar bir yandan Türk şovenizminin baskısı altındadır, öte yandan Kürt milliyetçi çevreleri tarafından kapalı av alanı gibi görülmektedir. Bu duruma son vermek; Kürt ve Türk emekçilerinin birliği, Kürt sorununun çözümü konusunda partimizin politikalarını bu yüz-binlerce Kürt emekçisi arasında yaymak, görüşlerimizi tartışmaya açmak, bu kitleleri mücadelenin içine çekerek, Kürt olmalarının yanı sıra ve belki ondan da fazla emekçi olduklarını hatırlatacak bir hatta ve mücadeleye çekmek önümüzdeki dönemde önemlidir. Ancak; ilçe konferanslarında bazı arkadaşlarımızın da özel vurgu yaptığı gibi, asıl sorunumuz, özellikle de il örgütlerimiz için asıl sorun; Kürt sorununun Türk emekçiler arasında benimsenip çözümü yolunda ilerlenebilmesi için sendikalara ve diğer kitle örgütlerinin, Türk emekçi yığınlarının ağırlıklarının konmasıdır. Diyebiliriz ki; asli görevimiz, Kürt sorununu Türk emekçilerine anlatmak; Kürt sorununun, sadece Kürt emekçilere yardım, enternasyonal bir dayanışma değil aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı ve Türk kökenli emekçiler içinde demokrasi mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olduğunu kavratmaktır. Açıktır ki; Kürtlerin ezildiği bir sistemde Kürt sorununun bu tarz savunulması ve mücadele edilmesi Türk kökenli emekçilerin demokratik haklarında bir ilerlemenin, demokratikleşmenin başarılmasının da ön koşuludur.

SERMAYE GÜÇ TOPLAMAK İÇİN SEÇİME GİDİYOR
Sermaye ve partileri; seçimlere, tek bir program etrafında şekillenmiş birçok parti ile girmektedir. ANAP, DYP, CHP, DSP, FP, DTP gibi partiler, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçilerinin programıyla seçimlere katılmaktadır. Barış Partisi’nden ÖDP’ye kadar seçime giren diğer partiler ise; programlarının önemli bir yanıyla; kimisi özelleştirmeciliği ile kimisi liberalizmi ile kimisi kerameti kendilerinden menkul bir sosyalizm lafazanlığı ile düzenle bütünleşme eğilimini taşıyan partilerdir.
Bu nedenle de partimizin programının ve politikalarının halk yığınlarına tanıtılıp, halk arasında tartışmaya açılması; diğer partilerden farkının anlaşılması son derece önemlidir. Çünkü en azından “çok partili döneme geçilmesinden beri” bütün partiler, halka mutlu bir gelecek, eşitlik, demokrasi, özgürlük vaat etmişlerdir. Bu nedenledir ki; partimizin diğer partilerle farkını anlatması, bunu sadece sözle anlatması oldukça güçtür. Hele, emekçilerin yıllardır içinde ya da çevresinde bulundukları düzen partilerinden kopma eğilimine girdikleri bir dönemde partimizin diğer bütün partilerin seçeneği, yeni bir odak olarak kendisini ortaya koyması son derece önemlidir.
Konferanslarımızda konu, partimizin kitleselleşmesi ve yerelleşmesi çerçevesinde de ele alınmış olup partimizi diğer partilerden ayıran ana özellikleri öne çıkaran bir ajitasyonun faaliyetimiz içinde oldukça ağırlıklı olması istenmiştir.
Seçime giderken, ama konferanslarımız bittikten sonra kurulan Ecevit hükümetinin işçilere emekçilere bir saldırı hükümeti olacağının belli olması, konferanslarımızın dikkat çektiği; “seçimler ve egemenlerin güç toplaması” arasındaki ilişkiyi doğru kurduğumuzu şimdiden göstermiştir. Çünkü bu hükümet, daha kuruluş aşamasında programında yer vereceği üç maddeyi ilan etmiştir. Bu maddelerden birincisi SSK’nın tasfiyesidir (IMF ve büyük patronların isteği). İkinci önemli maddesi; grevsiz, toplu sözleşmesiz kamu emekçileri sendika yasasının çıkarılmasıdır. (Kamu Sen gibi devlet güdümlü ve MHP yönetimindeki kuruluşun isteği), Üçüncüsü ise seçimdir. (Tansu Çiller’in şartı)
Demek ki; partimiz, demokratik ve bağımsız bir Türkiye mücadelesini; yukarıda belirlediğimiz gelişmelerin etkilediği bir ortamda ilerletecektir.

KONFERANS SONUÇLARI ÜZERİNE
İçinde bulunduğumuz tarihsel süreç partimizden ve onun tüm örgütlerinden önemli görev ve sorumluluklar beklemektedir. Tam da böyle bir ortamda konferanslarımızın toplanmış olması anlamlı ve yerinde olmuştur.
Partimizin bütün politikalarının ve bütün çalışmasının temel amacı yığınların aydınlatılması ve işçi sınıfının, emekçilerin bilincinin “kendisi için bir bilinç” halini almasıdır. Çalışmamızın asıl yönünü belirleyen budur. Bu durum aynı zamanda devrimci bir işçi kitle partisi olarak partimizin varlık nedenidir de. Böyle bir bilinçle toplanan il ve ilçe örgütlerindeki konferanslarımızda; bir yandan zaaflarımız da ortaya çıkarken diğer yandan da partimizin, tarihsel misyonuna uygun bir pozisyonu tutacak potansiyeli bünyesinde taşıdığı ortaya çıkmıştır.
Bazı eksiklerine karşın il konferanslarımız, örgütümüzün çalışmasında ve yöneliminde değiştirici ve dönüştürücü bir rol oynamıştır. Örgütlerimiz, 1. Kongremizden bu yana geçen yaklaşık bir buçuk yıllık faaliyetleri üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Birim örgütlerinde başlatılan konferans süreci, örgütlerimizin eksikliklerini görmelerine ve yenilenmiş bir irade ile harekete müdahale etme yeteneği kazanmalarına yardımcı olmuştur. Hemen bütün illerde, birçok alanda dağınık parti üye ve çevrelerinin birim örgütü olarak örgütlenmesi sağlanmıştır. Yine partimizin gençliğe yönelik çalışması konferans süresince yeniden ele alınmış; partimizin gençliğe sahip çıkıp onu parti ruhuyla eğitmesi, onun bağımsızlığına ve inisiyatifine özen göstermesi öne çıkarılırken, gençlik temsilcilerimiz de; gençliğin bütün alanlarda partiye hizmet için yetiştirilmesi çabası içinde olduklarına vurgu yapmıştır. Konferans süreci boyunca, gençlik ve parti ilişkisinin doğru kavranıp, ilişkinin doğru kurulması için partimizde bir kültür ve geleneğin oluşturulmasına katkı yapacak belirlemeler yapılmıştır.
Parti içi yaşantının düzenlenmesi, parti normlarının çalışmamızda ve partililerimizin yaşantısında egemen hale delmesi, eleştiri-özeleştiri silahının devrimci bir tarzda kullanılması gibi temel sorunlarda parti örgütlerimiz tartışmalar yapmış, doğru bir eleştiri-özeleştiri mekanizmasının yerleştirilmesinin önemine dikkat çekilmiştir. Pek çok parti örgütümüz için konferanslarımız bu mekanizmanın yerleştirilmesinin başlangıcı olmuştur.
Elbette ki; konferanslarımızda sorunların ele alınışı, çözümlerin tartışılması, tartışmaya katılan kitle bileşimi değişik boyutlarda ve değişik niteliklerde olmuştur. Ancak; şunu güvenle söyleyebiliriz ki; partimiz gerek kendi “iç sorunları”nın gerekse sınıf mücadelesinin sorunlarının tartışılacağı bir platform kazanmıştır. Dolayısıyla konferanslarla oluşturduğumuz kürsüyü kullanmaya devam etmek; pek çok sorunu tartışmak, sonuçları ilçe, il, hatta birimlerimizde bütün partiye mal etmek için konferanslar toplamaya özen göstermek, hemen pek çok il ve ilçemizdeki taleplerdendir.
İl ve ilçe konferanslarımızdaki tartışmalardaki genel sorunlardan birisi ise, “çalışmanın yerelleşmesi” ile ilgilidir. İl, ilçe ve birimlerdeki çalışmanın özel çelişkilerin analizine dayanmamasının çalışmanın genel kalmasına yol açtığı tespit edilirken, bunun kitleselleşmenin, yerel imkânlardan yararlanarak partimizin halkla bütünleşmesinin önünde engel teşkil ettiği tespiti yapılmıştır. İllerimiz, ilçelerimiz ve birimlerimizin kendilerini örgütlü oldukları alandaki partinin kendisi olarak görme, buradaki her tür kararı alma hakkını kendilerinde görme, soruna bu güvenle el atma yerine hep “merkezden emir bekleme” anlayışının etkisi altında kalması, örgütsel çalışmada başlıca sorunumuz olarak değerlendirilmiştir. Pek çok il ve ilçedeki birim konferanslarımızda konu değişik boyutlarıyla incelenmiştir. Umuyoruz ki; konferanslarımız bu başlıca zaafımızın aşılması için bir başlangıç, seçim süreci ise bunun fiiliyata uygulanması için bir fırsat olacaktır.
Konferanslarımız, asıl olarak il, ilçe ve birim örgütlerimizin bu iddialı pozisyona geçebilmesi için bir vesile olmalıdır. Bu amaçla ilçe örgütlerimizin faaliyetlerine yakından yardımcı olunacaktır.
Bu çerçevede;
1-) İllere, ilçelere, birimlere daha geniş bir inisiyatif tanınması, çalışmanın yerelleşmesi ve ilçedeki birimlerin ve kadın, gençlik, kamu emekçisi gibi bütün çalışma alanlarının ilçelerde merkezileştiği bilincinin geliştirilmesi için gayret gösterilmesi önemlidir. Dahası bu bilinçle; il ve ilçe örgütlerimizin, kendi il ve ilçelerinin özelliklerini dikkate alan bir çalışma yapmayı, her il ve ilçenin kendi “ayrılığını” hissettirecek kadar çalışmayı yerelleştirmesi gerekmektedir. Çünkü partimizin kitleselleşmesinin ön koşulu çalışmanın il, ilçe ve birimler düzeyinde yerelleşmesidir. Yerelleşemeyen bir çalışmanın kitleselleşmesi mümkün olamaz.
Birim örgütlerimiz, kendi birimlerinin güncel çelişmelerini doğru tespit edip, bu çelişki etrafında tüm kitleyi örgütleyen kitle örgütleri çıkaran bir tarza yönelmelidir. Özellikle büyük hizmet ve üretim birimlerinde “işçinin işçiyi, emekçinin emekçiyi örgütlediği bir tarz” egemen hale gelmelidir. Örneğin bir işyerinde sendika bürokrasisine karşı, bir başka işyerinde özelleştirmeye, bir başkasında da esnek çalışmaya karşı işçileri örgütlemek ve işçileri diğer işçileri, yerine göre semt halkını örgütlemek için seferber etmek, kimi bildirileri bu isçi-emekçi örgütleri adına çıkarmak önemlidir.
2″) İllerde ve İlçelerde üye yazımı ve aidatların düzenli bir biçimde toplanması örgütlü bir parti faaliyetinin en önemli göstergesidir. Bundan böyle üye yazımı sürekli hale getirilecektir,
3-) Merkez illerimizi, il yöneticilerimiz ilçe örgütlerini, ilçeler birimleri yakından denetleyecek, örgütlerimizin motive edilmesi için özel çaba harcanacaktır.

ÖRGÜTSEL YÖNELİŞİMİZ VE KONFERANS
Büyük iller de dâhil, pek çok ilde; konferanslarda tartışmaya katılan delegelerin sonuçları ele alış tarzı; parti politikalarını kavrayış düzeyi göz önüne alındığında şunlar söylenebilir:
1-) Partimizin kendine has orijinalitesi yeterince anlaşılamamıştır. Bu yüzden de kimi partililer, tümüyle “kadrolar”dan oluşan bir partinin normlarıyla EMEP’i değerlendirirken, kimi arkadaşlarımız da; partinin “kitle partisi karakterini” liberal, şekilsiz, üyelerinin keyfine göre davrandığı bir parti olarak kavrayan anlayışı yansıtmışlardır. Bu kavrayış kendisini “siyasi mücadele”, “ekonomik mücadele”, “ekonomizm”, “sendikalizm” gibi konularda da göstermiş, ilçe ve il konferanslarında pek çok konuşmacı arkadaş, parti çizgimiz ile mücadele ettiği anlayışlar arasındaki farkı kavramada yetersiz kaldığını gösteren konuşmalar yapmışlardır. Oysa daha kuruluş sürecinden başlayarak, partimiz, bir yandan bütün hayatını mücadeleye vermeye hazır sosyalistler ile henüz şu ya da bu düzen partisinden kopmuş ve EMEP’e salt düzene ve partilerine duyduğu nefret nedeniyle katılmış emekçilerin bir arada bulunduğu bir partidir ve partimiz bu özelliği uzunca bir zaman koruyacaktır. Bu yüzden de partimizin orijinalitesini oluşturan bu özellik son derece önemlidir. Dolayısıyla partimizin iç düzenlemesinden partililer arasındaki ilişkiye, partinin iç eğitiminden yığınlarla ilişkisine, partililerin mücadele içindeki yer alışları ve bu üyelere uygulanacak normlara kadar pek çok konuda bu orijinalite son derece önemli bir rol oynar.
Bu orijinalite, geleneksel sol parti anlayışına ve liberal eğilimlere karşı mücadeleyi ön koşul olarak önümüze görev koymaktadır. Bu amaçla, partimiz, orijinalitesinin kavranması için iç eğitim faaliyetini hızlandıracak, kuruluşundan bu yana gelişim ve mücadele çizgimizin değerlendirilmesi ışığında bu orijinalitenin kavranması için, yayın organlarımız ve parti içi eğitimin bütün imkânları kullanılacaktır.
2-) Parti içi eğitim konusunda yürüttüğümüz çabaların yetersiz olduğu konferanslarda daha açıkça ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de parti içi eğitim faaliyetinin hem daha düzenli sürmesi, hem de daha kapsamlı hale getirilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede;
a-) Bugüne kadar bazı illerimizde kesintiye uğrayarak da olsa sürdürülen, ülke ve dünyadaki politik ve ekonomik gidişatın kavranması ve bu gelişmeler ışığında partimize düşen görevleri belirlemekle sınırlı eğitim faaliyetinin hızla birimlere indirilmesi ve düzenli bir biçimde sürdürülmesi son derece önemlidir. Partimize yeni katılanlar ve eski üyeler için bu eğitim bir yandan parti içindeki irade birliğinin öte yandan gündelik çalışmanın temel ihtiyacıdır. Bütün birimler ve bütün parti üyeleri bu eğitim faaliyetine katılacaktır.
b-) Parti içi eğitimin bir diğer yönü, sınıflar mücadelesinin teorisine, tarihine ve pratiğine dair parti üyelerimizin eğitilmesidir. Üniversite gençliği başta olmak üzere parti kadrolarımızın bilinç ve entelektüel düzeyinin yükseltilmesi, bunun için imkânlarımızın seferber edilmesi önümüzde bir görev olarak durmaktadır.
c-) Kültür ve bilim çevrelerinin birikiminden yararlanarak partimizin eğitim düzeyini yükseltmek, parti içi eğitim faaliyetinin diğer bir unsuru olarak işlev görecektir. Bu, aynı zamanda bilim ve kültür çevrelerinin emekçilerle ilişkisini, partimizin bilim ve kültür çevreleriyle ilişkilerini geliştirmesi için bir vesile olacaktır. Örneğin “Üçüncü köprü” ya da bir “şehircilik” sorunu konusunda partinin bilgilendirmesi için mimarlık fakülteleri ve mimarlar odasından gelecek uzmanlar partililerin eğitimine katkıda bulunabilir. Ya da örneğin Türkiye-Irak ilişkileri ve Ortadoğu’daki güç ilişkileri konusunda üniversitenin öğretim üyelerinden, konunun uzmanlarından (partili olmayanlar da dâhil) yaralanabileceğimiz bir eğitim tarzını da giderek sürekli hale getirmemiz gerekmektedir.
3-) Bütün konferanslarda üstünde en çok durulan konuların başında “denetim”den şikâyetler gelmektedir. Her kademedeki parti yöneticileri ve yönetim organları bu “mesajı” almış, kendi üstüne düşeni yapmak için gereken düzenlemeyi yapmayı önlerine koymuş olmalıdır. Dahası; salt denetim de değil; EĞİTİM-GÖREV KOYMA-DENETİM sürecini ifade eden formülasyonu dönemin ana sloganı olarak belirlemelidir. Parti merkez örgütümüz de bu konu üstünde hassasiyetle duracaktır.
4-) Çalışmamızı zaafa uğratan başlıca sorunumuz olarak sistemli, günlük ve kesintisiz bir ajitasyonu başaracak bir çalışma ritmine ulaşamamış olmamız, bütün konferanslarımızın ortak saptaması olarak ortaya çıkmıştır. Bunun giderilmesi ve partimizin amaçlarının gerektirdiği bir ajitasyon düzeyini yakalamak için gereken önlemler alınmalıdır. Bu konuda gazetemiz temel örneğimiz olmalı, aynı zamanda günlük çalışmanın kılavuzu ve yönlendiricisi olarak kullanılmalıdır.
5-) Bütün illeri kapsayan konferansımız ilk konferansımızdır. Ancak; belirlenmiş üç temel üstünde yükselmesi istendiği halde, ilk konferans olması ve dönemin özelliği nedeniyle de birimler ve ilcilerde değilse de illerde fazla “genelleşmiş”tir. Oysa konferansların yararlı olmasının ilk koşulu, özel bir konuya ayrılmış olmasıdır. Bu yüzden de bu ilk konferanstan aldığımız güvenle söyleyebiliriz ki; partimiz çeşitli sektörlerde, belirlenmiş konularda konferanslar da yapmalıdır. Örneğin; “Büyük fabrikalardaki çalışmanın sorunları”, “A ilçesindeki belediye sorunlarına ilişkin mücadelenin talepleri” gibi sınırlanmış ve sadece bu alanda çalışan kişileri kapsayan konferanslar düzenlenebilir ve il örgütlerimiz, merkezle ilişki içinde bu türden konferanslar düzenleyebilirler. Bu konferanslar hem sorunları tartıştığımız hem de deneyim aktardığımız mekanizmalar olarak işlevsel olabilirler.
6-) Konferanslarda karar haline gelen ya da pek çok konuşmacı tarafından dile getirilen konulardan birisi de, partimizin kendine has bir kültür oluşturması için yönetici organlara yapılan çağrıdır. Partimizin kendi normlarını ve canlı bir parti içi yaşam oluşturması elbette çok önemlidir ve i ve ilçe örgütlerimize burada son derece önemli bir görev düşmektedir. Dahası, bütün üyelerimiz böyle bir yükümlülükle karşı karşıyadır.
Elbette sistemli ve kesintisiz ajitasyon yapan bir parti, aynı zamanda eleştiri-özeleştiri mekanizmasını doğru kullanan bir parti olduğumuz ölçüde, partimiz kendi disiplin ve çalışma normlarını da oluşturacaktır. Öyleyse il ve ilçe örgütlerimiz, tüm üyeleri içinde ortak is yapma bilincini, bunu sürekli kılmanın yanı sıra, çalışmasından öğrenme yöntemi olarak özeleştiri ve eleştiriyi benimseyen bir parti fikrini emekçilere, isçi sınıfına karşı sorumluluk bilinciyle birleştirmeye özen gösterdiği ölçüde, partimizin normları netleşip herkes için kılavuz haline gelecektir. Bu bilinçle il ve ilçe örgütlerimiz, partinin yığınlara yönelik çalışması ve sorumluluğu ile iç yaşamı arasındaki çelişmeyi kaldırmayı asli işlerinden birisi olarak ele almalıdır.

KONFERANS, SORUNLARIN ÇÖZÜM YOLUNU GÖSTERDİ
Eksikleri bir yana il konferanslarımız 1. Kongremizden bu yana geçen süreci ve yürütülen örgüt çalışmasını değerlendirmekle yetinmedi aynı zamanda önümüzdeki sürece yönelik değerlendirmeler yaparak sonuçlar da çıkardı. Yine örgütümüz Konferans’la birlikte, ihtiyaç duyulan ve olanaklı olan pek çok örgütte kendisini yeni kadrolarla yenilemiştir. En önemlisi de partimiz, her sorunu tartışıp çözebileceği bir araç edinecek olgunluğa geldiğini göstermiştir.
Umuyoruz ki seçim dönemi, bütün zaafları aşıp EMEP’in adına ve kuruluş şiarlarına uygun bir parti haline gelmemiz için vesile olacaktır. Tüm il, ilçe örgütlerimiz ve üyelerimizin de aynı bilinçle görevlerine sarılacağına inanıyoruz. Bütün yukarıdaki tespitleri, önümüze koyduğumuz görevleri, seçim dönemi gibi yığınların kulaklarının politikaya açık olduğu bir dönemde hayata geçirmekle karşı karşıya gelmemiz elbette ki büyük bir şanstır. Bu şansı doğru değerlendirdiğimiz ölçüde partimiz her birimizin şikâyetçi olduğu sorunları hızla aşacaktır.
Seçimlerden kitlesel ve programı geniş emekçi yığınlar arasında tartışılan ve bir ayağını parlamentoya, diğerini yerel yönetimlere atmış bir EMEP olarak çıkmak için haydi görev başına!
Her biriminde halkla, işçi sınıfıyla bütünleşen bir EMEP için haydi görev başına!
2. Kongresini kitleselleşmiş bir EMEP’le yapmak için haydi görev başına!

BAŞKANLIK KURULU

Şubat 1999

Burjuva parlamentolara katılmalı mı?

