Güncel politik ortam ve seçimler üzerine

Türkiye’de seçim tartışmaları birkaç yıldır yapılıyor. Seçim sisteminin değiştirilmesi tartışmalarıyla birlikte seçimin kendisi, bu süreçte, gündemde hep bir yer buldu. Birkaç aydır ise, parlamento, yerel seçimlerle birleştirilmiş genel seçim kararını büyük bir oy çoğunluğuyla almış bulunuyor. Tarih de belli: 18 Nisan.
Bir değişiklik beklenemez mi? Her derde deva olarak ileri sürülen seçimin, şimdilerde hem de özellikle devletin yüksek katlarında yaygın bir şekilde gereksizliğine ve 2000’e ertelenmesine ilişkin görüşler ortalıkta dolaştırılıyor. Kimse, hâlâ, seçimlerin 18 Nisan’da kesin olarak yapılacağını söyleyemiyor. Ancak yine de alınmış kararıyla seçimlere gidiliyor gibi görünüyor.
Bu durum, sorunun ele alınıp incelenmesini gerekli kılmaktadır.
Ancak, seçime ve seçim faaliyetine ilişkin konuşabilmek açısından, öncelikle, seçime gidilen koşullar ve politik ortamın, seçimden beklenen ve ona yüklenenlerle birlikte gözden geçirilmesi zorunlu görünmektedir.

ÇOK YÖNLÜ İSTİKRARSIZLIK
Türkiye, aktüel durumuyla, bir yandan çok yönlü bir istikrarsızlığın ciddi boyutlar kazandığı, diğer yandan istikrarı sağlama çabalarının olağanüstü hal aldığı bir ülke.
Emperyalizmin, işbirlikçilerini peşine takarak uygulamaya çalıştığı neoliberal globalleşmeci politikalarla, Türkiye’nin, “Yeni Dünya Düzeni”nin bütünleyici parçası, bir açık pazar olarak yeniden örgütlendirilmesi dayatması, istikrarsızlığın temel bir etkeni durumunda.
Üstelik Güneydoğu Asya’dan başlayarak, Rusya ve Latin Amerika’yı kıskacına alan kapitalizmin krizi, yalnızca bir dış etki olarak değil ama doğrudan ülke ekonomisinin derinliklerinden gelen etkisiyle, ülkenin uzunca bir süredir içinde çırpındığı istikrarsızlığı içinden çıkılmaz bir düzeye yükseltmektedir

İSTİKRARI SAĞLAMA ÇABALARI DA İSTİKRARSIZLIK UNSURU DURUMUNDA
Globalleşmeci politikalarda ısrar ve egemenlerin krizin yüklerini emekçi sınıflara yıkma geleneksel tutumu, ekonominin istikrarını daha da bozucu etki yaparken; başta generaller olmak üzere egemenlerin, ekonomideki istikrarsızlığın tahrik ettiği politik istikrarsızlığı gidermeye yönelik önlemleri, istikrar yerine istikrarsızlık dinamiği olarak rol oynuyor.
Türkiye’de işbirlikçi büyük burjuvazinin daha çok generaller eliyle uygulamaya koyduğu istikrar politikalarının kısa geçmişine bir göz atıldığında, bu politikaların verdiği tersine sonuçlar kolaylıkla görülecektir.
’95 seçimlerinden sonra, büyük sermayenin asıl tercihi olan ama başbakanlık paylaşımının sorun olmasıyla gerçekleşemeyen ANAYOL zorlamasıyla geçen uzunca bir çekişme ve kararsızlık döneminin sonunda, emekçi kitleler içindeki örgütlülük düzeyi dolayısıyla aldatıcı ve yatıştırıcı politikaları uygulayabilecek tek politik mihrak olan Refah Partisi hükümetiyle istikrar arayışı; kısa sürede fiyaskoyla sonuçlandığı gibi, bu partinin kapatılmasına da götüren yeni bir istikrarsızlık unsuru olarak ortaya çıktı. Üstelik sağlam ve güçlü bir politik odak yaratmak üzere, “merkez sağ” partiler olarak birleştirilmeye çalışılan ANAP ve Doğru Yol partileri, bu süreçten ayrılıkları güçlenerek ve birbirinden uzaklaşarak çıktılar.
28 Şubat’la Refah-yol hükümetinin devrilmesini zorlama döneminden geriye, egemenler açısından uzun vadeli bir istikrar unsuru olarak rol oynamaya başlayan, “şeriatçı-laik” saflaşması dayatması dolayısıyla, emekçilerin bölünmesi yönündeki kazanımlar kaldı. Önemli ölçüde ilericiyi, demokratları, solcuları “şeriatçılara karşı savaş” sloganıyla etkileyip geniş bir dindar kitleyi de “dinini savunma” tutumunda militanlaşmaya iterek, kolay yönetilebilmelerini olanaklı kılmak üzere emekçilerin birbirlerine karşı safa girmeye zorlanıp bölünmesi, kuşkusuz, düzenin bir istikrar unsurudur.
Ancak bu kazanım dışında, atılan tüm diğer adımlar sonuçsuz kaldı ve bunlarla amaçlananlar gerçekleşmediği gibi; durum daha da karmaşıklaştı.
Refah Partisi ile ortaklığında bu partiye verdiği tavizler ve daha da çok 28 Şubat’ın ortağı olduğu kendi hükümetini ve dolayısıyla kendisini de hedeflemesi, DYP ve Çiller ile “güçlü merkez sağ” açısından bir başka zorluk oluşturdu. Sağda kişisel ve zümresel çıkar çelişmeleri artarken ANAP ve DSP birbirine yakınlaşmaya başladı.
Yolsuzluklara karşı savaş, “sistemin temizlenmesi” adına emekçi kitlelerin düzene yeniden bağlanmasının unsuru olarak önemliydi ve “önemle” ele alındı. Refah Partisi’ne yönelik “1 trilyonluk” parti yardımının “kaybolması” konusunun yanında, ondan da önemli olarak Çiller’in mal varlığı soruşturma konusu edildi. İki parti bu “baskıyla köşeye sıkıştırılıyor, devletin yüksek katlarından seslendirilen projeye uyumları isteniyordu. Kapatılan Refah’ın yerine kurulan Fazilet Partisi, bu baskının muhatabı olmaya devam ediyor. Çiller’e yönelik baskı ise, bir dönem kişisel olarak devreden çıkarılarak “merkez sağ”ın Çiller’siz birleştirilmesi projesinin bir unsuru olarak sürdürüldü, Ancak en çok şikâyet edilen istikrarsızlık unsuru olan sağın ve “sol”un bölünmüşlüğü ve dağınıklık nedeniyle, yani giderilmeye çalışılan istikrarsızlık dinamiklerinin bizzat kendileri dolayısıyla bu proje de fiyaskoyla sonuçlandı. Çiller ve Yılmaz, karşılıklı olarak partileri aracılığıyla birbirlerini akladılar. İkisinin de soruşturulmasına gerek olmadığı, başlıca ikisinin anlaşmalarıyla kararlaştırıldı ve bir dönem üzerinde şiddetli bir politik çekişme yürütülen mal varlığı-yolsuzluk tartışması sonuçsuz kapanmış oldu.
28 Şubat ürünü olan ve “merkez sağın birleştirilmesi” projesinde umut bağlanan DTP ise, bir gelişme gösteremedi. Hükümet ortağı olmasına karşın, milletvekili ve hatta bakan kaybetme sürecinde erime yolunu tuttu.
Cindoruk’a, egemenlerin Demirel’in ağzından ifade ettikleri “Başkanlık Sistemi” ve “seçimin ertelenmesi” gibi önerileri seslendirmek düştü.
Ve Doğru Yol, mal varlığı soruşturması anlaşmayla geri alınmasına karşın, Refah ortaklı hükümetten düşürülmenin yanında DTP ile eritilme politikasının muhatabı olarak, ANAP’la yan yana gelme ve birleşme zorlamasına daha bir hırsla direnmeye itildi. Oysa amaçlanan, siyasal istikrarın temel bir faktörü olarak “merkez sağ”da birleşmiş güçlü bir parti etrafında yığınların toplanmasıydı.

SAĞI VE “SOL”U MERKEZDE TOPLAMA ÇABALARI SONUÇSUZ KALIYOR
Sağda ve “sol”da birden fazla düzen partisinin varlığı, emekçi yığınları partileri aracılığıyla kendisine bağlamada zaten zorlanan sistemin zorluklarını büyütüyor. Bu nedenle, sistemin belli başlı bütün temsilcileri, sağda ve “sol”da bölünmüşlükten yakınıyor ve bu bölünmüşlüğün giderilmesini zorunlu görüyorlar.
Koalisyonların istikrarsızlık unsuru olduğu propagandasıyla işe koyulan 12 Eylül, siyasal rejimi, sağda “sol”da iki parti üzerine kurmuş, Özal’ın ANAP’ına “buçuk” parti olarak razı olmuştu. ABD. “demokrasisi”ndeki gibi bir parti iktidarda diğeri” muhalefette olacak; iktidarda yıpranan muhalefete, muhalefette güç toplayan iktidara geçecekti.
“Buçuk” parti, Almanya’da FDP (Liberal Demokrat Parti) türünden denge unsuru olarak rol oynayabilirdi; ancak daha ötesi, çok sayıda partinin güç kazanması, istikrar bozucu varsayılmıştı. Bu nedenle, sağ ve “sol” merkez partileri dışındaki radikal partilerin güç kazanmaları, dolayısıyla parlamentoya girmeleri ve parlamenter imkânlarla güçlerini büyütmeleri, barajlarla önlenmeye çalışıldı. Yüzde on gibi oldukça yüksek ülke barajının yanı sıra çoğu yerde yüzde elliye varan il barajlarıyla, radikal ve olağan dönemlerde küçük olmaları doğal olan, partilerin parlamentoya girmeleri ve parlamentodaki partilere kitleleri avutmanın karşılığı olarak sunulan imkânlardan yararlanmaları neredeyse imkânsız kılındı.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Barajları önce ittifaklar yoluyla Refah Partisi ve ardından HEP deldi.
RP, bir sistem partisiydi; ancak özellikle tabanındaki radikal unsurları tatmin etme ve din propagandasının yanında “sol” ve “ulusal” sloganlarla büyüttüğü tabanının beklentilerini karşılama olmasa da en azından yatıştırma ihtiyaçlarının dayattığı bir dizi propaganda amaçlı şovları bile, istikrar sorunu yaşamakta olan düzen açısından sorun oldu. 28 Şubat, bir yönüyle, iç ve dış politika açısından Türkiye’nin yalnızca görünüşte radikal siyasal şovlara bile tahammülü olmadığının kanıtı olarak gündem aldı.
Bir 28 Şubat hükümeti olan CHP’nin dışarıdan desteklediği ANAP-DSP-DTP hükümeti, hem sağ ve “sol”un bölünmüşlüğü ve “şeriata karşı savaş” dayatması koşullarında mümkün tek “alternatif” hem de yaratılan ortamda sağın birliğini DYP’nin parçalanması girişimiyle ANAP’a bağlanan DTP üzerinden sağlamaya yönelik bir zorlamaydı. Bu dönemde “Yüce Divan”a gönderilme, Çiller açısından bir tehdit olmaktan çıkmış, devreden çıkarılmasının pratik aracı haline getirilmişti. Ancak, başlıca Baykal’ın kısa günün kârı hesapsızlığı nedeniyle bu hesap da tutmadı.
“Şeriata karşı savaş” ve “Atatürkçülük” rüzgârıyla yelkenlerini şişirdiğine ve puan topladığına inanan Baykal ve CHP, çizmeyi aşıp gereğinden fazla büyük oynamaya ve tasarlanmış senaryoyu geçersizleştirerek kendi çıkarlarını dayatmaya kalkıştı. Hükümetten desteğini çekti; Çiller ile birlikte Yılmaz’ı da “Yüce Divan”a gönderme ve Fazilet Partisi’nin de zor durumunda meydanın başlıca kendisine kalacağı koşulların arayışına girdi. DTP’nin erimeye başlamasıyla 28 Şubat hükümeti zaten sonuna yaklaşmıştı; ancak kalktığı atakla Baykal, büyük sermaye açısından güvenilmezliğini bir kez daha ortaya koymuş oldu: Hırsı boyundan büyüktü. Bu gelişme, “sol”da, bir süredir, çizdiği “devletin âli menfaatlerini gözeten oturaklı devlet adamı” görüntüsü ile yıllar sonra bu defa büyük sermayenin “umudu” haline gelmiş olan Ecevit’in yıldızının daha da parlamasına götürdü. Ecevit, üstelik “dürüst’tü ve bu özellik, yolsuzluğa bulaşmamış hemen hiçbir parti ve liderin kalmadığı koşullarda bulunmaz bir yapıştırıcıydı.
Ecevit, ödülünü aldı ve hükümeti kurmakla görevlendirildi. Kendi başlarına beceremeyecekleri görünen ANAP’la DYP’nin akınlaşmalarının sağlanması ve sağda birlik sorunsalının çözümü de, bu görevlendirmeyle Ecevit’e verilmiş oldu. “Karaoğlan” bu görevi pek benimsedi ve hemen kolları sıvadı. ANAP’la DSP neredeyse blok kurmuştu. Çiller, şimdi bu yeni girişimle sağda birlik için teslim alınmaya çalışılıyordu. Bir yandan eski müttefikinden koparak iki yıllık politik yatırımlarını elden kaçırmak istemeyen Çiller, öte yandan önünde açılan yeni ikbal kapısını da reddedemez durumda manevralar yapmaya zorlanmaktaydı.
Görünen, sağın birliğinin, bu kez solcu iddialı Ecevit eliyle seçim öncesinde olmazsa bile sonrasında bir türden sağlanması kararlılığının tartışmasız olduğudur.
“Sol”un birliği ise, bir başka bahara kalabilir ikincil dereceden ve daha ağırdan alınmaya yatkın bir sorun olarak görünmektedir. Büyük sermayenin sağın ve “sol”un birer merkez partisinde toplandığı ve bu iki parti arasındaki yer değişiklikleriyle yürütme (hükümet) sorununun istikrarsızlık etkeni olmadan çözümlenebileceği siyasal örgütlenme (rejim) projesi, bugün için ağırlıklı olarak merkez sağın istikrar kazanması dinamiği üzerine kuruludur. Bugün oy tabanı olarak “sol”un hükümeti elde etmeye yetecek güce sahip olmadığı ve birleşme sorununun çözümünün zamana bırakılabileceği, hemen herkesin hemfikir olduğu bir gerçektir. Bu nedenle, öncelikli bir zorlama konusu yapılmamakta, büyük sermayeye kendisini tamamen kanıtlamış Ecevit’in, zaman içinde güç biriktirerek, bu sorunu, partisi ve “güvenilir ve akıllı sol” lehine çözmesi ya da zamanın gösterebileceği bir başka çözüm beklenebilmektedir.

EMEKÇİ KİTLELERİ DÜZENE KARŞI KIŞKIRTAN NESNEL KOŞULLAR GELİŞİYOR
Sağın ve “sol”un birleştirilmesi, bir istikrar unsuru olarak, büyük sermaye açısından özellikle günümüz koşullarında’ önemlidir. Bu önemi büyüten ve acil kılan iki temel etken, globalleşmeci politikaların mümkün en üst düzeyde politik istikrarı varsayması ve yaşanmakta olan ve derinleşmesi kaçınılmaz görünen kapitalizmin krizidir. Emekçi kitleleri sisteme karşı kışkırtarak yönetmeyi zorlaştıran bu iki etken, düzen partilerinin bugünkü dağınıklığı ve’ hükümet oluşturmanın zorluğu ile siyasal rejimin, başka bir deyişle devletin biçim olarak örgütlenişinin bugünkü türüyle altından kalkılması oldukça zor yıkıcı roller oynayacak görünmektedirler. Son yıllarda sistemin çok sayıda temsilcisinin “sosyal patlama tehlikesi” vurgusu yaptığı hatırlanırsa, bu temsilcilerin temsilciliğini yaptığı işbirlikçi büyük burjuvazinin sağ ve “sol” partilerin merkezde birleşmesi de içinde olmak üzere rejim sorununu neden masaya yatırdıkları ve ciddi önlemler arayışı içinde oldukları anlaşılır olacaktır.

GLOBALLEŞMECİ POLİTİKALAR DÜZENE KARŞI TAHRİK UNSURU
Özelleştirme ve esnek çalışma başta olmak üzere çalışma yasalarının globalleşmeci emperyalist politikalarla, “Yeni Dünya Düzeni”nin ihtiyaçlarıyla oyumlandırılmasına yönelik yeniden düzenlenmesi ya da bütünüyle ortadan kaldırılmasını da kapsayan ekonomik yaşamın ve onun temel bir yönü olarak çalışma yaşamının yeniden yapılandırılması, en başta kazanılmış bütün hakların gasp edilmesi anlamına gelirken, işsizlik, sendikasızlık ve dolayısıyla hak savunamazlık, sefalet ve açlık stoklarının birikimi demektir. Bu sonuçlar, başlı başına emekçileri ayağa kaldırıcı ve hak aramaya teşvik edicidir. Son birkaç yılda giderek artan kararlılık ve kitlesellikte ayağa kalkmakta ve Yatağan’la SEKA gibi örneklerde saldırıyı geçici de olsa püskürtme başarısı göstermekte olan emekçi kitlelerin globalleştirme politikalarına karşı tepkileri, potansiyel bir tehlike olmaktan çıkmakta ve üstesinden gelinmesi zorunlu pratik bir tehlike halini almaktadır. Ve işçi ve emekçilerin eylemleri sadece haklarını korumaya çalışmakla kalmamakta, dolayısıyla ekonomik mücadele sınırlarını aşmaktadır.
Ekonomik alanı ilgilendirse de devlet ve yürütmesi olan hükümet eliyle politik irade ürünü olarak yürütülen globalleşmeci uygulamalar, emekçilerin eylemlerinin, henüz farkında olsunlar ya da olmasınlar, politik alana taşmasına ve devlete karşı yönelmesine yol açmaktadır. Üstelik emperyalizmin dayattığı bu politikalar, emekçilerin kendilerine karşı yöneltilmiş saldırıların kaynağında emperyalizmi görmelerini kolaylaştırmaktadır. Gelişme dinamiklerinin bu özelliği, emekçileri politik tutumlar alma ve mücadeleye yönelten önemli bir etken durumundadır. Bu etkenin rolünü burjuvaziyi korkutucu şekilde oynamakta oluşu, Yatağan’da “Kahrolsun IMF Bağımsız Türkiye”, SEKA’da “Bugün SEKA yarın Türkiye” sloganlarının mücadeleci işçi kitlesinin sloganı olarak ortaya çıkmasında ve memurundan esnafına geniş emekçi kitleleri işçilerin etrafında toplayıcı karakterini açığa vurmasıyla kanıtlanmıştır. Globalleşmeci politikalarla emperyalizm ve güdümündeki işbirlikçi burjuvazinin ekonomik saldırganlığının geniş emekçi yığınların politikleşmesini olağanüstü kolaylaştırıcı rol oynadığı net bir gerçektir.

RANTİYENİN BÜYÜMESİ, BİR BAŞKA TAHRİK UNSURU
Öte yandan, Türkiye’yi emperyalizmin tam bir açık pazarı kılmaya yönelik globalleşmeci politikalar, üretim yerine rantiyeyi, arsa ve para spekülasyonunu, kapkaççılık ve vurgunculuğu teşvik ederek zaten dengeleri bozuk olan ekonomiyi çöküşe götürmektedir. Globalleşmeci ekonominin yeniden yapılandırılması politikalarıyla birlikte, rantiye, faiz ve spekülasyon, o derecede büyümüştür ki, son birkaç on yılda dev büyüklüklere ulaşan türedi holdingler, büyük zenginler bir yana Türkiye’nin Koç ve Sabancı gibi belli başlı holdingleri bile yıllık gelirlerinin yarısından çok fazlasını repo, faiz, borsa oyunları türünden rant gelirleri olarak sağlar olmuşlardır. Büyük iç ve dış borçlanmalar, devlet harcamalarının finanse edilmesinin vergilerle birlikte birincil kaynağı durumuna getirilmiş ve kuşkusuz, devlet ihalelerinin yanı sıra bir avuç büyük zenginin zenginliklerinin katlanmasının aracı kılınmıştır. Üstelik bir de kayıt-dışı dev ekonomi vardır ve büyüklüğü yüz milyar dolar kadar tahmin edilmektedir ve bu rakam devlet bütçesinden büyüktür. Hayali ihracat, uyuşturucu ticareti, kumarhane gelirleri ve kara para aklama işlemleri, kuşkusuz tüm diğer rant gelirleri gibi artı-değer ve daha genel kapsayıcılığıyla artı-emeğin bölümleri olarak, işçi ve emekçilerin sırtından finanse edilmektedir.     Buradan kaynaklanarak bölüşümde işçi ve emekçilerin payı, gerçek ücretlerin düşmesi ve küçük üreticilerin ürünlerinin değer kaybetmesi gibi kategorileriyle azalmış, işsizliğin artışı büyümüş ve bu sonuçları dolayımıyla gemi azıya alan rantiye ve onu büyüten globalleşmeci politikalar emekçi kitleleri mücadeleye tahrik edici rol oynamıştır. Belki bir örneği Louis-Philippe’in başında olduğu Orleans hanedanı döneminde 1848 öncesi Fransa’sında görülen dalavereleriyle, borsa ve para oyunlarıyla sefahatin, tam bir ahlaki çöküntünün eşliğinde mali aristokrasi egemenliği, emekçi kitlelerle sistem arasındaki bağları zedeleyici, geniş kitleleri sistemden uzaklaştırıcı temel bir sonuç üretir olmuştur.
Emekçilerin mali sermaye egemenliği karşısındaki pozisyonlarının körlükle malûl olduğu ve emekçilerin bu egemenliği çözümlemekte aciz oldukları ileri sürülebilir. Bu, doğrudur da. işçi ve emekçiler, kendi kendilerine, devleti ve diğer egemenlik ilişkileriyle sermaye egemenliğini çözümlemekte ve gereğini yerine getirmede yetersizdirler. Ancak değiştirici, kuşkusuz devrimci bir irade olarak davranmaya yönelmeleri dışında, işçi ve emekçilerin kendiliğinden, çözümlemeye güç yetiremeseler bile, bu egemenliğin ve sistemin kötülüklerinden etkilenmemeleri, çıkış yolu üretemeseler bile sisteme karşı hoşnutsuzluklarının artmaması ve dolayısıyla aşağı sınıflar arasında sistem karşıtı patlayıcı madde stoklarının birikmemesi olanaksızdır.
Türkiye’de olan budur. İşçi sınıfı ve emekçi tabakalar arasında sistem karşıtı ciddi bir hoşnutsuzluk birikimi oluşmaktadır. Ancak emekçi sınıflar içinde daha da ötesi eğilimler ortaya çıkmaktadır. Geniş emekçi yığınlar, düzenden kopmaya, eskisi gibi yönetilemez olmaya doğru kaymaktadırlar.
İşyerlerinin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi örneklerinde olduğu gibi, globalleşmeci politikaların kaynağında emperyalizmin olduğunu pratikte görüp emperyalizm karşıtı ve ülkenin bağımsızlığını savunma mevzilerini tutmaya eğilim gösteren işçi ve emekçiler, rantiyenin büyümesi ve sonuçları karşısında büyük sermayeyi suçlama pozisyonuna doğru ilerlemektedirler.

EMEKÇİLER BİRBİRİNE BENZEYEN DÜZEN PARTİLERİNDEN KOPUYOR
Bunu kolaylaştıran temel bir etken, ayrımsız tüm düzen partilerinin özelleştirmeci, sendikasızlaştırmacı, esnek çalışmacı, kısaca globalleşmeci yeniden yapılandırma politikalarını savunmakta olduklarını, kendi pratikleriyle deneyden geçirme ve kendi deneyleriyle öğrenme imkânını, işçi ve emekçilere, yine emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin siyasal ve ideolojik bir içeriğe sahip globalleşmeci saldırganlığının sağlamakta oluşudur.
Revizyonizmin çöküşüyle sosyal devlet uygulamalarından bütünüyle vazgeçilmesi, başlıca “sosyal kapitalizm” öngörerek kendilerini sağ partilerden bu yönüyle ayıran sosyal demokrat türünden “sol”cu partileri de dâhil olmak üzere tüm düzen partilerinin ufak-tefek ayrıntılar dışında aynı globalleşmeci temelde birbirlerine benzemelerine yol açtı. Birkaç on yıldır, artık sağ ve “sol” bütün düzen partileri hemen hemen aynı programlara sahipler ve programlarının ideolojik zeminini globalleşmeci yaklaşımlar oluşturuyor. İşçi ve emekçiler karşısında, onların iş, ekmek, bütün olarak sendikal haklar ve örgütlenme talepleri karşısında, bu partiler bir duvar gibiler. Bu taleplere hiçbir eğilim göstermiyorlar ve dolayısıyla işçi ve emekçilerin de onlara bir eğilimi yok. Düzen partilerinin varlık nedenleri olarak aldatma ve avutma zeminleri olağanüstü daralmıştır ve hiçbiri görece inandırıcılık taşıyarak “benim yoğundum tatlı” deme imkânına bugün için sahip olamamaktadır.
Emperyalizm ve güdümündeki işbirlikçi burjuvazinin globalleşmeci saldırganlığı, şu ya da bu partisi ya da son yıllarda olduğu gibi hükümet ortağı partileri aracılığıyla yürütülmekte ve emekçilerin tepkisine neden olmaktadır. Buna değinilmişti. Şunun da eklenmesi gerekiyor ki, herhangi düzen partisi bu tepkileri kendi peşine takabilme olanağını esas olarak kaybetmiştir. Majestelerinin muhalifi düzen partilerinin aldatıcı rolleri, emekçilerin belli başlı talepleri üzerinden değil ama daha harcıâlem konular üzerinden ve inandırıcılığı oldukça tartışmalı olarak gerçekleşme imkânı bulabilmekte, ancak bu partiler bir türlü “umut” olamamaktadırlar. Bu durum, muhalif partilerin, eskiden olduğu gibi, muhalefette güç toplayamamasını koşullandırmaktadır. Muhalefette güç toplayan son parti, Refah Partisi olmuş, onun da başına, pişmiş tavuğun başına gelenler gelmiştir.
Düzen partilerinden umut kesilmesinin son örneği, SEKA’da olanlardır. SEKA işçileri, fabrikalarının kapatılması kararını geri alması için hükümeti ve onu oluşturan partileri hedef almış ve ama milliyetçi ve dinsel önyargıları güçlü olmakla birlikte, FP ya da MHP’nin ya da eski dönemlerde bekleneceği gibi “solcu” CHP’nin peşine takılmamış, hatta bu partilerin kendilerini yatıştırmaya ve aldatmaya gelen sözcülerini yuhalayarak konuşturmamış, “Özelleştirmeci partilere oy yok!” sloganını üretmişlerdir.
Rantiyenin dev gelişmesi ve mali oligarşinin çürümeye yol açarak büyüyen egemenliği, söylendiği gibi, kara para ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, eskiden de işlevsel olan iki olgunun işlevlerini, gizlenemez kılarak olağanüstü büyütmüş, “yıkıcı” etkilerini ciddi biçimde artırmış ve ortaya saçılan sonuçlar sistemi tahrip edici boyutlar kazanmıştır.

ÇETELER KİTLELERİ DÜZENDEN UZAKLAŞTIRICI ETKEN
Bu olgulardan biri, Susurluk’la başlayan süreçte sistemi sarmalayan kirli ilişkilerin göbeğinde bulunduğu hemen herkesçe anlaşılan ve çeteler sorunu olarak ifade edilen kontrgerilla ya da “derin devlet” gerçeği ve bu gerçeğin gizlenemez hale gelişidir.
“Çeteler” o denli dile düşmüştür ki, TÜSİAD’la başlayıp sistemin hemen tüm kurumlarına sirayet ederek, büyük sermayenin sözcü ve temsilcilerinin ağzından “temizlik” ihtiyacının dile getirilmesini ve sorunla ilgili “temizlikçi” tutum alınması görüntüsüne bürünülmesini zorunlu kılmıştır. İş o noktaya gelmiştir ki, büyük sermaye bu fırsattan, sistemin siyasal örgütlenmesinin ya da devletin yeniden yapılandırılmasına girişmek bakımından yararlanmaya yönelmektedir.
Oysa, rantçılık, spekülasyon, kara para ilişkileri büyük sermayenin önemli bir dayanağı ve kapitalizmin temel bir yönü olarak ağırlık kazandıkça, kaçınılmaz olarak kendi tarzını ve örgüt türlerini dayatır, nitekim dayatmıştır. Kara para işlemleri, kayıt-dışı ya da yeraltı ekonomisi, gangsterlere, mafyaya çıkarılan çağrı, onların sisteme dâhil edilmesi demektir. Nitekim kara para ekonomik yaşamda dev büyüklükler kazandığında, önceleri sistemin dışına itilmiş halde ya da kenarlarında işlevleri olan gangsterler ve mafyacılar, sistemin göbeğinde yer almalarını kaçınılmaz kılan önem kazanmışlardır.
Korkmaz Yiğit gibi trilyonlarla oynayan bir türedi holding sahibinin, kaynağı belirsiz servetiyle, Bank Expres’i ve birkaç TV kanalını satın aldıktan sonra, özelleştirilmekte olan Türk Ticaret Bankası’nı elde etmek üzere, Çakıcı’nın yardımına başvurması doğallaşmıştır. Sorun, Yiğit’in hırsının gözünü bürümesi ve tedbirsiz hızından dolayı çıkmıştır. Türk Bank ve Çakıcı ile olan ilişkilere, Cumhurbaşkanı’nın en yakınlarından Kamuran Çörtük’ün doğrudan karışmış olduğu gazetelerin manşetlerine yansımıştır.
Cumhurbaşkanı’nın kardeşi Hacı Ali Demirel’le yakını Cavit Çağlar’ın azmettiriciler olarak adlarının karıştığı büyük kara para tüccarlarının sansasyonel şekilde öldürülmeleri türünden olaylar, hem sıradanlaşmış hem de isimleri gazete manşetlerini süslemesine rağmen fail olarak adı geçenlere soruşturma bile açılmamıştır.
Turgay Ciner ve ilişkileri bir başka örnektir. Kumarhaneci Topal’ın adına çalıştığı ileri sürülen bu kişi, önce özelleştirilen HAVAŞ’ı kaynağı belirsiz parayla satın almış, kara para işlemlerini düzenlemek için Kıbrıs’ta kurulan bir bankaya ortak olmuş, son olarak da, İş Bankası ve bir dizi büyük şirketle birlikte oluşturulan konsorsiyum çerçevesinde özelleştirme ihalesine girdiği Türkiye’nin en büyük şirketlerinden olan POAŞ’a sahip olma yoluna girebilmiştir.
Topal’ın ilişkileri ise bilinmektedir. En son, “kasası” olarak adı geçen Aliye Kara, DGM’ye, Topal adına ANAP’lı, DYP’li ve SHP’li bakan ve bakanlık müsteşarlarına verdiği kara paralarla kara para işlemlerini yürüttükleri yolunda ifade verdi.
Bütün bu ilişkiler, Emniyet’in en üst düzey görevlilerinin katılımıyla yürütülmüştür. Malki’nin öldürülmesinde, sonradan tayin edildiği İzmir Emniyet Müdürlüğü’nden alınan Bursa Emniyet Müdürü’nün doğrudan yer alması gibi… Çatlı’nın Hüseyin Kocadağ’la birlikte “operasyonlar” düzenlemesi gibi… Özel Harekât Timi Başkan Vekili İbrahim Şahin’in bütün karanlık işlerin göbeğinde olması gibi.
Emniyet’in bu ilişkilerde doğrudan rol oynaması hiç de anormal değildir. Üstelik zorunluluktur. Gangsterlerin büyük kapitalistlerle bu denli içli dışlı olup işlerini yürütmeleri, kapitalistlerin güvenlik örgütlenmesi olan Emniyet’in ve “işler” gizli olduğu için, gizli istihbarat kuruluşlarının yalnızca bilgisi değil işbirliği olmadan sağlanamaz.
Bakanların, milletvekilleri ve yüksek bürokratların, bu ilişkilerin doğrudan içinde olmaları anormal değildir. Üstelik zorunluluktur. Başka nedenler bir yana, özelleştirme ihalelerinin devletin en yüksek katlarında kararlaştırılıyor oluşu ve nedense tüm ihaleleri Ciner ve Korkmaz türü türedi kara para zenginlerinin kazanmaları, bu zorunluluk hakkında fikir vermek için yeterlidir.
Dolayısıyla globalleşmeci politikaların yalnızca işi ve ekmeğine bir saldırı olması nedeniyle değil, ürettiği ya da yolunu açtığı ve beslediği karanlık ilişkilerin -hem globalleşmeci politikaları “kararlaştırıp” uygulayıcı hem de “iş bitirici” dâhil oluşlarıyla- ayrımsız tüm düzen partilerini ve -askeri, polisiye ve sivil- devlet kurumlarını içine alması nedeniyle, işçi ve emekçilerin nefretini kazanmış ve onları düzen partileriyle birlikte düzenden soğutucu, uzaklaştırıcı ve düzene karşı mücadeleye tahrik edici bir rol oynamasında anlaşılmayacak bir şey yoktur.
Çeteler sorunu, emekçi kitleleri düzenden uzaklaştırıcı bir etkendir; başka nedenlerle düzenden soğumayı da hızlandırmaktadır.
En başta bu nedenle -ve kuşkusuz, karanlık ilişkileri bu denli yoğunlaşarak çığırından çıkmış bir kapitalizm kendilerine de zarar vermeye başladığı için Koç ve Sabancı gibilerinin tepkisini de çektiği için- itibarını korumak isteyen her kurum, “çetelere karşı” ve “temizlik yanlısı” görünme çabasındadır. MGK, bu nedenle “ülkücü mafya”yı “öncelikli tehlike” saymıştır. Yediği yumruğa bile tepki göstermekten korkan M. Yılmaz, bu nedenle “çetelere karşı savaş” açmıştır! Ancak Sabancı gibilerini ne denli “rahatsız” etse de, “çetelere karşı savaş” görüntüsü altında yalnızca çetelerin ayaktakımı, tetikçileri harcanmakta, ancak en aşırı ve teşhir olmuş ilişkilerin temsilcisi K. Yiğit türü “arkası olmayan” safralar atılmaktadır. Yoksa Ağar başta olmak üzere, Şahin, Veli Küçük, Çörtük, Cavit Çağlar, Hacı Ali Demirel, Yahya vb. hatta sırtları sağlam olduğu için Topal’ın tetikçileri özel timciler bile serbestçe ortalıkta dolaşmaktadır. Bugünkü işbirlikçi tekelci kapitalizmin üzerine kurulu olduğu ilişkiler daha ötesine izin vermemekte, kapitalizm kaçınılmazlıkla kendi kiri ve karanlığını koşullandırmaktadır.

AHLAKİ ÇÜRÜME VE SKANDALLAR DA DÜZEN PARTİLERİNDEN KOPMAYA VE DÜZENDEN SOĞUMAYA GÖTÜRÜYOR
Globalleşmeci politikalarla rantiyenin dev gelişmesi ve mali sermaye egemenliğinin büyümesinin yol açtığı, sınıf mücadelesi koşullarını önemle etkileyen ikinci olgu, çığırından çıkmış skandal yığınağıdır.
Belediyeleri ve merkezi yönetimiyle, hükümetteki ve muhalefetteki bütün düzen partilerini kapsamak üzere, yönetsel aygıtı sarıp sarmalayan skandallar, emekçi kitleleri en geri bireyine kadar etkileyen ve düzen partileriyle yönetsel aygıttan, düzenden soğutan, kopuşa götüren temel bir rol oynamaktadır. Skandal batağında debelenmeyen, kitlelerin gözünde temiz ve dürüst kalan bir parti yoktur. Eskiden kazandığı “dürüst” sıfatıyla Ecevit bir tarafa bırakılırsa, temiz ve dürüst bir lider de yoktur. Çiller’iyle DYP, Yılmaz’ıyla ANAP, Erbakan’ıyla RP ya da FP, Baykal’ıyla CHP, DTP’si, MHP’si, tümü parasal skandallarıyla emekçi kitlelerin gözünden düşmüşlerdir. Hiçbir düzen partisinin bu açıdan bir başkasını suçlayacak hali kalmamıştır. “Tencere dibin kara, seninki benden kara” örneği, tümü bu yönleriyle de benzeşmişlerdir. Bu, herhangi bir düzen partisinin diğeri aleyhine kitlelerin umudu olamamasına ve güç toplayamamasına götürmüştür. Ve bu nedenle, partilerinin gözden düşmesi, düzenin de gözden düşmesine götürmektedir. Herhangi bir parti aracılığıyla, dolayısıyla düzen içinde taleplerine çözümler bulunamayacağı fikri (emekçiler pratikleriyle zaten düzen partilerinin kendi taleplerine ilgisizliklerini deneyden geçirmektedirler), emekçi kitleler arasında yaygındır ve yayılmaktadır. Partileri aracılığıyla kitleleri kendisine bağlayan düzen, bu nedenle de, emekçileri kendisine çekme özelliğini kaybetmektedir.

KRİZ İSTİKRARSIZLIĞI KÖRÜKLEYİCİ BİRİKİMLERE YOL AÇIYOR
Türkiye’yi de sarmaya başlayan kapitalizmin krizi, şimdiye kadar çeşitli yönleriyle sözü edilen hastalıklı yapıyı silkelemektedir.
Yakın zamana kadar, ihaleye fesat karıştırmaktan bakanlığı alınan Güneş Taner başta olmak üzere, devletin yüksek katlarından, yüksek perdeden edilen “Rusya’daki kriz bizi etkilemez, etkilemiyor” lafları sona ermiş; çıplak gerçek, hemen tüm kapitalistler ve devlet yöneticileri tarafından kabullenilmiştir. Sabancı “yangın var” demekte, Rahmi Koç “Ateş bacayı sardı, Sabancı doğru söylüyor” diyerek onu desteklemekte, Ege Bölgesi Sanayi Odası Başkanı Kani Aydoğdu “Anadolu kaplanları kediye döndü” açıklamasını yapmaktadır. Aynı bölgenin sanayicilerinin itirazı “kedi”yedir, kendileri için “fare” benzetmesini kullananların sayısı artmaktadır.
Tekstil başta olmak üzere çok sayıda küçük ve orta boy işletme kapanmış, yakın zamana kadar üzerinden teoriler geliştirilen KOBİ’ler ilk ağızda ciddi telefat vermeye başlamıştır.
TOFAŞ ve Oyak-Renault başta olmak üzere otomotiv sektörü, hem krizin bir göstergesi hem de krize karşı önlem olarak, ücretli izinlere başvurma da dâhil çalışma saatlerini kısaltarak kapasite kullanımını düşürme yoluna gitmiştir.
Kökeninde, üretim fazlalığı ve stokların birikmesi, üretimin tüketime dönüşmemesi ve dolayısıyla yeniden üretimin koşullarında zafiyet oluşması yatan kapitalist krizin temel göstergesi kapasite kullanımında düşmedir. Ancak, kapasite kullanımında düşme, bir kriz göstergesiyken, aynı zamanda hemen ardından gelen işçi çıkarmalarla birlikte, krize karşı alınmış önlemlerdir de. Bununla birlikte, düşüş, yalnızca otomotiv sektöründe değil, belki bir-iki istisna ile tüm sektörlerde yaşanmaktadır. Tekstilde, atölye ve hatta fabrika kapatma, yani kapasite kullanımının sıfıra düşmesi küçümsenmeyecek boyuttadır. Çalışan işletmeler ise son derece düşük kapasite ile çalışmasını sürdürmektedir. Tekstil üretiminde bir önceki yıla göre yüzde 22 gerileme var. Aynı gerileme oranı, metal sanayisinde 7,2, makine sanayisinde 4’tür. Lüks villaları da içine almak üzere satışlar durma noktasına geldiğinden inşaat sektörü çöküştedir. Devlet harcamalarında zorunlu tasarruf en başta yeni yatırımların durdurulması şeklinde ortaya çıktığından, devlet ihalelerinde düşüş de, inşaat sektörünü ciddi biçimde etkilemiştir. Ekonominin sürükleyici sektörü olarak sözü edilen inşaat sektörünün bu durumu, ekonominin bütününün de bir göstergesidir.
İşsizlikte artış, işçi çıkarmaların büyümesi, ekonomik durgunluğun hem göstergesi hem de kapasite kullanımı düşüşü ve durgunluğun sonucudur; ama bunlarla birlikte, kriz psikozundan yararlanarak, hem krize karşı hem de fazlalık oluşturmaya başlayan bir yükten kurtulma önlemi olarak uygulanmaktadır. İşletme kapatma, bir önceki adım olarak ücretsiz ve daha kabul edilebiliri olarak ücretli izin, fiilen işsizliğin artması anlamına gelmektedir ve kapitalistlerin krizin yükünü işçilerin sırtına yıkmada ilk akıllarına gelen yoldur. İşletmesini kapatan spekülasyona, borsa oyunlarına vb. yönelme yoluna gitmektedir. Olağan dönemde de gelirlerinin büyük bölümünü rant gelirleri olarak bu tür yollardan sağlayan kapitalistlerin krize bu “çözümü” bulmaları yaygın uygulamadır.
TOBB verileri, son dönemde işten atılan işçilerin çalışan, işçi sayısının yüzde 10’una ulaştığını göstermekte; DİE ise, yılın üçüncü üç aylık döneminde yalnızca imalat sanayisinde çalışan işçi sayısının yüzde 0,9 azaldığını açıklamaktadır. DİE; kamu sektöründeki işçi sayısında yüzde 6,6 düşüşe işaret etmektedir. Türk-İş Başkanı, son dönemde 600 bin işçinin işten atıldığını belirtmektedir.
Kapitalizmin krizi Türkiye’yi ciddi biçimde etkilemeye başlamıştır ve kriz, izlenen globalleşmeci politikalarla azdırılmıştır. IMF ve Dünya Bankası tarafından yönlendirilen ve gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin uyguladığı, esnek çalışma dayatması, işçi ve memura sıfır zam artışlarıyla dillendirilmiş olan düşük ücret ve maaş politikası, personel giderinin azaltılması, yatırımların sınırlandırılması, hatta durdurulması, tarım ürünlerine sübvansiyonlardan vazgeçilmesi ve rantiyeyi besleyen, “taze para” peşinde yüksek faizli iç ve dış borçlara başvurulması gibi yönleriyle tanımlanabilecek ekonomi politikalarıyla ekonomik istikrarsızlığın tırmanması ve kriz birikimi kaçınılmazdı. Yatırımlar kasılır ve işçinin ücreti, memurun maaşı, köylünün ürün bedeline göz dikilip alım gücü düşürülürse, üstelik temel bir politika olarak iş güvencesiyle oynanırsa, sonuç, önceden bellidir.
Şimdiyse, kendi katkılarıyla erken gelen ve yıkıcı potansiyeli yükselen krizden korkuyorlar. Hem en küçüklerinden başlayarak bir dizi kapitalistin iflasa sürükleneceği ve küçülmeye zorlanacakları için… Hem de emekçi kitlelerin düzene karşı yükselecek nefretinin koşulları olgunlaşmakta olduğu için…

KRİZİN YÜKLERİNİ EMEKÇİLERE YIKMAYA ÇALIŞAN KAPİTALİSTLER, ONLARI DÜZENDEN KOPARACAK NESNEL TEMELİ GENİŞLETİYOR
Kriz, bölüşümün temelini daralttığı, o, örneği çok verilen paylaşılma konusu olan “pasta”yı küçülttüğü için, bölüşüm kavgasını daha da zorlu kılar. Bu, ilk veridir. İkincisi ise, kavgayı büsbütün zorlu hale getirici niteliktedir: Büyük tekelci kapitalistlerin kriz karşısındaki tutumları, krizin yüklerini emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmaktır. Sabancı “işçi çıkarmaya başlayacağız, birkaç ay önce bu noktaya gelineceğini söylüyorduk, şimdi o noktaya geldik” diyor, Koç da, “üretimin daralması sürerse başka yol yok” diye ekliyor. Krizin ya da üretimin daralmasının sorumlusu işçi ve emekçilermiş gibi, iki büyük patron da işçileri aslanın ağzına atmakta birbirleriyle yarışıyorlar. Üstelik henüz kendileri krizden pek o kadar etkilenmemişken, yalnızca gelişmekte olan krizin gürültüsünden yararlanarak işçiyi cezalandırıcı fetvalar veriyorlar. Daha krizin gürültüsünden bile işçilere saldırıp kârlarını artırmak üzere yararlanmaya gidiyorlar.
Aynı şekilde büyük emperyalist devletler, krizin (ve/veya Koç ve Sabancı’nın yaptıkları gibi, krizin gürültüsünün) yüklerini egemenlik alanlarındaki ülkelere yıkarlar. Bu, tüm emperyalist dayatması politikaları harfiyen kabullenip uygulayarak bir açık pazar ülkesi haline gelen Türkiye açısından özellikle geçerlidir. Emperyalistlerin aktardığı yüklerin de Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin değil, ama onun yıkmaya çalıştığı kendi krizinin yükleriyle daha da artarak Türkiye emekçilerinin sırtına yüklenmeye çalışılacağı kesindir. İşbirlikçisi Koç ile birlikte Ford’un, SEKA fidanlığına karşılıksız el koyması hatırlanırsa, krizin yüklerini Türkiye emekçilerinin sırtına yıkma açısından emperyalistlerin neler yapabileceği tahmin edilebilir.
Krizin (ve bundan yararlanarak yeni saldırılarının) yüklerinin, en başta işsizliğin büyümesi, işten atmaların artması, sıfır zam türü dayatmalarla ücret ve maaşların gerçek değerinin ve alım gücünün daha da düşürülmesi ve çalışma olanağı bulabilenlerin esnek çalışmayla, kalite çemberleriyle işçiler arasında, büyüyen işsizlikle işsizler ile rekabet körüklenerek en kötü ve en zor koşullarda çalışmaya zorlanması, yoksulluk, sefalet ve son yıllarda belirgin biçimde görülmeye başlayan açlığın artması gibi yollarla emekçilerin sırtına yıkılması tutumunun sonuçları yıkıcıdır. Yalnızca kayıt memuruymuş gibi, karşı tutumlar geliştirmek üzere önayak olma yerine sadece rakam açıklayan Türk-İş Başkanı Bayram Meral’in son kriz döneminde işten atılan işçi sayısının 600 bin olduğunu bildirmesi, durumun vahametini göstermektedir. Öte yandan, işçi ve emekçilerden ağız birliğiyle “fedakârlık” istenirken, bankalara bir gecede trilyonların destek olarak sunulması, yine durumun vahametini ortaya koymaktadır. İşçi ve emekçiler, bunlara katlanmayı kabullenmeyeceklerdir.
İşbirlikçi burjuvazinin krizin yüklerini işçi ve emekçilerin sırtına vurmayı başarması durumunda, krizin sonuçları daha da yıkıcı hal alır ve yıkılacak yükler büyür. Bu sürecin sonu yok gibidir. Emekçilerin ölümlerden ölüm beğenmesi anlamına gelir. Üretimin düştüğü en diplerde bir noktada, milyonların işsizliği ve tahammül edilmez sefalet ve açlık ortamında kapitalist ekonomi kendisini yeniden toparlama eğilimine girer ki, bu noktaya kadar, emekçilerin açlıktan ölümler dâhil göreceği zarar korkunçtur.
Ve bütün “krizin aşılması için fedakârlık” çağrı ve propagandalarına rağmen tarihin hiçbir zamanında ve dünyanın hiçbir ülkesinde işçi ve emekçi kitleler gönüllü olarak krizin yüklerini yüklenmeyi kolay kolay kabul etmemişlerdir. Zor dışında bunun Kesin bir yolu keşfedilememiştir.
Bu, Türkiye açısından da doğrudur. Kanaatkârlık ve kaderciliğin de bir sınırı vardır. Bu iki özellik Anadolu insanının karakterinde vardır; ancak büyük burjuvazi buna bel bağlayacak kadar budala değildir. Çünkü işsizlik ve açlık gibi dertlerin tek ilacı vardır: çalışacak iş, yiyecek ekmek temin etmek. Ölünceye kadar açlığa tahammül gösterme çözümü, belki tek tek kişiler için geçerli olabilir; ama kitleler söz konusu olduğunda, bu çözüm, çözüm olmaktan çıkar.
Krizin ağırlaştırdığı yaşama (ve çalışma) koşulları ve büyük burjuvazinin krizin yüklerini emekçilerin sırtına yıkma çabasının bu koşulları tahammül edilmez ve katlanılamaz kılması, emekçileri düzenden uzaklaştırıcı ve kendinden yana çözümler arayışına itici, kendi gücünün farkına vardırın nesnel temelin genişlemesi ve etkin hale gelişi demektir. İşçi ve emekçiye, sahiplenmeleri için, kendilerini, kriz koşulları ağırlaştırdıkça daha çok dayatan iş, ekmek ve özgürlük gibi taleplerin yaşamsal önemlerinin artışı, emekçileri, kendi talepleriyle mücadeleye atılmaya zorlar ve bütün kurumlarıyla bu taleplerin karşısında yer aldığı gibi, bu talepleri var eden temeli de her gün yeniden ve yeniden üreten düzeni hedef edinmeye yöneltir. Nesnel durum ve gelişmeler bu yönde bir eğilimi beslemektedir.
600 binlik kamu işçileri kitlesinin içine girdiği toplu iş sözleşmesi dönemi bu açıdan önemlidir. Bu dönem, sıfır zam dayatmasıyla karşı karşıya olan, üç konfederasyona üye en az 70 bin tekstil işçisinin TİS dönemiyle çakışmıştır. Tekstil patronları daha canhıraş bağırmakta ve lokavtın sözünü etmektedir. Ve ne sendika bürokrasisinin yönetimindeki Türk-İş kamu işçileri adına bir “fedakârlık”ı kabul edebiliyor, ne de hâlâ “ideolojik sendikacılık yaptırmam” diye tepinen Zeki Polat’ın yönetimindeki Teksif, patronlardan gelen sıfır sözleşme dayatmasına olur verebiliyor. Korktukları, metal sözleşmesinde Türk Metal’in başına geldiği gibi, işçilerin dünyayı başlarına yıkması tehlikesidir. Daha metal işkolundaki istifalar döneminde Bursa Teksif Şube başkanı, sözleşmeyi patronların istediği gibi bağıtlama niyetini ve ama başına gelecekler konusundaki korkusunu açıkça dile getirmiştir. Sermayenin ve bürokrasinin bütün baskısına karşın, işçileri mücadeleci bir eğilime ve ferman dinlememeye iten, koşulların ağırlığıdır.

