Enerji anlaşmaları ve Türkiye’ye biçilen rol

Bu yazımızda Trans-Avrupa Ağları, Barcelona Bildirgesi, Ankara Deklarasyonu, Bakû-Ceyhan Hattı ve Avrupa Enerji Şartı üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Enerji kaynaklarını denetim altında tutma çabası, bugün emperyalistler arası çekişmenin ve çatışmanın en temel konularından birisini oluşturuyor. Nitekim kapitalizmin gelişiminde, enerji kaynakları üzerinde süren hegemonya mücadelesinin belirleyici bir rol oynadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları ile Afrika’da, Ortadoğu’da ve Kafkaslarda süren birçok bölgesel-etnik çatışmanın nedenler yumağında enerji kaynakları önemli bir yer tutar.
Enerjinin taşıdığı stratejik önem, Afganistan’dan Türkiye’ye kadarki geniş bir alanda yaşananları açıklamak açısından da belirleyici bir kriterdir. İran, Suriye ve Irak’a uygulanan ABD merkezli ambargolar; Orta Asya ve Kafkaslardaki karışıklıklar, bölgesel çatışmalar; Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Çeçen-Rus savaşı vb. doğrudan ya da dolaylı olarak bölgedeki petrol ve doğalgaz rezervleri ve boru hatlarının geçiş yollarının denetlenmesi ile yakından ilgilidir.
Bu denli karmaşık ilişkiler ağı üzerinden süregelen enerji politikaları içinde Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nden bu yana tarihsel olarak üstlendiği rol ise tam anlamıyla “bir geçiş ülke” rolüdür.
Dünyanın en zengin enerji rezervlerinin bulunduğu Ortadoğu ve Kafkaslar ile Batı ülkeleri arasında bulunmasından kaynaklanan stratejik jeopolitik konumundan dolayı Türkiye, sürekli olarak emperyalist bir ilginin de odağı olmuştur. Bugün Türkiye egemenleri ve yönetenleri tarafından sıkça dile getirilen “enerji koridoru” tanımlaması, kuşkusuz bu tarihsel görevin en rafine ifadesidir. Ancak egemenlerin “emperyal bir iddia” olarak gönülden üstlendikleri bu rolün yol açtığı ve açacağı sonuçlar, gerçek anlamda bir “sömürgeleşme” sürecinin de son aşaması niteliğindedir.
Bu süreç ise bizzat yönetenler tarafından “ulusal çıkar” gereği gibi gösterilen tek ve çok taraflı anlaşmalar yoluyla garanti altına almıyor. Nitekim bu anlaşmalardan en kapsamlı olanı ve bugün petrol ve doğalgaz boru hatları konusunda yaşanan gelişmeler ile ikili enerji anlaşmalarının çerçevesini belirleyen Avrupa Enerji Şartı (AEŞ), Türkiye’ye emperyalist ilişkiler ağında biçilen “koridor” rolünü de gerçek anlamda “yasal” bir temele oturtuyor.
AEŞ sürecine gelinene kadar yaşanan gelişmeler ise Türkiye’nin enerji politikalarında köklü bir dönüşüme neden olmuştur. Bu dönüşüm, 1985 yılından sonra enerji alanında başlatılan özelleştirmeyi tamamlayan bir uluslararası enerji diplomasisinin karakterini de çizmiştir.

EMPERYALİST DEVLETLERİN ENERJİ KAYNAĞI: TRANS-AVRUPA AĞLARI
Dünya enerji diplomasisinde 1995 yılından sonra başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ülkeler yeni bir strateji izlemeye başlamışlardır. Bu stratejinin ekseninde Hazar petrolleri ile Türkmenistan doğalgaz rezervlerinin dünya pazarlarına açılması bulunurken, “batı-doğu” arasında bir dizi petrol ve doğalgaz boru hattının döşenmesi de ortaya atılmıştır. Emperyalist ülkelerin bu tarihten itibaren belirledikleri temel enerji diplomasisinin hedefi ise Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya ülkeleri üçgeninde bir “enerji havzası” oluşturulması doğrultusundadır.