Alman “radikal” komünistleri, bir sorunu en büyük küçümsemeyle -ve büyük bir hafiflikle- ele almakta ve hayır!- diye yanıtlamaktadır. Nedenleri nedir peki? Yukarıda aktarılan pasajda şöyle deniyor:
“… Tarihsel ve siyasal bakımdan ömrünü doldurmuş olan parlamentarizmin mücadele biçimlerine her türlü geri dönüş… kesinlikle reddedilmelidir.”
Bu gülünçlüğe varan bir kendini beğenmişliktir ve açıkça yanlıştır. Parlamentarizme “geri dönüş”! Yoksa Almanya artık bir Sovyet Cumhuriyeti mi? Herhalde değil! Öyleyse bir “geri dönüş”ten nasıl söz edilebilir? Bu bir safsata değil midir?
Parlamentarizm “tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur.” Bu propaganda anlamında doğrudur. Fakat pratikte parlamentarizmin alt edilmiş olmaktan çok uzak olduğunu herkes bilir. Kapitalizmi birçok on yıllar önce, hem de çok haklı olarak, “tarihsel olarak ömrünü doldurmuş” ilân etmek mümkündü, fakat bu kesinlikle kapitalizm zemininde çok uzun ve çok inatçı bir mücadele sürdürme zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Parlamentarizm dünya tarihi anlamında “tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur”, yani burjuva parlamentarizmi çağı son bulmuş, proletarya diktatörlüğü çağı başlamıştır. Bu tartışma götürmez. Fakat dünya tarihinde ölçek on yıllardır. Yirmi yıl önce ya da sonra, dünya tarihi ölçeği bakımından önemli değildir, -dünya tarihi açısından-, yaklaşık olarak bile hesaplanamayacak önemsiz bir meseledir. Fakat tam da bu yüzden, pratik politikanın bir sorununda dünya tarihi ölçeğine dayanmak en büyük teorik yanlıştır.
Parlamentarizm “politik olarak ömrünü doldurdu” mu? Bu bambaşka bir sorundur. Bu doğru olsaydı, “radikallerin pozisyonu sağlam olurdu. Ve bunu çok esaslı bir tahlille kanıtlamak gerekirdi, fakat “radikaller” böyle bir tahlile yanaşmayı bile bilmiyorlar. “Komünist Enternasyonal Geçici Amsterdam Bürosu’nun Bülteni” No.1’de (Bulletin of the Provisional Bureau in Amsterdam of the Communist International, February 1920) yayınlanan ve belli ki Hollanda solunun ya da sol Hollandalıların eğilimini ifade eden “Parlamentarizm Üzerine Tezler”de de tahlil, göreceğimiz gibi, son derece kötüdür.
Birincisi, Alman “radikaller”i, bilindiği gibi daha Ocak 1919’da, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi müstesna politik liderlerin görüşünden farklı olarak, parlamentarizmi “politik olarak ömrünü doldurmuş” sayıyorlardı. Bilindiği gibi “radikaller” yanılmışlardır. Salt bu bile, parlamentarizmin “politik olarak ömrünü doldurmuş” olduğu tezini derhal ve temelden yıkar. O zamanki tartışma götürmez hatalarının neden şimdi hata olmaktan çıktığını kanıtlamak “radikallerin” görevi olmalıydı. Fakat onlar bir kanıtın gölgesini bile ileri sürmüyorlar ve zaten süremezler de. Bir siyasal partinin kendi hatalarına karşı tutumu, bir partinin ciddiyetinin ve sınıfına ve emekçi kitlelere karşı görevlerini gerçekten yerine getirmesinin en önemli ve en doğru kıstaslarından biridir. Bir hatayı açıkça kabul etmek, nedenlerini ortaya çıkarmak, hataya yol açan koşulları adamakıllı tahlil etmek, hatayı düzeltmenin yollarını adamakıllı incelemek -ciddi bir partinin özelliği işte budur; yükümlülüklerini yerine getirmesidir, sınıfı ve sonra da kitleyi eğitmesidir. Almanya’da (ve Hollanda’da) “radikaller” kendilerinin bu yükümlülüğünü yerine getirmemekle, kendilerinin bu apaçık hatasını en büyük dikkat, titizlik ve özenle incelememekle, sınıfın partisi değil, bir çevre olduklarını, bir kitle partisi değil, aydınların ve aydınların en kötü özelliklerine öykünen az sayıda işçinin oluşturduğu bir grup olduklarını gösteriyorlar demektir.
İkincisi, yukarıda geniş bir biçimde alıntı yaptığımız Frankfurtlu “radikaller” grubunun broşüründe şunları okuyoruz:
“… Hâlâ Merkezin (Katolik ‘Merkez Partisi’nin) politikasını izleyen milyonlarca işçi karşı-devrimcidir. Kır proleterleri karşı-devrimci birliklerin alaylarını oluşturur.” (Adı geçen broşür, s. 3).
Bütün bunların fazla tumturaklı ifade edildiği ve abartılı olduğu hemen görülür. Fakat burada anlatılan temel olgu tartışma götürmez ve “radikallerin bunu kabul etmeleri, hatalarını son derece çarpıcı bir biçimde gösterir. Eğer “milyonlarca” ve “alaylarla” proleter yalnızca genelde parlamentarizmden yana değil, aynı zamanda hatta doğrudan “karşı-devrimci” ise, parlamentarizmin politik olarak ömrünü doldurduğundan nasıl söz edilebilir? Almanya’da parlamentarizmin politik olarak henüz ömrünü doldurmadığı açıktır. Almanya’da “radikallerin kendi arzularını, kendi ideolojik-politik konumlarını nesnel gerçeklik gibi gördükleri açıktır. Bu, devrimcilerin yapabileceği en tehlikeli hatadır. Çarlığın son derece barbar ve vahşi boyunduruğunun özellikle uzun bir dönem boyunca ve çeşitli biçimlerde, çeşitli eğilimlerde devrimciler ortaya çıkardığı; hayran olunacak özveri, coşku, kahramanlık ve iradeye sahip devrimciler yarattığı Rusya’da, devrimcilerin bu hatasını çok yakından izledik, özel bir dikkatle inceledik, bu hatayı çok iyi tanıyoruz ve bu nedenle başkalarında da hemen açıkça görüyoruz. Almanya’da komünistler için parlamentarizm elbette “politik olarak ömrünü doldurmuş”tur, fakat önemli olan tam da, bizim için ömrünü doldurmuş olanı, sınıf için, kitle için ömrünü doldurmuş görmemektedir. Tam da burada bir kez daha “radikaller”in yargıda bulunmayı bilemediklerini, sınıfın partisi olarak, kitlelerin partisi olarak davranmayı bilemediklerini görüyoruz. Sizler, kitlelerin seviyesine, sınıfın geri kesimlerinin seviyesine inmemekle yükümlüsünüz. Bu tartışma götürmez. Onlara acı gerçeği söylemekle yükümlüsünüz. Onların burjuva-demokratik ve parlamenter önyargılarını adlı adınca çağırmakla yükümlüsünüz. Fakat aynı zamanda, (sadece sınıfın komünist öncüsünün değil) tüm sınıfın, (sadece emekçi kitlenin ileri unsurlarının değil) tüm emekçi kitlenin gerçek bilinç ve olgunluk seviyesini soğukkanlılıkla izlemekle yükümlüsünüz.
“Milyonlar” ve “lejyonlar” değil, sadece sanayi işçilerinin oldukça önemli bir azınlığı Katolik papazların peşinden, kır işçilerinin önemli bir azınlığı Junkerlerin ve büyük köylülerin peşinden gitse bile, bundan, hiç kuşkusuz, Almanya’da parlamentarizmin henüz ömrünü doldurmadığı, parlamento seçimlerine ve parlamento kürsüsünden mücadeleye katılmanın, devrimci proletaryanın partisi açısından, tam da kendi sınıfının geri katmanlarını eğitmek için, tam da ezilen, korkutulmuş ve bilisiz kır kitlelerini uyandırıp aydınlatmak için mutlak bir yükümlülük olduğu sonucu çıkar. Burjuva parlamentosunu ve tüm diğer gerici kurumları dağıtacak güçte olmadığınız sürece, bu kurumlar içinde çalışmakla yükümlüsünüz, çünkü tam da buralarda hâlâ, papazlar tarafından ve kırın yalıtılmışlığı nedeniyle aptallaştırılan işçiler bulunmaktadır. Aksi takdirde birer geveze olmak tehlikesiyle karşı karşıyasınız demektir.
Üçüncüsü, “radikal” komünistler, biz Bolşevikler hakkında çok iyi şeyler söylüyorlar. Bazen insanın şöyle diyesi geliyor: Keşke bizi daha az övseler de, Bolşeviklerin taktiğine daha fazla vâkıf olsalardı, onu daha iyi öğrenselerdi! Biz Rusya’da Eylül-Kasım 1917de burjuva parlamentosu seçimlerine, Kurucu Meclis seçimlerine katıldık. Taktiğimiz doğru muydu, değil miydi? Eğer değilse, bu açıkça söylenmeli ve kanıtlanmalıdır; uluslararası komünizmin doğru bir taktik ortaya çıkarması için bu zorunludur. Eğer doğruysa, o zaman bundan belli sonuçlar çıkarmak gerekir. Elbette Rusya’nın koşullarıyla Batı Avrupa’nın koşullarını aynılaştırmak söz konusu olamaz. Fakat özellikle “parlamentarizm politik olarak ömrünü doldurmuştur” tezinin ne anlama geldiği sorununda, bizim deneyimimiz mutlaka tam bir şekilde değerlendirilmelidir, çünkü somut deneyimler değerlendirilmezse, bu tür tezler kolaycacık boş bir safsataya dönüşür. Eylül-Kasım 1917’de biz Rus Bolşeviklerinin, Rusya’da parlamentarizmin politik olarak ömrünü doldurduğunu varsaymaya, herhangi bir batılı komünistten daha fazla hakkı yok muydu? Elbette vardı, çünkü önemli olan burjuva parlamentoların uzun süreden beri mi, yoksa kısa süreden beri mi var oldukları değil; geniş emekçi kesimlerinin (düşünsel, politik, pratik olarak) Sovyet düzenini kabul etmeye ve burjuva-demokratik parlamentoyu dağıtmaya (ya da dağıtılmasına izin vermeye) ne ölçüde hazır olduklarıdır. Rusya’da Eylül-Kasım 1917’de kentlerde işçi sınıfının, askerlerin ve köylülerin, bir dizi özel durum sonucunda, Sovyet düzenini tanımaya, en demokratik burjuva parlamentosunu bile dağıtmaya olağanüstü iyi hazırlanmış olduğu tamamen tartışma götürmez ve kesinlikle sabit bir tarihsel olgudur. Ve buna rağmen Bolşevikler Kurucu Meclis’i boykot etmediler, bilakis siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden önce ve sonra seçimlere katıldılar. Bu seçimlerin son derece değerli (ve proletarya için son derece yararlı) politik sonuçlar ortaya çıkardığını, yukarıda sözü edilen Rusya’da Kurucu Meclis seçimleri üzerine materyali ayrıntılı biçimde tahlil eden makalede kanıtladığımı umuyorum. (Bkz. V.İ. Lenin, Eserler, Cilt 30. Sf. 242–265. (S. 116))
Buradan şu tartışma götürmez sonuç çıkar: Sovyet Cumhuriyetinin zaferinden birkaç hafta önce, evet hatta böyle bir zaferden sonra bile burjuva-demokratik parlamentoya katılmak, devrimci proletaryaya sadece zarar vermemekle kalmaz, aynı zamanda geri kitlelere bu tür parlamentoların neden dağıtılmayı hak ettiğini kanıtlamayı kolaylaştırır, bunların dağıtılmasının başarısını kolaylaştırır, burjuva parlamentarizminin “politik olarak aşılması”nı kolaylaştırır. Bu deneyimi hesaba katmamak ve aynı zamanda taktiğini uluslararası ölçekte (dar ya da tek yönlü ulusal değil, uluslararası taktik olarak) hazırlamak zorunda olan Komünist Enternasyonale aidiyet iddiasında bulunmak, ağır bir hata işlemek ve enternasyonalizmi sözde kabul ederken, pratikte ondan sapmak demektir.
Şimdi de parlamentolara katılmama konusunda “Hollanda solu”nun argümanlarını inceleyelim. Yukarıda sözünü ettiğimiz “Hollanda” tezlerinin en önemlisi olan 4. tez (İngilizceden) çevirisiyle şöyledir:
“Kapitalist üretim sistemi çöküp, toplum devrim halinde bulunduğunda, bizzat kitlelerin eylemlerine kıyasla parlamenter faaliyet giderek önemini yitirir. Bu koşullar altında parlamento karşı-devrimin merkezi ve organı haline gelirse, öte yandan işçi sınıfı Sovyetler biçiminde kendi iktidar aygıtlarını kurarsa, parlamenter faaliyete herhangi bir biçimde katılmayı reddetmek zorunlu hale bile gelebilir.”
Birinci cümle apaçık yanlıştır, çünkü kitlelerin eylemi -örneğin büyük bir grev-, asla sadece bir devrim sırasında ya da devrimci bir durumda değil, daima, parlamenter faaliyetten daha önemlidir. Bu tamamen çürük, tarihi ve siyasi olarak yanlış argüman, sadece, legal ve illegal mücadeleyi birleştirmenin önemiyle ilgili olarak yazarların ve genel Avrupai deneyimi (1848–1870 devrimlerinden önce Fransız deneyimi; 1878–1890 Alman deneyimi vs.) ne de Rus deneyimini (bkz. yukarıda) hesaba katmadıklarını özellikle açık biçimde göstermektedir. Bu sorun hem genelde, hem de özelde son derece büyük bir öneme sahiptir, çünkü bütün uygar ve ileri ülkelerde, devrimci proletaryanın partisi için böyle bir birleştirmenin gittikçe daha zorunlu hale geleceği (kısmen şimdiden bir zorunluluk haline gelmiştir); proletaryanın burjuvaziye karşı iç savaşının gelişmesi ve yakınlaşmasından dolayı, yasallığı her biçimde çiğneyen cumhuriyetçi ve genel olarak burjuva hükümetler tarafından komünistlere uygulanan vahşi baskılardan (sadece Amerika, örneği bile ibret vericidir!) vs. dolayı zorunlu hale geleceği zaman hızla yaklaşmaktadır. Hollandalılar ve genel olarak radikaller bu son derece önemli sorunu hiç mi hiç kavramamışlardır.
İkinci cümle ilk önce tarihsel olarak yanlıştır. Biz Bolşevikler karşı-devrimci parlamentolara katıldık ve deneyim, proletaryanın devrimci partisi için bu katılımın, tam da Rusya’da birinci burjuva devriminin (1905) ardından bu katılımın, sadece faydalı değil, aynı zamanda ikinci burjuva devrimini (Mart -Şubat- 1917) ve daha sonra da sosyalist devrimi (Kasım -Ekim- 1917) hazırlamak için zorunlu olduğunu göstermiştir. İkincisi, bu cümle şaşılacak derecede mantıksızdır. Parlamentonun karşı-devrimin organı ve “merkezi” haline gelmesinden (gerçekte hiçbir zaman “merkez” olmamıştır, olamaz da; bunu da geçerken belirtmiş olalım) ve işçilerin Sovyetler biçiminde kendi iktidar organlarını yaratmalarından, işçilerin kendilerini Sovyetlerin parlamentoya karşı mücadelesine, parlamentoyu Sovyetler tarafından dağıtmaya -düşünsel, siyasal ve teknik olarak- hazırlamaları gerektiği sonucu çıkar. Fakat buradan asla, karşı-devrimci bir parlamento içinde bir Sovyet muhalefetinin var olmasının böyle bir dağıtmayı zorlaştıracağı ya da kolaylaştırmayacağı sonucu çıkmaz. Denikin ve Kolçak’a karşı muzaffer mücadelemizde biz, onların saflarında bir proleter muhalefetin, bir Sovyet muhalefetinin varlığının, zaferlerimiz için olmasa da olur olduğunu bir kez bile fark etmedik. Kurucu Meclis’in 18 (5) Ocak 1918’de dağıtılmasının tarafımızdan zorlaştırıl madiğini, tersine, dağıtılan karşı-devrimci Kurucu Meclis içinde bir tutarlı Bolşevik, bir de tutarsız Sovyet muhalefeti, Sol Sosyal-Devrimci muhalefetin varlığıyla kolaylaştırıldığını çok iyi biliyoruz. Bu tezlerin yazarları tam bir kafa karışıklığı içine düşmüşler ve devrimler zamanında, gerici parlamentonun dışındaki kitle eylemlerini, bu parlamentonun içindeki devrim yanlısı (ya da daha iyisi: devrimi doğrudan destekleyen) bir muhalefetle birleştirmenin özellikle yararlı olduğunu kanıtlayan -eğer bütün devrimlerin değilse- bir dizi devrimin deneyimlerini unutmuşlardır. Hollandalılar ve genel olarak “radikaller” burada, hiçbir zaman gerçek bir devrime katılmamış ya da devrimler tarihi üzerine derinleşmemiş, ya da safça, belirli bir gerici kurumu öznel olarak “reddetmeyi”, bir dizi nesnel etkenin birleşik eylemiyle o kurumun gerçekten yıkılmasıyla bir sayan devrim doktrinerleri gibi yargıda bulunuyorlar.
Yeni bir politik (ve sadece politik değil) düşünceyi gözden düşürmenin, ona zarar vermenin en emin yolu, bu düşünceyi saçmalık derecesine vardırarak savunmaktır. Çünkü her gerçek, (emektar Dietzgen’in dediği gibi) “aşırılaştırıldığında”,  abartıldığında, gerçek geçerlilik sınırlarının dışına genişletildiğinde, bir saçmalık haline getirilebilir, evet bu koşullar altında kaçınılmaz olarak saçmalık haline gelecektir. İşte Hollandalı ve Alman radikaller, Sovyetler iktidarının burjuva-demokratik parlamentolardan üstün olduğuna dair yeni gerçeğe tam da böyle bir ayı dostluğunda bulunuyorlar. Elbette eskiden olduğu gibi ve genel olarak burjuva parlamentolara katılmayı reddetmenin, koşullar ne olursa olsun yanlış olduğunu iddia edenler hata etmiş olurlar. Burada boykotun hangi koşullarda yararlı olacağını formüle etme çabasında bulunmam mümkün değil, çünkü bu yazının görevi çok daha mütevazıdır: Uluslararası komünist taktiğin bazı acil güncel sorunlarıyla bağıntılı olarak Rus deneyimlerini değerlendirmek amacındadır. Rus deneyimi bize, Bolşevikler tarafından boykotun bir kez (1905) başarılı ve doğru, bir başka kez de (1906) yanlış uygulanışını verdi. Birinci durumun tahlili bize, kitlelerin parlamento-dışı devrimci eyleminin (özellikle grev hareketinin) olağanüstü hızla büyüdüğü, proletarya ve köylülüğün hiçbir kesiminin gerici iktidarı destekleyemeyeceği, devrimci proletaryanın grev eylemi ve tarım hareketiyle geri kalmış büyük kitleler üzerinde etki sağladığı bir anda gerici bir iktidar tarafından gerici bir parlamentonun toplantıya çağrılmasını engellemeyi başardığımızı gösterir. Bu deneyimin bugünkü Avrupa koşullarına uygulanamayacağı tamamen açıktır. Hakeza, yukarıda belirttiğimiz argümanlar temelinde, Hollandalıların ve “radikaller”in, parlamentoya katılmayı reddetmeyi koşullu da olsa savunmalarının kökten yanlış ve devrimci proletaryanın davasına zararlı olduğu da tamamen açıktır.
Batı Avrupa’da ve Amerika’da parlamento, işçi sınıfı içinden ileri devrimcilerin özel nefretini kazanmıştır. Bu tartışma götürmez. Bu kesinlikle anlaşılırdır, çünkü savaş sırasında ve sonrasında parlamentodaki sosyalist ve sosyal-demokrat temsilcilerin büyük çoğunluğunun davranışından daha adice, daha alçakça, daha çirkin bir şey düşünmek zordur. Ne var ki, herkes tarafından kabul edilen bu kötülükle nasıl savaşmak gerektiği sorunu çözüme bağlanırken, kendini bu ruh hallerine kaptırmak sadece akılsızlık değil, aynı zamanda doğrudan cinayet olurdu. Birçok Batı Avrupa ülkesinde şimdi devrimci ruh hali adeta bir “yenilik”, ya da uzun süre boşuna ve sabırsızlıkla beklenen “az bulunur” bir şeydir ve belki de insan bu nedenle kendini bu duyguya kolayca kaptırmaktadır. Kitlelerde devrimci ruh hali olmadan, böyle bir ruh halinin gelişmesini teşvik eden koşullar olmadan, devrimci bir taktik elbette eyleme dönüştürülemez, fakat Rusya’da bizler son derece uzun, ağır, kanlı deneyimlerle, devrimci taktiğin sadece devrimci ruh hali üzerine kurulamayacağı gerçeğini öğrendik. Taktik, her verili devletin (ve onu çevreleyen devletlerin ve tüm devletlerin, yani dünyadaki tüm devletlerin) tüm sınıf güçlerinin soğukkanlı ve sımsıkı nesnel bir değerlendirmesine ve devrimci hareketlerin deneyimlerinin hesaba katılmasına dayandırılmak zorundadır. “Devrimci zihniyetini” parlamenter oportünizmi sadece lanetlemekle, parlamentoya katılmayı sadece reddetmekle ifade etmek çok kolaydır, fakat bu tam da çok kolay olduğu için, zor, son derece zor görevin çözümü olamaz. Avrupa parlamentolarında gerçekten devrimci bir parlamento fraksiyonu yaratmak, Rusya’da olduğundan çok daha zordur. Elbette. Fakat bu tam da, 1917’nin son derece özgün somut tarihsel koşulları içinde Rusya’nın sosyalist devrime başlamasının kolay olduğu, buna karşılık sosyalist devrimi sürdürüp sonuna kadar götürmesinin Avrupa ülkelerine göre daha zor olacağı yolundaki genel gerçeğin sadece özel bir ifadesidir. Daha 1918 yılı başlarında bu duruma dikkat çekmek zorunda kalmıştım (Seçme Eserler, Cilt 7, 3. 235–236. (Inter Yayınları.) -Red.) ve daha sonraki iki yıllık deneyim bu anlayışın doğruluğunu tamamen teyit etti 1) Sovyet devrimini, bu devrim sayesinde mümkün olan, işçilerle köylüleri son derece bitkin düşürmüş emperyalist savaşa son vermekle birleştirme olanağı; 2) ortak düşmanları Sovyetlere karşı mücadele için birleşemeyen dünyanın en güçlü iki emperyalist soyguncu grubu arasındaki ölüm kalım savaşından belli bir süre yararlanma olanağı; 3) kısmen ülkenin çok büyük oluşu ve ulaşım olanaklarının kötü oluşu yüzünden oldukça uzun bir iç savaşa dayanma olanağı; 4) köylülük içinde, proletarya partisinin, köylü partisinin (Sosyal-Devrimciler Partisi, çoğunluğu Bolşevizm’e kesinlikle düşman olan bir parti) devrimci taleplerini devralmasına ve bu talepleri siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi sayesinde bir çırpıda gerçekleştirmesine olanak sağlayacak kadar köklü bir burjuva-demokratik devrimci hareketin varlığı olanağı gibi özgül koşullar bugün Avrupa’da yoktur ve böyle ya da benzeri koşulların yeniden gelmesi öyle kolay değildir. Başka şeylerin yanı sıra -bir dizi başka sebebi bir yana bırakırsak- işte bu nedenle, sosyalist devrime başlamak Batı Avrupa için bizde olduğundan daha zordur. Bu zorluktan “kaçınmayı”, gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanmak gibi çetin bir sorunun üstünden “atlayarak” gerçekleştirmeyi denemek tam bir çocukluktur. Hem yeni bir toplum yaratmak istiyorsunuz, hem de gerici bir parlamentoda inançlı, özverili, yiğit komünistlerden kurulu bir parlamento fraksiyonu yaratmanın güçlüklerinden korkuyorsunuz! Bu çocukluk değil midir? Eğer Almanya’da Karl Liebknecht ve İsveç’te Z. Höglund, tabandan kitle desteği yokken bile gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanmanın örneğini verebildilerse, savaştan sonra kitlelere egemen olan düş kırıklığı ve öfke göz önüne alındığında hızla gelişen bir devrimci partinin, en kötü parlamentolarda bile devrimci bir fraksiyon kurması nasıl mümkün olmaz? İşte tam da bunun için, Batı Avrupa’da işçilerin geri kesimleri ve daha çok da küçük köylüler, Rusya’dakinden daha fazla burjuva-demokratik ve parlamenter önyargılara kapılmış oldukları için, tam da bu yüzden komünistler, ancak burjuva parlamentosu gibi kurumların içinden bu önyargıları teşhir etme, ortadan kaldırma, aşma mücadelesini, bu uzun süreli, inatçı, hiçbir zorluktan çekinmeyen mücadeleyi yürütebilirler (ve yürütmelidirler).
Alman “radikaller”i partilerinin kötü “liderler”inden yakınıyor ve umutsuzluğa düşüyorlar, hatta işi “liderler”i “yadsıma” gülünçlüğüne vardırıyorlar. Fakat “liderler” çoğunlukla illegalitede saklamanın zorunlu olduğu koşullarda, iyi, güvenilir, sınanmış, otorite sahibi “liderler” yetiştirmek zordur. Ve legal çalışmayla illegal çalışmayı birleştirmeden, “lider”i başka şeylerin yanı sıra parlamento arenasında sınamadan bu zorluğun üstesinden gelmek olanaksızdır. En sert, en amansız ve en uzlaşmaz eleştiriler, parlamentarizme ve parlamenter faaliyete karşı değil, parlamento seçimlerinden ve parlamento kürsüsünden devrimci komünist tarzda yararlanmasını bilmeyen liderlere karşı yöneltilmelidir, hele de bunu istemeyen liderlere karşı daha şiddetli yöneltilmelidir. Ancak böyle bir eleştiri -elbette işe yaramaz liderlerin uzaklaştırılması ve yerlerine işe yarayanların getirilmesiyle birleştirildiğinde- yararlı ve semereli bir devrimci çalışma olacaktır; aynı zamanda hem işçi sınıfına ve emekçi yığınlara layık olabilmeleri için “liderler”i eğiten ve hem de kitlelerin politik durumda yönlerini doğru saptamalarını ve bu durumdan doğan çok karmaşık ve karışık görevlerini anlamalarını sağlayacak yararlı ve semereli bir devrimci çalışma olacaktır.