DÜZEN PARTİLERİNİN TÜKENİŞİ VE İDEOLOJİK DEMAGOJİ İHTİYACI
Peki, işbirlikçi burjuvazi ve politik temsilcileri, emekçi kitleleri düzenden kopmaya ve kendilerine karşı mücadeleye iten koşulların ağırlığı altında ellerini kollarını bağlayıp bekleyecek ve kitlelerin düzenden kopuşunu seyredecekler midir?
Böyle davranmadıkları ve davranmayacakları kesin.
Koşullar, çok yönlü olarak, emekçilerin düzen partileri ve kurumlarından koparak düzen dışına sürüklenmeleri yönünde etkide bulunmaktadır. Burjuvazinin ve birbirlerinin başarısızlıklarını kendi lehlerine kullanarak politik temsilcilerinin, demagoji yoluyla, emekçilerin taleplerini istismar edip onları kendi yedekleri haline getirmelerinin nesnel temeli, neredeyse sıfır büyüklüğe küçülmektedir. Herhangi bir düzen partisi, ne iş vaat edebilmektedir ne sefaletin dizginleneceğini ne de örneğin özelleştirmelerin durdurulacağını; üstelik kıyısından köşesinden çekiştirerek vaat etseler bile, inandırıcı olmayacağını biliyorlar. Ancak, aldatıcı demagoji ve vaat potansiyel ve inandırıcılıklarındaki bu nesnel daralma, bütün olanaklarının tükendiği anlamına gelmiyor.
Çözümlerinin, krizin yüklerini emekçilere yıkmak olduğu kesindir. Önemli olan, bunu nasıl yapabilecekleridir. Bugün politikacılarına en çok düşen ve en büyük görev, bunu başarmaktır. Burjuva politikacılardan beklenen, sermayenin bu derdine çözüm bulmaktır.
Bunun bir yolu, zordur. Ancak zor her şeyi halletmez. Süngünün üzerine oturulmaz. Zorun örgütlenmesi ve emekçilerin sefalet içinde yaşamaya zorla “ikna edilmesi” için de, öncesinde, emekçilerin aldatıcı amaçlarla etki altına alınması, en azından tarafsızlaştırılması zorunludur. Sindirme ve bastırma aracı olarak örgütlenmiş zorun, hayali ve geçici de olsa, örneğin 12 Eylül’ün “kardeş kavgasını önleme” gerekçesi gibi bir gerekçeye ve onun görece inandırıcılığına dayalı olarak sağlanacak belirli bir “toplumsal meşruiyet”e ihtiyacı vardır. Yoksa zor, kendini alt edecek karşı zoru doğurur ve ters teper.
Sonunda zor kaçınılmaz olacak bile olsa, böylelikle başlangıçtaki noktaya dönülür: Emekçilerin, aldatılmanın daraltılmış nesnel temelinde, yine birtakım demagojilerle aldatılıp etki altına alınması, kendilerince sınavdan geçirilmemiş yol ve yöntemlerle büyük sermaye lehine alınacak önlemlerle kazanılıp yedeklenmeleri, en azından bölünüp parçalanarak güçten düşürülmeleri ve tarafsızlaştırılmaları ihtiyacı ortadan kalkmaz.
Koşulların, işçi ve emekçileri düzenden koparma ve kendilerine ve politikalarına karşı mücadeleye itme yönünde birikimlerle dolu olduğunu, düzenin temsilcileri, en başta itibarı bugün için en yüksek olan ordunun generalleri de görüyor ve sınavdan geçiriyorlar. Ama pes etmedikleri, etmeyecekleri de kesindir.
Birer Anadolu insanı olan işçi ve emekçilerin kaderci, kanaatkar ve benzeri özellikleriyle geleneksel önyargılarını pohpohlayıp kışkırtarak kendi lehine kullanmak üzere işbirlikçi burjuvazinin tüm demagoji maharetini göstereceği tartışma götürmez.

DİNSEL VE MİLLİYETÇİ ÖNYARGILARA DAYALI DEMAGOJİLERİN OLUŞTURDUĞU TEHLİKE KARŞISINDA UYANIKLIK GEREĞİ
Son süreçte, bu tür demagojilerle toplumun önemli ölçüde hareketlendirilebildiğinin iki örneğine tanık olundu. Kitlelerin en azından, belirli bölümlerinin demagojik sloganlarla kendi çıkarlarıyla ilgisiz olarak ve aslında doğrudan kendi birlik ve beraberliklerinin bozulması yönünde etkilenebildikleri bir kez daha görüldü. Hareketlendirici demagoji unsurları, bir tarafta büyük burjuvazi ve karşı tarafta emekçi halk olmak üzere çatışma halindeki iki belli başlı güç ve aralarındaki çatışma konularından birinden çıkarılmadı. Söz konusu demagojik kampanyalar, özelleştirme, işsizlik ya da krizin yüklerinin kime yıkılacağı üzerinden geliştirilmedi. Sınıf mücadelesi gerçeğinin bu tür asli alanının sorunları, sermayenin demagojik kampanyaları açısından hemen tümüyle tıkanmıştır, işbirlikçi burjuvazinin, genelkurmayı durumundaki askerler eliyle yönetilen son iki kampanyası da, halkın geleneksel önyargılarından güç alan ideolojik alandan yükseltilmiştir.
İlki üzerinde duruldu: “Şeriata karşı savaş” kampanyasıyla, işçi ve emekçilerin, bölünerek, bir kısmının generaller diğer kısmının da şeriatçılar ardında safa sokulup düzene karşı güç oluşturmaları önlenmeye çalışılmıştır. Kampanya, demagojik amaçlarla, dinsel ve Kemalist laiklik önyargıları üzerine kurulmuştur. Emekçiler, sınıf güdüsüyle bölünmeden kaçınmaya çalışmış, önemli ölçüde bu oyuna gelmemiş, ancak yine de işbirlikçi burjuva gericilik bu kampanyadan belirli bir kazanç sağlamıştır.
Kampanyanın emekçiler açısından kazanımı ise, belirli bir bağışıklık sağlamış olmasıdır. Bundan böyle, hem Kemalist şeriat karşıtlığı fazla prim yapmayacaktır; hem de işbirlikçi gericiliğin gerçek genelkurmayı olarak emekçilere karşı savaşı da yönetecek olan askerlerin bu savaşta dinsel önyargıları istismara yönelmesi problemlerle karşılaşacaktır, zorlaşmıştır.
İkinci demagojik kampanya, Öcalan’ın İtalya’ya gidişi ile başlatılan ve halkın milliyetçi önyargılarına seslenen şovenizmin körüklenmesi kampanyasıdır.
Dini önyargıların yanında ulusal önyargılar, sınıflar ve sınıf mücadelesini perdeleyen, toplumun sınıf çatışmasına bağlı olarak kutuplaşmasını, sınıfların kendi belirginleşmiş ve kesin tanımlanabilir güç ve olanaklarıyla açıkça karşı karşıya gelmelerini erteleyebilen, işbirlikçi gericiliğe sınıf mücadelesini saptırıcı, emekçi sınıfları bölücü olanaklar sağlayan iki ciddi demagoji kaynağı durumundadır.
Son şoven kampanya ile emekçilerin, “şeriata karşı savaş” kampanyasıyla elde edilebilenden daha fazla etki altına alınabildiği ve bölünebildiği görülmüştür. Kürt milliyetçiliğiyle de beslenen bu kampanyanın ciddi başarılar kazanması, Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapan sağduyu çağrılarıyla bir ölçüde engellenebilmiş; ancak hem Türk ve Kürt emekçileri bölücü hem de tahrik edilen milliyetçiliğin rüzgârıyla büyük burjuvazi ile halk arasındaki çatışmayı yatıştırıcı özellikleriyle emekçi kitlelerin enerjilerini düzen içi kanallarda yok yere heder ederek düzenden kopuşlarının önünü kesici belirgin niteliğiyle işbirlikçi gericiliğin belki de en önemli silahı olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.

ULUSAL SORUNDA YENİ İNİSİYATİFİN KOŞULLARININ OLUŞMASI
Milliyetçi önyargıların üzerinde hareket ettiği ulusal sorun gerçeğinin bugünkü somut şekillenişi ve olası gelişme eğilimi bu nedenle önemlidir ve yalnızca bu nedenle olsa bile, üzerinde durulmaya değer.
Silahlı Kürt milliyetçi hareketi belirgin bir gerileme içindedir. Ordu, askeri alanda ciddi sayılacak başarılar kazanmış, PKK’nin silahlı kolunun harekât alanını son derece daraltmış ve onu marjinal küçük grup eylemleri yapma çizgisine geriletmeye yönelmiştir. Kuşkusuz, PKK hâlâ, önemli bir kitlesel desteğe sahiptir ve kolaylıkla bu duruma düşeceği varsayılamaz. Ancak gelişmelerin bu yönüne işaret edilmelidir.
Ordunun ikinci başarısı, Öcalan’ın Suriye’den çıkmaya zorlanarak, örgütünden, tutmaya çalıştığı cephe hattından ve cephe gerisinden koparılmasıdır. Ancak bu başarı, Kürt sorununun bugünkü şekillenişi bakımından, belki de daha büyük probleme yol açma niteliğindedir.
Öcalan’ın Avrupa’da oluşu, işbirlikçi gericilik açısından, belki de Suriye’de bulunmasından daha olumsuz sonuçlara gebedir. Öte yandan aynı olumsuz sonuçlara gebelik, PKK açısından da, ondan aşağı kalmamak üzere, geçerlidir.
“Sorun, işbirlikçi gericiliğin korkulu rüyasını oluşturan yönde gelişmekte, eskisinden daha çok büyük emperyalist devletlerin müdahalesine açık hale gelmekte, başka bir deyişle uluslararasılaşmaktadır.
Bu, Öcalan ve PKK’nin, emperyalist devlet başkanlarına yazılan mektupların ve yapılan diplomasinin ortaya koyduğu, Kürt sorununun çözümünde -Türk halkına güvensizlikten ve acil yardım beklentisinden kaynaklanarak- emperyalistlere bel bağlama eğilimini, niyeti ne olursa olsun, çoğaltacak bir gelişmedir.
Kuşkusuz, İtalya, daha çok da Almanya ve Fransa’nın plan ve politikalarının, görünüşte yasalarıyla ve onlara can verdiğini iddia ettikleri demokrasi ve hukuk normlarıyla sınırlandırılmış olduğu söylenebilir. Ama onlara hareket özgürlüğünü, tam da bu ikiyüzlü demokrasi ve hukuk normları vermektedir. Şimdi bu emperyalist ülkeler, Türkiye ile olan ilişkilerinde Öcalan’da temsil edildiği iddiasında bulunabilecekleri “Kürt kozu”nu kullanabilme imkânına sahip olmuşlardır. Gelişmeler, biraz tehlikeli olan ve ucu kendilerini de yaralayabilecek bu kozu kullanmaya yöneldiklerini gösteriyor. Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için Kürt sorununu çözmesi şartını koyan son AB Konseyi kararı, bunun göstergesidir.
İtalya’ya karşı yürütülen şoven kampanyaya, İtalyan mallarının boykotuna vb. bakarak yanılmamak gerekiyor, işbirlikçi gericiliğin, en büyük ticaret, ortağı, ekonomisine milyarlarca marklık sermaye yatırımı yapmış, milyonlarca işçisinin ikinci vatanı Almanya başta olmak üzere Fransa ve bütün olarak Avrupa’ya karşı aynı biçimde davranması imkânsızdır. Böylece, işbirlikçi burjuvazi tarafından da bu denli Öcalan’la özdeşleştirilmiş Kürt sorununun kaderi, ince emperyalist politik manevralar ve diplomasi oyunlarından eskisinden daha çok etkilenecek demektir.
Avrupalı emperyalistlerin ellerindeki bu kozu ve onun üzerinden yürütmeye yöneldikleri Kürt sorunundaki manevralarını dengeleyecek güç, ABD emperyalizmi ve Türkiye ile ilişkileridir. Ancak “güvenilir müttefik” ABD, işbirlikçi gericiliğin bu hayati sorununda güvenilmez müttefikidir. Türkiye gericiliği, başından beri, Kürt sorununda ABD ve politikalarına kuşku duymuştur ki, bunda haksız sayılmaz.
Sorunun 10–15 yıllık gelişmesi bir yana yakın zamandaki durumuyla ilgili ABD politikaları, işbirlikçi gericiliği ürkütücüdür. Birkaç ay önce Barzani ile Talabani’yi kendi gözetiminde ABD’de bir araya getiren Amerikan emperyalistleri, bir taraf olarak Türkiye’yi çağırmadıkları toplantıdan Kuzey Irak’ta federal bir Kürt devleti kuruluşunun çağrısını çıkardılar. İşbirlikçi gericilik, “federal devlet” değil “federal devlete açık” bir gelişme yorumuyla yaklaştığı toplantı sonuçlarını, ABD’nin de onayıyla Barzani ve Talabani ile yaptıkları görüşmelerle önceki politikalarıyla uyum içinde göstererek tatmin olma ve mecburen, “Ankara sürecine aykırı değil” şeklinde sunma yolunu seçti. Oysa bal gibi, “Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı” biçiminde formüle edilen Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına karşı Türk teziyle uyum içinde olmayan bir gelişme söz konusuydu ve yürütücüsü ABD idi. Amerikan emperyalistleri ile ilişkilerinde, inisiyatif hiçbir zaman ellerinde olmayan Türk işbirlikçileri, efendilerinin “zaman içinde nasıl olsa ikna olurlar” yaklaşımıyla ilişkilerinin geleceğini gözeterek yarım ağızla kendilerinin çıkarlarını da hesaba katar gibi yaptıkları bölgeye yönelik Amerikan planına duydukları kuşkuyla, şimdi, “inşallah, Kürt federe devletinin bileşenleri arasına PKK’yi de katmaz” duasıyla, efendisinin eline bakıyor.
Sonuçta, inisiyatifin, PKK’nin elinden çıktığı kadar, işbirlikçi gericiliğin de elinden çıkma eğiliminde olduğu görülüyor. Ve sorun, başında Öcalan bulunan PKK politikaları ile işbirlikçi gericiliğin karşı politikalarının çekişmesiyle karakterize olan son 15 yıllık şekillenişiyle, emperyalist büyük devletlerin inisiyatifine geçmiş ve bir dönüm noktasına gelip dayanmıştır. Kuşkusuz, hâlâ hem PKK hem de işbirlikçi gericilik, bu inisiyatifin kullanılmasını etkileme, özellikle Amerikalı ve Avrupalı emperyalistlerin bölgeye yönelik planlarının uyuşmadığı noktalarda manevralar yaparak gelişmeleri kendi lehlerine kanallarda akıtmak üzere belirli zorlamalarda bulunma olanaklarına sahip olmaya devam ediyorlar ve bunun bir süre daha böyle sürmesi doğaldır. PKK Kürt milliyetçiliğini, işbirlikçi gericilik de şovenizmi kullanarak hem iç politikayı ve hem de sorunun aktarıldığı uluslararası, yani emperyalist platformları zorlayıcı politikalar geliştirmeye ve eylemlerde bulunmaya çalışacaklardır. Üstelik karşılıklı politikaların oluşturduğu birikim ve çatışma eğilimi taşıyan tabanlar daha uzun süre varlıklarını azalarak da olsa korumaya adaydır. Ancak bir şey kesindir ki, artık Kürt sorununda yeni bir inisiyatifin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir. Ulusal zorbalık ve bunun karşısında ulusal özgürlük talebi, bütün ağırlığıyla ülkenin bugününü ve geleceğini etkilemeye devam etmektedir ve bu alanda güçlü bir iddia olarak ileri sürülmüş alternatifin tıkandığı, bugün özellikle Kürt yoksulları tarafından görülmektedir.
Bu yeni inisiyatifin oluşması hem tarihsel bakımdan zorunludur hem de sorunun gelip dayandığı noktadaki politik koşullar onu zorlamaktadır.
Tarihsel zorunluluk, Kürt illerinde ortaya çıkmış olan kapitalist gelişmeyle ve oluşan hatırı sayılır boyuttaki Kürt proletaryası ile ilgilidir. Bu yeni sınıf, bölgede kendisini eylemli olarak ortaya koymaya başlamıştır; üstelik globalleşmeci politikalar onu ulusal özellikleriyle sınıfsal karşı koyuşa itmektedir.
Kürt sorununun bugün gelip dayandığı nokta, emperyalizmin inisiyatifi dışında ve ancak Kürt işçi sınıfının tutumunda kendisini ifade edebilecek bir karşı koyuş ve çözümü zorlamaktadır. Bir halk, üstelik 15 yıllık yakın bir mücadele geleneğine sahip bir halk, emperyalist çözümü ve köleliği kolaylıkla kabullenmeyecektir. Kürt işçi sınıfının inisiyatifinin önü bu nedenle de açıktır. Ve önü açılan sınıfsal tutumlar geliştirme dinamiğiyle Kürt sorunu, bu kez düzenden köklü kopuşlara gebe durumdadır. Ancak Kürt işçilerin en büyük dikkatlerinin, bir dönem daha, şovenizmin saptırıcılığının bertaraf edilmesine, kapanmakta olan dönemden kalan politik çekişmelerinin en az zararla atlatılmasına hasredilmek zorunda olmak durumundadır. Kuşkusuz, bu alanda en büyük yardımcısı Türk işçiler olacaktır.

OLAĞANÜSTÜ KOŞULLAR VE SEÇİM
Türkiye’de bu olağanüstü koşullarda seçim tartışılmaktadır. Globalleşmeci saldırganlık, ekonomik ve politik istikrarsızlık, kriz ve faşist, dinci ve şoven saldırılar ve saptırıcılık koşullarında seçime gidilmektedir.
Türkiye, uzunca bir süredir Yerel ve Genel Seçimler’e gidilmesi kararının alındığı bir ülkedir. TBMM, seçimlerin, ikisi bir arada, 18 Nisan 1999’da yapılmasını karara bağlamıştır. Ve seçim dönemi fiilen başlamak üzeredir.
TBMM kararına, kâğıt üzerinde yazılı olana bakılırsa, ülke seçime gitmektedir. Ama hâlâ kimse buna inanmamaktadır. Bu, politik istikrarsızlığın ve çözümsüzlüğün temel bir göstergesi de olmaktadır. Alınmış seçim kararına rağmen, Türkiye’nin bir “parlamenter demokrasi” olduğuna ilişkin iddialara rağmen, “bir şey değişmeyeceği” ya da “sonucunun kestirilemediği” gibi yüksek sesle ilan edilen nedenlerle, seçimlere dair belirsizlik hâlâ sürmektedir.
Dile gelen kaygılar, Fazilet Partisi’nin olası yüksek oyları ya da oyların partiler arasındaki bölünmüşlüğüyle yine benzer bir tabloyla karşılaşılması türünden olsa da, sorun, seçimin, işbirlikçi burjuvazinin belli başlı ihtiyaçlarının karşılanmasına, örneğin devletin yeniden yapılandırılmasına araçlık edip etmeyeceği tartışmasında düğümlenmektedir.
Temel sorun, düzen partilerinden kopma ve düzenden uzaklaşma eğilimleri belirginleşen emekçi kitlelerin denetlenmesi ve bu eğilimleri besleyen etkenlerin giderilmesi arayışıdır.
Bu eğilimleriyle emekçi kitlelerin radikal çözümlere ve örgütlere yönelmesi, devrimci politikalara yatkın hale gelmesi, kendiliğinden “sosyal patlama tehlikesi”nin, altında kalınacak bir altüst oluşa dönüşmesi riskini taşımaktadır. Bu, birbirlerine durmadan hep birlikte içinde olduklarını hatırlattıkları “gemi”nin batma ve tümünün boğulma riskidir.

GERİCİLİĞİN TEMEL SORUNU: EMEKÇİLERİ POLİTİKA DIŞINDA TUTACAK MEKANİZMALARIN TAKVİYE EDİLMESİ
Sağın ve “sol”un birliği ve merkezin güçlendirilmesi, bu nedenle yaşamsal önem taşımaktadır ve işbirlikçi burjuvazinin ciddi bir ihtiyacı durumundadır. Bu tür birliklerin, benzerler arasındaki çekişmeyle birlikte kirli çamaşırların ortaya dökülmesini en azından azaltacağı, skandallar vb. türü itici çirkinliklerle “kamuoyu”nun daha az meşgul edileceği doğrudur. Ancak, geçici çözüm anlamına da gelse, merkezdeki birliklerle amaçlanan, daha çok, güçlendirilmiş merkezin, aynı zamanda “umut” merkezi de olması ve toplumdaki radikalleşme eğiliminin önünün alınmasıdır.
Buna rağmen, sağ ve “sol”un birliğiyle asıl amaçlanan bu da değildir. Temel ihtiyaç, kitlelerin radikalleşme eğilimlerinin önünün alınmasıdır; ancak, bu ön alışın çok da gelip geçici olmaması gereklidir. Bu temel ihtiyacın karşılanmasında, sağ ve “sol”un birliğinin, çözüm değil, çözümün aracı ya da çözüm için gerekli birikimin önemli bir yönü olduğu söylenebilir.
Tarih tekerleğinin dönüş yönü düşünüldüğünde, yine kaçınılmaz olarak geçici kalmaya mahkûm, ancak görece daha kalıcı “çözümler”, emekçi kitlelerin politikaya katılmalarını daha kökten önleyici, yalnızca aldatıcılığın unsuru olarak sahte “umutlar” oluşturmayla sınırlanmayan mekanizmaların yaratılması ihtiyacını dayatmaktadır. Bu ihtiyaç, “umut ticaretinin nesnel temelindeki daralmayla daha çok önem kazanmıştır.
Gerçi, örneğin 12 Eylül’ün, yasal ve anayasal düzenlemelerle zırhlandırılıp pekiştirilmiş biçimiyle, devlet örgütlenmesindeki bütün gedikleri kapatarak kitlelerin politika dışı tutulacağı mekanizmaları oluşturduğuna inanılıyordu. Hâlâ devam etmekte olan ve yaşanması kaçınılmaz bir demokratikleşmenin ancak asılmasıyla gerçekleşebileceği 12 Eylül rejiminde, politika bir yana işçi kitlelerin sendikal mücadeleye katılımının bile imkânsız kılındığı, en başta sendikacılar arasındaki yaygın kanaatti. Ancak bu noktada, sınıf mücadelesinin üretkenliği ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin yaratıcılığı bir kez daha kanıtlanmış ve sınıf mücadelesinin önünün sonuna kadar kesilmesinin olanaksızlığı görülmüştür. Tarihin tekerleği hızlı ya da yavaş dönmektedir ve her ötesinin görünmezliğine inanılmış karanlığın ötesinin olduğu yeniden ve yeniden ortaya çıkmaktadır.
Tarihin tekerleği yine hükmünü yürütmüş ve güçlü 12 Eylül mekanizmasının yetersizliği ve takviyelere ihtiyaç duyduğu görülmüştür. Şimdi, işbirlikçi gericiliğin temel ihtiyacı budur.
Bununla, işbirlikçi gericiliğin hiçbir mekanizmaya sahip olmadığı anlaşılmamalıdır.
Düzen partileri ve parlamentonun ötesinde, yaptırım gücüne sahip MGK, Türkiye’de iktidarın asıl sahibi olarak, güçlü bir konuma sahiptir. Bu konum, son olarak bir Başbakanlık kararnamesiyle gündeme getirilen ve MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı çalışarak onun politikaya pratik müdahalelerini kolaylaştıran Kriz Yönetim Merkezi ile daha da güçlendirilmiştir.
Bu iktidar odağı, gerektiğinde 28 Şubat türü müdahaleleri ve devreye soktuğu Batı Çalışma Grubu türü örgütleri kullanarak, çizmeyi asanları hizaya getirme de içinde olma1 üzere’, ülkenin bütün politik yaşamını yönlendirmekte ve yönetmektedir. Üstelik “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” diye bir gizli anayasaya da sahiptir. Tek eksiği, parlamenter politika oyununa doğrudan katılamaması, “devlet partisi” olarak seçimlerde “halkın oyuna talip” olamamasıdır. Doğal ki, elini kolunu bağlayacağı gibi, sorumluluğu aracısız üstlenip yıpranmasına neden olacak bu tür bir “cihazlanma”ya ihtiyacı yoktur, bu hiç gerekli değildir.
Önemli olan, MGK ve onun temel dayanağı olarak ordunun, yıpranmamak üzere perde arkasında kalmaya devam edeceği ve ama politikaya sınırsızca yön verebileceği mekanizmanın yaratılmasıdır. Bu mekanizma ile kitleleri politika dışı tutma mekanizması bir ve aynıdır.
Seçime vb. dayalı olmayan en daraltılmış iktidar organının ülkenin mutlak hâkimi kılınması mekanizması olarak “Başkanlık Sistemi”, şimdi devletin yüksek katlarında en uygun çözüm olarak görülmektedir.
Başkanlık sistemi ile birlikte, parlamentonun “yetkileri” daralacaktır. Bu, kuşkusuz görünüşteki yetkilere dair bir daralmadır; çünkü bugün de yetki parlamentoda bulunmamaktadır. Ancak parlamenter sistem, partiler sistemi olarak, düzen partilerinin çıkar oyunları ve manevralarına, ülkenin politik yaşamını daha çok etkileyecek imkânlar sunmakta ve çok dar bir grupta merkezileştirilmiş iradenin rolünü oynamasını zaafa uğratabilmektedir. Kişisel hırsların da önemli roller oynamasına imkân veren “hür teşebbüse dayalı” kapitalist sistem, riskleri hırs sahiplerini etkilese de, yönetme oyununu güçsüz düşürmekte ve temel olarak çeşitli düzen partilerinde odaklaşmış farklı grup çıkarları ve bunlara dayalı politikaların çekişmesi, merkezi yürütmeyi zora sokmaktadır. Bütün bu “gedikler”, kitleleri düzenden koparıcı nesnel temeli gerilettiği gibi, devrimci partiye onlardan yararlanarak dolaylı yedekleri kullanma ve manevralar yapabilme olanağını sunmaktadır.
Bu nedenlerle, yetkileri daraltılmış bir parlamento ve başkanlık sistemi ihtiyacı büyüktür ve bugünkü politik tartışmaların göbeğinde bu sorun durmaktadır.

PARLAMENTONUN KAPILARININ EMEKÇİLERE TAM KAPATILMASI ÇABALARI
Sorunun önemli bir yanı da, parlamentonun yetkileri daraltılırken, kapılarının da son sınırına kadar emekçilere kapalı tutulması; olası bir istikrarsızlık unsuru olarak, emeğin politikacılarının “yetkisiz” bir parlamento kürsüsünden bile yararlanabilmelerine meydan verilmemesidir.
Seçim sisteminin, bu açıdan yeterince mücehhez olduğu söylenebilir. Yüzde onluk ülke barajı, özellikle küçük iller açısından yüzde ellilere yaran il barajlarıyla emekçilerin ve politikacılarının parlamentoya girebilmelerinin “çıta”sı çok yukarılara konmuştur. Üstelik engellenen öğütlenme özgürlüğüyle, bu “çıta”nın görünenden daha yukarılarda olduğu kesindir. Toplanma ve gösteri özgürlüğünün fiilen izne bağlı oluşunun yanında seçime katılmanın parasal giderlerinin de, emekçilerin politikaya katılma hakkını kısıtlayıcı olduğu ortadadır. Emeğin devrimci partisi de içinde olmak üzere düzene muhalif partilerin, devletin kendi partilerini finanse etmek üzere dağıttığı yardımlardan mahrum bırakıldığı ise, zaten bilinmektedir.
Bu tür 12 Eylül engellerinin kaldırılması için mücadele, devrimci partinin seçim faaliyetinin bir yönü olmak durumundadır.
Ancak, düzenin ihtiyaçlarını, artık bu tür engellerin de karşılamaya yeterli olmadığı ve takviye edilmeleri gerektiği düşünülmektedir. Bütün bu engellerin üstüne, mevcut seçim sistemi, “iki turlu, dar bölge çoğunluk sistemi” olarak değiştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu seçim sisteminde, devrimci partinin her seçim bölgesinde mutlak çoğunluğu kazanması ya da ikinci turda çoğu kez karşısına ittifak halinde dikilecek düzen partileriyle yarışta başarı sağlaması şartı dikilecektir. Bunun, emekçilerin politika dışı tutulması açısından ciddi bir zorlama oluşturacağı bellidir. Seçim faaliyetinin önemli bir yönünü de, bu girişime karşı mücadelenin oluşturması zorunluluğu ortadadır.
Tüm bunların ötesinde, emekçilerin politika dışı tutulması amacının, yalnızca yasal, parasal ve seçim sistemine içerilecek yüksek “çıta” koyuşlarla sağlanmaya çalışılacağını ummak, safdillik olur. Bugünden “Cumartesi Anneleri”ne tahammülsüzlüğün, fabrika ve mahallelerdeki bildiri dağıtımlarına varıncaya kadar devrimci faaliyete yöneltilen saldırıların, linç girişimlerine varan şiddetin kışkırtılması ve özel olarak HADEP’e yönelik tutuklamalarla baskıların gösterdiği gerçek, seçimlerin terörize edilmiş koşullarda yapılacağı ve emeğin politikacı ve militanlarının çok yönlü fiili engellemenin de üstesinden gelmeye hazır olmalarına işaret ediyor. Önümüzdeki seçim ortamına niteliğini, ekonomik ve politik istikrarsızlığın belki de Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ağırlığı vermektedir. Bu niteliğiyle 18 Nisan Seçimleri, önceki bütün seçim dönemlerinden ayrılmaktadır. 1965 Seçimleri’nden başlayarak, iki darbenin hemen öncesi ve sonrası yapılan seçimler de içinde olmak üzere, seçim dönemleri incelendiğinde, görülecektir ki, her seçim dönemi, “demokrasi” laflarının da kolay edilebilmesini sağlamak üzere, bir teamül oluşturarak, görece “serbestlik” ve “demokratik” bir görünüm ortamında yaşanmıştır. Zorlanan koşullarda bir rahatlama sağlanmış, örneğin varsa sıkıyönetimler kaldırılmıştır. Bugünse örneğin OHAL’in kaldırılmasının sözü bile edilmiyor, tersine uzatılıyor. Devrimci bir seçim faaliyeti, seçim sınırlamalarına, barajlara vb. karşı mücadelenin yanı sıra, mutlaka demokrasi mücadelesini, özel olarak OHAL’in kaldırılması ve HADEP başta olmak üzere partilere yönelik baskılara son verilmesi talebini merkezine almak durumundadır.

SEÇİM SİSTEMİYLE YÖNETİM SİSTEMİ DEĞİŞİKLİĞİ KOLAY GÖRÜNMÜYOR
Devletin yeniden yapılandırılmasının unsurları olarak, seçim ve yönetim sisteminin değiştirilmesi zorunlu sayılmaktadır. Ancak istikrarın sağlanması amacıyla tasarlanan iki turlu dar bölge çoğunluk sistemiyle başkanlık sisteminin kendileri de, gerçekleşmeleri sürecinde yeni bir istikrarsızlık unsuru olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeni seçim ve yönetim sistemleri, politik merkezi güçlendirici nitelikleriyle, politik istikrarın, hükümet krizlerinin çözümü olarak varsayılmaktadır; ancak, bugünkü hükümet krizinde ifadesini bulan istikrarsızlığın da önemli bir nedeni durumundadır.
Burada, yine başa dönülmektedir. Yarını garanti altına almak üzere tasarlananlar vardır; ancak tasarıların gerçekleşmesi, bugünkü istikrarsızlık ve hükümet krizinin çözümüne bağlanmaktadır. İstikrarsızlıktan kurtulmak üzere yaratılmaya çalışılan alternatifin işlevsel hale gelişi, yine istikrarsızlık duvarına çarpmakta; içine girilen kısır döngü, istikrarsızlığın boyutunu ve bu koşullarda üretilen formüllerin kendilerinin istikrarsızlık unsuru olarak şekillendiklerini ortaya kaymaktadır.
Seçim ve yönetim sistemi olarak öngörülenlerin uygulanma şansı, gidermek üzere öngörüldükleri istikrarsızlık kaynaklarından örneğin düzen partilerinin zümresel ve kişisel çıkarlara dayalı bölünmüşlüğüyle sınırlanmış haldedir.
28 Şubat, hizadan çıkanları hizaya sokucu belirli bir işlev görmüştür. Ancak, hizanın kendisinde de bir bozukluk olduğu görülmektedir. RP yerine kurulan FP görece geriletilmiş bir zeminde politik yaşamını sürdürmeye ikna edilmiş bile olsa, DYP ile ittifakını koruyor ve bu iki parti yanlarında bir dizi dinci-faşist eğilimli parti ile Ecevit’in deyimiyle belirli bir “eksen” oluşturuyor. Baykal’la CHP, kuşkusuz hizayı gözetiyor ama çekilen hizayı sürekli kendi grubu lehine çekiştirmeye ve “ne serden ne yardan vazgeçme” tutumuyla kendisini kimseye beğendiremese de entrikacılıkla puan ve güç toplamaya uğraşıyor. ANAP ve DSP hizadadır; ama hizalarında sorun yok değildir. Her ikisinin de hem seslendikleri tabanın eğilimleri hem de asıl efendi olan ABD’nin politikalarıyla uyum ihtiyacından kaynaklanan “türban”, tarikatlar ve Fethullah Hoca gibi handikapları bulunuyor. En son bu ikisinin hazırladıkları Erbakan ve Tayyip Erdoğan gibilerinin siyasal yaşamlarını etkileyecek TCK’nın 312. maddesine ilişkin değişiklik taslağı, ilginç bir gelişmedir. Anılan handikaplardan kaynaklanma ya da dikte edilmiş zeminde yeni bir konsensüs arayışı veya her ikisi birden olma yönüyle gelişmeleri etkileyebilir. DTP ise, tükenmektedir.
Bu tablo, Ecevit’in son hükümet kurma çabalarının da gösterdiği gibi, pek de birlik ve bu yolda uzlaşma sağlanması olasılığına işaret etmiyor. Çözüm, daha çok seçimden sonra oluşacak tabloya havale edilmiş görüntüsü veriyor ki, bugünden, tüm düzen partileri ve devletin âli yöneticileri seçim sonrasını düşünerek tutumlar geliştiriyorlar. Bu haliyle, seçim ve başkanlık sistemini hedef alan yenilenmenin bugünkü tablodan çıkması kolay görünmüyor.
Üstelik yönetim sisteminin yenilenmesi aracılığıyla devletin yeniden yapılandırılmasının, parlamentonun yetkisinin kısıtlanmasıyla birlikte, bugüne kadar bu biçimde örgütlenmiş menfaat gruplarından başka bir şey olmayan düzen partilerinin işlev eksilmesine yol açacağı, dolayısıyla bunların zedelenecek çıkarlarını korumak üzere belirli bir direnmesini haklı kıldığı saptanmalıdır. Farklı çıkarlara sahip olmaları ve bu nedenle bölünmüşlüklerinin ötesinde, başkanlık sistemine yönelik değişiklik, menfaat grupları olarak örgütlenmiş parti çıkarlarını zedeleyecek oluşu nedeniyle bir yönüyle varlık sorunu olarak belirdiği için, ayrımsız hiçbir partiye çekici gelmeyecek bir içeriğe sahiptir. Bundan dolayı, tüm partilerin çekinceli duruşunu koşullandırmaktadır. Bu nedenle, devletin üst katlarının liderlerden ve lider sultasından yakınmaları, yani bu tür partiler sistemine karşı propaganda yürütmeleri anlaşılır olmaktadır.
Yine bu tabloda, uzun dönemli yararının ötesinde, seçim sistemi değişikliğinin kısa vadedeki sonuçları da tartışmalıdır. Sürmesi halinde DYP-FP bloğu, dar bölge çoğunluğa dayalı iki turlu sistemde iddialı olacaktır ki, bu ihtimal, bu formülü önerenleri de tedirgin etmekte ve formüllerinde ısrarlarını azaltıcı rol oynamaktadır.
Öte yandan, değişiklik, aynı zamanda partileri de birbirine benzeştiren zeminin kaygan olması ve hemen her partinin her tutumu alabilmesi ve bir diğerinin kontrpiyede kalabilmesi ihtimali karşısında, yine varlık-yokluk sorunu dâhil zümresel kaygıları gündeme getirerek, tüm partilerin sakınımlı ve mesafeli duruşunu da koşullandırmaktadır.
Sonuç olarak, seçim ve yönetim sistemi değişikliğine yönelik devletin tepelerinden gelen baskıyla, bugünkü koşullarda bu değişiklikleri görünüşte de olsa kararlaştıracak olan partilerin niyetsizliği arasındaki ilişki, bir istikrarsızlık ilişkisi olarak kalmaktadır. Sorunun çözümünün belirli bir süre alacağı görünmektedir. Henüz bu değişiklikleri düzen partilerine darbe türü açık bir zorlamayla onaylatmanın ise hem koşullarının olgunlaşmadığı, hem de amaçlanan değişikliklerin bu alternatifin yerine, aynı işlevi daha ince biçimde görmek üzere öngörüldüğü söylenebilir.
Sonunda, “yine de belli olmaz” demenin konuya ilişkin hiçbir şey söylememiş olmak anlamına geldiğinin kuşkusuz bilincindeyiz; ancak yine de eklemeliyiz: Burası Türkiye’dir ve saat başı gündem ve politikalar değişir, değişebilir. Düzen partilerinin bütününün ya da bir bölümünün anlaşmasıyla seçimlerin yapılmasından vazgeçilmesi, geliştirilecek bir dizi entrikayla seçim sisteminin değiştirilmesi imkânsız değildir. Bizse, ağırlıklı politik eğilimleri çözümlemeye çalıştık. Bu çözümleme, her iki sistem değişikliğinin 18 Nisan öncesinde yapılabilmesinin zor olduğuna dairdir.
Bu, seçim faaliyetinde iki konuya da ilgisiz kalmaya kuşkusuz neden olmaz. Tersine, seçim faaliyetinin devrimci ele alınışı ve yürütülüşü, bu iki değişikliği de en uzlaşmaz biçimiyle teşhiri içermek zorundadır.

SEÇİMLERDE NE YAPILMALI YA DA DEVRİMCİ SEÇİM TAKTİĞİ NEDİR?
Türkiye’de sınıf mücadelesi koşullarının bugünkü orijinalitesinin bir yönü, globalleşme politikaları ve kapitalizmin kriziyle beslenen son derece ağır ekonomik ve politik istikrarsızlık ve çürüme koşullarında işçi ve emekçilerin düzen partilerinden kopuşa ve düzenden umut kesmeye yönelmeleridir
Orijinalitenin ikinci yönünü, derinlemesine bir siyasi içeriğe sahip olmakla birlikte genellikle ekonomik karakterli yerel ve aynı karakteriyle birleşme eğilimi de göstererek (dayanışma grevleri, işkolu düzeyinde hak gasplarına karşı kitlesel grevler, satışçı sendikayı kitlesel protesto eylemleri, birkaç işkolunu birlikte kapsayan özelleştirme karşıtı iş bırakma ve işgal türü eylemler vb) emekçilerin yaygın kitlesel eylemlere yönelmesi oluşturuyor.
Üçüncü yön ise, düzen partilerinin protestosunu, anti-emperyalist talepleri içermesine rağmen: henüz emekçilerin kitlesel eylemlerinin, sınıf sergileriyle pratik olarak ulaşabildiklerinin ötesinde, belirgin bir politik nitelik göstermemesi olarak belirmektedir.
Emekçilerin hoşnutsuzluklarını bileyip onları dolaysızca düzen dışına iterek devrimci politik fikirlere yatkın hale getiren ağır istikrarsızlık koşulları, kitlesel eylemlerin politik eylemler olarak gelişmesi eğilimini olgunlaştırmaktadır. Eylemlerin politikleşmesi, kuşkusuz kendiliğinden olmayacaktır. Bu, devrimci partinin, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarından hareket etmesi zorunlu olduğu kadar, ezilenlerin bütün ilişkilerine tüm yönleriyle, sistemli ve sürekli olarak nüfuz etmesi zorunluluğu da olan ve içerik ve amaçlarının doğruluğu, her gün yaşam ve eylemlerinde emekçiler tarafından sınavdan geçirilecek yoğun aydınlatma faaliyetine bağlıdır. Emekçi kitlelerin kendi tecrübeleriyle sınavdan geçirmeden devrimci partinin slogan ve politikalarının doğruluğuna inanması ve politik nitelikli eyleme yönelmesi olanaksızdır.
Stalin, “Kitlelerin, milyonların eski iktidarın devrilmesinin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu kendi deneyimiyle anlamalarına olanak sağlayacak; devrimci sloganların doğruluğuna, kendi deneyimiyle inanmalarına olanak sağlayan savaşım araçlarını ve örgüt biçimlerini ileri sürmek, işte ödev budur.” demektedir. (Leninizm’in İlkeleri, s. 91)
Seçim taktiği, en başta bugünkü durumun orijinalitesinin zorunlu ve kitlelerin yatkınlığı bakımından kolay sonuç alıcı kıldığı devrimci ajitasyon ve propaganda faaliyetinin, sonuçlarının derlenmesine, bugün için, ezilenleri politik tartışmaları içinde kucaklamaya ve ilerletmeye en uygun mücadele biçimi araç olarak kullanılarak yoğunlaştırılması üzerine kurulmalıdır.
Bu mücadele biçimi, bugün, seçim koşullarında, devrimci parlamenter mücadeledir.
İşbirlikçi gericiliğin çeşitli politik partilerinin eski seçim dönemlerinde olduğu kadar yoğun politik tartışmalar açacağı beklenemez. Çünkü bu seçimler sırasında halka söyleyecekleri son derece sınırlıdır, hatta söyleyecek lafları kalmamıştır. Halka ne söyleyecek, halktan ne adına, hangi vaatlerinin doğrulanması üzerinden oy isteyecekler?
Çetelerden mi söz edecekler? Tetikçiler dışında tümünü akladılar. Hatta iş, hapisteki Korkmaz Yiğit’e “bağışlarıyla memlekete hizmet”ten, bir çeteyi azmettirmekten henüz soruşturması tamamlanmayan Sibel Can’a “sanata katkıları dolayısıyla” Cumhurbaşkanı tarafından ödül verilmesine geldi dayandı.
Ekonomiyi düzelteceğiz mi diyecekler? Batırdıkları batak herkesin gözüne batmaktadır. Ya da özelleştirmeleri durduracağız sözü mü verecekler?
Enflasyonu mu düşüreceğiz diyecekler? Yoksa işsizliğe çözüm mü vaat edecekler? Refahtan mı söz açacaklar, yoksa tümü boğazına kadar pisliğe gömülüyken rüşvet ve yolsuzlukları mı önleyeceğiz diyecekler? Vatan-Millet-Sakarya ve din istismarından başka kullanabilecekleri konu bulmakta zorluk içinde olacakları kesin.
Bu çıkmazları onları seçim kampanyalarını reklam şirketlerine vermeye ve Amerikan vari şov kampanyaları eşliğinde daha çok, medyaya bel bağlamaya götürüyor.
Düzen partileri bu tür sorunları gündeme getirip işlemekten kaçınacaktır. Ancak onlar gündeme getirmeseler de, emeğin politikacıları, bu sorunları gündemde tutacaktır. Gündeme getirmelerine gerek yoktur, çünkü bu dertler emekçilerin her gün gündeminde başköşeyi işgal etmektedir. Önemli olan ve emeğin politikacılarına düşen görev, tüm bu sorunlardan hareketle düzeni teşhir etmek ve artık burjuva yalanlarına karınları tok olan emekçilerin, bu sorunların gerçek kaynaklarını ve çözümleri için bizzat kendi politik eyleminin zorunluluğunu kavramasına yardımcı olmaktır.
Bu amaçla bugüne kadar olmadık yaygınlık ve yoğunlukta bir aydınlatma faaliyeti örgütlendirilmesi zorunludur. Her ne kadar işbirlikçi gericiliğin partileri politik tartışmalardan kaçınma eğilimi gösterse bile, seçim ortamı, yine de ezilen işçi ve emekçi kitlelerin politik tartışma ve sorunlara ilgisinin yükseleceği, kendi oyunun hesabını yapacağı ve bu amaçla kendi tecrübelerinin süzgecinden geçireceği yaralamalara yöneleceği bir ortam olacaktır.
İşçi sınıfının en azından ileri kesimi, ama ana kitlesi de, bugüne dek, sendikal mücadele deneyiminden geçti. Ancak politika denince, bugüne kadar, bu işi hep “politikacılar”a, kendilerini sistemli olarak aldatanlara, yalancı ve dolandırıcılara ve üstelik son yıllarda yaygın olarak deneyden geçirdiği gibi kendi taleplerine karşı taleplerin bayraktarlığına yapanlara, özelleştirmeyi, sıfır zammı, düşük ürün bedellerini, tarıma kota konmasını, açıktan ülkenin emperyalistlere peşkeş çekilmesini, İsrail’le ittifak kurulmasını savunanlara bıraktı. Kendisini politika alanı için yeterli görmedi, kendine güvenmedi, politikaya yabancı durdu, hatta “ben ekmek partisindenim” dedi. Ama ağır istikrarsızlık koşullarıyla işçi ve emekçilerin son birkaç yılda edindiği yoğun mücadele deneyimi, ekmek ile politikanın öyle pek de birbiriyle ilişkisiz olmadığını, “ekmek partisi”nin aslında kendi gerçek partisi olduğunu ve dolayısıyla politikanın sahtekârlarla yalancılara, taleplerine ve kendisine düşmanlığını sınadıklarına bırakılacak şey olmadığını, emekçilerin önemli bir kesimine gösterme açısından ciddi bir birikim sağlamıştır.
Önemli bir sorun, sloganlarıyla politikalarını emekçi kitlelere ulaştırarak onların yönelim ve etkinlikleriyle kendi politik merkezleri etrafında kümelenmelerini sağlamak üzere devrimci partinin tanıtılmasıdır. Bu, kuşkusuz, ilan, reklâm ya da şov kampanyalarıyla olmayacaktır. Söylendiği gibi, yaşamlarının bütün alanlarını kapsayan, tüm toplumsal sorunlardan hareket eden ve kuşkusuz, emekçilerin talepleri üzerinden yükselen sistemli kılınmış aydınlatma faaliyeti, emekçilerin kendi deneyleriyle eğitilmeleri ve sınadıkları slogan ve politikalarının doğruluğuna inanarak kendi partilerini tanımalarının ve etrafında toplanmalarının tek geçerli yoludur.
Bu, emeğin politikacılarıyla devrimci parti militanlarına, bugün yeni bir görev yüklüyor. Emeğin politikacıları, sendikal mücadele içinde şöyle ya da böyle pişmişlerdir. Politik gösteriler düzenleme, yürüyüşler, politik protesto kampanyaları örgütleyerek, düzenli günlük gazete, dergi çıkararak tüm bu faaliyetleri sürecinde bilgi ve beceri biriktirmişler, politik açıdan deney kazanmış ve olgunlaşmışlardır.
Önemli bir eksikleri vardır. Türkiye’de ileri işçiler, devrimci militanlar, politik hattının doğruluğu-yanlışlığı bir yana, ’60’lardaki TİP deneyi dışında parlamenter mücadele deneyine ve böyle bir geleneğe sahip olmamışlardır. Bu, sınıf bilinçli işçinin, emeğin politikacılarının politik tecrübe ve olgunluk düzeyini eksikli kılan temel bir zafiyet oluşturmuştur. Hatta açık olarak belirtilmelidir ki, devrimci militan politik tecrübe birikimini parlamenter mücadelenin deneyleriyle zenginleştirip devrimci eğitimini bu yönüyle de tamamlamadan bütünüyle olgunlaşamaz, emeğin gerçek anlamda politikacısı olmaya hak kazanamaz.
Burada sözü edilen devrimci eğitim, parti militanının eğitimi ve politik olgunlaşması olmakla birlikte, bu eğitimin, emekçi kitlelerin politik eğitiminin bir parçası olmaktan başka bir yolu ve koşulu olmadığından, devrimci militanın eğitimini bu yönüyle tamamlamasının ancak ezilen kitleleri kucaklayan yaygın bir parlamenter mücadele deneyimi içinde olanaklıdır. Böyle bir deneyim ise, kesinlikle yalnızca devrimci militanın olgunlaşması sürecinin tek yolu olmakla kalmaz; ama işçi ve emekçi kitlelerin parlamenter mücadele deneyiminden geçmesi anlamına gelir. Devrimci militanla birlikte geniş kitleler de bu şekilde politik eğitimlerini tamamlarlar. Ya da devrimci militanın kendisini eğitmesi için emekçilerin eğitimine katılması zorunludur ve eğitim, devrimci militanla birlikte yığınların politik eğitimi olarak birlikte yürür. Bu eğitimden en iyi şekilde geçenler, emeğin en iyi politikacıları olurlar.
Böyle bir eğitim zorunludur. Hem devrimci militan ve hem de yığınlar açısından zorunludur. Başka türlü devrimci militan, yığınların dilinden anlamakta ve konuşmakta, dolayısıyla onların eğitimine katılıp onları hareketlendirmede mutlaka zaaflar taşıyacak, çalışması sürekli olarak eksiklikler içerecek ve yığınların devrimci ilerleyişi aksamış ya da daha doğrusu aksatılmış olacaktır.
Bugüne kadar seçimler karşısında genellikle alınan “solcu” inkârcı tutumla kitlelerden kopukluğun, her zaman onun bulunduğu noktadan başlayarak politika yapmaya uzak duruşun, kuru slogancı “solculuk”un arasındaki ilişki, şimdi, serinkanlılıkla bir kez daha gözden geçirilip sorgulanmalıdır. Görülecektir ki, bu iki kategori arasında doğrusal bir ilişki vardır.
Ve bütün bunlar, özellikle yoğun bir parlamenter mücadele deneyiminden geçmiş Avrupa işçi sınıfının tarihsel birikimiyle birlikte düşünüldüğünde, politikleşmiş yığınların örgütü olarak devrimci partinin inşasının, bu eksiğinin hızla giderilmesiyle yakından ilişkili olduğunu görmek daha kolay olacaktır. Emeğin devrimci partisinin kitleselleşmesinin, politik eğitimin, parlamenter mücadele deneyimi yoluyla tamamlanmasına çalışılmasından başka yolu bulunmamaktadır. Kuşkusuz, bu, parlamenter mücadeleyi olanaklı kılan koşulların varlığı varsayılarak söylenmektedir. Bu tür bir deneyden geçmenin olanağının bulunmadığı durumdaysa, başka koşullarda geçerli olanı kopya etme ham kafalığıyla düzen savunuculuğuna sürüklenmek kaçınılmazdır.
Dünün milyonlarca işçiyi kucaklayan Avrupa’nın bir dizi komünist partilerinin geçtiği parlamenter deneyimden çıkarılacak dersler olduğu kuşkusuzdur. Lenin’in yüzyılın başlarında “parlamenter avanaklık”la suçladığı bu partilerin önderleri, işçi ve emekçi kitlelerin devrimci eğitimlerini tamamlamalarına yardım etme yerine, marjinal “solcular”ın, silahlı mücadeleyi tek biçim görmeleri gibi, parlamento koltuklarının rahatlığına ve olağan zamanlarda düzenin sunduğu olanaklara kapılarak, parlamenter mücadeleyi tek mücadele biçimi sayma zaafına düşmüşler ve devrimci kalmayı başaramamışlardır,
Şimdi, parlamenter mücadele deneyi bakımından da, bir kez daha Lenin’in yolundan yürümenin zamanıdır. Devrimci kalarak parlamento seçimlerine katılmak ve elden gelen çabayı göstererek parlamenter mücadele denizine, bugün için aynı anlama gelmek üzere, emekçi kitleler arasına dalma. Bugün en küçük olanakların değerlendirilmesi küçümsenmeden ve fırsatları heba edilmeden yapılması gereken budur. Günün devrimci görevi, parlamenter mücadelenin devrimci militan ve partisinden beklediği coşku ve fedakârlığı göstermektir. Devrimci parti, önümüzdeki seçimlerden mutlaka yeni ve önemli mevziler kazanarak çıkmalıdır. Bu mevzilerin en önemlilerinden biri, şüphe yok ki, emekçi kitlelerin sorunlarını ifade etmek, çözüm yollarını göstermek ve bütün bunları fabrikalara ve köylere taşımak üzere parlamento kürsüsünü kullanacak emeğin milletvekillerinin parlamentoda bulunması olacaktır.
Kitlelerin arasında büyük bir şevkle çalışıp devrimci ajitasyonu ve propagandayı en ücra köşelere kadar ulaştırarak bu mevzileri kazanmak üzere bütün olanakların seferber edilmesi, bir kez daha, günün devrimci görevidir.