Emperyalizmin enerji kaynakları üzerinden yürüttüğü bu politikaların sonuçlarının ne olacağını göstermesi bakımından Nijerya örneği oldukça çarpıcıdır. Afrika’nın en zengin petrol yataklarına sahip olan Nijerya’da Shell’in başını çektiği uluslararası konsorsiyum tarafından oluşturulan “enerji havzası”nda toplanan milyonlarca varil petrol, yıllarca batılı pazarlara taşınmış ve bu ticari ilişkiden Nijerya’nın payına düşen sadece askeri darbeler olmuştur. Nijerya’daki emperyalist kuşatmaya karşı çıkan işçi ve emekçiler ise yoğun bir baskıya maruz kalmış, grevlerde önemli rol oynayan onlarca işçi önderi bizzat Shell’in yönlendirmesiyle idam edilmiştir. Şimdi aynı oyun Kafkas ve Orta Asya halkları üzerinde oynanmaya çalışılmaktadır. Emperyalizmin bu oyunda önemli bir işlev yüklediği ülkelerin başında ise Türkiye gelmektedir. Bu görevin niteliğini emperyalistlerle imzalanan anlaşmalarda açıkça görmek mümkündür.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabalarının yoğunlaştığı 1995 yılında imzalanan “Avrupa Topluluğu-Türkiye Ortaklık Konseyi İlke Kararı”nda batılı emperyalistler bir “Trans-Avrupa Ağları” projesini ortaya atmışlar ve bu çerçevede Türkiye’nin Trans-Avrupa altyapı projelerine katılımının sağlanması konusunda mutabakata varmışlardır. Ve Avrupa Enerji Şartı ilkeleri çerçevesinde Türkiye’nin hidroelektrik enerji üretiminde ve Avrupa’ya yapılan petrol taşımacılığında transit ülke olarak işlev üstlenmesine karar verilmiştir.
20 Kasım 1995’te Madrid’de toplanan Enerji Konferansı’nda ise enerji şirketlerinin yapacakları yatırımlar ve bu şirketlerin faaliyetleri için gerekli koşulların yaratılması konusu görüşülmüş ve bu doğrultuda Akdeniz ülkelerinin Avrupa Enerji Şartı Antlaşmasına katılımının sağlanması kararı alınmıştır. Konferans sonucunda yayınlanan “Barselona Bildirgesi”nde “Petrol ve doğalgaz sektöründe arama, rafinasyon, taşımacılık, dağıtım, bölgesel ve bölgelerarası ticaret, kömür üretimi ve taşımacılığı, enerji üretimi ve iletimi ve şebekelerin birbirine bağlanması ile geliştirilmesi” gibi konularda da görüş birliğine varıldığı belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi batılı emperyalistler, kendi enerji gereksinimlerini sağlamak amacıyla bağımlı ülkelere özel bir görev biçmiş durumdalar. Kuşkusuz Türkiye’nin jeopolitik konumu, bu görevin önemli bir bölümünü üstlenmesine neden olmuştur. Avrupa ülkelerinin böyle bir sürece girmesinin nedenlerinin başında, enerji gibi oldukça yüklü maliyetli yatırımlardan kurtulmak ve deyim yerindeyse sadece “musluğun başını tutmak” isteği gelmektedir. Böylece yatırım yaptığı ülkenin teşvikinden, güvencesinden, ucuz işgücünden sonuna kadar yararlanmış olacaklardır. Dünya da enerji iş kolunda grev yasağının bulunduğu nadir ülkelerden birisi olması bakımından Türkiye’nin tercih edilmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü Avrupalı devletler, enerji gibi temel bir kaynağın kesintisiz ve güvenilir olarak üretilmesi ve taşınmasını isterken, kendi ülkelerinde yüz yıl süren işçi emekçi hareketi sonucunda kazanılan sosyal haklar konusundaki duyarlılığın yol açabileceği toplumsal patlamalardan da çekinmektedirler. Enerjinin getireceği bütün yük ve bu kaynağın sağlanması yolunda kurulacak her türlü baskı da bağımlı ülkelerin işçi ve emekçilerine yüklenmektedir.