(Lenin, “Sol Radikalizm”, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, Seçme Eserler, cilt: 10, s. 112-123’ten alınmıştır. Çev: Süheyla Kaya, İsmail Yarkın, İnter Yayınları, 1997.)

Şubat 1999

Davos zirvesi ve emperyalist hegemonya mücadelesinde yeni eğilimler

Yaklaşık 2000 iktisatçı, devlet adamı, hükümet yetkilisi, akademisyen ve büyük tekellerin üst düzey yöneticilerinin katıldığı İsviçre’nin Davos kentinde toplanan Dünya Ekonomik Forumu, emperyalist hegemonya mücadelesinin yeni seyri bakımından oldukça önemli gelişmelere sahne oldu.
Forum’un bu yılki gündemi, yaşanan ekonomik kriz ve krize karşı geliştirilecek stratejilerdi. Özellikle Brezilya’nın ulusal para birimi Real’i devalüe etmesi ile birlikte, 1980 ve 1989 yıllarında patlak veren kısa dönemli iki krizin de merkez üssü kabul edilen Latin Amerika’nın tekrar bunalıma sürüklenme tehlikesi, Davos toplantılarının üzerine çöktü. Nitekim Brezilya krizinin en belirgin karakteri olarak bir borç ödeyememe bunalımının ortaya çıkması, gelişmekte olan ülkelerin, dolayısıyla da emperyalist ülkelerin sermaye ihraçlarının önemli bir kısmının yöneldiği “yükselen pazarların” karşı karşıya bulunduğu tehlikenin de işaretiydi. İşte Davos toplantıları da gelişmekte olan ülkelerin her geçen gün daha çok sürüklendiği bu bunalıma bir çare arama adına bu yıl gündemini “küresel politikalar”ın geleceğini tartışmak üzere oluşturdu. Genel olarak Davos’a egemen olan görüş, küresel politikalara bir çekidüzen verilmesiydi. Tartışmaların gelip düğümlendiği nokta ise, bu çekidüzen vermenin nasıl ve kimin eliyle olacağıydı.
Çünkü ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ve Japonya’nın tutumu, dünya ekonomisini elinde tutan gelişmiş ülkelerin (G-7’lerin) arasındaki çatışmanın gerginleştiğini ve yeni kutuplaşmalar çerçevesinde süregelen hegemonya mücadelesinin daha bir berraklaştığını ortaya koydu. Bu kutuplaşma ve çatışma potansiyelini artıran temel olgu ise, ABD’nin yaşanan krizi, dünya ekonomisi üzerindeki hegemonyasını, diğer G–7 ülkelerine rağmen, yeniden yapılandırma aracına dönüştürme hamlesi ve bu hamleye karşı yıllardan sonra ilk defa Avrupa’nın gösterdiği tavırdı. Ayrıca Japonya’nın ağır bir krizin içinde olmasına rağmen Güneydoğu Asya ülkelerine yönelik stratejileri dikkate alındığı zaman, krizle birlikte kızışan ticari çekişmelerin sıcak çatışmalara dönüşme ihtimalinin arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Sonuçta bu yıl “insani bir küreselleşme” sloganıyla toplanan ve küresel politikalara bir çıkış yolu bulma hedefi güden “Davos ruhu”na damgasını vuran da bu hesaplaşmanın açık izleri oldu.
Şu an yaşanan kriz ekseninde emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin seyrini tespit edebilmek amacıyla, öncelikle küresel politikaların ruhuna ve bu ruhun üzerinden gerçekleşen kutuplaşmaların temel dayanaklarına dikkati çekmek gerekiyor.

KÜRESELLEŞME VE HEGEMONYA MÜCADELESİ
1980’lerden bu yana egemen olan görüşe göre, SSCB ve Doğu Bloğu’nun çözülmesi ile “soğuk savaş” yıllarının bitmesi, sermayenin küreselleşmesi ve yoğun teknolojik gelişme, emperyalist ülkeler ile diğer ülkeler arasındaki bağımlılığı bugüne kadar görülmedik bir hızla artırdı. Artık tek tek ülkelerde hükümetlerin yaşayabilmesinin yegâne yolu olarak, “serbest piyasa ekonomisinin kurallarına kesin bir biçimde uymak” gösterildi.
Ünlü iktisatçı Norman Angell da bu görüşü savunanlardan biriydi ve şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Uluslararası finans, ticaret ve sanayiyle o derecede bütünleşmiştir ki … siyasi ve askeri iktidar, artık, gerçek hayatta çok az şeye kadirdir. Çok as kimse tarafından bilinen bu gerçekler, esasen modern koşulların (giderek hızlanan iletişim dolayısıyla daha hassas ve karmaşık bir hale gelen kredi sistemi) ürünüdürler ve modern uluslararası politikayı radikal ve derin bir şekilde gelmişten farklı bir hale getirmişlerdir.”
Ancak tarih, bu satırları 1910 yılında yazan Nobel ödüllü iktisatçı Angell’ı haksız çıkardı. Bugün yaşanan gelişmeler ise, neoliberal politikaların geldiği aşama karşısında küreselleşmeye karşı hâlâ “iyimser” tavır takınanları da haksız çıkaracak gibi görünüyor. Bunun için sadece küreselleşmenin doğasına bakmak yeterli; malların ve sermayenin serbest dolaşımının savunulması, her zaman ekonomik olarak egemen olanın işine yarar, onun konumunu güçlendirir. Küreselleşme, Angell yazdığı zaman, İngiliz hegemonyasına hizmet ediyordu. Bugün de ABD hegemonyasını güçlendiriyor. Daha önemlisi hegemonyacı gücün siyasi, ekonomik rakipleri tarafından dahi bu durum kabul edilen bir gerçek haline geldi. 1900’lü yıllardaki Almanya’nın tutumu ile bugünkü Japonya ve Çin’in tavrı arasında benzer özellikler tespit etmek güç olmasa gerek.
19. yüzyılın sonunda Almanya’da yeniden önem kazanan bir ekonomist olan Friedrich List ise, klasik çalışması Ulusal Ekonomi Politik’te (1841), serbest piyasa/küreselleşme için şöyle yazıyordu:
“Serbest piyasa yüceliğin doruklarına ulaşan herkes için çok zekice bulunmuş bir araçtır. Böylece, bir kere oraya ulaştıktan sonra, başkalarının oraya çıkması için gerekli merdiven, bu ideolojinin aracılığıyla bir tekmede devrilmiş olur.”
Bugün de benzer ifadeleri Çin ve Japon başbakanları veya maliye bakanlarının, Güneydoğu Asya’nın önde gelen iktisatçılarının ve de Malezya Başbakanı Mahatir Muhammed’in ağzından sık sık duymak mümkün.
Küreselleşme tüm ülkelerin piyasalarını, mal ve sermaye dolaşımını serbestleştirme sloganı altında, hegemonyacı ülkenin kullanımına açmış oluyor. Buna karşılık, gerek 1900’lerde Almanya gerekse de bugün Çin ve Japonya, dünya ekonomisine tümüyle açılmadan önce, burayla kendi çıkarlarına uygun bir şekilde bütünleşebilecek kadar güçlenmek istiyorlar. Bu ülkeler, hegemonyacı gücün ekonomik serbestleştirme, piyasaları açma baskılarına direndikçe, siyasal sürtüşme alanları da artıyor.
Bu sürtüşmenin manivelasının yüzyılın başından bu yana sermaye ve mal akımlarının yoğunlaşması olduğunu anlamak açısından yüzyılın spekülatörü George Soros’un geçtiğimiz ay çıkan The Crisis of Global Capitalism (Global Kapitalizmin Krizi) isimli kitabındaki şu sözlere bakmak yeterli: “Mali piyasalar içsel olarak istikrarsız oldukları için, serbest piyasa, dengesizlikleri büyüterek yıkıcı bir etki yapıyor ve zaman içinde mali ekonomik bir çöküşün koşullarını hazırlıyor. Bu çöküş gerçekleştiği takdirde, hatta bu basınçların belirginleşmesine paralel olarak, hegemonik/lider ülke ile potansiyel liderler arasındaki çelişkiler ve siyasi uyumsuzluklar da artıyor.”

ABD LİDERLİĞİNİN İKİ TEMEL STRATEJİSİ
2. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi, askeri ve ekonomik olarak hegemonik bir güç düzeyine yükselen ABD’nin bu durumunu korumaya yönelik iki temel stratejisi olduğu söylenebilir.
Birincisi, hem savaş sırasında oluşmuş fazla kapasitenin basıncını emmesi, hem de ekonomik üstünlüğünü sonuna kadar kullanmasına olanak sağlaması açısından dünya ekonomisinde tüm mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirilmesiydi. Bu serbestleştirme veya aynı anlama gelmek üzere ulusal pazarlardaki korumacı politikaların tasfiye edilmesi, IMF, Dünya Bankası ve GATT aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bu strateji, 1980 ve 90’larda sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine dayanan bir “küreselleşme stratejisi”, diğer bir deyişle   “Washington  Consensus”u olarak bilinen biçimini aldı.
ABD hegemonyasını korumaya yönelik ikinci strateji de, Batı Bloku’nun, ABD liderliği altında birliğini sağlamak ve ABD’ye karşı seçenek oluşturabilecek liderliklerin yükselmesini engellemekti. Bunun için, ABD bir taraftan NATO’ya ve sahip olduğu nükleer silahlara dayanarak Doğu Bloğu’na karşı Batı’yı birleştirirken, diğer taraftan, bölgesel liderliklerin yükselmesini engellemek için “bölgesel güvenlik sorunlarını üstlenmek” adı altında bir dizi askeri tedbir almak durumunda kalıyordu. Bu bağlamda egemen sermaye birikimi modelinin temel enerji kaynağı olan petrolün kesintisiz akışının sağlanması için gerekli siyasi ve askeri denetimi sağlamak da ABD’nin işiydi.
Daha yakından bakıldığında 1960-70’lerden sonra ABD’nin esas hedefinin sadece SSCB’yi sınırlamak olduğunu söylemek yanlış olacaktır. Bunun yanında ABD’nin, Avrupa’da Almanya’nın, Uzakdoğu’da da Japonya’nın alternatif liderlikler düzeyine yükselmesini de engellemeye çalıştığı söylenebilir.

İKİ KUTUPLULUKTAN ÇOK KUTUPLULUĞA…
Soğuk Savaş’tan sonra Doğu Bloğu çözüldü ve ortadan kalktı. Batı için artık bir ortak düşmana karşı ABD’nin nükleer şemsiyesi altında toparlanmak, ABD isteklerine aynı sadakatle uymak gerekmiyordu. Soğuk savaş biterken yaşanan bir dizi gelişme, 1989–93 resesyonu, Körfez Savaşı ve 1992’de Avrupa’nın birleşik pazara geçmesi, ABD’nin hegemonik bir güç ama gittikçe gerileyen bir hegemonik güç olduğunu, örneğin askeri harekâtlarını dahi mali olarak finanse edemediğini de ortaya koydu. Bu, Batı Bloğu’nun parçalanmasını hızlandırdı. Soğuk savaş bittiğinde dünya iki kutuplu olmaktan çıkmıştı ama üç kutuplu olmaya doğru da hızla yol alıyordu.
Bu kutupların unsurlarını, doların liderliği altında şekillenen, başını ABD’nin çektiği NAFTA, Almanya’nın hegemonik etkisi ve markın ağırlığı çerçevesinde oluşan Avrupa Birliği ve yeni bölgesel bir para yapma ideali taşıyan Japonya ile henüz ekonomik olanak olmasa da nükleer donanımı bakımından önemli bir güç sayılan Çin (Asya) oluşturdu. Doğal olarak bu bloklaşmalar aynı zamanda geleceğin olası hegemonya mücadelesinin adaylarını da içeriyor.
Bu noktada Davos’ta ortaya çıkan gerginliğin temelinde yatan bir dizi iktisadi ve siyasi gelişmeye göz atmak, yeni hegemonik güç adayları ile hâlâ hegemonik bir güç, ancak giderek aşınan bir hegemonik güç olan ABD arasında derinleşen çatışmanın yoğunluğu ve geleceğe ilişkin seyrinin nirengi noktalarını tespit etmek bakımından dikkat çekicidir.

ABD-AB ÇEKİŞMESİNDE KIRILMA NOKTASI: NATO
Soğuk savaş sonrasında klasik işlevi bakımından önemini gittikçe kaybetmekte olan NATO, ABD ve AB arasındaki gerginliklerin en çok hissedildiği kurumlardan birisidir. Gelecek yıl yapılacak olan NATO 50. Yıl Toplantısında, ABD, NATO’nun belli bir toprağı savunan bir ittifaktan, “ortak çıkarları savunan” bir ittifaka dönüştürülmesini planlıyor.
Ancak Avrupalı gözlemciler ve siyasetçiler ABD’nin bu önerilerine, NATO’yu küresel düzleme çıkararak, ABD’nin uluslararası hegemonyasının bir aracı haline getirmeyi amaçladığı düşüncesiyle karşı çıkıyorlar. Nitekim 1991 hükümetler arası Maastricht Konferansı’nda, Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) NATO içinde otonom bir grup oluşturması önerisi gündeme geldiğinde, bu, ABD’nin büyük tepkisiyle karşılaşmıştı.
Geçtiğimiz günlerde Almanya’nın Münih kentinde yapılan geleneksel 35. Güvenlik Konferansı da ABD ile AB arasında NATO’nun yeni işlevine ilişkin benzer görüş ayrılıklarına sahne oldu. Konferansta, ABD Savunma Bakanı William Cohen bütün NATO üyelerinin ABD ve İngiltere’nin Irak’a düzenlediği hava harekâtlarından “doğrudan yararlandıklarını” söylerken hemen ardından NATO’nun bu yeteneğinin daha da güçlendirilmesi gerektiğini ısrarla vurguladı. Cohen’in bu konuşması, ABD’nin Soğuk savaş sonrasında küresel hegemonyasının önemli bir aracı olarak kullandığı NATO’yu, Doğu Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde genişleterek daha kapsayıcı bir alana yayma peşinde olduğunu bir kez daha gösterdi. Nitekim Cohen’in şu sözleri, ABD’nin 2000’li yıllara ilişkin olarak NATO’ya biçtiği görevlerin en net ifadesi oldu: “Kuruluşunun 50. yılında NATO ittifaka katılacak yeni üyeler ve izlenen ‘açık kapı ‘ politikasıyla güçlenecek ve askeri bir savunma ittifakı olarak etkisini artıracaktır.” Ancak Cohen’in dillendirdiği bu stratejiye karşı AB ülkeleri içinde Avrupa’nın “lider adayı” ve aynı zamanda NATO’nun devre başkanlığını yapan Almanya, 1991 yılında Maastrich’te dile getirilen öneriyi tekrarladı. Almanya Savunma Bakanı Rudolf Scharping, Avrupa’nın dış politika ve güvenlik konularında ‘küresel sorumluluğa’ sahip çıkmasını isteyerek, Almanya’nın da devre başkanlığı döneminde BAB’ın AB’ye entegrasyonu konusunda inisiyatif göstermesi gerektiğini belirtti.
Bu tartışmalar “iki kutuplu” dünyada Batı’nın vurucu gücü olan NATO’nun, “çok kutuplu”  emperyalist hegemonya mücadelesinde ne derece önemli bir kırılma noktasını oluşturduğunu ve oluşturmaya devam edeceğini kanıtlıyor.

YENİ FİNANS SİSTEMİ ARAYIŞI
Ancak 1997 yılında patlak veren ekonomik kriz ile birlikte gelişen bir dizi iktisadi olgu, asıl olarak hegemonya mücadelesine damgasını vuruyor. ABD’nin soğuk savaş yıllarında kurduğu hegemonyanın askeri kanadını oluşturan NATO’da AB ile yaşadığı gerilimler, iktisadi alandaki gücünü oluşturan ayaklarında da şiddetleniyor. Özellikle krizin derinleşmesine IMF ve Dünya Bankası’nın neden olduğuna yönelik eleştiriler, hatta Asya ülkelerinden yükselen IMF’yi krizin nedeni olarak görme eğilimi, ABD’nin hegemonyasının giderek sarsılmaya başladığının, en azından bugün için, önemli kanıtları. Davos toplantısında da G–7 ülkeleri eleştiri oklarını doğrudan IMF’ye yönelttiler.
Bu noktada dikkati çeken gelişme, Bili Clinton’ın Eylül ayında açıkladığı ve Davos toplantılarında da en fazla tartışılan konu olan “yeni bir finans sistemi” arayışı oldu.”
Mal ve para akımlarının tarihte hiç görülmedik bir biçimde hızlandığı, spekülasyonların bu denli etkili olduğu ve mali oligarşinin egemenliğinin dünya kapitalizmine damgasını vurduğu çağımızda, finans sisteminin iplerinin kimin elinde olacağı da kuşkusuz hegemonya mücadelesinde belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Finans sisteminin kontrolü, güçlü ve etkin bir parayı gerektiriyor. Nitekim doların İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada egemen para birimi haline gelmesi ile ABD’nin, liderliği arasında doğrudan bir bağ bulunduğu tartışma götürmez bir gerçek. İşte emperyalistler arası çatışmanın bir ayağını da bu finans sistemini kontrol etme mücadelesinde üç para biriminin dünyanın üç ayrı kıtasındaki egemen olma yarışı oluşturuyor.
Bu çerçevede AB üyesi 11 ülkenin 1 Ocak 1999 tarihinde Euro’ya geçmesi ve Euroland’ı oluşturmaları, “yeni finans sistemi” arayışında ABD’yi tedirgin eden önemli bir gelişme oldu. Çünkü AB sürecinin mantıki sonucu olarak birleşik bir pazar, bir Avrupa Merkez Bankası’ndan ve ortak bir para biriminden sonra, bir ortak dış politika ile askeri şekillenme, nihayet giderek bir siyasi birlik ve bunun en son ifadesi olan Avrupa Birleşik Devletleri (ABD) olacağı öngörülüyor.
Euro’ya geçilmesinin hemen ardından AB’nin yeni finans devi, dünyanın ise ikinci büyük finans tekeli Societ Generale, Fransa’da doğumunu ilan etti. Sadece bu finans devinin bile portföyünde Euro’yu barındırması ve ticari faaliyetlerini buna göre şekillendirmesi, doların uykusunu kaçırmasına yeterli olabilir. Çünkü doların egemenliği ABD’nin dış borcunu finanse etmesini kolaylaştıran en önemli etmen. Eğer ABD borcunun bir kısmını Euro ile ödemek zorunda kalırsa, borçlanma açısından hareket alanı büyük ölçüde daralır. Nitekim Deutsche Bank baş ekonomistinin dediği gibi “Airbus, Boeing’e nasıl rakipse Euro da dolara öyle rakip olacaktır.”
Ekonomistler şimdiden, milyarlarca doların yatırım portföylerinden çıkarak Euro’ya aktığını ve doları ABD’yi üzecek düzeyde bir noktaya dek zayıflatabileceğini söylüyorlar. Deutsche Bank Group’un Asya kıtasından sorumlu yetkilileri ise, gelecek birkaç ay içerisinde 200 milyar dolarlık bir rezervin dolardan Euro’ya değişeceğini tahmin ediyorlar.
Bütün bu olgulara bakılırsa, Avrupa Euro ile krizle birlikte şekillenebilecek olan finans sistemine daha çok ağırlığını koyma peşinde. Ancak Avrupa’nın bu yeni ama parçalı çocuğunun siyasal yansımasının netlik kazanmaması, AB’nin henüz ABD’ye cepheden karşı durabilecek bir pozisyonda olmadığını da gösteriyor.

ATLANTİĞİN ÖTE YAKASI: JAPONYA’NIN ASYA HAMLELERİ
Atlantik’in öte yakasındaki gelişmeler ise daha çarpıcı. Özellikle kriz sonucunda Japon ekonomisinde baş gösteren durgunluk, Asya’nın “küresel mucize”sinin durumunu bir hayli zorlaştırdı. Endonezya, Güney Kore ve Malezya’nın birbiri ardına çöküşü ile çok kutuplu dünyanın Asya bloğunda hızlı bir “hegemonya boşluğu” ortaya çıkıyor. Tabii ki bu boşluğu doldurmada en büyük aday yine Japonya.
Japonya, para biriminin dolar ve Euro arasında minimize olmaması için büyük bir çaba sarf ediyor. Japon finans yetkilileri, Asya’da istikrar sağlamak için yenin bölgesel bir para birimi olması gerektiğini savunuyorlar. Ancak bölge ülkeleri bu öneriye şimdilik sıcak bakmıyor. Öte yandan Japonya ısrarla piyasalardaki spekülasyonları önlemek için sermaye akışlarının sınırlanması gerektiğini söylüyor. ABD’li yetkililer ise sınırlamaların yatırımcıları püskürtebileceğini vurgulayarak bu öneriye şiddetle karşı çıkıyorlar. Davos toplantılarında Japonya bu önerilerini bir kez daha dile getirdi ve dikkati çekecek bir biçimde AB ülkeleri bu önerilere destek verdi.
Asya kıtasında ileride daha da netleşecek olan gelişmelerden bir tanesi de Çin’in Japonya’ya Mayıs ayında bir Asya toplantısı yapma çağrısında bulunması. Bölgede etkinliğini artırma peşinde olan Japonya için böylesi bir fırsat önemli idi ancak ABD Japonya’nın bu yöndeki her türlü eğilimine sert tepki gösteriyor. Nitekim bir yıl önce ABD, Japonya’nın Asya’da etkin bir “Asya Para Fonu” oluşturma teklifine şiddetle karşı çıkmıştı, çünkü bu durum Asya üzerinde özellikle krizden sonra rahatça at koşturan IMF’nin etkinliğinin zayıflaması, en azından sarsılması anlamına delecekti.
Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgede hegemonya kurma mücadelesinin bir parçası olarak yeni bölge parası yapma isteğinin önünde ABD’nin karşı çıkışlarından başka kendi ekonomik şekillenişinin getirdiği bir dizi iktisadi unsur da engel teşkil ediyor. Bunların arasında en göze çarpanı, bölgedeki geniş yatırımlarına rağmen Asya ülkeleri ile parasal ilişki dışında herhangi bir ticari ilişkisinin olmamasıdır. Bu da şu anlama geliyor: Japonya kendi ticari odaklanmasını komşularına doğru kaydırmak zorunda. ABD ise her ne pahasına olursa olsun Japonya’nın bu yöndeki bütün hamlelerini bertaraf etmede kararlı ve şimdilik bunda da başarılı oluyor.
Bugüne kadar ABD, Asya’da hegemonyasını sürdürmek için, bir bölgesel gücün öne çıkmasını, Asya’da Japonya liderliğinde bir “Ortak Refah Bölgesi”nin, bir ekonomik bloğun oluşmasını engellemeye çabaladı.
Ancak ABD ile Japonya arasındaki sürtüşmelerin, giderek Japonya’nın bir bölgesel liderlik iddiası, esas olarak 1997’de başlayan Asya kriziyle güçlendi denebilir. Krizden sonra ABD’nin küresel kriz yönetme stratejisi olan küreselleşme ve piyasaların sürekli serbestleştirilmesi stratejisine Japonya’nın karşı çıkmaya ve küreselleşmeyi sık sık eleştirmeye başladığını gördük. Geçtiğimiz kasım ayında yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Forumu’nun (APEC) liderler toplantısı Japonya’nın bölgesel liderlik adaylığının en belirgin şekilde görüldüğü bir platform oldu.
Japonya, APEC Bakanlar Toplantısı’nda, ABD’nin baskısıyla, dokuz ana sektörün serbestleştirilmesine ilişkin yapılan pazarlıklarda, ormancılık ve balıkçılık sektörlerini muaf tutmakta ısrar etti. İç piyasalarını korumayı amaçlayan Çin, Malezya, Endonezya, Tayland gibi ülkelerin de desteğini kazandı. Ayrıca Japonya’nın 30 milyar dolarlık nakit yardım paketi, acil nakit gereksinimi olan bölge ülkeleri tarafından, ABD’nin salt dış borç tasfiyesini içeren paketine göre, daha çok ilgiyle karşılandı.
ABD’nin tüm gerginliğine ve baskılarına karşın bölge ülkelerinin Japonya’nın liderliğini kabul etmeye eğilim gösterdiği görülüyor. Bu ülkelerin başında, ülke ekonomisini küreselleşme sürecinden “bir süre için” çeken Malezya var. Japonya’da bir konferansta konuşan Malay Üniversitesi’nden Profesör Jomo Kwame Sandaram, geçen APEC toplantısında Japonya’nın IMF’ye alternatif olarak sunduğu inisiyatife gönderme yaparak, “Geçen sefer ABD, bizim bir Asya yardım fonu oluşturmamızı engellemişti ama, Asya bu sefer inisiyatifi eline alarak kendi yardımlaşma fonunu kurmalıdır” derken bu duyguları dile getiriyordu kuşkusuz.
Japonya bu tutumunu aralıkta yapılan ASEAN toplantısında da sürdürdü ve yeni bir yardım paketi açıklayarak liderliğini güçlendirmeye çabaladı. Bölgede, ABD’nin üstünlüğünün Japonya’ya geçmesine yol açacak bir öneri olan Asya Para Fonu projesinin de giderek ivme kazandığı görülüyor.