SEÇİMLERE VE PARLAMENTOYA KATILMA EMEKÇİLERİN MÜCADELESİNİ GERİLETİR Mİ İLERLETİR Mİ?
Bu sorunun genel-geçer ve her koşul için doğru tek bir yanıtı olmadığı kesindir. Bazı koşullarda geriletir, bazı koşullardaysa ilerletir. Bu nedenle, sorunun, her somut koşul çerçevesinde somut olarak tartışılması zorunludur.
O halde kuşkusuz bugünkü durumu tartışmalıyız.
İşçi sınıfı ve emekçilerin, mücadelelerinde, bugün, parlamenter mücadele biçimlerinden daha ileri biçimleri kullanmakta olduğunu ve parlamenter biçimlerinin eskiyip aşıldığını sanırız kimse iddia etme durumunda değildir. Bu, parlamenter mücadele biçiminin geri bir biçim durumuna düşmediği ve dolayısıyla emekçi milyonların kendi deneyleriyle sınayıp devrimci sloganların doğruluğuna inanmalarına olanak sağlamak üzere bu biçimi ileri sürmenin gericilik ya da mücadeleyi geriye çekmek olmadığı anlamına gelir.
Bu tartışma, bugün için ve genel olarak, neredeyse istisnası olmadan, parlamenter biçimleri küçümseyen, silahlı ya da “daha devrimci” olduğuna inandığı mücadele biçimlerini tek biçim olarak gören ve parlamenter biçimleri temelden reddeden “solculukla tartışmadır. Hem bugün için ileri sürülmüş böyle bir görüş henüz yoktur hem de olsa bile etki alanı bakımından ciddi bir ilgiyi hak etmemektedir.
Bu soruna ciddi ilgi, devrimci parti saflarında bu tür bir “solculuk”un baş göstermesi koşullarında gerekli olur ki, bugün böyle bir durum da söz konusu değildir. Ancak devrimci eğitimleri eskilere uzanan militanların, eski “solcu” kalıntıların üzerlerindeki olası etkileri konusunda titiz olmaları, parlamenter mücadeleyi küçümsedikleri ya da parlamento ve parlamenter mücadelenin olanaklarının abartıldığı hissine kapıldıkları oluyorsa, derhal kendilerini gözden geçirmeleri gereklidir. Çünkü bu tür bir mücadeleye, belli başlı olarak yeni girilecektir; devrimci militanın olmadığı gibi, devrimci partinin de konuya dair pek fazla pratik ve hatta somut düşünsel deneyimi yoktur. Ve en kötüsü bilinmezliktir. Yeni, bir kez ucundan kıyısından yakalanıncaya kadar, ürkütücü de gelebilir. Kısacası küçümseyicilik, çok olağanüstü bir gelişme olmaz. Bu nedenle, dikkat edilmesi ve oluşturduğu tehlike karşısında devrimci militanın kendisini sürekli gözden geçirmesi gerekli olan, parlamenter biçimlerini küçümseme eğilimi olmalıdır.
Geleneksel solculuğun etkisinin en belirgin şekilde kendisini gösterdiği ve gösterebileceği alanlardan olması nedeniyle de, bu eğilim karşısında titizlik elden bırakılmamalıdır. Bu nedenle sorun üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Parlamenter mücadelenin işçi ve emekçilerin mücadelesini geriletip ilerletmesi sorununa somut değil soyut yaklaşım, yanlışlığın ve “solculuk”un kaynağı olmaktadır. “Solcu”, genel olarak kitlelerin mücadelesine değil “kendi mücadelesine ilgi gösterir; kitlelerin ve kitle mücadelesinin ihtiyaçlarından değil kendisinin ve “kendi mücadelesinin ihtiyaçlarından yola çıkarak akıl yürütür ve politika belirler. Bu temel yanlışı, peşinden gelecekleri belirler. Parlamenter mücadele biçimlerinin öneminin küçümsenmesi ve reddedilmesi gibi yanlışlar, birinci ve temel yanlışın türevi olarak oluşur. O nedenle, “geriletir mi-ilerletir mi” sorusuna “solcu”yla birlikte somut yanıt aramak ve bulabilmek olanaksızdır.
Örneğin, “parlamento, faşist diktatörlüğün kurumudur” ya da “asma yaprağı” veya “domuz ahırı” der geçer. Sorunu çözmüş olur.
Burada, Lenin’in “Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı”nda uzun uzun tartışıp mahkûm ettiği gerici kurumlarda çalışmanın reddedilemeyeceği gerçeğini, kuşkusuz tekrarlamayacağız. Yalnızca ileri işçiler değil, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin önemli bir bölümü sendikalar, kooperatifler gibi gerici kurumlarda çalışmak gerektiğini bilmekle kalmıyor, üstelik çalışıyorlar da. Gerici parlamentoda çalışmak da, Lenin’in de üzerinde durduğu gibi, aynı kategoridendir.
İkinci sorun, ilke olarak gerici kurumlarda ve bu arada parlamentoda çalışmak ve bunun için parlamenter mücadele yürütmek reddedilmese ya da sessiz kalınarak geçiştirilse bile, “parlamentoda çalışmaya ve bu amaçla ciddi ve yoğun bir parlamenter mücadele yürütmeye değer mi” ya da “parlamenter mücadele, mücadeleyi geriletir” biçimindeki anlayışların ilkeleştirilmesiyle ortaya çıkar.
Birinci sorunla bağlantılara sahip bu sorun, aslında, parlamentoyu bir politik kürsü ve parlamenter mücadeleyi bir politik mücadele biçimi olarak ele alıp somut değerlendirmeden geçirmeye boş verme sorunudur. “Bu parlamentodan bir hayır gelmez” ya da “parlamentoya kim inanıyor, kim değer veriyor ki” gibi yarım doğruların ileri sürülmesiyle, parlamentoya katılma ve parlamenter mücadele yürütmenin zorluklarından kaçma yoluna gidilir.
Sorular değişik biçimlerde sorulmalıdır. “Bu parlamentodan hayır gelmeyeceği” inancı ya da düşüncesi kimindir? Fabrika ve atölyesindeki ortalama işçinin ya da bakkal dükkânını işleten esnafın veya kayısısını, tütününü yetiştirmeyi ve zarar etmeden elden çıkarmayı dert edinmiş köylünün mü, yoksa “solcu”nun mu? “Parlamentoya inanmayıp değer vermeyen” kim? Aynı kitlelerin birer üyeleri olan işçi, esnaf ya da köylü mü, yoksa yine “solcu” mu? “Solcu” ya bu değiştirilmiş soruları ve neden değiştirildiklerini anlamayacak ya bu kitlelerin sıradan üyelerinin, işçinin, esnafın, köylünün, memurun vb. duygu, eğilim, inanç ve düşüncelerinden bihaber olduğundan değişiklikten hoşlanmayacak ya da yeterince katı bir “solcu”ysa erkekçe ikrar edecektir: “Benim” ya da “Bizim” veya “Partinin düşüncesi”!
Hayali şatolara karşı mücadele söz konusu ise, bu mücadele ve araç ve biçimlerinin saptanmasında “ben”in, ya da “biz”in tayin edici rolü olabilir. Ama kendi hayali sloganlarımızla düşüncelerimizi kitlelerin duygu, düşünce ve eğilimleri yerine koymayarak sınıf mücadelesi gerçeğini dikkate alacaksak; “bizim doğrularımız” önemlidir, ama ancak hedefimizi göstermek ve yoğun bir aydınlatma faaliyetiyle emekçi kitlelere mal etmeye uğraşılıp kitlelerin doğrulan haline dönüştürülmeleri zorunluluğu açısından önemlidir. “Ben”in ya da devrimci militanın üzerinden yürümeye başlayacağı, hareket noktası edinilecek “doğrular” ise, bugünkü gerçek ya da “yanılsamalı haliyle kitlelerin bugünkü doğrulan” olabilir. “Bizim doğrularımız”, “kitlelerin doğruları” ile karıştırılırsa, sınıf mücadelesi anlamsızlasın Devrimci partinin bütün faaliyetinin yönelik olduğu “kendi doğrularını emekçi kitlelerin doğruları haline getirme” amacı, anlaşılmaz olur ve devrimci partinin temel işlevi ve dolayısıyla gereği ortadan kalkar. Bu durumda, milyonların partinin sloganlarının doğruluğuna inandırılması önemsizleşir, buna yönelik aydınlatma faaliyeti ve onun bir dizi pratik ihtiyacı üzerinde düşünme gereği kalmaz. “Solcu” açısından doğru olan, tam da bunlardır; ama bunların keskinlikten, devrimcinin kafasındaki şekilleri gerçek yerine koymasından, halüsinasyon vb. türü idealist şarlatanlıktan başka bir anlamı yoktur.
“Bu parlamentodan hayır gelmeyeceği” bizim doğrumuz ya da iddiamızsa, bu doğrudur. Bu, yine Lenin’in “Sol Komünizm”de yaptığı burjuva parlamentonun tarihsel bakımdan miadını doldurduğuna ilişkin tartışmayla çözümlenmiş bir sorundur. Üstelik bizim parlamentomuz, doğru dürüst bir burjuva parlamento bile değildir. Bu da doğrudur. Ama buradan çıkarılacak anlam, parlamentonun ve parlamenter mücadelenin değersizliği olamaz. Bu anlam, ancak, parlamentonun yalnızca tarihsel bakımdan miadını doldurmuş olduğunun bizim tarafımızdan bilinmesi ile değil, ama bu doğru, ona karşı politik mücadeleye girişen kitlelerin politik eylemiyle ortaya konduğunda çıkarılabilir ve çıkarılacaktır. Bu ise, parlamentonun yalnızca tarihsel bakımdan değil politik bakımdan da miadını doldurduğu anlamına gelecektir.
İşte parlamentoya katılmanın mücadeleyi gerileteceği durum da, bu durumdur. Kitleler bilinç ve örgütlülük düzeyleriyle ve sürdürdükleri mücadelenin biçimiyle parlamentoyu ve parlamenter mücadeleyi politik bakımdan aşmış ve eskitmişlerse, bu durumda parlamenter biçimi kitle mücadelesini geriye çeker, mücadelenin gelişmesinin engeli haline gelir.
Bugünkü durumun böyle olduğu ileri sürülemez. Devrimci amaçlarla yürütülecek parlamenter mücadele, özellikle bugünkü ağır koşulların emekçileri düzen partilerinden kopmaya ve düzenden uzaklaşarak politikleşmeye ittiği önümüzdeki seçim döneminde, yığınların bu eğilimini pekiştirerek onlarla birleşmeyi, işçi ve emekçi hareketinin gelişmesini ve politik partisinin kitleselleşmesini kolaylaştıracaktır.
Bu nedenle, “ilerletir mi-geriletir mi” tartışmasıyla vakit kaybetmeye gerek yoktur. Hiç savsaklamadan önümüzdeki görevlere sarılarak parlamenter mücadelede ustalaşmak ve onun sunduğu olanaklardan yararlanarak yoğunlaştırılmış bir aydınlatma faaliyeti yürütmek üzere ileri atılmak, işçi ve emekçi hareketinin temel ihtiyacı durumundadır.

NASIL BİR SEÇİM PLATFORMU?
Seçim dönemleri, özel dönemlerdir ve özel bir devrimci çalışma yürütülmesini gerektirirler. Ancak dönemin ve gerektirdiği çalışmanın özgünlükler taşıması, seçim çalışmasının, geliştirilecek özel bir mücadele platformu temelinde ve onun özel olarak belirlenmiş program hedeflerinin gerçekleştirilmesi amaçlanarak yürütüleceği anlamına gelmez.
Seçimler, ancak, devrimci emek hareketinin azami ve asgari programının yaygınlaştırılma ve sloganlarının benimsetilmesi alanı olabilir ve seçim faaliyeti de, ancak, işçi ve emekçi hareketinin seçim öncesinden gelen talep ve ihtiyaçlarının karşılanmasını gözeten devrimci platformu üzerinden yürütülebilir.
Devrimci program ve sloganlardan her gerileme ve seçim platformunun daraltılması, işbirlikçi gericiliğe verilmiş birer taviz ve onunla uzlaşmacılığa, reformculuğa doğru atılmış bir adım olur. Bu, parlamenter avanaklığın başlangıç noktasını oluşturur. Avrupa’nın milyonları peşlerinden sürükleyen devrimci partileri böyle yoldan sapmışlardır. Parlamenter mücadeleye girişmek ve parlamentoya katılmak kesinlikle değil, ama bu katılma uğruna, devrimci amaç ve hedeflerden vazgeçme ve emekçi kitlelerin talepleriyle düzenden kopma eğilimi taşıyan hareketinin ihtiyaçlarına cevap vermeyecek özel seçim platformları savunup uygulamaya gerileme, işte bu kitle mücadelesini geriletir, düzenin sağlamlaştırılması ve ekonominin ve devletin yeniden yapılandırılması yönelimlerine hizmet eder. Bundan çıkarılması gereken sonuç, parlamenter mücadeleyi devrimci amaçlarla ve emekçi kitlelerin taleplerinden oluşan daraltılmamış bir platformda yürütmenin zorunlu olduğudur.
Bu nedenlerle, devrimci partinin seçim platformu, “Bağımsız ve Demokratik Türkiye için Mücadele Platformu” olabilir.

SEÇİME ÖZEL PLATFORM DARALTMA HALKA İHANET ADIMIDIR
Bu sorun, daha çok “solun birliği” söz konusu edilerek, böyle bir birlik uğruna, yalnızca seçimlere özgü bir “özel seçim platformu” oluşturulması ve bu nedenle kitlelerin ihtiyaçları tarafından belirlenen mücadele platformunun daraltılması zorlaması olarak gündeme sokulmaya çalışılmaktadır. Seçimleri her şey ve ülkeyi seçim ortamına getiren gerçekler ve buradan kaynaklanan kitlelerin ihtiyaçlarıyla ilişkisizlendiren bu yaklaşımla amaçlanan, daha baştan taleplerine yabancılatılan kitlelerle kopuşmuş parlamenterliklerin garanti edilmesidir. Oysa emekçilerin, emekçi politikacıları oları kendi parlamenterlerine ihtiyacı kuşkusuz büyüktür ve bunun için elden gelen yapılmalıdır; ama emekçilere ve taleplerine yabancı yeterince parlamenter saten vardır ve olacaktır, bunlardan bazılarının “biraz daha sol” etiketli olmalarının hiçbir gereği ve emekçilerin bu tür yeni parlamenterlere hiçbir ihtiyacı yoktur. Bu tür parlamenterlere sahip olmak üzerine seçim platformu ve çalışması kurulamaz.
Örneğin “Gökkuşağı Projesi”ne asıl niteliğini veren bu anlayıştır.
Türkiye gericiliğinin bir parçasını oluşturmakta olan sosyal demokrasi ile seçim yakınlaşması ya da ittifakının dillendirilmesi, bu açıdan tehlikelidir.
Kitlelerin talep ve ihtiyaçları esas alınıyor ve bunun üzerinden bir seçim platformu oluşturuluyorsa, bu platformda sosyal demokrasiye yer yoktur. Yalnızca sosyal demokrasi değil; program, slogan ve mücadele platformlarıyla emekçi kitlelerin talep ve ihtiyaçları karşısında pozisyonlar tutan hiçbir parti ve politik güçle bir seçim platformunda birlikte yer alınamaz.
Emperyalistlerle işbirliğini savunan, örneğin ABD-İsrail-Türkiye ittifakından yana tutum alan bir parti ile birlikte platform oluşturmak, ulusa ihanetle eş anlamlıdır.
Globalleşme politikalarını savunan, IMF ve Dünya Bankası reçetelerini hareket noktası edinen; borçlanmaya, devlet harcamalarıyla yatırımlarının kısılmasına, düşük ücret ve maaş politikasına, üretici köylülüğün ürün bedellerinin düşürülmesine, işsizliğin büyütülmesine, yoksulluk ve sefaletin yaygınlaştırılmasına dayanan ekonomi politikalarını savunup uygulayan partilerle birlikte bir platform oluşturmak emekçi halka ihanetle eş anlamlıdır.
Özelleştirmeci bir parti ile birlikte platform oluşturmak, işçi ve emekçi kitlelerine ihanetle eş anlamlıdır.
Yolsuzluklara, çete ilişkilerine bulaşmış partilerle birlikte bir platform oluşturmak, bu suçları aklamak ve onlara ortak olmaktır.
12 Eylül rejim ve yasalarına karşı parmağını oynatmamış, lafın ötesinde demokrasi ve özgürlükleri savunmamış, faşist saldırılar karşısında sessiz kalmış partilerle birlikte bir platform oluşturmak, demokrasiyi savunmaktan uzaklaşmak, faşizm suçuna katılmaktır.
Kürtlerin üzerine bomba yağdırmış ya da yağdırılmasını sessiz kalarak onaylamış, milyonlarca insanın yurtlarından sürülmesine ses çıkarmamış partilerle birlikte bir seçim platformu oluşturmak, savaş ve katliam suçuna ortak olmak demektir.
En son Sivas’ta 35 aydın yakılırken sessiz kalan partilerle birlikte bir platform oluşturmak, Alevilere yönelik saldırılara ortaklık etmek bir yana, insanlık suçuna katılmaktır.
Halka ihanet etmekten kaçınmak şarttır! Bu duruma düşülmek istenmiyorsa, düzen partileriyle birlikte seçim platformu oluşturmanın lafını bile etmekten uzak durulmalıdır!

DEVRİMCİ SEÇİM PLATFORMUNUN AMAÇ VE TALEPLERİ
Devrimci bir seçim platformu, mutlaka, somut gerçeklerden, kitlelerin somut taleplerinden hareket eden ve bu talepler için mücadelenin önünü açan bir platform olmalıdır.
Devrimci bir seçim platformu, mutlaka, her somut talep üzerinden sistemi teşhir eden ve emekçileri sisteme karşı ve kendi iktidarları için partileşmeye çağıran bir özellik taşımalıdır. Bu platform, herhangi işbirlikçi burjuva hükümetini ya da düzen partisini diğerine tercih eden bir platform olamaz.
Bunun doğal gereği olarak, devrimci bir seçim platformu, mutlaka, işçi ve emekçilerin yerel ve ekonomik eylemlerini politik hedeflerle birleştirerek birleşik eylemin önünü açan bir platform olmalıdır.
Devrimci bir seçim platformu, mutlaka, işçi ve emekçileri herhangi nedenle bölünmemeye ama birleşmeye teşvik edici bir platform olmalıdır.

Bu seçim platformu, mutlaka globalleşmeci politikalara karşıtlığın üzerinde yükselmelidir:
* Emperyalist talan ve denetim merkezlerinin dayatmalarına hayır!
* Özelleştirmeler durdurulsun! Özelleştirmeci partilere oy yok!
* Esnek çalışma dayatmasına hayır!
* Sendikasızlaştırma politikasına son, sınırsız sendikal örgütlenme özgürlüğü.
* “Personel reformu” adı altında memurların çalışma güvenliğine saldırıya hayır!
* Asgari ücret, asgari geçim standardı esas alınarak belirlensin.
* Tarım kredi faizleri düşürülsün, ürün fiyatlarının belirlenmesinde üretici köylü söz sahibi olsun, topraksız köylüye toprak dağıtılsın.
* Tarım ürünlerinin ithalatı yasaklansın!
* Tütün ve pancar gibi ürünlerin üretimine konan kotalar kaldırılsın!
* Harcamaları bütünüyle devlet tarafından karşılanacak parasız eğitim ve sağlık.
* Sosyal güvenlik kurumları güçlendirilerek bütçe açıkları devlet tarafından karşılansın.
* Devlet harcama ve yatırımlarını kısma politikasına son verilsin; devlet, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, yeterli yatırımları yapsın!
* İç ve dış borçlanmaya dayalı ekonomi politikasına son verilsin, borç ödemeleri durdurulsun, faiz, repo, borsadan rant gelirlerine yüksek vergi!

Bu seçim platformu, mutlaka, krizin yüklerinin işçi ve emekçilere yıkılmasına karşı bir platform olmalıdır:
* İşten atmalar durdurulsun!
* İşsizlere, devlet yatırımlarıyla iş imkânı sağlansın!
* Sıfır zam dayatmasına hayır!
* Ücretsiz izin uygulaması kaldırılsın!
* Banka ve holdinglere teşvik, kur farkı, vergi iadesi vb. adı altında sağlanan desteklere son verilsin!
* İhaleye fesat karıştırma, rüşvet, yolsuzluk suçlarının cezaları artırılsın, bu konularda milletvekili dokunulmazlığı kaldırılsın!

Bu seçim platformu, mutlaka, emperyalizme karşı mücadele platformu olmalıdır:
* Bütün emperyalist ikili antlaşmalar iptal edilsin! NATO’dan çıkıksın!
* Gümrük Birliği’nden çıkılsın, Avrupa Birliği’ne hayır!
* Türkiye-İsrail ittifakına son verilsin!
* Emperyalistlere borç ödemeleri durdurulsun!
* IMF ve Dünya Bankası ile yapılan bütün anlaşmalar iptal edilsin!
* Kölelik dayatması MAI ve MIGA anlaşmaları reddedilsin!
* Türkiye’nin işletmeleri başta olmak üzere zenginliklerinin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine son verilsin!
* Kapitalist krizin yüklerinin Türkiye’ye yıkılmasına hayır!

Bu seçim platformu, aynı zamanda, özgürlükler üzerindeki tüm engellerin kaldırılması ve bir demokrasi platformu olmalıdır:
* Sendikal ve siyasal örgütlenme önündeki engeller kaldırılsın! Memurlara sendikal örgütlenme özgürlüğü tapirisin.
* Gençlere siyasal çalışma ve örgütlenme özgürlüğü.
* Düşünce ve örgütlenme suç sayılamaz.
* YÖK dağıtılsın, özerk bilimsel demokratik eğitim!
* Kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınsın, ikinci sınıf vatandaşlığa son!
* Süngülü siyasete son verilsin, ordu kışlasına dönsün, MGK feshedilsin!
* Kriz Yönetim Merkezi feshedilsin!
* Süper Valilik ve iller İdaresi Yasası iptal edilsin!
* Din ve vicdan özgürlüğüne saygı gösterilsin!
* 12 Eylül Anayasası kaldırılarak demokratik bir anayasa yapılsın!
* Yargı bağımsızlığı sağlansın, DGM’ler kaldırılsın!
* Suçluları koruyan Memurin Muhakematı Kanunu iptal edilsin!

Bu seçim platformu, aynı zamanda, çetelerle sistemin dolaysız ilişkisiyle bu çerçevede yürütülen aklama politikasını teşhir ve çetelere karşı mücadele platformu olmalıdır:
* Çetelerle ilgili devlet arşivi halka açıklansın!
* İstisnasız bütün çete suçluları derhal tutuklansın, yargılanıp cezalandırılsın!
* “Bin operasyon”un failleri bulunup cezalandırılsın
* Asıl çete Kontrgerilla, bütün bağlantılarıyla birlikte dağıtılsın!
* Karanlık ilişkileri kesinleşmiş MİT, Jitem ve Özel Tim lağvedilsin!
* Çetelerle bağlantısı kesin olan kara paraya bütünüyle el konsun, sahipleri kim olursa olsun tutuklansın!

Bu seçim platformu, mutlaka, ulusal baskıya karşı halkların kardeşliğini ve kendi kaderini tayin hakkını savunan bir platform olmalıdır:
* Savaş durdurulsun, Kürtler açısından onurlu bir barış ortamı yaratılsın!
* Herkesin etnik kimliği ve hakları tanınsın!
* OHAL kaldırılsın!
* Koruculuk sistemine son verilsin!
* Köylerinden sürülenlere geri dönme hakkı tanınsın, zararları tazmin edilsin, iş ve barınma olanağı sağlansın.
* Anadilde eğitim ve kültürel gelişmede seçme hakkı.

Bu seçim platformu, ek olarak, siyasi partiler ve seçim yasalarının demokratikleşmesini savunma platformu olmalıdır:
* Partiler Yasası demokratikleştirilsin, siyasi parti faaliyetlerinin herhangi nedenle ve herhangi biçimde sınırlandırılmasına son verilsin!
* Devlet yardımı, seçime katılan bütün partilere eşit ölçüde yapılsın!
* Seçme ve seçilme hakkının önündeki tüm engeller kaldırılsın!
* Temsil hakkına konmuş engeller kaldırılsın!
— Ülke ve il barajları kaldırılsın!
— Nispi Temsil sistemi ve “Milli Bakiye”ye dayalı yeni bir seçim yasası yapılsın!
— Partiler arası seçim ittifakları mümkün kılınsın!
— Yurt dışındaki yurttaşların eşit seçme hakları sağlansın!
— Seçmen ve parti üyeliği yaşı 18’e indirilsin!
* Başkanlık ya da Yarı Başkanlık sistemlerine hayır!

EMEK ÖZGÜRLÜK BARIŞ BLOKU OLUŞTURULMALIDIR
Ekonomik ve politik koşullar son derece ağır. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin saldırılan ciddi boyutta. Son derece ağır koşullarda, emekçi kitlelere karşı yöneltilmiş saldırıların göğüslenmesi ve püskürtülmesi, kuşkusuz, birleşik işçi ve emekçi eylemini gerektirmektedir. Bu saldırıları püskürtecek güç, emekçilerin birleşmiş gücüdür.
Bu gücün birleşmesini ve birleşik karşı koyusunu kolaylaştıracak, her türlü birliktelik temel öneme sahiptir.
Bunun yanında, saldırılara az çok karşı koyma potansiyeline sahip ve kararlı ya da kararsızca karşı koyma eğilimi gösteren ve üstelik bir araya geldiğinde emekçi kitlelerin birleşmesini ve birleşmiş mücadelesini kolaylaştıracak her türlü birliktelik gereklidir ve gerçekleştirilmesi, en çok emeğin politikacılarına düşer. Saldırılara karşı koyma ve mücadele potansiyelini az çok gösteren tüm parti, grup ve örgütlerle, varlığı kaçınılmaz ayrılık noktalarını öne çıkarma yerine birliği öne çıkararak yakınlıklar oluşturmak, zorunludur.
Bu koşullarda mücadeleci yönü olan ve emekçi mücadelesini geliştirmeye katkıda bulunmak üzere bir araya gelme eğilimi taşıyan parti ve örgütler arasında ayrılıklar üzerinden polemiklere ağırlık vermek lükstür. Kuşkusuz, çeşitli parti ve gruplar birbirlerini eleştireceklerdir, çünkü farklılıklara sahiplerdir. Ancak farklılıklarıyla birlikte, bu farklılıkları reddetmeden bir araya gelmeye çalışma tutumu teşvik edilmesi gereken tutumdur.
Tartışılmaya çalışılan, bir parti içinde birleşmek ya da yeni bir parti kurmak değil, güçleri bir araya getirmektir. Bir araya gelenler, kuşkusuz, farklılıklarını koruyacak ve birliği gözetmeleri gereğini bilerek, bu farklılıklarını özgürce ifade edeceklerdir. Bir araya gelecek her güç, serbestçe kendi görüş ve politikalarının propagandasını yapacak; ama birlikte yapabileceklerinin azamisini de beraberce yapacaklardır. Bu, birliği zayıflatıcı değil güçlendirici olur. Çünkü bir araya gelecek olanların amacı, birbirlerini hedef almak ve güçten düşürmek olmayacaktır. Böyle olsa, zaten bir araya gelmezler.
Farklılıklarla birlik mümkündür ve zaten ayrı durup bir araya gelme ihtiyacı duyanların farklılıklara sahip olmalarından doğalı yoktur.
Farklı ama bir araya gelmesi mümkün olanların uygun bir birliği mutlaka zorlanmalı ve yaratılmasına çalışılmalıdır.
Çünkü, Lenin’in dediği gibi, “Kendinden daha güçlü olan bir düşman, ancak son kertesine varan bir çaba gösterilerek ve düşmanlar arasında, her ülke içindeki burjuvazinin çeşitli grupları ve kategorileri arasında en küçük çıkar ilişkilerinden ve aynı zamanda geçici bir müttefik olsa da, sallantılı olsa da, koşula bağlı bulunsa da, pek o kadar sağlam ve güvenilir olmasa da, sayıca güçlü müttefiki kendi yanına kazanmak için, en küçük olanaktan en büyük özen ve uyanıklıkla, en ustaca ve en akıllıca yararlanılabildiği taktirde, yenilgiye uğratılabilir.” (Sol Komünizm, s. 67)
Eğer düşmanı yenilgiye uğratmak, yenilgisi yönünde gelişmelere ön ayak olmak isteniyorsa, kararsız ve az güvenilir, yarın değil, sonuna kadar değil ama bugün için birleşilebilir müttefikler içinde olmak üzere, birleşilebilecek tüm güçlerle birleşmeye çalışmaktan kaçınılamaz.
Bu nedenle, devrimci parti, emeğin politikacıları; bütün samimiyetleriyle ve kesinlikle emekçi kitlelerin birleşmesi ve mücadelelerinin gelişmesinin kolaylaşmasıyla işbirlikçi burjuvazinin yenilgi yönünde geriletilmesi dışında herhangi bir kaygıya kapılmak-sızın, ortak bir mücadeleci seçim platformu etrafında, birleşilmesi mümkün tüm örgütlerle birleşmeye çalışmalıdırlar, çalışacaklardır. Bu birliğin, tek koşulu, mücadeleci bir platformda gerçekleşmesidir.
“Sol” adına sosyal demokrat partilerin, emperyalizme ve gericiliğe karşı herhangi mücadele imkânına sahip olmamaları, bugüne kadar, işçi ve emekçilerin taleplerinin tam karşısında yer almaları açısından, mücadeleci bir platformda bir araya gelebilecek güçlerden olmadıkları tartışma götürmez. Mücadeleci bir platformda birlik ancak, bu tür partileri dışlayarak ve onlara da karşı gerçekleşebilecek bir birliktir.
Seçime gidilirken, kurulması gereken, “Emek-Özgürlük-Barış Bloğu”dur.
Bu blok, öncelikle, mücadeleci sendikaları, kitle örgütlerini, meslek odalarını, demokratik ve yöresel dernekleri ve bulunduğu yerde saygın kişilikleriyle öne çıkmış -muhtar, Alevi dedesi, müftü, emekli, genç, emekçi hakları savunucusu, insan hakları savunucusu, kadın hareketi temsilcisi vb. gibi- kişileri bir araya getirmelidir.
Bu blok’un merkezinde EMEP, ÖDP ve HADEP yer alabilir ve almalıdır. Bu, bloklaşmanın, başka politik örgütlenmelere kapalı olduğu anlamına gelmiyor. Sadece, ülkenin ve politik’ güçlerin bugünkü durumunda, bloğun merkezinde bu güçlerin yer almasının doğallığından geliyor.
Bu bloğun, ilkeleri ve platformuyla oluşmasının tüm sorunları halkın önünde açıkça tartışılmalıdır. Kapalı kapılar arkasında tartışmalar gereksiz ve yararsızdır; halkın güçlerinin halktan gizleyecek hiçbir şeyleri olmamalıdır.
Bloğa katılabilecek tüm güçlerin gözetmesi gereken temel bir tutum, bloğun oluşturulmasını zorlaştırmaktan her yönüyle kaçınmaktır. Özellikle grupçuluk karşısında her olası katılımcı uyanık olmalıdır.
Buna uygun davranmanın önemli bir gereği, sorunun teknik yönünü ön plana çıkarmamaktır. Seçim yasaları değiştirilip ittifaklara imkân verilmezse -ki bu, büyük ihtimaldir- pratik olarak seçimlere nasıl ve örneğin hangi parti adına katılacak olmaktan, adayların belirlenmesine kadar bütün teknik tartışmalar en sona bırakılmalıdır. Bloğa yaklaşım ve tartışmalarının yürütülmesi, önemli olanın, parti ya da aday adı değil, emekçilerin talep ve çıkarları ve mücadelelerinin gelişmesi bakımından yapılabilecek katkının azamisinin yapılması olduğu bilinerek sorumlulukla sağlanmalıdır. Sonunda nasılsa bir parti ve adaylar saptanır. Bu, zor olmayandır. Asıl olan, üzerinde birleşilecek platform ve mücadelenin örgütlendirilmesidir. Parti ya da aday pazarlıklarının saptırıcı ve dağıtıcı olacağı kesindir ve blok pratiğe geçmeye başlarsa ve başladığında, devrimci parti bu konuda da üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek, teknik tartışmalarla sorunun aslının gözden kaybedilmesine izin vermeyecektir.
Emeğin politikacıları, mücadeleci bir platform etrafında bir seçim bloğunun oluşturulması için ellerinden gelecek her şeyi yapacaklardır. Ve bu bloğun oluşmasını samimiyetle istiyorlar. Eğer bu blok kurulamazsa, bu, devrimcilerin tutumu nedeniyle olmayacaktır.
Bu durumda, yapılabilecekler, birleşme imkân ve ihtimali olan tüm bileşenleri kapsamasa bile, olabilecek en geniş bir bloğun oluşturulmasından, bu da mümkün olmazsa, devrimci partinin seçimlere tek başına katılmasına kadar çeşitlenebilir. Blok dâhil hiçbir şey endekslenilebilecek bir mutlaklığa sahip değildir, olmamalıdır. Bu, blok mümkün olmuyorsa, yaşamın ve mücadelenin sonu gelmediği anlamındadır ve bu durumda, kuşkusuz, “blok kuracaktık!” diye hayıflanarak oturup beklenmeyecektir.

EMEKÇİLERİN BİR BİRLİK ARACI: YEREL PLATFORMLAR
Bloğun kurulup kurulamamasından bağımsız olarak, kitle örgütleri, sendikalar, dernekler, meslek odaları, insan hakları kuruluşları gibi örgütlerle merkezi ve yerel platformlar oluşturulmalıdır.
Siyasal güçleri de kapsayan birliklerin önemi kesindir. Ancak sınıfın ve emekçi tabakaların birliği bundan da önemlidir. Bunun aracı olabilecek en küçük olanaklar değerlendirilerek, özellikle yerel düzeyde emek ve demokrasi örgütlerinin bir araya gelmesi için çalışılmalıdır.
Çoğu yerlerde bu tür platformlar zaten kurulmuştur. Bu platformların genişletilip iyice tabana yayılması amaçlanmalıdır. Bir kısım yerlerde, kitleleri içinde toplamayan dar ve yalnızca “solcular”ı kapsayan ve adına “platform” denen örgütler de kurulmuştur. Kast edilen bunlar değildir. Gerçekten işçi ve emekçileri kucaklayan, onları temsil yeteneği olan platformları birliğin aracı olarak geliştirmek, olmayan yerlerde bu tür platformların kurulmasına önayak olmak gereklidir. İşçi ve memur sendikalarını, derneklerle meslek odalarını, yöresinde sevilen-sayılan kişileri içine alan platformlara ek olarak fabrikalarda işçi temsilcilerinden, mahallelerde muhtarlar ya da azalardan ve saygın isimlerden başlayarak oluşturulacak platformlarla var olanları zenginleştirmek ve bunları uyumlandırmak, işçi ve emekçilerin birleştirilmesi yolunda atılmış önemli adımlar anlamına gelecektir. Mümkün olan her yerde, milletvekili ve özellikle muhtar, aza ve belediye başkanıyla encümen adaylarını, mahalle halkının ya da işçilerin ve köylülerin doğrudan katılımıyla bu tür platformların belirmesi teşvik edilmelidir. Hatta bloğun oluşması durumunda, yerel planda, seçime ne şekilde katılınacağı, yine halka açık olarak ve halkın katılımıyla ve kuşkusuz, platforma, taleplerine, savunulacak projelere kadar bütün diğer sorunlar çözüldükten sonra, yine bu platformlar tarafından belirlenmelidir. Katılımcılık ve tek tek işçi ve emekçilerin, halkın politika yapmaya teşvik edilmesi, her yerde, son noktaya kadar zorlanmalıdır.

ÖRGÜTSEL GÖREVLER: SANDIK KURULLARI VE TEMSİLCİLİKLERLE DONANMAK
Her yeni ve özel faaliyetin yeni örgütsel biçimlere ihtiyaç duyacağı ve bu biçimleri koşullandıracağı bilinir. Seçim faaliyetinde de böyle olacaktır.
Bu, devrimci partiyi tanıma ve sloganlarının doğruluğunu sınama olanağı bulmuş işçi ve emekçilere içinde örgütlenecekleri uygun biçimler sunmak açısından olağanüstü önemlidir. Bu tür örgütsel biçimler hazırlanıp sunulmaması durumunda, seçim dönemi geçtiğinde, faaliyetten, geriye bir şey kalmayacaktır ya da kalacak ama örgütlendirilmemiş olduğundan görülemeyecek ve bir süre sonra kaybolup gidecektir. Oysa bütün yeni ilişkilerden yeni örgütler üretilmeli ve partinin kitleselleşmesinin başka hiçbir yolunun olmadığı bilinmelidir.
Kitlelerin politikleşmeye bu denli açık ve örgütlenmeye bu denli susamış olduğu koşullar kolay bir araya gelmez ve her zaman oluşmaz. Bugünkü durumun, bu açıdan mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor. Ve değerlendirildiğinde, devrimci partinin katlanarak gelişmesinin sağlanacağı, kitleselleşmenin ciddi adımlarının atılacağı ve sıkı çalışıldığında bu yönüyle bir patlamanın gerçekleşebileceği görülecektir. Çünkü kazanılacak her yeni güçle geliştirilecek her yeni ilişkinin uygun örgütsel biçimler içinde derlenmesi durumunda, bir sonraki işlerin yürütülmesine bu yeni güç ve ilişkiler de seferber edilebilecektir. Ve mutlaka başarılması gereken, bundan başka bir şey değildir.
Seçim dönemi koşullarında bu yeni örgütsel biçimler, yalnızca koordinasyonun sağlanıp görevlerin dağıtılacağı “seçim bürolarının yanı sıra ve en az onun kadar önemli “sandık kurulları” ve mahalle, sokak, köy vb. “parti temsilcileri”dir.
Bu iki örgütsel biçim, doğrudan parti örgütleri, ama olabildiğince gevşek örgütsel biçimler olarak ele alınmalıdır.
Mümkün olan her yerde, parti, mutlaka, kendi adına davranıp kendisini temsil edecek ve düzen partilerinin adamlarına karşı, öğrenebildiği ve yapabildiği kadarıyla, partinin politika ve sloganlarını savunacak temsilciler edinmelidir. Bu, zor değildir. Emekçileri düzen partilerinden kopuşa götüren ve politikleşmeye iten bunca ağır koşullarda, bu iş için görevlendirme yapılır ve yeterince seferber olunursa, her yerde, tanımlanmaya çalışılan özellikleriyle partiyi temsile yatkın en az birkaç kişinin ilk elde bulunacağı kesindir.
Devrimci partinin ilçelerden başlayarak alt örgütleri, içlerinden en az birer kişiyi, bulunduğu yörede, tanımlanan türden kişileri bulmaya yönelik tarama yapmaya özel olarak ayırmalı ve onlardan belirli bir süre içinde, örneğin sokak başına birer, kişi istemelidir. Görevliler, özellikle işçi ve emekçi kahveleri gibi emekçilerin birlikte bulundukları ve kuşkusuz, günlük sorunlarını ve bu arada her yerde her zaman olduğu gibi “memleket meselelerini” tartıştıkları yerlerde, etraflarında konuşulanları dinleyip konuşanları dikkatle gözlemeleri ve onlarla ilişki kurmayı bilmeleri durumunda, aradıkları kişileri fazlasıyla bulacaklardır. Her “fazla”, bir diğer sokağın temsilcisi olarak görevlendirilmelidir.
Burada dikkat edilmesi gereken şey, kesinlikle, dar ve seçkinci davranmamaktır. “Yapamaz”, “beceremez”, “bilgisi kıt”, “politikalarımızı yeterince bilmiyor ya da anlamamış” ve hele “yanlış yapar” demeden, düzen partilerine nefret duyan, düzenden hoşnutsuz ve partiye belirli bir eğilim gösterecek herkesi, örneğin kendi sokağının temsilcisi olarak görevlendirip, bu işi yaparken eğitilmelerini ve partiyi ve politikalarını daha yakından tanımaları için onlarla ilişkiyi sistemli bir örgüt ilişkisi olarak kurmaktır. “Temsilcilik” görevine talip olanlara hemen bir temsilci kartı düzenlenip verilmeli, yeni “devrimci”nin kendisini her yönüyle partili hissetmesi ve görevine dört elle sarılması sağlanmalıdır. Yeni temsilcilerin yanlış yapacaklarından, partiyi başkalarına karşı savunurken hatalara düşeceklerinden korkmaya hiç gerek yoktur. Bundan hiç çekinilmemelidir. Tabii ki hatalara düşecek ve yanlışlar yapacaklardır. Kim yapmamıştır ve yapmıyor ki! Önemli olan bu temsilcilere ulaşılması, görevlendirilmeleri ve ilişkinin örgüt ilişkisi olarak sisteme bağlanması ve aksatılmadan sürdürülmesidir. Yapmaları kaçınılmaz hata ve yanlışları, bu örgütlü iş yapma sürecinde yavaş yavaş giderip -hataları düzeltmenin başka yolu yoktur- politik bakımdan olgunlaşarak emeğin gerçek politikacıları haline geleceklerdir. Ve emin olunmalıdır ki, sürdürülen örgüt ilişkisinin gerektirdiği her toplantıya mutlaka kendilerinin yanı sıra başkalarını getirecekler ve her seferinde yeni parti sempatizanları artacaktır.
Ülkenin dört bir yanında parti temsilcileri görevlendirilmesi seferberliğine girişilmelidir.
Aslında sandık kurulları ile parti temsilcilerinin işlev ve nitelikleri aynıdır. Sandık Kurulları, temsilcilerin komiteleşmiş hali ve temsilcilerin her zamanki görevlerine sandık başlarında partinin temsilinin de eklemesinin örgütlendirilmesidir. Bu nedenle, devrimci partinin temsilciler edinmesi hareket noktası olmalıdır.
Amaç, her sandık bölgesinde en az bir parti temsilcisine ve tercihan sandık, sandık kurullarına sahip olmak olmalıdır.
Bu amaca ulaşılması, bugünden kestirilemeyecek sonuçlarıyla partinin kitleselleşmesi, yığınların partisi haline gelmesi demek olacaktır.
O halde, bu, emeğin devrimci partinin önündeki en önemli görevlerden biridir.
Seçimlerin sunacağı fırsat, her yönüyle değerlendirilmek ve emperyalistlerle işbirlikçi burjuvazinin saldırılarının üstesinden gelecek ve onların kötülükler ve haksızlıklar düzenini değiştirecek güç birikimi, parlamenter mücadele deneyiminden de emekçi kitlelerle birlikte geçerek sağlanmak durumundadır.

Aralık 1998

Metal işkolundaki direnişin dersleri Yürüyüşü hızlandıralım!

