İşçi hareketiyle ilişki içindeki devrimci çevrelerde, okuyamama ya da okumama ve düşünce tembelliği üzerine konuşmalara sıkça tanık olmaktayız. Devrimci bir parti olarak örgütlenen ileri işçi grupları ve genç devrimci çevreler arasındaki tartışmalarda, sahip olunan araç ve mevzilerin yeterince değerlendirilmediği ve eğitim yetersizliği üzerine konuşmalar, giderek bir yakınma halini almıştır. Sınıf ve emekçi hareketinin günlük gelişmesi içinde birçok insanın, hareketin pratik gereksinmeleri üzerinden faaliyete katılması, asgari düzeyde teorik eğitimden geçmeksizin, hareketin ihtiyaçları karşısında sorumlulukla, yapabileceği bir iş üzerinden parti çalışmasına katılması doğaldır. Sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin günlük acil ekonomik ve politik talepler üzerinden gelişmesi, her gün saldırı hedefi olan emekçilerin saflarında şu ya da bu kadar insanın, diğerlerinden bir adım öne geçerek, daha ileri bir tutum almaları, diğer emekçileri kendileriyle birlikte davranmaya çağırmaları, kendi aralarında olabildiği kadarınca örgütlü bir yapı oluşturmaya çalışmaları, bu örgüt aracılığıyla hareketlerini daha ileri düzeyde yönetecek temsilcileri görevlendirmeleri, hareketin pratik gerekleri bakımından ileri bir tutumdur. Ancak hareketin gelişimi ve pratik eylemin ilerletici rolü, hareketin dar biçimlerine bağlılık göstermeyi, bilimsel bilginin, devrimci eğitimin ve teorinin küçümsenmesini haklı çıkarmaz. Bu tutum, zihin tembelliğinin güçlü ve okuma alışkanlığının zayıf olduğu bir toplumda, işçi hareketinin devrimci gelişimini sakatlayan bir işlev görmektedir.
Devrimci işçi partisinin nispeten kitleselleştiği, işçi kitleleri ve emekçilerle ilişkisinin kapsam ve içerik bakımından zenginleştiği, yığınlara seslenmenin araç ve yöntemlerinin çeşitlendiği bir dönemde, düşünce tembelliği, bilimsel bilgi ve teori yoksunluğunun ya da teori sorunlarına ilgide zayıflığın, politik-örgütsel çalışmaya zarar vermesi kaçınılmazdır.
Okuyamama ya da okumamanın nedeni, okunacak materyalin bulunmaması değildir. Marksist klasikler, diğer ülkelerin proletaryası ve emekçilerinin deneylerini içeren kitaplar, romanlar, işçi sınıfının devrimci partisinin görüşlerini içeren süreli yayınlar, günlük işçi gazetesi vb. çok sayıda ve çeşitte materyal, uyanış içindeki işçi ve gencin devrimci eğitimi ve hareketin sorunlarına çözüm arayışında olan sorumlu devrimci militanın kendi eğitiminde kullanabileceği hazır materyal durumundadır. Bu yayınlara ulaşmanın önünde ciddi herhangi bir engel yoktur. Doğa bilimleri alanında yayınlanan çok sayıda kitaba, dergi ve makalelere, toplumsal sorunları irdeleyen çeşitli yayınlara ulaşmanın ve bunlardan yararlanmanın olanakları bugün daha da genişlemiştir.
Diğer yandan, ileri işçi kitlesinin sınıf ve emekçi hareketinde edindiği mevziler, sınıf bilinçli işçilerin işçi sendikalarının çeşitli kademelerinde daha etkin konuma gelmeleri, işçi sendika şubeleri ve emekçilerin diğer kitle örgütlerinde ileri işçi ve emekçilerin tuttukları mevziler, işçi sınıfı ve ezilenlerin daha geniş ve geriden gelen kesimlerinin, sınıf hareketinin deneyleri üzerinden devrimci eğitimi için önemli olanaklar sağlamaktadır. İşçi sınıfı partisinin, işçi ve emekçilerin kitle örgütleriyle ilişkileri, daha yaygın ve güçlüdür. Emekçilerin en ileri öğeleri başta olmak üzere, ezilenlerin uyanan kesimleri önemli ölçüde partide ve parti etrafında bir araya gelmişlerdir.
Bu gelişmeler, parti-kitle ilişkilerinin daha İleri bir düzeyde geliştirilip güçlendirilmesinin olduğu kadar, parti içi eğitimde ve kitlelerin kendi politik deneyleri temelinde eğitiminde, yol gösterici-ilerletici işlevin yerine getirilmesinin olanaklarını da genişletmiştir.