BAĞIMLI ÜLKELERE DÜŞEN GÖREV: DOĞU-BATI ENERJİ KORİDORU
Türkiye yönetenleri ise 1995 yılından başlayan bu süreçte “doğu-batı” arasında enerji taşıyacak ve bütün yükü üzerine alacak bir enerji diplomasisini gerçekleştireceği taahhüdünü gerek imzaladığı anlaşmalarla gerekse uyguladığı enerji politikaları ile vermektedir. Nitekim Bakû-Ceyhan hattının yoğun biçimde gündeme geldiği 1998 yılının Ekim ayında açıklanan “Ankara Deklarasyonu” bu taahhütlerin ve üstlenilen rolün açık bir ilanıdır.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov ve Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, imzaladıkları bu deklarasyonla, batılı emperyalistlerin 1995 yılında kendileri için biçtikleri rolü kabul ettiklerini teyit etmişlerdir. Deklarasyonun temel maddeleri şöyledir:
* Hazar bölgesi ülkelerindeki petrol kaynaklarının işletilmesinin önemini göz önünde bulundurarak, petrol ve doğalgaz kaynaklarının ekonomik ve ticari bakımdan optimal olan birden fazla boru hattı aracılığıyla dünya piyasalarına naklinin gerekli olduğu tasdik edilmiştir. Ayrıca, Cumhurbaşkanları, Avrupa Enerji Şartı’nda yer alan petrolün bağımsız, istikrarlı ve kesintisiz şekilde taşınmasına dair ilkelere bağlı olduklarını teyit etmişlerdir.
* Petrol üretici ülkeleri açısından adaletli, ayırım yapılmayan, ticari bakımdan kabul edilebilir CPC, Trans-Hazar ve Trans-Kafkasya Petrol ve Doğalgaz Boru Hatları Sistemini de içeren Doğu-Batı Koridoru’nun gerçekleştirilmesinin Hazar Denizi bölgesinde ve diğer ilgili ülkelerde çıkarılan petrol kaynaklarının dünya pazarlarına taşınması açısından büyük önem taşıyan bir proje olduğu kaydedilmiştir.
* Cumhurbaşkanları, Azerbaycan Ana Petrol Boru Hattıyla ilgili kararın alınacağı bu aşamada, Hazar-Akdeniz (Bakû-Tiflis-Ceyhan) hattının Ana Petrol Boru Hattı olarak gerçekleştirilmesine ilişkin kararlılıklarını kuvvetle teyit etmektedirler.
* Bu hattın Hazar’ın her iki tarafında bulunan üretici ve taşımacılara eşit şekilde açık olmasının ve bu hat için gerekli petrolün temin edilmesinin önemi de vurgulanmıştır. Cumhurbaşkanları bu amaçla, Hazar bölgesindeki petrol kaynaklarının işletilmesine katılmış ve diğer ilgili şirketler ile uluslararası finans kuruluşlarını elverişli şartlar öne sürerek ilgili hükümetler ile yoğun ve yapıcı müzakereler gerçekleştirmeye ve boru hatlarının yapımı için gerekli finansmanın sağlanması hususunda destek vermeye davet etmektedirler.
* Cumhurbaşkanları, enerji kaynaklarının dünya pazarlarına taşınmasına ilişkin projelerde yabancı ve yerli yatırımcıların haklarının korunmasına dair uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak, Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun ve bu bağlamda Bakû-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nın hayata geçirilmesi için gerekli tüm şartların bir an evvel oluşturulması yönünde ilgili makamlarına gereken talimatı vermeyi taahhüt etmişlerdir. Cumhurbaşkanları ayrıca, yatırımcılar için cazip ortamların yaratılması yönünde gerekli tedbirlerin alınması hususunda mutabık kalmışlardır.
Bu maddeler, Hazar petrolleri üzerinde süren “büyük oyunun” küçük figüranlarının paylarına düşen şeyin sadece enerjinin batı pazarlarına taşınması ile sınırlı olduğunu göstermektedir. Türkiye ise bu emperyalist oyuna, Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı ile katılmıştır.

BAKÜ-CEYHAN VE PETROL BEKÇİLİĞİ
Ankara Deklarasyonu, Türkiye yönetenlerinin enerji diplomasisinin tam bir özeti niteliğindedir. Ulusal çıkarlar adı altında ülke kaynaklarını yabancı şirketlerin denetimine bırakan hükümetler, bununla da yetinmeyerek batılı ülkelerinin Hazar ve Kafkasya’dan getirmeyi düşündükleri petrol ve doğalgazın “bekçiliğini” de yapma kararlılığı içinde olduklarını açıkça ilan etmişlerdir. Bu bekçiliğin en önemli ayağını oluşturan mesele ise Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı’dır.