ÇİN: YENİ LİDER ADAYI MI YOKSA YENİ PAZAR MI?
Şüphesiz bölgede ABD’nin rakibi olacak tek lider adayı Japonya değil. Ekonomik gücü Japonya düzeyine yükselmemiş olsa bile büyük askeri kapasitesi ve nükleer silahları olan Çin 1970’lerden bu yana hızla dünya ekonomisine yeniden entegre oluyor, sanayisini ve buna bağlı olarak ordusunu modernleştiriyor. Çin’in henüz gelişmemiş ama büyük potansiyele sahip iç pazarı var. Bu yüzden, ABD dış politika stratejistlerinin Çin’i uzun dönemde ABD’nin yerine en güçlü aday olarak görmeleri şaşırtıcı değil.
Ancak hızla büyüyen Çin’in enerji gereksinimi de artıyor. Shell China Petroleum’un öngörülerine göre, Çin 2015’te ABD’ye eşit bir petrol ithalatçısı olacak.
Böyle bir gelişmenin siyasi sonuçları ise, bölgedeki petrol kaynaklarının ve deniz yollarının etrafında sürtüşmelere yol acıyor.
Öte yandan Çin’in önünde, küresel pazarlar ile bütünleşme konusunda hiç de iyi bir örnek olmayan Rusya var. Rusya’nın askeri gücüne rağmen geldiği durum, güçlü bir kapitalist ekonomiye sahip olmadan dünya pazarlarına entegre olmanın yol açabileceği yıkımı göstermesi bakımından çarpıcı. İşte Çin, bu tehlikeyi en azından hazırlıklar yaparak bertaraf etme peşinde. Kuşkusuz bu konuda atılmış en önemli adım, 50 milyon işçinin işten atılması ve emek piyasasının daha da serbestleştirilmesine eşlik edecek olan geniş bir özelleştirme programının ilan edilmesi olmuştur. Ancak bu adım, Çin’in küresel pazara bir güç olarak açılmasını mı getireceği, yoksa kendisinin ABD için bir pazar mı olacağı sorusunu gündeme getiriyor.
Nitekim Dünya Bankası, Çin’in özelleştirme programını sevinçle karşıladı. Adeta adım adım ilerlenen 20 yıldan sonra nihayet, Dünya Bankası kendi eseri olan neoliberal “şok tedavisi”ni kutluyor. Bu özelleştirme kutlamalarının, daha fazla “emek esnekliğinin ve Dünya Bankası’na olan milyarlarca dolarlık borçların arkasında, uluslararası sermayenin çıkarları ve onun Çin’deki ticaret ve yatırımlar üzerindeki büyüyen etkisi yatıyor. Hong Kong’daki muhalefet hareketi “Dünya Bankası ve IMF’ye Karşı Dayanışma”nın işaret ettiği gibi, iş ve gelir güvencesinin yok edilmesi, on binlerce işçinin işinden atılması ve hükümetin yerel sanayiye verdiği destek ve korumanın kaldırılması, uluslararası sermaye ile işbirliği içindeki yönetici zümrenin çıkarlarına hizmet ediyor.
Üstelik Çin’in 28 milyar dolardan fazla borçla ve her yıl ortalama 3 milyar dolarlık yeni borçlanma ile Dünya Bankası’nın en büyük borç yükümlüsü olduğunu da hatırlamak, Çin’in ABD için önümüzdeki üçüncü bin yılın en önemli pazarı olduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

EMPERYALİZMİN DOĞASI: İSTİKRARSIZLIK VE ÇATIŞMA
İşte bütün bu gelişmelerin yaşandığı bir ortamda toplanan Davos’ta yaşanan tartışmalar, esas olarak emperyalist kapitalizmin Soğuk savaş döneminin ardından yaşadığı istikrarsızlığı gözler önüne serdi. Çünkü soğuk savaş yıllarında “oyunun kuralı” belliydi. Şimdi bu “dengeli ve göreli istikrarlı” durum ortadan kalktı. Batı’da bugüne kadar ABD’nin liderliği altında birbirine sıkı sıkıya yapışarak ve ayrılıkları bastırarak bir blok oluşturmuş olan devletler, aralarında her geçen gün yeni bir uyuşmazlık konusu ve rekabet keşfetmeye, ticari bloklar oluşturmaya, hegemonya mücadelelerine girmeye başladılar. Emperyalist ülkeler hemen her düzeyde ve coğrafyada birbirine karşı yeni kazandıkları ekonomik ve politik etkileri korumak zorunda kalıyorlar. Birbirlerinin etki alanına girme isteği ve politik bir uyumsuzluk, ekonomik alanda oluşturulan işbirliğini bir anda dağıtabiliyor. Bu koşullarda uluslararası ekonomik ve politik sistemi disiplin altında tutmak zorlaşıyor. Yaşanan kriz, ” işbirliği”ni azaltıyor, bloklaşmayı daha da keskinleştiriyor. Bizzat kendisi de bu sürecin bir parçası olan ABD ise, hegemonyasını korumak için giderek netleşen bloklaşmada yerini almak durumunda. Ancak soğuk savaş yıllarında olduğu gibi gelişmeleri istediği şekilde yönlendirmek şansına daha az sahip. Çünkü “iki kutuplu” dönemin “istikrar” sağlayıcı unsurları, bugün tam aksi bir yönde işliyor ve istikrarsızlığın, çatışmanın ortaya çıktığı birer kırılma noktası oluyor.
Sonuç olarak Davos toplantıları, “istikrar” adına ortaya atılan küresel politikaların iflasını bir kez daha gösterirken, dünya ekonomisinin girdiği kriz çerçevesinde şekillenen tartışmaların ve kutuplaşmaların, eşyanın tabiatına, emperyalizmin doğasına uygun olduğunu kanıtladı.

Şubat 1999

Toplumsal hareket, bilgi zenginliği ve zihin tembelliği

İşçi hareketiyle ilişki içindeki devrimci çevrelerde, okuyamama ya da okumama ve düşünce tembelliği üzerine konuşmalara sıkça tanık olmaktayız. Devrimci bir parti olarak örgütlenen ileri işçi grupları ve genç devrimci çevreler arasındaki tartışmalarda, sahip olunan araç ve mevzilerin yeterince değerlendirilmediği ve eğitim yetersizliği üzerine konuşmalar, giderek bir yakınma halini almıştır. Sınıf ve emekçi hareketinin günlük gelişmesi içinde birçok insanın, hareketin pratik gereksinmeleri üzerinden faaliyete katılması, asgari düzeyde teorik eğitimden geçmeksizin, hareketin ihtiyaçları karşısında sorumlulukla, yapabileceği bir iş üzerinden parti çalışmasına katılması doğaldır. Sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin günlük acil ekonomik ve politik talepler üzerinden gelişmesi, her gün saldırı hedefi olan emekçilerin saflarında şu ya da bu kadar insanın, diğerlerinden bir adım öne geçerek, daha ileri bir tutum almaları, diğer emekçileri kendileriyle birlikte davranmaya çağırmaları, kendi aralarında olabildiği kadarınca örgütlü bir yapı oluşturmaya çalışmaları, bu örgüt aracılığıyla hareketlerini daha ileri düzeyde yönetecek temsilcileri görevlendirmeleri, hareketin pratik gerekleri bakımından ileri bir tutumdur. Ancak hareketin gelişimi ve pratik eylemin ilerletici rolü, hareketin dar biçimlerine bağlılık göstermeyi, bilimsel bilginin, devrimci eğitimin ve teorinin küçümsenmesini haklı çıkarmaz. Bu tutum, zihin tembelliğinin güçlü ve okuma alışkanlığının zayıf olduğu bir toplumda, işçi hareketinin devrimci gelişimini sakatlayan bir işlev görmektedir.
Devrimci işçi partisinin nispeten kitleselleştiği, işçi kitleleri ve emekçilerle ilişkisinin kapsam ve içerik bakımından zenginleştiği, yığınlara seslenmenin araç ve yöntemlerinin çeşitlendiği bir dönemde, düşünce tembelliği, bilimsel bilgi ve teori yoksunluğunun ya da teori sorunlarına ilgide zayıflığın, politik-örgütsel çalışmaya zarar vermesi kaçınılmazdır.
Okuyamama ya da okumamanın nedeni, okunacak materyalin bulunmaması değildir. Marksist klasikler, diğer ülkelerin proletaryası ve emekçilerinin deneylerini içeren kitaplar, romanlar, işçi sınıfının devrimci partisinin görüşlerini içeren süreli yayınlar, günlük işçi gazetesi vb. çok sayıda ve çeşitte materyal, uyanış içindeki işçi ve gencin devrimci eğitimi ve hareketin sorunlarına çözüm arayışında olan sorumlu devrimci militanın kendi eğitiminde kullanabileceği hazır materyal durumundadır. Bu yayınlara ulaşmanın önünde ciddi herhangi bir engel yoktur. Doğa bilimleri alanında yayınlanan çok sayıda kitaba, dergi ve makalelere, toplumsal sorunları irdeleyen çeşitli yayınlara ulaşmanın ve bunlardan yararlanmanın olanakları bugün daha da genişlemiştir.
Diğer yandan, ileri işçi kitlesinin sınıf ve emekçi hareketinde edindiği mevziler, sınıf bilinçli işçilerin işçi sendikalarının çeşitli kademelerinde daha etkin konuma gelmeleri, işçi sendika şubeleri ve emekçilerin diğer kitle örgütlerinde ileri işçi ve emekçilerin tuttukları mevziler, işçi sınıfı ve ezilenlerin daha geniş ve geriden gelen kesimlerinin, sınıf hareketinin deneyleri üzerinden devrimci eğitimi için önemli olanaklar sağlamaktadır. İşçi sınıfı partisinin, işçi ve emekçilerin kitle örgütleriyle ilişkileri, daha yaygın ve güçlüdür. Emekçilerin en ileri öğeleri başta olmak üzere, ezilenlerin uyanan kesimleri önemli ölçüde partide ve parti etrafında bir araya gelmişlerdir.
Bu gelişmeler, parti-kitle ilişkilerinin daha İleri bir düzeyde geliştirilip güçlendirilmesinin olduğu kadar, parti içi eğitimde ve kitlelerin kendi politik deneyleri temelinde eğitiminde, yol gösterici-ilerletici işlevin yerine getirilmesinin olanaklarını da genişletmiştir.
Ancak ilişki ve araçlardaki genişleme ve zenginleşme ile bunların hareketin günlük ve uzun vadeli gereksinmeleri için verimli ve etkili kullanımı arasındaki uyumsuzluk ve çelişki de devam etmektedir. Devrimci eğitim eksikliğinden söz edenlerden, doğal olarak, bu eksikliğin giderilmesi yönünde çaba göstermeleri beklenir. İşçilerin günlük mücadele içinde edindikleri bilinç kıvılcımlarının, gözleme ve deneye dayalı bilginin, sosyalist sınıf bilinci yönünde gelişmesi için, işçi ve emekçiler içinde çalışma yürüten partili işçi ve devrimci militanların, dar kalıpçı düşünme tarzından kurtulmaları ve sosyalizm bilimini tüm zenginliğiyle özümsemeleri zorunludur. Bunun olanakları yok mudur? Ya da pratik çalışma, devrimci militanların, sosyalist materyal, devrimci yayın vb.ne ulaşmaları; bunları incelemeleri ve emekçi hareketinin pratiğinden çıkarılmış ve genelleştirilmiş deneylerin sonuçlarından yararlanmaları önünde engel mi oluşturmaktadır? Açıktır ki böylesi bir engel yoktur; eğer bir engelden söz edilecekse, bu, pratik çalışmanın kendisi değil, kolaycı yöntemlere başvurma “geleneği”dir. Çoğu kez kulaktan dolma, yüzeysel ve kaba biçimde ezbere bilinen, içerikleri koşullardan ve gelişmelerden soyutlanarak formülleştirilen ve kalıplar halinde tekrarlanan fikir kırıntılarıyla yetinilmekte, toplumsal koşullardaki ve sınıf ilişkilerindeki değişmelerle bunların bilinç üzerindeki etkileri gözden kaçırılmakta, geçmiş bir yerlere takılıp kalınmaktadır. Hareketten, koşullardaki değişmelerden ve sosyal-siyasal ve ekonomik gelişmelerden söz edildiği birçok durumda, gerçekte gelişmelerin değil, kalıpçı mantık yürütmenin bu fikirlere yön verdiği görülmektedir. Devrimci militan için, Marksist bilimsel sosyalist teori, işçi hareketinin ulusal ve uluslararası deneyleri, bilim ve kültürdeki gelişmeler, yararlanılacak güçlü teorik-kültürel bir zemin oluştururken, eğitimsizlik ve bilgi yetersizliğinin aşılamaması politik-örgütsel çalışmayı sakatlamaya devam etmektedir.

GÖZLEME DAYALI BİLGİNİN YETERSİZLİĞİ VE BİLGİNİN GELİŞMESİ
İşçi sınıfı ve ezilenlerin sömürücü sınıflara; sermaye ve gericiliğe karşı mücadelede çeşitli deneyler kazandıkları, ilk bilinç kıvılcımlarını edindikleri, sendikalar gibi örgütler içinde örgütlenerek, mücadelelerini daha etkin biçimde sürdürmeye çalıştıkları dikkate alındığında, bilimsel bilgiye ulaşma ve sınıf bilinci edinme sorunu, doğru tarzda ve birbiriyle ilintili olarak ele alınmak zorundadır. Genel olarak ele alındığında ve bilginin hazır ve değişmez olmadığı, insanın, yaşamı için doğayla mücadelesinde çevre bilgisini edinmeye başladığı, insan bilgisinin önce sınırlı, ancak giderek daha tam ve eksiksiz bilgi olma yolunda ilerlediği görülür. Günlük yaşantıdan çıkarılan milyonlarca gözlem, insanın doğayla, insanın insanla, sınıfın sınıfla, bütün sınıfların birbirleriyle ve sınıflı toplumların ürünü olan devletle ilişkileri hakkında ilk bilgileri edinmelerini sağlar. Ancak bu, henüz ilk haliyle; yüzeysel, ham bilgi ve fikirleri içermektedir. İşçilerin sınıf bilinci edinmeleri ve bunun bir süreç içinde gerçekleşmesiyle genel olarak bilginin gelişmesi, bilgiye ulaşma ve bilginin daha tam bilgiye doğru yol alması benzer bir gelişme gösterir. Genel olarak bilgi birikiminin oluşması, bilgiye ulaşmak ve bilmek üzerine düşünüldüğünde, insanın duyumlarıyla nesnel gerçeği algıladığını, bu algılamanın henüz en son, en tam kavrama ve bilgiye denk gelmeyebileceğini, bireyin kendisi dışında, kendisini de kuşatarak sürüp giden hareketin ve yaşamın kavranmasının ancak bu yolla gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Doğa, bilimdeki ilerlemeler, onun yeni görünümlerini, daha önce bilinmeyen özelliklerini ortaya çıkardığı için, “görüngüden daha zengin, daha canlı, daha çeşitlidir.”
Bilginin sınırsızlığı ve bizim bilgimizin sınırlılığı; gerçeğin ulaşılan gerçekle ve bilginin ilk edinilen bilgiyle sınırlı olmaması, bilinebilir gerçek ile bilinen gerçek angındaki farklılık, bunun bilinci, bilgisizliğin aşılması için sürekli çabayı zorunlu Kılmaktadır.
Biliyoruz ki, her kuşak kendinden önceki kuşakların biriktirdiği bilgi ve deneyim birikimini hazır olarak bulur ve ona kendi kuşağının tecrübesini ve bilgisini ekleyerek, bilginin gelişmesine katkıda bulunur ve kendisi de bundan yararlanır. Önceki kuşaklardan devralınmış ve bilinebilir durumda olan birikim, bu bakımdan yeterli ve “mükemmel” sayılamaz.
Toplumsal sorunların çeşitli boyutlarıyla görülebilmesi için, olaylar, olgular, nesneler ve insan ilişkileri genel bağlantıları içinde değerlendirilmelidir. Nesnel dünyanın, doğa ve evrenin toplumsal yaşam ve sınıf ilişkilerinin; bu ilişkilerin tarihsel gelişmesi ve değişme zorunluluğunun herhangi bir anda, bütün yanlan ve bağlantılarıyla henüz bilinmiyor olması, onun bilinemez, kavranamaz, algılanamaz olmasına işaret etmez. Aksine, yalnızca bilginin eksikliğini, bunun kaçınılmazlığını ve eksiklerin giderilebilir olduğunu tanıtlar.
Bilim, doğadan ve gerçek insan ilişkilerinden yola çıkılarak, duyusal bilinç ve algılar aracılığıyla ve en geniş biçimde bağlantılar kurularak ilerletilebilir. Bireyin bilgisi toplumsal bilgiye doğru geliştikçe, ona yaklaştıkça daha tam bir bilgi olma yoluna girer. Bilinç, kuşaktan kuşağa aktarılan toplumsal bilgi birikimi olarak gelişmedikçe, köksüz ve kozmopolit bilinç olmaya mahkûmdur. Bilinç ile doğa, bilinç ile nesnel varlık arasındaki ilişkide, doğa ve nesnel varlığın birincil, bilincin ikincil olması, materyalist diyalektiğin temel kabullerinden biridir. Sosyal sınıfların yaşam alanı, bu sınıfların mensupları için deney ve birikimin oluştuğu ve edinilmesinin koşullandığı sosyal ortamı oluşturur. Nesnelerin zihindeki yansıları, onların duyu organları aracılığıyla algılanmaları, onlar hakkında bilgi sahibi olmayı sağladığı gibi; toplumsal yaşam ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları temelinde bölünmüş toplumlar da bilincin ve sınıf bilincinin maddi-nesnel zeminini oluştururlar. Sınıf mücadelesi tarihinin biriktirdiği bütün toplumsal bilgi birikimi; ekonomik, sosyal-siyasal, kültürel-ideolojik ilişkiler alanında, pratik insan ilişkilerinin ürünü olarak var olur. Zihnî imgeler, nesnel alana ilişkin duyum ve algılardan meydana gelirler; düşüncede ilkeselleştirilenler ise doğal ve toplumsal alandan türetilirler. Engels, “ilkeler ancak doğa ve tarihe uydukları ölçüde doğrudurlar” diyordu. Çünkü ilkelerin kaynağı bu alandır, onlar bu doğal ve sosyal alandan türetilmektedirler. Maddi alanın ilk veri olması, teori ile pratik arasındaki ilişkide, pratiğin teoriye ön-geldiğini, teorinin pratik insan ilişkilerinden, sosyal sınıfların yaşamından ve ilişkileri (çelişkileri)nden çıkarıldığını da tanıtlar.
Bireyin bilgisi her zaman sınırlı olmaya mahkûmdur. Art arda gelen kuşakların bilgi birikiminden yararlanıldığı oranda ve bilginin gelişmesiyle bu sınırlılık giderek azalır, bilimlerin gelişmesinin her yeni aşaması, bilgi birikimine yeni bilgi tohumları ekler. Her türlü bilimsel önerme, doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin ilerlemesi sırasında ilerler ya da geriler. O halde şu an bilinmez olan, gerçekte bilinebilir olandır. Bilgimizin tarihsel göreliği, yalnızca nesnel gerçeğe yaklaşımımızın sınırlılıklarına ve geliştirilmesi zorunluluğuna işaret eder. Toplumsal sorunların eksik algılanması ve kildi ve fikirlerimizin yetersizliği, unlun yüzeysel olmaktan çıkarmak ve geliştirmek yönündeki çabayı gerekli kılar. Bilgimiz, doğa bilimleri alanında yeni buluşlar aracılıyla zenginleşip geliştikçe, sosyal yaşam ilişkileri (ve çelişkileri)ni nesnel olarak kavradıkça, daha tam bilgi haline gelecektir.
Marx, Aristoteles’in “Mükemmel olan şeye eylem gerekmez; çünkü kendi içinde bir sondur o” sözünü aktararak, bilincin geliştirilmesi zorunluluğuna ve değişime dikkat çeker. Kendi bilincini, yalnızca içinden geçilen toplumsal sürecin sorunlarının çözümü yönünden değil; geleceğin sorunlarının çözümü yönünden de “yeterli” saymak, bilincin gelişme ve zenginleşme zorunluluğunu olduğu kadar, toplumsal bilince denk düşmeyen birey bilincinin darlıklarını da görememek demektir… Toplumsal yaşamın “kaotik” durumu ve çelişki ve çatışmalara sahne olması, bazı ilişkiler ve nesnelerin diğerlerine göre daha “mükemmel” görünmesine, öne çıkmasına, güzelleşmesine veya çirkinleşmesine, kanıtlama ve çözümleme yoluna gitmeksizin, ilk eldeki görünümleri ve duyumlarımız üzerindeki etkileriyle bir uzlaşma ya da ret fikrinin oluşmasına neden olmaktadır.
Diğer yandan, bilimsel bilginin ve sınıf bilincinin edinilmesi ancak pratik insan ilişkileri içinde, toplumsal yaşamın sorunlarının çözümü çabası içinde mümkün olmaktadır.
Pratikten kopuk bilimsel sorunları çözme girişimleri skolastiktir ve sosyal pratik, materyalist teorinin sınandığı toplumsal laboratuardır. Ancak, gözleme dair bilincin sınırlı ve bölünmüş olduğu ve gelişmesinin, bu sınırlılıkların asılmasıyla gerçekleştiği de bir gerçektir. Esas olanın hareket, çelişki ve değişim olduğu, her şeyin her an bir başka şey olduğu şeklindeki diyalektik önerme, dar ufuklu devrimciye, bir çelişki ve belirsizlik ifadesi olarak görünür. Bilimsel sosyalist dünya görüşünü dogma ve kalıplar olarak algılayan bu gibileri, hareketi ve değişimi değil, kendi kurgularını değişmez ve mutlak doğrular olarak alırlar. Bununla da kalmayarak, dar kalıpçı düşüncelerini normlar, değerler, ilkeler adına başkalarına dayatırlar. Böyleleri toplumsal yaşamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi eyleminde pasif bir rol oynarken bile, harekete küçümsenemez zararlar vermektedirler.