Ancak ilişki ve araçlardaki genişleme ve zenginleşme ile bunların hareketin günlük ve uzun vadeli gereksinmeleri için verimli ve etkili kullanımı arasındaki uyumsuzluk ve çelişki de devam etmektedir. Devrimci eğitim eksikliğinden söz edenlerden, doğal olarak, bu eksikliğin giderilmesi yönünde çaba göstermeleri beklenir. İşçilerin günlük mücadele içinde edindikleri bilinç kıvılcımlarının, gözleme ve deneye dayalı bilginin, sosyalist sınıf bilinci yönünde gelişmesi için, işçi ve emekçiler içinde çalışma yürüten partili işçi ve devrimci militanların, dar kalıpçı düşünme tarzından kurtulmaları ve sosyalizm bilimini tüm zenginliğiyle özümsemeleri zorunludur. Bunun olanakları yok mudur? Ya da pratik çalışma, devrimci militanların, sosyalist materyal, devrimci yayın vb.ne ulaşmaları; bunları incelemeleri ve emekçi hareketinin pratiğinden çıkarılmış ve genelleştirilmiş deneylerin sonuçlarından yararlanmaları önünde engel mi oluşturmaktadır? Açıktır ki böylesi bir engel yoktur; eğer bir engelden söz edilecekse, bu, pratik çalışmanın kendisi değil, kolaycı yöntemlere başvurma “geleneği”dir. Çoğu kez kulaktan dolma, yüzeysel ve kaba biçimde ezbere bilinen, içerikleri koşullardan ve gelişmelerden soyutlanarak formülleştirilen ve kalıplar halinde tekrarlanan fikir kırıntılarıyla yetinilmekte, toplumsal koşullardaki ve sınıf ilişkilerindeki değişmelerle bunların bilinç üzerindeki etkileri gözden kaçırılmakta, geçmiş bir yerlere takılıp kalınmaktadır. Hareketten, koşullardaki değişmelerden ve sosyal-siyasal ve ekonomik gelişmelerden söz edildiği birçok durumda, gerçekte gelişmelerin değil, kalıpçı mantık yürütmenin bu fikirlere yön verdiği görülmektedir. Devrimci militan için, Marksist bilimsel sosyalist teori, işçi hareketinin ulusal ve uluslararası deneyleri, bilim ve kültürdeki gelişmeler, yararlanılacak güçlü teorik-kültürel bir zemin oluştururken, eğitimsizlik ve bilgi yetersizliğinin aşılamaması politik-örgütsel çalışmayı sakatlamaya devam etmektedir.
GÖZLEME DAYALI BİLGİNİN YETERSİZLİĞİ VE BİLGİNİN GELİŞMESİ
İşçi sınıfı ve ezilenlerin sömürücü sınıflara; sermaye ve gericiliğe karşı mücadelede çeşitli deneyler kazandıkları, ilk bilinç kıvılcımlarını edindikleri, sendikalar gibi örgütler içinde örgütlenerek, mücadelelerini daha etkin biçimde sürdürmeye çalıştıkları dikkate alındığında, bilimsel bilgiye ulaşma ve sınıf bilinci edinme sorunu, doğru tarzda ve birbiriyle ilintili olarak ele alınmak zorundadır. Genel olarak ele alındığında ve bilginin hazır ve değişmez olmadığı, insanın, yaşamı için doğayla mücadelesinde çevre bilgisini edinmeye başladığı, insan bilgisinin önce sınırlı, ancak giderek daha tam ve eksiksiz bilgi olma yolunda ilerlediği görülür. Günlük yaşantıdan çıkarılan milyonlarca gözlem, insanın doğayla, insanın insanla, sınıfın sınıfla, bütün sınıfların birbirleriyle ve sınıflı toplumların ürünü olan devletle ilişkileri hakkında ilk bilgileri edinmelerini sağlar. Ancak bu, henüz ilk haliyle; yüzeysel, ham bilgi ve fikirleri içermektedir. İşçilerin sınıf bilinci edinmeleri ve bunun bir süreç içinde gerçekleşmesiyle genel olarak bilginin gelişmesi, bilgiye ulaşma ve bilginin daha tam bilgiye doğru yol alması benzer bir gelişme gösterir. Genel olarak bilgi birikiminin oluşması, bilgiye ulaşmak ve bilmek üzerine düşünüldüğünde, insanın duyumlarıyla nesnel gerçeği algıladığını, bu algılamanın henüz en son, en tam kavrama ve bilgiye denk gelmeyebileceğini, bireyin kendisi dışında, kendisini de kuşatarak sürüp giden hareketin ve yaşamın kavranmasının ancak bu yolla gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Doğa, bilimdeki ilerlemeler, onun yeni görünümlerini, daha önce bilinmeyen özelliklerini ortaya çıkardığı için, “görüngüden daha zengin, daha canlı, daha çeşitlidir.”
Bilginin sınırsızlığı ve bizim bilgimizin sınırlılığı; gerçeğin ulaşılan gerçekle ve bilginin ilk edinilen bilgiyle sınırlı olmaması, bilinebilir gerçek ile bilinen gerçek angındaki farklılık, bunun bilinci, bilgisizliğin aşılması için sürekli çabayı zorunlu Kılmaktadır.
Biliyoruz ki, her kuşak kendinden önceki kuşakların biriktirdiği bilgi ve deneyim birikimini hazır olarak bulur ve ona kendi kuşağının tecrübesini ve bilgisini ekleyerek, bilginin gelişmesine katkıda bulunur ve kendisi de bundan yararlanır. Önceki kuşaklardan devralınmış ve bilinebilir durumda olan birikim, bu bakımdan yeterli ve “mükemmel” sayılamaz.
Toplumsal sorunların çeşitli boyutlarıyla görülebilmesi için, olaylar, olgular, nesneler ve insan ilişkileri genel bağlantıları içinde değerlendirilmelidir. Nesnel dünyanın, doğa ve evrenin toplumsal yaşam ve sınıf ilişkilerinin; bu ilişkilerin tarihsel gelişmesi ve değişme zorunluluğunun herhangi bir anda, bütün yanlan ve bağlantılarıyla henüz bilinmiyor olması, onun bilinemez, kavranamaz, algılanamaz olmasına işaret etmez. Aksine, yalnızca bilginin eksikliğini, bunun kaçınılmazlığını ve eksiklerin giderilebilir olduğunu tanıtlar.