1999 yılının Kasım ayında İstanbul’da düzenlenen Avrupa Güvenlik ve işbirliği Teşkilatı (AGİT) toplantısında imzalanan antlaşma ile boru hattı süreci de başlatılmış oldu. Hazar petrollerinin batılı pazarlara taşınması temelinde oluşturulan proje, hükümet tarafından Türkiye’nin gerçekleştirdiği en büyük yatırım olarak sunuluyor. Üstelik bu hattın yaşama geçirilmesi sonucunda Türkiye’nin bir enerji sıkıntısı çekmeyeceği ve petrolde söz sahibi ülke olacağı savunulmaktadır. Oysa Hazar petrolleri üzerine başta ABD olmak üzere emperyalistlerin kurduğu planlar, Türkiye’nin ancak bir “geçiş ülkesi” olacağını göstermektedir.
ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Mike Hammer’ın Bakû-Ceyhan hattını ABD’nin “ticari çıkarlarına hizmet edeceği için” desteklediklerini açıkça söylemesi bunun önemli bir kanıtıdır. Diğer yandan hattın toplam maliyetinin 2,7 milyar dolar ile 4 milyar dolar arasında olabileceği tahmin ediliyor. Ancak asıl önemli olan maliyetin karşılanması için yılda en az 50 milyon ton petrolün bulunması gerektiğidir. Yani bu petrol bulunamazsa maliyeti karşılamanın imkânı yoktur.
Bir diğer konu ise hattın kimin tarafından finanse edileceğidir. Petrol tekelleri, yapımın tamamen Türkiye tarafından üstlenilmesi şartı ile Bakû-Ceyhan’a destek vermektedirler. Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ise petrol hattından Türkiye’nin yılda 100–120 milyon dolar kazanabileceğini söylüyor. Sonuçta maliyetler dikkate alındığı zaman bu işten Türkiye’nin ekonomik olarak hiçbir çıkarı olmadığı gayet açıktır.
Diğer taraftan Irak üzerindeki ABD ambargosu da Hazar petrollerinin dolayısıyla Bakû-Ceyhan’dan akacak petrolün fiyatını doğrudan etkilemektedir. Birleşmiş Milletlerin (BM) Irak’ın ihraç ettiği petrolü kısması fiyatları hızla yükseltmektedir. Sonuçta Irak petrolü, aksa da akmasa da dünya piyasalarında ciddi bir fiyat oynamasına yol açıyor. Irak’ın rezervleri bugün için bilinen dünyanın en zengin yataklarıdır. Körfez Savaşı’nın ardından Irak ABD’nin izni olmaksızın petrolünü satamıyor ama BM’nin tanıdığı sınırlar çerçevesinde gıda karşılığı belli bir miktar petrolü piyasaya sürebiliyor. Irak’ın elindeki rezervlerin daha fazla miktarda piyasaya sürülmesi durumunda, Hazar petrolünün fiyatının ciddi oranda düşebileceği şimdiden bellidir. Bir başka nokta ise Bakû-Ceyhan hattından en azından beklenen düzeyde petrol akmayacağıdır. Yani Hazar’da bulunduğu söylenen milyarlarca varil petrolün çok küçük bir kısmı dışında, dünya pazarlarına çıkarılmayacağı ağırlık kazanan bir olasılıktır.
Nitekim benzer uygulamalar, yüz yıldır petrol şirketleri tarafından yapılıyor. Örneğin ABD, en zengin yatakların bulunduğu Teksas eyaleti ve bazı petrol bölgelerinde üretim yapılmasını yasaklamış durumda. Bunun nedeni ise petrol ne kadar az olursa fiyatların da o kadar yüksek olacağıdır. ABD’nin dünyanın önemli petrol bölgelerindeki kontrolü göz önüne alındığı zaman fazla petrolün ABD için zararı ortadadır. Petrol tekellerinin bizzat ABD dış politikası üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, böylesine bir riske girilmesi uzun vadede dahi söz konusu değildir.