Geçtiğimiz aylarda, Bursa Renault ve Tofaş işçileri, yıllar boyu her toplu sözleşmede aldatılmalarına, sendika yönetiminin, sendika içi demokrasiyi bütünüyle ayaklar altına alarak kendilerini “işin dışında” bırakmasına karşı direnişe geçerek, sendikadan toplu bir şekilde istifa etti. Binlerce metal işçisi, fabrika ve ünitelere dayanan sendikal demokrasi taleplerini ilan eden ve faşist sendika yönetiminin tutumunu protesto eden gösteriler yaparak, her türden demagojik saldırıya karşı meydan okudu. Aynı gelişme metal sektörünün belli başlı illerdeki büyük işyerlerine de hızlı bir şekilde yansıdı ve belki de işçi hareketimizin yakın tarihinde sendikal örgütlenme ve sendika içi demokrasiyi savunma adına yapılan en kitlesel gösteri özelliği kazandı.
Son on yıla dönüp baktığımızda; metal sektöründeki gelişmelerin bir anlık öfke ve kızgınlığın ürünü olarak ortaya çıkmadığını görürüz.
’89 Bahar eylemlerinden beri; şu veya bu nedenle mücadeleye atılan her işyeri ve sektörde, eğer sendika yöneticileri mücadelenin gelişmesinden yana değilse; işçiler, şu veya bu şekilde sendika yönetimlerine karşı da bir mücadele sürdürdü. Genellikle, sendika yönetimlerine boyun eğdirebildikleri veya onlara rağmen mücadeleyi örgütlemeyi başarabildikleri oranda kazanımlar elde ettiler. Bu mücadeleler içinde sendikal kararları etkilemede, sendikal demokrasinin fiilen işletilmesinde, kendi eylemlerinin örgütlenmesinde önemli başarılar elde ettiler. Giderek, şubelerden başlamak üzere, yer yer sendika yönetimlerinde sınıf bilinçli işçilerin etkin bir şekilde yer almasını sağlamaya yöneldiler. Yaşanan mücadeleler, SEKA örneğinde olduğu gibi; genel olarak sınıfın bilincinde ve eyleminde, bir sonraki eyleme daha güçlü biçimde yansıyan gelişmelere yol açtı.
Ülkemiz işçi sınıfı hareketinde, en ileri ve en mücadeleci kesimleri oluşturan metal işçileri, her dönemde sendikal harekete yönelen en şiddetli saldırıların da, ilk hedefleri arasında yer aldı. Sendikal rekabet, en çok bu sektörde körüklendi. Faşist militanların yuvalandığı devlet destekli Türk-Metal sendikası bu sektörde örgütlendi. Özel olarak 12 Eylül terörünün gölgesinde, Türk-Metal en büyük işyerlerinde, işverenler ve hükümet desteğinde adeta saltanat kurdu. Kitlesel işten atmalar ve işyerlerinin sürekli yenilenmesi yoluyla, gelişebilecek muhalefetler sistematik bir şekilde tırpanlandı. ’84’lerden itibaren sektörün ileri işçileri, Otomobil-İş (Daha sonra DİSK-Maden İş’le birleşti, Birleşik-Metal Sendikası adıyla DİSK’e katıldı) sendikasını örgütlemeye yöneldiklerinde; bu kez de, revizyonist-reformist geleneği temsil eden sendika yönetimi tarafından hayal kırıklığına uğratılarak, Netaş ve Erdemir’de olduğu gibi yeni bir tahribat yaşadılar.
Bütün bunlara rağmen, ’91 Eylemlerinde, başta Bursa-Renault ve Tofaş işçileri olmak üzere, birçok işyerinde sendika yönetiminin engellerini aşarak kitlesel eylemler gerçekleştirdiler. Tasfiyeleri göze alarak güçlü muhalefet hareketleri örgütlediler. Son bir yıldan beri de sendikadan kitlesel olarak ayrılmaya yöneldiler. Bursa’da gerçekleşen toplu istifalarla birlikte, ülkemiz metal işçilerinin tarihinde adı, ihanet ve işbirlikçilikle anılan Türk-Metal yönetimine tarihinin en ağır darbesini indirmiş oldular.
Dolayısıyla da, bugünkü gelişmeler, sadece Bursa şubesinde, mevcut yönetime karşı bir anlık öfkenin değil; işçi hareketimizde sun yirmi yılın birikim ve tecrübesinin bir ürünü ve göstergesi olarak ortaya çıktı ve işbirlikçi burjuva sendikal akıma karsı verilen mücadelelerin en kitlesel ve ileri örneği oldu. Yani, metal işçilerinin eylemlerinde son 20 yıllık dönem boyunca işçi sınıfına ve sendikal harekete yönelen saldırılara, işbirlikçi sendika yönetimlerinin ihanetlerine karşı duyulan öfke, demokrasi ve özgürlük taleplerine duyulan özlem iç içe geçti.
Yani, olay, her zaman olabilecek, basit bir sendikal tepki olarak ele alınamaz.
En başta; yaşanan tecrübelerden, metal işçilerinin daha köklü sonuçlar çıkarmakta olduğunu belirlemek gerekir. Bu nedenle, onlar, bir yandan; sendikal mücadelede daha ileri taleplerle ve mücadele biçimleriyle ortaya çıkarken; öte yandan ve buna paralel olarak; diğer bütün akımları bir yana bırakıp, sınıf bilinçli işçiler ve partiyle işbirliğine yöneldiler ve bu konuda estirilen demagojik kampanyalara açıktan meydan okudular.
Sadece metal sektöründe değil; SEKA, SANKO vb. işyerlerinde de görüldüğü gibi; ortaya çıkan gelişmeler en genel anlamıyla iki önemli olguyu gözle görülür hale getirmektedir. Birincisi; sendikal hareketin daha ileri düzeyde yenilenmesi doğrultusunda işçi sınıfı saflarında kitlesel bir eğilimin giderek daha da yaygınlaşmakta olması, İkincisi ise; ileri işçi kesimlerinde sınıf partisiyle birleşme veya sınıf partisi olarak örgütlenme eğiliminin giderek güç kazanmakta olmasıdır.
Elbette ki; bu eğilim kendiliğinden ortaya çıkmadı.
Bu gelişmede belirleyici etken; partinin, sınıfın kendi deneylerinden dersler çıkararak, örgütlenme ve mücadele yeteneğinin gelişimine yardım etmek üzere işyerlerinde, fabrikalarda, sendikalarda, sendikal platformlarda sürdürdüğü kesintisiz faaliyet ve bunun bir ürünü olarak bir süreden beri sınıfın ileri kesimlerinin parti olarak örgütlenmesinde kazanılan mevzilerdir. Böylece, yaşanan birçok mücadelede, ileri işçilerin parti olarak örgütlendiği oranda mücadelenin daha ileri bir sınıf birliği, daha güçlü bir moral ve somut sonuçların elde edilmesi; giderek daha çok işçiyi etkiledi. Parti olarak örgütlenmenin mücadelede oynadığı rol ve aynı zamanda parti olarak örgütlenmiş olan sınıf bilinçli işçilerin; partinin, günlük işçi basınının genel olarak sınıfın mücadelesine katkıları, sınıfın bilincinde parti olarak örgütlenme ve partili mücadele fikrinin güçlenmesini sağladı. Bizzat kendi saflarından çıkmış partili işçilerin politik gelişimi, işçilerin kendine olan güven ve cesaretini teşvik etti. Ortak sınıf duygu ve sorumluluğunun, sınıf partisi disipliniyle güvence altına alınmasının, sınıfın birliğini gerçekleştirmedeki tayin edici rolü; giderek daha çok işçi tarafından fark edilmeye başlandı. Gösterilebilecek birçok örneğin yanı sıra, özellikle SEKA ve SANKO’da yaşanan olaylar, bu gelişmenin somut göstergeleridir.
Belki de, hiçbir dönemde, ortak bir sınıf programı, ortak bir taktik ve mücadele çizgisi etrafında, ortak bir parti disipliniyle birleşme fikri; doğrudan sınıf mücadelesi içinde, bu ölçüde giderek güçlenen canlı bir ihtiyaç haline gelmedi. İşçi hareketinde son dönemde ortaya çıkan eylemler; sınıfın kendi bağımsız eylemini, bizzat kendi temsilcileriyle örgütlemede gösterdiği yetenekle; mücadele içinde ileri işçilerin, başka herhangi bir partiye değil, açıkça, sınıf partisiyle işbirliğine girme eğilimiyle; partimizin, sınıf içinde güçlü bir akım haline gelmesinin, hem ne kadar olanaklı, hem de ne kadar zorunlu olduğunu göstermektedir. Bu konuda elde edilecek başarılar; ülkemiz işçi sınıfının, uluslararası işçi hareketindeki saygınlığını her geçen gün daha da artırarak, diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerine moral ve cesaret verecektir.
Sınıf mücadelesinde ortaya çıkan her sıçrama, partinin daha fazla yetenek ve enerjiyi seferber etme olanaklarında da, o ölçüde bir gelişme sağlar. Bu noktada ise; partinin, bu durumun farkına varması, anlam ve önemini bilmesi ve bu olanakları değerlendirmek üzere daha ileri bir örgütlenme ve hareketi yönetme yeteneği göstermesi, tayin edici derecede önem kazanır.
Elbette ki: bugün sendikal hareketin yenilenmesi çok büyük öneme sahiptir.
Ama yaşanan tecrübeler; sendikal hareketi yenilemede de, tayin edici halkanın: en önemli sektörlerde, en önemli fabrika ve işletmelerde sınıfın ileri kesimlerinin parti olarak örgütlenmesi ve günlük mücadelede daha ileri bir politik ve örgütsel yönetim, denetim ve yol göstericiliğin gerçekleştirilmesine bağlı olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Gene yaşanan tecrübeler; böyle bir yardım sağlandığında, sınıfın kendi güçlerini ve mücadelesini örgütlemede, olağanüstü bir yetenek gösterdiğini kanıtladı.
İşçi sınıf hareketi, tarihinde, toplumsal devrim partileri olarak şekillenen devrimci sınıf partilerinin yenilgi ve zaferlerinin deneylerinden çıkarılan sonuçlar; bugün, kendine özgü bir gelişme seyri içinde ve doğrudan sınıf hareketinin pratik ihtiyaçlarına bağlanmış bir şekilde ve yeniden önümüze gelmektedir.
Günün 10 saatini ağır çalışma koşulları altında geçiren işçiler, hareketin ülke çapında birleştirilerek ortak hedeflere yöneltilmesine, günlük eylemin örgütlenmesine ve ilerlemesine hizmet eden ve bunu kendisine iş ve meslek edinen, kendi sınıfının öz temsilcilerine ihtiyaç duyar. Yani, mücadelenin bütün alanlarında, sorunlara tam hâkimiyeti sağlayacak, sınıfın uyanış içine giren kesimlerinin parti olarak örgütlenmesine, belirlenmiş ortak bir çizgi izlenmesine yardım edip yön verecek profesyonel çalışmayı güçlendirmek; bugün, mücadeleyi ilerletmenin temel koşulu budur.
Harekete yeni katılan güçler ne kadar fazlaysa; yeni güçleri örgütleyip seferber edebilecek bir profesyonel çalışmanın önemi de o ölçüde artar.
Sınıf partisi; ancak, her alanda, kendisini sınıfının davasına adamış, işi kendine meslek edinmiş ileri temsilcilerine dayanarak; mücadeleye uyanan işçilerle, onların günlük yaşamı ve mücadelesi içinde, ortak sınıf duygu ve sorumluluğunu paylaşarak, karşılıklı denetim ve sorumluluğa dayanan bir yol göstericilik ve yardım sağlayarak, onların bağımsız bir parti olarak örgütlenmesine ve gerçek bir sınıf bilincine ulaşmasına yardımcı olabilir.
Çünkü işçiler, teorinin genel sonuçlarının kitabi bilgisiyle değil, içinde bulundukları, “gözleri önünde cereyan eden” gerçeği, bizzat kendi mücadele deneyleriyle kavrayarak gerçek sınıf bilincine yönelmektedir. Yani, onlar, henüz yeterince teorik bilgiye sahip olmadıkları halde; her gün karşı karşıya bulundukları sınıf ilişki ve çelişkileri içinde edindikleri öz deneylerle, bunun sağladığı sınıf sezgisiyle, bağımsız bir parti olarak örgütlenme eğilimine girmekte ve diğer partilerle sınıf partisini, doğrudan pratik hareket içindeki tutumlarıyla ayırt etmektedirler. Genel teorik bilgi ile “donanmış” birçok küçük burjuvanın örgüt bilinç ve sorumluluğu karşısında gösterdiği tutumla karşılaştırıldığında, bu gelişme; sınıfın örgütlenme yeteneğini ve bu konuda duyduğu somut ihtiyacı gösterir. Bu demektir ki; sınıf partisi, ancak, uyanış içine giren işçilerin parti olarak örgütlenmesini hızlandırdığı oranda; kendi özgün sınıf özelliklerine uygun bir şekilde; onların teorik eğitimlerine yardımcı olabileceği gibi; ideolojik-politik gelişimlerini de hızlandırabilir ve zaten bunu da yapmak zorundadır. Partinin yığınlara mal olmasının, teorik bir “eylem kılavuzu” haline gelerek “maddi bir güce” dönüşmesinin pratik anlamı budur.
Öte yandan; sınıfın ileri kesimleri, ortak bir sınıf duygu ve bilinciyle, ortak bir sınıf sorumluluğu ve disipliniyle örgütlenmeye yöneldikçe; mücadele ve örgütlenme yeteneği on kat yüz kat artacak, milyonlarca işçi ve emekçinin kendine güven ve cesaretle sendikalarda, kitle örgütlerinde sömürü ve zulme karşı ortak bir mücadele çizgisinde birleşmesi ve daha ileri mücadelelere hazırlanması hızlanacaktır. Bu da, partinin; fabrikalarda, işyerlerinde, sendika ve kitle örgütlerinde sınıfın daha geniş yığınlarının enerji ve yetenekleriyle birleşmesi, sınıf mücadelesine daha fazla nüfuz etmesi demektir.
Hiçbir dönemde olmadık derecede ve bütün yönleriyle, parti ve sınıfın karşılıklı olarak birbirini geliştirip güçlendirdiği, önemli ve zorlu bir süreçten geçiyoruz, “içinde bulunduğumuz gerçeğin”, bunun sağladığı olanakların, gerektirdiği görev ve sorumlulukların, ne kadar çok ve ne kadar hızlı bir şekilde “farkına varırsak”; o ölçüde bu gelişimi hızlandırabilir, sınıfın enerji ve mücadelesinin daha ileri kazanımlar elde etmesine yardım edebiliriz.
Çünkü ülkemiz işçi sınıfı, sömürü ve zulümden “sızlanmak” yerine, giderek daha güçlü bir şekilde, sömürü ve zulme meydan okumaya yönelmektedir. Bütün ezilen yığınların özlemi; bu yürüyüşün daha da hızlanmasıdır.

Aralık 1998

“3. yol”: sosyal demokrasinin yeni versiyonu

“Sol, yeniden iktidar”; “Bizim sosyal demokratlar, Blair’i örnek alırlarsa iktidara gelirler”; “İspanya ve İrlanda dışında tüm Avrupa’da iktidar sola geçti”… Bu türden saptamalar sosyal demokratların ya da “sosyalistlerin”, son yıllarda Avrupa ülkelerinde birer birer iktidara gelmelerinin arkasından sıkça öne sürüldü.
Fransa, İngiltere, Almanya gibi Avrupa’nın büyük ülkelerinde sosyal demokratların, “sosyalistlerin” iktidara gelmesi; “Solun serbest piyasacı bir temelde programını yenilemesi gerektiği” tezini savunanları daha da cesaretlendirdi.
1990’ların ikinci yarısından itibaren; bir yandan artık tarihsel misyonunu dolduran sosyal demokrasiyi yeni bir adla sunmak, öte yandan liberal politikaların, Hıristiyan ve muhafazakâr partilerin programlarının dünyayı emekçiler için cehennem yapmaya kararlı olduğunu fark eden kitlelere yeni bir “umut” üretmek için “3. Yol” kavramı ortaya atıldı.
Eskiden “3. Yol” kavramı; kapitalizm ve sosyalizm dışında gösterilmek istenen akımları tanımlamak için kullanılırdı. Örneğin 1960’larda Kruşçevcilerin de desteği ile propaganda edilen “kapitalist olmayan yoldan (aynı zamanda sosyalist de olmayan) kalkınma” bir “3. Yol” olarak propaganda edildi. Yine aynı yıllarda, bu görüşle de bağlantılı olarak gündeme gelen; kapitalist ve “sosyalist” dünya dışında kalan ülkeler bloğu için kullanılan “3. dünya ülkeleri” kavramı bir “3. yol”culuk olarak tarif edildi. Ya da genelde; kapitalist ve sosyalist olarak dünyanın ikiye bölündüğünün kabul gördüğü yıllarda; bu iki ana blok dışındaki her tür politik ve ekonomik görüş ve tutum “3. yol” olarak adlandırıldı. Şimdi ise; artık dünyanın tek bir kapitalist pazar olarak bütünleştiği; globalizmin sadece bir olgu olarak değil ideolojik bir argüman olarak da dayatıldığı 1980’li yılların sonundan itibaren kutsal “3 rakamı”nın yeniden kullanıma sokulduğuna tanık oluyoruz.
İki ana yol dışında, “3. yolculuk”un az çok anlam taşıdığı dönemlerde; (SB ve Doğu Bloğu’nun revizyonist yönetimler altında da olsa var olmaya devam ettiği yıllarda) ister düşünce alanında ister politikada, karşıt olan iki şey arasında, “iki arada bir derede” düşünce ve tutumlara “3. yol”cu deniyordu. Bu yıllarda “3. Yol”culuk, karşıtların mücadelesinin çatlaklarında, o çatlak varlığını koruduğu sürece yaşayan olgular, düşünceler olabilmiştir.
1960’lı yıllarda; gerek “3. kalkınma yolu”, gerekse “3. dünya” olgusu da böyle olmuş; sosyalizmle kapitalizm arasında; sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasında; ikisiyle de özdeşleşmeyen ama ikisinden de bir şeyler alan “ehveni şer” yol olarak görülmüştür.
“3. Yol” için konumuzla daha yakından bağlantılı olan örnek ikinci Enternasyonale bağlı “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerdir.
Bütün bir 20. yüzyıl boyunca sosyal demokrasi; “üçüncü bir yol”, “üçüncü bir seçenek” olmuş; daha doğrusu böyle bir seçenek olmayı amaçlamıştır. Sosyal demokrasi, kapitalizmin bireyci, insana insan olarak değer vermeyen kurallarından, sömürüden bıkan ve bu yüzden geleneksel burjuva partilerine yüz çeviren ama aynı zamanda sosyalizmdeki eşitlikçilik ve kolektivizmin çarpıtılarak propaganda edilmesi nedeniyle de gerçek bir sosyalizme henüz eğilim duymayan emekçiler için bir sığınak görevi görmeyi amaçlamış; daha doğrusu burjuva partilerinden kopan ama henüz sınıf bilincine varamadığı için de kendi partisine doğrudan yönelmemiş işçi sınıfının ana gövdesinin önünde bir barikat olmuştur. Ve sosyal demokrasi, bu iki arada bir derede tutumuyla da, edilgen bir teori ve siyasal hat olarak biçimlenmiş ve işlevini yerine getirmiştir. Bu teori ve siyasetin önde gelenleri de sosyal demokrasinin zaten böyle olmasını istemişlerdir.
Doğrusunu söylemek gerekirse sosyal demokrasi ve sosyal demokratlar; kendilerine biçilen ve kendilerinin de büyük bir hevesle kabul ettikleri rolü başarıyla oynamışlardır. Sonuçta, kapitalizm karşısında sosyalizmin somut bir tehdit olarak varlığını sürdürdüğü yıllarda; kapitalist ülkelerdeki sosyal demokrasi kapitalizm bakımından bir “ihtiyaca” yanıt vermiştir. Ancak; sosyalizmin revize edilmiş haliyle bile varlığını sürdürdüğü bir ülkenin kalmadığı koşullarda; sosyal demokrasi her cereyana açık, ortada kalmış bir politik odağa dönüşmüştür.
Sosyalizm “kalmadığına” göre; kapitalizmle sosyalizm arasında bir orta yol da (3. yol da denebilir) yoktu! Böyle olunca; kendisinin tanımsal dayanaklarından birini yitiren sosyal demokrasi ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Ortada kalan sosyal demokrat partiler, 1990’ların başında hızlı bir “değişime” yöneldiler. Liberal ve Hıristiyan demokrat partilerin “saf kapitalist” programlarını büyük ölçüde benimsediler, onlarla aralarındaki “sosyal” sözcüğünde ifade edilen farklılıkların neredeyse tamamından kurtuldular. Özelleştirmeden esnek çalışmaya, sendikasızlaştırmadan sosyal hakların ortadan kaldırılmasına kadar bütün programatik ayrılıkları yok eden sosyal demokratlar, uluslararası burjuvazinin, tekellerin programının sorunsuz uygulayıcısı durumuna geldiler.
Ne var ki; sosyal demokratların “Artık liberaller, muhafazakârlar ve Hıristiyan demokrat partilerle aramızdaki ‘sosyal’ kavramından gelen aynılıkları kaldırmalıyız” demeye yöneldiği bir dönemde yeni bir rüzgâr da kendisini hissettirmeye başladı. Bu, işçi sınıfından, emekçilerden doğru esen bir rüzgârdı.
Emperyalist kapitalist sistemin tepesinde alman dünyanın tekellerin global dünyası olması kararının uygulamaya sokulması; ulusal duvarları ve emeğin haklarını sınırlamak isteyen tekellerin dünyasına karşı; uluslararası burjuvazinin global dünya programına karşı işçi sınıfı başta olmak üzere emekçiler tepki göstermeye başladılar. Avrupa’da Fransa merkezli ama gelişmiş ülkeleri (Almanya, İsviçre, İngiltere gibi) de kapsayan yaygın ve sarsıcı işçi eylemleri ortaya çıktı. İşçi sınıfı; grevler, direnişler, gösterilerle uluslararası tekellerin isteklerine kolayca boyun eğmeyeceğini; tekellerin dikensiz gül bahçesinde olmadığını gösterdi.
Kapitalizmin ideologları ve propagandacılarının pek de beklemedikleri bir dönemde ortaya çıkan işçi sınıfı hareketi, sosyal demokrasiyi de terk edip tümüyle liberalizme ilticaya yönelen sosyal demokrat partilerin yönelişinde bir ikircime yol açtı. Ve sosyal demokrat partiler kendilerini yeniden tarif etmeye koyuldular. Ama bu sefer sosyal demokratlar, sosyalizmle kapitalizm arasında değil; eski sosyal demokrasiyle liberal-Hıristiyan demokratların emekçilere hiçbir sosyal hak tanımayan programı arasında bir yere mevzilendiler. Ve belki de sosyal demokrasinin tarihsel köklerinden gelen ağırlıktan, bir sınıf partisi, Marksist suçlamasından da kurtulmak için olacak, kendilerine “3. Yolcu” dediler.
“Sosyal demokrasi”yi bağımsız bir yol olarak gören ve sosyal demokrasiyle serbest piyasa ekonomisi arasında bir karşıtlık bulunduğunu kabul ederek “3. Yol”u keşfedenler; henüz kendi aralarında da çok netleşmiş değiller. Ancak; uygulamalarına ve sosyal demokrasiye yönelttikleri “tutuculuk” eleştirilerine bakarak şunlar söylenebilir:
“3. Yol”cular; globalizme (küreselleşme) en az serbest piyasa ekonomicileri kadar inanmaktadırlar. Ama sürecin kendiliğindenliğe bırakılmasına karşıdırlar. Bu yüzden de ortaya çıkan problemlerin çözümünde daha aktif olunmasını istemekte, zaman zaman ya da o ülkede değilse de bu ülkede himayeciliği kabul etmektedirler.
—3. Yol”cular; serbest piyasa ekonomisiyle çatışmayacak bir piyasa denetiminden yanadırlar.
—3. Yol”cular; özelleştirmeden yanadırlar. Hatta kendileri daha iyi özelleştirmecidir. Ama sosyal sonuçları bakımından özelleştirmenin sosyal patlamalara yol açabilecek unsurlarının giderilerek uygulanmasından yanadırlar.
—3. Yol”cular; sosyal güvenlik sisteminde, serbest piyasacıların eleştirilerini haklı bulmaktadırlar; sosyal güvenlik reformuna taraftardırlar. Ama devletin bu alanı bütünüyle özel sektöre devretmeyi doğru bulmamaktadırlar.
—3. Yol”cular; çevrenin korunmasından yanadırlar ama bu tutumları kendi ülkelerinde farklı başka ülkelerde farklıdır. Örneğin; kendi ülkelerinde çevreyi kirleten yatırımlara karşı çıkarlar ama bu yatırımların başka ülkelere yapılmasına karşı değillerdir. Ya da tersine, büyük patronların çıkarına uygun geliyorsa, çevre önemsizdir.

“ÜÇÜNCÜ” BİR YOL MÜMKÜN MÜ?
20. Yüzyıl tarihine şöyle bir bakmak bile sosyalizmle kapitalizm arasında bir akım olarak kendisini tarif eden sosyal demokrasinin yaşamasının ve politik bir seçenek olarak ortaya çıkmasının tek şansının sosyalizm ile kapitalizm arasındaki karşıtlık; bu karşıtlıktan doğan mücadelenin çok sert bir biçimde cereyan etmesine bağlı olduğunu görmeye yeter. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmden geri dönüş, 1950’lerin sonundan itibaren SB’nin bir kapitalist ülkeye evrilme sürecinin başlamasından sonra bile “Doğu Bloğu” ile “Batı Bloğu” arasındaki çatışmanın sert bir biçimde sürmesi; daha da önemlisi “Doğu Bloğu”nun hatta bu blok dışındaki Çin, Vietnam gibi ülkelerin de, ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerce “sosyalist kamp” olarak görülmeye devam etmesi; Batı Avrupa ve “3. dünya ülkelerindeki sosyal demokrat partiler için “şans” olmuştur.”
Kapitalist yol ile sosyalist yol arasında “üçüncü bir yol” olarak görülebilecek olan sosyal demokrasi; kapitalist ülkelerde, kapitalist düzen partilerinden, onların politikalarından kopan işçilerin, emekçilerin kontrol altına alındığı yeni bir anti-sosyalist, anti-komünist mevzi olarak örgütlenmiştir.
Uluslararası burjuvazi ve ideologları, 1980’lerin sonunda yeni dünya düzenini ilan ettikleri ve sosyalizmi tümüyle ve ebediyen tarih sahnesinden sildiklerini iddia ettikleri dönemde sosyal demokrasi bir yana itilmiş; liberal partiler ise sistemin tek partisi olarak ilan edilmişti. Bu propagandanın baskısı, sosyal demokrat ve “sosyalist” İkinci Enternasyonal partileri içinde de paniğe yol açmış; eski sosyal demokrat program hızla terk edilerek; liberal partilerin programlan neredeyse olduğu gibi kabul edilme yoluna girilmişti.
Ancak aradan çok zaman geçmeden açıkça görülebildi ki, ne kapitalizm sorunlarını aşıp sorunsuz (krizsiz, savaşsız, aralarında uzlaşmaz çelişkiler olan karşıt sınıfların yok olduğu bir dünya gibi) bir dünya olmuştur, ne engelsiz bir globalizme varılmıştır, ne de sosyalizm ebediyen mezara gömülmüştür.
Öncelikle, yeni dünya düzeninin, globalleşen dünyanın sınıf ayırımlarını geçmişte görülmedik bir biçimde derinleştirdiği ve çatışmaların şiddetlenmesinin temelini hazırladığı çok geçmeden görüldü. Böyle bir dünyada ne barıştan, ne de çoğunluğun etrafında birleştirilebileceği bir programdan söz edilebilir. Tam tersine; tekellerin de, birisi yıprandığında ötekini öne sürebilecekleri partilere ve programlara ihtiyaçları vardı.
Yeni dünya düzencilerinin, globalistlerin vaat ettiklerinin gerçekleşmeyeceğinin ortaya çıkmasıyla; sadece yeni dünya düzenine, globalleşmeye karşı çıkanlar arasında değil, bizzat dünya gericiliğinin saflarında da yeni arayışlar başladı. 1994 krizi; tekeller çağında dizginsiz bir serbest rekabetin, kontrolsüz piyasanın büyük kaoslara yol açacağının görülmesi sonucunda serbest piyasacıların kendi saflarında “bu iş böyle gitmez; gitmesi için zorlanırsa da büyük sosyal patlamalarla sistem çöker” fikri taraftar bulmaya başladı. Örneğin dünyanın bir numaralı spekülatörü, ama aynı zamanda hatırı sayılır bir ekonomist sayılan George Soros; “Eğer müdahale edilmezse sistemin çökeceğini” her yerde yüksek sesle ifade edenlerdendir. Yine sistemin “önemli” teorisyenlerinden Paul Krugman, Jagdish Bhagvati gibiler, özellikle ekonominin krize girdiği bölgelerde, yeniden “korumacı” önlemleri savunmakta; örneğin Krugman, Malezya’da hükümetin aldığı “aşırı korumacı” önlemleri “haklı bulduğu”nu açıklamakta bir sakınca görmemektedir. Elbette sadece kişiler arasında değil de dünyanın kurumları arasında da bir yandan yeni görev bölüşümleri olduğu kadar bir yandan da bazı kurumların itibar yitimi gündeme gelmektedir. Örneğin bundan 3–5 yıl öncesine kadar her uygulaması tartışmasız kabul gören IMF’nin artık rolünü oynayamadığı, IMF’nin öğütlerine uyulursa dünya ekonomisinin çökeceği, IMF’nin dünya ekonomisinin direksiyonundan çekilmesi gerektiği sesleri giderek daha sık ve daha yüksek çıkmaktadır. Son dünya krizi, ’94 krizi sonrası ortaya çıkan bu eğilimleri daha da güçlendirmiş; artık, pek çok eski “serbest piyasacı” çevre; “Sakın Marx haklı olmasın” sorusunun korkutucu gölgesi altında tartışmak zorunda kalmaktadır.
İşte “3. Yol” “kuramı” ve politikaları böyle bir aşamada ortaya çıktı, sosyal demokratların en uyanıklarının etrafında toplandığı bir seçenek oldu.
“3. Yol kuramı” ister eski sosyal demokratların iddia ettiği gibi kendilerinin geliştirdiği bir kuram olsun, ister liberal ekonomi çevrelerinin iddia ettiği gibi “3. Yol”un kendi uzantıları olduğu kabul edilsin; “3. Yol”un “bağımsız” bir kuram ve siyasetler bütün olamayacağı ortadadır. Çünkü her şeyden önce “3. Yol”un tarif ettiği alan son derece dar; sosyal demokrasiyle liberal politikaların “farkı” arasındaki dar alandır. Kısacası şu söylenebilir: Sosyal demokrasi, bir üçüncü yol iddiasına karşın aslında bir 1. yol, kapitalist yoldu. “3. Yol” ise; sosyal demokrasi kadar bile kendine has özellikler taşımayan bir “kapitalist yol”dur. Bugün, bir seçenek gibi sunulmasının nedeni ise; bir özgünlük taşımasından çok uluslararası tekellerin has partilerinin yıpranması karşısında onların yerine geçecek bir seçeneğe acilen ihtiyaç duyulmasıdır. Bir diğer neden ise; “3. Yol” hakkında henüz çok az şeyin emekçiler tarafından biliniyor olmasıdır. Yoksa dünya ve dünya işçi sınıfı yeni bir teori ve politikalar bütünü ile karşı karşıya değildir.

“3.Y0L”UN LİDERLERİ GLOBALİZMİN DE LİDERLERİDİR YA DA “3. YOL” ASLINDA “1. YOL”DUR
Sosyal demokrat partiler, kimi kuruluşlarından itibaren kimi sosyalizmden ayrılıp burjuvalaşarak kapitalistlerin has partilerinin yedeği rolünü benimsediler; sisteme “koltuk değnekliği” yaptılar.
“3. Yol”cuların ise; kökleri sosyal demokraside olmasına karşın pozisyonları çok farklı. Çünkü şu anda globalizmin simgesi durumundaki üç ülkede, ABD, İngiltere ve Almanya’da bir kuşak öncenin sosyal demokratları, sosyalistleri ve “demokratları” var. Aynı zamanda bu üç ülkenin liderleri, “3. Yol”un da liderleri durumunda. Dolayısıyla bu üç lider dünya kapitalizminin, globalizmin sorunlarının muhatabı durumunda. Ve kapitalizmi içinde bulunduğu kaostan çıkarmak için; ABD Başkanı Bili Clinton, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Schröder “yeni düzen” arayışının başında bulunuyorlar. Bu liderlerin “Yeni düzen” dedikleri şeyin de “3. Yol”un düzeni olacağı belirtiliyor.
İngiltere Başbakanı ve “3. Yol”culuğun dünya çapındaki teorisyeni ve pratikçisi olarak tanınan Tony Blair, serbest piyasacılığın en acımasız uygulayıcılarından birisi olan Margaret Thatcher’in zincirinden boşanmış serbest piyasa ekonomisine tepkinin üstünden iktidara geldi.
ABD Başkanı Bili Clinton, tıpkı Blair gibi, serbest piyasacılığın en Ortodoks’ça uygulandığı dönemi temsil eden Reagan-Bush yönetimlerine tepki üstünden ABD başkanı oldu.
Almanya Başbakanı Schröder ve partisi ise; Hıristiyan Demokratların 14 yıllık serbest piyasacılığına duyulan işçi-emekçi tepkisini arkasına alarak iktidara geldi.
Kısacası bugün dünya kapitalizminin en önemli üç ülkesinde; geçmişleri sosyal demokrasiye bağlanan bugün de “3. yol” diyebileceğimiz politik hatta yer alan liderler ve partiler var. Ama bu ülkelerde 3–5 yıl öncesinin uygulamalarıyla bugün arasında bir farkın olduğu söylenebilir mi?
Bu durum elbette “3. Yol” diyerek kapitalizmin has partilerinden farklı partilermiş ya da farklı politik hatlarmış gibi yutturulmaya çalışılan “3. Yol”un teoride ve pratikte bir kapitalist yol olduğu; “birinci yol”cu denebilecek lider ve partilerle (ABD’de Cumhuriyetçilerle, İngiltere’de muhafazakârlar, Almanya’da Hıristiyan Demokratlar) ciddi hiçbir farklarının bulunmadığını göstermektedir.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında aslında “3. Yol” denilen siyasi odakların birer kapitalist yol odağı, kapitalist sisteme hizmette “birinci yol”u aratmayacaklarını; yerine göre koltuk değneği, yerine göre “aslının aynısı” olma özelliğini taşıyan bir esnekliğe sahip partiler olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir söyleyişle; “3. Yol”, kapitalizmden, serbest piyasacı sistemden kopan yığınları yeniden sisteme bağlamak üzere kurulmuş bir barikattır.

TÜRKİYE’DE 3. YOL’UN ŞANSI VAR MI?
Bugün kendisini sosyal demokrat ya da “demokratik sol” diye tanımlayan partiler; sosyal demokratlığı Avrupalı “kardeşlerinden 60 yıl sonra fark ettikleri gibi, yine Avrupa’daki kardeşlerinin sosyal demokrasiyi de terk edip kendilerine “3. Yol”cu demeye başladığının henüz farkında değiller. Ama basındaki, “aydın” çevrelerdeki sosyal demokratlar ile “3. Yol”cu bir fraksiyonun burjuva siyasetine yeniden can ve renk getireceğini uman serbest piyasacı propagandacılar tarafından DSP, Özellikle de CHP “3. Yol”a teşvik edilmektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi; “3. Yol” ve “3. Yolcu”luk henüz sınırları çizilmiş bir politik yoğunluk değildir. Ama gerek dünyadaki uygulamalar gerekse en gelişmiş ülkelerde kendilerini “3. Yol” olarak tarif edenlerin siyasal tutumlarına bakıldığında Türkiye’de CHP’den ÖDP’ye kadar uzanan bir “3. Yolcular yelpazesi” çıkacağı görülür. Muhtemelen de ÖDP; “3. Yol”un teorisi ve pratiği için en uygun iklime sahip parti görünümündedir.
Partilerin yapısal özellikleri ve niyetleri ne olursa olsun; Türkiye gibi işçi sınıfı ile burjuvazi, halk ile egemen sınıflar arasındaki çelişmenin hızla keskinleştiği bir ülkede sonuçta bir “uzlaşmaya” dayanan “3. Yol” gibi politik odakların seçenek olması pek olanaklı değildir. Çünkü büyük patronlar ve ülkeyi tam bir dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen IMF önderliğindeki uluslararası tekeller; çıplak bir liberalizm dayatmasını tavizsiz bir biçimde sürdürmektedirler. Kendilerine sosyal demokrat diyen partiler de, ancak sistemin en has partileriyle ittifak yaparak iktidara gelme şansı (CHP, DYP ile; DSP, ANAP’la ortak iktidar olabildi) yakalayabilmektedir. Bu durumda da bu sosyal demokrat partilerin değil liberal, muhafazakâr ya da “merkez sağcı” partilerin programları çerçevesinde hükümetler kuruldu.
1999 ve sonrası için durumun çok daha kritik olacağını söylemek bir kehanet değildir. Bu durumda bu partilerin ancak bir halk başkaldırısını bastırmanın, kontrol altına almanın aletleri olabileceği ortadadır. Çünkü büyük patronlar, uluslararası tekellerin en önemli amacı krizin yükünü emekçilerin, halkın üstüne yıkmak olacaktır. Hükümet de başlıca bu amacı gerçekleştirmek için işbaşına gelecektir.
Krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkma, eğer “onları ikna etme” temelinde gerçekleşirse burada sosyal demokrat “3. Yolcular”ın bir işlevi olacaktır. Ama şiddet başlıca araç olursa, bu partilerin esamisinin okunması beklenemez.
Önümüzdeki dönem açısından “3. Yol” konusu daha çok da bir seçim dönemi olması bakımından önem taşımaktadır. Bu yüzden de henüz Türkiye’nin politik arenasında, politik odaklar olarak “3. Yol”un adı konmasa da gelişmeler bunun da olacağını göstermektedir. Çünkü seçim süreci, partilerin kendilerini yeniden tarif etmesi bakımından önemlidir ve muhtemelen yukarıda sözü edilen partiler Blair’e, Clinton’a, Schröder’e sempatilerini programlarını da onlara yaklaştırarak belli edeceklerdir. Bu yüzden de “3. Yol”a karşı, “kapitalist yolun bu yeni versiyonuna karşı mücadeleye şimdiden hazırlanmakta yarar vardır.

Aralık 1998

Japon mali sermayesine genel bir bakış

Japonya, 1960-80’li yıllardaki yüksek büyüme oranlarıyla, hızla gelişen teknolojisi ve sürekli artan ihracatından sağladığı ticaret fazlalarıyla “Japon mucizesi”ni gerçekleştirmiş ve kapitalist dünyanın örnek diye gösterdiği ülke haline gelmişti. 1970’li yılların başından itibaren, Almanya’yı geçerek, ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olmuştur. Japonya bugün de (yitireceği yönünde tartışmalar olsa da) bu konumunu sürdürmektedir.
Ancak, Japonya 90’lı yılların başlarından itibaren farklı bir sürece girmiştir. 1992–93 yıllarında esas olarak ileri kapitalist ülkelerde baş gösteren aşırı üretim krizi, Japonya’yı da vurmuş, bunun sonucunda 1992 Nikkei Borsası’nda yaşanan büyük çöküş, ülkenin net değerlerinin üçte birinin yok olmasına neden olmuştur. Diğer ileri kapitalist ülkelerde, özellikle ABD’de nispeten hafif geçen kriz kısa sürede atlatılıp yeniden canlanmaya dönüşürken, Japonya’da krizin yerini ekonomik durgunluk almıştır. İşte Japonya’da bugünkü süreci karakterize eden, küçük çaplı, dönemsel düzelme belirtilerine karşın giderek derinleşen ve adeta kronikleşen bu ekonomik durgunluktur.
Hammadde ve enerji ithalatçısı olan ve imalat sanayisi; otomotiv, elektrik ve elektronik aletler ve çeliğe dayanan Japonya’nın 1992’den bu yana büyüme hızı oldukça düşmüştür. 1988’de yüzde 6,3 oranında artış kaydeden GSYİH’nin, 1998’de yüzde 1,6–1,8 oranında küçülmesi beklenmektedir. ABD’nin GSYİH’si 1992–96 yılları arasında toplam yüzde 22 artarken, Japonya’nınki yüzde 6’da kalmış, sanayi üretimi ise 1995’te 1992’ye oranla yüzde 3 gerilemiştir. 1995 verilerine göre Japonya, dünya GSYİH’sinin yüzde 16’sını üretmektedir. Ancak 1993’ten bu yana içinde bulunduğu ekonomik durgunluk nedeniyle daralma göstermektedir.
İşsizlik oranı 1958’den bu yana ki en yüksek seviyeye çıkmıştır. Resmi kaynakların Nisan 98’de yüzde 4,1 olarak açıkladığı işsizlik oranının gerçekte yüzde 6 dolayında olduğu, hatta Japon şirketlerindeki atıl olup ama istihdam edilmeye devam edilen işçi sayısı da dâhil edildiğinde bu oranın yüzde 10’u bulduğu tahmin edilmektedir. 1998’in ilk çeyreğinde ana şirketler açısından istihdamda bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 1,6 oranında bir daralma yaşanmıştır. 14,5 milyon işçi ile toplam işgücünün yüzde 21,5’ini istihdam eden imalat sanayisinde, hem durgunluk hem de sanayi üretiminin giderek daha fazla ülke dışına kaydırılması nedeniyle, istihdam edilen işgücü azalma eğilimi göstermektedir. Sakura Bank’ın tahminlerine göre, 2005 yılına kadar Japonya’da imalat sanayisinde işini kaybedenlere 1,5 milyondan fazla işçi daha eklenecek ve işsizlik oranı daha da yükselecektir.
1997’nin ikinci çeyreğinde imalat sanayisinde toplam çalışılan saat haftada 168,4 iken, üçüncü çeyreğinde 164,8’e düşmüş, mesai saatlerinde de azalmalar olmuştur. Part-time çalışma giderek yaygınlaşmaktadır. İmalat sanayisinde part-time çalışanların oranı 1991’de yüzde 6’dan, 1996’da yüzde 6,7’ye çıkmıştır. Artık yaşam boyu istihdam garantisi de kalmamıştır. Ayrıca bir süre durağan seyreden gerçek ücretler de artık düşüşe geçmiştir. Ücretler 1995’te 100 birim olarak kabul edilirse, 1997’de nominal ücretler 105 olmuş, ancak gerçek ücretler 77’ye düşmüştür (Country Report-Japon, EIÜ, 1998 First Quarter)
Japonya’da talep ve tüketimde de bir düşüş söz konusudur. Temmuz 98’de gerçekleşen tüketici harcamaları bir önceki yıla güre yüzde 3,4 oranında düşüş göstermiştir.
Talepteki daralmanın doğal bir sonucu olarak belli sektörlerdeki satış ve kârlarda da düşüşler olmuştur. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın (MİTİ) Ekim 1998’de yayınladığı bir araştırmaya göre, 1998 mali yılının ilk çeyreğinde (Nisan-Haziran) Japon şirketlerinin ülke içi satışlarında bir önceki yılın aynı dönemine oranla yüzde 6,9 oranında bir düşüş yaşanmıştır. Bu şirketlerin yurtdışı şubelerinin, satışlarında genel olarak yüzde 6,3’lük bir artış kaydedilirken (Kuzey Amerika’da yüzde 11,3), Asya krizinden dolayı dört ASEAN ülkesindeki (Endonezya, Tayland, Filipinler ve Malezya) satışlarda ise yüzde 21’lik bir düşüş gerçekleşmiştir. Kasım 1997’de ülke içindeki otomobil satışları bir önceki yıla oranla yüzde 23,5 düşerek 1970 petrol krizinden sonraki en büyük düşüşü oluşturmuştur. Bu sektörde, 97 yılı kârlarında ortalama yüzde 7,4 elektronik alanında üretim yapan tekellerin kârlarında ise yüzde 9 oranında bir düşüş olmuştur (bu sektörde iç üretimde 1995’te yüzde 12’lik bir düşüş, ithalatta ise yüzde 40 oranında bir artış olmuştur, %92’si Asya’dan). Tokyo Borsası’nın Birinci Listesi’nde yer alan finans dışı kurumların kârında yüzde 6’lık bir düşüş görülürken, genel olarak imalat şirketlerinin kârlarındaki düşüş yüzde 8 oranındadır. (The Weekly Post) Fortune dergisinin dünyanın en büyük 500 tekeli listesine girip de 97’de en çok zarar eden 20 şirketten 13’ü Japon şirketleri olmuştur. Bunlar içinde bankalar ilk sıraları almıştır. En büyük yedi Japon bankasının 97’deki toplam zararı 13,6 milyar dolar olmuştur.

MALİ KRİZ
Bugün Japon finans sektörü derin bir mali kriz içindedir. 1997’den bu yana, küçük ve orta çaplı işletmeler yanında, Nissan Hayat Sigortası, Sanyo Securities, Hokkaido Takushoku Bankası, Yamaichi Securities, Tokuya Şehir Bankası gibi büyük finans kuruluşları art arda iflas etmiştir. Eylül 98’de Japon Kiralama Şirketi’nin iflası (JLC, büyük bankalar arasında yer alan Uzun Vadeli Kredi Bankası’nın LTCB bağlı şirketidir) 2,2 trilyon yen borç ile Japon tarihinin en büyük iflası olmuştur. Böylesine büyük iflaslar zinciri, II. Dünya Savaşı sonrası Japonya tarihinde ilk defa yaşanmaktadır. Bunlara yenilerinin de eklenmesi bekleniyor. (Deutsche Bank’a göre, Japonya’da 10–13 arası banka, kıymetli evrak alım-satım şirketi ve sigorta şirketi iflasın eşiğindedir). ABD’li kredi-reyting ajansı Moodys’e göre ise 5 banka gidici durumdadır. Bunlar, Uzun Vadeli Kredi Bankası (LTCB) Japon Kredi Bankası (Nippon Credit Bank), Mitsui Trust (Vakıf Bankası Yasuda Trust, Chuo Trust).
Japon hükümeti, tekelci burjuvaziyi krizin etkisinden korumak ve zararlarını asgariye indirmek için büyük fonlar seferber etmiştir. 92 krizinden bu yana uygulamaya konan 700 milyar dolar tutarındaki yedi konjonktür programına ek olarak Kasım 98 ortalarında 200 milyar dolarlık (24 trilyon yen) sekizinci programını açıkladı. Finans şirketlerinin batık kredilerden kaynaklanan zararlarını karşılayıp onları iflastan kurtarmak (bu çerçevede bir büyük özel banka kamulaştırıldı) ve ekonomiyi içinde bulunduğu durgunluktan kurtarmak için kamu fonlarını seferber etti.
Başta bankalar olmak üzere finans şirketlerinin içinde bulunduğu mali kriz bugün esas olarak, (Güneydoğu Asya’daki kriz ile etkileşim nedeniyle daha da derinleşen) batık krediler sorunu olarak kendisini dışa vurmaktadır. Japon finans şirketleri, ekonomik durgunluk nedeniyle ülke içinde verdikleri borçlar yanında, Güneydoğu Asya ülkelerine verdikleri kredileri de bu ülkelerde yaşanan büyük ekonomik çöküntü nedeniyle geri alamıyorlar. Mart 98 itibariyle, 19 bankanın vermiş olduğu toplam batık kredi miktarı 536 milyar dolardır. Tüm finans kuruluşlar ile birlikte bu rakam 1 trilyon doları bulmaktadır. (The Weekly Post, Temmuz 1998) Bu genel toplamda sadece beş Güneydoğu Asya ülkesinde Japon bankalarının vermiş olduğu batık kredi miktarı 265 milyar dolar civarındadır.
Bütün bu veriler, Japon ekonomisinin bugün içinde bulunduğu zor durumu gözler önüne sermektedir. Ancak Japonya’nın bu durumu, başta ABD ve Avrupa olmak üzere rakipleri açısından hem bir avantaj hem de dezavantaj teşkil etmektedir. Tüm dünya piyasasındaki toplam kredilerin yüzde 20’sini veren ve bu nedenle dünyanın en büyük kreditörü olan Japonya’nın uzun süreli durgunluğu, Asya ile birlikte ondan en çok kredi alan ABD’yi olumsuz etkiliyor. Ekonomik durgunluk nedeniyle Japonya’nın daha fazla ihracata yönelmesi ve yi-ne aynı nedenle ithalatının azalması, ABD’nin Japonya ile olan dış ticaret açığının artmasına neden oluyor. Japonya’nın dış ticaret fazlası Şubat 98’de bir önceki yıla göre yüzde 89 artarak (Şubat ayı ticareti) 1,2 trilyon yen’e (10 milyar dolar) ulaşmış, bunun yarısına yakını ise ABD ile ticaretten kaynaklanmıştır. Daha çok ihracat için Japon tekellerinin koşulları zorlaması (mümkün olduğu kadar ucuza satma) uluslararası rekabeti daha da kızıştırmaktadır. ABD, geniş kapsamlı bir ekonomik canlanma paketi ve iç talebin genişletilmesi için tedbirler alması konusunda Japonya’ya baskı yapmaya devam ediyor. Çünkü Japon ekonomisinin canlanması, Güneydoğu Asya krizini de hafifletecek, böylelikle ABD, hem Japonya’ya hem de bölgeye ihracatını artırma olanağı bulacaktır. Bu nedenle rakipleri, Japon ekonomisinin tam çöküşünü engellemeye çalışıyor. Böyle bir çöküş, tüm dünya ekonomilerinin de derin bir krize sürüklenmesine yol açacaktır.
Rakipler açısından bu durumun avantaj teşkil eden yanı ise, bugüne kadar adeta bir savaş ekonomisi uygulayan ve iç pazarını mümkün olduğunca kapalı tutan Japonya’nın zor durumundan faydalanarak, onun iç ve dış pazarında etkinlik artırma olanaklarının çoğalmasıdır. Batık krediler sorunu ile karşı karşıya olan finans şirketleri, finans alanında başlayan ve 2001’e kadar tamamlanacak olan yeni düzenlemelere ve liberalleşme adımlarına da kendilerini hazırlamak ve yeni alanlarda gelişmek için ABD’li ve Avrupalı büyük finans tekelleri ile ortaklıklar ve ittifaklar kurmayı yoğunlaştırmışlardır. Örneğin Bank of Tokyo-Mitsubishi, Melon Bank Grubu ile Sumitomo Bank ve Ashai Bank, Goldman Sachs ile Fuji Bank ise, Yine Goldman Sachs ve Jardine Fleming ile ittifak kurmuş durumdadır. Vakıf bankaları içinde ise Mitsui Vakıf Bankası Prudential ile Mitsubishi Vakıf Bankası ise American International Group ile ittifaka girmiştir.
Japonya’da yıllardır aşılamayan ekonomik durgunluğun adeta kronik hale gelmesi ve daha ağır kriz öğelerini biriktirmesi, son birkaç yıldır, bir zamanların övünç kaynağı olan “Japon sistemi”nin tartışılır hale gelmesine neden olmuştur. Hükümet, başta finans sektörü olmak üzere ekonomide sıkı devlet müdahalesinin gevşetilmesi ve “liberalleşme” yönünde yeni düzenlemelerin yapılması kararları almıştır. Hükümet, Büyük Patlama (Big-Bang) olarak adlandırılan bu düzenlemelerle finans sektöründe yeniden yapılanmaya gidileceğini, bürokrasinin finans sektörü üzerindeki denetiminin gevşetileceğim, Maliye Bakanlığının finans kuruluşlarını denetleme gücünden arındırılacağını ABD ile ticari kavga konusu olan sigortacılık alanında de-regülasyona gidileceğini, bankalar ile kıymetli evrak alım-satım şirketlerinin faaliyet alanını kısıtlayan duvarların da giderek kaldırılacağını açıkladı (örneğin yeni düzenlemelerin bir parçası olarak, dış yatırımlar üzerinde caydırıcı etkide bulunan Dış Ticaret Denetim Yasası kaldırılarak Japon şirketlerinin dış ülkelerde yatırım yapması kolaylaştırıldı). ABD ve büyük tekeller, hükümete daha hızlı davranması doğrultusunda uyarılarda bulunuyor.
Toyota Motors’un ve İşverenler Federasyonu Keidanren’in başkanı Toyota, büyük tekellerin beklentilerini şöyle dile getiriyor, idari reformlar yapılması, ekonominin bir bütün olarak yeniden düzenlenmesi, A.Ş. vergisinin yüzde 50’den 40’a düşürülmesi, yaşam boyu istihdam ve kıdem sisteminin kalkması. Toyota şöyle devam ediyor: “Japonya’yı daha etkin ve dinamik bir hale getirmeye ve hükümeti küçültmeye çalışıyoruz. Hükümete çok fazla güvenme eğilimi var. Bu eğilim devam ederse Japonya gelecekte varlığını koruyamaz.” Federasyonun think-tank’ı ise, çalışanlara çok fazla önem verilip hissedarların ihmal edilmesinden yakınarak, artık hissedarların kâr payına öncelik verilmesi gerektiğini belirtiyor.
Bugün Japon ekonomisinin içinde bulunduğu durum, “Japon sistemi”nin, değişen belli başlı ihtiyaçları eskisi gibi karşılamayan geleneksel bazı özelliklerinin değişimini zorunlu hale getirmektedir. Bu, hem iç hem de dış gelişmelerin dayattığı bir değişim ihtiyacıdır. Değişen koşullar Japonya’ya; iç pazarı kapalı tutma, sıkı devlet denetimi ve düzenlemesi gibi özellikleri, ekonomide ağırlıklı olarak hissedilen ekonomi dışı ataerkil ve yarı-feodal ilişkileri (işçinin işverene, işverenin işçiye sadakati vb.) yenileme ve değiştirmeyi dayatmaktadır.