Bilim, doğadan ve gerçek insan ilişkilerinden yola çıkılarak, duyusal bilinç ve algılar aracılığıyla ve en geniş biçimde bağlantılar kurularak ilerletilebilir. Bireyin bilgisi toplumsal bilgiye doğru geliştikçe, ona yaklaştıkça daha tam bir bilgi olma yoluna girer. Bilinç, kuşaktan kuşağa aktarılan toplumsal bilgi birikimi olarak gelişmedikçe, köksüz ve kozmopolit bilinç olmaya mahkûmdur. Bilinç ile doğa, bilinç ile nesnel varlık arasındaki ilişkide, doğa ve nesnel varlığın birincil, bilincin ikincil olması, materyalist diyalektiğin temel kabullerinden biridir. Sosyal sınıfların yaşam alanı, bu sınıfların mensupları için deney ve birikimin oluştuğu ve edinilmesinin koşullandığı sosyal ortamı oluşturur. Nesnelerin zihindeki yansıları, onların duyu organları aracılığıyla algılanmaları, onlar hakkında bilgi sahibi olmayı sağladığı gibi; toplumsal yaşam ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları temelinde bölünmüş toplumlar da bilincin ve sınıf bilincinin maddi-nesnel zeminini oluştururlar. Sınıf mücadelesi tarihinin biriktirdiği bütün toplumsal bilgi birikimi; ekonomik, sosyal-siyasal, kültürel-ideolojik ilişkiler alanında, pratik insan ilişkilerinin ürünü olarak var olur. Zihnî imgeler, nesnel alana ilişkin duyum ve algılardan meydana gelirler; düşüncede ilkeselleştirilenler ise doğal ve toplumsal alandan türetilirler. Engels, “ilkeler ancak doğa ve tarihe uydukları ölçüde doğrudurlar” diyordu. Çünkü ilkelerin kaynağı bu alandır, onlar bu doğal ve sosyal alandan türetilmektedirler. Maddi alanın ilk veri olması, teori ile pratik arasındaki ilişkide, pratiğin teoriye ön-geldiğini, teorinin pratik insan ilişkilerinden, sosyal sınıfların yaşamından ve ilişkileri (çelişkileri)nden çıkarıldığını da tanıtlar.
Bireyin bilgisi her zaman sınırlı olmaya mahkûmdur. Art arda gelen kuşakların bilgi birikiminden yararlanıldığı oranda ve bilginin gelişmesiyle bu sınırlılık giderek azalır, bilimlerin gelişmesinin her yeni aşaması, bilgi birikimine yeni bilgi tohumları ekler. Her türlü bilimsel önerme, doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin ilerlemesi sırasında ilerler ya da geriler. O halde şu an bilinmez olan, gerçekte bilinebilir olandır. Bilgimizin tarihsel göreliği, yalnızca nesnel gerçeğe yaklaşımımızın sınırlılıklarına ve geliştirilmesi zorunluluğuna işaret eder. Toplumsal sorunların eksik algılanması ve kildi ve fikirlerimizin yetersizliği, unlun yüzeysel olmaktan çıkarmak ve geliştirmek yönündeki çabayı gerekli kılar. Bilgimiz, doğa bilimleri alanında yeni buluşlar aracılıyla zenginleşip geliştikçe, sosyal yaşam ilişkileri (ve çelişkileri)ni nesnel olarak kavradıkça, daha tam bilgi haline gelecektir.
Marx, Aristoteles’in “Mükemmel olan şeye eylem gerekmez; çünkü kendi içinde bir sondur o” sözünü aktararak, bilincin geliştirilmesi zorunluluğuna ve değişime dikkat çeker. Kendi bilincini, yalnızca içinden geçilen toplumsal sürecin sorunlarının çözümü yönünden değil; geleceğin sorunlarının çözümü yönünden de “yeterli” saymak, bilincin gelişme ve zenginleşme zorunluluğunu olduğu kadar, toplumsal bilince denk düşmeyen birey bilincinin darlıklarını da görememek demektir… Toplumsal yaşamın “kaotik” durumu ve çelişki ve çatışmalara sahne olması, bazı ilişkiler ve nesnelerin diğerlerine göre daha “mükemmel” görünmesine, öne çıkmasına, güzelleşmesine veya çirkinleşmesine, kanıtlama ve çözümleme yoluna gitmeksizin, ilk eldeki görünümleri ve duyumlarımız üzerindeki etkileriyle bir uzlaşma ya da ret fikrinin oluşmasına neden olmaktadır.
Diğer yandan, bilimsel bilginin ve sınıf bilincinin edinilmesi ancak pratik insan ilişkileri içinde, toplumsal yaşamın sorunlarının çözümü çabası içinde mümkün olmaktadır.
Pratikten kopuk bilimsel sorunları çözme girişimleri skolastiktir ve sosyal pratik, materyalist teorinin sınandığı toplumsal laboratuardır. Ancak, gözleme dair bilincin sınırlı ve bölünmüş olduğu ve gelişmesinin, bu sınırlılıkların asılmasıyla gerçekleştiği de bir gerçektir. Esas olanın hareket, çelişki ve değişim olduğu, her şeyin her an bir başka şey olduğu şeklindeki diyalektik önerme, dar ufuklu devrimciye, bir çelişki ve belirsizlik ifadesi olarak görünür. Bilimsel sosyalist dünya görüşünü dogma ve kalıplar olarak algılayan bu gibileri, hareketi ve değişimi değil, kendi kurgularını değişmez ve mutlak doğrular olarak alırlar. Bununla da kalmayarak, dar kalıpçı düşüncelerini normlar, değerler, ilkeler adına başkalarına dayatırlar. Böyleleri toplumsal yaşamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi eyleminde pasif bir rol oynarken bile, harekete küçümsenemez zararlar vermektedirler.