Öte yandan boru hatlarının doğrudan Asya ve Kafkaslar üzerinde diplomatik bir anlamı vardır. ABD’nin “global stratejisi” ve Bili Clinton’ın “yeni ticaret misyonu”na göre bu boruların döşenmesi, hegemonyasının güçlenmesi bakımından zorunludur. Köşeye sıkışmış bir Rusya ile Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) girmiş dünyanın en büyük pazarı Çin, ABD’nin Orta Asya’da etkili bir güç olması için önemli olanaklardır.
Bu açıdan bakıldığı zaman, İsrail ile birlikte Ortadoğu’da “ABD jandarmalığına soyunan Türkiye’nin, aynı zamanda Kafkaslarda da yine ABD çıkarları doğrultusunda bir politika güttüğü tartışma götürmez bir gerçektir.

ENERJİNİN ANAYASASI: AVRUPA ENERJİ ŞARTI
Türkiye’nin batılı emperyalistlerle olan ilişkilerini kavramak ve önümüzdeki dönemde enerji alanında yaşanabilecek gelişmeleri anlamak bakımından Avrupa Enerji Şartı’nın (AEŞ) incelenmesinin ise ayrı bir önemi vardır. Çünkü bu anlaşma, emperyalistler ile bağımlı ülkeler arasında enerji alanında yapılan en kapsamlı çok taraflı yatırım anlaşmasıdır. Belirtmek gerekir ki, anlaşmayı ortaya atan taraflardan birisini Avrupa Birliği ülkeleri oluştururken, diğer taraf ABD’dir.
Sadece enerji alanını düzenlemekle beraber anlaşmanın kapsamı, yakın zamanda ortaya çıkan ve gerek dünyada gerekse Türkiye’de yoğun bir tepkiyle karşılanan Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ve Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı (MIGA) hükümlerini de aynen barındırmaktadır. Kısaca AEŞ’in bağlayıcılığı, tam bir anayasa niteliğindedir. Çünkü çıkartılacak olan bütün yasaların ve uygulanacak olan politikaların AEŞ’e uyumlu olması şart koşulmaktadır.
Anlaşmada temel amaç, enerji alanında tam bir liberalizasyona gidilmesi ve ulusal engellerin ortadan kaldırılması olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede enerji alanının “elektrik piyasası, doğalgaz piyasası ve petrol piyasası” olarak bölünmesi ve her bir alan için ayrı düzenlemelerin yapılması öngörülmektedir. Bu düzenlemelerdeki temel kriter ise enerji üretim, iletim ve dağıtımının yerli ve yabancı şirketler tarafından yapılması gerektiğidir.
Hükümet yükümlülüğünü yerine getiriyor
Hükümet anlaşmanın bu şartı çerçevesinde elektrik, petrol ve doğalgaz piyasasını oluşturma hazırlıkları yapmaktadır. Her üç alan için de oluşturulacak özerk kurumlar vasıtasıyla kamuya sadece denetleme görevinin verilmesi düşünülürken, enerji konusundaki bütün faaliyetler de özel şirketlere devredilecektir. Örneğin “Elektrik Piyasası Kanunu” tasarısı önümüzdeki günlerde TBMM gündemine getirilecektir. Diğer yandan bir özelleştirme modeli olan “Yap-İşlet-Devret”e (YİD) ilişkin yasa değişikliği de 2000 yılına girmeden hemen önce TBMM’de kabul edilmiştir. Hükümet böylece taahhütlerini yerine getirmeye başladı bile. Aynı şekilde “Petrol Piyasası Kanunu” tasarısı ile Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının (TPAO) faaliyetlerinin parçalanması, benzer şekilde doğalgaz konusunda tek yetkili olan BOTAŞ’ın da sadece denetçi rolü üstlenmesi düşünülmektedir.
Yatırımlara yeni tanım
Anlaşmada en dikkati çeken bölüm ise, ekonomik aktivitelere ilişkin kavramların yeniden tanımlanmasıdır. Benzer bir tanımlamaya MAI’de de rastlamak mümkündür. Örneğin, AEŞ’de “enerji sektöründe ekonomik faaliyetler” kavramının kapsamı, “enerji madde ve ürünlerinin çıkartılması, rafine edilmesi, üretimi, saklanması, kara nakliyesi, iletimi, dağıtımı, ticareti, pazarlanması, satışı ile ilgili veya ısı dağıtımıyla ilgili her türlü ekonomik faaliyet” olarak belirtilmiştir. Bu denli kapsamlı bir tanımlama, enerji alanına ilişkin bütün faaliyetin özel sektöre verilebileceği anlamına gelmektedir.