GELENEKSEL “JAPON SİSTEMİNİN BAZI KARAKTERİSTİKLERİ
“Japon sistemi”nin sahip olduğu özgünlükleri anlamak için kapitalist gelişme tarihine bakmakta fayda vardır. Japonya’da kapitalizmin gelişmesi, Prusya tarzı bir kapitalist gelişme olmuş, tam anlamıyla bir burjuva devrimi ise gerçekleşmemiştir. 1868’de Meiji Devrimi ile siyasi iktidar, yükselmekte olan ticaret burjuvazisi ile aristokrasinin belli kesimlerinin oluşturduğu bloğun eline geçmiştir. Japonya’nın büyük kapitalist güçlerinin içine sonradan girmesi, devlet sisteminin müdahaleci, baskıcı ve yoğun sömürülü bir modele dayandırılmasını zorunlu kılmıştır. 1880’lerin başında Japonya yabancı sermayeden kendini büyük oranda arındırmış, dış ticaret devlet eliyle yapılmaya başlanmıştır. Başka bir deyişle, kapitalist gelişmedeki geç kalmışlık; dünyada kapitalizmin nispeten gelişmiş olduğu koşullarda diğer kapitalist ülkelerle rekabet edebilmek için, Japon burjuvazisini daha çok devlete ve aristokrasinin belli kesimlerine yaslanmaya itmiş, dolayısıyla Japon burjuvazisi toplumun demokratikleşmesine de baştan karşı olmuştur. Yüksek düzeyde devlet müdahalesi, değişik ölçülerde günümüze kadar devam etmiş ve Japon ekonomisinin karakteristik özelliklerinden biri olmuştur.
Kapitalizm çağına oldukça geç giren Japonya’nın ilk sanayileşme hamlesi, askeri amaçlı ağır sanayiye dayanmıştır. Batı tarzı bir ordu ve donanma kurmak ve ağır sanayi temelini oluşturmak için Japonya, ABD ve Avrupa’dan teknoloji ithal etmiştir. Bu durum, Japonya için bir dezavantaj olmuş ve Japonya kendi işçileri üzerindeki sömürü oranını yükseltme ve diğer Asya ülkelerinin doğal kaynaklarını ve insan gücünü yağmalama yoluyla bu olumsuzluğu avantaja çevirme yöntemini izlemiştir. Ağır sanayi kurulduktan sonra, tekstile dayalı tüketim sanayisini geliştirme stratejisi izlenmiştir. Böylece 19. yüzyıl sonunda Mitsui, Mitsubishi, Sumitomo, Yasuda gibi bugünlere kadar gelecek olan büyük aile holdinglerinin (zaibatsu’lar) temelleri atılmıştır. Birinci emperyalist savaş sırasında imalat sanayisi %50 oranında büyümüşken 1937’de Japonya emperyalist emellerle Çin’e saldırdığında, ağır sanayi tüm sanayi üretiminin üçte ikisini oluşturmuştur.
İkinci emperyalist savaş sırasında Japonya, Batılı devletlerin, özellikle ABD’nin emperyalist çıkarları aleyhine olan yayılmacı politikalarını sürdürüp yenilgiye uğrayınca, 1952’ye kadar ABD’nin işgali altında kalmıştır. Bu işgal döneminde ABD’nin amacı, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramak gelişme yasasının bir sonucu olarak hızla güçlenmiş ve etkili bir rakip haline gelmiş olan Japonya’yı zayıflatmak ve oradaki hâkimiyetini artırmak olmuştur. Japonya’nın askeri gücünü artırmasının ve yayılmacı politikalarının önüne geçmek ve bunun ardındaki ekonomik güç olarak zaibatsu’ları yok etmek için ABD Japonya’ya bazı reformlar dayatmış, zaibatsu’ları dağıtma kararı alınmış, Japon hükümetini anti-tekel yasalar çıkarmaya zorlamış, işgalci düşünü şirin göstermek, demokratik görünmek ve zaibatsu’lara dayanan büyük toprak sahiplerinin gücünü kırmak için toprak dağıtımına gitmiştir. Ancak savaş sonrasında dünyada gerçekleşen politik değişiklikler, yani “komünizm tehdidi”nin Avrupa ve Asya’ya yayılması, Pentagon’un Japonya politikasında da değişikliklere yol açmış, yani ABD, zayıf bir Japonya’dan çok, ekonomik Olarak güçlü, dış yatırımlar için güvenli ve özellikle kendisine Uzak Asya’da askeri bir üs ve ortak olabilecek bir Japonya’nın daha çok işine yaradığı kanısına varmıştır. 1952’de Amerikan işgali sona erince, dağıtılan ve eski isimlerini kullanmaları yasaklanan zaibatsu’lar, Japon Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’nın desteği’ ile yeniden toparlanmaya başlamışlardır. Bu defa holdingleşmeyi engelleyen yasaların etrafından dolanıp, aynı sermaye grubu içinde yer alan şirketlerin birbirinin hisselerini karşılıklı satın alarak örgütlenme yolunu izlemişlerdir (keiretsu). Bu örgütlenme tarzı, şirketlere, düşmanca ele geçirmelere karşı korunma olanağı vermiş, MİTİ ise onları dış rekabetten korumuştur.
Japonya, kapitalist gelişme ve dolayısıyla emperyalist pazar paylaşım sürecine geç girdiği için, ekonominin bir merkezden ve adeta savaş ekonomisi şeklinde örgütlenmesi bir zorunluluk olmuştur. Savaş sonrası ülkenin yeniden inşası ve hızlı ekonomik büyüme döneminde devlet ve özel sermaye birlikte ekonominin öncelikli alanları (imalat sanayisi, ihracat, ulaşım, kamu işletmeleri, finans kuruluşları, uluslararası ticaret şirketlerinin geliştirilmesi) konusunda fikir birliğine varıp, sermayenin stratejik dağılımını sağlayacak araçları geliştirmeye girişmişlerdir. Pek çok açıdan “serbest pazar ve rekabeti” açıktan ve doğrudan sınırlamışlardır. Bu düzenlemeler Maliye Bakanlığı ve Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı (MİTİ) kanalıyla yapılmıştır. Devlet-sanayi-finans üçgeninde ekonominin öncelikleri konusunda sağlanan konsensüs, ülke içi tekeller arası çekişme ve rekabetten daha fazla dış pazarlara yoğunlaşmayı sağlamıştır.
Ekonominin, adeta askeri bir tarzda, belirlenen stratejiler doğrultusunda politika izleyen bir merkezden yönlendirilmesi, iç I rekabetin sınırlanmasını, dışarıya karşı birliği, koordineli bir şekilde dış dünya pazarlarına açılmayı sağlamıştır. İç pazar kafalı tutularak yabancı sermayenin girmesi ve Japon sermayesine rakip olması engellenmiştir. Ülke dışından sermaye sağlama konusunda büyük sınırlamalar ve döviz ve yabancı sermaye konusunu düzenleyen yasalar yakın bir tarihe kadar yürürlükte kalmıştır. Diğer ülkelerin tersine, Japonya, savaş sonrası yeniden inşasını ve hızlı ekonomik büyümesini yabancı sermaye veya dış borçlara fazla bağlı kalmaksızın gerçekleştirmiştir. Sahipleri yabancı olan firmalar ABD GSMH’sinin yüzde 17’sini ve Almanya’nınkinin yüzde 24’ünü üretirken, Japonya’da bu oran sadece yüzde 0,2’dir. Bunun da yarısı, tek bir firma, Japon ‘IBM’i tarafından üretilmektedir. (Bu veri 1990’ların başına aittir. Son yıllarda yabancı tekellerin Japonya’daki varlığı artmıştır.)
İşgal döneminde ABD dayatmalarının sancısını çeken Japon sermayesi hem ABD iç pazarında etkinliğini artırmak ve böylece onu içten ele geçirmek, hem de sınırlı hammadde, teknoloji ve sermaye sorununu çözmede döviz geliri, özellikle ABD doları elde etmek için ihracata büyük önem vermiştir. Öyle ki, “ya ihracat, ya ölüm!” dönemin meşhur sloganı haline gelmiştir. Hedef, büyük şirketlerin uluslararası rekabet gücünü yükseltmek olmuştur. Bunun yolu ise, düşük fiyata yüksek kaliteli mallar pazarlamaktan geçtiği için, sermaye maliyetlerinin düşük tutulması önem kazanmış, sanayi ile sıkı bağlan olan ana ticari bankalar yanında devlet de, düşük faiz oranları ile bu stratejik şirketlere kredi musluklarını açmıştır. Bu nedenle, Japonya’da sermaye maliyeti ABD ve Avrupa şirketlerine göre yüzde 2–4 daha düşüktür. Dünya pazarlarında rekabet gücünü artırma ve genişleme açısından bu durum Japon şirketleri için can alıcı bir önem teşkil etmiştir. Sermayeyi geliştirmek için, tüm altyapı harcamalarını devlet kendisi üstlenmiş, Japonya’daki kamu altyapı harcamaları, ABD’dekinin üç katına ulaşmıştır. .
Ayrıca Japonya, ABD ekonomisini içten ele geçirme stratejisinin bir parçası olarak, ABD devlet tahvillerini satın almış ve Güneydoğu Asya ülkelerine de verdiği kredilerle birlikte dünyanın en büyük kreditörü haline gelmiştir. Japonya, ABD ile ticaretten elde ettiği büyük orandaki ticaret fazlası ile elinde biriken dolarları ABD’de tahvil ve hisse senetlerine yatırmıştır. 1985’ten sonra ABD’nin devlet tahvillerini en çok satın alan ülke sıfatı, İngiltere’den Japonya’ya geçmiştir. 1997 itibariyle 5 trilyon doları aşkın ABD devlet tahvillerinin dış ülkelerin elindeki kısmının toplam içindeki payı %34.3 ve Japonya’nın bunun içindeki payı ise yaklaşık yüzde 25 civarındadır.
Doğrudan yatırımlar yoluyla pazar payını genişletme uğruna, Japon tekelleri düşük kârlara katlanmayı göze almıştır. Yani Japon tekelleri için dünya pazar paylarını genişletmek, kâr oranını artırmaktan daha can alıcı bir sorun olmuştur. Gerçekten de, Japon şirketlerinin kâr oranları ABD şirketleri ile karşılaştırıldığında daha düşüktür. ABD’de vergi sonrasında bu oran ortalama yüzde 13,9 iken, Japon firmalarında 8,5’tir. Bankaların toplam aktiflerinden sağladıkları brüt gelir, ABD ve İngiliz bankalarının yarısından daha azdır. (The Banker, Temmuz 87, sf. 69) Aşağıdaki karşılaştırmalı tablo doğrudan dış yatırımlar (DDY) açısından da durumun aynı olduğunu gösterir.
(Bkz. Tablo: 1, s. 51)

DOĞRUDAN DIŞ YATIRIMLARDA KÂR ORANI (%, 1980–88)
Japonya’nın ABD’deki DDY
Yıllar         İmalat şirketleri     Tüm Şirketler
1980         2,7            14,4
1985         -7,6            8,9
1988         -0,5            3,3

ABD’nin Japonya’daki DDY
Yıllar        İmalat şirketleri     Tüm şirketler
1980        13,5            13,4
1985        21,4            17,5
1988        19,9             21,0

(Kaynak: Journal of Trade and Industry, MITI, 1990) – Tablo: 1

Kaldı ki, buradan doğan “kayıplar”, ülke içindeki toplumsal fonlardan devlet eliyle bir nevi iade edildiğinden, bu durum Japon tekelleri açısından gerçek bir kayba da tekabül etmiyor. Aksine, Japon tekellerinin bu “feragati”, rekabet güçlerini bizzat artıran bir faktördür. Kuşkusuz, bütün kapitalist tekeller gibi Japon tekelleri de kâr oranlarının düşme eğilimi sorunuyla karşı karşıyadırlar. Ancak tekellerinin bu bakımdan sahip oldukları avantajları odur ki, bu sorunu -yukarıda sözü edilen nedenlerle- diğerlerine göre çok daha fazla, emekçi toplumun sırtına yükleyebilmiş olmalarıdır.

TEKELLEŞME VE SERMAYE GRUPLARI
Japonya’daki tekelleşme süreci, diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi tam olarak serbest rekabetin kendi kuralları çerçevesinde olmamıştır. Devlet, diğer kapitalist ülkelerde olduğundan daha fazla, bir şirketi korumak ve geliştirmek için gerektiğinde ona tekel statüsü vermiştir. Örneğin 1870’lerde Mitsubishi’nin kurucusu Ivasaki ailesine gemicilik tekeli verilerek bu alanda başka rakiplerin çıkması engellenmiş ve Mitsubishi’nin gelişmesi sağlanmıştır. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması olgusu gereğince ortaya çıkan büyük tekeller, güçsüzlere yaşam hakkı tanımamış, bunların iflasına, bir büyük tarafından yutulmasına ya da birleşmelere neden olmuştur. 1930’larda zaibatsu’lar döneminde olduğu gibi, 1960’larda liberalleşme politikaları uygulandığında da şirket birleşmeleri yoğunlaşmıştır. Örneğin 1965’te Nissan ile Prince, 1968’de Nissho ve Iwai ticaret şirketleri, 1970’te Yawata ve Fuji çelik tekelleri, 1971’de Dai Ichı ve Nihon Kangyo bankaları birleşmiştir. 1990’da Mitsui Bankası, kendisi de eski bir birleşmenin ürünü olan Taiyo Kobe Bankası ile Tokyo Bankası ise Mitsubishi Bankası ile birleşmiştir.
Büyük tekeller, kendi sektörlerinde faaliyet gösteren küçüklerin rekabet şansını ortadan kaldırmakta, şirket iflasları nedeniyle üretim giderek merkezileşmekte ve sermaye belli ellerde yoğunlaşmaktadır. Örneğin, hızlı büyüme yılları olarak bilinen 1980’lerde bile, şirket iflasları yüksek rakamlarda seyretmeye devam etmiştir. 1980’de yaklaşık 18 bin şirket iflas ederken, bu rakam 84’te 21 bini bularak doruğa çıkmıştır. 1990’da 6500’e kadar düşen iflaslar, 91’de birden 12 bine ve 92’de 14 bine fırlamıştır. 97’deki iflaslar ise bu rakamların çok üzerinde gerçekleşmiştir.
Japon mali sermayesinin örgütlenme tarzının en ayırt edici özelliği, sermaye grubu olarak, yasal olmasa da fiilen, açıktan ve meşruluk kazanmış holding tarzı keiretsu’lar şeklinde örgütlenmiş olmasıdır. Bu keiretsu’ların temel politikaları, ana gövdesini oluşturan şirketlerin yöneticilerinin katıldığı “Beyaz Su Kulübü”, “İkinci Perşembe Kulübü”, “Cuma Toplantısı” gibi isimler altında, tüzel bir kişiliğe sahip olmayan yönetim kurullarında belirlenir. Aslında mali sermayenin örgütlenme şekli diğer ülkelerde de pek farklı değildir; ama yasal düzenlemeler nedeniyle diğer ülkelerde holding tarzı bir örgütlenme bu kadar açıktan ve meşruluk kazanmış bir biçimde gerçekleşmemektedir (Holding şirket kurma yasağı kısa bir süre önce kalkmıştır).

BAZI SEKTÖRLERDE EN BÜYÜK 1, 3 VE 5 TEKELİN JAPONYA’DA İÇ PAZAR PAYI (1996, %)
Sektör                En büyük tekel     En büyük 3 tekel     En büyük 5 tekel
Bilgisayar çipi RAM        18,0            40,7            56,3
Bilgisayar (PC)        39,4            73,3            90,8
Çamaşır Makinası        21,0            59,0            88,3
Cep tel. aboneliği        52,5            78,1            95,4
Çimento            22,6            57,3            82,1
Ham çelik            25,5            46,2            62,0
İç hava taşımacılığı        45,1            89,9            98,6
Hidrolik iş araç-greyder    30,1            71,7            96,1
Kamera            40,7            78,9            93,3(*)
Kamyon            29,0            81,3            100,0(**)
Otomobil            38,4            76,2            86,3
Petrol-benzin            16,3            42,9            65,3
Uluslar arası tel. servisi    66,0            100,0(**)

(*) yalnızca 4 tekel – (**) yalnızca 2 tekel
(Kaynak: Nihon Keizei Shimbun ınc. 1996, Japon Economiç Almanac, 1998) – Tablo: 2

Bugün Japon ekonomisine hükmeden altı büyük sermaye grubu vardır. Bunlar kısaca “Altı Büyük”ler olarak anılır ve her biri otomotivden elektroniğe, ağır sanayiden ticaret-pazarlama şirketlerine ve bankalara, sigorta şirketlerine kadar ekonominin her alanında kendi tekellerine sahiptir. (Bkz. Tablo: 2) Örgütlenmeleri bir gezegenler sistemi gibidir. Her birinin merkezinde yer alan bankalar esas çekim merkezi ve yörüngedeki şirketlerin esas finansman kaynağı durumundadır. Her bir sistemi oluşturan şirketler, karşılıklı hisse, ticari ilişkiler vb. bağlarla birbirine bağlanmıştır. Bu örgütlenme tarzına Japonya’da “keiretsu” sistemi denmektedir.
Keiretsu, “ortak çıkarları olan şirketlerin karşılıklı birbirinin hisselerini alarak bir sermaye grubu etrafında örgütlenmeleri” şeklinde tanımlanır. Holdingleşmenin yakın zamana kadar yasak olduğu Japonya’da sermaye grupları kendilerine bağlı olan şirketleri bu yolla organize etmişlerdir. Keiretsu’lar içindeki şirketlerin birbirinin hisselerini karşılıklı ellerinde bulundurması onlara, düşmanca birleşme ve ele geçirmelere karşı korunma ve birbirlerinin olanaklarından yararlanma imkânı vermektedir.
Keiretsu’lar yatay ve dikey keiretsu’lar olmak üzere ikiye ayrılır. Yatay keiretsu güçlü bir banka ile ortak bağları olan, hisseler ve ticari ilişkilerle birbirine bağlı, farklı sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerden oluşmuş çok büyük bir şirketler grubudur. Dikey keiretsu ise üretim ve dağıtım keiretsu’ları olarak ikiye ayrılır. Üretim alanında belli bir sektörde faaliyet gösteren büyük bir ana şirket ve onun altındaki yüzlerce, hatta binlerce bağlı şirketin oluşturduğu birlik üretim keiretsu’dur. Yatay keiretsu (fiiliyatta holding) içindeki bu üretim keiretsu’larının mallarının satış ve dağıtımını yapan ve binlerce, hatta on binlerce satış dükkânı ve mağazasını kendisine bağlamış ticari yapı ise dağıtım keiretsu’su adını alır. Özet olarak ifade edecek olursak, yatay keiretsu’lar aslında mali sermaye gruplarına, dikey keiretsu’lar ise üretim alanındaki sanayi tekellerine ve ticaret-pazarlama şirketlerine tekabül eder.
Yatay keiretsu’lar, yasal olmasa da fiilen holding tarzı örgütlenmelerdir. Bu yapının merkezinde büyük bir ticari banka vardır. Bu banka keiretsu’ya bağlı tekellerin temel finans kaynağıdır. Sanayinin birçok sektöründe üretimde bulunan tekeller yanında, sigortacılık, vakıf bankacılığı gibi finans kuruluşları ve kendisine bağlı üretim keiretsu’larının mallarının satış ve dağıtımını yapan dağıtım keiretsu’ları da bu holding tarzı örgütlenmenin içinde yer alırlar. Keiretsu’ların etrafında aslında yüzlerce şirket vardır; ama bunların ancak küçük bir kısmı açıktan keiretsu üyeliğini göstermekte ve ancak en büyükleri keiretsu’nun yönetim kurullarında söz hakkına sahip olmaktadır. Altı büyük yatay keiretsu’nun yönetim kurullarındaki şirket sayısı toplamı 189’dur. Her ne kadar şirketlerin büyük bir kısmı “bağımsız” imajlarını korumaya çalışsa da, bunların her biri bu Altı Büyük keiretsu’nun merkezinde bankalardan biri ile ilişki halinde ve hisselerinin bir bölümü bu bankaların ve aynı keiretsu içinde yer alan diğer şirketlerin elindedir.
Bugün Japon ekonomisine hükmeden altı büyük sermaye grubu (yatay keiretsu) şunlardır. Mitsui, Mitsubishi, Sumitomo, Fuyo, Sanwa ve DKB. Bunlardan Mitsui, Mitsubishi ve Sumitomo’nun kökeni, Japonya’da devlet destekli kapitalist gelişmenin başladığı 1870’li yıllarda kurulmuş kapitalist işletmelere ve daha sonra dönüştükleri aynı isimli zaibatsu holdinglerine tekabül eder. Fuyo, Sanwa ve DKB (Dai-Ichi Kangyo Bank) grupları ise, daha sonra kurulan ve rekabete dayanamayan zaibatsu’ların ya da onlara bağlı şirketlerin birleşmesiyle ortaya çıkmış ve gelişmiş olan sermaye gruplarıdır. Bu keiretsu’ların resmi kuruluş tarihlerini 1950’li ve 60’lı yıllardan sonra göstermeleri, eski zaibatsu’lar ve onlara hükmeden hemen hemen aynı isimli ailelerle olan bağlarını gizlemek içindir.
Aşağıdaki tablolar, birçoğu Fortune dergisinin dünyanın en büyük 500 şirketi listesine de girmiş olan tekelleriyle Japon ekonomisine hükmeden bu Altı Büyük hakkında daha iyi fikir verecektir.

Mitsui grubunun başlıca üyeleri:
Mitsui&Co.  /  Mitsui Fudosan  /  Sakura Bank  /  Mitsui Toatsu Chemical  /  Japon Steel Works  /  Toyota Motor  /  Toshiba  /  Mitsui Engineering&Shipbuilding  /Mitsukoshi  /  Mitsui Petrochemical İndrustries  /  Mitsui Paper Mills  /  Toray İndustries  /  Hokaido Colliary&Steamship  /  Onoda Cament  /  Mitsui Construction  /  Mitsui Mining  /  Nippon Flour Mills  /  Iskiwajima-Harima Heavy Industries  /  Mitsui OSK Lines  /  Oji Paper  /  Mitsui Warehouse  /  Mitsui Marine&Fire İnsurance  /  Mitsui Trust&Banking  /  Mitsui Mutual Life lnsurance  /  Denki Kagaku Kogyo  /  Sanki Engineering   /  Sony
Mitsui Grubu
Mitsui Grubu’nun arkasında, Japonya’nın I868 öncesi varlıklı ailelerinden Mitsui ailesi vardır. Tekstil ticareti ve tefecilikle uğraşan aile I876’da Mitsui Bankası’nı kurmuş ve yıllarca Japon bankacılığına hükmetmiştir 1930’larda Mitsui dünyanın en büyük holdinglerinden biri haline gelmiştir. Gruba açıktan ve doğrudan bağlı şirket sayısı 171, yönetim kurulunda temsil edilen şirket sayısı ise 26’dır.

Mitsubishi grubunun başlıca üyeleri
Mitsubishi Bank, Mitsubishi Corp., Mitsubishi Heavy İnds., Mitsubishi Motors, Mitsubishi Research İnstutie, Mitsubishi Rayon, Honda Motor, Mitsubishi Kakoki, Asahi Glass, Mitsubishi Electric, Nikon, Mitsubishi Motor, Nippon Yusen, Mitsubishi Warehouse&Transp., Tokio Marine&Fire İnsurance, Mitsubishi Trust&Banking, Melji Mutual Life İnsurance, Mitsubishi Steel Mfg., Mitsubishi Materials, Mitsubishi Cable İnds., Mitsubishi Aluminum, Mitsubishi Sindoh, Mitsubishi Gas Chemical, Mitsubishi Plastic İnds., Mitsubishi Kasel, Mitsubishi Petrochemical, Mitsubishi Paper Mills, Mitsubishi Oil, Kirin Brawery, Mitsubishi Const., Mitsubishi Estate.
Mitsubishi Grubu
Mitsubishi’nin kurucusu ise lwasaki ailesidir. Iwasaki’ler banka kurmak istediğinde bir yasakla karşılaşınca (muhtemelen Mitsui Bankası’nı korumak için), 1870’de bir banka, gemicilik ve madendik şirketleri satın alıp kısa sürede büyürler. Devlet Iwasaki ailesine gemicilik tekeli verir. Aile ise (devlete “borcunu” ödemek için) 1877’de Japonya’nın güneyinde çıkan bir isyanı bastırmak için gemileriyle asker taşır. II. Dünya Savaşı sırasında hükümet ile yakın işbirliği içinde olur. Gruba açıktan ve doğrudan bağlı şirket sayısı 217, yönetim kurulunda temsil edilen şirket sayısı ise 29’dur.

Sumitomo grubunun başlıca üyeleri
Sumitomo Bank, Sumitomo Metal Mining, Sumitomo Chemical, Sumitomo Cement, Sumitomo Heavy İndustries, Sumitomo Light Metal İndustries, Sumitomo Electric İndustries, NEC, Sumitomo Marine&Fire İnsurance, Sumitomo Trust&Banking, Sumitomo Life İnsurance, Mazda Motor, Sumitomo Bakalite, Sumitomo Corp., Sumitomo Reality Development, Sumitomo Forestry, Sumitomo Coal Mining, Suitomo Metal İndustries, Sumitomo Construction, Sumitomo Warehouse, Nippon Sheet Glass
Sumitomo Grubu
Sumitomo Grubu’nun arkasında Japonya’nın soylu ailelerinden biri olan Sumitomo ailesi vardır. Yasuda ailesi ise Yasuda holdingini kurmuş, ancak işgal döneminde dağılınca, eski şirketleri Fuyo Grubu’nun çatısı altında toplanmıştır. Gruba açıktan ve doğrudan bağlı şirket sayısı 164, yönetim kurulunda temsil edilen şirket sayısı ise 20’dir.

Fuyo grubunun başlıca üyeleri
Fuji Bank, Kubota, Tonen, Kureha Chemical İnd., Nippon Oil&Fats, NSK, Showa Denko, Sanyo Kokusaku Pulp, Hitachi, Nihon Cement, Keihin Electric Express Railway, NKK, Toho Rayon, Tobu Railway, Nishinbo Indrustries, Yassuda Mutual Life Insurance, Yassuda Trusts&Banking, Yassuda Fire&Marine Insurance, Canon, Nicherel, Yokogava Electric, Sapporo Brewerles, Oki Electric, Nissan Motor, Lisshin Flour Milling, Marubeni, Taisel, Showa Line, Tokyo Tatemono,
Fuyo Grubu
Fuyo Grubu: Eski Yasuda Grubu üzerinde şekillenmiş ve zaibatsu’ların dağıtılmasından sonra açıkta kalan başka büyük şirketler de (çelik üreticisi NKK gibi) gruba girmiştir. Gruba açıktan ve doğrudan bağlı şirket sayısı 223, yönetim kurulunda temsil edilen şirket sayısı ise 29’dur

Sanwa grubunun başlıca üyeleri
Sanwa Bank, Nippon Hayat, Daihatsu Motor, Sekisui House, Nisshin Steel, Unitika, Suntory, Ube lndrustries, Daihatsu Motor, Kansal Paint, Hankyu, Kobe Steel, Osaka Cement, Hitachi, Hoya, Navdx Life. Zenitaka, Ohbayashi, Kyocera, Itohan Foods, Cosmo Oil, Hitachi Cable, Toyo Tire&Rubber, Nissho İwai, Fujisawa Pharmaceutical, Nichimen, Toyo Construction, NTN Corp, Takashimya, Sharp, Sekisui Chemical, Nictu Electric İnd., Orix, Iwatani linternational, Hitachi Chemical, Hitachi Zosen, Shin Meiwa, İwatsu Electric, Tokuyama Soda, Tanabe Seiyaku, Nippon Express, Toyo Trust& Banking, Nakayama Steel Works, Teljin, Hitachi Metals,
Sanwa Grubu
Merkezinde yer alan Sanwa bankası, rakiplere karşı güç kazanmak için üç bankanın birleşmesi ile 1933’te kurulmuştur. Grubun üyesi Nippon hayat sigortası ve “aile dostu” Nomura Securities (bunlar kendi alanlannda Japonya’nın en büyükleridir) sayesinde finans kaynakları açısından oldukça güçlüdür. Gruba açıktan ve doğrudan bağlı şirket sayısı 247, yönetim kurulunda temsil edilen şirket sayısı ise 49’dur.

DKB grubunun başlıca üyeleri
Dai-Ichi Kangyo Bank, Itochu, Shimizu, Lion, Asahi Chemical Ind., Nippon Columbia, Honshu Paper, Fujitsu, Furukawa Co., Shibusawa Warehouse, Kyowa Hakko, Furukawa Electric, Yaskawa Electric, Isekil, Japon Metals&Chemicals, Asahi Denkya Kogyo, Asahi Hospital, Kawasaki Kisen, Ofi Paper, Sankyo, Ebara, Chichibu Cement, Kawasaki Steel, Taisel Fire&Marine Insurance, Asahi Mutual Life Insurance, Nilgata Engineering, Fukoku Mutual Life Insurance, Nissan Fire&Marine Insurance, Kankaku Securities, Orient Corp., Kanematsu, Nissho Iwai, Yokohama Rubber, Denki Kagaku Kogyo, Fuji Electric, Showa Shell Sekiyu, Nippon Express, Ishikawajima Harima Heawy Ind., Nippon Zeon, Hitachi, Kawasho, Kawasaki Heawy Inds., Selbu Dept Stores, Shiseldo, Kobe steel, Isuzu Motor, Denki Kagaku Kogyo, Tokyo Demo.
DKB (Dai-lchi Kangyo Bank) Grubu
Merkezinde yer alan ve Dai-lchi ile Nippon Kangyo bankalarının birleşmesi ile ortaya çıkan DKB’nin kökeni 1800’lerin sonuna dayanmasına rağmen, grubu oluşturan şirketlerin bir araya gelmesi açsından en yeni gruptur. Gruba bağlı şirketler arasındaki ilişki diğerlerine oranla daha gevşektir. Gruba açıktan ve doğrudan bağlı şirket sayısı 190, yönetim kurulunda temsil edilen şirket sayısı ise 48’dir.

Bu sermaye gruplarına bağlı olan ve onlar tarafından denetlenen şirket sayısı, dolaylı yoldan bağlı olanlarla birlikte esasında on binleri bulmaktadır. Tekellerle yan sanayi kuruluşları arasındaki tüm ilişkiler ve fiyatlar, devletin de katılımıyla belirlenmiş durumdadır. Japonya’da toplam kayıtlı şirket sayısının iki milyon civarında olduğunu, bunların büyük çoğunluğunun da oyunu büyüklerin koyduğu kurallara göre oynamak zorunda olan, yoksa yok olmaya mahkûm küçük şirketler olduğunu düşünürsek, bunların hâkimiyeti daha iyi anlaşılır. 1998 yılı itibariyle dünyanın en büyük 500 tekeli listesinde, çoğu doğrudan bu sermaye gruplarına bağlı 111 Japon tekeli yer almıştır.
Tablolardan da anlaşılacağı gibi Japon mali sermayesi, merkezinde holding şirket işlevi gören ve etrafındaki şirketler için ana finans kaynağı durumunda olan bir banka etrafında örgütlenme sistemine sahiptir. Bankanın etrafındaki tüm şirketler, karşılıklı hisselerle hem bankaya, hem de birbirine bağlıdır ve bu durum onları düşmanca yutmalardan korur. Bu örgütlenme biçimi Almanya, Fransa gibi diğer ülkelerde de görülmekle birlikte, Japonya’da çok açık bir tarzda gerçekleşmektedir. Japonya’da Adil Ticaret Komisyonu’nun 1994’te yayınladığı bir araştırmaya göre Mitsui, Mitsubishi ve Sumitomo gruplarında yer alan şirketlerin yüzde 76’sında karşılıklı hisse satın alma söz konusudur ve şirketlerin hisselerinin ortalama yüzde 28’i karşılıklı satın alınmıştır.
ABD’de hisselerin büyük çoğunluğu, hisselerinin getireceği kâr payı ile ilgilenen kurumsal yatırımcılara aittir. Japonya’da ise ağırlıkta olan, “ilişkiye dayalı yatırımcılık”tır. Yani yatırımın, bir işletme ile olan iş ilişkisiyle kol kola girdiği ilişkiye dayalı bir hissedarlıktır (bu, ana şirket ile bağlı şirketleri, bir banka ile kredi verdiği şirketler, bir şirket ile ana müşterisi ya da aynı işkolundaki şirketler arasındaki bir ilişki olabilir). Örneğin, temel finansman kaynağı olan banka, müşterisi olan şirketle sadece bir kredi ilişkisine değil, iş ilişkisine de sahiptir, o işletmenin risklerini de paylaşır; bu nedenle kendisini müşterisine daha çok adar. Verdiği kredinin faizlerini ya da hisselerinin aktüel kâr payını temel almaktan çok, şirketin büyümesi ve genişlemesine yönelik uzun vadeli yatırım yapar. Bu nedenle onlara düşük faizli krediler verir.
Japon ve ABD’deki tekellerle en büyük beş hisse sahibinin konumuna ilişkin şu karşılaştırmalı tablo durumu daha iyi açıklar.

Japonya (%)    ABD (%)
Kurumsal yatırımcı        15        44
İlişkiye dayalı yatırımcı    75        24
Finans kurumu        47        12
Diğer Şirketler            11        9
Ana ya da grup şirketi        11        3
Kurucu Aile            4        10
Bireyler            3        19
Diğer                4        4
Toplam            100        100
(Kaynak: MİTİ, Japon Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, 1989)

Bu sermaye grupları incelendiğinde sanayinin ve finans sektörünün her alanında faaliyet gösteren bir işletmeye sahip oldukları görülür. Aslında bu durum diğer ileri kapitalist ülkelerin mali sermaye grupları açısından da aynı olduğu için esas ayırt edici yan bu değildir. Japonya’nın özgün yanı ise, her bir sektörde aktif ve kendi başına büyük bir güç olan bu kadar çok tekelin birleşmeler ve yutmalar olmaksızın bugüne kadar ayakta kalmasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bunun esas nedeni, tekellerin iç rekabetten çok, dışa karşı birleşmiş bir halde dışarıdaki pazar paylarını genişletmeye yönelmiş olmalarıdır. Ancak, değişen koşullar, bu durumun daha ne kadar devam edebileceği konusunda kuşkular yaratmıştır.
Görünen o ki, giderek darlaşan dünya pazarlarının, muazzam boyutlardaki Japon ihracatını giderek daha zor hazmeder hale gelmesi, Japon emperyalizminin “iç rekabeti düzenleme” politikasını yepyeni sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır. İç rekabet daha da keskinleşecektir. Japon tekelleri birbirini düne göre çok daha acımasızca tasfiye edecek ya da yutacaktır. Açıktır ki, bu kaçınılmaz gelişme, “yabancı ortaklar” için yeni imkânları doğurmaktadır. Dolayısıyla, iç pazar da eskisi gibi kapalı tutulamayacaktır.
Değişen koşulların dayattığı gelişmelerle ilgili örnekleri, Japon ekonomisinin temel taşlarını oluşturan otomotiv ve elektronik sanayisinin ve finans sektöründeki kurumların genel durumuna ve bu alanlardaki en büyük tekellere değinirken vermekte fayda var.

OTOMOTİV SANAYİİ
Ekonomik durgunluk ve belirsizlik nedeniyle Japonya’daki otomobil satışları 1970’ten bu yana ki en düşük seviyeye inmiş durumdadır. Kasım ‘97 satışlarında bir önceki yıla göre yüzde 23,5 oranında bir düşüş gerçekleşmiştir. Ancak yen’in dolar karşısında değer kaybetmesi, ihracatın artmasına neden olmuştur. 1997’nin ilk altı ayında otomobil ihracatı genel olarak yüzde 29, Avrupa’ya ise yüzde 43 oranında artış göstermiştir. En büyük artışı yüzde 47,9 ile Honda Motor gerçekleştirmiştir. Bu sektörde ‘97 yılı kârlarında, ortalama yüzde 7,4 oranında bir düşüş yaşanmıştır. (Mitsubishi 830, Nissan 114, Mazda Motor 55 milyon dolar). Fuyo Grubu’na bağlı olan Nissan, ‘98 mali yılında da 82 milyon dolar zarar edeceğini açıklamıştır. Satışları yüzde 13,4, kârı ise %36 oranında düşmüştür. Japon hükümeti, içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmak amacıyla Nissan’a 820 milyon dolarlık kredi teklifinde bulunmuştur. (Financial Times, 11-12/11/1998)
1990’ların krizi, bu sektörde de en büyükler ile daha küçükler arasındaki açığı giderek artırmıştır. Bugünkü zor koşullarda Japonya’daki 11 motor imalatçısı şirketin hepsinin ayakta kalıp kalmayacağını zaman gösterecektir. Henüz şirketler arasındaki bilinen bir birleşme söz konusu olmamakla birlikte, Daimler Benz’in Chrysler ile birleşmesi, Japon otomotiv sanayisinin bu yeni birleşmelerle baş edip edemeyeceği sorusunu doğurmuştur. Ancak, Japonya’nın ikinci büyük otomotiv tekeli olan Nissan’ın bağlı şirketi Nissan Dizel’i Daimler Benz’e satması, başka tekeller arası birleşme ya da ittifak kurma söylentilerini ortaya çıkarmıştır. Örneğin, Japon gazetesi Weekly Post’a göre, Toyota’nın bu birleşmeler karşısında yerini koruyabilmesi için Avrupa’da (muhtemelen Volkswagen ile) bir ittifak oluşturması sürpriz olmayacaktır. Ayrıca Honda’nın Amerikan otomotiv tekeli Ford ya da General Motors ile Mitsubishi’nin de yine Ford ile ittifak kurabileceğine dair söylentiler vardır. (The Weekly Post, 16-22 Kasım 1998) Otomotiv tekellerinin, yabancı yatırımcıların elinde olan hisse senetleri oranı Toyota’da yüzde 8,8, Nis-san’da yüzde 10,5, Mitsubishi’de ise yüzde 7,3’tür. Ford, Mazda’daki hisselerini %25’ten 33,4’e çıkararak, GM ise Isuzu’da %37,4, Suzuki’de de %10 hisse ile en büyük tek hisse sahipleri haline gelmiştir. Görüldüğü gibi, Japon otomotiv piyasasında ABD etkinliği büyük oranda artmıştır.

JAPON OTOMOTİV TEKELLERİNİN ÜLKE İÇİ PAZAR PAYI(1995)
Toplam satılan otomobil sayısı: 6.867.000 (% 100)
Toyota         30 (38.1998)
Nissan         16,3 (22.1998)
Mitsubishi         16,3
Honda             9
Suzuki         9
Daihatsu         6
Mazda         5,3
Fuji             5
Isuzu             2,1
Nissan         0,5
İthal arabalar         4,1
(Kaynak: Japon Otomobil İthalatçıları ve Satıcıları Birliği)

DÜNYA OTOMOBİL ÜRETİMİNDE ÜLKELERİN PAYI (1995)
Toplam dünya üretimi: 50.342.000 (%100)
ABD         23,8
Japonya    20
Almanya    9,3
Fransa        6,3
İngiltere    3,5
İtalya        3,3
Diğerleri    33
(Kaynak: Japon Ulusal Oto İmalatçıları Birliği)

Toyota Motor, Japonya’nın en büyük, dünyanın ise General Motors ve Ford’dan sonraki üçüncü büyük otomotiv tekelidir. Mitsui Grubu’na bağlı olmakla birlikte, telekom, bilgisayar, sigorta, konut, uçak yapımı gibi alanlarda da faaliyetleri olan Toyota Grubu’nun da merkezinde yer alır. ‘97 yılı cirosu, ‘96’dakinden yüzde 12,5 oranında düşüş göstererek 95 milyar dolar, kârı ise önceki yıla göre yüzde 8 artışla, 3,7 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. ‘97’de en çok kâr elde eden Japon tekeli, Toyota Motor olmuştur. Japon borsa merkezi Nikkei endeksi 1989’daki doruğundan yüzde 60 düşüş gösterirken Toyota’nın hisseleri yüzde 47 artmıştır. Toyota, satış ve kâr açısından sadece otomotiv sektöründe değil tüm imalat sektöründe de Japonya’nın en büyük tekeli ve 159 bin işçiyle sektöründeki en büyük işveren durumundadır. Toyota’nın Güneydoğu Asya’daki pazar payı yüzde 21’dir.
Toyota Grubu, temel finans kaynağını Sakura (Mitsui) ve Tokai Bankası’ndan almaktadır. Grubun sahibi Toyota ailesinin kişisel hisselerini dışta tutarsak, en büyük hisse sahipleri, Toyota Otomatik Dokuma Tezgâhları (965,0), Tokai Bank (4,8), Sakura Bank (4,8), Sanwa Bank (4,8) Nippon Hayat Sigortası, Mitsui Deniz ve Yangın Sigortası, Daiwa Bank ve Mitsui Hayat Sigortası’dır. Toyota Grubu’nu bir piramit olarak düşünürsek, piramidin tepesindeki en büyük 10 şirketin tümü Tokyo Borsası’nda yer almaktadır. Piramidin orta kısmında ise yaklaşık 250 bağlı şirketin yer aldığını akılda tutarsak, en alt katmanda da binlerce daha küçük şirketin bulunduğu anlaşılır.
Toyota sadece imalat sanayisinde yer almakla kalmaz; üç Telekom şirketinde önemli hisseleri olduğu gibi, Toshiba ve IBM ortaklığı ile bilgisayar teknolojisine de önemli yatırımları, bir sigorta şirketinde yüzde 36 hissesi, konut, uçak yapımı gibi alanlarda da faaliyetleri vardır. Hatta Tokai Bankası’nın Toyota’yı kontrol etmesinden çok Toyota’nın bir parçası olduğunu söylemek bile abartı olmayacaktır.

ELEKTRONİK SANAYİİ
ABD elektronik sanayisinin rekabet gücünün artması ve Doğu Asya’da, özellikle Güney Kore’de elektronik üretimin yaygınlaşması, Japon elektronik sanayisi üzerinde büyük bir baskı oluşturmuştur. Rekabetin keskinleşmesi ve pazar sorununun büyümesine tekabül eden bu durum, bu alandaki tekelleri belli alanlarda yoğunlaşmaya da zorlamıştır: Örneğin NEC ve Fujitsu enformasyon teknolojisinde, Sony tüketici elektroniğinde uzmanlaşmışken; Toshiba da çok çeşitlilikten, enformasyon teknolojisi alanında uzmanlaşmaya doğru gitmektedir. Enerji santrallerinden teybe kadar her şey üreten geleneksel devler ise en güçlü liderler karşısında ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Örneğin 1997’de Mitsubishi Electric 1960’tan beri ilk kez zarar ettiğini açıklamıştır. Sony, ‘97’yi en çok kârla kapatırken, genel olarak bu sektördeki kârlarda yüzde 9 oranında düşüş olmuştur. Toshiba, 23 yıldan beri ilk defa zarar etmiş, 1998 mali yılı ilk yarısındaki zararını 195 milyon dolar olarak açıklamıştır. (FT. 20/11/98) Ana şirketinde toplam 66 bin işçisi olan Toshiba, 1999’da, 6.500 işçisini işten çıkaracağını açıklamıştır. (FT, 9/11/98)
En büyük elektronik tekellerinden biri olan Matsushita Grubu, en büyük ana şirketi olan Matsushita Elektrik Endüstrisi (MEI) ile tanınır. MEI sadece Japonya’nın değil dünyanın da en büyük tüketici elektronik eşya imalatçısıdır. 64 milyar dolar olan yıllık cirosu bağlı şirketlerle çok daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Çok çeşitli alanlarda ve dünyanın değişik ülkelerinde üretim yapmakta ve Doğu Asya’daki en büyük üretim ve satış ağlarına sahip olmanın avantajlarından yararlanmaktadır. Panasonic, ürünlerinden en çok tanınmış olanlarından biridir. MEI’nin en büyük hissedarları Sumitomo Bank (%4,6), Sumitomo Hayat Sigortası (3,9), Nippon Hayat Sigortası (3,8), Sumitomo Tröstü (2,8), Ashai Bank (2,4), Sumitomo Yangın ve Deniz Sigortası, Mitsubishi Tröstü’dür. MEI’nin mallarının dağıtım ve satışını yapan, kendisine bağlı 25 bin satış mağazası vardır. MEI bir aile şirketidir ve doğrudan aile tarafından, 100 yıl önceki kurucusunun damadı Masaharu Matsushita tarafından yönetilmektedir.
Hitachi Grubu, 1997’de 68,5 milyar dolarlık cirosu ve 29 şirketine bağlı olan 742 alt şirketinde çalışan 330 bin işçisi ile Japonya’nın en büyük elektronik tekellerinden biridir. Fuyo, Sanwa ve DKB sermaye grupları ile hisse ve ticaret bağları vardır. 10 bin satış mağazasına sahiptir. Hitachi, yedi tane olan makine-mühendislik şirketini üçe düşüreceğini ve 1999’da 900 işçisini işten çıkaracağını açıklamıştır. (FT, 9/11/98)

1997 cirolarına göre elektronik sanayisin en büyükleri şunlardır:
1997 cirosu     kârı         işçi sayısı
(milyar$)    (milyon $)    (bin)
Hitachi                68,5        28        330
Matsushita Elect. Ind        64,3        763        275
Sony                55,0        1,809        173
Toshiba            44,5        60        186
NEC                40,0        336        152
(Kaynak: Global 500, Fortuna, Ağustos ‘98)

Japon sanayisinin önemli bir kolu da çelik sanayisidir. Bu sektörde iç piyasadaki durgunluğa rağmen, Asya, Kuzey ve Güney – Amerika’daki yüksek talep nedeniyle 1997’de 1991’den bu yana ki en büyük kâr elde edilmiştir. Japonya’da toplam 100 milyon ton dolayında çelik üretilmekte ve bunun 20 milyon tonu ihraç edilmektedir. 1990’lı yıllarda bu sektörde çalışan 190 bin işçiden 30 bini işten çıkarılmıştır. En büyük çelik üreticisi Nippon Steel, ikinci büyük NKK gibi Fuyo Grubu’na bağlıdır. Nippon Steel, Kore’nin rekabetine (Kore’deki Posco dünyanın en büyük çelik üreticisi olan Nippon Steel’in yerine oynamaktadır) ülkedeki ekonomik durgunluk da eklenince, durumun kötüye gideceğini belirterek, hükümetten tüketimi teşvik tedbirleri almasını istemiştir. Nippon Steel’in 1997 yılı cirosu 25 milyar dolar, kârı ise 48 milyon dolar olmuştur. Ülkenin üçüncü büyük çelik üreticisi Kobe Steel ise Sanwa Grubu’na bağlı olup 97’de 40 milyon dolar zarar etmiştir.

FİNANS SEKTÖRÜ
İçinde bulunduğumuz dönemde finans sektöründe yapılması düşünülen yeni düzenlemelerle biraz gevşetilecek olmakla birlikte, Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası’nın finans kuruluşları üzerinde sıkı bir denetimi söz konusu olmuştur. Sektör, katı bir biçimde düzenlenmiş ve yakın tarihe kadar faaliyet alanları sınırlı tutulmuştur. Finans kuruluşlarının sayısı sınırlı tutulmuş ve buralarda toparlanan sermaye, çok düşük faizlerle sanayiye kredi olarak aktarılmıştır. Aşağıdaki karşılaştırmalı tablo finans sektörünün Japonya’da ne kadar düzenlenmiş olduğunun ipuçlarını vermektedir.
Japon finans sektöründe hâkimiyet, Altı Büyük sermaye grubunun merkezinde yer alan ve şehir bankaları olarak adlandırılan (ama ülkenin her tarafında şubeleri olan) ticari bankalardadır. Maliye Bakanlığı’nın 1997 verilerine göre tüm bankaların toplam varlıkları 8,5 trilyon dolar, bunun içinde şehir bankalarının payı ise yüzde 42 ile 3,5 trilyon dolardır.
Sigortacılık sektöründe ise en büyük paya sahip olan hayat sigortası şirketlerinin 1997’deki toplam varlıkları 1,3 trilyon dolar tutarındadır; bunun içinde, en büyük altı şirketin payı ise 1 trilyon dolardır. 1997 mali yılında, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa toplam hayat sigortası değerlerinde düşüş beklenmektedir. Birçok Japon hayat sigortası şirketi, bankalarla rekabeti kızıştıracağından dolayı, finans sektöründe başlamış olan yeni düzenlemelerden hoşnut değildir. (Japan Economic Almanac 98, s. 36-38)

JAPONYA VE ABD’DEKİ FİNANS KURULUŞLARININ SAYISI
Japonya (1991)        ABD (1992)
Bankalar                153             11.449
Hayat sigortası şirketleri         27             1.944
Diğer sigorta şirketleri         25             3.914
Kıym. evrak tic. şirk. (securities)     210             7.805
Yatırım danışmanlığı şirk.         615             18.000
(Kaynak: Nihon Ginko 1992 Economic Statistics Annual 1991; FD1C Statistics on Banking, 1994)

BANKALAR
Japonya’da bankalar, ticari bankalar (129 bölge bankası +10 şehir bankası), vakıf bankaları (32), uzun vadeli kredi bankaları (3) kategorilerine ayrılır. Esas hâkimiyet şehir bankalarındadır. Bunlar Japonya’nın ve dünyanın en etkin bankalarından olup finans sektöründeki tüm kârların üçte ikisini elde etmektedirler.