GÖZLEME DAYANAN BİLGİ, TOPLUMSAL KOŞULLAR VE BİLGİDE “SINIR”SIZLIK
Toplumsal bir varlık olarak insan, ancak sosyal ilişkilerin bütünü içinde, bu ilişkilerin onun düşünüş, davranış ve eylemi üzerindeki etkileriyle birlikte anlaşılabilir. Toplumsal olay ve olgular karşısında olduğu gibi, bir sanat eseri ya da doğa güzelliği karşısında bireyin tepkisi de, onun sahip olduğu bakış açısına, geleneklerine ve kültürel değerlerine, normlarına, genel olarak bilinç birikimine bağlıdır. Bu değerleri, normları, birikimi hangi ortamda, hangi etkiler altında ve hangi ilişkiler içinde edindiği, onun bilinci üzerinde etkili olacaktır. Toplumsal olayları ve birey davranışlarını, kısır bir döngüde ele almak, “ak” ile “kara” mantığıyla kalıplara bağlamak, dar bilinci ve onun verilerini kutsamak ve katılaştırmak, olabilirlik ve olmayabilirlikleri hesaba katmamak, dar deneyciliğin kaba girdabına saplanıp kalmaktır. Devrimcilik, “gayya kuyusu kadar büyük” bilgisizliklerin erdem sayılması ve bilimsel bilgiye karşı “silah olarak” kullanılmasıyla bağdaşmaz.
Gözlemcinin sınıfsal-sosyal konumu, inançları ve dünya görüşü, onun gerçeğe yaklaşımını ve bilgisinin niteliğini kaçınılmaz olarak etkiler. Gözlemci, dünyaya ve nesnel olana, genel toplumsal koşullar içinde, belli bir sınıfın bakış açısıyla, belli inançlar ve değerlere sahip olarak, bu düşünce, inanç ve değer yargılarının etkisinde bakmaktadır. Onun durumu, anlayış ve düşünceleri, gerçeğin farklı yansıtılabilmesine yol açabilmektedir: Toplum-üstü, doğa ve toplumdışı birey olmadığı ve olamayacağı gibi, bireyin görüş, gözlem düşüncelerinin toplumsal bilinç bütününden, topluma egemen olan görüşlerden bağımsız olması toplum-üstü ya da yansız olması olanaklı değildir.
Bireysel davranışla onun toplumdaki rolü ve sonucu arasında tek yanlı ve mekanik bir ilişki kurulması yerine, karşılıklı ilişkiler ve etkileşimleri gözetmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. İnsan davranışları bireyce gösterilir ve toplumu, biçimlendiren fikir ve kararlar bireylerce alınır. Ancak bireyler, sosyal ilişkiler içinde, toplumsal bir ortamda hareket etmektedirler. Farklı insanların gözlemlerinin, bakış açılarıyla planlarının birbirinden farklı olması olağan ve kaçınılmazdır. Tarihin herhangi bir döneminde, herhangi belirli bir sosyal ortamda, dünya ve toplum hakkında görüş belirten birinin, bu görüşü (görüşleri)yle o döneme ilişkin ya da önceki dönemden devralınmış düşünceler, inanç ve değer yargıları arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır. Nesnel gerçeğin aynı anda ve aynı yerdeki gözlemciler için “aynı oluşu”, onun algılanışında bireysel farklılıkları dışlamaz. Gözlemci ve irdeleyicinin konum, görüş ve değerlerinin farkı, gerçeğin algılanışında farklılıklara neden olur. İnsanın basit gözlem ve deney yoluyla bilebilecekleri, ‘duyu deneyimleri alanında kaldığı’ ve nesnenin görünümüyle ilgili oldukları için “algılanabilir olanın sınırları” tarafından sınırlanmışlardır. Buradan şöyle bir sonuç da çıkarılabilir: Sınıf mücadelesinde, gözleme dayanan bilgi, içinde hareket edilen toplumsal koşulların kaçınılmaz etkisi altındadır ve egemen sınıfların egemen düşüncelerinin, egemen ideolojik-kültürel ortamın etkisi altında biçimlenmenin sınırlılıkları, yetersizlikleri ve yanlışlarıyla bir aradadır. Salt gözlem yoluyla, nesnel gerçeğin, sınıf ilişkilerinin görünen yanı algılanabilir, ancak gerçeği bütünlüğü içinde, toplumsal yaşamı bütün yanları ve karşıt sınıfların ilişkilerini bütün “karmaşıklığı”yla anlamak, bilimsel bilgi birikiminin özümlenmesini gerektirir. Bilgi arttıkça, bilginin sınırı genişledikçe, gerçeğin daha tam bilinir hale gelmesi de olanaklı olacaktır.
TOPLUMSAL DEĞİŞİM, PROLETARYA HAREKETİ VE BİLİNÇ SORUNU
Toplumsal sistemler doğal değil, tarihseldirler. Değişmez, hareketsiz, tekdüze ve ‘kalıcı’ değil, değişken ve hareketlidirler. Maddi üretim belirli tarihsel biçimi içinde gelişir ve değişkenlik gösterir. Maddi üretimin tarihsel gelişimi ve değişimi manevi üretimi, bilincin ve kültürün gelişimini etkiler ve biçimlendirir. Maddi üretim ve ona karşılık düşen manevi üretimin niteliği ve bunların birbirleri üzerindeki etkileri, ancak bu ikisi tarihsel gelişim içinde irdelenirlerse anlaşılır hale gelir.
