Son on yıl içinde, bütün dünyada ekonomik, siyasal, kültürel değişiklikleri anlatmak için en sık kullanılan sözcük “küreselleşme” ya da “Yeni Dünya Düzeni” oldu. Son on yıldır, bütün basın yayın organlarında, siyaset ve ekonomi medyasında, bu iki kavramdan daha çok kullanılanı olmadı. “Küreselleşme” ya da “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan olgular bütünü karşısında, kimisi “doğal ve zorunlu bir sürecin” işlemekte olduğunu savundu. Kapitalizmin ister istemez bu yola girmesi gerektiği, bunun karşısında da yapılacak fazlaca bir şeyin bulunmadığı ileri sürüldü.
Oysa herkesin gözü önünde olup bitenler, bu iki kavramla ifade edilen “yeni” durumun, kapitalizmin devasa sorunlarını dünya çapında çözmeye yönelik bir dizi program ve planın uygulanmasıyla ilgili olduğunu gösterdi. Kapitalizmin doğasında bulunan “dünya sistemi” olma eğilimi ile onu yönetenlerin bu eğilimi tam bir sınıf savaşı mantığıyla yönlendiren iradi tercihleri ve planları arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. “Küreselleşme” doğrultusundaki uygulamalar, sınıf dolaysız olarak, çatışan çıkarlar ekseninde biçimleniyor ve ortaya sınıf mücadelesinin içeriğini dolduran bir dizi yeni ilişki çıkıyor.
“Yeni Dünya Düzeni “ne karşı çıkanlar, yüz binlerce işçi ve emekçi, yalnızca kendi hayatlarındaki daha da kötüye gidişle ilgileniyorlar. Özelleştirme programlan, sosyal güvenlik “reformları”, onlar için kavramsal bir şey değil.
Bu yazıda, küreselleşme uygulamalarının sonuçlarına karşı mücadelede çokça dile getirilmiş gerçekleri, ” küreselleşme”nin “planlanmış bir saldırı” olarak yeniden değerlendirilmesi çerçevesinde bir kez daha tekrarlayacağız.
KÜRESELLEŞME!
Antik filozof Parmenides, varlık kavramını, “Bir” kavramıyla özdeşleştirmiş ve varlığın “bölünmez, değişmez, sürekli” olduğu fikrini bu kavramla anlatmıştı. Yine ona göre, varlık, bu özelliklerinin zorunlu sonucu olarak “küre” biçimindeydi. Kuşkusuz, düşünceyle kavranabilir bir evren tasarımını ararken ulaşılan bu sonuç, varlığın oluş halinde, çokluk ve hareket içinde düşünülmesinin olanaksız olduğu anlayışına dayanıyordu ve idealizmin en temel önermelerinden birine işaret ediyordu. Küre, çelişmesiz, hareketsiz, bölünmez, tamamlanmış ve değişmeyen varlığın imgesiydi.
Günümüzde “küreselleşme” -globalizm- kavramı, Parmenides’ten bu yana küreye yüklenen anlamı taşımaktadır.
Emperyalist propaganda, SSCB’nin dağılmasından sonra dünyanın toplumsal ve siyasal bakımdan çelişmesiz, durgun ve hareketsiz hale geldiğini, toplumsal harekete bağlı olarak değişim olanaklarını yitirdiğini ilan etti. Başlıca ideolojik kutuplar ortadan kalkmıştı, kapitalizm karşıtı tezlerin de kapitalizmden başka herhangi bir toplumsal sistemin de geçerli olmadığı anlaşılmıştı!
Kapitalizmin, insanlığın ulaşabileceği son toplumsal üretim biçimi olduğunun ilanı, aynı zamanda artık “tarihin bittiği”, “bir başka geleceğin olmadığı” anlamına da geliyordu.
Sonradan bizzat bu “derin” tezleri ortaya atanların, kapitalizmin uluslararası planda ortaya çıkan çelişmelerinin savaşa dönüşen sonuçları karşısında “tarihin bittiğini söylemekte acele ettikleri” ni kabul ettikleri görüldü.
Gerçekte, kapitalizmin dünya çapındaki bu yeni saldırısı, bir “küreselleşme”nin “doğal” sonucu veya ulaşılmış bir aşama değil, büyük emperyalist güçlerin, başta ABD olmak üzere yeni hedef ve planlarının gereğiydi.