Aynı şekilde “yatırım” kavramı da oldukça geniş bir şekilde tanımlanmıştır. “Yatırım, bir yatırımcı tarafından doğrudan veya dolaylı olarak sahip olunan veya kontrol edilen her türlü varlığı ifade eder” denilerek yatırımın unsurları, “Soyut, somut, menkul ve gayrimenkul mal, kira, ipotek, haciz ve teminatlar gibi haklar, bir firma veya iş şirketi veya hisse, tahvil veya firma veya şirkete diğer türlü varlık ortaklığı, ekonomik değeri olan ve bir yatırımla bağlantılı olan para alacağı, fikri mülkiyet hakları, kazançlar, enerji sektöründe herhangi bir ekonomik faaliyeti yürütmek için yasa, sözleşme, kontrat veya yasal lisanslar ve izinlerle verilen haklar” biçiminde belirlenmiştir. Bu yatırım tanımının yapılmasının temel nedeni ise, yatırımın güvence altına alınması prensibi çerçevesinde yabancı şirketin bütün faaliyetlerine tam bir devlet güvencesinin sağlanmasına dönüktür. Aynı tanımlama MAI’de de vardır.
Her ülkenin statüsü belli
AEŞ’de enerji alanında işbirliği yapacak olan ülkelerin statüleri de açıkça belirtilmektedir. İşte bu madde, Türkiye’nin bugün batılı emperyalistler için üstlendiği rolün de yasal temelini oluşturmaktadır. Nitekim anlaşmada, “Taraflar geçiş serbestîsi prensibine dayanarak enerji maddeleri, gideceği yer veya sahibine göre ayrım yapmaksızın enerji geçişini kolaylaştırmakla, gerekli donanımları ve yatırımları sağlamakla yükümlüdür” denilmektedir. Bunun anlamı, Asya’dan gelecek olan enerji ürünleri konusunda Türkiye üzerine düşen bütün görevleri yerine getirmek zorundadır. Bu yükümlülüklerin içine boru hatları da girmektedir. Zaten Ankara Deklarasyonunda da Bakû-Ceyhan ve diğer petrol boru hatlarının gerekliliği aynı yükümlülüğe dayandırılmıştır.
Anlaşmada ülke statüleri üç kategoriye ayrılmaktadır. Bunlar “enerjinin sağlanacağı kaynak ülke, bu enerjinin üzerinden taşınacağı geçiş ülke ve enerjiyi kullanacak ve pazara çıkaracak olan aktarılacak ülke”dir. Yani Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD, petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olan Kafkas ve Orta Asya ülkelerine sadece enerji sağlama görevini verirken, Türkiye’ye de “enerji koridoru” olma işlevini yüklemişlerdir.
Kilit eleman
Yine MAI’de olan ve AEŞ’e de alınan bir diğer madde de “kilit eleman” konusundaki düzenlemedir. Bu düzenlemede, “Bir taraf diğer bir tarafın topraklarında herhangi bir milliyetten kilit kişiler çalıştırma hakkına sahiptir” denilmektedir. Anlamı, yabancı bir şirket Türkiye’de yaptığı yatırımda kendi ülkesinden veya başka bir ülkeden getirdiği elemanları çalıştırabilir. Bu çalışanların görevi ve sayısı konusu ise anlaşmada oldukça belirsiz bırakılmıştır. Yani işçi de olabilir, mühendis de. Böylece yabancı şirketlerin bazı stratejik alanlarda Türkiye’den işçi ve mühendis çalıştırması gibi bir zorunluluk ortadan kaldırılmış oluyor. Şirket sendikasız, sigortasız ve düşük ücretle istediği ülkeden işçi getirebilecek demektir.
MIGA hükmü de AEŞ’de
AEŞ’in en çarpıcı maddelerinden birisi ise Türkiye’nin de imza attığı Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı’nın (MIGA) temel görevi olan “kayıpların telafisi” konusundadır. Buna göre; “Yatırımcı taraf, yatırım yaptığı ülkede ortaya çıkan savaş, silahlı çatışma, ulusal acil durum, sivil kargaşa veya bölgesel benzer bir durum nedeniyle zarara uğrarsa, bu, yatırım yapılan ülke tarafından telafi edilecektir.” Kastedilen durumlar arasında genel grevler ve halk ayaklanmalarının gösterilmesi ise oldukça dikkat çekicidir. Böyle bir durumda anlaşma açıkça, “yatırım yapılan ülke”nin yabancı yatırımı korumak amacıyla militarist baskı da dâhil her türlü yola başvurmasını meşru kılmaktadır.