Bu 10 şehir bankasından altısı (Tokyo-Mitsubishi Bankası, Dai-Ichi Kangyo (DKB), Sakura, Sumitomo, Fuji, ve Sanwa Bank), Japon ekonomisine hükmeden “Altı Büyük” sermaye grubunun da merkezinde yer alır. Bu sermaye gruplarının ayrıca vakıf bankaları vardır ve uzun vadeli kredi veren bankalarda da hisseleri vardır.
Bu altı büyük şehir bankası sadece borç ve kredi veren finans kurumları değildir. Aynı zamanda gruptaki şirketlerin durumu hakkında enformasyon toplar ve bunlar arasında koordinasyonu sağlar. Gruptaki büyük şirketlerde hisse sahibidir ve gerektiğinde bunlara idari yardım sağlar. Eğer grubun şirketlerinden biri ciddi bir sorun yaşıyorsa, ona hem finansal yardımda bulunur hem de bankanın kendi idari kurulundan seçilmiş bir grubu yeni yönetim olarak atar.
Tokyo Borsası’nın Birinci Listesinde yer alan 873 finansal olmayan şirketin tümünü kapsayan bir araştırmaya göre, Tokyo-Mit-subishi, Mitsui, Sumitomo ve Fuji Bankalarının her biri bu 873 şirketin 100’ünün ana bankası durumundadır. Bir başka deyişle, Japonya’daki en büyük şirketlerin yarısı bu dört bankadan birini kullanmaktadır. Diğer iki büyük keiretsu bankasından Sanwa 70, Dai-Ichi Kangyo Bank (DKB) ise 50 şirketin ana bankasıdır. Yani bu Altı Büyük banka, Japonya’daki en büyük şirketlerin üçte ikisine hükmetmektedir.
Bu bankaların sahibi kimlerdir sorusunun cevabına gelince: Elimizde en büyük kişi ya da aile hisselerine ilişkin veri yok. Ancak vereceğimiz birkaç örnekte de görüleceği gibi, her bir bankanın arkasında esas olarak, bağlı olduğu sermaye grubunun içindeki diğer şirketler hisse sahibi olarak durmaktadır. Başka sermaye gruplarına ait şirketlerin de hisseleri olmakla birlikte, bunlar belirleyici değildir. Belli başlı bankaların en büyük hissedarları ve hisse oranları şöyledir.
Bank of Tokyo-Mitsubishi: Meiji Hayat (5,7), Nippon Hayat S. (3,9), Dai-Ichi Hayat S. (3,8). Tokio Yangın/Deniz S. (2,6). Mitsubishi Vakıf Bankası (2,4) Mitsubishi Ağır Sanayi (2,0), yabancı (7,6) Toplam hisse sayısı: 4,675,000; toplam hissedar sayısı: 58 bin (Yıllık Rapor 1998)
Sumitomo Bank: Sumitomo Hayat Sigortası (5,4), Nippon Hayat Sigortası (4,5), Mastushita Elektrik Sanayi (3,3), Sumitomo Vakıf Bankası (2,8), Sanyo Elektrik (2,0), Sumitomo Deniz/Yangın Sigortası (1,8), Sumitomo Corp, (1,7), Dai-Ichi Hayat Sigortası (1,5), Nippon Çelik (1,4) yabancı (6,5). (Yıllık Rapor 1997)
Dai-Ichi Kangyo Bank: Asahi Hayat Sigortası (4,6), Nippon Hayat Sigortası (3,7), Dai-Ichi Hayat Sigortası (2,9), Long Term Credit Bank of Japan (2,8), Nippon Kredi Bankası (1,5), Mitsui Vakıf Bankası (1,4), Meiji Hayat Sigortası (1,3) yabancı (4,6), Toplam hissedar sayısı: 65,500 (Yıllık Rapor 1997)
Sanwa Bank: Nippon Hayat Sigortası (4,3), Meiji Hayat Sigortası (3,2), Daido Hayat Sigortası (3,0), Dai-Ichi Hayat Sigortası (2,3), Toyota Motor (2,3), Tokyo Vakıf Bankası (1,7), Sumitomo Vakıf Bankası (1,5) yabancı (5,3). (Yıllık Rapor 1998)
Bu arada belirtelim ki, yabancı hissedarlar arasında ABD’li yatırım bankaları genellikle başı çekmektedir. 1996 yılı itibarıyla genel olarak Japonya’da yabancı bankalar içinde en çok etkinliğe sahip olanlar Amerika City Bank, J.P. Morgan ve İngiliz Hong Kong &Shanghai Bank olmuştur.
Diğer büyük emperyalist ülke bankaları ile karşılaştırıldığında Japon bankalarının kâr oranlarının daha düşük ama borç/kredi verme oranının daha yüksek olduğu görülür. Şubat ‘97 itibariyle Japon bankalarının verdiği borç miktarı 500 trilyon yen iken (4 trilyon dolar), ABD bankalarının aynı döneme kadar verdiği borç miktarı 340 trilyon yen olmuştur (2,8 trilyon dolar) Japon bankalarındaki toplam mevduat tutarının GSYİH’ya oranı yüzde 92,5 iken, ABD’de bu oran yüzde 34’tür. (Survey “Japanese Finance”, The Economist, 28/6/97)
Artan rekabet, bankacılık sektöründe birleşmelere neden olmuştur. Örneğin Nisan 90’da Mitsui Bankası, kendisi de eski bir birleşmenin ürünü olan Taiyo Kobe Bankası ile birleşerek 92’de Sakura Bankası adını almıştır. Tokyo Bankası ile Mitsubishi Bankası birleşerek Tokyo-Mitsubishi Bankası adıyla Nisan 96’da faaliyete geçtiğinde 54 trilyon yen (509 milyar dolar) aktifleri ile dünyanın en büyük bankası olmuştur. Bugün içinde bulundukları batık krediler sorunu göz önüne alındığında, benzer birleşmelerin gelecekte daha çok yaşanması şaşırtıcı olmayacaktır. Daha şimdiden Japon Sanayi Bankası (IBJ) Dai-Ichi Hayat Sigortası ile, Fuji Bank ise Dai-Ichi Kangyo Bank ile ittifaklarını açıklamıştır. (The Weekly Post, 16-22/11/98)

1997 YILI TOPLAM AKTİFLERİ İTİBARİYLE EN BÜYÜK JAPON BANKALARI (milyar Dolar)
Banka                 Topİam Aktifleri     Cirosu         Kârı
Bank of Tokyo-Mitsubishi    691            35        -4,3
Sumitomo Bank        483            21        -2,0
Dai-Ichi Kangyo Bank        432            20        -0,6
Sanwa Bank            427            23        -1,5
Fuji Bank            413            23        -2,8
Sakura Bank            399            21        -0,7
Industrial Bank of Japan    369            27        -1,7
(Kaynak: Fortune, Temmuz 1990/’Ağustos 1998)

Tabloda görüldüğü gibi, Japonya’nın en büyük yedi bankasının toplam aktifleri/varlıkları, 4 trilyon dolar civarındaki Japon GSMH’sının yüzde 80’ine eşittir. Ancak bu bankaların tümü de ‘97 yılını büyük zararlarla kapatmışlardır. Sadece bu yedi bankanın toplam zararı 13,6 milyar dolardır. Bu zararlar çoğunlukla batık kredileriden kaynaklanmıştır. Büyük bankalar, kendi gruplarındaki sanayi şirketlerinden kaynak istemektedir. Örneğin, Mitsui Grubu’na ait olan Sakura Bank, içinde bulunduğu zor durumdan çıkabilmek için, diğer Mitsui Grubu üyesi şirketlerin satın alması için 2,5 milyar dolar tutarında yeni hisse çıkararak sermaye artırımına gitmiş ve 17 bin çalışanından 3 binini işten çıkaracağını ve yurtdışındaki 90 şubesinin 30’unu kapatacağını açıklamıştır. (FT, 31/10-11/98) Fuji Bank da Fuyo Grubu’ndan 1,4 milyar dolar sermaye artırımı için yardım istemiştir.
Japon hükümetinin mali krizi aşma amacıyla yapmayı planladığı reformlarla birlikte, bugün bankacılık sektöründe kapalı olan diğer finansal alanlara açılım sağlanması ve bugün koruma altında olan bu alanların daha fazla rekabetle karşı karşıya gelmesi bekleniyor. Bu yeni düzenlemelerin bankaların depozitlerinden para çekilmesine ve böylece bankaların batık kredi sorunlarının derinleşmesine yol açacağı tahmin ediliyor. Economist dergisinin Haziran 97 Japonya ekinde belirtildiğine göre, yeni sermaye gerektiren bu zor durumdan çıkmak için Japon bankalarının bazıları kendilerini yabancı bankalara satmaya çalışıyor ve en büyük beş bankadan üçü J.P. Morgan’a böyle bir teklifte bulunmuştur. 1997 yılı içinde Japon bankaları ile yabancı finans tekelleri arasında şu ittifaklar gerçekleşmiştir. Nippon Kredi Bankası ile Bankers Trust New York, Sumitomo Vakıf Bankası ile Citibank; Uzun Vadeli Kredi Bankası (LTCB) ile Swiss Bank; Bank of Tokyo-Mitsubishi ile Melon Bank Grubu; Sumitomo Bank ve Asahi Bank ile Goldman Sachs, Fuji Bank ile Goldman Sachs ve Jardine Fleming; Mitsui Vakıf Bankası ile Prudential ve American International Group.
Bankacılık sisteminin küçülmesinin, genelde iç pazarda faaliyet gösteren ve rekabet gücü fazla olmayan şirketleri (özellikle inşaat ve emlak alanında) iflasa sürükleyeceği tahmin edilmektedir. Bu sektörlerdeki pek çok şirket bugüne kadar ucuz borç ve kredi ile ayakta duruyordu. Depozitleri azalan bankalar ise ya bütünüyle bu şirketlere kredi vermekten vazgeçecek ya da daha fazla faiz karşılığında verecektir. Küçük çaplı işletmeler ise bunun yükünü kaldıracak durumda değildir. Japon tahvil reyting kuruluşu Akio Mikuni’nin tahminlerine göre, önümüzdeki üç yıl içinde Japonya’daki 3000 şirketin yüzde 10’u iflas edecek ya da birleşme yoluna gidecektir. Teikoku Databank’ın verilerine göre ise 1997’nin ilk üç ayı içinde iflas rakamları en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu verilerin yılsonunda yaşanan iflaslar zincirini kapsamadığı düşünülürse sorunun ne kadar büyük boyutlu olduğu daha kolay görülecektir. Ayrıca şirketler, Nippon Çelik’in bilgisayar piyasasına, Toyota Motor’un konut piyasasına girmesi gibi eskiden olduğu kadar kolaylıkla rekabet güçlerinin fazla olmadığı alanlara giremeyeceklerdir.

SİGORTA ŞİRKETLERİ
Hayat sigortası alanında faaliyet gösteren en büyük sigorta şirketleri Nippon, Dai-Ichi, Sumitomo, Meiji, Mitsui ve Yasuda hayat sigortası şirketleridir. Genel sigorta (yangın ve denizcilik) şirketlerinin en büyükleri ise Tokio, Yasuda, Mitsui, Sumitomo, Nippon, Nichido, Dai-Ichi, Chiyoda ve Fuji’dir.
Japonya Hayat Sigortası Enstitüsü’nün verilerine göre, hayat sigortası sektöründeki şirketlerin toplam aktifleri 1989 mali yılında yaklaşık 1 trilyon dolar, 1995’te ise 1,56 trilyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Genel sigortacılık alanında ise 1989’da 200 milyar dolar olan toplam aktifler, 1995’te 250 milyar dolara yükselmiştir.
1997 mali yılı verilerine göre dünyanın en büyük 500 tekeli arasına girmeyi başaran 17 hayat sigortası şirketinden 12’si Japon şirketidir. Toplam varlıkları ve ciroları itibariyle en büyük hayat sigortası şirketleri şunlardır.
(milyar dolar)
Şirket         Toplam varlıkları     Cirosu         Karı
Nippon        316,5            71,4        2,1
Dai-Ichi    215,0            47,4        1,5
Sumitomo    177,8            42,3        1,0
Meiji        127,8            31,0        1,0
Asahi        91,3            21,7        0,6
Mitsui        81,8            19,4        0,5
(Kaynak: Fortune, Ağustos 1998)

Deniz/Yangın sigortası alanında ise Tokio 17,7 milyar dolarlık cirosu ile birinci, Yasuda ise 11,6 ile ikinci sırada yer almaktadır.
Bu sektörü düzenleyen yeni yasalar 1 Nisan ‘98’den itibaren yürürlüğe girmiş, böylece bu alanda 56 yıl aradan sonra ilk değişiklikler yapılmıştır. Bugüne kadar ancak kendi sektörlerinde faaliyet gösteren hayat sigortası şirketlerine, birbirinin alanına girme izni verilmiş böylece rekabet de kızışmıştır.
Bu rekabetten güçlü çıkabilmek için, bankacılık alanında görülen yabancı finans tekelleri ile işbirliğine gitme olgusu sigortacılık sektöründe de kendisini göstermeye başlamıştır. Japonya’nın en büyük hayat sigortası şirketi olan Nippon Life, ABD’li Putnam Investments ve Alman Deutsche Bank ile ikinci büyük Dai-Ichi, ABD’li US Capital Group ile; Meiji Hayat Sigortası, Alman Dresdner Bank ile, Yasuda Sigortacılık ise Jardine Fleming ile ittifak oluşturmuştur.

KIYMETLİ EVRAK ALIM-SATIM ŞİRKETLERİ (Securities)
Nomura Securities, Japonya’nın 21 milyar dolarlık kıymetli evrak sektöründe alanındaki en büyük şirkettir. 28 ülkedeki şubeleri ile dünyanın en büyükleri arasındadır. Elindeki kıymetli evrakların değeri 13,4 milyar dolar ile ABD yatırım bankası Merrill Lynch’in bir buçuk katıdır. 1997 mali yılındaki cirosu 7,5 milyar dolar olmuştur. 320 milyon dolarlık kârı ise, 1989’da kendisine Japonya’nın en çok kâr yapan şirketi unvanını kazandıran 3,7 milyar doların epey altındadır. Ülke dışındaki işlemleri 1997 kârının yüzde 80’ini oluşturmuştur. Birçok finans şirketi yabancı şirket akınına karşı işbirliği yaparken, Nomura da Japon Sanayi Bankası (IBJ) ile ittifak kurmuştur.
Aynı alanda faaliyet gösteren Nikko Securities, Tokyo-Mitsbushi Bank ve IBJ ile ortaklığa giderken, ayakta kalma mücadelesi veren Daiwa Securities ise Sumitomo Grubu ile işbirliği kurmaya çalışmaktadır. Nikko zayıf duruma düşeceğini anlayınca Amerikan Traveler’s ile de ittifak kurmuştur. (Traveler’s geçen yıl Solomon Brothers’ı almış ve bu yıl Citi-Corp ile birleşmişti. Citi-Corp Grubu, 1 trilyon dolarlık toplam aktifleri ile dünyanın en büyük finans grubudur.)
Merrill Lynch ise geçen yılsonunda batan Yamaichi Securities’i satın alarak Merrill Lynch Japan Securities’i kurmuştur. Sanwa Bank ile ittifak kurmak için perde arkasında görüşmelerini sürdürmektedir. Bu örnekler Amerikan finans şirketlerinin Japonya’daki paylarının giderek arttığını göstermektedir.

EMEKLİLİK FONLARI
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından işletilen Nenpuku, denetimindeki 24 trilyon yen ile dünyanın en büyük emeklilik fonu sıfatını taşımaktadır. Aslında bu emeklilik fonu özel değildir. Ancak fiiliyatta bu durum değişmektedir. Örneğin (Nenpuku, parasını işletmesi için, çoğu yabancı olan 20 özel “yatırım danışma firması”na (bunlar esasında yatırım bankalarıdır) vermiştir. Nenpuku özellikle ‘90’lı yılların basından itibaren, emeklilik fonlarında biriken aidatları kapitalist tekel ve şirketlerin hizmetine sunmaktadır. Emeklilik aidatları böylece sermayeye dönüşmektedir. Devlet, böylelikle, Nenpuku aracılığıyla, işçi ve emekçilerin aidatlarını doğrudan Japon mali sermayesinin hizmetine sunmaktadır. Mali sermayeye sunulan bu hizmetin de bedelini sonuçta işçi ve emekçiler ödemektedir. (Nenpuku 1995 mali yılı sonunda 1 trilyon yen zarar etmiştir!)
Finans sektöründeki son düzenlemelerle birlikte, büyük bir potansiyele sahip olan bu alanda özel yatırımcıların artması beklenmektedir.

SONUÇ
Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, Japonya’da bugüne kadar ekonominin adeta askeri bir genelkurmay tavrıyla tek merkezden idaresi söz konusudur. Belirlenen ekonomik gelişme stratejisi, dış piyasalarda güçlenme ve genişleme üzerine kurulu olduğu için, Japon tekellerinin kendi aralarındaki rekabet ve çekişmelere yoğunlaşmaktan çok, dış pazara karşı yekvücut olup atakta bulunmaya yöneltmiştir. Kısacası, Japonya’da bir tür devlet kapitalizminin var olageldiği söylenebilir.
Japon mali sermayesini diğer emperyalist ülkelerdeki emsallerinden ayırt eden, kuşkusuz nitelik ve hedefleri değildir (gerçi bu bakımdan Japon tekellerinin örneğin ‘Japonya’nın hizmetinde’ olduklarına dair milliyetçi propagandası diğer emperyalist ülkelerde olduğundan daha güçlü ve etkindir!). Fark, daha çok, mali sermayenin egemenliğinin hüküm sürdüğü tüm ülkelerde karşılaştığımız ekonomik ilişki ve örgütlenme araçlarına, “milli motifler ve feodal gelenekler”le (bir yerde kapitalizmin Japonya’daki özgün tarihsel gelişiminden devralınan ve bugüne kadar belirli şekillerde muhafaza edile-gelen “motif ve geleneklerde) dokunarak getirilen biçimlerdir. Bu bakımdan, Japonya’daki emperyalist kapitalizminin, emsallerinde bu şekilde karşılaşmadığımız özgünlükleri vardır denilebilir. Örneğin emek-sermaye ilişkisinin yanı sıra ve üstünde çok yönlü “sadakat ilişkisi”nin muhafaza edilmesi ve bunun sürekli yeniden üretilmesi onun ayırt edici özgünlüklerinden biridir. Bu tür ilişkilerin bir diğer örneğini, menecerler tabakasının şirket sahipleri ya da hissedarlarıyla olan ilişkileri sunmaktadır. Menecerler, başta aile bağları olmak üzere çeşitli -doğrudan ekonomik olmayan- yollardan şirketlere bağlanmıştır (‘80’li yılların ulaşım bakanlarından Shintaro İshihara buna “psikolojik bağlılık” diyor). En az şirket değiştiren menecerlerin ya da “şirketlerine en çok bağlı” menecerlerin Japonya’da olması bu açıdan şaşırtıcı değildir.
Kısacası, Japon burjuvazisi, söz konusu feodal ilişkileri ve gerici gelenekleri korumuş, faşizm döneminde de görüldüğü gibi gerektiğinde devlet zoruyla bunları ayakta tutmaya çalışmıştır. Doğrudan kapitalist ilişkilere tekabül etmeyen ve aslında kapitalizm öncesi toplumdan -kuşkusuz kapitalist sömürüyü rafineleştirmek ve geliştirmek amacıyla- devralınan bu ilişkiler, kalıntılar, süreç içinde aşınmakla birlikte, Japon mali sermayesinin elinde bugüne kadar büyük kaldıraçlar olarak işlev görmüşlerdir. Sadece işveren-işçi ilişkilerinde değil, denilebilir ki, kapitalist ekonominin bütününde bu kaldıraçlar kullanılmıştır. Aksi tekdirde; sermayenin uluslararasılaşmasının nispeten ileri olduğu günümüz koşullarında, dünyanın en büyük ihracatçılarından olan bir ülkenin iç pazarını bu denli kapalı tutmayı başarması açıklanamazdı.
Ancak bu durum, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ile rekabet nedeniyle aralarındaki çelişkilerin arka planda kaldığı “soğuk savaş” döneminin aksine, başta ABD olmak üzere rakipleri artık kızdırmakta ve değişim yönünde baskılarını artırmalarına neden olmaktadır. Çünkü Japonya örneğin yalnızca ABD iç pazarını istila etmekle kalmamakta ABD’nin Japon iç pazarına girmesine sınırlar koymakta, girmesine izin verse bile kendi tekellerini çeşitli yollardan koruduğu için ABD’nin rekabet gücünü azaltmaktadır. ABD ve Avrupa tekelleri artık, Japon tekelleri ile doğrudan devlet koruması olmaksızın rekabet etmek istemektedir. Emperyalist ülkeler arası çelişkilerin yoğunlaştığı ve ön plana çıktığı bugün, Japonya’nın kendi tekelci burjuvazisine önemli avantajlar sağlayan bu tür özgünlükleri, çatışma öğesi haline gelmiştir.
Japonya uzun yıllardır süren durgunluğun da getirdiği mecalsizlikle kısmi tavizler vermiştir. Belli noktalarda korumacı uygulamalarını kaldırmış ya da kaldırmaya hazırlanmaktadır. Yabancı sermaye girişini sınırlayan yasalarını da kısmen gevşetmiş durumdadır. Bütün bu yeni düzenlemeler, Japon ekonomisini şekillendiren 1868 Meiji devrimi ve II. Dünya Savaşı sonrası ABD işgali dönemindeki düzenlemelerin ardından gelen en köklü üçüncü değişim dönemi olarak görülmektedir.
Öte yandan, ulusal ve uluslararası koşullarda yaşanan değişikliklerin zorunlu kıldığı “yeniden yapılanma” ve “reformları” belli sektörlerde Japon tekelleri de gündeme getirmektedirler. Nitekim başka nedenler bir yana, tek başına Japon ekonomisinde 1992’den beri süren uzun duraklama (hatta gerileme) dönemi nedeniyle, onların da, düşük kâr bir yana, zarar etmeye (ki bugünkü durum birçok sektörde böyledir) fazla tahammülleri kalmamıştır. Sermaye gruplarının etkinlik alanında bir yeniden örgütlenme ihtiyacı kendisini dayatmaktadır. Bu nedenle önümüzdeki dönemin, bir yandan Japon tekelleri arası yeni bir merkezileşme ve yoğunlaşmanın yaşanacağı, diğer yandan başta ABD ve Batı Avrupa sermayesi olmak üzere yabancı sermayenin gücünü nispeten daha da artacağı bir dönem olacağını söylemek yanlış olmayacaktır (Japon emperyalizmi bunu gücü oranında engellemeye çalışacaktır ya da en azından bu yabancı etkinliğin, kendisinin hâlihazırdaki sorunlarının zorunlu kıldığı müsamahanın ötesinde bir etkinliğe dönüşmesini bütün gücüyle önlemeye gayret edecektir).
Bu zorunlu yeniden yapılanma sürecinin Japon işçi sınıfı ve emekçileri açısından doğuracağı sonuçlar ise ortadadır. Bir yandan artan füzyon ve iflaslar nedeniyle, diğer yandan maliyeti giderek büyüyen ‘atıl işçileri’ istihdam etme koşullarının giderek ağırlaşması sonucunda hızla büyüyen işsizlik; ücretlerin ve refah seviyesinin düşmesi; dış tehditler ve kriz bahanesiyle yeni ağır koşulların dayatılması; “ABD ve Batı, bizi yeniden sömürgeleştirmek istiyor” söylemleriyle siyasi gericiliğin ve militarizmin (bu eğilimin güncel politik belirtisi, son Çin-Japon zirvesinde de görüldüğü gibi, güçlenmekte olan Çin’e karşı gösterilen tahammülsüzlüktür) güçlenmesi.
Açıktır ki, Japon burjuvazisinin kendisini yeniden mevzilendirme ve örgütleme doğrultusundaki atmakta olduğu ve atmayı planladığı bütün adımlar (genel toplumsal sonuçları bir yana), özellikle emek-sermaye çelişkisini daha da kesinleştirecektir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemin Japon işçi ve emekçilerinin mücadelesinin yükseleceği bir dönem olacağını belirtmek, bir kehanet olmayacaktır.

Aralık 1998

1917 Ekimi’nden önce iki mektup

DEVRİMDE DEMOKRASİ
13 Eylül 1917’de Lenin, gizli olarak yaşadığı Finlandiya’dan, Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’ne ve Petersburg ve Moskova komitelerine ayrı ayrı birer mektup yazarak, içinde bulundukları anda, işçi kitlelerinin Bolşevizm’e olan eğiliminin güçlendiğini saptıyor ve ayaklanma çağrısı yapıyordu.
Bu mektuplar, “Bolşevikler İktidarı Almalıdır” ve “Marksizm ve Ayaklanma” başlıklarını taşıyordu.
Devrimin büyük bir hızla gelişmeye başladığı o koşullarda, bu iki mektubun, belki de siyaset bilimi ile tarih açısından ne kadar büyük önem taşıdıkları gerektiği kadar görülemezdi. Acil sorunlara dair, şiddetli birer uyarı ve Lenin’in önerileri olarak değerlendirildiler ve parti içinde tartışmalara yol açtılar.
Partinin taktikleri ve güncel perspektifleri hakkında kısa, özlü ve yer yer sert ifadeler taşıyan bu mektuplar, daha sonra, bütün ülkelerin ihtilalcilerinin elinde birer temel kaynak halini alacaktı. Aynı zamanda,
Leninist literatürün bütün dünyanın devrimcilerini olduğu kadar oportünistlerini ve revizyonistlerini de aynı derecede meşgul eden içerikleriyle, her zaman gündemde kaldılar ve tartışıldılar.
SSCB’nin dağılmasından sonra, “nerede hata yapıldı” sorusuyla başlayan birçok tartışmada, “hata”nın kaynağında Ekim Devrimi’nin oluş ve gelişme koşullarının bulunduğu, Lenin’in bir darbeci, devrimin de herkesten daha hızlı hareket eden bir azınlığın darbesi olduğunu ileri sürenler çıktı. Hatta kimileri, Lenin’i Kerenski’nin “demokratik” hükümetinin yol açtığı yönetim zaaflarından yararlanan bir siyasi fırsatçı olarak değerlendirdi. Aslında, bu suçlamaların ve sözde eleştirilerin hiçbiri yeni değildi. Henüz devrim ufukta görünmezken, hatta devrimin öncü gücü olan Bolşevik Partisi tam olarak biçimlenmemişken, Lenin, Menşevikler ve Troçki tarafından yer yer darbecilikle, parti diktatörlüğü kurmaya yönelmekle eleştirilmişti. Devrim sürecinde ve sonrasında da, II. Enternasyonal’in şefleri, başta Kautsky olmak üzere, Lenin’i antidemokratik olmakla, diktatörlük peşinde koşmakla suçlamışlardı. Bütün bu tartışmalarda ve eleştirilerde, Lenin’in devrimi haber veren ve açıkça artık devrim zamanı geldiği uyarısını yapan bu mektupları, ağırlıklı bir yer tuttu.
“Bolşevikler İktidarı Almalıdır” başlığını taşıyan ilk mektup, 12–14 Eylül 1917 tarihini taşıyordu. RSDİP(B) (Rusya Sosyal Demokrat Partisi-Bolşevik) Merkez Komitesine ve Petrograd ye Moskova Komiteleri’ne hitaben yazılmıştı. “İki başkentin işçi ve asker vekilleri Sovyetlerinde çoğunluğu sağlayan Bolşevikler iktidarı ele alabilirler ve almalıdırlar” sözleriyle başlayan bu mektup, Lenin tarafından daha önce yazılmış başka mektuplarda ve “Nisan Tezleri”nde dile getirilen teorik çözümlemeleri temel alıyor, devrimin nasıl bir devlet ve iktidar biçimini önerdiği hakkındaki açılımları tamamlıyordu. Fakat burada asıl önemli ve yeni olan, Lenin’in “demokrasi”, “çoğunluk”, “önderlik” gibi kavramlara, sıcak devrimci durum koşullarında getirdiği yorumdu.
Lenin, “çoğunluk” ve “azınlık” kavramlarının biçimsel ve öze ilişkin içerikleri üzerinde durarak, o günlerde yapılmış olan seçim sonuçlarını bu kavramları değerlendirmek üzere geçerli gören Bolşevikleri uyarıyordu. Lenin’e göre, çoğunluk kavramını, o koşullarda belirleyen iki temel olgu vardı. Birincisi, onun tarafından “iki başkent halkının devrimci öğelerinin etkin çoğunluğu” terimiyle dile getiriliyordu. Burada, herhangi bir seçimde oy kullananların çoğunluğu yerine, “devrimci öğelerin etkin çoğunluğu” önemseniyordu. Bu, halk kitlelerinin toplumsal ve siyasal hareket içinde yer almalarını sağlayan, bir bakıma halk çoğunluğunun reflekslerini ve eğilimlerini kendi tepki ve eğilimleriyle belirleyen unsurların çoğunluğu anlamına geliyordu. Biçimsel olarak, bu unsurlar, genel oy kitlesi içinde alınlığı temsil etmelerine karşın, devrimci bir kalkışma söz konusu olduğunda, izlenecek ve karar süreçlerinde hareketlerine bakılacak olan etkili bir konum ifade ediyorlardı. Bir başka deyişle, halkın genel kitlesinin temel taleplerini ve bunları elde etmek için başvuracakları hareket biçimlerini tayin edecek olan, bu “etkili çoğunluk” olacaktı. Modern toplumun kitle hareketleri, XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, kapitalist toplumun iki ana sınıfı ekseninde tanımlanabilen bir içerik kazanmıştı ve artık, herhangi bir halk hareketini, belirli kitlesel örgütler ve siyasal partiler olmaksızın tanımlayabilmek olanağı yoktu. Nitekim Lenin de, bu toplumsal gerçekten yola çıkarak, “İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri”nin ve “demokratik örgütler”in eğilimlerini, “yığınlarla ilişki içinde bulunan devrimci unsurların” eğilimleri olarak görüyor, dolayısıyla onların tutumlarını, yığınların tutumu olarak değerlendiriyordu.
Bu ne kadar doğruydu? Demokratik örgütler, her zaman yığınların gerçek eğilimlerini temsil edebilirler mi? Soyut olarak bakıldığında, böyle bir ilişkiyi her zaman ve her ülke için geçerli olarak kabul edebilmemiz için yeterli veri yoktur. Hatta burjuva etkinin güçlü olduğu, örgütlerin satın alındığı ya da yozlaştırıldığı koşullarda, tam tersi de doğru olabilir. Kitle örgütleri, sendikalar, dernekler, kitlelerin taleplerinin ve bunları elde etmenin gerçek yollarının önünde birer barikat halini de alabilirler. Onların ifade ettiği eğilimlere, öne sürdükleri taktiklere ve programlara bakarak, kitlelerin gerçek eğilimleri hakkında karar vermeye çalışmak, tamamen yanıltıcı sonuçlar da doğurabilir. Hatta onların ölçü olarak değerlendirilmesi, çoğu kez, oportünizme ve reformizme, uzlaşmacı siyasetlere de yol açabilir. Fakat Şubat devriminden itibaren gelişen koşullar, kitlelerin örgütlenme düzeylerinde görülen gelişmeler egemen sınıfların ve devletin etkisini olabildiğince kırmış, her türden kitle örgütünde, yığınların doğrudan eğilimlerini yansıtacak bir yapı oluşmuştu. Bir başka deyişle, açıkça karşı-devrimci nitelikte olanlar ve birkaç önemsiz istisna dışında, herhangi bir örgüt, halkın büyük çoğunluğunun “ekmek, barış, özgürlük” sloganlarında dile gelen gerçek taleplerini görmezden gelebilme olanağına sahip değildi. Lenin, mektubunda, bu genel durumu çözümlerken, söze, Bolşeviklerin programının öncelikli üç maddesini hatırlatarak giriyor. Hemen demokratik bir barış, toprağın köylülere verilmesi, yok edilmiş demokratik kurum ve özgürlüklerin yeniden kurulması. Bu talepleri gerçekleştirebilecek bir iktidarı kuracak tek güç Bolşeviklerdir ve böyle bir hükümeti hiç kimse deviremeyecektir.
Bunları ileri sürerken Lenin’in iki temel dayanağı vardır. Birincisi, bu taleplerin gerçekleştiğini görmek, bütün halk yığınlarının gücünü devrim hükümeti yanında toplayacaktır. İkincisi, diğer hiçbir örgüt veya parti, bu maddeleri açıkça kendi program temelleri olarak ileri sürememektedir. Dolayısıyla, o anda Menşeviklerin ya da Sosyalist Devrimcilerin çevresinde hareket eden unsurlar da, ya doğrudan Bolşeviklere katılacaklar ya da en azından desteklemek zorunda kalacaklardır.
Lenin, ortada sayıları bildiren seçim sonuçları bulunmasına karşın büyük bir iddia ileri sürüyor. “Halkın çoğunluğu bizden yanadır.” Bu iddia, kimileri tarafından, “maddi veriler”e dayanmamakla eleştirilmesine karşın, soyut ve teorik bir değerlendirme, temelsiz bir ajitasyon sloganı değildir. Lenin, herkesten daha gerçekçidir. Seçim sonuçlarına değil, toplumsal hareketi simgeleyen başlıca ölçütlere bakmaktadır.
“8 Mayıs’tan, 31 Ağustos’a ve 12 Eylül’e giden uzun ve çetin yol, bize bunun kanıtını verdi. İki başkentin Sovyetlerinde çoğunluğun elde edilmesinin nedeni, halkın bizim partimize doğru evrim göstermesi sonucudur. Sosyalist-devrimcilerin ve Menşeviklerin kararsızlıkları, bu iki grup içinde enternasyonalcilerin güçlenmesi de bunu kanıtlamaktadır.” ,
6 Mayıs’ta, birinci geçici koalisyon hükümeti kurulmuştu, 31 Ağustos’ta, Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyet’i, bir Sovyetler hükümeti kurulması için karar almıştı ve Sovyetlerin sosyalist-devrimciler ve Menşeviklerden oluşan yürütme komiteleri, 12 Eylül’de “Demokratik Konferansın toplanmasını kararlaştırmıştı. Lenin, art arda ye birbirine bağlı olarak gelişen bu olayları, içten içe kaynayan kitlelerin devrimci bir iktidar kurmaya yönelen güçlü eğilimleri ile reformcu çözümleri hâlâ dayatmaya çalışan uzlaşmacılar arasındaki kopuşmayı açığa vuran çelişkinin bir ifadesi olarak görüyordu.
“Demokratik Konferans”, sosyalist-devrimciler ve Menşevikler tarafından, sözde “iktidar sorununu tartışmak ve karar vermek” gerekçesiyle düzenleniyordu. Önce 12 Eylülde yapılacağı kararlaştırılmışken sonradan 14–22 Eylül tarihler arasında yapıldı. Konferansı düzenleyenlerin gerçek amacı, iktidar sorununu çoktan tartışmış ve karar vermiş olan halkın büyük çoğunluğunun devrimci atılımını ertelemek ve saptırmaktı. Buna rağmen, Bolşevikler, mümkün olan en güçlü biçimde konferansa katılma kararı aldılar. Lenin, her iki mektubunda da, konferans sürecinde Bolşeviklerin hangi ilkeleri ne biçimde savunacaklarını belirledi.
“Demokratik Konferans”ı, Bolşeviklerin konferansı haline getirmeyi öneren Lenin, burada devrimin kaderine karar vermek zorunda olduklarını belirtti. Ama buna herkesten önce, partinin kendisinin inanması gerekiyordu. Lenin, bu mektubunda, ısrarla bunu vurguluyordu. “Partiyi kendi görevini, Petrograd’da ve Moskova’da (ve bölgede) silahlı bir ayaklanmayı, iktidarın ele geçirilmesini, hükümetin devrilmesini gündeme almak görevini açıkça göstermek söz konusudur… Marx’ın ayaklanma üzerine sözlerini anımsayınız ve onlar üzerine düşününüz…”
Mektubun sonunda Lenin, yeniden çoğunluk kavramını açıklama ihtiyacı duyarak şunları söylüyordu. “Bolşeviklerin ‘yapmacık’ bir çoğunluğa sahip olmayı beklemeleri saflık olurdu, hiçbir devrim bunu beklemez… Kesin olarak ‘Demokratik Konferans’ın acınacak bocalamalarıdır ki, Petrograd ve Moskova işçilerinin sabırlarını tüketmelidir ve tüketecektir. Eğer şu andan başlayarak iktidarı ele almazsak, tarih bizi bağışlamayacaktır.”
Bu sözlerde yalnızca büyük bir sezgi gücü değil, aynı zamanda bilimsel çözümleme ve öngörü yeteneği de kendisini duyurmaktadır. Bolşevik Partisinin önemli bir bölümü de dâhil olmak üzere, hemen hemen herkes “halkın çoğunluğunun” eğilimlerini, seçim sonuçlarına bakarak değerlendirir ve bir devrimi olanaklı görmezken, Lenin, bütün koşulların silahlı bir ayaklanma ile iktidarı ele geçirmeye uygun hale geldiğini ileri sürüyor ve yine herkesin aksine, bunu “halkın çoğunluğu” kavramına dayandırıyordu.
Aynı kavrama yüklenen bu farklı anlamlardan hangisinin gerçeği yansıttığı, bizzat devrim tarafından sınandı ve karara bağlandı. Lenin haklıydı.
Bununla birlikte, tartışmanın karşı tarafındakiler, özellikle de siyasi varlıklarını “sosyal demokrasi” biçiminde sürdüren Menşevikler ve bazı Troçkistler, Ekim Devrimi’nin “azınlığın darbesi” olduğu yolundaki iddialarını günümüzde de sürdürüyorlar

BİR SANAT OLARAK AYAKLANMA
Lenin’in ikinci mektubu, “Marksizm ve Ayaklanma”,  RSDİP(B) Merkez Komitesi’ne hitaben kaleme alınmıştı. 13–14 Eylül 1917 tarihini taşıyordu. Bu mektupta da, Lenin’in başlıca kaygısı, devrimci ayaklanma fikrine karşı “demokrasi” kavramını çıkaran Menşeviklerin etkisinde kalan Bolşevikleri ikna etmekti. Özellikle II. Enternasyonal’in başında bulunan Alman revizyonizminin yaydığı teorik karmaşa içinde Marksizm’in devrimci özüne karşı yürütülen kampanya, devrimci proletarya hareketini, düzen içinde muhalefetle sınırlamaya yönelikti. Başta Kautsky olmak üzere, başlıca revizyonist teorisyenler, “proletarya partisinin görevinin devrim yapmak olmadığı, partinin görevinin patlayacak olan bir devrimi ‘hazır vaziyette beklemekle’ sınırlı olduğu” yolundaki görüşlerini, Marx’a dayandırmaya çalışıyorlar, Lenin’in çok önceleri eleştirdiği ekonomist-kendiliğindenci görüşleri sistemleştiriyorlardı. Onlara göre, bir devrimi hazırlamak üzere çalışmak, ayaklanma planları yapmak ve bunları proletaryanın eylemi haline getirmeye çalışmak, “Blankizm”di. Onlara göre, Lenin de, tıpkı Blanki gibi, proletaryanın bir azınlığın devrimci darbesi ile kurtulacağına inanıyor, sınıf savaşının uzun yolu yerine kolay komploculuğu seçiyordu. Blankizm, gerçekten Marx’ın, sonra da Lenin’in çok önceleri eleştirdikleri gibi, “ayaklanma için nesnel koşulların bulunup bulunmadığına bakmaksızın” ve “yığınlarla devrimci bağlar kurmaksızın”, “yığınlar adına” ayaklanmayı savunuyordu.
Bu eleştirilerin Bolşevikler üzerindeki etkisi, “Demokratik Konferans” sırasında kendisini gösterdi. Konferansa, bir ayaklanma fikrini savunmak üzere katılma kararı alan Bolşevikler, bu görevlerini yeterince yerine getiremediler. Lenin, sorunun yeterince anlaşamamasından dolayı konferans sırasında yapılan yanlışları, “Sahtekârlığın Şampiyonları ve Bolşeviklerin Yanılgıları”, “Bir Yazarın Notları”, “Partimizin Yanılgıları” ve “Bunalım Olgunlaşmıştır” başlıklı yazılarında şiddetle eleştirdi. Konferans kararlarına uyarak, “ön-parlamento”ya katılmayı benimseyen Bolşevik temsilcilerin derhal parlamentodan çekilmelerini ve bütün güçleriyle ayaklanmayı örgütlemeye girişmelerini önerdi. Parlamentonun açılış gününde, Bolşevikler bir bildiri okuyarak parlamentoyu terk ettiler.
Bu tutum, hem o günlerde, hem de sonraları, Lenin’in “demokratik kurumlara güvensizliğinin ve darbeciliğinin” kanıtı sayıldı.
Gerçekte ise Lenin, ayaklanmanın ilk koşulu olarak, ayaklanmanın “bir komploya, bir partiye değil”, “öncü sınıfa, halkın devrimci atılımına” dayanması gerektiğini söylüyordu. “Halk adına” birilerinin değil, bizzat halkın kendisinin ayaklanmasından söz ediyordu. Ön-parlamentodan çekilmelerini istediği Bolşeviklere de ayaklanma çağrısı yapmıyor, ayaklanmaya yönelmiş olan askerlerin, işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün hareketinin bir ayaklanma biçiminde örgütlenmesi görevini veriyordu.
Mektubun sonraki bölümleri, “bir sanat olarak ayaklanma” kavramının başlıca niteliklerini özetlerken, yine Blankist ya da anarşist tarzda anlaşılan ayaklanma ile Marksist ayaklanma anlayışı arasındaki derin ve niteliksel farkı açıklamaktadır. Bu açıklama, aynı zamanda, birinci mektupta olduğu gibi, “halkın çoğunluğu” gibi gerçekte içi boşaltılmış kavramlara da doğru siyasal içerikler yüklemeye devam etmektedir.
“Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir.”
Bu paragrafta da, “halkın öncüsünün etkinliği” kavramı dikkat çekmektedir. Tıpkı ilk mektuptaki “halkın devrimci öğelerinin etkin çoğunluğu” tanımlamasında olduğu gibi, burada da, hareket halindeki halk yığınlarıyla dolaysız bağlar içindeki güçler önemsenmektedir.
Yine bu paragrafta, bir diğer çok önemli unsur öne çıkarılmaktadır. “Yükselen devrim tarihi” kavramı, tarihsel materyalist bakış açısıyla, siyasal ve toplumsal hareketlerin nesnel-maddi koşullarla olan İlişkisine vurgu yapmakta ve ayaklanmanın “iradi” bir tercih olamayacağını hatırlatmaktadır. Lenin, ayaklanmanın yalnızca güncel çelişmelerle değil, tarihsel süreklilik içinde toplumsal gelişmenin özellikleriyle de bağlı olduğunu belirtmekte, böylece Marksist ayaklanma anlayışının Blankizmle yalnızca siyasi bakımdan değil, felsefi bakımdan da köklü farklılıklar taşıdığını göstermektedir.
Bu çözümleme, ayaklanmanın aynı zamanda bilimsel bir etkinlik olarak da tanımlanabileceğini göstermektedir. Özellikle, mektubun şu bölümleri, bu bilimselliğin unsurlarını özetlemektedir: “Ayaklanmanın, olayların nesnel akışı tarafından gündeme konulmuş bulunduğu, partinin tam da şu anda zorunlulukla kabul etmesi gerektiğini, ayaklanmayı bir sanat olarak ele alması gerektiğini tanıtlamak için, belki en iyisi, karşılaştırma yöntemini kullanmak, 3 ve 4 Temmuz günleri ile eylül günlerini karşılaştırmak olacaktır.”
Bu satırlarda, tarihin akış yönünü ve toplumsal dinamiklerin yol açtığı hareketin alabileceği biçimleri, tam bir nesnellikle görmenin rahatlığı ve kendine güven duygusu vardır. Lenin, bir siyasi partinin önderinden çok, kendi tezlerini kanıtlamak için çaba gösteren bir bilim adamı gibi konuşmaktadır, kullandığı araçlar, siyasi otoritesi ve kariyeri değil, bilimsel yöntemler ve diyalektik mantıktır.
“3 ve 4 Temmuz günleri ayaklanmanın zaferi için nesnel koşullar gerçekleşmemişti.
1) Devrimin öncüsü olan sınıf, henüz arkamızda değildi…
2) Devrimci coşku, henüz büyük halk yığınını kazanmamıştı…
3) Düşmanlarımız arasında ve kararsız küçük burjuvazi arasında, o zaman ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar yoktu…
4) Bu nedenle, 3 ve 4 Temmuz günleri ayaklanma bir yanlışlık olurdu…
Bugün durum bambaşkadır…”
Lenin, daha sonra, yeniden ve ısrarla “halkın çoğunluğu” kavramına dönüyor. Konferans’ın yol açtığı kafa karışıklığının düğüm noktasını, bu kavramda görüyor. Menşeviklerin ve sosyalist-devrimcilerin oluşturduğu çoğunluğu, “halkın çoğunluğu” gibi değerlendirme yanlışına işaret ediyor.
“Demokratik konferans, yalnızca bir konferanstır başka hiçbir şey değil. Unutulmaması, gereken şey, onun devrimci halk çoğunluğunu, yoksullaşmış ve kızdırılmış köylülüğü temsil etmediğidir. Bu bir halk azınlığı konferansıdır… Demokratik konferansa bir parlamento gibi davranmak, bizim bakımımızdan en büyük yanlışlık, en kötü parlamenter alıklık olurdu, çünkü o, … her şeye karşın, hiçbir şeyi kararlaştıramayacaktır. Karar ona değil, Petrograd ve Moskova işçi mahallelerine bağlıdır.”
Lenin, daha sonra, sürmekte olan emperyalist savaşın başlıca çelişkilerini, savaş içinde Bolşeviklerin tutumunu ve hedeflerini özetler. Bu bölümlerde de, derin bir bilimsel kavrayış ve tanıtlama tarzı sergilenir. Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’nin ayaklanmada tereddüt eden üyelerini ikna etmek ve yaptıkları işe inandırmak için kullandığı bilimsel yaklaşım tarzını ve yöntemi derinleştirerek uygular. Böylece, ayaklanmanın uluslararası koşullarının çözümlenmesini de tamamlar. Görülür ki, ayaklanma fikrini ileri sürerken, Lenin, yalnızca ülke içi koşulları değil, dünya çapındaki uluslararası koşulları da göz önünde tutuyor ve kararını çok yönlü bir araştırmaya ve incelemeye dayandırıyordur.
Ayaklanmanın aynı zamanda, bir “teknik hazırlık” yönünün de bulunduğu, mektubun son bölümünde gösterilir. Lenin, her iki kentin de başlıca kritik noktalarını belirlemiş ve nerede hangi türden güçlerin bulunması gerektiğini de düşünmüştür.
Mektubun bu son bölümü, ilk mektupta işaret edilen temel özelliklerin son bir unsurla tamamlanması anlamına gelmektedir.
Lenin, hiç kuşkusuz, bir devrim için, “öncü sınıfın ve halkın çoğunluğunun devrimci hamlesini” zorunlu ilk koşul olarak görmektedir. Bu olmaksızın, ayaklanmanın anarşistçe bir komplo girişimi olacağından hiç kuşkusu yoktur. Fakat bütün bu süreçleri inceden inceye çözümleyip gerekli siyasal ve teknik hazırlıkları planlayan bir “kurmay” olmaksızın, ayaklanmanın başarısız bir başkaldırıya dönüşeceğini de bilmektedir. Özetle, ayaklanma, halksız olamayacağı gibi, partisiz de olamaz.
Yalnızca siyaset bilimi açısından değil, diyalektik ve tarihsel materyalizmin temel ilkelerinin ve inceliklerinin uygulanması bakımından da büyük önem taşıyan bu iki mektup, Büyük Ekim Devrimi’nin bu iki boyutunu bütün açıklığıyla sergilemektedir.
Üzerinden 81 yıl geçtikten sonra da, onları önemli ve güncel kılan yalnızca bu nitelikleri değildir.
Ekim Devrimi, bütün insanlığın her türden esaretten kurtuluşu umudunun büyük bir fırtınaya dönüşmesini temsil ediyordu. Bu umut, günümüz insanlığının da en derin ve güçlü özelliği olarak yaşamaya devam ediyor. Umudun gerçeğe dönüşmesi için atılacak her adımda Ekim Devrimi’nin büyük öğretmeninin sözlerinin ve deneyiminin değeri, hiç eksilmeden sürüyor.

Aralık 1998

SSCB’de yaşam koşulları

Tüm inşa zorlukları ve yüksek fedakârlıklara karşın, bütün dünyanın işçi ve emekçileri için özlemi duyulan örnek ülke sosyalist Sovyetler Birliği, tüm başarı ve inşa yılları boyunca burjuva ideologlarının ve basının sonu gelmez saldırılarına hedef oldu. Bu saldırılara somut gerçeklerden yola çıkarak çarpıcı yanıtlar veren bu yazı o dönemde Fransa’da aylık olarak yayınlanan “Etudes Sovietiques” adlı derginin Aralık 1948 tarihli 8. sayısından Türkçeye çevrildi.

“İşçi ve çalışanların ücretleri geçen yıla göre iki kat arttı.” (V. Molotov)

Sovyet işçilerinin alım gücünün Batılı ülkelerdeki işçilerinkinden daha düşük oluşu ile ilgili olarak alçakça bir saldırı dalgası başlatılmıştır. Bütün Sovyet kataloglarındaki rakamlar Batılı ülkelerdekilerle sihirli bir biçimde karşılaştırılarak SSCB’deki ekonomik gecikme ve gerilik el çabukluğuyla kanıtlanmaya çalışılıyor.
SSCB’de bir ayakkabının Batılı ülkelerdekinden daha pahalı olduğunu (ki yalan) ya da daha bilimsel yanıyla bir ayakkabının SSCB’de Batıdakinden daha fazla miktarda çalışmaya denk düştüğünü ispatlamak için harcanan olağanüstü çabaya aslında “saygı” duymak gerekir. Çünkü savaştan 3 yıl sonra ekonomiler arasında benzer bir karşılaştırma yapmak, tartışmacıların kafalarındakini ispatlama çabasından başka bir şey değildir.
SSCB’nin 1942’de Kafkaslara kadar işgal edildiği bir sırada ayakkabının fiyatının işgal edilmemiş ve varlığı tehlikeye düşmemiş olan ABD’dekinden daha pahalı olduğunu hiç tartışmasız kabul ediyoruz. Eğer bugün hâlâ SSCB’de ayakkabı fiyatları ABD’dekinden pahalıysa, üzücü olmasına rağmen, uzun yıllar yeterince ayakkabı üretememesinden dolayıdır.
Elbette tartışmacıların kendi seçtikleri belli bir bölgede ve belli bir tarihte fiyatların Batıdakinden daha yüksek olduğunu göstermekteki titizliği, SSCB’deki resmi fiyat listeleri ve kararnamelerini incelemekle göstereceklerini beklemek hayalci olur. Onların niyeti; SSCB’deki fiyatların ekonominin niteliğinden dolayı her zaman her yerde yüksek olduğunu ve olacağını, bunun neticesinde de yeryüzünün en büyük kötülüğü saydıkları sosyalizmde yaşam seviyesinin her zaman düşük olacağını okura kanıtlamaktır.
1945’te SSCB’nin zaferi üzerine “Stalin Hitler’e Karşı” kitabını yazan Andre Pierre, şimdi, Le Monde gazetesinde 17 Nisan 1948’de “Dünyada 1 Hafta” köşesinde yayınladığı ve birçok özet tablo içeren “Sovyet İşçisi ve Amerikan İşçisi Nasıl Yaşıyor?” başlıklı yazısı ile Sovyet düşmanlığının başını çekiyor. Bilânçosuna her iki ülkede bir kilo beyaz ekmeğin, bir çift ayakkabının, bir düzine yumurtanın değerinin çalışma saati ve dakikası olarak karşılığının yer aldığı “en iyi cinsinden” bir tabloyu koymayı da unutmamış. Tabii ki bütün bunlara göre hayatın SSCB’de ABD’dekinden daha pahalı olduğuna inanmamız gerekir. Bütün bu titiz çalışma elbette ona “Sovyet rejiminde bolluk ve mutluluk bir propaganda yalanından ibarettir” deme imkânı sağlamak içindir.
Andre Pierre ve meslektaşlarının fiyat karşılaştırması yaparak SSCB’deki yaşam düzeyinin düşüklüğünü ispatlamak için yaptıkları bu çalışmanın bir benzeri bildiğimiz kadarıyla, örneğin iki kapitalist ülke arasında yapılmamıştır. Yapıldıysa bile bundan teknik, endüstrileşmenin düzeyi vb. başka bir sonuç çıkarılmamıştır. Ancak bu baylar iyi niyet ve mantıklarını bir kenara bırakarak sadece ve sadece SSCB’ye karşı benzer bir inceleme sonucunda teknik vb. değil de yönetim biçimine ilişkin sonuçlar çıkarıyorlar.
Aynı şekilde Thierry Maulnier de SSCB ve Fransa’daki belli malların, fiyatlarını karşılaştırarak tartışmaya bile yer vermeyecek biçimde “proletaryanın anayurdundaki proletarya, dünyanın en fakir işçisi” sonucunu çıkarıyor. (17 Aralık 1947 tarihli Le Figaro gazetesi)
Hangi eklektik mantıkla bu bayların, belli bir malın fiyatını karşılaştırarak dünyanın tek sosyalist ülkesinin temeline ilişkin sonuçlar çıkarabildiklerini sormak gerekir. Aralarında bazı seçkinlerin de bulunduğu bu bayların ileri sürdüğü rakamların tek amacı vardır; SSCB’ye dolayısıyla sosyalizme güven duyanların güvenlerini ve inançlarını sarsmak. Yolunun herhangi bir noktasında bulunan yolcunun henüz doğru ya da yanlış yolda olduğunu söyleyemeyiz. Bu anda tek bir şey sorma imkânı vardır. Nereden geliyor ve nereye gidiyor? Verilecek cevaba göre de “devam et” ya da “cehenneme” deme imkânımız olur. Ama hayır, bu baylar için önemli olan mantıklı düşünmek değil ama mantıksızca yollardan da olsa erişilmesi gereken hedefe ulaşmaktır.
Simdi söz konusu olan, kapitalizmi sağlamlaştırmak için sosyalizme saldırıdır. Ancak ne kapitalizm ne de sosyalizmin birbirine üstünlüğü, belli bir malın belli bir tarihte alınan fiyatının karşılaştırılmasıyla belirlenemez. Bir sistemi yıkmak için tarihin belli bir anındaki yaşam düzeyi yeterli olsaydı eğer, kapitalizmin çoktan ortadan yok olması gerekirdi. Tam tersine, nasıl ki devrim yıllarında müdahalede bulunan işgalci güçlere karşı mücadeleden sosyalizm zaferle ve güçlenerek çıktıysa, yine Sovyet yurttaşlarının sıkıntılarla dolu bir yaşam sürmesine neden olan 2. Dünya Savaşından da sosyalizm güçlenerek ve zaferle çıkmıştır.
Belli bir malın belli bir andaki fiyatıyla ilgili söylemlerin ne kapitalizm ne de sosyalizm için ne lehte ne de aleyhte hiçbir değeri yoktur ve asıl öne sürülmeye çalışılan meseleyle hiçbir ilgisi yoktur. SSCB’ye karşı haçlı savaşına girişenler de bunu çok iyi biliyorlar. Bununla birlikte bu konuyu kullanıp gerçekdışı hayaller peşinde koşarak SSCB’ye saldırmak bu bayların yanına kâr kalacak.
Politikaları büyük olmasa da bu yolla tarihe geçecekler. Aslında yel değirmenleri ile mücadele ediyorlar, çamur atıp iz bırakmaya çalışıyorlar. Harcadıkları emeğe yazık.