Bunu, ABD’nin her stratejik kararında hâlâ payı olan önemli politikacılarından Henri Kissinger, şöyle ifade ediyordu:” Yeni Dünya Düzeni’nden sanki kurulmuş, bitmiş bir şeymiş gibi söz etmekten vazgeçmeliyiz. YDD, eski düzenin üzerinde, düşünülerek kurulacaktır.”
Kuşkusuz, YDD ya da onun teknik sonucu olacak olan küreselleşme, yalnızca “düşünülerek” kurulacak bir şey de değildi ve bunu ABD de, ABD’nin çekingen hasımları Avrupalı emperyalistler de biliyordu.
YDD, genel hatlarıyla, bütün emperyalistlerin üzerinde anlaştıkları “dünya çapında piyasa ekonomisi” egemenliği anlamına geliyordu ama başlıca emperyalist mihraklar arasında (ABD, Avrupa, Japonya) piyasaya kimin hâkim olacağı, ayrı ve uzlaşılması çok güç yeni bir çatışmanın konusu olarak duruyordu.
Öyleyse küreselleşme denilen şey, aslında kimin, hangi emperyalist gücün “küreselleşeceği” konusunda bir mücadeleyi de içinde barındırıyordu. Ve iddia, daha ortaya atıldığı o tarihsel anda, yani SSCB’nin ve “Doğu Bloğu”nun dağılmasından hemen sonra, Doğu Avrupa’da kimin sözünün geçeceği tartışmasını da başlattı.
Askeri, siyasi ve ekonomik alanların tümünü kapsayan bu kapışma, gizli-açık biçimler alarak bugün de sürüyor.
KAPİTALİZMİN KÜRESELLEŞME EĞİLİMİ
Kapitalizm, “Sanayi Devrimi”yle birlikte, “büyük ölçekli toplumsal üretim” biçimi kazandıktan sonra, ulusal pazarlarla ve hammadde kaynaklarıyla yetinemez hale geldi. Feodal çağın savaşları, bu tarihten itibaren genişleme ve daha çok pazar ele geçirme peşinde koşan kapitalist devletlerarasındaki savaşlar biçimini aldı. Fransız Devrimi’nin ideallerini “bütün dünyaya egemen kılma” gibi bir propagandayla Avrupa’yı ve büyük ölçüde Asya’yı, o tarihte uluslararası ilişkileri ilgilendirdiği ölçüde Afrika’yı, tek sözcükle zamanın bütün dünyasını askeri hedefler haline getiren Napolyon, feodal monarşilerle çevrilmiş Fransa’yı “küresel” bir imparatorluk halinde egemen kılmak istiyordu. Burada, kuşkusuz günümüzle’ kıyaslandığında oldukça masum, hatta bir ölçüde devrimci bir kapitalist genişleme çabasından söz edilebilir.
Paris Komünü ile içinde barındırdığı derin ve uzlaşmaz çelişkileri ilk kez, proletaryanın iktidarına kadar uzanan bir biçimde çok açık olarak ortaya koyan Avrupa kapitalizmi, aynı zamanda, iç çelişmelerinin dayatmasının gereği olarak da “ulusal sınırlar dışında” kaynaklar aramaya yöneldi. Sömürgecilik, bir yandan denizaşırı ülkelerde yeni toprakların ilhakını zorlarken, bir yandan da, henüz daha geri üretim ilişkileri içinde olan ülkelerin halklarını ve ekonomilerini kapitalizmin uzantılarıyla tanıştırdı.
Makineleşme, ücretli emek sömürüsü, ilk yüz yüze gelinen olgulardı, ama kapitalizm aynı zamanda kendisine benzer yapılar ve ilişkiler kurarak, geri üretim biçimlerini zorlamaya, sömürgelerde kapitalist uzantılar doğurmaya da başladı. Böylece, dünyanın her köşesini “aynı ekonomik ilişkiler zincirinin halkaları halinde” birleştirmeye yöneldi.
Ancak “serbest rekabet” döneminin ardından, kapitalizm yeni bir aşamaya, tekelci-emperyalist aşamaya geçince, sömürgeler de, “ihraç edilmiş sermayenin yeniden üretimi” alanları olarak, dolaysız kapitalist ilişkilerle tanışmaya başladı.