GÖZLEME DAYANAN BİLGİ, TOPLUMSAL KOŞULLAR VE BİLGİDE “SINIR”SIZLIK
Toplumsal bir varlık olarak insan, ancak sosyal ilişkilerin bütünü içinde, bu ilişkilerin onun düşünüş, davranış ve eylemi üzerindeki etkileriyle birlikte anlaşılabilir. Toplumsal olay ve olgular karşısında olduğu gibi, bir sanat eseri ya da doğa güzelliği karşısında bireyin tepkisi de, onun sahip olduğu bakış açısına, geleneklerine ve kültürel değerlerine, normlarına, genel olarak bilinç birikimine bağlıdır. Bu değerleri, normları, birikimi hangi ortamda, hangi etkiler altında ve hangi ilişkiler içinde edindiği, onun bilinci üzerinde etkili olacaktır. Toplumsal olayları ve birey davranışlarını, kısır bir döngüde ele almak, “ak” ile “kara” mantığıyla kalıplara bağlamak, dar bilinci ve onun verilerini kutsamak ve katılaştırmak, olabilirlik ve olmayabilirlikleri hesaba katmamak, dar deneyciliğin kaba girdabına saplanıp kalmaktır. Devrimcilik, “gayya kuyusu kadar büyük” bilgisizliklerin erdem sayılması ve bilimsel bilgiye karşı “silah olarak” kullanılmasıyla bağdaşmaz.
Gözlemcinin sınıfsal-sosyal konumu, inançları ve dünya görüşü, onun gerçeğe yaklaşımını ve bilgisinin niteliğini kaçınılmaz olarak etkiler. Gözlemci, dünyaya ve nesnel olana, genel toplumsal koşullar içinde, belli bir sınıfın bakış açısıyla, belli inançlar ve değerlere sahip olarak, bu düşünce, inanç ve değer yargılarının etkisinde bakmaktadır. Onun durumu, anlayış ve düşünceleri, gerçeğin farklı yansıtılabilmesine yol açabilmektedir: Toplum-üstü, doğa ve toplumdışı birey olmadığı ve olamayacağı gibi, bireyin görüş, gözlem düşüncelerinin toplumsal bilinç bütününden, topluma egemen olan görüşlerden bağımsız olması toplum-üstü ya da yansız olması olanaklı değildir.
Bireysel davranışla onun toplumdaki rolü ve sonucu arasında tek yanlı ve mekanik bir ilişki kurulması yerine, karşılıklı ilişkiler ve etkileşimleri gözetmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. İnsan davranışları bireyce gösterilir ve toplumu, biçimlendiren fikir ve kararlar bireylerce alınır. Ancak bireyler, sosyal ilişkiler içinde, toplumsal bir ortamda hareket etmektedirler. Farklı insanların gözlemlerinin, bakış açılarıyla planlarının birbirinden farklı olması olağan ve kaçınılmazdır. Tarihin herhangi bir döneminde, herhangi belirli bir sosyal ortamda, dünya ve toplum hakkında görüş belirten birinin, bu görüşü (görüşleri)yle o döneme ilişkin ya da önceki dönemden devralınmış düşünceler, inanç ve değer yargıları arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır. Nesnel gerçeğin aynı anda ve aynı yerdeki gözlemciler için “aynı oluşu”, onun algılanışında bireysel farklılıkları dışlamaz. Gözlemci ve irdeleyicinin konum, görüş ve değerlerinin farkı, gerçeğin algılanışında farklılıklara neden olur. İnsanın basit gözlem ve deney yoluyla bilebilecekleri, ‘duyu deneyimleri alanında kaldığı’ ve nesnenin görünümüyle ilgili oldukları için “algılanabilir olanın sınırları” tarafından sınırlanmışlardır. Buradan şöyle bir sonuç da çıkarılabilir: Sınıf mücadelesinde, gözleme dayanan bilgi, içinde hareket edilen toplumsal koşulların kaçınılmaz etkisi altındadır ve egemen sınıfların egemen düşüncelerinin, egemen ideolojik-kültürel ortamın etkisi altında biçimlenmenin sınırlılıkları, yetersizlikleri ve yanlışlarıyla bir aradadır. Salt gözlem yoluyla, nesnel gerçeğin, sınıf ilişkilerinin görünen yanı algılanabilir, ancak gerçeği bütünlüğü içinde, toplumsal yaşamı bütün yanları ve karşıt sınıfların ilişkilerini bütün “karmaşıklığı”yla anlamak, bilimsel bilgi birikiminin özümlenmesini gerektirir. Bilgi arttıkça, bilginin sınırı genişledikçe, gerçeğin daha tam bilinir hale gelmesi de olanaklı olacaktır.

TOPLUMSAL DEĞİŞİM, PROLETARYA HAREKETİ VE BİLİNÇ SORUNU
Toplumsal sistemler doğal değil, tarihseldirler. Değişmez, hareketsiz, tekdüze ve ‘kalıcı’ değil, değişken ve hareketlidirler. Maddi üretim belirli tarihsel biçimi içinde gelişir ve değişkenlik gösterir. Maddi üretimin tarihsel gelişimi ve değişimi manevi üretimi, bilincin ve kültürün gelişimini etkiler ve biçimlendirir. Maddi üretim ve ona karşılık düşen manevi üretimin niteliği ve bunların birbirleri üzerindeki etkileri, ancak bu ikisi tarihsel gelişim içinde irdelenirlerse anlaşılır hale gelir.
İnsan, toplumsal varlık olarak, yaşamı ve gelişimi için topluma gereksinim duyar. Sosyal varlık olarak insan, toplumsal bir ortamda hareket eder ve onun yaşamı tekdüze, monoton, kalıplara sığdırılmış, önceden belirlenen biçimlere ve kurallara bağlanmış olmaktan uzaktır. İnsan canlı bir nesnedir; başka insanlarla ilişkilidir ve duyulara sahiptir.
Yanılgıları ve isabetli-yerinde tespitleri, acıları ve sevinçleri, başarı ve başarısızlıkları vardır ve bireysel davranışları, toplumsal ilişkiler bütünü içinde anlam bulmaktadır. Bireylerin hareketleri ve onlara yön veren düşünceler, kurumlar halinde örgütlenmiş bireyler topluluğunun hareket sahası ve düşünce ortamında oluşmaktadır.
İnsanlar, doğa ve toplumda, onları harekete geçiren düşüncelerin yardımıyla eylemde bulunur, kendi eylemlerinin bilgisi ışığında hareket eder, kendilerinin ve başkalarının eyleminden öğrenirler. Düşünce ve pratik eylem birbirlerinden soyutlanamaz; sosyal hareket, nesnel gereksinmeler temelinde gelişir ve bu gereksinmelerin bilgisi eylem içinde daha ileri düzeye çıkar. İnsan için kendi durumunu değiştirme gereksinimi, pratik ilişkiler içinde ortaya çıkar; ancak değiştirme bilinci olmadan, değiştirme gereksinimi duyulmadan, değiştirmek ya da örneğin özgürleşmek olanaklı olmaz.
Sosyal sınıfların ilişki alanı, her gün şu ya da bu biçimde çatışmaların yaşandığı, bu sınıfların kendi yararına davranışlarını sağlayan ilk bilinç kıvılcımlarının oluştuğu temel kaynaktır. “Bizim bilincimiz, bizim duyumlarımız, ancak dış dünyanın bir imgesidir ve açıktır ki bir imge, imgelenen şey olmadan var olamaz ve imgelenen şey, onu imgeleyenden bağımsız olarak vardır.” (Lenin)
Bireyin iradesi ve bilincinden bağımsız olarak evren ve doğa ve onun en gelişkin ürünü olan insan toplumu vardır ve toplumsal yaşam ve sınıf mücadelesi tüm karmaşası içinde, bilinç ve düşünceye kaynaklık eder ve onu koşullandırır. Sosyal sınıf ilişkilerini ve bu alandaki çatışmaları doğru olarak irdelemek ve onlardan gerekli sonuçları çıkarmak, toplumsal yaşamın yasalarının bilgisini gerektirir.
Tarih boyunca ezilenlerin hareketi, her zaman somut ekonomik ve politik talepler üzerinden ilerlemiştir. Emekçilerin, iktidardaki burjuvaziyle politik sınıf savaşına tutuşmaları, ancak iktisadi ve politik talepler üzerinden gerçekleşmektedir. Sosyal-siyasal ve ekonomik talepler üzerinden gelişen mücadele, en üst düzeyde politik iktidarın alınmasına yükselmekte; proletarya ve ezilenler, sermaye ve gericiliğe karşı mücadele içinde, kendi deneylerinden ve ezilen sınıfların uluslararası tecrübelerinden öğrenerek, güncel taleplerinin gerçekleşmesi için çeşitli mücadele araç ve yöntemleri geliştirmektedirler. Ancak örgütlü burjuvaziye karşı, ezilenlerin bu hareketi, henüz başarıya ulaşmada yetersiz kalır. Pratik mücadele içinde edinilmiş ilk bilinç kıvılcımları kaçınılmaz olarak eksik, yetersiz ve yanlış anlayışlara açıktır.
Burjuvaziye karşı mücadele, bağımsız politik bir mücadele -sosyalizm hedefli sınıf mücadelesi- düzeyine yükselmedikçe, toplumsal koşulların, sınıf farklılıkları ve üretim ilişkilerinin köklü bir değişimi olanaklı olamaz. İşçilerin, pratik mücadelenin deneylerinden öğrenmeleri, onların bilincini doğrudan doğruya sosyalist sınıf bilinci düzeyine çıkarmaz. Sosyalist sınıf bilincinin kendiliğinden ve hareketin kendi içinden edinildiği, bugüne dek hiçbir zaman ve hiçbir yerde görülmemiştir. “Felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup geliş(en)” sosyalizm teorisi, kendiliğinden ve hareketin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmamaktadır. Kapitalist gelişme ve kapitalizmde sınıf mücadelesi; sanayinin gelişmesi, sermayenin merkezileşmesi ve işçilerin fabrikalarda bir araya gelmesi, sosyalist toplumsal düzenin maddi alt yapısını oluşturmasına karşın, bu nesnel durum, sosyalizmin gerekliliği bilincini kendiliğinden yaratmamaktadır. Sosyalizmin köklerinin modern ekonomik ilişkilerde ve proletaryanın hareketinde bulunması, burjuvazinin ezip sömürdüğü, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm ettiği emekçilerin mücadelesinin bu maddi zeminden çıkması, sosyalizmin, sınıfın iktisadi eyleminden dolaysız olarak doğmasını sağlamaz. Sosyalist bilinç ve sınıf hareketi yan yana doğarlar ve sosyalist bilinç, ancak derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. İşçilerin kapitalistlere karşı mücadelesinin pratik deneyleri, işçilerin salt kendi çabalarıyla sendikalar içinde birleşme, kapitalistlere karsı mücadele ve hükümetleri gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın gerekli olduğu bilincini geliştirdiklerini göstermektedir.
Sömürülen ve ezilen yığınların daha iyi bir yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadeleye uyanmalarıyla, kaçınılmaz ve doğal biçimde sosyalizm bilincine ulaşacakları yönündeki ekonomist görüşün formülasyonlar halinde, bugün artık savunulamayacağı açıktır. Ancak pratikte, işçi kitle hareketinin içinde yer alarak devrimci parti çalışması yürütenlerin, sosyalizm bilincini edinmek ve geliştirmek, işçi kitlelerinin bu bilinci edinmelerine yardımcı olmak gibi bir görevlerinin olduğunu unutmaları ya da buna gereken önemi vermemeleri, öyle düşünülüp düşünememesinden bağımsız olarak, ekonomizme saplanmaya, darlığa ve yüzeyselliğe neden olacaktır. Devrimci örgütün güçlendirilmesi, harekete katılanların devrimci gelişmelerine yardım edilmesi, politik faaliyetin genişletilmesi vb. için, hareketin yasalarının bilgisi ve bütün sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin bilgisi üzerinden, işçi ve emekçilerin eğitimi zorunludur. Bunun konu ve araçları günlük mücadele içinde gündeme gelmektedir. İşsizlik, özelleştirme, düşük ücret, sosyal güvenlik ile ilgili hak gaspları; uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin bağımlı-geri ülkelere yönelik baskıları, onların rekabet ve çatışmalarının emekçiler aleyhine sonuçları, emperyalizmin ülkedeki varlığı ve emperyalistlerle imzalanan anlaşmaların getirdiği yükler; polis saldırıları, işkence ve cinayetler, Kürtlere yönelik saldırı ve yasaklar; bunların hepsi, partide ve sınıf hareketinde devrimci eğitimin konuları olarak kullanılabilir, bu sorunların kaynakları bağlantıları ve çözümleri üzerine irdelemelerle işçilerin eğitimine yardımcı olunabilir. İşsizlik, özelleştirme ve düşük ücret politikası gibi ilk bakışta salt ekonomik içerikle sınırlı gibi gözüken sorunların, kapitalist üretim sistemiyle dolaysız bağı ve burjuva hükümeti tarafından baskı ve dayatmayla “çözümlenme”ye çalışılması, bu sorunların ekonomik sınırlar içine sıkıştırılamayacağının göstergesidir.
Politik faaliyetin devrimci bir faaliyet olarak sürdürülmesi için, bu faaliyetin, emeğin sermayeye bağımlılığı koşullarının; işgücünün kapitalist kullanımı yoluyla artı-değer üretimini olanaklı kılan özel mülkiyet sisteminin ortadan kaldırılmasını hedefleyen ve buna hizmet eden bir faaliyet olması gerekir. İşgücünün daha uygun koşullarda satılması için yürütülen mücadeleyle ve fabrika koşullarının teşhiriyle yetinilemez. Kapitalistlerle ilişkilerinde ve güncel taleplerinin elde edilmesi mücadelesinde edinilen ilk bilginin, kesintisiz siyasal teşhir ve devrimci ajitasyonla geliştirilmesi ve desteklenmesi, mücadeleyi, işgücü sömürüsünü olanaklı kılan toplumsal düzenin ortadan kaldırılması yönünde geliştirecektir. Güncel talepler üzerinden yürütülmesi zorunlu olan politik teşhir ve devrimci ajitasyonu yeterli düzeyde gerçekleştiremeyen devrimci işçi hareketinin, iktidar mücadelesinde başarıya ulaşması ve işçi kitle hareketini geliştirip, devrim yönünde seferber etmesi olanaklı değildir. Kuşkusuz, fabrika koşullarının teşhiri ve işçinin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çaba gösterilmeden, işçi hareketinin örgütlenmesi, parti-kitle ilişkilerinin sağlamlaştırılması başarılamaz. Devrimci parti, politik hedeflerine ulaşmak ve ekonomik-toplumsal devrimi gerçekleştirmek istiyorsa, işçi ve emekçilerin talep ve isteklerinden hareket ederek, emekçi hareketinin gelişmesine hizmet eden günlük ve kesintisiz ajitasyon ye siyasal teşhir faaliyeti yürütmek zorundadır. Sorun bu yönüyle değerlendirildiğinde, hemen her dönemde, hareketin gereksinmelerine göre, parti faaliyetinin “fazlalıklarından değil eksikliklerinden söz edilebilir.
Bilinç geriliğinin giderilmesi ve sınıfın devrimci eylemine bağlanan eğitimin gerçekleştirilmesi, proletarya ve emekçilerin burjuvaziye karşı mücadelesinin başarısı için olmazsa olmaz koşullardan biridir. Peki, bu sorun nasıl çözümlenecektir? Sosyal yaşam ve sınıf mücadelesi, düşünce ve eylem birliği içinde ilerlediğine; yaşam, düşünce, hareket ve eylemle akıp gittiğine göre, politik-teorik ve kültürel faaliyet ile pratik çalışma birlikte yürütülmelidir. İşçi ve emekçilerin eğitimi ya da devrimci eğitiminden söz edildiğinde, başlıca iki şey önem kazanmaktadır. Bunlardan birincisi, “eğiten”in kendisinin eğitime olan gereksinmesidir. İşçi hareketinin sosyalist sınıf hareketi olarak gelişmesi için gerekli olan sınıf bilincini, hareketin içinde yer alarak, “sınıfa taşıma” durumunda olanlar, yani devrimci partinin her kademedeki öğeleri, yaşama ve toplumsal ilişkilere, diyalektik tarihsel materyalist dünya görüşünün yol göstericiliğinde bakmak, sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisini, bütün sınıfların birbirleri ve devletle ilişkilerini, toplumsal koşulları bütünlük içinde kavramak, bunlar arasındaki ilintileri gözden kaçırmamak zorundadırlar. Doğa, evren ve yaşam bilgisi, insanın zihni gelişmesinin ve sorunları bilimsel yöntemle değerlendirmesinin yollarını açar. Sosyalist sınıf bilinci, insanın, tarihsel ilerlemesinde, kültürel-sanatsal ve teknolojik alanda kat ettiği yolda, irdelenip özümsenecek ve proletaryanın kurtuluş mücadelesinin hizmetine verilecek bilgi birikiminden yararlanılmadığında, eksiklikler taşıyabileceği unutulmamak zorundadır, ikinci olarak, işçi ve emekçilerin devrimci eğitimi, ancak pratik mücadelenin deneyleri üzerinden ve bilimsel sosyalist teorinin yardımıyla gerçekleştirilebilir.
İşçi sınıfının bilincinin devrimci sosyalist sınıf bilincine yükselmesi için hareketin uluslararası deney ve birikiminden ve bilim ve kültürün en ileri ürünlerinden yararlanmak zorunludur. Hareketin uluslararası niteliğinden devrimci sonuçlar çıkarılması için, bu hareketin uluslararası deneylerinin mücadelenin unsurları olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ise, bu deneylerin eleştirici bir gözle irdelenmesiyle gerçekleştirilebilir. Bunun doğru tarzda yapılabilmesi için, teorik bir “kuvvetler yedeğine ve siyasal (aynı zamanda da devrimci) deneyime” gerek vardır. Lenin’in “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz” biçimindeki sözünü yerli yersiz tekrarlamayı seven çok sayıda devrimcinin, bu sözün gereğine uygun bir davranış içinde olmadığı bir gerçektir. Lenin, teorik eğitim ile pratik eylem ilişkisini irdelerken, sınıf hareketinin her cephedeki mücadelesinin birliğine ve uluslararası deneyimin eleştirici özümsenmesine özel bir vurgu yapıyor, “… Yalnızca, öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebileceğini belirtmek istiyoruz. (…)” diyordu.
O, sosyalist harekette teorinin önemini vurgularken, Engels’e başvuruyor ve Engels’ten, teorik mücadelenin de siyasal ve iktisadi mücadeleyle birlikte, önemi bakımından “ilk ikisiyle bir tutarak” ele alınması gerektiği yönündeki sözlerini aktarıyordu. Engels’in değerlendirmelerine atıfta bulunan Lenin, onun, kapitalizmin ve işçi hareketinin İngiltere’de, Almanya’da olduğundan daha eski ve daha gelişkin olmasına karşın, İngiliz işçi hareketinin kendiliğinden sendikalist (trade union) hareketin sınırlarını aşmamasında, buna karşın Alman işçi hareketinin politik bakımdan daha devrimci ve ileri bir çizgide olmasında Alman işçilerinin, “Avrupa’nın en teorisyen halkına mensup” olmalarını, iki temel etkenden biri olarak belirttiğine dikkat çekiyor. Engels, Alman işçilerinin, İngiliz ve Fransız işçilerinin tarihsel deneyleriyle onların hareketinin zayıflıklarından yararlanma avantajından söz ederek, onların “durumlarının üstünlüğünden” yararlandıklarını ve Alman işçi hareketinin devrimci ilerlemesinin, mücadelenin bu üç yönünün birlikte yürütülmesiyle ilişkili olduğunu belirtmektedir. Sınıf bilinçli isçiler için sorun her günkü hareket içinde, somut olarak gündeme gelen politik sosyal ve ekonomik olay ve gelişmelerin kapitalizm ve burjuva sınıf iktidarıyla bağları içinde irdelenmesi ve kurtuluş hedefine ulaşılması için gerekli olanları açıklığa kavuşturmaktır. Teorik çalışmanın herhangi bir biçimde küçümsenmesi, teorik eğitimin öneminden söz edildiğinde yarı alaycı tarzda dudak bükülmesi, “biz pratisyeniz” övgüsü üzerinden bilgisizliğin ve teorisizliğin savunulması, sosyalist ideolojinin küçümsenmesine ve onun gerekliliği bilincinin zayıflamasına yol açar. Burjuvazi bu zayıflığı, çıkarları yönünde kullanmaktan kaçınmaz
Özel mülkiyetçi toplumlarda, birey, özel mülkiyetçi ve bireyci anlayışlarla kuşatılmıştır. Mülkiyetçi bireycilik, her bir özneyi, diğerinin “kurdu” haline getirir, onunla olumlu bağlarını yok eder ve onunla rekabete ve çatışmaya sokar. İnsan, insan olmaktan çıkıp nesneler ya da şeyler konumuna düşmüştür. Kapitalist toplumda üretim alanı, insanın severek, isteyerek ve hoşnutluk duyarak yer aldığı bir alan değildir. Kapitalizmde insan, kendini yapmakla zorunlu hissettiği yaptırımlar sonucu, belli ilişkiler içinde yer alır. Kapitalist üretim süreci insan için var olmayı, insan gereksinmelerini karşılamayı öngörmez. Özel mülk ancak daha fazla kâr edilerek büyütülür; üretim kâr içindir ve tüketim alanında insanı metalar bolluğu karşılar. Alabiliyorsa, alabilecek gücü varsa, işgücünü satarak elde ettiği ücreti onları almasına ve tüketmesine olanak tanıyorsa, müşteri olarak o dünyaya katılmasına bir engel yoktur. Ama bu dünyada, metaların büyük çoğunluğu, tüm bolluklarına karşın, emekçi ve ezilen birey için, onun satın alma gücüne sahip olmadığı için erişemediği “şey”ler olarak kalırlar. İşçiler ve satın alma gücünden yoksun emekçiler ancak yaşamlarını sürdürmek için en zorunlu olanlara yaklaşabilirler. Bütün metaların kendisiyle değişildiği bir meta olan paraya sahip olunmadan metalar elde edilemezler. Kapitalizm, işçinin ihtiyaçlarını, fiziksel varlığını sürdürmeye yetecek en düşük düzeye düşürmüştür. Ona, çalışma dışında bir etkinlik olanağı ve hakkı tanımaz. Pratikte dayatılan ve düşüncede empoze edilen budur. En düşük düzeyde, en sıradan gereksinimleri olan, monoton, tek yanlı hale getirilmek istenen, düşünme yetisinin önü tıkanan, zihnî gelişme olanakları darlaştırılıp, duygu ve düşüncelerine sınır çekilen ya da çekilmek istenen bir duruma getirilmektedir. Oysa insan ihtiyaçları tarihsel süreç içinde değişen ve gelişen bir seyir izler. Kaba, değişmez kabul edilen ve pratik gereksinmelerin esiri olan bir duyu; eksik, estetikten yoksun, sınırlı bir duyudur. İşçiye dayatılan da budur. Burjuva propagandasına göre bunda herhangi bir terslik yoktur.
Kapitalizmin ve burjuva toplumsal düzenin nihai bağlayıcı gücü, denebilir ki çıplak zorda değil, alışkanlıklarda, geleneklere dindarca bağlılıklarda ve duygularda yatar. Bu bağlar, toplumu ve onun bireylerini toplumsal bir çerçeve halinde sarıp sarmalar. Duygu, maddi temelleri de olan, insanın toplumsal bağlarından biridir ve duygu bağının, “doğal” ve içgüdüsel bağlılığın gücü çok büyüktür. Bu türden ‘organik’ bağlarla kendini topluma kabullendiren yönetimler baskıcı yönetimlerden daha sağlam dayanağa sahip olmuşlardır. Korku verici otorite yerine, “sevgi” ve “saygıyla” benimsenmiş ve gönüllü kabul görmüş bir otorite daha uzun ömürlü olmaktadır.
Burjuvazi, kökleri daha eskilerde yatan bir ideolojiye sahip olmakla, işçi sınıfı karşısında, daha baştan avantajlı konumdadır. O, elinde tuttuğu propaganda güç ve olanaklarını kullanarak, bu ideolojinin işçi ve emekçi kitleler içinde yayılmasını sağlamaktadır. Burjuvazi, kendi ideolojisini “öncesiz-sonrasız” ilan ederken, onu kabalaştırmayı hedefler. Burjuva ideolojisi, bir yandan “kirlenmiş özdeyişlerin tıkıştırıldığı bir paçavra torbası” gibidir, günlük ilişkilerde, her gün, her saat karşılaşılan, etkilenilen, algılar halinde bilinçlerde yer edinen fikirler, duygular, düşünceler ve alışkanlıklar olarak “herkesin bildiği”dir; diğer yandan insanı etkileyip bağlayarak, cinayete ya da “şehitliğe” sürükleyecek kadar güç doludur.
Burjuvazi, Marksist bilimsel sosyalizme ve Marksist teoriye karşı açık saldırılarla yetinmemekte, Marksist, ileri-devrimci fikirlerin toplumsal kabul görmesini engellemek üzere, bu fikirlerin toplumun emekçi kesimlerinin belleğinden tümüyle silinmesi için sürekli bir çaba göstermektedir. Öyle bir durum yaratmaya çalışmaktadır ki, sanki böyle fikirler hiç olmamış ya da hiçbir zaman maddi bir güç durumuna gelmemişlerdir.
Bu durum, uluslararası işçi sınıfının ve sosyalist hareketin zengin deneyimi ve birikiminin her ülke proletaryası ve emekçilerine mal edilmesi çabasını daha da önemli kılmakta, devrimci eğitimin önemini artırmaktadır. “Eğer” diye yazıyor Lenin, “dünya, (Marksistlerin düşündükleri gibi) sürekli hareket ve gelişme halindeki madde ise ve gelişme yolundaki insan bilinci onu yansıtmaktan başka bir şey yapmıyorsa, Durağan’ın ne işi var burada? Hiçbir şekilde şeylerin değişmez doğası ya da değişmez bir bilinç söz konusu değildir, ama doğayı yansıtan bilinç ile bilinç tarafından yansıtılan doğa arasındaki uygunluk söz konusudur.”
Marx, “Bilgisizlik bir iblistir” diyordu. Cehalet ve bilgisizliği yenmeliyiz!