Uluslararası tahkim temel şart
Anlaşmanın temel şartlarından birini oluşturan madde ise uluslararası tahkim mekanizmasının yürürlüğe girmesidir. AEŞ’in çerçevesinin 1995 yılında hazırlandığı hatırlanırsa, emperyalistlerin enerji üzerine politikalarının ne denli uzun vadeli bir stratejiyi içerdiği ortaya çıkmaktadır.
Çünkü uluslararası tahkim 1999 yılında ağırlıklı olarak gündeme getirilmiş ve bunun Türkiye’deki yatırımları artıracağı iddia edilmişti. Oysa 1999 yılının Haziran ayında Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ile Avrupa Birliği’nin Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Karen Fogg arasında yapılan görüşmelerde tahkimin Türkiye’nin AEŞ dâhilinde üstlendiği görevin bir gereği olduğu vurgulanmıştı. Görüşmenin ardından Ersümer, “Geçiş ülkesi, ev sahibi ülke, anahtar teslimi ve garanti anlaşmalarının” imza aşamasına geldiğini söylerken, uluslararası tahkimin de bu anlaşmalar dâhilinde mutlaka iç hukuka yerleştirileceğini söylemişti. Ersümer’in şu sözleri ise AEŞ ile Türkiye’nin aldığı yükümlülüğü açıkça özetlemektedir; “AEŞ’e gireceksek, mutlaka faydalanılan ülke statüsünde olmamız lazım. Faydalanılan ülke unsuru, bizim için önemli. Biz bu projeleri realize ediyoruz. Bu yükü biz taşıyoruz. Avrupa’ya gaz ve petrolün ulaştırılması sorumluluğu ve yükümlülüğünü yerine getirme çabası içindeyiz.” Büyükelçi Karen Fogg ise Türkiye’nin AEŞ’ye üye olması için uluslararası tahkimin zorunlu olduğunu vurgulamıştı.

ENERJİ POLİTİKALARI VE MÜCADELE
Görüldüğü gibi emperyalistlerin enerji konusunda Türkiye üzerine kurdukları planlar sadece özelleştirme ile sınırlı kalmayan, bunun da ötesine geçen uluslararası yasalarla tanımlanmış ve bölgesel birtakım yükümlülükleri de içeren bir “görevler demetini” kapsamaktadır. Sonuçta Türkiye egemenlerinin “ülke çıkarı” olarak göstermeye çalıştıkları ve uygulamaya soktukları bütün politikalar, bu anlaşmaların çizdiği sınırlar dâhilindedir. Hangi hükümet gelirse gelsin imzalanan anlaşmalara bağlı kalmak zorundadır.
Bizzat devlet kurumları başta olmak üzere uzmanlar ısrarla Türkiye’nin elektrik enerjisini ülkede olmayan bir kaynak olan doğalgaz üzerine kurmasının dışa bağımlılığı artıracağını söylerken, hükümet üst üste doğalgaz anlaşmaları imzalamaktadır. Diğer yandan ülkenin en zengin enerji kaynağı olarak gösterilen hidroelektrik potansiyeli de özel sektörün kullanımına devredilmekte, termik santrallerin özelleştirilmesi için hızlı bir program uygulanmaktadır. Aynı şekilde elektrik dağıtım hatlarının 5 büyük çoğunluğu da özelleştirilmiş durumdadır. Bütün bu gelişmeleri yukarıda sıralanan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde düşünmek ve buna uygun bir politik taktik geliştirmek gereklidir.
Çünkü Türkiye’ye emperyalistlerin biçtiği rol göz önüne alındığı zaman, enerji özelleştirmelerine karşı yürütülen mücadele, sadece hükümetin politikalarını sınırlamakla kalmayacak, aynı zamanda emperyalist sermayenin uluslararası manevralarını ve planlarını engelleyen bir işleve sahip olacaktır.

Mart 2000

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