Böylece kapitalizmin şu ya da bu biçimde girmediği yeryüzü parçası kalmazken, tekeller arası rekabet de, aynı biçimde yayıldı.
Kapitalizm, üretimin toplumsallaşması ile karakterize olmuştu. Bu, sermayenin bir toplumsal ilişki biçimi halini alması demekti. Dolayısıyla, sermaye ihracı yoluyla kapitalizmin bir ülkeye girmesi, kendisiyle birlikte, yeni toplumsal ilişkilerin de girmesi anlamına geliyordu. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki, dünya çapında etkili olurken, aynı zamanda, dünya çapında bir devrimin de olanaklarını yaratıyordu.
Bu yüzden, emperyalizm çağı, aynı zamanda proleter devrimleri çağı olarak göründü.
Dünya çapında egemenlik eğilimi, karşıtlarıyla birlikte ilerliyor, burjuvazinin olduğu kadar proletaryanın da olanaklarını geliştiriyordu.
Günümüzde, emperyalist tekeller, hem ulusal, hem de uluslararası alanda, tüm hammadde kaynaklarını, ucuz emek pazarlarını ele geçirmek için, ekonomik güçlerini birleştirmekte, bu giderek siyasi birliklerin doğmasına yol açmaktadır. Emperyalizm çağının başındaki “kartel” tipi örgütlenme, günümüzde “çokuluslu şirketler” biçimini kazanmış, bu da emperyalist planların tek merkezli ve ortak hedefli unsurlar içermesinin yolunu açmıştır.
Günümüzün başlıca gündem konusunu oluşturan “çok taraflı yatırım anlaşmaları”, “tahkim” gibi uluslararası ilişkiler, emperyalizmin “küreselleşme” planlarının bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu yeni “hukuk”, tüm tekellerin ortak çıkarlarını ifade ediyor ve sermayenin sınır tanımaz bir biçimde yayılabilmesini yollarını döşüyor.
EMPERYALİST DEMOKRASİNİN POLİTİKASI VE İDEOLOJİSİ
“Küreselleşme” planı, her yönüyle merkezi, despotik ve bürokratik bir karar sürecinin ürünüdür. Bir yandan, kuşkusuz, kapitalizmin doğasına uygun olarak “kendiliğinden” gelişme özellikleri gösterirken, diğer yandan bu süreci planlı ve bilinçli bir müdahaleyle ilerletmeye çalışan bir teknisyenler ve stratejistler ordusuna sahiptir.
Örneğin, kimi Asya ülkelerinin (bu arada Türkiye’nin) tekstil ihracatına kota konulmasına, hormonlu hamburger kıymasının dünyanın en lezzetli yiyeceği olarak reklâm edilmesine ve bunlara karşı çıkanların nasıl susturulacağına karar verilmesine uzanan, resmi, “sivil” binlerce kuruluş ve yüz binlerce insan…
Kararlar, ister ne yiyeceğimize, isterse ne üreteceğimize dair olsun, tekellerin lehine ve üretici-tüketici milyarlarca insanın aleyhine olmaktadır.
Tekelci karar mekanizmaları, hiç kuşkusuz kendi içinde de demokratik değildir ama esas olarak bu işleyiş, halkların talepleri karşısında tamamen baskıcı bir biçim almaktadır.
Baskının, uluslararası hukuka bağlanmış biçimleri içinde, her ülkeye tekellerin çıkarları doğrultusunda baskı yapma olanağı tanınmaktadır. Örneğin bir uluslararası şirketin üretimi çevre sorunları yaratıyorsa, buna karşı önlemler almak, hele üretimi durdurmak mümkün olmamaktadır. Uluslararası planda, eğilime karşı çıkan ülkeler, askeri zorla, ambargoyla yola getirilmeye çalışılıyor. Irak, İran, Libya gibi ülkelerin, kendi olanaklarıyla emperyalist ilişkiler zincirinin dışında durma çabalarının yol açtığı sonuçlar biliniyor.
Böylece, gerek küreselleşme senaryolarına boyun eğmiş ülkelerin halkları, gerekse bu dayatmaya direnmeye çalışan ülkeler, kendilerinin hiçbir biçimde dâhil edilmedikleri karar süreçlerinin sonuçlarına katlanmak, bedelini ödemek zorunda kalmaktadır.