Şubat 1999

“30 saatlik işgünü” dayatması üzerine

Burjuva gazetelerin manşetlerine kadar çıkan ve kriz gündemli tartışmaların merkezine oturtulan “30 saat formülü” ile esnek çalışma tartışmaları, yeni bir aşamaya girdi. “’30 saat formülü”, çok masum ve makul bir öneri gibi gündeme getirildi. “Kriz, ülkeyi kasıp kavuruyor” ve “krize karşı çare” gibi saptamalarda bulunan patronlar, “yoklukta az kazan, bollukta çok kazan” diyerek işçi sınıfından fedakârlık istediler, masum gerekçeli bu öneriyi sendikalara kabul ettirme girişimleri başlattılar.
Bu formül, Avrupa ülkelerindeki sendikalar tarafından, yıllardır, işçi sınıfının daha az çalışarak kendisine daha çok zaman ayıracağı bir yol, “tembellik hakkı” olarak önerilmiş ve işçi kitlelerinin önemli bir kesimi de bu şekere bulanmış zehiri yutmuştu. O günden bu yana bu talep, reformcu sendikacılık tarafından; işsizliğin azaltılmasının bir yöntemi olarak gösterilerek savunuldu.
Eski Marksist çevreler de, yabancılaşma ile ortaya çıkan “stresi azaltacağı” varsayımı ile bu öneriyi benimsedi.
“Global kriz”in işçi sınıfına çıkardığı faturanın bir unsuru olarak ortaya atılana kadar, haftalık iş saatlerinin 20 saate, 30 saate düşürülmesi, sendikal bürokrasi ve reformcu siyasi çevreler arasında hayli bir popülariteye sahipti. Ama ortaya atıldığı yeni biçimiyle, “Az iş, eksik ücret”, işler açıldığında ise, “Çok iş, çok ücret” tarzında esnek çalışma sistemi önerisi olarak karşımıza çıkınca, sınıfın kendisi başta olmak üzere tüm emek yanlısı çevrelerin tepkisini toplayan bir formüle dönüştü. Bu girişim, milliyetçi-faşist, açık emek karşıtı bir platformdan beslenen sendikal bürokrasi kesimleri dışındaki sendikacılardan da geniş bir tepki topladı.
Büyük patron çevreleri, bu formülü, krizi kolay atlatmanın bir yolu olarak tanımlamaktadırlar. “Az iş, eksik ücret”, kriz süresince işçi sınıfından talep edilen bir fedakârlık, işçi atılmasını da engellemenin bir çözüm yolu olarak sunuluyor. Deniyor ki, “kriz dönemi, azalan talep karşısında üretimi düşürmek ve dolayısıyla işçi çıkarmak zorundayız.” İşçi çıkarımı için ödenecek tazminatlar için ise, “bu dönem için ayıracak tek kuruşumuz bile yok.” O halde, hem işçi çıkarıp hem de tazminat ödememenin en kestirme yolu, “ücretsiz izin” veya “az iş, az ücret” formülü olarak karşımıza çıkıyor.
SSK Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu (seçimlerde DSP’nin milletvekili adayı oldu) ise, bu çözümün “mevzuata aykırı olmadığı” konusunda fetva vererek, işverenleri destekliyor.
Kuşkusuz 30 saat önerisi, basitçe çalışma saatinin kısaltılması değil. Bugüne kadar, iş yasalarındaki mevzuat çerçevesinde, haftalık 45 saat üzerinden ödenen ücret, sigorta, ihbar ve kıdem tazminatları, fazla mesailerin % 100 zamlı ödenmesi ve isteğe bağlı olması, eş ve çocuklara ödenen sosyal yardımlar, yıllık ikramiyeler, kreş ve emzirme odaları ile ilgili sayısız mevzuat, “30 saat üzerinden” yeniden belirlenecek.
MESS Genel Sekreteri İsmet Sipahioğlu şöyle diyor:
“1936 model İş Kanunu, ekonominin gereklerine uyum sağlamıyor, yasa işçinin haftalık mesai saatini 45’le, günlük ise 7,5 saatle sınırlıyor. Bunların aşılması halinde fazla mesai gündeme geliyor. Oysa esnek mesai saati uygulamasında kriz dönemlerinde haftada 20 saat çalışan bir işçi, piyasa koşullarının düzelmesiyle mesai saatini haftada 45 saate eşitleyecek bir süreye çıkabilir.
6 aylık dilimler halinde uygulanması önerilen bu sistemi, Avrupa daha da geliştirerek sürdürüyor. Avrupa’da çalışma saati denince yıllık sürelerden bahsedilir. 6 aylık ortalama esas alınır.”
1936 tarihli İş Kanunu, uluslararası işçi sınıfı mücadelesinin kazanımlarını da bir ölçüde yansıtan bir yasaydı ve patronları rahatsız eden de işçiler lehine olan bu kazanımlardır.
Bugüne kadar da, bu İş Kanunu, işçi sınıfının kazanımlarını koruyan en temel yasalardan biri idi. Buna göre, bir işe giren işçi, yalnız kendi yaşamını değil, ailesinin yaşamını da sağlayacak maddi ve sosyal olanaklara sahip olma imkânını elde ediyordu. Bir işçi, çalışma günleri, 09.00–17.00 saatleri arasında, (öğlende 1 saat yemek tatili olmak üzere) 8 saatlik çalışma gününe, cumartesi 5 saat daha ekleyerek, haftada 45 saat çalışıyordu. Yıllık 20 günlük tatil izni, cumartesi-pazar izinleri, bu 45 saatlik haftalık çalışma ücreti üzerinden ödeniyordu. İşyerinde iş olsun ya da olmasın, işçiyi işten atma, işçinin kendi kusuru yoksa olanaksızdı. Bu yasa, KİT ve Kamu işletmelerinde bu haliyle (taşerona verilen yerler dışında) geçerlidir. Ama bu işletmelerin dışında, bu yasanın yıllardır geniş ölçüde delindiği ve yasadışı faaliyet gösteren işletmelerin, hükümetlerce de desteklendiği biliniyor.
Bugünkü 1475 sayılı İş Yasasının yerine geçirilmek istenen “kuralsızlık” iş yaşamını nasıl etkiler?
“Bugün iş yok, evinize.” diyecek patron ve ücretsiz izne çıkarılmış olacak işçi. Tekrar ne zaman işe çağıracağı belli olmayacak ve bu sürede işçi ve çoluk çocuğu aç-sefil oturup bekleyecek. Avrupa’da işsizlik sigortası alan işçi, işsiz kaldığı süre aç kalmaktan kurtulur ama Türkiye’de işsizlik sigortası yok, Meclis’te bekletilen tasarı da ihtiyacı karşılamaktan çok uzak. “Türkiye gibi borçtan kurtulamayan bir ülkede Avrupa’daki gibi bir işsizlik yasası çok lüks olur” diye karşı çıkılıyor. Oysa özel sektör işyerlerinde ücretsiz “izin” uygulamaları, ’92’den bu yana sürüyor.
“5’li inisiyatif” içinde yer alan Türk-İş ve DİSK, bu önerinin hemen kabul ettirilemeyeceğinden hareketle, bunu işçi ve emekçilere şimdi değil, süreç içinde kabul ettirmek için mehil istiyor.
Çalışma Bakanı Nami Çağan ise; esnek çalışma uygulamasının taraflarca görüşülmesi sonucu yasal hale getirilmesi telkininde bulunuyor. Yani “devlet çoktan kabul etti, siz de kitlenize alıştıra alıştıra kabul ettirin” anlamında, sendikalara, bir an önce çalışmaya başlamalarını söylüyor.

ESNEK ÇALIŞMA ÇOKTAN DAYATILDI
“Ya esnek çalışma, ya işten atarım” dayatması, işçi sınıfının karşısına bugün getirilmedi.
1992 TİS sürecine başlarken, patronlar, özellikle metal sektöründe “ya yüzde 0 zammı kabul edersiniz, ya da işçi çıkarmak zorunda kalırız” diyerek, sendika ve işçi cephesini zorladı. Oysa o dönemde patronlar, taşeron işçilerle, zaten pek çok işletmede, 3 veya 6 aylık sözleşmelerle kolay işçi alımı ve çıkarımını başlatmıştı. Kamu işletmelerinin birçok bölümü taşerona devredilerek, kamu işçilerinin pek çoğu sendikasızlaştırılmış ve buralarda esnek çalışma olarak nitelenebilecek bir uygulamaya başlanmıştı.
Sendikalı kesim içinde de Körfez krizi bahane edilerek dayatılan “0 zam”ma boyun eğen pek çok sendikaya rağmen, binlerce işçi TİS süreci sonunda işten çıkarılmıştı. Dahası imzalanmış TİS’ler yok sayılarak fiilen patronların keyfine göre bir uygulama başlatılmıştı. Sendikalar bu fiili duruma boyun eğdiler ve patronlar, krizin getirdiği ortamdan yararlanarak “geçici” olarak ilan ettikleri hak gasplarını kalıcılaştırdılar.
1995 TİS sürecinde de geniş ölçüde, “0 zam” ve esnek çalışma dayatıldı. O tarihlerde, ’94 Nisan kararları sonucu, “kriz var” diyerek öne çıkarılan “0 zam” dayatması, fazla mesailerin normal ücretten ödenmesi ve zorunlu hale getirilmesi, vardiyasız işyerlerinde vardiyaların kabul ettirilmesi, cumartesi ve pazar tatilinin, normal mesai süresinden kabul edilmesi, kısa zamanlı çalışmanın şirketlerin krizde olduğu dönemlerde kabul edilmesi, ücretsiz izinler, kısmi zamanlı ve telafi çalışması, eşel-mobil ücret sistemi vs. gibi pek çok esnek çalışma koşulu, genelde değilse de, pek çok işyerinde kabul ettirildi.
Sendikasız işyerlerinde ise, zaten is yasaları kısmi olarak uygulanırken, ’90 sonrası politikaların etkisiyle, 8 saatin çok üstünde zorunlu mesailer ve pazar çalışmaları gündeme gelmişti. Özellikle kobilerde, esnek üretim, tüm kuralsızlığıyla pervasızca işverenlerin uyguladıkları bir sistem olarak, işçi sınıfının, uğrunda yüzyıllardır mücadele ettiği hakların gasp edilmesinin örneğini oluşturuyor.
Bugün ise bu sistemin, mevzuat açısından da kurumsallaşması isteniyor. İşçiler lehine olan kimi kurallar ortadan kaldırılmak, doğrudan işverenlerce konan kurallar, iş yasaları haline getirilmek isteniyor.
Ülkemiz işçilerinin ağırlıklı bölümünü oluşturan sendikasız kesiminde “esnek üretim” zaten vardı. Ama bugüne kadar uygulanması zorunlu ve genel kabul görmüş bazı kurallar, işverenleri bir kısım kârlarından vazgeçmeye zorluyordu. Örneğin;
— İşverenler, çalışsın ya da izinli olsun, işyerinde çalıştırdığı süre içinde her işçinin 45 saat haftalık iş günü üzerinden sigorta primini ve vergisini yatırmak zorunda idi. Kıdem ve ihbar tazminatları, zorunlu tasarruflar, bunun üstünden hesaplanıyordu.
— İşverenlerle işçiler arasındaki çalışma kurallarını belirleyen iş yasalarına göre, hem işverene hem de işçiye tanınan bazı haklar vardı ve haksızlığa uğrayan işçi, iş mahkemelerine başvurarak hakkını aramaya çalışıyordu. Bugün ise, işverenlerin kuralsızlığı ayyuka çıkmış halde. Ama 500 bin işçinin TİS sürecine girdiği bu günlerde, çalışma yasalarından henüz kaldırılmamış olan kurallara uygun çalışma sürelerinde de esneklik getirilerek, kuralsızlığın genel kabul görmesi, iş yasalarında da mevzuat düzenlemesine yol açılması anlamında, genelleşsin isteniyor. Bu nedenle TİS sürecine giren işçiler açısından “30 saat formülü” karşısında takınılacak tutum, çok büyük önem taşımaktadır. Sendikasız işyerlerinde çalışan işçiler açısından da bu TİS dönemi, varolan kısmi haklardan korunup korunmayacağı bakımından büyük önem taşıyor. Çünkü sendikalı işyerlerinde delinen her kural, vazgeçilen her hak, kaybedilen her mevzi, sendikasız işyerlerine katlanarak yansıyor.

ESNEK ÇALIŞMA POLİTİKASI, ENTEGRASYONDAN GELİYOR
Uluslararası mali piyasalarda ortaya çıkan ve Türkiye’de de otomotiv, tekstil, deri gibi birkaç sektörde ve daha çok da banka ve borsada etkisi süren krizin yükünü, dünya ve Türkiye işçi ve emekçilerine “uluslararası yapısal uyum programlarıyla” yansıtan genel bir saldırı ile yüz yüzeyiz.
Başta özelleştirme olmak üzere, yapısal uyum programları, uluslararası finans ve siyasi kurumlarca verilen direktifler yönünde atılan her adım, basın-yayın, işveren Kuruluşları ve sendikalarca da kabul ve destek görmekteydi.
İşçiler, yapısal uyum programlarının içeriği olan iş yasalarında ve çalışma koşullarında girişilecek yeniden düzenlemelerin, kuralsızlaştırmaların zararını gören ilk kesimler olmaktadır. Özelleştirme ile sadece ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ve ulusal sanayi ve tarımsal işletmelerinin yabancı sermayenin doğrudan denetimine girmesi değil, bundan da önemlisi, iş yaşamında uyum sağlama olarak tanımlanan düzenlemelerle çalışma koşullarının sermayenin yararına yeniden düzenlenmesinin önünü açmak üzere esnek çalışmaya yol açacağı ortadaydı. Esnek çalışma politikası, sanayide ileri veya geri gelişme düzeyi olarak tüm ülkelerde, “eşit standart” koşulları yaratılması adına, ILO eliyle dayatılan yapısal uyum direktifleri ile işçi ve emekçilerin gündemine girdi.
1994 yılında Almanya’da kabul edilen “Çalışma Süreleri Kanunu” ile Çekoslovakya’da 1990 yılında yürürlüğe giren “Esnek İş Süreleri Hakkındaki Kararname”, Yunanistan’da 1990’da kabul edilen “İş İlişkilerinin Modernleştirilmesi ve Geliştirilmesi” yasası, 1987’de Fransa ve Belçika hükümetlerinin çıkardığı “İş sürelerinin esnekliği”ni sağlayıcı yasal değişiklikler, 1986 tarihli Avrupa Tek Senedi’nin ve ILO’nun Haziran 1990’da yaptığı 77. Genel Kurul Sonuç Kararları doğrultusunda, işçilerin istihdam ve çalışma koşullarını yeniden belirleyen değişimlere uyum hükümleri getirmektedir.
Avrupa Birliği’nin 1986 tarihli Roma Antlaşması’nın 85. maddesinde kabul edilen İş Hukukunun Yeniden Düzenlenmesi, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin kurulması ve geliştirilmesinde teşvik edici önlemler olarak değerlendirilirken, esas dayanak noktası olarak, işletmelerin verimliliklerini artırarak, işgücü maliyetlerini düşürmek ve “Küresel Rekabet” koşullarına ayak uydurmada “Eşitlik” sağlama amacı güttüğü ileri sürülmektedir.
Oysa kriz gerekçesiyle daha bir ısrarla gündeme sokulan “esnek çalışma dayatmasının, kapitalistlerin daha çok sömürmesini hedeflediğini, sermayenin kârlarına daha çok kâr katma amacının doğrudan sonucu olduğunu açıkça görüyoruz.

KRİZİN VE İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜMÜ “AZ İŞ SAATİ” DEĞİLDİR
Marx, “Kapitalizm, krizin kendisidir” diyordu. Dolayısıyla krizden köklü kurtuluş, tek çare, sosyalizmdir.
Avrupa sendikaları, kriz dönemlerinde krizin işçi atılmasına ve işsizliğe yol açan etkisini azaltmak üzere “Az süreli çalışma” formülünü gündeme getirmişlerdi. İşsizlik ve buna çare arayan Avrupa kapitalistlerine destek olan Avrupa sendikaları, işsizliği, işçilerin haklarını budayarak bertaraf etmeyi benimsemiş oluyordu. Örneğin, Almanya’da, 1995 yılı içerisinde, iş saati birçok işyerinde 35’e düşürülmesine rağmen tek bir işçi bile işe alınmadığını, fazla mesailerle işçilerin daha fazla sömürüldüğünü, Alman sendikalarının en ilerici kesimini oluşturan IG-Metal sendikasının 18. Kurultayında yapılan açıklamalar göstermektedir. Almanya’da 1995 yılında Federal Çalışma Dairesi’nin verdiği işsizlik rakamı 3,7 milyon iken, gerçek işsiz sayısının 7–8 milyon civarında olduğu söyleniyordu. Bu sayının artışında en önemli rolün ise, fazla mesailer olduğu, Alman Sendikalar Birliği (DGB) Başkanı tarafından şöyle ifade ediliyordu: “1995 yılı içerisinde gerçekleşen 1,7 milyar saat ‘fazla mesai’, 1,7 milyon insan için bir yıllık iş anlamına geliyor.” “Verimlilik ve esnek çalışma modelleri ile üretim 24 saat aralıksız üretime dönüştürülürken, fazla mesailer ve düşük ücretlerle, fazla mesailerin yerine izin verilmesi gündeme getirilirken, sokaktaki işsizler gösteriliyordu.”
Bizim siyasetçilerimizin, Alman siyasetçilerden aşağı kalır yanlarının olmadığı, “30 saat formülü”nün, TOBB Başkanı Yalım Erez’in hükümet kurma girişimine başladığı günlere denk gelmesiyle, siyasete soyunan Türkiyeli işveren-siyasetçilerin Alman meslektaşlarından fezy aldıkları apaçık görülüyor.
Alman sendikalarının 35 saatlik çalışma süresine karşılık, fazla mesailerin sınırlandırılması önerisi ise, Alman Endüstri ve Ticaret Odası Başkanı’nın itirazına neden olmuştur. Başkan, bunun “iş için birlik” projesinin, yani Alman ekonomisinin tehlikeye atılması anlamına geleceğini dile getirerek öneriyi geri çevirmiştir.
Türkiye’de ise bu öneri bizzat patronlar tarafından açıklanmış, bu da işçilerin öneri yi tepkiyle karşılamalarına yol açmıştır.
Küçük üreticilerin kafası ise, “dünya pazarlarından pay kapma” safsatasıyla halen meşgul ediliyorken, kendi yağıyla kavrulmaya çalışan işletmelerin çoğu kapanma aşamasında.
Dolayısıyla işsizliğe karşı önlem olarak, Türkiyeli patronların da dayanak noktası, haftalık çalışma süresinin azaltılması önerisi oldu. Oysa işsizliğin asıl nedeni, “daha az işçiye, daha çok üretim yaptırmak” veya “daha kısa zamanda, daha çok üretim istemek”tir. Hatta işçi yerine robot kullanmaya heves eden işyerlerinde, “üretilenin robotlara satılması”nı isteyen işçiler, önemli bir gerçeğe parmak basıyordu.
İşsizlik, kapitalizmin kendine has bir hastalığı olmaya devam ediyor. Kapitalist krizin ana nedeni, üretilenin tüketilememesi, işsizlik, halkın alım gücünün düşmesi ise, “az iş, az ücret” formülünün uygulandığı bir ekonomide krizin daha da derinleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Hem de bir süre sonra daha da derinleşerek.
Kapitalizm bir açmaz içinde. Daha fazla kâr güdüsü, kapitalisti, daha az işçiye düşük ücretle çok üretim yaptırmaya yöneltiyor. Bu durum ise, aynı zamanda tüketici olan emekçinin gerçekte ihtiyacı olan malı satın alamaması ve böylece stokların birikmesi sonucunu doğuruyor.
Kısacası, üretenler, üretimi ve dağıtımı kendi ellerine almadan, üretim planını kendileri yapmadan bu çelişki sürüp gider. Ama bunun için iktidarı da ele geçirmeleri gerekir ki, bunun ardından planlı ekonomiye geçebilsin, tüketebilecek kadar üretebilsin, o zaman üretim saatini de kendi belirlesin, üretileni hakça dağıtsın.
Krize karşı önlem olarak ileri sürülen tedbirlerin, işçi ve emekçilerin ücret ve sosyal haklarında gerileme, gasp gibi dayatmalar olarak gündeme geldiği dönemlerde, patronlar sınıfının, işçilerin hak alma eylemlerine girişmemesi için türlü manevralara girecekleri unutulmamalıdır. Özellikte seçim atmosferi içinde uzlaşma ve işbirliği dayatmaları beklenmez değildir.
İşçiler ve emekçiler, bütün bu saldırıları geri püskürtecek güce ve olanaklara sahipler.
Esnek çalışma dayatmasına ve öteki saldırılara karşı mücadele, sendikal bürokrasinin ihaneti ve “5’li inisiyatif” manevraları boşa çıkarıldığı ölçüde başarılı olacaktır.