İnsan, toplumsal varlık olarak, yaşamı ve gelişimi için topluma gereksinim duyar. Sosyal varlık olarak insan, toplumsal bir ortamda hareket eder ve onun yaşamı tekdüze, monoton, kalıplara sığdırılmış, önceden belirlenen biçimlere ve kurallara bağlanmış olmaktan uzaktır. İnsan canlı bir nesnedir; başka insanlarla ilişkilidir ve duyulara sahiptir.
Yanılgıları ve isabetli-yerinde tespitleri, acıları ve sevinçleri, başarı ve başarısızlıkları vardır ve bireysel davranışları, toplumsal ilişkiler bütünü içinde anlam bulmaktadır. Bireylerin hareketleri ve onlara yön veren düşünceler, kurumlar halinde örgütlenmiş bireyler topluluğunun hareket sahası ve düşünce ortamında oluşmaktadır.
İnsanlar, doğa ve toplumda, onları harekete geçiren düşüncelerin yardımıyla eylemde bulunur, kendi eylemlerinin bilgisi ışığında hareket eder, kendilerinin ve başkalarının eyleminden öğrenirler. Düşünce ve pratik eylem birbirlerinden soyutlanamaz; sosyal hareket, nesnel gereksinmeler temelinde gelişir ve bu gereksinmelerin bilgisi eylem içinde daha ileri düzeye çıkar. İnsan için kendi durumunu değiştirme gereksinimi, pratik ilişkiler içinde ortaya çıkar; ancak değiştirme bilinci olmadan, değiştirme gereksinimi duyulmadan, değiştirmek ya da örneğin özgürleşmek olanaklı olmaz.
Sosyal sınıfların ilişki alanı, her gün şu ya da bu biçimde çatışmaların yaşandığı, bu sınıfların kendi yararına davranışlarını sağlayan ilk bilinç kıvılcımlarının oluştuğu temel kaynaktır. “Bizim bilincimiz, bizim duyumlarımız, ancak dış dünyanın bir imgesidir ve açıktır ki bir imge, imgelenen şey olmadan var olamaz ve imgelenen şey, onu imgeleyenden bağımsız olarak vardır.” (Lenin)
Bireyin iradesi ve bilincinden bağımsız olarak evren ve doğa ve onun en gelişkin ürünü olan insan toplumu vardır ve toplumsal yaşam ve sınıf mücadelesi tüm karmaşası içinde, bilinç ve düşünceye kaynaklık eder ve onu koşullandırır. Sosyal sınıf ilişkilerini ve bu alandaki çatışmaları doğru olarak irdelemek ve onlardan gerekli sonuçları çıkarmak, toplumsal yaşamın yasalarının bilgisini gerektirir.
Tarih boyunca ezilenlerin hareketi, her zaman somut ekonomik ve politik talepler üzerinden ilerlemiştir. Emekçilerin, iktidardaki burjuvaziyle politik sınıf savaşına tutuşmaları, ancak iktisadi ve politik talepler üzerinden gerçekleşmektedir. Sosyal-siyasal ve ekonomik talepler üzerinden gelişen mücadele, en üst düzeyde politik iktidarın alınmasına yükselmekte; proletarya ve ezilenler, sermaye ve gericiliğe karşı mücadele içinde, kendi deneylerinden ve ezilen sınıfların uluslararası tecrübelerinden öğrenerek, güncel taleplerinin gerçekleşmesi için çeşitli mücadele araç ve yöntemleri geliştirmektedirler. Ancak örgütlü burjuvaziye karşı, ezilenlerin bu hareketi, henüz başarıya ulaşmada yetersiz kalır. Pratik mücadele içinde edinilmiş ilk bilinç kıvılcımları kaçınılmaz olarak eksik, yetersiz ve yanlış anlayışlara açıktır.
Burjuvaziye karşı mücadele, bağımsız politik bir mücadele -sosyalizm hedefli sınıf mücadelesi- düzeyine yükselmedikçe, toplumsal koşulların, sınıf farklılıkları ve üretim ilişkilerinin köklü bir değişimi olanaklı olamaz. İşçilerin, pratik mücadelenin deneylerinden öğrenmeleri, onların bilincini doğrudan doğruya sosyalist sınıf bilinci düzeyine çıkarmaz. Sosyalist sınıf bilincinin kendiliğinden ve hareketin kendi içinden edinildiği, bugüne dek hiçbir zaman ve hiçbir yerde görülmemiştir. “Felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup geliş(en)” sosyalizm teorisi, kendiliğinden ve hareketin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmamaktadır. Kapitalist gelişme ve kapitalizmde sınıf mücadelesi; sanayinin gelişmesi, sermayenin merkezileşmesi ve işçilerin fabrikalarda bir araya gelmesi, sosyalist toplumsal düzenin maddi alt yapısını oluşturmasına karşın, bu nesnel durum, sosyalizmin gerekliliği bilincini kendiliğinden yaratmamaktadır. Sosyalizmin köklerinin modern ekonomik ilişkilerde ve proletaryanın hareketinde bulunması, burjuvazinin ezip sömürdüğü, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm ettiği emekçilerin mücadelesinin bu maddi zeminden çıkması, sosyalizmin, sınıfın iktisadi eyleminden dolaysız olarak doğmasını sağlamaz. Sosyalist bilinç ve sınıf hareketi yan yana doğarlar ve sosyalist bilinç, ancak derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. İşçilerin kapitalistlere karşı mücadelesinin pratik deneyleri, işçilerin salt kendi çabalarıyla sendikalar içinde birleşme, kapitalistlere karsı mücadele ve hükümetleri gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın gerekli olduğu bilincini geliştirdiklerini göstermektedir.