Bunun dışında, bizzat küreselleşme girişiminin yarattığı toplumsal sorunlar, işsiz, sendikasız, örgütsüz, sosyal güvenlikten yoksun yığınlara karşı, yoğun sömürü koşullarında uygulanması kaçınılmaz hale gelecek olan baskı ve şiddet, emperyalist “küresel demokrasinin diğer bir yüzünü oluşturuyor.
Avrupalı, ABD’li ya da Japon mihraklı, hangisi olursa olsun, emperyalizmin demokrasi konusundaki uygulamalarının karakterini belirleyen nesnel koşullar bunlardır.
Bu nesnel koşullar, “küreselleşme” ideolojisinin de içeriğini belirlemektedir.
“Küreselleşme” bir yandan bütün ülkelerin ekonomilerini birbirine benzer mekanizmalarla donatırken, aynı anda bu mekanizmaların işleyiş süreçlerinde oluşan bir ideolojiyi de dayatmaktadır. Kimliksizleşme, kozmopolitleşme, bir teknisyenler ve pratisyenler kastının oluşmasına paralel olarak yaygınlaşırken, geniş kitleler için dinsel sığınma yollan açılmaktadır. Bu metafizik teslimiyet biçimleri, her sosyal tabaka için değişik biçimler alabilmektedir. Satanizmden, astrolojiye, post-modernizmden, tarikatçılığa, değişik ve her kültür düzeyine seslenebilme olanakları taşıyan gerici, yabancılaşmayı derinleştiren “kültür”ler, emperyalist iletişim kanallarından akmaktadır.
Gerek emperyalistler arası mücadele, gerekse emperyalistlerin karşı koyan herkes için uyguladığı zor ve baskı, bunu uygulayacak olan teşkilatların kurulmasını, araçların geliştirilmesini de gerektirmektedir. Böylece, resmi şiddeti uygulayacak baskı aygıtları yetkinleştirilirken, dolaylı araçlar da kullanılmaktadır. İstihbarat servisleri, gizli birlikler, mafya, ekonomik ve siyasal yaptırımları gerçekleştirmek için daha da etkili hale getirilip besleniyor.
Genel olarak işleri kolaylaştırmak için, kapitalizm, geri ekonomik modelleri canlandırma yolunu da deniyor.
Kapitalizm, manifaktürel üretimin yerine fabrika sistemini getirmekle, feodaliteden ayrılır. Manifaktür, dağınık işyerlerinde sonradan birleştirilmek üzere üretim yapan birimlerden oluşuyordu. Kapitalizm, üretimin farklı alanlarını tek bir çatı altında birleştirmişti. Bu aynı zamanda modem proletaryanın da doğuşu anlamına geliyordu.
Günümüzde, özelleştirmeye, kaçak işçi çalıştırmaya paralel olarak, özellikle orta boy sanayi şirketleri, “eve iş verme” yolunu geliştirmiştir. Diğer pek çok uygulamanın yanında, bu da, kapitalizmin başlangıç dönemlerinden daha geriye doğru bir emek sömürüsü biçimi yaratmaktadır. Böylece, toplusözleşme ve sendika kurumlarının geçersiz olduğu, işçilik maliyetlerinin alabildiğine düşürüldüğü bir yol denenmektedir.
Sendikaların devreden tamamen çıkarılması, temsili ve bol maaşlı bürokratlar tarafından yönetilen işlevsiz kurumlar haline getirilmesi, “YDD”nin başlıca hedeflerindendir. Sendikalar, “serbest ticaretin”, “ekonomik reformların” engeli olarak görülüyor. “Reform” kavramının neyi ifade ettiğini, dünya işçi sınıfı ve emekçiler, her ülkede uygulanan “sosyal güvenlik reformları”ndan biliyorlar. Bilindiği gibi, YDD ideologları, yaklaşık on yıldır, “işçi sınıfı”nın bittiğini ilan etmişlerdi. Bu da, aslında olup bitmiş bir gerçeği değil, bir hedefi dile getiriyordu.
Ne var ki, gerçekte kapitalizmin hiçbir biçimi, canlı emek sömürüsü olmadan yaşayamayacağından, bu “hedef” nesnel bir amaçtan çok, işçi sınıfının temel niteliklerine ilişkin bir beklentiyi dile getiriyor.