ESNEK ÇALIŞMA KOŞULLARI
Günümüz TİS sürecinin ana konusu olacak olan esnek çalışma koşullarından bazılarına kısaca değinelim.
— 8 saatlik işgününün kaldırılması
Bu saldırı, gerçekten uzak ve yanıltıcı olan şu gerekçelere dayandırılıyor: Her insan kendi arzuladığı saatlerde çalışacak, fazla mesaiye gerek kalmayacak. Örneğin; işçinin “ben 9–5 çalışırsam, diğer bir arkadaşım 5’ten sonra gelip benim işimi devralacak ve o da istediği saate kadar çalışacak” biçiminde düşünmesi sağlanmaya çalışılıyor.
İşyerinin demokratikleştirilmesi adı altında yürütülen bu propagandanın gerçeği yansıtmadığını en iyi Almanya örneği gösteriyor.
Alman İş Yasası’nda 1994’te yapılan düzenlemeyle, iş saatinin günlük 8 saatle sınırlandırılması ve pazar çalışmasının fazla mesai olarak kabul edilmesini içeren eski yasa hükümleri tümüyle değiştirilmiş, günlük çalışma süreleri, işçi-işveren ilişkilerinin “işyeri toplu sözleşmeleriyle, işverenlerin lehine düzenlenmesi olanağı kabul edilmiştir. Yeni iş yasaları, işletmelerin çalışma koşulları ile ilgili düzenlemelerinin, kendi işyerleri özgülünde çözülmesi için eski sınırlamaları ortadan kaldırmaktadır.
Türkiye’de de iş yasalarıyla ilgili düzenlemeler, Alman İş Yasalarından alınacak örneklemeye bağlı olması açısından, yerli işverenler için fiili olarak dayanak olmaktadır.
23.11.1993 tarihli, 104 No’lu Avrupa Birliği Direktifi açısından belirlenen normlara göre, günlük iş süreleri; en fazla günlük 13 saat olarak belirlenmiştir. İşverenin çağrısını bekleyerek evinde oturan işçinin geçirdiği süre iş süresinin dışında tutulmaktadır. Çalışma saati, işyerinde geçirilen süre ile sınırlanmıştır. Gece çalışmalarında ise bu süre 8 saattir. Tüm AB ülkelerinin uymaları gereken bu normlarda, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili, günlük çalışma saatleri açısından bir açılım ortaya konmamıştır. Her işletmenin tarafları arasında, çalışma saatleriyle ilgili anlaşmaya serbestlik getirilmiştir.
Türkiye’de ise, fazla mesai ile ilgili 1475 sayılı yasa hükümlerine göre, aylık ve yıllık fazla mesai süreleri belirlenmiş ve bu sürelerin dışında mesai yapılmaması şartı getirilmiştir. İşverenler bu sınırlamanın yasadan kalkmasını istiyor.
— Ücretsiz izin
1990dan beri, yasalara aykırı olmasına rağmen, ücretsiz izin fiilen uygulamaya girmiş durumdadır.
’90–91 yıllarından itibaren, en başta metal-otomotiv sektöründe olmak üzere birçok sektörde işçiler, aylarca ücretsiz izne çıkarıldılar. İşe geri döndüklerinde ya işe geri alınmadılar ya da işe alındılar, sonra geri çıkarıldılar. Yasada ücretsiz izne bir haftaya kadar izin vardır. Ondan sonra da işçiye kıdem tazminatı alarak ayrılma hakkı tanınmıştır. Günümüzde, işçilerin örgütsüz kesimi, kıdem tazminatı alarak ayrılmayı düşünmüyor zaten, ama işverenler buna rağmen bu yasa kalksın istiyor.
— Kıdem ve ihbar tazminatının kaldırılması
Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, iş güvencesinin teminatı olarak değerlendiren işverenler, hiçbir biçimde bunu vermeye yanaşmadıkları gibi, şu anda henüz üstünde tartışılan işsizlik sigortasını da kabul etmeye yanaşmıyorlar. Batıda hem kıdem tazminatı, hem de işsizlik sigortası ödendiği halde, Türkiye’de işverenler bunu “çift katlı ekmek kadayıfı”na benzetiyor, “bizim için lüks!” diyorlar, işçilerin gelirinin çok düşük olduğu, asgari ücretle çalışan 10 milyonun üstünde işçinin olduğu bir ülkede ücretleri ve işçilik masraflarını daha da kısmaya çalışıyorlar.
Kamuda yapılan ücret zamlarının 6 ay, bir yıl geç ödenmesi, ücretsiz izin kullandırılması, özel sektörde ise, enflasyonun çok altında TİS’lerin imzalanması, şirketlerin kârlılığını artırırken, ücretlilerde önemli kayıplara neden oluyor.
—Vardiyalı çalışma
İşverenler, iş yasalarının ortadan kalkmasını isterken, “var olan çalışma kurallarını, çalışma düzenini yasalar belirlemesin, her işletmenin durumuna göre, piyasa, talep belirlesin” diyorlar. Fason çalışmanın ihtiyaçlarına ve kurallarına göre, çalışma saatlerini tümüyle serbest olarak işverenler, kendi belirledikleri sürelerde yoğunlaştırıp, gevşetmek istiyor.
“Piyasada mala talep azsa veya yoksa üretim yapılmayacaksa, işçiye rahatça yol vereyim, gitsin, ne yaparsa yapsın, bunu ben düşünmeyeyim” istiyorlar. Piyasada mala talep fazlaysa, işçiye vardiyalı çalışma, telafi çalışması, fazla çalışma dayatarak, talebi karşılama yoluna gitmek istiyorlar. Talep yüksekken yoğun tempo ile çalışan işçi, talebin azaldığı ya da durgun olduğu sürede, boş otursun istiyorlar. Bu boş geçen süre için hiçbir ödeme yapmak istemiyorlar. “Sadece çalıştığı süre için saat ücreti ödeyeyim, çalışmadığı süre içindeki yaşamı beni ilgilendirmesin” istiyor.
Sermaye çevrelerinin propagandalarında, insanların daha çok boş zamanı olacağı, zamanlarını daha iyi değerlendirecekleri söyleniyor. Ama Türkiye insanının boş zamandan önce insan gibi yaşamaya, karnını doyurmaya, çocuklarını okutmaya, sağlık ihtiyacını gidermeye, eğitime, sosyal güvenceye ihtiyacı var. Ücretsiz bir boş zaman, mevcut koşullarda işsizlik demektir.

Şubat 1999

EK:
TİS’LERDE YAŞANAN ESNEK ÇALIŞMA DAYATMALARI
Geçmiş dönem toplu sözleşmelere, ana sözleşmeyi delerek giren ara sözleşmeler doğrultusunda, metal, otomotiv, ilaç, petrol sektörüne ait birçok özel işletmelerde uygulamaya giren esnek çalışma hükümlerinden kimileri şunlar:
19 Eylül 1994 tarihli MESS’in Grup Toplu İş Sözleşmesinin “Çalışma Süreleri” başlıklı Bölüm V’de yer almasını talep ettiği maddelere ilişkin teklifidir.
Kısa Süreli Çalışma;
Madde–1 Hükümetin ekonomik uygulamaları talep düşüklüğü, satış tıkanıklığı gibi maddelerle işyerinde üretim azalmış ve bu yüzden bir iş gücü fazlası ortaya çıkmış ise, o işyerinde günlük veya haftalık kısa süreli çalışma uygulanabilir. Ödemeler fiilen çalışılan saatlere göre yapılır.
Bu tarz çalışma haftalık çalışma suresinin %50’sinden az olamaz ve bir takvim yılında 6 ayı aşamaz. İşverence tespit edilen yeni çalışma süreleri ve sonradan yapılacak değişiklikler işyerinde ilan edilir ve sendikaya yazı ile bildirilir.
Kısa süreli çalışma, bir aylık süre içinde normal çalışma süresinin %50’sinden az olmamak üzere, haftanın bazı günleri çalışılmayacak şekilde de düzenlenebilir. Kısa sureli çalışmada hafta tatili ücreti, kısa süreli çalışma ile orantılı olarak ödenir.
İşçi 6 iş günlük süre içinde bu uygulamaya yazılı olarak itiraz etmediği takdirde, bu tarz çalışmayı kabul etmiş sayılır. Bu süre geçtikten sonra kısa süreli çalışma uygulaması nedeniyle bir hak ve alacak talebinde bulunamaz.
Ücretsiz izin;
Madde–2 Ekonomik kriz, talep düşüklüğü, satış tıkanıklığı gibi nedenlerle işyerinde üretim azaltılmış ve bu yüzden bir işgücü fazlası ortaya çıkmış ise, işveren işçileri topluca veya kısımlar halinde ücretsiz izne gönderebilir.
Ücretsiz izin uygulaması ve şartları, işyerinde ilan edilir ve sendikaya yazı ile bildirilir.
İşçi, ilanı takiben 6 işgünlük süre içinde bu uygulamaya yazılı olarak itiraz etmediği takdirde, ücretsiz izne muvafakat etmiş sayılır ve bu konuda sonradan herhangi bir hak ve alacak, talebinde bulunamaz.
Telafi Çalışması
Madde-3
Ekonomik, teknolojik ve zorunlu nedenlerle 6 aylık dönemlerde, toplam çalışma süresi aynı kalmak şartıyla işyerinde belirir haftalar normal çalışma süresi işverence düşürülebilir ve bunun yerine belirli haftalar artırılabilir.
Telafi çalışmaları günlük çalışma süresinden sonra 8 saati aşmamak üzere çalışılan günlerde veya varsa çalışılmayan Cumartesi veya Pazar günü yapılabilir. Ödemeler çalışılan saatlere göre, normal ücret üzerinden yapılır. Toplu İş Sözleşmesinde düzenlenen fazla çalışma hükümleri, bu tür telafi çalışmalarınca uygulanmaz.
Telafi çalışması işyerinde ilan edilir ve sendika şubesine yazı ile bildirilir.
Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) tarafından Birleşik Metal-İş sendikasına verilen teklif sendikaca 5 Nisan kararları doğrultusunda, ülkede kriz olduğu(!) gerekçesiyle, kabul edildi.

Aydınlar ve Ekim Devrimi

Andre Bonnard kimdir?
Andre Bonnard 16 Ağustos 1888’de burjuva bir ailenin çocuğu olarak Lozan’da doğdu. Babası, üniversitede Eski Fransızca profesörü idi. Bonnard, lise ve üniversite öğrenimini Lozan’da ve daha sonra da Paris’te Sorbonne Üniversitesinde tamamladı. Doktora tezini ise 1910–14 yılları arasında Mulhouse kentinde hazırladı. (Zenofon’a adanmış olan bu tez, bir yangında yok olduğu için bugün kopyası kalmamıştır)
Andre Bonnard, 1928’den itibaren Lozan Üniversitesi’nde Yunan Edebiyatı ve Dili profesörlüğü yapmıştır. Çoğunluğu Eski Yunan uygarlığı üzerine olmak üzere onlarca esere imzasını atan Bonnard 1949 yılında İsviçre Barış Hareketi başkanlığına, 1950 yılında da Dünya Barış Konseyi üyeliğine seçildi. 1954 yılında Lenin Barış Nişanı’na layık görülen ve ödülünü aynı yılın mayıs ayında Viyana’da alan Andre Bonnard 1961’de öldü.

Andre Bonnard üzerine
MEHMET ERDAL

Profesör Andre Bonnard’ın 1947 yılında Ekim Devrimi’nin yıldönümü nedeniyle yapağı konuşma, Ekim Devrimi ile ilgili her zaman söylenebilecek sözleri değil: özellikle konuşmanın yapıldığı dönemin koşulları içinde uluslararası ölçekte önemi olan gerçek ve onurlu bir aydın tutumunu ifade eder.
Hatırlanacağı gibi, savaş boyunca Sovyetler Birliği ve sosyalizmin kazandığı kazanlardan, güç ve saygınlıktan korkuya kapılan emperyalist ülkeler; henüz savaş bitmeden; bu savaştan kapitalist dünyanın en büyük gücü olarak çıkan ABD’nin dayatması ve önderliği altında; Sovyetler Birliği’ni, sosyalizmi, proletarya hareketini ve ulusal kurtuluş savaşlarını hedef alan “Soğuk savaş” adıyla anılacak olan bir saldırı kampanyası başlattılar. Saldırı, ekonomik açıdan Marshall Planı’yla, askeri açıdan sabotaj, cinayet, savaş kışkırtıcılığı ve askeri darbelere kadar her türden “kontrgerilla” yöntemlerini de kullanmaktan kaçınmayan NATO’nun oluşturulmasıyla ve ideolojik ve siyasi açıdan ise; bütün bir burjuva basına dayanarak sürdürülen, hayasız bir demagoji kampanyası eşliğinde, sadece komünistlere değil, bütün ilerici güçlere, aydınlara, sanatçılara yönelen saldırı ve ideolojik olarak yozlaştırma faaliyetlerinin uluslararası ölçekte yoğunlaştırılmasıyla, bütün alanları kapsadı.
İdeolojik alanda, özellikle, savaş boyunca faşizme karşı mücadelede; Sovyetler Birliği ve işgal altındaki birçok ülkede komünist partilerin tutumlarından ve mücadelelerinden güçlü bir şekilde etkilenen aydınlar arasında, onları halk yığınlarının günlük yaşamından uzaklaştırmayı hedefleyen öznelci, bireyci, gelecek idealinden yoksun ve umutsuzluk yayan akımlar körüklendi.'”İyi düzenlenmiş kampanyalarla” bu akımların sahte yıldızları kısa sürede “ünlü yazar ve düşünürler” haline getirildi. Dergimizin daha önceki sayılarında yayınlanan -Jdanov’un konuyla ilgili yazısından da hatırlanacağı gibi; aynı yıllarda Sovyetler Birliği’nde de ortaya çıkan bu akımların uzantılarına karşı, genel bir karşı saldırı başlatıldı. Bugünden geriye bakıldığında emperyalizmin topyekûn saldırılarına ve özel olarak da ideolojik alandaki saldırılarına karşı uluslararası düzeyde gelişen mücadelenin Jdanov ve Stalin’in birbirini izleyen ölümünden sonra zayıflaması ve kesintiye uğramasında ve Sovyetler Birliği başta olmak üzere belli başlı ileri ülkelerdeki komünist partilerinde modern revizyonizmin egemen olmasında, düşünce, sanat ve edebiyat alanında ortaya çıkan ideolojik tahribatların da önemli bir rol oynadığı açıktır.
Bu gerçeği göz önüne aldığımızda Profesör Andre Bonnard’ın aydın kişiliği kendi çağının ileri örneklerinden biri olarak ortaya çıkar. O, bir Grek edebiyat uzmanı olarak, bir yıl boyunca 1917–47 yılları arasında Sovyet Edebiyatını konu alan incelemeler yapar ve “Yeni Bir Hümanizme Doğru” adlı kitabını yazar. Kendi ülkesi yanında Paris ve Sorbonne üniversitelerinde konferanslar vererek, emperyalist gericilik tarafından uluslararası ölçekte körüklenen ve şişirilen, temelsiz düşünce ve edebiyat akımlarına ve bunların temsilcilerine karşı konunun uluslararası düzeyde yetkin bir uzmanı olarak cepheden tutum alır. Ayrıca Dünya Barış Hareketi’nin, önce ulusal sekreteri, daha sonra Uluslararası Konseyi’nin üyesi olarak pratik mücadelenin de ön cephesindedir. Komünist Partisinin üyesi bile olmadığı halde, mücadele cephesinde sosyalizmin en ileri ve kararlı temsilcileriyle aynı mevzide saf tutar.
Bütünüyle insanlığın geleceğine karşı duyduğu sorumluluğun, -kendisini ‘komünist komplo’ suçlamasıyla yargılayan İsviçre Federal Mahkemesi önündeki sözleriyle- ‘öğrettiklerini ciddiye alma’nın, yani; bizzat kendi düşünce ve aydın kişiliğine saygının bir ifadesi olan bu tutum; bugün de, onun proletarya ve sosyalizmin yürekli bir dostu olarak daha da değer kazanmasını sağlar.
“Batı demokrasisinin en ileri örneklerinden biri olarak kabul edilen İsviçre’de yani kendi ülkesinde, yaşamının ve eserlerinin genç kuşaklar tarafından öğrenilmemesi için sarf edilen gayret; sosyalizme karşı kazanılan sözde “zafer”in, ideoloji ve düşünce alanında sağlanan bir yenilenme ve üstünlüğe değil; tam tersine, paranın, zorbalığın ve bunlar tarafından beslenen yalan ve demagojinin gücüne dayandığının da tipik bir kanıtıdır. Ve bugün Avrupa’da halkın neredeyse % 90’a yakını Almanya’yı bölenin de, Berlin Duvarını yaptıranın da, Stalin olduğuna affedilemez bir “masumiyet”le inanıyorsa; -Fransa’da ortaya çıkan istisnaları bir yana bırakırsak- batının sözde özgürlükçü aydınları bu “cehaletin” ve bunun yol açtığı ve açacağı sonuçların suç ortağıdır.
Ülkemizde de her dönemde şu veya bu ölçüde batı aydınlarını etkisi altına alan eğilimlerin uzantıları ortaya çıktı. Özellikle 12 Eylül yenilgisi ve ‘91’de revizyonizmin çöküşüyle birlikte, revizyonist ve küçük burjuva akımların temsilcileri batının en pespaye düşünce akımlarına sığınarak; yenilginin nedenlerini bizzat kendi çizgilerinde ve eylemlerinde aramak yerine ve bu konudaki sorumluluklarından kurtulmak üzere; batıda yüz yıldır çiğnenmekten çürümüş “bireycilik”, “liberalizm” ve “tarafsızlık” gibi sakızların ikinci elden iştahlı müşterisi oldular.
Buna karşılık; dünyanın az sayıda ülkesinde örneğine rastlanabilecek bir tutumla Asım Bezirci başta olmak üzere, birçok değerli aydınımız; saldırıların en yoğun olduğu bir dönemde, sosyalizm ve işçi sınıfı davası konusunda hiçbir kuşkuya kapılmadıkları gibi, daha da kararlılıkla savundular, birikim ve yetenekleriyle işçi ve emekçi hareketine katkıda bulundular, ona güç ve cesaret verdiler.
İşçi sınıfımız ve onun ileri temsilcileri; sınıfa ve halka tepeden bakan ve onun günlük yaşamına ve mücadelesine yabancılaşmış, “siyasetten ve sözde devrimcilikten özgürleşmiş piyasa aydınlarıyla”; insanlığın ve halkının geleceğine karşı içten bir sorumluluk duygusuyla ve hiçbir karşılık beklemeksizin zihinsel yeteneklerini, halkın hizmetine sunan bu gerçek aydınları ayırt etmesini ve bunlara hak ettikleri yeri ve değeri vermesini bilmektedir.
Ülkemizin içinde bulunduğu koşullar; bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm yolunda elde edilecek her ciddi başarıya, sadece bölgesel düzeyde değil, uluslararası ölçekte de önem kazandırmaktadır. Bu zorlu mücadelenin çetin görev ve sorumluluklarını omuzlayan işçi sınıfımız gibi; geleceğini onunla birleştiren aydınlarımız da, elde edilecek basanların onurunu taşıyacak ve uluslararası ölçekte hak ettikleri yeri alacaklardır.
Bu nedenle de, uluslararası işçi hareketinin kazanım ve deneyleri gibi, bu tarihin esinlendirdiği, Andre Bonnard gibi yürekli ‘düşünce insanları’ da, işçi sınıfının onurla sahipleneceği değerli bir mirastır.

Aydınlar ve Ekim Devrimi
ANDRE BONNARD

“Halkla arasına sınırlar çekmeyen, halktan uzak durmayan, tersine halka hizmet etmeye, bilimin bütün kazanımlarını halka aktarmaya hazır olan, halka zorla değil içtenlikle ve sevinçle hizmet eden bilimin ilerlemesi dileğimi ifade etmek isterim.” (J. Stalin, Aydınlara Söylev, 17 Mayıs 1938)
Bayanlar, Baylar;
Size, aydınlar ve Ekim Devrimi üzerine düşüncelerimi -aslında iki düşünceyi oldukça basit ve özgün açıdan- sunmak istiyorum. Birincisi, Ekim Devrimi’nde aydınların etkisi üzerine, ikincisi ise, Ekim Devrimi’nin mevcut eyleminin aydınların çalışması ve eğilimlerindeki etkisi üzerinedir.
Bir aydın olarak zihinsel faaliyet ve devrim arasındaki ilişkide, aydının rolüne fazla değer biçme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumu biliyorum. Umarım böyle bir hataya düşmem.