Sömürülen ve ezilen yığınların daha iyi bir yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadeleye uyanmalarıyla, kaçınılmaz ve doğal biçimde sosyalizm bilincine ulaşacakları yönündeki ekonomist görüşün formülasyonlar halinde, bugün artık savunulamayacağı açıktır. Ancak pratikte, işçi kitle hareketinin içinde yer alarak devrimci parti çalışması yürütenlerin, sosyalizm bilincini edinmek ve geliştirmek, işçi kitlelerinin bu bilinci edinmelerine yardımcı olmak gibi bir görevlerinin olduğunu unutmaları ya da buna gereken önemi vermemeleri, öyle düşünülüp düşünememesinden bağımsız olarak, ekonomizme saplanmaya, darlığa ve yüzeyselliğe neden olacaktır. Devrimci örgütün güçlendirilmesi, harekete katılanların devrimci gelişmelerine yardım edilmesi, politik faaliyetin genişletilmesi vb. için, hareketin yasalarının bilgisi ve bütün sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin bilgisi üzerinden, işçi ve emekçilerin eğitimi zorunludur. Bunun konu ve araçları günlük mücadele içinde gündeme gelmektedir. İşsizlik, özelleştirme, düşük ücret, sosyal güvenlik ile ilgili hak gaspları; uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin bağımlı-geri ülkelere yönelik baskıları, onların rekabet ve çatışmalarının emekçiler aleyhine sonuçları, emperyalizmin ülkedeki varlığı ve emperyalistlerle imzalanan anlaşmaların getirdiği yükler; polis saldırıları, işkence ve cinayetler, Kürtlere yönelik saldırı ve yasaklar; bunların hepsi, partide ve sınıf hareketinde devrimci eğitimin konuları olarak kullanılabilir, bu sorunların kaynakları bağlantıları ve çözümleri üzerine irdelemelerle işçilerin eğitimine yardımcı olunabilir. İşsizlik, özelleştirme ve düşük ücret politikası gibi ilk bakışta salt ekonomik içerikle sınırlı gibi gözüken sorunların, kapitalist üretim sistemiyle dolaysız bağı ve burjuva hükümeti tarafından baskı ve dayatmayla “çözümlenme”ye çalışılması, bu sorunların ekonomik sınırlar içine sıkıştırılamayacağının göstergesidir.
Politik faaliyetin devrimci bir faaliyet olarak sürdürülmesi için, bu faaliyetin, emeğin sermayeye bağımlılığı koşullarının; işgücünün kapitalist kullanımı yoluyla artı-değer üretimini olanaklı kılan özel mülkiyet sisteminin ortadan kaldırılmasını hedefleyen ve buna hizmet eden bir faaliyet olması gerekir. İşgücünün daha uygun koşullarda satılması için yürütülen mücadeleyle ve fabrika koşullarının teşhiriyle yetinilemez. Kapitalistlerle ilişkilerinde ve güncel taleplerinin elde edilmesi mücadelesinde edinilen ilk bilginin, kesintisiz siyasal teşhir ve devrimci ajitasyonla geliştirilmesi ve desteklenmesi, mücadeleyi, işgücü sömürüsünü olanaklı kılan toplumsal düzenin ortadan kaldırılması yönünde geliştirecektir. Güncel talepler üzerinden yürütülmesi zorunlu olan politik teşhir ve devrimci ajitasyonu yeterli düzeyde gerçekleştiremeyen devrimci işçi hareketinin, iktidar mücadelesinde başarıya ulaşması ve işçi kitle hareketini geliştirip, devrim yönünde seferber etmesi olanaklı değildir. Kuşkusuz, fabrika koşullarının teşhiri ve işçinin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çaba gösterilmeden, işçi hareketinin örgütlenmesi, parti-kitle ilişkilerinin sağlamlaştırılması başarılamaz. Devrimci parti, politik hedeflerine ulaşmak ve ekonomik-toplumsal devrimi gerçekleştirmek istiyorsa, işçi ve emekçilerin talep ve isteklerinden hareket ederek, emekçi hareketinin gelişmesine hizmet eden günlük ve kesintisiz ajitasyon ye siyasal teşhir faaliyeti yürütmek zorundadır. Sorun bu yönüyle değerlendirildiğinde, hemen her dönemde, hareketin gereksinmelerine göre, parti faaliyetinin “fazlalıklarından değil eksikliklerinden söz edilebilir.