İşçi sınıfının ortadan kalktığı iddiası, işçi sınıfın tarihsel rolünün ve devrimci ideolojisinin geçersiz iddialar haline gelmesini anlatıyor. Bunun kendiliğinden olmayacağını bilen emperyalizm, gerek tarihsel etkinliğin maddi koşullarını ortadan kaldırmaya çalışarak, gerekse yoğun ideolojik saldırıyla bu hedefi gerçekleştirmeye çalışıyor.
İşçi sınıfının bütün tarihsel önemi, onun içinde bulunduğu üretim koşullarının örgütlenmeye elverişli olmasından kaynaklanmaktadır. Örgütlenme, sendikadan başlayarak, siyasal örgütlenmeye kadar her düzeyde bu koşullardan beslenir. “Yeni Dünya Düzeni” uygulamalarının en temel hedeflerinden birisi, bu koşulları ve genel olarak örgütlenme fikrini ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Son on yıl içinde, ILO’nun araştırma konusu yaptığı 48 ülkede, sendikalı işçi sayısı, toplam işçi sayısının ancak % 20’sine ulaşabilmektedir.
Sendikasızlaşmanın bu oranda artmasının nedenlerinin başında, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gelmektedir. İstihdamın düşmesi, emeğin daha da ucuzlamasını ve işçiler arasında rekabetin keskinleşmesini beraberinde getirmektedir.
ILO’nun 1997–1998 raporuna göre, birçok ülkede, bu eğilimi destekleyen ve yönlendiren yasa ve yönetim tarzı değişiklikleri de uygulanmaktadır. Özellikle yabancı sermaye açısından bir çekim merkezi olmak için, daima önce sendikaları etkisizleştirmek gerekiyor. Bunun için sendikaları baskı altına alan siyasi yasalar ya da ekonomik kaynaklarını kısıtlayan tedbirler alıyorlar. Dünya Bankası’nın 1996’da hazırladığı bir raporda, sendikaların, ücret pazarlığı içinde rol oynamalarının “emek piyasasında tekelci sapmalara” yol açacağı belirtilerek, hükümetlerden önlem alması isteniyor. Sendikalar, eğer, ücret ve istihdam pazarlığı yapmayacaklarsa, ne yapacaklar? İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri olarak tanımlanan sendikaları, esas işlevlerinden ayırmaya yönelik yasal düzenlemelerin, sendikaları işçi sınıfının büyük kitlesi içinde tamamen gereksiz örgütler haline getireceği açıktır.
Nitekim IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların önerileri doğrultusunda yaptırımlar uygulamaya başlayan ülkelerde, genel bir sendikasızlaşma eğilimi gözlenmektedir.
Özellikle Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra, Avrupa’nın bu kesiminde, % 70’lere varan oranda sendikasızlaşma görüldü.
Bu emperyalist merkezlerde de böyle. ABD’de sendikalı işçi sayısı, son on yılda % 21 azalmış durumda. Japonya’da sendikalı işçilerin toplam işgücüne oranı % 16.
ILO’nun raporu, bunların yanı sıra, daha ilginç bir saptamada bulunuyor. Emperyalist metropollerde, özellikle de ABD ve Avrupa’da, sendikalar, proletaryanın görece daha zor koşullarda ucuz işgücü olarak istihdam edilen bir kesimini örgütleyerek etkilerini korumaya çalışıyorlar. Kadınlara, azınlıklara, göçmen işçilere, işsizlere ve sayısı giderek artan çalışan yoksullara yöneliyorlar. “Demokrasi ve toplumsal adalet”, herkesten çok onları ilgilendiriyor. Yalnızca iş koşullarını düzeltmek, ücret artışı sağlamak için değil, özellikle bu iki siyasi hedefi sağlamak için, işçi sınıfının bu kesimi, sendikalara yöneliyor. Ne var ki, bu kesim, belirleyici sanayi dallarında değil, daha çok yan sektörlerde çalışıyor ve bu da, emperyalist sendikasızlaştırma planının bir yanıyla gerçekleşmesine hizmet ediyor. Çünkü proletaryanın ana gövdesi, belirleyici sanayi dallarında çalışan ve nispeten uyanmış olan kesim, örgütsüzlüğe itilmiş bir kitle oluştururken, gerek toplumsal gücü gerekse ekonomik yaptırım etkisi zayıf olan kesimlerin örgütlenmesine ses çıkarılmıyor, sendikalar da bu kesimle yetinmeye teşvik ediliyor.