ZİHİNSEL FAALİYET VE DEVRİM
Devrimleri yapanların aydınlar olmadığını biliyorum. Devrim derken, toplumsal ilerleme amacıyla sosyal yapıdaki zorunlu ve şiddetli değişimleri kastediyorum. Bu değişimi gerçekleştirme yeteneğine ise, sadece bu yapı tarafından ezilen ve yenilemek için yıkma kuvvetine sahip kitleler sahiptir. Tarih bunu, bütün açıklığıyla öğretiyor. Fakat tarih, kitleler tarafından ağır bedeller ödenerek gerçekleştirilen devrimlerin; gerçekleşecek dönüşümün açık amacı ve gereksinim duyduğu araçlar üzerine, dönüşecek verili sosyal yapının gerçek bilinci üzerine oturmadıkça, sonuna kadar gitme şansına sahip olmadığını ve sonuçlanmadığını da öğretiyor.
Gerçekte devrimler, beslenme, giyinme vb. temel ihtiyaçları için, özgürlüğün biyolojik ihtiyacı için -bundan her insanın yaşam sürecini insanca gerçekleştirme ihtiyacını anlıyorum- halk kitlesinin ayaklandığı andan başlayarak toplumu ve tek tek bireylerin hayatını değiştirirler. Devrimler, belirli ihtiyaçlarla ayaklanan halkın, zihinsel faaliyet tarafından doğru olarak ortaya konulan ve çözümlenen bir çerçevede hareket ettikleri zaman başarıya ulaşırlar.
Tek başına veri, herhangi bir sorunun ortaya konulmasına ve dolayısıyla da çözümüne yetmez. Asırlar boyunca milyonlarca insan yaratığı bitkisel bir hayat sürdürüp, hayvanlar gibi yok olup gittiler. Aç kalıyor, bombaların hedefi kurbanlık koyun oluyorlardı. Bedeni ihtiyaçları, kalplerinin hareketi, düşünme faaliyetleri; kendilerine hiçbir faydası olmayan ve örneğin demokrasi diye de nitelendirilebilecek sosyal bir mekanizmanın basit çarkları ve dişlilerinden başka bir şey anlamına gelmiyordu. Gırtlağına kadar yoksulluktan; onu ortaya çıkaran toplum yasaları anlaşılıp, düzensizliği düzene, baskıyı özgürlüğe çevirecek bir bilinç gelişmediği müddetçe hiçbir şey çıkmaz. Başarılı devrimler ancak bilginin ilerlemesi ile mayalanır. Eskiler “bilmek, muktedir olmaktır” diyordu. Aydınların toplumsal işlevi bilgiyi yeni bir güce dönüştürmektir, düşüncedeki enerjiyi insanların hizmetine sunmak ve özgürleşmelerinin önünü açmaktır.
(Uzun süreden beri apaçık olan ama bugün kendisine aydın diyen bazıları tarafından inkâr edilen bu basit gerçekleri hatırlatmak zorunda kaldığım için beni bağışlayın.)
Ekim Devrimi, bu devrimci sürecin ve zihinsel faaliyetin oynadığı rolün çarpıcı bir tablosunu sunar. Son dönemlerdeki araştırmalarla üzerine yeni bir ışık tutulan 1848 Fransız devrimiyle karşılaştırmak, bu gerçeğin farkına varmak için yeterlidir. 1917 Çarlık Rusya’sındaki proletaryaya göre, bir yüzyıl önceki Fransız işçi sınıfının genel olarak daha aydınlanmış ve daha az baskı altında olduğuna kuşku yoktur. Bununla birlikte, 1848 ayaklanması ustaca sabotajlarla birkaç ay içerisinde durduruldu, Haziran günlerinde de ezildi. Üstelik emekçi halkın ağırlaşan sömürüsüne dönüştü. Oysa Ekim Devrimi’nin tamamen değişik ve muazzam sonuçlarını hepimiz biliyoruz.
Neden bir yanda başarısızlık, öte yanda başarı? Şans ya da şanssızlık denilecek. Fakat tarihte tesadüfler bu ölçüde rol oynamaz. Gerçek şudur ki ’48’in Fransız proletaryası, ulusal ölçekte toplumsal gerçeğin yasalarıyla kendini eğitmiş, yeterince cesaretli ve devrimci harekete, tarihsel döneme uygun somut hedefler belirleme yeteneğine sahip insanları ortaya çıkaramadı. Hepsi arasından daha açık görüşlü ve açık görüşlü olduğu kadar da cesaretli bir kişi olarak şair ve idealist Lamartin’in adı öne sürülür. Tarih bugün bu şaire, eylem planında hakkını teslim ediyor. Ama Lamartin’de, çözülecek sorunla ilgili ileri görüşlülük bazı sınıfsal önyargılarla zedelenmiş ve pek destekçi bulamayan eylemini de zaafa uğratmıştır. Dıştan sızmalara maruz kalmış ve kitlelerden soyutlanmıştır. Halka gelince; karşıdevrimin ajan provokatörleri onu ezmek için, sosyal adalet coşkusunu zamansız tahrik etmiş ve maskaraya çevirmek için Haziran barikatlarının üzerine fırlatmıştır. Öndersiz ve zihinsel bakımdan hazırlanmamış devrim ve “kurnaz” vahşi zulme çıplak olarak teslim edilen halk… Fransa 1848 trajedisinin anlamı budur.
Rusya’da Rus halkını ve dünyayı değiştiren Ekim’in birkaç günü esnasında ise çaplı aydın insanlar vardı. Bir tanesi vardı ki, sadece kendi dehasına sığınmadı, araştırma ve çalışma içerisinde yavaş yavaş çelikleşti. Rusya’da devrimin anahtarını ve başarısını hazırlayıp güvenceye alan, gerekli bilgi donanımına sahip bir aydınlar grubu ve hepsinden de öte, Lenin vardı.
Lenin, gelecek kuşaklara insanlık tarihinin birkaç büyük isminden biri olarak taşınacaktır. Bu insan, olağanüstü bir kavrama yeteneğine sahip, ayrı bir kumaştan dokunmuş büyük bir aydındı. Kütüphaneleri kendine mekân edinmiş ve kişisel zevkler peşinde koşmayan bir aydın. Sadece okuma süresiyle değil, okuma ve araştırmadaki yoğunlaşmasıyla da inanılmaz bir okurdu. Paris’te, Londra’da, Cenevre, Zürich ve Bern’de hep okudu ve araştırdı. Lenin, henüz bu ülkenin yasaklanmış düşünceye sığınak olabilecek kadar cesaret sahibi olduğu dönemlerde, bizim ülkemizde de çalıştı, insan bilgisinin değerli özünü süzüp, Sokrates’in “bilimlerin kralı” diye tanımladığı politikayı, toplumsal yaşamın zor zanaatını ve sosyal uyumun yasalarını kitlelere öğretmenin, çetin emekçisiydi.
Eklemeliyim ki Lenin’in kültürü, kelimenin dar anlamında politik değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, sırf politik kültür diye bir şey yoktur. Yaratıcılık düzeyinde tek bir bilim vardır; insanın bizzat kendini anlamasına yardım etmediği zaman bir hiç olan bütünlüklü insan bilimi. Lenin’in yaratıcı eseri -devrimci eseri- işte tam da burada kendine yer bulur. Matematik, fizik, kimya, kozmoloji, biyoloji, edebiyat ve sosyoloji aynı şekilde insanın geleceğinin biricik bilimine bağlandılar. Bir Helenist (eski Yunan uygarlığı uzmanı. ÇN.) olarak beni etkileyen ve Lenin’in derin araştırmacı özelliğini gösteren tek bir örnek vermek istiyorum. Yeni bir toplumun kurucusu olarak dev yükümlülükler üstlendiği ve orduya her gün direktifler yazdığı iç savaş zamanında Lenin, zaman ayırıp bir kütüphaneye mektup yazar ve kendisine sabah tekrar iade edilmek üzere bir geceliğine bazı kitapların ödünç verilmesini rica eder. İstediği kitaplardan birisi Yunanca bir sözlüktür (karşılığı Almanca, Fransızca, Rusça veya İngilizce olabilir der), diğeri ise Zeller ve Gompers’in ortak eseri olan “Yunan Felsefesi Tarihi” kitabıdır. İşte bu bütün bilimlere açık beyin Lenin’di. Bu yaşam dolu ruh için hiçbir bilim ölü değildi. O, “bilimin, insanların kanına ve bedenine işleyip, ölü değil, günlük yaşamın aktif bir unsuru olmasını” diliyor ve ilân ediyordu.
Bu, muazzam insancıl bir çağrıdır. Lenin’in bu engin bilgisinin bizim hayranlığımıza hak kazanmasının nedeni, bilime biçtiği şu parlak roldür; bütün İnsanları aydınlatmak ve uyandırmak için günlük hayatın içine nüfuz etmek. Bilimin Hedefi, ilk adımından itibaren insanın kurtuluşu olmuştur. Bu ilk hedef, aynı zamanda onun nihai hedefidir de. Lenin’in gerçek aydın özelliğini belirleyen şey; felsefi tutumda insanın, daha doğrusu insanların kurtuluşundan başka bir amacın peşinden koşmamak; her şeyden önce de kendi halkından insanların kurtuluşu için çaba sarf etmiş olmaktır.
İşin özü şudur ki; Lenin insanları sever. Bütün zihinsel faaliyeti, bu derin sevgi içinde kök salar. Lenin’in sözlerinin her birinde yoksulluktan tiksinti yansır, her tutumunda sefalete meydan okuma vardır. Lenin savaştan nefret eder, devlet adamı olarak ilk eylemi barıştan yana karar almak olmuştur. Yaşam dolu ve gelişkin insan varlığının derin aşkı, bu felsefi düşünceyi besler. Bu, fikirlere değil varlıklara duyulan bir sevgidir -ve gerçekte fikre âşık olmak, bilinen aydın çürümüşlüğünden başka bir şey değildir- Lenin’in düşüncesini eylem düzeyine çıkaran, bu birinci dereceden fikir adamını aynı zamanda birinci dereceden bir eylem adamına dönüştüren de bu sevgidir. Lenin’de düşünce açıklığı ve ruh sıcaklığı buluşur ve aynı demette etkili eyleme dönüşür. Soğukkanlılık ve yürek ateşinin aynı ölçüde davranışta, eylemde birleşmesi; burada insan kişiliğinin ender başarısı vardır. -Yunanlılar bunu, aklın bütünlüğü ve insanın mükemmeliyeti olarak adlandırıyorlardı.- Düşünce ve eylem ustalığı, her ikisinin birden toplumun çıkarlarına adanması; bu Yunanlılar için gerçekten de insanlığımızın en yüce biçimiydi.
Lenin, birbirine karşıt gibi görünen bu yetenekleri başkalarının hizmetine sunulmuş düşünce ve eylemi şahsında birleştirmiş olduğu için, insan soyunun en başarılı örneklerinden birisidir. Ve bunun içindir ki bu anadan doğma aydın, bu en büyüklere eşit akıl; yoldaşlarıyla birlikte ve onun tarafından eğitilen proletaryanın öncüsüyle dünyanın en eski halklarından birini -hem de nasıl bir kölelikten- özgürleştirerek Ekim Devrimi’ni başardı.
Lenin’de zihinsel faaliyet kendini özgürleştirici eylemde ifade eder. “Özgürlük klasikleri” olarak adlandırılan koleksiyonda Lenin’in makalelerinin, Sokrates, Descartes, Montesquieu gibi şahsiyetlerin makaleleriyle yan yana yer alması son derece yerindedir. İsviçre’de yayınlanmış olan bu koleksiyon, ülkemiz için bir onur vesilesidir.    .

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN VARLIĞI
Ve bugün Ekim Devrimi bir olgudur, bu olgudan doğan Sovyetler Birliği de canlı bir organizma. Bu olgu, bu varlık bugün aydınlar üzerinde hangi etkiyi gösterebilir?
Bir aydını, hiçbir şey düşünce ile eylem arasındaki ilişki kadar ilgilendiremez, ilgilendirmemelidir. Düşüncenin davranışa nasıl nüfuz edeceği sorunu, Yunan filozof ve tarihçileri tarafından ortaya atılan en can alıcı problemlerden biriydi.
Oysa günümüz aydını, hemen yanı-başımızda belirli tarihsel bir anda düşünce ile eylemin aynı ve tek hamlede ürettikleri ve meyvelerini bütün insanlığa sunmaya başlayan bir olgunun, yani Ekim Devrimi’nin varlığını görmezlikten gelemez. Artık insan zekâsının adını tarihe kararlılıkla yazdırdığı, tarihsel ilerleyişin yönetimini ele aldığı bir an vardır. Artık zekânın en yüksek tecrübesini yarattığı ve yaşattığı bir yer vardır. Ve orada kardeşlik ve içtenlikle birleşmiş olan bilim, bütün insanlar için yaşanabilir bir dünyayı inşa etmeye koyuluyor.
İşte aydının görmezlikten gelme hakkına sahip olmadığı şey budur. Bilgi -bugün yaşamakta olduğumuz da dâhil olmak üzere- tarih dokusundaki yerini kanıtlamış bulunuyor. Ve tarih yarından itibaren, bu ezilmişliğin ve kısır döngü tarihçilerinin bir kader olduğuna inandıkları birbirini izleyen felaketler zincirinin tarihi olmaktan çıkabilir. Tarih bazen yürüyüşünü aniden hızlandırabilir!
Kuşkusuz, bilginin bu kanıtlanmış etkisini reddeden aydınlar da var. Ama buna karşı çıkmak, kendini inkâr anlamına gelir. Bunu inkâr etmek, hangi alanda olursa olsun -edebiyat veya kimya- çalışmasının her anında düşüncesine bir diken yerleşmiş gibi, yürüteceğini iddia ettiği faaliyetine darbe vuran bir tekziptir. Ekim Devrimi’nin zihinsel gelişmeyi ilerleten faziletinin inkâr edilmesi -ki buna çokça rastlıyoruz- birçok aydında zihinsel dağılmanın etken ilkesi haline geliyor. Ekim Devrimi, onu anlamayı reddedenlerde genel bir hazımsızlık virüsüdür. Ekim Devrimi’nden yarı yarıya kuşku duyanlarda bu, bir kompleks ve vicdani rahatsızlık unsurudur.
Buna karşılık, Sovyet deneyinde ifadesini bulduğu gibi zihinsel faaliyetin etkisini kabul eden anlayış, onu kabul edenlerin zekâsını dahi yönlendirme kapasitesine sahiptir. İşte belirli bir hedefe yönlendirilen zekâ budur. Güdümlü denilecek… Elbette ve tanrıya şükür! Zihnin anarşik (yani rehbersiz) olmasına son verilmesinden kim üzüntü duymaya, sızlanmaya cesaret edecek? Zihnin bir amaç edinmesi, görevini insan doğası ve dünyasını düzenlemek olarak belirlemesi ve bu amaca adanması karşısında telaşa kapılmak ve üzüntü duymak ha! Gerçekte, aydınların aptalca kendi kendileriyle övündüğü ve oyalandığı, örneğin Fransız düşün dünyasının ustalarından birisinin anlamsız davranışının ne sonuç verdiğini görmek için, şahsen tanımadığı bir yolcuyu vagonun kapısından dışarı fırlattığı zamanlar artık geride kaldı. Bugün kimsenin böyle oyunlar oynamaya hakkı yoktur. Sovyet deneyi ona oyun oynamayı durdurmasını, aptallığa son vermesini öğretiyor. Sovyet aydını hummalı bir çalışmaya girmiş durumda ve yapılacak iş de az değil. Homo faber’in bir örneği olarak şairler de dâhil olmak üzere -ki şair Yunancada zanaatçı, üreten kişi anlamına gelir- bütün aydınlar emekçilerin saflarında yerlerini alıyorlar.
Kabul edilir ki ben de bir aydınım. Yoldan çıkmış denilecek, belki de sapkın. Buna karar verecek olan ben değilim. Benim bildiğim, İsviçre’de olsun dışarıda başka ülkelerde olsun Sovyet deneyi ile yakından ilgilenen, izleyen ve içtenlikle aydın türünün “değişken” (mutantes) biçimi diye adlandırabileceğim insanlarla karşılaştım. Bu karşılaşmalarım bana ilk kez, geçen yüzyılın sonuna doğru hemen hemen her yerde rastlanılan kısır aydın türü ile karşı karşıya olmadığım izlenimini verdi. Sözü edilen kısır aydınlar kuruntuyla, olaylara nesnel yaklaştıklarını iddia ederek övünürler, ama aslında bu, duygudan yoksunluğun ve hiçbir şey yapmamanın örtüşüdür.
Ekim Devrimi gerçekten de aydınların bu tipine sert bir darbe indirdi. Manevi hayatın asalak bir örneği olarak yok oluşa mahkûm etti. Ruhani eserlerle yaşayan, kendi kişisel zevkini buradan tatmin eden sadece oyun zevki peşindeki bu kısır aydın tipi, Ekim Devrimi tarafından mahkûm edildi ve imajı silindi. Daha doğrusu devrim fiziki olarak yok etme ihtiyacı duymadan onu silahsızlandırdı ve minder dışına itti, çaresizliğe ya da dağılmaya mecbur bıraktı. Oyun oynayan, zevkine düşkün aydın, boş cambazlıkla aklın zinde gücünün özünü bozar, düşüncenin yaratıcı yeteneğini iğdiş eder, -soysuzlaşan bu aydın, aslında sömürücünün bir türünden başka bir şey değildir- Ekim Devrimi’nden doğan toplumun bunu yıkmaya hakkı vardı. Toplum bu tipi yıkılmaya terk etti, halkın öfkesi bunlara el kaldırmaya bile tenasül etmedi. Mantığın gelişimi ve sosyal bünyenin sağlığı, zamanla bunları sindirir ve tasfiye eder.
Kuşkusuz, anlamanın ve bilmenin meşru bir zevki vardır ve bu zevk herkes için geçerlidir. Bu, aydının ise özel zevkidir. Fakat anlama zevki, aynı zamanda yaratıcı bir eylemin karşılığı ve kaynağı değilse, (doğanın kendisinden de zevk almak, yaratma eylemine bağlanır) kemirmekten başka bir şeye yol açmaz ve acı verir. Gerçeği bilmek, zevk alarak bilmek, ama verimli olmak için, insana yakışanı yeniden yaratmak ve onun ilerlemesi için. İşte aydının işlevi budur. İşte Ekim Devrimi’nden doğan ve yarın bütün insanlığın yaşayacağı dünyada onun zevki budur.
Biz batı aydınları bugün kendi içine kapanan, modern toplumun ve onun mücadelelerinin kıyısında sağlığına dikkat etmekten başka bir şey düşünmeyen, zevkli bir barınakta ama dünyadan kopuk yaşayan bir kültürün mirasçılarıyız. Sovyet devrimi çekildiğimiz bu köşede bizlere yapılmış, büyüleyici ve ikna edici bir çağrıdır.
Oysa sonuç olarak biz zevkten bıkmış, bilmek için bilmekten ve tanesini bile üretme zahmetine katlanmadan tüketmekten yorgun düşmüştük. Bilginin erdemine ve dolaysız yararlılığına inanmayı çoktan terk etmiştik. Sanat için sanat kuruntusuyla, kimin çıkarına olduğunu bildiğimiz halde tarafsızlık denilen biçimsel bilim tapınmacılığı içerisinde ve temelsizliğin boğucu havası içerisinde yaşıyorduk. Gerçeğin ve bilimin hizmetindeki aydının tersyüz olmuş saçmalık ve anlamsızlığı içerisinde debeleniyorduk. Bununla birlikte aynı anda işçi, makinenin köleliğine, çocuk da -buna yakından tanık oldum- soyut okulun hizmetine koşuluyordu. Bu, yukarıdaki formülün ruhçuluğun dış görünüşünden başka bir anlama gelmediğini gösteriyor. Zira insanların onun hizmetine koşulmak zorunda oldukları bir bilim ve gerçek yoktur, aksine bilim ve gerçek insanlara hizmet için vardır.
Fakat buna artık inanılmıyordu, işte tam da bu noktada aydınlar kuşkuculuğun esiri olmuşlardı. Dostlarım ve öğrencilerim arasında bu hoş kuşkucu türün sevimli ve sevimsiz onlarcasına rastladım, bizzat kendimde gözlemledim bunu!
Özet olarak düşünce artık, ekmek ve para kazanmak, keyif almak, itibar satın almaktan başka bir amaca hizmet etmiyordu. Her düşünce kuşkulu, ipotek altında ve kesinlikten yoksun bir varsayımdı. Düşünceler sokaktaki insanlarla buluşmaktan ve bağ kurmaktan mahrum, onların yoksulluğu karşısında etkisiz, savaş tehdidi karşısında kayıtsızdı. Elbette ki, savaş kapıya dayandığında aydın da herhangi biri gibi silahını kuşanacak ve belki düşüncenin de “katkısıyla”, vatan olarak gördüğü “bu ne idüğü belirsiz” yeri savunmaya girişecektir. Çünkü öyle anlaşılıyor ki, değerinin teslim edilmediği koşullarda -ki düşüncenin değerinin tek referansı insanlığın ilerlemesinin hizmetine koşulup koşulmamasıdır- onun için her şey, “ne idüğü belirsizin” bir varyantından başka bir şey değildir. Bir kısım maneviyatçı süslerle bezenmiş olsa da (bu süslerin kendi sahibini de aptallaştıran örtüler olduğu unutulmamalı) aydın, bizzat kendi manevi faaliyetini de “ne idüğü belirsiz”in bir parçası olarak görüyordu.
Gerçekte bütün bu faaliyetin özdeyişi suydu: “gök kubbe altında yeni bir şey yok.” Kaç kez tanık olduk buna!
Hâlbuki aydının görevi tam da yeniyi yaratmaktır. Daha bir alçak gönüllülükle ve doğru deyimle söylemek gerekirse; gerçeği yeni kombinezonlarla düzenlemektir.
Ve işte düşüncenin çağrısına yanıt veren, uç veren yeninin, Ekim Devrimi’nin sarsıcı etkisi. Her yeni gibi, yankı yaratan bir yeni. Yürekli bir düşünce tarafından üretilen, insanla gerçek ve insanların kendi aralarındaki ilişkilerde bir devrim gerçekleştiren yeni. Her yeni buluşu ve bilgiyi insanın hizmetine sokan yeni bir düşünce. Böylece tam da tarihin bu noktasında yeni bir hümanizm belirginleşiyor.
Buradan aydın kişi için, kendi düşüncesine ani ve kuvvetli bir güvenç duymaktan başka ne sonuç çıkabilir ki? O, düşünceyle (kendi düşüncesi) gerçek ve yeni bir gerçeğin yaratılması arasındaki açık ilişkiyi yeniden keşfediyor. Bir düşünce sanatçısı sıfatıyla diğer emekçiler arasında kedisine de etkin düşünür olarak bir yer olduğunu görüyor.
Aydın bunu gördüğünde, nasıl allak-bullak olmasın, nasıl baştanbaşa yenilenmesin?
Çalışması artık nihayet bir anlama, bir yönelime sahiptir. Bunun anlamı bir kez kavrandığında, artık yoluna coşkuyla devam etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bundan böyle aydın, bütün faaliyeti ve benliğiyle insanlığın gerçekliğine yönelmiştir.
Aydının diğer bir rolü de (kendisine düşen payı abartmaksızın) kurulacak bu geleceğin yönetimini ele almak, onun uğruna adanmak ve becerisini başkalarının hizmetine sunmaktır.
Biz insanlar; sınıf mücadeleleri, savaş, yoksulluk yazgısı ve doğal ihtiyaçlarımız tarafından teslim alınmış, kısmen insanımsı bir toplum olduk ve halen de öyleyiz. Ama -yüzyıllardır sürmesine karşın henüz geniş bir topluluğu kapsamasa da- aynı zamanda, bu yazgıya karşı amansız bir mücadeleye girişmiş bir insan toplumuyuz da. Amacı insanın özgürlüğüne kavuşmak olan bu mücadelede -ki bu mücadele yeni bir hümanizmin doğuşuna tanıklık ettiği zamanlarda daha keskindir- bilginler ve sanatçılar hep ön cephede yer aldılar.
Bugün bazı ülkelerde (burada sadece Sovyetler Birliği’ni kastetmiyorum, örneğin fikirlerimizin ve politik özgürlüklerimizin yurdu, aramızdan birçoğunun dilinin vatanı Fransa’da) insanlığın geleceğinin yönetimini berrak görüşlülükle ele almış olan bilim, bilim adamları ve aydınlar; tam bir bilinçle, bilimsel ilerlemenin vaat ettiği daha iyi bir toplumu inşa işine girişmiş bulunuyorlar. Bu toplum, bugünkü tarihsel aşamada Sovyetler Birliği’nin de hakiki manada henüz erişemediği ama modern uygarlık yürüyüşüne adını yazdırdığı savaşsız, sefaletsiz ve sınıfsız bir toplumdur.
Araştırma alanı ne kadar sınırlı olursa olsun -bizzat kendi varlık nedenine ihanet etmediği müddetçe- bir aydın, Ekim Devrimi’nin anlamını kavradığı andan itibaren sarsılmaz bir güven kazanacaktır. Ve böylece aşırı bir tecrit ortamına sürüklenmiş olan aydın yeniden, başka insanlara bağlanmıştır. Buradaki bağlanmanın, gönülsüzce ve iple bağlanmış olmakla bir alakası yoktur. Ama illa da iple bağlanmak diyorsanız, o da, ileride bizi bekleyen sarp zirvelere tırmanmak için gereklidir.
Bu ortak ve uyumlu çabada artık aydının günlük çalışmasında her şey yeni ve insani bir anlam kazanır. İnsan-dışılaşmış ve anarşik bir toplumda yapılan yeni bir buluş, insanlık dışı sonuçlar doğururken; aynı buluş insanın kendi yerini bulduğu ve her bir şeyi yerli yerine oturttuğu başka bir toplumda yüksek insani bir değer kazanır. Bu sadece bir örnekle, maddenin parçalanmasının keşfedilmesi örneğiyle bile kanıtlanabilir: Atom bombası bir yerde insanın yok edilmesine yararken, başka bir yerde aynı insanın kurtuluşuna ve güç kazanmasına hizmet etmektedir.
Ama burada kafası berrak aydın için, eskilerin dediği gibi bilge kişi için kuşkuya yer yoktur. O, zamanla ve hele de herkesin çabasıyla ilerlemenin hep üstün çıkacağını bilir. Geçenlerde bana aktarılan güzel bir özdeyişte söylendiği gibi; “İnsanlık, yavaş yavaş da olsa sonuçta ve her zaman, bilge kişilerin hayallerini gerçeğe dönüştürür.”
Ve bugün hayaller artık hayal olmaktan çıkmış, gerçekleşmeye başlamışlardır.

(Bu yazı, 1948 yılında İsviçre-Sovyetler Birliği Derneği’nde yapılan konuşmanın metnidir.)

Şubat 1999

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