Bilinç geriliğinin giderilmesi ve sınıfın devrimci eylemine bağlanan eğitimin gerçekleştirilmesi, proletarya ve emekçilerin burjuvaziye karşı mücadelesinin başarısı için olmazsa olmaz koşullardan biridir. Peki, bu sorun nasıl çözümlenecektir? Sosyal yaşam ve sınıf mücadelesi, düşünce ve eylem birliği içinde ilerlediğine; yaşam, düşünce, hareket ve eylemle akıp gittiğine göre, politik-teorik ve kültürel faaliyet ile pratik çalışma birlikte yürütülmelidir. İşçi ve emekçilerin eğitimi ya da devrimci eğitiminden söz edildiğinde, başlıca iki şey önem kazanmaktadır. Bunlardan birincisi, “eğiten”in kendisinin eğitime olan gereksinmesidir. İşçi hareketinin sosyalist sınıf hareketi olarak gelişmesi için gerekli olan sınıf bilincini, hareketin içinde yer alarak, “sınıfa taşıma” durumunda olanlar, yani devrimci partinin her kademedeki öğeleri, yaşama ve toplumsal ilişkilere, diyalektik tarihsel materyalist dünya görüşünün yol göstericiliğinde bakmak, sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisini, bütün sınıfların birbirleri ve devletle ilişkilerini, toplumsal koşulları bütünlük içinde kavramak, bunlar arasındaki ilintileri gözden kaçırmamak zorundadırlar. Doğa, evren ve yaşam bilgisi, insanın zihni gelişmesinin ve sorunları bilimsel yöntemle değerlendirmesinin yollarını açar. Sosyalist sınıf bilinci, insanın, tarihsel ilerlemesinde, kültürel-sanatsal ve teknolojik alanda kat ettiği yolda, irdelenip özümsenecek ve proletaryanın kurtuluş mücadelesinin hizmetine verilecek bilgi birikiminden yararlanılmadığında, eksiklikler taşıyabileceği unutulmamak zorundadır, ikinci olarak, işçi ve emekçilerin devrimci eğitimi, ancak pratik mücadelenin deneyleri üzerinden ve bilimsel sosyalist teorinin yardımıyla gerçekleştirilebilir.
İşçi sınıfının bilincinin devrimci sosyalist sınıf bilincine yükselmesi için hareketin uluslararası deney ve birikiminden ve bilim ve kültürün en ileri ürünlerinden yararlanmak zorunludur. Hareketin uluslararası niteliğinden devrimci sonuçlar çıkarılması için, bu hareketin uluslararası deneylerinin mücadelenin unsurları olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu ise, bu deneylerin eleştirici bir gözle irdelenmesiyle gerçekleştirilebilir. Bunun doğru tarzda yapılabilmesi için, teorik bir “kuvvetler yedeğine ve siyasal (aynı zamanda da devrimci) deneyime” gerek vardır. Lenin’in “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz” biçimindeki sözünü yerli yersiz tekrarlamayı seven çok sayıda devrimcinin, bu sözün gereğine uygun bir davranış içinde olmadığı bir gerçektir. Lenin, teorik eğitim ile pratik eylem ilişkisini irdelerken, sınıf hareketinin her cephedeki mücadelesinin birliğine ve uluslararası deneyimin eleştirici özümsenmesine özel bir vurgu yapıyor, “… Yalnızca, öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebileceğini belirtmek istiyoruz. (…)” diyordu.
O, sosyalist harekette teorinin önemini vurgularken, Engels’e başvuruyor ve Engels’ten, teorik mücadelenin de siyasal ve iktisadi mücadeleyle birlikte, önemi bakımından “ilk ikisiyle bir tutarak” ele alınması gerektiği yönündeki sözlerini aktarıyordu. Engels’in değerlendirmelerine atıfta bulunan Lenin, onun, kapitalizmin ve işçi hareketinin İngiltere’de, Almanya’da olduğundan daha eski ve daha gelişkin olmasına karşın, İngiliz işçi hareketinin kendiliğinden sendikalist (trade union) hareketin sınırlarını aşmamasında, buna karşın Alman işçi hareketinin politik bakımdan daha devrimci ve ileri bir çizgide olmasında Alman işçilerinin, “Avrupa’nın en teorisyen halkına mensup” olmalarını, iki temel etkenden biri olarak belirttiğine dikkat çekiyor. Engels, Alman işçilerinin, İngiliz ve Fransız işçilerinin tarihsel deneyleriyle onların hareketinin zayıflıklarından yararlanma avantajından söz ederek, onların “durumlarının üstünlüğünden” yararlandıklarını ve Alman işçi hareketinin devrimci ilerlemesinin, mücadelenin bu üç yönünün birlikte yürütülmesiyle ilişkili olduğunu belirtmektedir. Sınıf bilinçli isçiler için sorun her günkü hareket içinde, somut olarak gündeme gelen politik sosyal ve ekonomik olay ve gelişmelerin kapitalizm ve burjuva sınıf iktidarıyla bağları içinde irdelenmesi ve kurtuluş hedefine ulaşılması için gerekli olanları açıklığa kavuşturmaktır. Teorik çalışmanın herhangi bir biçimde küçümsenmesi, teorik eğitimin öneminden söz edildiğinde yarı alaycı tarzda dudak bükülmesi, “biz pratisyeniz” övgüsü üzerinden bilgisizliğin ve teorisizliğin savunulması, sosyalist ideolojinin küçümsenmesine ve onun gerekliliği bilincinin zayıflamasına yol açar. Burjuvazi bu zayıflığı, çıkarları yönünde kullanmaktan kaçınmaz