MESELEYİ ORTAYA KOYMANIN DOĞRU VE YANLIŞ BİÇİMİ
SSCB’yi gözden düşürmek için,’ çıkarılan bir malın belli bir zamandaki fiyatıyla ilgili söylemlere inanacak olursak; “Moskova’daki Stalin otomobil fabrikasında çalışan Vasili Ivanov’un bir aylık maaşı ile Deorborn’daki Ford’a ait Kızılnehir otomobil fabrikasında çalışan Joe Kupovits’den daha az tüketim malı alabilir” sonucuna ulaşırız. (Andre Pierre’in makalesinden.)
Andre Pierre’in sosyalizme karşı insanların güvenini toz duman edip, insana; sosyalizmdense kapitalist sistemde yaşamak daha iyidir dedirtmesi gereken tek bu cümlesi bile yedi asıl bir de ikinci dereceden mantıksızlık içeriyor.
Birincisi; işçi Vasili Ivanov ve kaynakçı Joe Kupovits kesinlikle tek başlarına ülkelerini temsil edemezler.
Köylüler, aydınlar, işsizler, ayakkabı boyacıları (bu son ikisi sadece kapitalist ülkelerde mevcuttur) gibi diğer kategorilerden vatandaşları es geçerek gerçek bir karşılaştırma yapmak doğru olmaz.
İkincisi; eğer Vasili ve Joe beyaz derili vatandaşlarsa, bunların siyah ve sarı derili diğer kardeşlerini de hesaba katmak gerekir. Onları unutmak adaletsizliktir.
Üçüncüsü; her ne kadar temel tüketim malları yaşam için vazgeçilmezse de yaşamda sağlık, eğitim, kitap gibi vazgeçilmez olan başka şeyler de vardır. Mesela bu konuda bir karşılaştırma yapacak olursak, Kırgız bir kolhoz işçisi ile Louisinio’lı Zenci bir tarım işçisinden hangisi kendine kaç tane kitap alabiliyor, (Victor Hugo’nun çevirileri ya da ansiklopedisi gibi) ya da kaç kez tiyatroya gidebiliyorlar, yılda ne kadar tatil yapabiliyorlar?
Dördüncüsü; Vasili ve Joe ile kast edilen, sistemlerinin kendilerine sağladığı tüm avantajlardan faydalanan erkek işçiler ise, kadın işçileri de unutmamak lazım, acaba iki ülkedeki kadınlardan hangisi erkeklerle eşit derecede haklara sahip ve bunlardan faydalanabiliyor?
Beşincisi; yeterli bir aylık gelirin önemi elbette büyüktür, ancak bu gelir bir insanın bütün yaşantısı boyunca, çocukluktan ihtiyarlığa kadar olan ihtiyaçlarını karşılamaz. Çalışamayan ve hiçbir geliri olmayan sakatları, yaşlıları ve çocukları unutmamak gerekir.
Altıncısı; Vasili ve Joe bugün belki bekâr olabilirler, ancak yarın evlenip kalabalık bir ailenin babası haline geldiklerinde, acaba bunların çocuklarının nasıl bir yaşantısı olacak?
Yedincisi; yaşam düzeyinin bugünkü seviyesi elbette önemlidir. Fakat bunun yanında geleceğin neler sakladığı, satın alma gücünün düşeceği mi yoksa yükseleceği mi, iş güvencesi vs. de önemlidir. Geleceğe ilişkin perspektifleri ve bakış açılarını da karşılaştırmak gerekir.
Görüldüğü gibi tartışmada kanıt olarak gösterilen rakamların ciddi bir biçimde düzeltilmeye ihtiyacı var. Bu konuya Andre Pierre’in cümlesinde yer alan pek fazla “önemli” olmayan son mantıksızlığa da değindikten sonra tekrar döneceğiz.

KAVRAMLARLA YAPILAN YANLIŞ KARŞILAŞTIRMA
Son saçmalık, Joe Kupovits’in Vasili Ivanov’dan daha iyi yaşadığı iddiası üzerineydi. Kendine, Amerikan dergisi “Paradise”yi referans olan Andre Pierre’e göre, Ford fabrikasında ortalamaların altında bir ücretle çalışan Joe, elektrik, gaz ve telefonu olan bir evde yaşıyor, ilerde ev yapma düşüncesiyle bir parça arsaya sahip, kaza ve hastalık sigortası var ve dört çocuk sahibi. Kısacası çok rahat ve mutlu bir yaşantısı var. Buna karşın SSCB’de bir ev ya da araba sahibi olabilmek için en azından ya partinin önemli bir görevlisi, yazar, yüksek bir memur ya da bir işletmenin başında olmak gerekiyor. Yeni küçük bir imtiyazlı azınlığı dışta tutarsak, SSCB’de çalışanların yaşam düzeyi her halükârda ABD’li işçilerinkinden düşüktür. Bunun, elbette Amerikan cennetine olan inancı biraz daha sağlamlaştırmak ve Sovyet gerçeğini görmemezlikten gelmekten başka bir anlamı yoktur. (İngilizcede “Paradise” cennet anlamına geliyor ve burada yazar bu dergiye gönderme yapıyor.)
Burada kuşkusuz, Le Monde gazetesinde “Washington Mektuplarının yazarı ABD muhabiri Maurice Ferro’nun “Zengin ve Yoksul Amerika” yazısını hatırlatmakta fayda var.
Andre Pierre’in yazısından iki ay önce 7 Şubat 1948’de yayınlanan bu yazıda şunları okuyoruz: “Otomobil ve otomatik çamaşır makinelerinin zengin Amerika’sı, aslında dokununca dağılan hayali bir efsanedir. Gerçekten üç kişiye bir otomobil düşüyorsa; metrolar, otobüsler, tramvaylar neden hâlâ tıklım tıklım dolu. Gerçek tam tersidir. Teorik olarak hiçbir şeyin yokluğu çekilmiyor (bunun altını çiziyoruz. l.S.) ve mağazalardan bolluk taşıyorsa bile bununla beraber gözün gördüklerini satın alabilecek imkânlara da sahip olmak gerekiyor. Zira dolar krallığı zenginlerin cumhuriyeti demek değildir.”
Bu gerçek karşısında otomobili ve telefonuyla Joe’nun ABD işçilerini ancak “teorik” olarak temsil edebileceğini farz edebiliriz. Ya da ABD işçilerinin gerçek temsilcisi ama telefon ve otomobilinse “teorik” sahibi olabilir. Fakat Maurice Ferro biraz daha ileri gidiyor ve bu durumun parlamenterleri etkilediğini, senatodaki “Banka ve Döviz” komisyonunun gerçek durumu tespit etmek amacıyla bir işçinin tanıklığına başvurduğunu aktarıyor. “Campbelli Soup Company”de çalışan Cyrus J. Waud altı çocuğu ve karısıyla komisyonda şunları anlatıyor:
“Haftada 48 dolar yani ancak hayatta kalmamızı sağlayacak miktarda kazanıyorum. Çocukların bakımını üstlendiği için karım çalışmıyor. Elimizdekini kuruş kuruş harcayarak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Elbette durumu bizimkinden çok daha kötü olan birçok arkadaşım var. Beslenmemiz tabii ki yeterli değil daha başka şeyler de yiyebilmeyi çok isterdik. Et, ancak haftada bir kez yiyebildiğimiz lüks bir gıda, onun yerine yumurta yiyoruz. Çocuklar meyve suyu yüzü görmüyor. Bu ücretle çocuklara haftada 12 litreden fazla süt alabilmenin imkânı yok. (En küçüğünün 11 yaşında olduğu 6 çocuk için I.S) Çocuklar gibi, ben ve karım da yeterince beslenemiyoruz. Bugün pazar elbisemle karşınızdayım. Dört yıldır giyiyorum ve elbiselerimin en yenisidir. Karımın kendine yeni bir elbise almasının imkânı yok. Bugün giydiği elbiseleri de kendisine New York’da yaşayan kız kardeşi verdi. Sinemaya gitmenin lafını bile etmiyoruz. Okul yaşında olan çocuklarım okula yaya gitmek zorundalar, çünkü onlara yol parası veremiyorum. Çocukların tek lüksü, haftada bir kez 50 cent’e aldıkları çerezdir. Bütün bu durum ve şartlara rağmen birkaç haftada 20 dolar biriktirebildik. Maalesef bu para da elimizde kalmayacak çünkü doktora ve eczacıya olan 300 dolarlık borcumuzun bir kısmını ödeyeceğiz. Çok ihtiyacımız olduğu halde karımın da benim de dişçiye gitmemizin imkânı yok.”
Anlatılanlara son derece üzülen komisyon başkanının işçinin kızlarından birini çağırarak eline 5 dolar sıkıştırdığını ve ailenin emrine bir araba vererek başkenti gezmelerine de olanak sağladığını yazar yazının devamında Maurice Ferro.
Cyrus J. Waud’un komisyonda söylediklerinin, adı manalı olan “Paradise” dergisinde Andre Pierre tarafından yanlış olduğu ileri sürüldü. Tabii aynı dergi istatistikleri de yalanlıyor. Kaliforniya Üniversitesi Heller Komitesinin yaptığı bir hesaplamaya göre, 1947 Ocak ayında asgari geçim koşulları için gerekli olan 72 dolar 52 cent’dir, hâlbuki “Paradise” dergisi tarafından çok iyi bir yaşantısı olduğu ileri sürülen Joe Kupovits haftada 61 dolar kazanıyordu. Üstelik Joe’nun iki de çocuğu vardı. Bu hesaba göre Joe’nun haftalık kazancında 11 dolar 52 kuruş açık var. Öte yandan aynı araştırmaya göre Ocak 1947’de endüstri işçilerinin haftalık ortalama ücreti 46 dolar 84 cent idi. Yine aynı hesaba göre ihtiyaç ile gerçek arasında 25 dolar 58 cent fark var. Kısacası Andre Pierre’in yaptığı araştırmanın Amerikan tarafı yanlışlarla doludur.
Aynı biçimde araştırmanın Sovyetler Birliği hakkında yazılanları da yanlışlarla doludur. Anlaşılan bu bay doğru bilgilenmemiş, çünkü Sovyet işçisinin karısı çalıştığında çocuklarına bakacak kimse olmadığını, eti lüks bir yiyecek olarak gördüğünü, çocuklarına yol parası veremediğini, onları yeterince besleyemediğini, hastalanınca da tedavi olabilmek için borçlanmak zorunda kaldığını zannediyor. Bu konuya ilerde tekrar değineceğiz.
Vasili ve Joe’nun yaşam seviyesi ile ilgili karşılaştırmanın yedi ana noktadan yanlışlıklarla dolu olduğunu göstermiştik, bu son başlık da incelenen konuda bu karşılaştırmayı paçavraya çeviriyor.

EKMEK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Ekmek karnesinin kullanımının 16 Aralık 1947’de iptal edilip fiyatların düşürülmesi ile Moskova’da çavdar ekmeğinin (ki Ruslar bu ekmeği daha çok seviyor) kilosu 3 ruble, buğday ekmeğinin ise kilosu 4 ruble 40 köpek olmuştur.
“1000 ruble aylık gelir ile ne kadar ekmek alabileceğinizi hesaplayın ve bunu Fransa’da 10.000 Frank aylık gelir ile alabileceğiniz ekmek miktarı ile karşılaştırınız.”
Bu soruyu, Moskova’da ekmeğin kilosunun 7 ruble 80 köpek olduğunu zanneden bir konuşmacı, Fransız meclisinde soruyor. Mademki soruyor hesaplayalım:
1000 ruble aylık gelirle Moskova’daki bir işçi 0,333 ton çavdar ekmeği ya da 0,227 ton has buğday ekmeği alabilir. Ayrıca şunu da ekleyelim ki ekmeğin kilosu gerçekten 7 ruble 80 köpek olsaydı bile bu ücretle 128 kilo buğday ekmeği alınabilirdi.
Buna karşın kilosu 35 franktan, bir Fransız işçisi 10.000 frank ücretle 0,286 ton ekmek satın alabilir.
Maalesef, bu hesaplamanın kafalarda bulanıklık yaratmaktan başka ne işe yarayacağını bilemiyoruz. Çünkü gerçeğin gösterdikleri bu aritmetik hesabın gösterdiklerinden tamamen farklıdır.
Acaba daha önce bütün maaşıyla sadece “teorik” olarak ekmek almayı düşünen, ailesini geçindirmekle yükümlü bir işçi gördünüz mü? Peki ya yaşam için gerekli başka şeyleri de satın almak isterse ne olacak? ABD’li işçi Cyrus J. Waud’un da 48 dolarlık ücretinin tamamıyla yüzlerce kilo ekmek aldığını farz edelim, bu bizi teorik olmayan ama yeterince somut bir ikilemle karşı karşıya bırakır. Doktora borçlu olan işçi, ya tüm ücretiyle ekmek alıp doktora borcunu ödemeyecek ya da doktora borcunu ödeyip ekmek almaktan vazgeçecek.
Bu ikilemden, işçilerin yaşamları için gerekli maddeleri gerçekten değil ama teorik olarak satın almalarını sağlayan bir aylık ücretin tek başına onların yaşam seviyelerini ortaya çıkarmaya yetmediği sonucu çıkar. Fransa meclisinde sorulan bu soru sanırım pek aklı başında bir soru değil. Devam edelim; ABD’de ev kiraları ücretin yaklaşık % 25 hatta % 30’unu bulmaktadır. Fiyatlar, kiracının geliri ne olursa olsun ev sahibi tarafından belirlenir ve kesindir. SSCB’de ise ev kiraları ücrete göre belirlenir. Ortalama olarak kiracının ücretinin % 5’idir ve elbette miktarı değişkendir. Başka bir deyişle Sovyet işçisine göre ABD’li işçi “teorik” olarak satın alacağı ekmeğin % 30’unu çıkardıktan sonra gerçekten satın alabileceği ekmek miktarını belirleyebilir. Sadece bu kadarı bile sorulan aritmetik sorusunun ne kadar içi boş olduğunu göstermeye yeter ama şimdi işin içine başka faktörlerin de girdiğini görüyoruz.
Yaşam seviyesi, sadece sahip olunabilen maddi ihtiyaç maddeleri (yiyecek, giyecek vs.) ile belirlenemez, aynı zamanda maddi olmayan (sağlık, eğitim, kültür vs.) ihtiyaç maddelerini de katmak gerekir.
Zira kapitalist ve sosyalist ülkeler arasında rakamlarla yapılan karşılaştırmaların hepsinde kapitalist ülkelerin üstünlüğü görülüyor. Tabii ki bu sonuçlar tesadüfî değildir. Aylık bir ücretle birkaç ihtiyaç maddesinden yağ, ayakkabı, ekmek, elbise, vb. gibi burada ya da orada ne kadar satın alınabileceği gösteriliyor, ancak ne kadar eğitim, sağlık, kültür vs. hizmeti satın alabildiği gösterilip karşılaştırmaya dâhil edilmiyor. Gerçek yaşam böylesi bir aritmetik mantığıyla maalesef çelişiyor. Sağlık hizmetlerinin ya da eşya sıkıntısı çekmeden, hamileliğin öncesinde ve sonrasında maaş ödenme garantisiyle (ki Sovyet hükümeti bunu tüm vatandaşlarına garanti eder) çocuk doğurmanın bir fiyatı olsaydı Andre Pierre’in ‘Dünyada 1 Hafta’da yaptığından daha eğitici bir tablo yapabilirdik.
Farz edelim ki bir Sovyet işçisi hastalanıyor ve uzun süren bir tedaviden sonra doktoru SSCB’nin Cote d’Azur’u olan Kırım’da dinlenmesi gerektiğini söylüyor. Herhangi bir kapitalist ülkenin işçisi de benzer bir durumla karşılaşabilir. Başka bir deyişle “çözümü mümkün olmayan bir ikilemle” karşılaşabilir. Yani Cyrus J. Waud, acaba dinlenme uğruna ailesini ekmekten mahrum mu edecek? Yoksa ekmek uğruna dinlenme hakkından vaz mı geçecek? Daha önce ailesinin boğazından kısarak biriktirdiği paralar uçup gidecek mi? Hastalandığından dolayı çalışmadığı için, alabilirse eğer, bütün ücretini her halükârda harcayacak. Sovyet işçisinin durumu ise tamamen farklıdır. Hastalandığında bir klinikte bedava tedavi olmak imkânına sahip olduğu gibi tedaviden sonra Kırım sahillerinde de bedava kalabilecektir. Bütün bunların sonucunda sağlığına kavuştuğu gibi çalışmadığı süre boyunca, üstelik hastanede ve dinlenme evinde kaldığı için ihtiyacı olmayan ‘ücretini’ de alacaktır. Şimdi ABD’li işçinin “teorik” olarak satın alabildiği ekmek miktarı ile Sovyet işçisinin bu gerçeğini karşılaştırabiliyor musunuz?
Sovyet işçisinin üç oğlu ya da kızı olduğunu ve bunların da mühendis, doktor ya da ziraatçı olmak istediklerini düşünelim. Bu durumda kapitalist ülkelerin işçisi yine kendini o çözülmez ikilemin önünde bulacaktır; ya çocuklarının bu meslekleri edinmesi uğruna “teorik” ekmeklerinden mahrum kalacaklar ya da çocuklarını bu meslekleri edinmekten vazgeçirecekler. Buna karşın Sovyet işçisinin çocuklarının tüm eğitim masrafları onların eğitim ihtiyaçlarına uyarlanmış bir burs sistemi sayesinde Sovyet devletince karşılanır. Bütün bu karşılaştırmalardan sonra tekrar sormak gerekiyor: Sovyet işçisi mi yoksa kapitalist ülke işçisi mi daha fazla miktarda ekmek satın alabilir?
Ücretlerin ekmek, yağ, et vs. ile ifade edilip sonra da buna dayanarak yaşam seviyelerinin karşılaştırılmasına dayanan bu aritmetik sorusu, rakamların dansının yarattığı şaşkınlık ve sürpriz etkisiyle elbette önce başları döndürdü.
Ancak söz konusu olanın iki farklı rejim olduğu düşünülürse, bu sadece bir saçmalıktan ibarettir, hatta kötü niyetle gerçeklerin ters yüz edilmesidir.

TEMEL İHTİYAÇLAR
Peki, hangi şartlarda böyle bir karşılaştırma mümkündür? Bu ancak, her ne kadar insanların yaşantısı birbirinden sonsuz sayıda farklılık gösterse de, ortak bir “yaşam biçimi” tarifi yapılarak mümkün olabilir. Bunu yapabilmek için de istatistikler, Cyrus J. Vaud’un ve hatta ABD başkanı Truman’ın ifadeleri var. 6 Eylül’de yaptığı konuşmada ABD başkanı “Bazı işçiler asgari olarak kendilerine yetebilecek ücret alma güvencesinden bile yoksun. Birçokları da sosyal sigorta hakkından yoksun olduğu gibi bu konuda herhangi bir ulusal program da yok” diyordu.
Ne o, Amerikan işçisinin asgari ücret, sosyal sigorta güvencesi ve hatta bu konuda herhangi bir programı da mı yok? Oysa Amerikan işçisine göre daha düşük bir yaşam seviyesi olan Sovyet işçisi için bütün bunlar aldığı nefes kadar doğal olarak sahip olduğu şeylerdir.
ABD’de hâlâ kızıl hastalığını belkemiğine çekiçle vurarak tedavi eden ve bakteriyolojinin şimdiye kadar ortaya atılmış en büyük yalan olduğuna inanan 30 bin operatör doktor var. Yılda 75 bin bebek ölüyor. Eğer tıbbi yardım sağlanabilseydi bunların en az 30 bin’i kurtarılabilecek vakalardır. Nüfusun sadece % 3’ünün bütün sağlık giderlerini karşılayabilecek durumda olduğu bir gerçektir. 1947’de 7 milyon işsiz ve bir o kadar da haftada ancak 15–34 saat çalışabilecek kadar iş bulabilen yarı işsiz mevcuttur. Bütün bu göstergelere rağmen SSCB’de yaşam koşulları öylesine “kötü” ki patronların gazetesi “Professions”a göre dünya barışının böyle bir “sefalete” razı olması mümkün değil.
ABD siyahların linç edildiği bir ülkedir. 1939’da ırkçı G. Afrika’da bir beyazın ücreti 384 sterlin iken bir siyahın ücreti 33 sterlindir. Seylan’da kötü beslenmeden dolayı çocuklar arasında ölüm oranı % 80’dir. Bütün bunlardan sonra eğer hâlâ Sovyet vatandaşlarının kötü yaşadığına inanacak olursak Sovyetlerin “Zencileri” kim bilir ne haldedir diye düşünmemek elde değil. Oysa devrimden önce okuma yazma bilmeyenlerin en fazla olduğu Kırgızistan’da şimdi 1600 ilk, orta ve yüksek dereceli okul, 33 teknik okul, 23 bilimsel araştırma enstitüsü, SSCB Bilimler Akademisinin bir kolu, 19000’den fazla üniversite öğrencisi, 64 adet Kırgız dilinde gazete ve dergi bulunuyor. Kazakistan’da hastanelerdeki yatak sayısı 1913’e göre 1941’de 15 kat daha fazladır. Bu rakam Türkmenistan için 22 kat, Tacikistan için 100 kattır.
Cyrus J. Waud’un karısı altı çocuğuna bakmak zorunda olduğu için çalışamıyor. Bu bayların yazdığına yine inanacak olursak SSCB’de çocuklar yüzünden ailelerin beli daha da bükük olmalı. Oysa SSCB’de her işletme, şehir, köyün kreşleri ve çocukların hizmetinde olan çocuk bahçeleri vardır.
Gerçekler çıplak bir biçimde ortadadır. Ve gerçeklerden daha büyük bir yargılayıcı yoktur.
Kapitalist ülkelerde yayınlanan bazı romanlar; “Dünyada 1 Hafta”nın ihtiyaçları için mükemmelce düzenlenmiş fakat bir o kadar içi boş olan tablolardan daha açık bir biçimde gerçeği gösteriyor. Bilimsel sosyalizmin kurucusu Marx ve Engels, 19. yüzyılı kucaklar dolusu ekonomi politik kitaplarından çok, Balzac’ın romanlarından öğrendiklerini ifade ediyorlardı. Kitaplarında Amerika’dan manzaralar aktaran Steinbeck, Caldwell (ki bunlar hiç de komünist değiller) bu ABD dalkavuklarının çizmeye çalıştığı hayali tabloyu darmadağın ediyor. Buna karşın Ostrowski, Chalokov gibi yazarlar ise bir araya gelen bütün anti-Sovyet saçmalıklardan daha güçlü bir biçimde Sovyet gerçekliğini yansıtıyorlar.

SSCB’DE ÜCRETLER
Fakat ücretler, onlar hakkında neler söylenebilir?
Sosyalizmin insanlığın başına gelebilecek en kötü şey olduğuna inanmış bu Sovyet düşmanları şu sonuçlara vardı: 1) SSCB’de ücretlerin farklılığı sosyalizmin inkârıdır. 2) Çoğunluğun alım gücü Batıdaki çoğunluktan daha aşağıdır. 3) ikincisi birincisinin sonucudur.
Birinci iddia tamamen yalan, ikinci iddianın da doğrularla ilgisi yok, dolayısıyla üçüncüye cevap vermeye gerek kalmıyor.
Buna karşın şunu da tekrar edelim, evet SSCB’de ücretler arasında bir fark var bunu daha önce de söyledik ve açıkladık, bir kez daha söylüyoruz ve açıklıyoruz.
Önce bir soru sorarak başlayalım. Kapitalist rejimin temel kusuru; bir ustabaşı ile acemi işçi, düz işçi ile usta işçi, dehlizlerde çalışan bir maden işçisi ile rahat bir memurun ücretleri arasındaki farklılık mı yoksa bütün bir kategori olarak çalışanlar kitlesi ile bütün bir kapitalist grubun gelirleri arasındaki farklılık mıdır? Sovyet düşmanı propaganda bilinçli olarak bir kargaşa yaratmaya çalışıyor ve bu esas noktayı unutturmaya çalışıyor.
Daha 1929’da ABD’nin en zengin 38 kişisi 260 milyon 644 bin dolarlık bir kârı paylaştılar. Her birine yaklaşık 9,5 milyon dolar düşüyordu. Fakat aynı yıl 428.128 pamuk endüstrisi işçisi 322 milyon 389 bin doları paylaşıyordu ve her bir işçiye 753 dolar düşüyordu. Yani kapitalistlerinkinden 12.600 defa daha düşük. Buna karşın bankacı Morgan’ın yatı 2 milyon dolara mal oldu, zengin ailelerce evlerinde verilen yüzlerce davet birkaç yüz bin doları yuttu.
Savaştan önce Amerikan kapitalistlerince ulusal gelirden alınan pay % 46 idi. Savaş boyunca ve savaştan bu yana kârları işçi ücretlerine oranla karşılaştırılamayacak oranda arttı. Bu, sadece ABD’li kapitalistlerin değil tüm kapitalist ülkelerin gerçeğidir. Her yerde kapitalistler işçilerin emek-ürününün yaklaşık yarısına el koyarak ülkenin ulusal gelirinin yarısına sahip çıkıyorlar. Oysa sosyalist toplumda ulusal gelirin tamamı ortak zenginliğe dâhildir.
Kapitalist soygunculuğu sosyalist rejimdeki ücret farklılığına benzetmeye çalışmak demagojilerin en kirlisi olarak karşımıza çıkıyor. SSCB’deki ücret farklılığı sadece ve sadece çalışmadaki ustalık derecesine bağlıdır. Bununla birlikte SSCB’deki ücretler arasında farklılık kapitalist ülkelerdekilerle karşılaştırılamayacak düzeydedir.
Kapitalist rejimde işçiler; kalifiye işçilerden oluşan bir çalışanlar kitlesinden hiçbir çıkarı olmayan patronlara karşı “yükselmek”, “kalifiye” hale gelmek için çetin bir mücadele veriyorlar. İşçilerin yükselmesi ve idareci hale gelmesinin önü kesilmiştir ve bunun ancak sistemin ayakta durmasına hizmet edecek miktarına izin verilir.
Sosyalist rejimde ise kalifiye hale gelip işinde yükselmek bir işçi için mücadele ile söküp alınabilecek bir hak değil, ona garantilenmiş bir haktır, onun ötesinde hatta bu ulusal bir görevdir de. Çünkü komünizmin büyük tarihi eseri olan insanlığın doğaya karşı zaferini, “herkese ihtiyacına göre” sloganını hayata geçirebilmek için yeterince üretmek gerekmektedir. Bu da kalifiye bir işçiliğe, makinelerin insanların yerini aldığı dolayısıyla insanın daha da özgürleştiği çalışma biçimlerinin geliştirilmesini zorunlu kılar, işinde ustalaşmanın ulusal bir görev olduğunu söylemiştik. Ancak bu görev rahat çalışma ve yaşama koşullarının sağlandığı koşullarda yerine getirilmektedir, işinde mükemmelleşmesinin engellenmesi bir yana buna teşvik edilen işçiler arasındaki ücret farklılığı sadece bunun aracıdır.
Kalifikasyon teriminin bile anlamı sosyalizmde daha geniş boyutludur. Terim sadece belirli bir işte ustalaşmak anlamını taşımıyor aynı zamanda ilgili çalışma alanında çalışma metotlarının geliştirilmesi çabası ve yeteneğini de içeriyor. Her Sovyet işçisi yarı yarıya mühendis sayılır (bazen tam bir mühendis) teknik bir buluş sayesinde eskiden elle yapılan bir işin artık makineyle yapılmaya başlanması ya da eskiye oranla kolaylaşması, eskiden işi yapan işçiyi başka bir iş yapmak üzere serbest bırakırken işçinin üretkenliğini artırarak ücretinin de artmasına neden olur.
SSCB’de üretimin ve üretkenliğin artışı, ücret farklılığının kalifikasyona bağlı olduğunu yeterince kanıtlıyor. Kalifikasyona bağlı ücret farklılığı, üretimde insan emeğine olan ihtiyacı azaltacak biçimde çalışma metotlarının geliştirilmesini ve neticede insanın özgürleşmesini teşvik ediyor.
Stakhanovculuk, teknik ilerleme çabasını atölye ve işletmelerin tamamını saracak biçimde genişletti. Her bir işçi diğerlerine deneyimlerini aktarıyor, bu deneyim birikiminin sonucunda gerçekleşen her teknik ilerleme işçinin kalifikasyon basamaklarını tırmanmasına ve dolayısıyla ücretinin artışına müsaade etmektedir. Elbette bütün teknik buluşlar zaman geçirmeden ülke çapında uygulamaya konulmaktadır.
Sovyet düşmanı propagandacılar işte tam da bu noktada yeni bir burjuva sınıfın doğacağına inanıyor. Burjuva sınıfın sınırları belirsiz değildir, kavga kaçkını birkaç hainden başkasının bu sınıfa dahil olması mümkün değildir. Öte yandan burjuva sınıf eldeki imtiyazlarını koruma çabası içinde birbirini yemektedir.
3000 ya da 5000 ruble ücret alanlar 1000 ruble ücret alanlara oranla ayrı bir toplumsal sınıf oluşturmuyorlar. Nasıl ki ünlü yazarlar henüz yazar olmayan ya da ünlü olmayan insanlara karşı ayrı bir toplumsal sınıf oluşturmuyorlarsa. SSCB’de hiç kimse yönetici ya da müdür olarak doğmaz, fakat olma şansı her zaman vardır. Ya da diğer deyişle hiç kimse alnında “düz işçi” ya da “hizmetçi” etiketi ile doğmamıştır.
Yöneticilerinden daha fazla ücret alan çok sayıda işçi var ülkemizde (Kapitalist bir ülkede ise bunun hayali bile mümkün değildir). Sosyalist toplumda yöneticilik, alınan büyük bir maaş sayesinde edinilen toplumsal bir mevki değildir. Ücreti belirleyen sadece yapılan işin miktarı ve kalitesidir. Herkes kendini ücretindeki ilerleme ile değerlendirir. Ücret basamaklarından çıkmak için ne özel bir yeteneğe ne de torpile ihtiyaç vardır. Bunun için devletin ve fabrikaların işçilerin hizmetine sunduğu geniş araştırma imkânlarından yararlanmayı istemek yeterlidir.
İşte SSCB’deki ücret farklılığının mantığı budur ve işte size birkaç örnek:
Kolhozda çalışan bir tarım işçisinin oğlu kendini mekanik alanında yetenekli hissediyor. 15 yaşındayken eğitim amacıyla Moskova’ya gidiyor ve TSF’nin okullarından birine kaydoluyor. Kendisine kalacak yer sağlanıyor, yiyecek ve giyecek ihtiyaçları gideriliyor, sinema, tiyatro vs.ye de gidebilsin diye bir miktar da cep harçlığı veriliyor. 17 yaşındayken TSF’ye ait bir fabrikada, yaşının küçüklüğünden dolayı günde sadece 6 saat çalışması karşılığında 700 ruble aylık ücretle işe başlıyor.
Başka bir genç de hiçbir mesleki eğitim görmeden bir otomobil fabrikasında 500 ruble ücretle işe başlıyor. Çalışması boyunca teknik eğitim alıyor, teknik bir okula devam ediyor. Birkaç ay içinde edindiği teknik eğitim sayesinde ücret basamaklarını hızla çıkıyor ve ücreti 500 rubleden 700’e yükseliyor.
Ücretlerin ustalığa göre derecelendirilmesi elbette sektörden sektöre farklılık göstermektedir. Örneğin Moskova’daki transformatör fabrikasındaki tesviyecilerin ortalama ücretleri 3000 ruble civarında dalgalanmaktadır (“Dalgalanıyor” diyoruz çünkü ücretlerin üzerine eklenen primler yüzünden aydan aya alınan ücretler değişmektedir). Ülke ekonomisinin belkemiğini oluşturan maden üretiminde çalışan madenciler sadece çok zor bir iş gerçekleştirmekle kalmıyorlar, ekonomide önemli bir rol oynamanın da getirdiği bir sorumluluktan dolayı en yüksek ücreti alıyorlar. Ortalama kalifikasyonu olan bir maden işçisi 3000–4000 ruble arasında ücret alırken, bu ücretler işçinin ustalık derecesine göre 5000–6000 rubleye çıkmaktadır ve böylesi örnekler de az değildir. Sıkça rastlanan biçimin aksine, ülkemizde aile bütçesi sadece erkeğin kazancına bağlı değildir. Karı ve kocanın birlikte kazandıkları aile bütçesini oluşturur ve çoğu durumda kadın erkekten daha fazla kazanır. Örneğin bir ailede erkek kuafördür ve ayda 1000 ruble kazanırken kadın tekstil fabrikasında çalışıyor ve ustalık derecesine göre 1000–2000 ruble kazanıyor, hele bir de Stakhanovcu ise daha fazla kazanması da mümkündür.
Ücret farklılığının dayandığı prensipler Moskova’da, Taşkent’te, Ukrayna’da, Moğolistan’da tamamen aynıdır. Bu prensipler şehirlerde olduğu kadar kırlarda da geçerlidir. Endüstri alanında ya da toprakta çalışırken üretkenlik teknik ve bilimsel kalifikasyonu zorunlu kılar. Michourine ve Lyssenko’da görülen Sovyet tarımı mikroskobik araştırmalar, karmaşık tarım makineleri çağının ürünüdür. Kolhozdaki tarım işçileri de endüstri işçileri gibi olumlu bir rekabet içerisindedirler ve çıkardıkları işin kalitesine göre ücret almaktadırlar. Bunun sonucunda da elbette basamakları bir bir çıkma hakkına sahip oluyorlar. (Bu bir haktan çok ulusal bir görevdir.)
Kolhoz işçileri kaliteli bir üretimle elbette sahip oldukları zenginliği geliştirdiklerinin farkındadırlar. SSCB’nin hiçbir köyü, yaşamın giderek çekilmez hale geldiği, tefecilerin köylüyü soyup soğana çevirdiği, kalanına da devletin vergi adı altında el koyduğu, küçük işletmelerin büyük tröstlerce yutulduğu, giderek sefalet içinde yüzen bir kır proletaryasının oluştuğu Batılı denilen ülkelerin köyleriyle karşılaştırılamaz. Aynı biçimde ABD’de sigorta şirketlerinin elinde ipotek edilmiş durumda olan çiftliklerin temsil ettiği değer 1930’da 30 milyon dolar iken 1940’da bu değer 600 milyon dolara yükselmiştir.

SSCB’DE FİYATLAR
Tekrar alım gücü meselesine dönüyoruz. Daha önce “tüketimin” ekmek, yağ, vb. gibi maddelerle hesaplanıp rakamlarla ifade edilemeyen hizmetlerin genel olarak tüketime dâhil edilmemesindeki saçmalığa değinmiştik.
Şehirdeki olsun, kırdaki olsun Sovyet işçisi gelirinin tamamını “tüketime” harcar. Bu tüketime kitap, tiyatro, konser vs. gibi tüketimleri de dâhildir. Ne çocuğunu okutmak için, ne tatil için, ne hastalık için, ne ilaçlar için ne de yaşlılık için gelirinden kısıp para biriktirmesine gerek yoktur. Yaşlanınca bakım ve ihtiyaçları sosyal sigortalar tarafından garantilenmiştir. Genel olarak ülkede görüntü böyledir.
İşte size genel olarak en fazla tüketilen birkaç temel maddenin fiyatı: Patates, kilosu 80–50 kopek, tereyağı 64 ruble, Margarin 44 ruble, şeker 15 ruble, kahve 75 ruble, sığır eti (1. kalite) 30 ruble, yumurta (10 adet) 12 ruble, süt litresi 3 ruble, bir çift kaliteli ayakkabı 260 ruble (100–150 rubleye de bulmak mümkün ancak kalitesi daha düşüktür.), erkek takım elbisesi 430 ruble, çorap 7 ruble, plakçalar 900 ruble, Radyo 600 ruble, kol saati 900 ruble.
Bu fiyatlar neyi gösteriyor?
Bu fiyatlar, işçinin aldığı ücretle oranlanırsa elde edilecek sonuç elbette Fransa’dakinden daha elverişsiz olacaktır. Ayrıca barınma için işletmelere ait lojmanlara ödenen günde iki öğün yemek de dâhil 250–300 ruble kirayı da eklemek gerekir. Çocuk kreşleri ve çocuk bahçeleri eğer tamamen ücretsiz değilse, yemek dâhil olmak üzere ayda 80 rubleyi geçmez.
Fakat asıl önemli olan savaşın sonuçlanmasından bu yana ücretler sürekli yükselirken fiyatların giderek düşmesidir. Şu ana kadar gerçek ücretler geçen yıla oranla iki kattan fazla arttı.
Ulusal gelirin istikrarlı bir biçimde artmasının nasıl bir yandan ücretlerin artmasına (işçinin kalifikasyonunun sağladığı artışın dışında) öte yandan da fiyatların istikrarlı bir biçimde düşmesine neden olduğunu göstermiştik. Tartışmacılara 1 yıl sonra bugün için randevu veriyoruz. Bizim ülkemizde ve sizin ülkenizde ücretlerin ve fiyatların nasıl bir değişim çizgisi izlediğini karşılaştıralım:
SSCB, savaştan sonra yiyeceklerin karne ile dağıtılmasına son veren ilk ülkedir ve hemen ardından da 16 Kasım 1947’de ve 10 Nisan 1948’de art arda fiyatları topyekûn indirmiştir.
Hâlbuki Batılı ülkelerde işçilerin artan fiyatlar karşısında ücretlerini buna uydurabilmek için büyük ve çetin bir mücadele vermeleri gerekirken SSCB’de ücretlerin artışı ile aynı anda fiyatlar düşmektedir.
Öte yandan SSCB’nin savaş boyunca uğradığı yıkım, diğer ülkelerin uğradığından daha fazlaydı ve onu diğer ülkelerden daha geri bir noktaya götürmüştü. Elbette bunlar bilinen şeyler, ancak insanın hayal gücü SSCB’nin kaybettiklerinin onun için ne anlama geldiğini kavramaya yetenekli midir?
1710 şehir, 70000 köy, 6000000, 98000 kolhoz, 1876 sovhoz, 31850 endüstriyel işletme, 2890 makine ve traktör istasyonu, 65000 km demiryolu, 4100 tren garı, 36000 PTT bürosu, 40000 hastane, 84000 okul ve diğer eğitim tesisi, 43000 halk kütüphanesi yıkıldı. 7 milyon at, 17 milyon baş sığır, 20 milyon baş domuz, 27 milyon baş koyun, 110 milyon baş kümes hayvanı ya telef oldu, kesildi ya da çalınıp Almanya’ya götürüldü. 25 milyon vatandaşımız evsiz kaldı.
‘Ölçüyü kaçıran Andre Pierre 16 Kasım’da yayınlanan ve fiyatların toptan indirildiği kararnameden 4 ay sonra yayınladığı işte bu makalesinde alaycı bir biçimde Sovyet hükümetinin ya da halkının (hangisinin muhatap olacağını da bilmiyor) verdiği sözleri yerine getiremediğini söylüyor. Çünkü 16 Kasım kararnamesinde açılması kararlaştırılan mağaza sayısı, Çelyabinsk’de 113 iken bu sayı 72’de kaldı, aynı biçimde Kuybişev’de de 85 yerine 66 mağaza açılabildi.
Harabeye dönen SSCB yeniden doğdu. Ülkeyi yeniden inşa etmek için canla başla çalışıldı. Hangi kapitalist ülkede savaştan üç yıl sonra benzer bir çalışma ve ilerleme kaydedildi. Evet, Kuybişev’de 85 yerine 66 mağaza açılmış olabilir. Bu gecikmeden Sovyet halkı, kapitalist ülkelerin kendi ülkelerindeki daha önemli gecikmelerden duydukları üzüntüden bin kat daha fazla üzüntü duymuştur.
SSCB yanmış yıkılmışken yeniden ayakları üzerine dikildi. Daha şimdiden savaş öncesi üretim düzeyini aştı. Kır ve kent işçileri her türlü ihtiyaçları giderilmiş sıkıntıdan uzak bir yaşam sürüyorlar
Fakat SSCB’de işçilerin kaygısız bir yaşantıdan başka şeyleri de var. Birbirlerine olan güvenlerinin yol açtığı başarılarından ve perspektiflerinden gurur duyan Sovyet halkı mutlu ve güzel yarınlarını inşa ediyor.

Çeviren: Hüseyin Saydam
Aralık 1998

Parti-sanatçı ilişkisi Sınıf mücadelesinde edebiyatın gücü ve edebiyatçıların değerlendirilmesi

Sanatın kitleleri etkileme ve yönlendirme gücü, bugün kimsenin yadsımadığı bir gerçek. İnsanlık tarihinin başından bu yana egemenler, bir üstyapı kurumu olan sanatı mevcut sistemin sürdürülmesi doğrultusunda kullandılar; ezilen kitleleri ideolojik baskı altında tutmak, sömürünün ayrımına varmalarını, bilinçlenmelerini ve sisteme karşı mücadele etmelerini önlemek amacıyla onları, kendi ideolojileri doğrultusunda sanat yapan sanatçıların ürünleriyle etkilediler, yönlendirdiler. Bu olgu, her şeyin alınıp satıldığı, her şeyin metalaştırıldığı günümüzde de artarak devam ediyor. Bilim ve teknikteki gelişmelerin, telekomünikasyondaki yeni buluşların, görsel işitsel kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının sonucunda etkileme ve yönlendirmenin alanı, bir ülkenin sınırlarını çoktan aşmıştır. İnsanın insanı, uluslararası tekellerin halkları sömürüsü üzerine dayanan sistemin ideologlarının, emekçi halk ve işçi sınıfı üzerindeki etkisi ve yönlendiriciliği daha da artmıştır. Yeni Dünya Düzeni’nin ideologları, ülkemizde ve dünyanın her yerinde, geniş emekçi yığınlarını kendi istedikleri doğrultuda etkilemek; sorgulamayan, karşı çıkmayan, yalnızca tekeller için çalışan ve düşünmeden tüketen tek tip insan oluşturmak için, birtakım sanatçı figürleri, idoller yaratarak onların aracılığıyla kitleleri etkilediler. En çok müzik alanında görülen bu etkileme, sinema, tiyatrodan edebiyatın çeşitli dallarına kadar kendini göstermiştir.
Özellikle ülkemizde 80’li yıllarda çevrilen yılgınlığı ve pasifizmi öğütleyen filmler, pişmanlık edebiyatı ürünleri bunların somut bir ifadesidir. Geçmişte ve günümüzde, sistemi eleştiren, sorgulayan yapıtlar üreten sanatçılar ise, her zamanki gibi baskı ve engellemelerle karşılaştılar. Uygulanan en geçerli yöntemlerden biri de, bu sanatçıları yok sayarak, görmeyerek, yaşamlarını adadıkları emekçilerle aralarında bir bağ kurmalarını engellemektir. Bu da yapıldı, yapılmakta.
Buna karşın, işçi sınıfının öncülüğünde mücadele eden demokrasi güçlerinin, uyanış içindeki emekçilerin; sayısı az da olsa, yaşamını işçi sınıfının mücadelesine bağlamış aydınların, sanatçıların bilgi, birikim ve potansiyelinden, geçmişte ve bugün ürettikleri yapıtlarından yeterince yararlandığını söylemek olanaksız. Sınıf bilinci olmayan, kendiliğinden işçi ve emekçi halk kitlelerinin; egemenlerin istedikleri doğrultuda düşünmesi, kendisine sanatçı olarak sunulan figürleri sorgulamadan kabullenmesi, estetik düzeyinin bu doğrultuda oluşması uygulanan politikanın bir sonucudur, doğal karşılanabilir. Ancak, sınıf bilinci edinmiş, sistemi ve uygulamalarını sorgulayan, buna karşı mücadele eden örgütlü emeğin, aydın ve demokratların artık kendi düşünce sistemine uygun davranış ve çaba içinde olması gereklilikten öte zorunluluktur. Yeni dünya düzenine karşı özgürlük, bağımsızlık ve emeğin iktidar mücadelesinin verildiği bir ortamda, sistem ideologlarına karşın sınıfın aydınlarının savunulup sahiplenilmesi gerekmektedir. Emeğin örgütlü gücünün içinde yer alan aydın ve sanatçıların, örgütsüz aydın ve sanatçılarla işçi sınıfı arasındaki bağı kuracak bir olanak olduğu gerçeği, bu olanağın değerlendirilmesi gerekliliği anlaşılmalıdır. Sınıf bilinçli işçiler, devrimciler, demokratlar, burjuva propagandanın körüklediği, sanatçılara karşı popülist yaklaşımlardan kendilerini arıtmak, davranış ve değerlendirmelerini bu anlayış üzerinden biçimlendirmelidirler.
Genelde sanatın, özelde edebiyatın kitleleri etkileme, dönüştürme ve mücadeleye çekme konusundaki gücünün ve öneminin anlaşılması, bu alanda oluşmuş birikimin doğru değerlendirilebilmesi için, konuyu bir kez daha gündeme getirmek ve tartışmak gerektiğini düşündük. Sanatın önemi ve kökleri konusunda Lenin’in, Clara Zetkin’in anılarında yer verdiği önemli bir yargısını anımsamakta yarar var:
“…Sanat hakkında ne düşündüğümüz fazla önemli değil. Milyonlarla ölçülen bir nüfus idinde sanatın yüzlerce, hatta binlerce kişiye ne verdiği de fazla önemli değil. Sanat halka aittir. Kökleri emekçi kitlelerin ta derinliklerine gitmelidir. Bu kitleler tarafından anlaşılabilmeli ve sevilmelidir. Onların duygularını, düşüncelerini ve istemlerini yansıtmalı, onları heyecanlandırmalıdır. Aynı zamanda da kitlelerin bağrındaki sanatçıların sanat yeteneğini uyandırıp geliştirebilmelidir.”

EDEBİYATIN SUNDUĞU OLANAKLAR
Bu yazıda tiyatro, sinema, müzik, bale gibi öteki sanat dallarına da kaynaklık etmesi nedeniyle edebiyat üzerinde duracağız. Edebiyat, işçi sınıfı devrimcileri için, gerçekçi ürünler yoluyla halkı tanımak, onların duygu ve düşüncelerini öğrenmek, var olan birikim ve gücü değerlendirebilmek; bunun yanı sıra sistemin ideolojik kuşatması altındaki emekçilerin uyanmasını sağlamak açısından çok önemli bir olanaktır. Bu olanağın değerlendirilmesi konusunda Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar-1’de şunları yazıyor:
“Ben yazarların, en başta da komünist yazarların, yaşamın tanınmasının zorunlu kaynaklarından biri durumuna gelecek bir edebiyat yapmaları gerektiğine inanıyorum. Krupskaya’nın Lenin üzerine Anılar’ında, Rus edebiyatının, Lenin için gerçekliği tanıma kaynaklarından biri olduğunu belirttiği bir tümcesini hep anımsarım. Halkım için, başka halklar için, en yenisinden en yüksek yöneticisine kadar partimin tüm üyeleri için bu erdemi taşıyan şiirler, romanlar, tiyatro oyunları yazmak isterim. Ama bunun için, doğru olmayı, öz sözle süssüz, belirsizlikten uzak yazmayı, sağ kulağını sol elle göstermeye kalkmamayı bilmek gerek. Bu sorun, her türlü öncü için hatta gelecekte de kendini gösterecek sürekli bir sorundur.”
Nâzım Hikmet, amaçladığı nitelikte şiirler, romanlar ve tiyatro oyunları yazmıştır; ülkemiz ve dünya halkları için… Şiirlerinin bir ölçüde değerlendirildiğini söyleyebiliriz; ama ya romanları, ya tiyatro yapıtları… Yeterince değerlendiriliyor mu, sınıf mücadelesi veren kadrolarca? Ya burjuvazinin baskıyla, hapisle sindiremeyip yok sayarak unutturduğu, emekçilerle bağını koparttığı öteki şair ve yazarlar, onların yapıtları, hatta adları biliniyor mu?