Ancak, hayat şartları her gün biraz daha kötüleşen, yalnızca sınıfın bu kesimleri değil. Bütün bir emek kitlesinin geliri, hayat düzeyi, emperyalizmin dikkatli denetimi altındadır ve bunun kendi lehlerine daha da değiştirilmesi talepleri hiç eksilmemektedir.
Dünya Bankası’nın 1996 Kalkınma Raporu’nun taslak metninde, “Azgelişmiş ülkelerde işgücü piyasalarının düzenlenmesi önümüzdeki yıllarda hangi doğrultuda olmalıdır?” sorusu soruluyor ve şu cevap veriliyor:
“1. Eğer sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önünde giderse, onu aşarsa bu ulusal ekonomiler için çok ciddi ve olumsuz sonuçlar verir. Bu ayrıcalıklı bir emek grubunun yararına olabilir.
2. Emek piyasası üzerinde sosyal planlamalar yapılmamalıdır. Bu düzenlemeler sosyal politika amaçlarını gerçekleştirmekte yanlış politikalardır. İşgücü piyasalarını, çalışan sınıfların hayatını düzenleyecek bir araç olarak görmemek lazım.
3. Ekonominin örgütlü kesimlerinde emek için koruma mekanizmaları, uygun değildir. Hükümetlerin emek yararına korumalar yapması, sermayenin kayıt-dışı alanlara kaymasına neden olmaktadır.” (Aktaran: Göksel N. Demirer vd. Neo Liberal Saldırı, Kriz ve İnsanlık, Ütopya Yayınları, Temmuz 1999, s. 184–185.)
Burada işçi sınıfını ilgilendiren çok önemli öneriler bulunmaktadır. Ve örneğin Türkiye işçi sınıfı, bu önerilerin ne ölçüde uygulandığını kendi hayatından bilmektedir.
Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların, basit birer finans merkezi olmayıp, emperyalizmin stratejik karar merkezlerinden biri olduğu da bu deneyin sonuçlarından görülebilmektedir.
“Küreselleşme” saldırısı, çok yönlü ve kapsamlı bir sınıf mücadelesinin konusudur. Emperyalist tekeller, çok bilinçli, planlı ve dünya çapında bir kampanyayla, işçi sınıfı ve emekçi halkları, yıllardır bin bir mücadele ile elde edilmiş haklarından, yaşam koşullarından vazgeçmeye zorlamaktadır.
Her yoksul ülkede, birkaç ana hedef seçerek, amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak istemektedirler.
Bu hedeflerin başında, kamu işletmeleri, sosyal sigorta kurumları ve sendikalar gelmektedir.
Emperyalizmin “küreselleşme” planının ana ilkesi, emeğin yıllarca sürdürülen mücadeleler sonucunda elde ettiği bütün hak ve çıkarları son damlasına dek kurutmaya dayanmaktadır. Bu, mümkün olan en çok kâr, mümkün olan en çok birikim ve egemenlik için her türlü engelin temizlenmesi demektir.
Devasa karar ve yaptırım mekanizmaları, kararlan uygulamak için seçilen araçların hiçbir kural, hiçbir yasa ve sınır tanımaz özellikleri, hasım sınıfa karşı özellikle örgütsüzleştirme ve sınıf özelliklerini silme çabası “küreselleşme”nin tarihte görülen en çetin sınıf savaşlarından biri olarak tanımlanmasını olanaklı kılıyor.
Burjuvazi, XX. yüzyılın çetin mücadelelerle, savaşlarla ve devrimlerle dolu birikiminden elde ettiği bütün sınıf deneyimleriyle, örgütlü, planlı ve hazırlıklı bir biçimde saldırıyor.
Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren, “kaybedecek bir şeyi olmayan”, zaten kaybetmiş olan işçi sınıfının, bu kavgada da “kaybetmesi” söz konusu değil. Ama burjuvazi, bu son girişiminde geriye püskürtülebilirse, bu onun girdiği gireceği son kavga olacaktır.
Mart 2000