Özel mülkiyetçi toplumlarda, birey, özel mülkiyetçi ve bireyci anlayışlarla kuşatılmıştır. Mülkiyetçi bireycilik, her bir özneyi, diğerinin “kurdu” haline getirir, onunla olumlu bağlarını yok eder ve onunla rekabete ve çatışmaya sokar. İnsan, insan olmaktan çıkıp nesneler ya da şeyler konumuna düşmüştür. Kapitalist toplumda üretim alanı, insanın severek, isteyerek ve hoşnutluk duyarak yer aldığı bir alan değildir. Kapitalizmde insan, kendini yapmakla zorunlu hissettiği yaptırımlar sonucu, belli ilişkiler içinde yer alır. Kapitalist üretim süreci insan için var olmayı, insan gereksinmelerini karşılamayı öngörmez. Özel mülk ancak daha fazla kâr edilerek büyütülür; üretim kâr içindir ve tüketim alanında insanı metalar bolluğu karşılar. Alabiliyorsa, alabilecek gücü varsa, işgücünü satarak elde ettiği ücreti onları almasına ve tüketmesine olanak tanıyorsa, müşteri olarak o dünyaya katılmasına bir engel yoktur. Ama bu dünyada, metaların büyük çoğunluğu, tüm bolluklarına karşın, emekçi ve ezilen birey için, onun satın alma gücüne sahip olmadığı için erişemediği “şey”ler olarak kalırlar. İşçiler ve satın alma gücünden yoksun emekçiler ancak yaşamlarını sürdürmek için en zorunlu olanlara yaklaşabilirler. Bütün metaların kendisiyle değişildiği bir meta olan paraya sahip olunmadan metalar elde edilemezler. Kapitalizm, işçinin ihtiyaçlarını, fiziksel varlığını sürdürmeye yetecek en düşük düzeye düşürmüştür. Ona, çalışma dışında bir etkinlik olanağı ve hakkı tanımaz. Pratikte dayatılan ve düşüncede empoze edilen budur. En düşük düzeyde, en sıradan gereksinimleri olan, monoton, tek yanlı hale getirilmek istenen, düşünme yetisinin önü tıkanan, zihnî gelişme olanakları darlaştırılıp, duygu ve düşüncelerine sınır çekilen ya da çekilmek istenen bir duruma getirilmektedir. Oysa insan ihtiyaçları tarihsel süreç içinde değişen ve gelişen bir seyir izler. Kaba, değişmez kabul edilen ve pratik gereksinmelerin esiri olan bir duyu; eksik, estetikten yoksun, sınırlı bir duyudur. İşçiye dayatılan da budur. Burjuva propagandasına göre bunda herhangi bir terslik yoktur.
Kapitalizmin ve burjuva toplumsal düzenin nihai bağlayıcı gücü, denebilir ki çıplak zorda değil, alışkanlıklarda, geleneklere dindarca bağlılıklarda ve duygularda yatar. Bu bağlar, toplumu ve onun bireylerini toplumsal bir çerçeve halinde sarıp sarmalar. Duygu, maddi temelleri de olan, insanın toplumsal bağlarından biridir ve duygu bağının, “doğal” ve içgüdüsel bağlılığın gücü çok büyüktür. Bu türden ‘organik’ bağlarla kendini topluma kabullendiren yönetimler baskıcı yönetimlerden daha sağlam dayanağa sahip olmuşlardır. Korku verici otorite yerine, “sevgi” ve “saygıyla” benimsenmiş ve gönüllü kabul görmüş bir otorite daha uzun ömürlü olmaktadır.
Burjuvazi, kökleri daha eskilerde yatan bir ideolojiye sahip olmakla, işçi sınıfı karşısında, daha baştan avantajlı konumdadır. O, elinde tuttuğu propaganda güç ve olanaklarını kullanarak, bu ideolojinin işçi ve emekçi kitleler içinde yayılmasını sağlamaktadır. Burjuvazi, kendi ideolojisini “öncesiz-sonrasız” ilan ederken, onu kabalaştırmayı hedefler. Burjuva ideolojisi, bir yandan “kirlenmiş özdeyişlerin tıkıştırıldığı bir paçavra torbası” gibidir, günlük ilişkilerde, her gün, her saat karşılaşılan, etkilenilen, algılar halinde bilinçlerde yer edinen fikirler, duygular, düşünceler ve alışkanlıklar olarak “herkesin bildiği”dir; diğer yandan insanı etkileyip bağlayarak, cinayete ya da “şehitliğe” sürükleyecek kadar güç doludur.
Burjuvazi, Marksist bilimsel sosyalizme ve Marksist teoriye karşı açık saldırılarla yetinmemekte, Marksist, ileri-devrimci fikirlerin toplumsal kabul görmesini engellemek üzere, bu fikirlerin toplumun emekçi kesimlerinin belleğinden tümüyle silinmesi için sürekli bir çaba göstermektedir. Öyle bir durum yaratmaya çalışmaktadır ki, sanki böyle fikirler hiç olmamış ya da hiçbir zaman maddi bir güç durumuna gelmemişlerdir.
Bu durum, uluslararası işçi sınıfının ve sosyalist hareketin zengin deneyimi ve birikiminin her ülke proletaryası ve emekçilerine mal edilmesi çabasını daha da önemli kılmakta, devrimci eğitimin önemini artırmaktadır. “Eğer” diye yazıyor Lenin, “dünya, (Marksistlerin düşündükleri gibi) sürekli hareket ve gelişme halindeki madde ise ve gelişme yolundaki insan bilinci onu yansıtmaktan başka bir şey yapmıyorsa, Durağan’ın ne işi var burada? Hiçbir şekilde şeylerin değişmez doğası ya da değişmez bir bilinç söz konusu değildir, ama doğayı yansıtan bilinç ile bilinç tarafından yansıtılan doğa arasındaki uygunluk söz konusudur.”
Marx, “Bilgisizlik bir iblistir” diyordu. Cehalet ve bilgisizliği yenmeliyiz!
Şubat 1999