PARTİ KADROLARININ KÜLTÜR SANATA İLGİSİ, KÜLTÜR SANAT ÜRÜNLERİYLE VE SANATÇILARLA İLİŞKİSİ KONUSUNDA USTALARIN YAŞAMINDAN ÖĞRENMEK…
Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in yaşamları, sınıf mücadelesi veren devrimcilerin, parti kadrolarının alacakları derslerle dolu. Onların yaşamlarında edebiyatın, kültür-sanat ürünlerinin yeri; felsefe, politika, tarih ve ekonomiden daha az değildi. Hepsinin yaşam öyküsünde, edebiyat ürünlerine, kitaplara karşı tutkularından; şair ve yazarlarla sıkı bağlarından söz edilmektedir. Üstelik bu bağlar bir zorunluluk, gereklilik olarak görülmeyip; gündelik yaşamın ve mücadele koşullarının getirdiği doğallık içinde kurulmuş, sağlamlaştırılmıştı.
Marx’ın gerek Fransa’daki sürgün yıllarında, gerekse Almanya’daki Yeni Ren Gazetesi’ni çıkardıkları zamanlarda, en yakın dostları ve çalışma arkadaşları arasında Heinrich Heine, Ferdinand Freiligrath, George Weerth, Wilhelm Wolf ve dönemindeki öteki şair ve yazarlar vardı. Jenny ve Karl Marx, daha sonra kendilerine katılan F. Engels ile birlikte bu şairlerin en yeni şiirlerini ilk okuyan kişiler olurlar, onlarla yapıtları üzerine sohbet ederlerdi. Dahası bu şiirleri yazılarında, mektuplarında birbirlerine yazar, değerlendirirlerdi. Engels, 13 Aralık 1844’te New Moral World’da yayınlanan, Almanya’da Toplumculuk başlıklı yazısında Heine’yi tanıtmış ve onun Silezyalı Dokumacıların Türküsü adlı şiirinin çevirisine de yer vermişti.
Marx’ın, hiç tanışmadığı ve kitaplar yoluyla bağ kurduğu ünlü Rus yazar Çernişevski’nin yaşamına ve yazgısına duyduğu yakın ilgiyi ise, 1870’de Engels’e yazdığı şu satırlardan okuyoruz:
“Lopatin’den öğrendiğime göre Çernişevski 1864’te sekiz yıllığına Sibirya madenlerinde travoux forces’ye mahkûm edilmiş; demek iki yıl daha iş görmek zorunda.”
Marx, Çernişevski’yi ana dilinden okuyabilmek için Rusça öğrenmeye karar vermiş ve bunu gerçekleştirmişti. 1871’de Sigfrid Meyer’e yazdığı mektupta, bu konuya ilişkin şu cümlelere rastlıyoruz: “Sonuç, ben yaşta birinin Cermen ya da Latin dili gibi klasik dil gruplarından son derece farklı bir dili iyice öğrenmesine değdi. Şu sıra Rusya’daki düşünce hareketi, içten içe bir kaynamayı gösteriyor. Kafalardaki düşüncelerle halk kitlesi arasında gözle görülmeyen bağlar var.”
Marx’ın yaşamında, bir zamanlar sanatta politikasızlığı savunan, daha sonra devrimin bir ozanı olan Ferdinand Freiligrath’ın önemli bir yeri vardı. Yeni Ren Gazetesi’ndeki çalışmaları sırasında da birlikte oldukları ozanın, edebi yaratıcılığı ve devrimci çalışmalarının demokratik hareket açısından büyük önem taşıdığını biliyor ve kendisine gereken özen ve duyarlığı gösteriyordu. Weydemeyer’e yazdığı bir mektupta Freiligrath’tan; “O gerçek bir devrimci ve tümüyle dürüst bir insan. Böyle bir övgüyü çok az sayıdaki insan için yapabilirim” diye söz etmişti. Mektubun devamında, “şairlerin şiir yazabilmek için çocuklar gibi övülmeye ihtiyaçları olduğunu hatırlatıp Freiligrath’a karşı iyi davranmasını rica etmişti.” (Ateşi Çalmak -2, Galina Serebryakova, Çev: N. Özkan, Evrensel Basım Yayın)
Lenin, kitlelerin duygu ve düşüncelerinin anlaşılması, onların değiştirilip dönüştürülmesi ve harekete geçirilmesi konusunda edebiyatın, edebiyat ürünlerinin ne büyük önem taşıdığının bilincindeydi. Krupskaya, Lenin’den Anılar adlı kitabında, Sibirya’daki sürgün yıllarında bile, felsefe yapıtlarının yanı sıra Puşkin, Lermontov ve Nekrassov okuduğundan söz eder.
“Stepan İvanoviç Radçenko, Vladimir Ilyiç’in sadece ciddi kitaplar okuduğunu, yaşamı boyunca eline bir kez bile roman almadığını söylemişti. Bu beni çok şaşırtmıştı o zaman. Lenin’i yakından tanımaya başladıktan sonra da bu konu üzerine hiç konuşmamıştık, ancak Sibirya’da anladım bunun uydurma olduğunu. Vladimir llyiç, Turgenyev’i, Tolstoy’u, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sını bir değil defalarca okumuştu. Klasikleri çok iyi biliyor, çok da takdir ediyordu. Daha sonra Bolşevikler iktidara geldiğinde, devlet basımevini klasiklerin ucuz ve yeni baskılarını yapmakla görevlendirdi.” (Lenin’den Anılar, N. Krupskaya, Çev: S. N. Kaya-İ. Yarkın, İnter Yayınları)
Lenin, okuduğu edebiyatçıların yapıtlarından yola çıkarak Rus devrimci hareketinin gelişmesini üç ana döneme ayırarak değerlendirmişti. İlk aşamayı, sistemi eleştiren ve halkın özlemlerini dile getiren Puşkin ve Lermontov gibi soylu kökenli yazarların yapıtları oluşturuyordu, ikinci aşamada, soylu kökenli yazarların yerini, yapıtlarında sanatın halkçı niteliğini daha geniş boyutlara taşıyan Nekrassov, Çernişevski, Dobroliubov, Saltikov-Çedrin gibi devrimci demokrat yazarlar almıştı. Bu yazar ve şairler yapıtlarında, sistem eleştirisini ve halkın özlemlerini dile getirmenin yanı sıra, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı? adlı kitabında olduğu gibi, ütopik de olsa, kurulacak olan sisteme ilişkin ipuçları veriyorlardı. İşçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla başlayan üçüncü aşamada verilen yapıtlarda, köylülüğün yardımıyla 1917’deki Büyük Ekim Devrimi’yle iktidarı alan Rus proletaryasının, devrim öncesi koşullan ve verdiği sınıf mücadelesi anlatılıyordu. Bu dönemde yapıtlar üreten Gorki ve Mayakovski’den Ostrovski ve Şolohov’a kadar Sovyet yazarlarının halktan esinlenmeleri ve komünizm için mücadelenin zorunlu taraflılığına uygun yeni boyutlar kazanmıştır. Rus egemenleriyle işçi sınıfı ve topraksız köylülük arasında geçen kıyasıya mücadelenin keskinliği işçi sınıfı cephesinde yeni insan tiplerinin oluşmasına yol açmıştır. Hegel estetiğinde tanımlanan tipe benzerlik gösteren yeni çağın kahramanları, işçi sınıfı içinden çıkmıştır. Bu tipleri, Gorki’nin Ana’sında, Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi’sinde ve öteki yapıtlarda görebiliriz. Özellikle Gorki’nin Ana romanındaki Pavel Vlasov, sosyalist sanatın, dünyanın devrimci dönüşümü uğruna verilen mücadele içinde gösterilen ilk kahramanıdır.
İnancı uğruna her türlü özveriyi gösteren, olağanüstü bir güç ve kararlılıkla mücadele eden, geleceğini kendi kollarıyla kurması gerektiğinin bilincinde olan işçi tipi.
Maksim Gorki, Ana adlı romanını 1905 Devrimi’nden hemen sonra yazdı. Bu roman yalnız Rusya’da değil, milyonlarca basıldığı öteki ülkelerdeki işçi okurlar arasında da büyük yankı buldu. Roman Amerika’da, önce İngilizce olarak Appelton Magazine’de 1906-1907’de tefrika edilmiş; aynı sıralarda 1906 yazında Gorki’nin Amerika gezisi sırasında da basılmıştı.
Lenin, elyazmalarından okuduğu bu romanın, devrim sancıları çeken Rusya için önemini kavramış ve basılışını sevinçle karşılamıştı. 1907 Mayıs’ında, Lenin ve Gorki, Londra’da Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 5. Kongresi sırasında karşılaştıkları zaman, Lenin romanı övmüştür. Gorki, daha sonra Lenin’le ilgili anılarında şunları yazmıştır:
“Ona kitabı biraz aceleye getirmiş olduğumu itiraf ettim, ama daha nedenini anlatmama fırsat bırakmadan, Lenin kafasını olumlayan bir şekilde sallayıp acele etmekle iyi yaptığımı, bu romanın acil bir ihtiyaç olduğunu, devrimci harekete kendiliğinden katılan pek çok işçi bulunduğunu ve Ana’yı okumanın onlar için çok yararlı olacağını söyledi. ‘Bu kitap tam zamanında yetişti’ dedi. Tek övgüsü bu oldu; ama benim için en değerli övgü buydu zaten.”
Lenin, sanat yapıtlarıyla toplumsal yaşam arasındaki diyalektik bağı parti kadrolarına, kitlelere anlatmak amacıyla birçok yazı kaleme almıştır. Özellikle Leo Tolstoy üzerine olanlar ilgi çekici ve öğreticidir. 1908’de Proletary’de yayınlanan Rus Devriminin Aynası Leo Tolstoy başlıklı makalesi bunlardan biridir. 1910’da Sotsial-Demokrat’ta yayınlanan bir başka yazısında, Tolstoy’un yaşamı ve yazdıkları arasındaki çelişkiye dikkat çekerken bir konunun altını özellikle çizmiştir:
“Tolstoy’un görüşlerindeki çelişkiler, yalnız onun kendi kişisel görüşlerinin içerdiği çelişkiler değildir; bu çelişkiler, Reform-sonrası ama devrim-öncesi dönemde Rus toplumunun çeşitli sınıf ve çeşitli kesimlerinin psikolojisini belirleyen, son derece karmaşık, çelişkin koşulların, toplumsal etki ve tarihsel geleneklerinin bir yansısıdır da.”
1910’da Rabochaya Gazeta’da yayınlanan Tolstoy ve Proletaryanın Mücadelesi yazısında da, Leo Tolstoy’un yapıtlarının neden ve nasıl okunması gerektiğini şu sözlerle açıklar:
“Leo Tolstoy’un edebi yapıtlarını okumakla, Rus işçi sınıfı, kendi düşmanlarını daha yakından tanımayı öğrenecektir; ancak bütün Rus halkı da Tolstoy’un öğretisini inceleyerek, kendi kurtuluş davalarını sonuna kadar götürmelerine engel olan o kendi güçsüzlüklerinin nerede yattığını anlamak zorundadır, ileriye gitmek için bunu anlamaları gerekir… Rus halkı, daha iyi bir yaşamın Tolstoy’a bakılarak değil, ama önemini onun kavrayamamış olduğu ve onun nefret ettiği eski dünyayı yıkabilecek o biricik sınıfa bakarak elde edilebileceğini kavradığı anda, kendi kurtuluşuna kavuşacaktır ancak. Bu sınıf proletaryadır.”
Maksim Gorki de, bu gerçeğin ayrımına varmış ve 1899 tarihini taşıyan Foma Godayve adlı kitabında şu sözlerle dile getirmişti; “…henüz kendisinin farkında olmayan açık bir amaç ya da yön seçememiş olan kocaman bir güç, bastırılamaz bir güç dolaşıyordu ortalıkta.”
Lenin’in Büyük Ekim Devrimi’nin hazırlanması ve örgütlenmesi sırasında; Rus edebiyatçıların yapıtlarını okuyup değerlendirmesi, makalelerinde bunların sınıf mücadelesine getireceği kazanımlardan söz etmesi ve bu şairlerin şiirlerinden alıntılara yer vermesi üzerine de birçok örnek vardır.
Gorki’yi yalnız bir edebiyatçı olarak değil, bir mücadele arkadaşı olarak değerlendiren ve yazdığı mektuplarda onunla devrimin sorunları uterine tartışan, görüş alışverişinde bulunan Lenin’in; dünyadaki ilk işçi devletine faşizmin ve emperyalizmin yönelttiği saldırılara karşın Sovyet toplumunun kültür-sanat alanındaki gelişmesini sürdürmesini başarabilen Stalin’in yaşamlarından da pek çok örnek vermek olanaklı.
Burada ayrıca, dünyanın ilk işçi devletini kuran Lenin’in, sınıftan yana olan ya da sınıfla birlikte mücadele eden sanatçılarla kurduğu ilişkinin düzeyine dikkat çekmek istiyorum. Tıpkı Marx gibi Lenin de, sanatçıların özgün kişiliklerine ve yaratım güçlerine saygı duyuyor, onlara davranışlarında özen gösteriyordu. Lenin’in, 1908’de Gorki’ye yazdığı mektubundaki şu satırlar onun bu özenini açıkça ortaya koymaktadır: “Proletary’de kısa yazılar yazma tasarınız beni çok sevindirdi (gazetenin çıkış ilanı gönderildi size). Büyük bir yapıta çalışıyorsanız eğer, hiç kuşkusuz, yarıda bırakmayın.”
1913’te Pravda yazı kuruluna Demyan Bedni için yazdığı mektup ise gerçekten son derece öğreticidir. Devrimci hareketle ilk kez 1911’de tam bir Bolşevik gazetesi olan Zvezda için çalışmaya başladığında ilişki kuran Demyan Bedni’ye yazı kurulundaki birçok kişi küçümseyici bir gözle bakarken, Lenin, onun içindeki potansiyeli anlamış ve değerlendirmişti. Lenin, kısa sürede övgüsünü kazanan Demyan Bedni’ye karşı tutumları nedeniyle yazı kurulundaki öteki arkadaşlarını uyarmaktan da geri durmamıştı:
“Demyan Bedni’ye gelince, hâlâ ondan yanayım. İnsani kusurlara kabahat bulmayın, dostlarım. Yetenek ender bir şeydir. Sistemli ve dikkatli bir biçimde desteklenmelidir. Eğer bu yetenekli yazarı kendinize çekmez, yardım etmezseniz, demokratik işçi sınıfı hareketine karşı vicdani bir günah, büyük bir günah (varsa eğer, çeşitli kişisel günahlardan yüz kere daha büyük bir günah) işlemiş olursunuz. Bunun üzerinde düşünün.”
Genç bir şairden ünlü yazarlara kadar, edebiyatçılarla ilgilenen, onların çalışmalarını destekleyen aynı Lenin; gördüğü hataları içtenlikle eleştirerek, uyarı ve önerilerde bulunarak onları geliştirmeye, halkın istem ve özlemleri doğrultusunda yapıtlar vermelerini sağlamaya çalışmıştır. Sosyalist toplumun inşa edilmeye çalışıldığı ve bir yandan da burjuvaziye karşı amansız bir mücadelenin sürdüğü iç savaş ortamında, Maksim Gorki’ye yazdığı mektuplar bunu açıkça ortaya koymaktadır. 31 Temmuz 1919 tarihli mektubunda sosyalist inşa sırasındaki uygulamaları eleştiren Gorki’yi şu sözlerle eleştirmiş ve uyarmıştır Lenin:
“Eğer gözlemde bulunmak istiyorsanız, aşağılardan, yeni bir yaşamın nasıl kurulduğunun görülebileceği bir yerden, kasabalarda ya da taşrada bir işçi semtinden bakarak gözlemde bulunmalısınız. Orada, son derece karmaşık verilerin siyasal bir dökümünü yapmak zorunda değildir insan, gözlemde bulunması yeterlidir. Bunu yapacağınız yerde, kendinizi profesyonel bir çeviri yayımcısı yerine, yani yeni bir yaşamın yeni baştan nasıl kurulduğunu göremeyecek, bütün gücünüzü hasta aydınların hastalıklı inlemelerini dinlemekle yitirmekte olduğunuz, eski başkenti (Petrograd) büyük bir askeri tehlike ve korkunç yokluk içinde görmekle vakit geçirdiğiniz bir yere koymuşsunuz.
İşçilerle köylülerin, yani Rus halkının onda dokuzunun yaşamındaki yeni çizgileri doğrudan doğruya gözlemlemenizin olanak dışı olduğu bir konum içindesiniz; en seçkin işçilerin artık cephelere ve kırsal kesimlere giderek terk ettikleri, geriye hayatta yeri yurdu, yapacak işi kalmamış; üstelik çevrenizi ‘sarmış’ bir sürü aydının yaşadığı, eski bir başkentteki yaşam kalıntılarını görmek zorundasınız sadece. Oradan uzaklaşmanız için yapılan önerileri de inatla reddediyorsunuz… Bir sanatçı olarak siz orada yeni hiçbir şeyi, orduda, taşrada, fabrikalarda yeni olan hiçbir şeyi görüp inceleyemezsiniz.”
15 Eylül 1919 tarihli mektupta da aynı konudaki eleştirilerini sürdüren Lenin, ünlü yazara şu öneride bulunmuştu: “Yo gerçekten, bu burjuva aydın çevresinden kendinizi söküp almazsanız mahvolursunuz! Bunu bir an önce yapmanızı bütün kalbimle dilerim.” (Sanat ve Edebiyat, Marx-Engels-Lenin, Çev: Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın)

SONUÇ
Burada anlatılanların amacı; işçi sınıfının devrimci önderlerinin geçmişteki yaşantılarına nostaljik bir gönderme yapmak değildir. Bu konuda, belleklerimizi tazelemek, onların düşünce, davranış ve eylemlerinden öğrenip; öğrendiklerimizi, bugün verdiğimiz sınıf mücadelesinde yaşama geçirmeye çalışmaktır. Özetlersek, işçi sınıfının devrimci partisinin kadroları ve sınıf bilinçli işçiler tarafından, seçimini emeğin dünyasından yana yapmış -partili ya da partisiz- şair ve yazarların yapıtlarının okunması; bu yapıtların işçi sınıfına, emekçi halka mal edilmesi ve sınıf mücadelesinde bir olanak olarak değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. İşçi sınıfı devrimcilerinin, ülkemiz yazarlarının yapıtlarını okumaları ve değerlendirmeleri üç yönden gereklidir: Birincisi, bu yapıtlar yoluyla halkın duygu, düşünce ve gereksinimlerini öğrenmek, kitlenin psikolojisini anlamak; ikincisi, bu yapıtların nesnel eleştirisini yapabilmek, yazarına yapıcı eleştiri ve önerilerle katkıda bulunabilmek; üçüncüsü, bu yapıtları sınıf mücadelesi sırasında, kitleleri değiştirip dönüştürme yolunda bir olanak olarak değerlendirebilmektir. Sınıf mücadelesinin içinde yer alan devrimciler, bu yolla kendilerini kültürel yönden donatıp işçi sınıfına bu alanda da yardım edecek düzeye gelmelerinin yanı sıra; eleştiri ve önerileriyle yazar ve şairlerin de değişip dönüşmelerine yardımcı olabileceklerdir.
İşçi sınıfının; kültür ve düşünce birikimini, yaratıcılığını ve sanatsal üretimini halkın yararına sunan sanatçılara gereksinimi olduğu bilinen ve yadsınamayacak bir gerçektir. Yaşamda olmayanlar ve günümüz sanatçıları göz önüne alındığında, gerek dünya ölçeğindeki gerekse de ülkemizdeki şair ve yazarların bu alandaki birikiminin küçümsenmeyecek bir düzeyde olduğunu görebiliriz. Ancak bu şair ve yazarlarla geniş emekçi yığınlar arasındaki bağ kopuktur. Bunun nedenlerine yukarda değindik. Burada bir başka konuyu açmakta yarar var. Devrimciler, sanatçılarla ilişki biçimlerini sık sık değerlendirip gözden geçirmelidir. Tıpkı Marx’ın ve Lenin’in, yukarıya da alıntıladığımız yazılarında belirttikleri gibi; sanatçıların sezgileri güçlü, yaratıcılıkları ve duyarlıkları, olağandan daha fazla olan insanlar oldukları gerçeği kabul edilmelidir. Bu duyarlıkları, yaratıcılıkları ve sezgileri nedeniyledir ki sanatçılar, alanlarında yapıtlar verebilmektedirler. Onlarla ilişkide, sanatçı kimlikleri ve ürettikleri yapıtlar yoluyla emeğin dünyasına katkıda bulunmaları; geçmişte ve bugün vermekte oldukları mücadelenin yanı sıra; gelecekte de verecekleri, vermeleri gereken yapıtlar göz önüne alınmalıdır.
İşçi sınıfı partisi, düzenlediği etkinliklerde, sınıf mücadelesine katılan -partili ya da partisiz- sanatçılarla; tüketim toplumu denen düzenin, propaganda, reklâm ve kitle kültüründen oluşan bir alanda milyonlarca insanın beğeni ve alışkanlıklarıyla ve görüşleriyle oynayarak, maddi şeylerin tutsağı, kapital ve malzeme kaynaklarının kesintisiz akışı içinde bir dişli durumuna getirdiği insanları, geniş emekçi yığınlarını karşılaştırmada önemli bir misyona sahiptir. Bu karşılaştırmalar çeşitli biçimlerde olabilir. Parti şenlikleri, kültürel etkinlikler kuşkusuz ki seçimini emeğin dünyasından yana yapmış sanatçıların, geniş emekçi kuleleriyle karşılaştırılacağı etkinliklerdir. Ancak sanatçıların, emekçilerle tek karşılaşma biçimi bu değildir. Panel, konferans, söyleşi vb. etkinlikler yoluyla sanatçılarla emekçiler arasındaki buluşma daha yararlı bir biçimde gerçekleştirilebilir.
Şair ve yazarlar konuşmalarıyla kendilerinin ya da başka sanatçıların yapıtlarından örnekler vererek kitleye seslenirler; bu yolla emekçilerin bilincindeki bulanıklığı dağıtıp, sistemi sorgulamalarını sağlamaya ve onlar da örgütlü mücadeleye katılma isteği uyandırmaya çalışırlar.
Bu karşılaşmalar, emekçilerin bilincinde bir uyanışa yol açarken; sanatçılara da emeğin örgütlü güçlerini ve geniş emekçi kitleleri yakından tanıma ve kendilerini de değiştirip dönüştürme olanağı verir.
Bu tür etkinliklerin yanı sıra, belki de daha çok; sanatçıların, emekçi halkın yaşamını yakından gözlemleyebileceği, onlarla iç içe olup gerçek duygu ve düşüncelerini öğrenerek, bunun sonucunda edindiği bilgi ve ruhu yeni yapıtlarında yansıtabilmesi için başka organizasyonlara da gereksinim vardır. Biçimi ne olursa olsun, seçimini emeğin dünyasından yana yapmış olan ve emeğin örgütlü mücadelesinin içinde yer alan sanatçıların, emekçilerle sağlam bağ kurabilmesi ve onların yaşamını yakından gözleyebilmesi konusunda işçi sınıfı partisine, örgütlü emek güçlerine büyük iş düşmektedir. Burada, yaşamın her alanının özgürleştirilmesi için birbirinden ayrılmayan, birbiri içine geçmiş ortak bir mücadele söz konusudur. Bunun gerçekleştirilebilmesiyse; uluslararası tekellerin ve ülkemizdeki uzantılarının işçi sınıfına, emekçi halka karşı azgınlaşan özelleştirme, işten atma saldırıları karşısında; emekçilerin ülkenin birçok yerindeki direnişlerle, grevlerle yanıt verdiği, sınıf mücadelesinin yükseldiği bir dönemde, edebiyatçıların, aydınların da bu mücadelenin dışında kalmaması, “burjuvaziye bağlı ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için” gerekli ve zorunludur.

Aralık 1998

Dünya Komünist Hareketinin Tarihinden Parti yönetim gücünün kaynağı: Kitlelerle kopmaz bağ

Lenin ve Stalin’in kahraman partisi mücadele ve zaferle dolu başarılı bir dönemi geride bıraktı. Büyük sayılamayacak o Marksist grup ve çevreden, adı komünizmin kurucusu olarak tarihe geçen, halkımızın büyük yaratıcı davasına önderlik eden ve aynı zamanda Sovyet Devleti’ni yöneten Bolşeviklerin büyük partisi doğdu.
Bolşevik Partisi’nin gücünün ve gelişmesinin asıl kaynağında, geniş emekçi kitlelerle sıkı ve sağlam bir ilişkiye sahip olması yatıyor. Milyonlarca Sovyet insanının yaratıcı çabasından sürekli destek alarak, kitlelerle olan ilişkilerini sağlamlaştıran parti, halkımızın özgürlüğü ve mutluluğu, vatanımızın bağımsızlığı ve gelişmesi uğruna verilen bütün mücadeleleri başarıyla taçlandırmıştır.
Toplumsal gelişmenin engeli olan gerici düşünceleri çürüten Marx, Engels, Lenin ve Stalin, emekçilerin yaratıcı gücüne inanan bilimsel bir dünya görüşü oluşturmuşlardır. Stalin yoldaş, toplumsal gelişim tarihinin, toplumun varlığının temeli olan üretim süreci ile gerçekleştirilen maddi kültürün asıl gücünü oluşturan emekçi kitlelerin tarihi olduğunu öğretir.
Bolşevik Partisi’nin gücünün büyüklüğü, toplumdaki maddi kültürün gelişmesine yönelik ihtiyaçları yansıtan öncü bir teoriye dayanmasından kaynaklanmaktadır. Parti, milyonlarca emekçinin düşünce ve duygularını dile getirir. Lenin-Stalin’in partisi, kitlelerin sesine her zaman kulak verir, kitlelerin mücadeleler sonucu kazandıkları deneyimleri derinden inceler ve ışığında politikasının doğruluğunu sınar. Lenin ve Stalin’in partisi yalnızca kitlelere öğretmekle kalmaz aynı zamanda kitlelerle beraber öğrenir.
Lenin, Rusya’da Marksist partinin kuruluş aşamasından itibaren partinin kitlelerle sarsılmaz bir bağ içinde olmasının önemini kanıtlarla göstermiş ve bu bağın özelliklerini belirlemiştir. Kitlelerle bağların sağlamlaştırılması demek; ilerlemek, kitlelere yol göstermek, kitle hareketinin yoğunlaştığı bütün teorik, politik ve örgütsel sorunları çözmek; kitlelerin sosyalist bilincini daha da artırmak ve kitleleri mücadeleye seferber etmek anlamını taşımaktadır. Parti, örgütle ilgili tüm kararların emekçilerce anlaşılmasına büyük önem verir. Stalin yoldaş parti politikasının başarılı bir şekilde yaşama geçirilmesinin, geniş kitlelerin aktif katılımı ve mücadelesine bağlı olduğunu bilir ve bu yüzden partinin politikasını sabırla öğretir. Parti yönetiminin kitle hareketleriyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu gösteren bu anlayış Lenin ve Stalin’in eserlerinde yeterince ele alınmış ve çok yönlü bir gelişim göstermiştir. Bu, Bolşevik Partisi’nin zaferlerle dolu faaliyetlerinde de kendini sürekli göstermektedir.
Kitlelerin yönetime katılımını sağlayan parti, mücadelenin temel hedeflerini belirler, zafere giden yolu aydınlatır, kitlelerin yaşam deneyimlerinden kaynaklanan bütün yenilikleri kararlılıkla destekler ve geri kalmışlığa savaş açarak gelişmeyi sağlar. Parti, bütün örgütler ve kadrolarından kitlelerle iç içe olmalarını, emekçileri aktif ve inisiyatifli kılma konusunda çalışmalarını talep eder. Ülkemizin ekonomik ve kültürel alanlarda ulaştığı başarıların sosyalist yarışa dönüşmesi parti örgütlerinin, partinin talimatlarını hayata geçirdiklerini göstermekte ve geniş emekçi kitlelerin mücadelesini daha da yükseltmektedir.
Düzenlenen şehir ve bölge parti konferansları, parti örgütlerinin kitlelerle olan ilişkilerini daha da yaygınlaştırdıklarını göstermektedir. Özellikle şu son zamanlardaki konferanslarda, kolhozları ve çeşitli işletmeleri aktif bir şekilde yönlendiren öncü, yenilikçi ve olağanüstü insanların ortaya çıkması gibi örnekler verilebilir. Kitlelerin daha aktif olmalarına olanak veren ve örgütleme yetenekleri yüksek parti yöneticileri her zaman başarılı sonuçlara ulaşmışlardır.
Parti yöneticilerinin örgütleme kapasitelerinin arttığını ve kitleler arasında politik parti çalışmasının geliştiğini gösteren birçok konferansa tanık olundu. Fakat bu konferanslar diğer yandan bazı parti yöneticilerinin birtakım olaylar karşısında emekçilerin enerjisinden ve inisiyatifinden yeterince yararlanamadıklarını da göstermektedir. Bu gibi yöneticiler yaşamdaki olayları kavrayamıyor, mevcut koşullarda neler talep edebileceklerini tam olarak algılamıyorlar. Kitlelere yönelik parti çalışması zamana bağlı olarak sürekli değişen bir özelliğe sahiptir. Çalınmaların içeriği ve yöntemi çalışma esnasında gelişim göstermektedir. Bolşevik “kitle” anlayışı soyut değil, somut ve tarihseldir.
” ‘Kitle’ anlayışı mücadeleye uygun olarak değişen bir özelliğe sahiptir. Devrim yıllarında birkaç bin işçinin kendilerini kitle olarak gördükleri durumlar vardı. Devrim tam hazırlanınca kitle anlayışı da değişti. Birkaç bin işçi artık bir kitle sayılmıyor. Kitle anlayışı, artık sadece işçilerin çoğunluğunu değil, sömürülen çoğunluk anlamına gelen bütün çoğunluğu kapsamaktadır… Zaten devrimciler açısından başka türlüsü de kabul edilemez…” der Lenin.
Kitle kavramı, sosyalist devrimin başarısından sonra en üst düzeyde yaygınlaşarak nitelik olarak da değişti. Emekçilerin bütün yeni tabakaları, yaratıcı ve yapıcı faaliyete katılıyorlar. Milyonlarca yeni insan, toplumsal ve politik yaşama daha etkin olarak katılmaktadır. Sosyalizmin zafere ulaştığı ve partinin sosyalizmden komünizme geçiş için ülkeyi sürekli yönlendirdiği SSCB’de, kitle, moral ve politik bakımdan birlik halinde olan ve Lenin ve Stalin’in partisinin yönetiminde komünizmi kuran bütün halktır.
Parti örgütlerimiz herkesi kapsayan kitlesel faaliyet sonucu büyük bir deneyim kazanmışlardır. Parti örgütleri, emekçi temsilcilerinden oluşan Sovyet’in seçim kampanyalarında tam anlamıyla her emekçiye ulaşmıştır. Fakat konferanslarda açığa çıktığı gibi, seçim kampanyası döneminde yapılan kitlesel etkinlikler yine de yetersiz kalmıştır. Politik, ekonomik ve öteki konularla ilgili raporların sunulduğu kolhoz köylüsü ile işçilerin katıldığı toplantılar birçok bölgede ender olarak düzenlenmiştir. Nüfusun bütün tabakaları, uluslararası durum, barış uğruna mücadele veren ülkelerde elde edilen başarılar ve halk demokrasisi ülkelerinde sosyalizmin kurulması gibi konulara büyük ilgi duymaktadırlar. Fakat bu konular her zaman yeterince anlatılmamaktadır, Parti örgütleri, emekçilerin hem Sovyetler Birliği’ndeki iç yaşam hem de komünizmin kurulması yolunda verilen mücadele sonucu ulaşılan başarılara yönelik ilgisine yeterince cevap verememektedirler.
Çeşitli raporların sunulduğu ve haddinden fazla toplantı ve seminer düzenleyen parti komiteleri, aylarca hiçbir raporun sunulmadığı sayısı oldukça fazla olan bazı fabrikaları nedense fark edememektedirler.
Parti örgütleri, kitlelerin komünist bilincinin artırıldığı ve ilerlememizin hızlandırıldığı sosyalizmden komünizme geçiş dönemindeki kitlesel-politik ve fikir-eğitici çalışmaları partinin öne sürdüğü görevlerin yerine getirilmesine yönelik verilen mücadeledeki ilk görev olarak görmelidirler.
Mesele sadece ‘ bu kitlesel çalışmaların herkesi kapsaması değil, çalışmaların içeriğinin daha da doyurucu olmasıdır. Sosyalizmin inşası sırasında, insanların kendisi gibi insanların ruhsal yapısı ile çevresiyle olan ilişkileri de tamamen değişmiştir. Halkımız artık geçmişteki halk değildir. Gelecekte de bugünkü gibi olmayacaktır, insanların kültürel-politik seviyeleri ile gayretle çalışmalarının nasıl yükseldiğini görmemek için kör olmak gerekir. Fakat yerel parti örgütlerinin bütün yöneticilerinin bu gerçekleri görerek pratik sonuçlar çıkardıkları söylenebilir mi? Ne yazık ki hayır.
Kitlesel çalışma tek amaç olmamalıdır. Bütün propaganda çalışmaları emekçileri yetkinleştirmeye, onların yaratıcı gücünü ve bilgisini artırmaya ve onların kültürel ve politik düzeyini yükseltmeye yönelik olmalıdır. Kitlelerle çalışmak demek, emekçilerin kendi deneyimlerini tam ve verimli aktarmaları ve komünizmin kurulmasında inisiyatif sahibi olmaları için bütün koşulların hazırlanması demektir.
Sosyalist düzenin en önemli özelliği her insanın yeteneklerini geliştirerek, onu toplumda her olaya karşı yararlı ve yaratıcı bir insan olarak yetiştirmektir.
İşçilerin makineye dönüştürüldüğü kapitalizmde yaratıcı düşüncenin bütün başarıları alışveriş ile tekelcilerin gruplar halinde zenginleşmesine ve savaşların hazırlanmasına hizmet etmektedir. Böyle bir yapılanmada herhangi bir kitlesel çalışma söz konusu değildir. Lenin “Kapitalizm köylü-işçi emekçi kitlelerin yeteneğine hâkim olarak onları ezdi ve onları yerle bir etti. İnsan kişiliğine yapılan bu zulüm, sıkıntı, yoksulluk ve hakaret sonucu yıkıma uğrayan yetenekler” diye yazmaktadır. Ancak sömürücü sistemin boğucu havasına ayak uyduran bazıları yaratıcı yetenekleri sayesinde başarıya ulaşmaktadırlar. Kapitalizmdeki çelişkileri göstermemeye çalışan burjuvazinin felsefeci kâhyaları sanatın özü ile ilgili sadece seçme sonucu elde edilen uygun bir sezgi, hayran edercesine kendinden geçme ya da akıl dışı olayları anlatan saçma sapan teoriler uydurmaktadırlar.
İnsanın bütün yaratıcı yeteneklerini ortaya çıkaracak koşullar sadece kapitalizmin yok edilmesiyle doğar. Sosyalist sistem ile üretim araçlarının ortak mülkiyeti, emekçileri, ülkenin gerçek sahibi olduklarını hissetmelerini sağlar. İnsanlarda toplumsal zenginliğe olan ilginin artırılması ve geliştirilmesi ilk etapta her teknik çalışmaya bir canlılık getirecektir. Sosyalist inşa süreci emekçi kitleler arasında sürekli yeni yeteneklerin boy vermesi demektir.
Kitlelerin yönetimi görevine, sürekli hep yeni şeyleri eklemek gerekmektedir. Çağdaş anlamda sosyalist rekabet ile Stakhanov Hareketi’nin ciddi başarılara ulaşması ancak ve ancak tam bir kalkınmayı garanti altına alan, hem gayretle çalışanları savunma hem de öncülerin edindikleri deneyimlerin yaygınlaştırılması yoluyla elde edilebilir. Parti yöneticileri, insanların yaratıcı emeğinin nasıl organize edilebileceğini insanların inisiyatifinin nasıl yönlendirileceğini bilmek zorundadır. Mesela “Kalibr” fabrikasını ele alalım. “Kalibr” fabrikası Stahanov kolektif çalışmasına örnek bir işletmedir. Burada her yeni ye akılcı teklif hemen dikkate alınmaktadır, atölyelerde yeni bir icadın gerçekleştirilmesine önemli toplumsal bir ilgi oluşmuştur. Ve bu fabrika durmadan gelişim göstermektedir. Böylesine kolektif bu çalışmaya mühendislerle beraber teknisyenler de katılmışlardır.
Fabrikada akılcı teklifler ile yeni icatların sayısı oldukça fazla, bu da hiç şüphesiz başarılı sonuçlar elde edilmesine yol açmaktadır.
Bütün bu başarıların “Kalibr” fabrikasında sadece insanlar çalışıyor diye açıklaması yapılamaz. Burada çalışanlar iyi yönlendirilebiliyor, teşvik edilebiliyor ve inisiyatifleri geliştirilebiliyor. Ne olursa olsun her Sovyet işletmesinde Stakhanov kolektif çalışmasına geçmek için tüm koşullar çok çabuk sağlanmalıdır. Her şey organizatör ile yöneticilerin kitlelerle akıllı bir çalışma yürütmesine bağlıdır.
Ne yazık ki emekçilerin yaratıcı inisiyatiflerine aldırmazlık ve bürokrasi gibi olaylar mevcuttur. Hatta dönemin en kitlesel bir hareketi olan sosyalist rekabet yöntemine şeklen bir geçiş söz konusudur. Bazı parti yöneticileri emekçilerin rekabete nasıl katıldıkları, ne türlü önerilerde bulundukları ve hangi zorluklarla karşılaştıkları gibi konularla hiç ilgilenmiyorlar. Rekabetlere böylesine bir tavır takınılmasına bürokratizm dışında başta ne denilebilir. Bürokratizm, kitlelerin hem inisiyatif sahibi olmalarını hem de onların enerjik ve bağımsız çalışmalarını engeller.
Bazı parti örgütleri, yetenekli insanların tecrübelerinin yaygınlaşmasına yeterince ilgi göstermiyor. Yeni ve öncüleri aktif olarak desteklemeyenin ilerlemeye engel olduğunu söylemeye gerek yok. Yeni ve ilerlemeyi zamanında fark edip desteklemeden yoksun olan yönetici Bolşevik anlayışa göre sözde bir yöneticidir.
Kursk Bölgesi parti komitelerinin geçenlerde yaptığı bir çalışmadan yararlı bir ders alınabilir. Kursk Bölgesi parti örgütleri eski yöneticilerinin, kolhoz üretiminde emeğin nasıl organize edilmesi gerektiğini bilmemelerinin nelere yol açtığını herkes görmüştür. Kursk’taki yöneticiler yeni ve ilerici olan bir şeyin zamanında farkına varamayıp, kolhozlardaki çalışmaları iyice öğrenip analizini yapmadıklarından dolayı büyük hataların yapılmasına izin vermişler ve kolhozlardaki üretici ekipleri ayrı ayrı gruplara ayırarak büyük teknik makinelerin kullanımına engel olmuşlardır. Bölge parti örgütlerinin bu hatalarının görüşülmesi sırasında ortaya çıkan bazı gerçekler bölge komitelerinin kitlelerle iyi bir diyaloga sahip olmadıklarını ve kolhoz köylülerinin öncü insanlarına yeterince destek vermediklerini ortaya koymaktadır. Bölge komitelerinin makine-traktör istasyonlarındaki politik çalışmalara ilgisiz kaldıkları ve üretici kolhoz parti örgütleri yerine bölgesel tarım parti örgütleri kurulması gibi yanlış bir yola gittikleri rastlantı değildir. Bu da haliyle kolhozlardaki politik parti çalışmalarının zayıflamasına yol açmıştır.
Bütün parti örgütleri Kursk Bölgesinde olanlardan ciddi dersler çıkarmalı ve kitlelerin Bolşevik tarzda yönetimini yeniden hatırlamalıdır. Yani geriye değil ileriye yönelmek ve bunu parti örgütlerinin bütün otoritesiyle desteklemek gerekmektedir.
Parti ve Sovyet organlarının, işçi, kolhoz köylüsü ve aydınlardan aldığı çok sayıdaki mektup ve yazılar kitlelerin hem aktif olduklarını ortaya koymakta hem de onların yeni ve ilerici eğilimlerinin önüne dikilen engellerin ortadan kaldırılması gereğini göstermektedir. Kafası örümceklenmiş bürokrat, bunları kişisel bir sızlanma olarak nitelendirmektedir. Aslında, Sovyet insanının parti ya da Sovyet organlarına gönderdiği kişisel şikâyetlerin ifade edildiği bu mektup ve yazılar her şeyden önce yetersizliklerin düzeltilmesi ve çalışmaların daha da iyileştirilmesi konusunda yardımcı olabilecek önemli belgelerdir. Parti ve Sovyet organlarının aldıkları mektup ve yazılar oldukça farklı konulan içermektedir. Bunlarda hem üretimdeki öncülerin vatansever çabaları, hem çeşitli örgütlerin kötü çalışmaları, hem de bürokratizm konusunda çeşitli bilgiler bulunmaktadır.
Parti örgütlerinin emekçilerden gelen mektuplar karşısındaki bu tutumu parti örgütlerinin kitlelerle olan ilişkisinin ne düzeyde olduğunu ve yine parti örgütlerinin emekçilerin sesine ne derece kulak verdiğini ya da emekçilerin ihtiyaçlarına ve sorunlarına nasıl bir tavır takındıklarının açık bir göstergesidir. Birçok parti örgütünün son zamanlarda emekçilerden aldığı mektup ve yazılar karşısındaki tutumlarını biraz da olsa düzelttikleri ve Sovyet ve ekonomik organlardaki şikâyet ve mektupları gözden geçirdikleri, mektuplara kayıtsız davranışlarından dolayı bürokratları sorumlu tuttukları konferanslarda fark edilmiştir. Fakat emekçilere gönderilen mektupların cevapları içeriksiz yazılardan başka bir şey değildir. Bazı kurumlarda çalışanlar ise bu mektuplarla ilgili birtakım önlemler alacaklarına, mektupları başka bir merciye havale etmekle yetinmektedirler.
Parti komiteleri emekçilerin mektuplarını derinden anlamaya çalışmak ve ikinci derecede bir çalışanın değil bütün örgüt ve kurumlardaki yöneticilerin bu mektuplarla ilgilenmelerini sağlamak zorundadırlar. Parti örgütleri, emekçilerin şikâyet ve haberlerine konu olan, ilkesel anlam taşıyan ve uygun parti kararlarının alınmasını gerektiren sorunları, kendileri açığa çıkarmak zorundadırlar. Önemli parti kararları ile devlet organları kararlarının bazı çalışanların mektup ve haberleri sonucunda alındığının birçok örneği vardır.
Parti yöneticisinin politik olgunluğu, yenilik duygusu ve kitleleri akılla yönetmek, günlük çalışmalarda esas meseleleri kavramak ve parti örgütlerinin dikkatini o konular üzerinde toplamak demektir. Kendi başına önemsiz meselelerle ilgilenen ve gelecekle ilgili konulara kayıtsız kalan bazı çalışanlar, konferanslarda birtakım eleştirilere maruz kalmışlardır. Kitleleri ileriye götürmesi gereken yöneticiler neden çoğu zaman bugünü düşünüyorlar da geleceğe hiç bakmıyorlar? Parti konferanslarında yaygın şekilde gerçekleşen eleştiri ve özeleştiri buna tam detaylı bir yanıt vermiştir; her şey partinin çalışma tarzına ve yöntemine bağlıdır.
Parti yönetiminin gücü, devletin ve partinin almış olduğu kararların yerine getirilmesine Sovyetleri ve birçok toplumsal örgütü doğrudan doğruya dâhil etmesinden ve bu kararların yaşama geçirilmesinde geniş emekçi kitleleri aktif bir şekilde mücadeleye çağıran ve yine bu kararların gerçekleştirilmesini kontrol etmesinden kaynaklanmaktadır. Fakat bazı parti yöneticileri tarımı, Stalin yoldaşın öğrettiği gibi Sovyet ve tarım organları aracılığıyla yöneteceklerine parti mekanizmasından farklı, genel geçer ve yararsız bir organla yönetmeye çalışmaktadırlar. Çalışmalara aktifleri dâhil etmedikleri gibi partinin alt örgütleri ile bağ kurmuyor ve geniş emekçi kitlelerine ulaşamıyorlar. Bu gibi komiteler sadece çalışanlardan oluşan küçük bir grubun yardımıyla hareket etmeyi tercih ediyorlar. Böylesine hatalı bir çalışmanın tarımda başarısızlığa yol açtığı ve parti örgütünün kitlelerle olan diyalogunu zayıflattığını konferanslarda açık bir şekilde gördük.
Parti yönetiminin tarzı ile metodunun gerçekleştirilmesi ve SBKP(B) tüzüğüne uygun olarak alt parti örgütlerinin rolünün artırılmasına yönelik görevler parti konferanslarında açıkça ortaya konulmuştur. Bu, işçi, köylü ve aydın kitlelerini parti yönetim organlarıyla iyi bir diyaloga götürmektedir. Alt örgütler kitlelere herkesten daha yakın olduklarından atölye ve kolhoz ekiplerindeki yeni teşebbüsler, ihtiyaçlar ve sorunlar konusunda daha çabuk bilgiye sahip olmaktadırlar. Yönetici parti organları kitlesel çalışmaları özellikle alt parti örgütleri aracılığıyla yürütmek zorundadırlar.
Parti örgütleri, kitlelerle Sovyet, sendika ve komsomol gibi kitlesel örgütlerin çok yönlü kurumları aracılığıyla sıkı bir ilişkiye girme imkânına sahiptirler. Parti örgütleri bütün bu kurumların yönetici çekirdeğini oluştururlar ve faaliyetin daha iyileştirilmesi konusunda mücadele etmek zorundadırlar. Ayrıca, parti organlarının direktifleri önceden iyice düşünülmeli ve hayata geçirilmesi sırasında yanlış yapılmamasına hassasiyet gösterilmelidir. Bazı parti yöneticileri bütün devlet ve toplumsal kurumlar için parti örgütlerinin otoritesinin ne kadar önemli olduğunu ve parti direktiflerinde hata yapılmasının hangi sonuçlara varacağını tam olarak her zaman kavrayamamadadırlar. Parti komiteleri sadece aldıkları kararlardan değil aynı zamanda o kararların uygulanmasından doğacak olumsuz sonuçlardan da sorumludur.
Partinin bazı kasaba, şehir ve bölge komitelerinin yetersiz çalışmaları Sovyet organlarının zayıf yönetilmesine yol açmaktadır. Bölgesel parti toplantılarında Penzen Bölge Delegasyonu haklı olarak kınanmıştır. SBKP(B) Penzen Bölge Komitesi ile örgütleri, bölge örgütlerinin faaliyetlerini yönlendireceklerine onlardan ayrı çalışmışlardır. Bazı yerel örgütler de bölge komitesinin bu yanlış çalışma tarzını örnek almışlardır. Ekonomi ile ilgili bütün meseleler konusunda kendileri kararlar almaya çalışarak yerel Sovyet ile diğer yerel kurumların yürütme organlarının görev alanlarına giren sorumlulukları kendileri üstlenerek Sovyet organları arasında çıkacak olan yeni aktifleri hiç düşünmemişlerdir. Sovyetlerin yönetiminin devamlı iyileştirilmesi ve işçi, kolhoz köylüsü ve aydınlarla olan diyalogun daha da sağlamlaştırılması ve ekonomik-politik kararların alınmasında Onların da seferber edilmesi için emekçilerin evrensel kitle örgütlerinin büyük gücünden tam olarak yararlanılması parti örgütlerinin en önemli görevidir.
Özellikle alt kademedeki köy, kasaba, şehir ve bölge Sovyetlerinin ve bunların çevresindeki aktiflerin çalışmalara ve komisyonlara dahil edilmesini sağlamak gerekir.
Parti örgütleri sendikalara yardım ederek onların çalışmalarını yönlendirmeli ve emekçilerin komünist eğitimi ve işletmelerdeki sosyalist yarışın geliştirilmesi konusunda sendikaların önemini vurgulamalıdır. Sendikal kurumlardaki bürokratik unsurlar ile emekçilere kötü davranışlar ve demokratik sendika sistemini bozan durumlar ortadan kaldırılmalıdır. Sendika üyeleri karşısındaki sorumluluklarını unutarak bağımsız olarak tek başlarına kararlar alan bazı sendika çalışanları parti örgütleri toplantılarında şiddetle eleştirilmişlerdir. Bazı sendika çalışanları kolektif anlaşmaların uygulanması ve emekçilerin yaşam koşullarının daha da düzeltilmesi konusunda yeterince mücadele etmemektedirler. Sendika örgütlerinin yetersiz derecedeki bu yönetimi konferanslarda örnekler halinde gözler önüne serilmiştir. Parti komiteleri sendika organlarının yönetimlerini güçlendirmek, komünist-sendika çalışanlarının kitlelere karşı sorumluluklarını artırmak ve sendika üyelerinin ihtiyaçları ve şikâyetlerine yeterince kulak verilmesini sağlamak zorundadırlar.
Parti, genç neslin komünist eğitimine olanak veren ve kitlesel bir örgüt niteliği taşıyan komsomol çalışmalarına büyük önem vermektedir. Fakat parti komitelerinin yanlış yönetimleri sonucu bazı komsomol örgütleri görevlerini yeterince yerine getirememektedir. Hem birçok kolhozda hem de komsomol örgütlerine bağlı bazı kurumlarda yeterince genç bir araya getirilemiyor. Komsomol örgütlerinin çalışmalarına gençliğin giderek artan ilgisi yeterince değerlendirilemiyor ve gençliğin gelişen düşünsel ihtiyaçlarına ve Sovyet vatanı ile partinin davasına yararlı hizmet verecek eğilimlere cevap verilemiyor. Parti örgütleri komsomolların dikkatini hem gençliğin eğitilmesine, hem politik faaliyete katılımına hem de toplumsal yaşama ve üretime aktif olarak katılmasına yöneltmelidir.
Parti, sürekli olarak, partisiz emekçilerin etkin çalışmalarına da dayanmaktadır. “Parti böyle aktif çalışma olmadan milyonlarca halk kitlesinin yönetime ortak olmasını sağlayamaz. Bu, yönetimin en temel koşullarından birisidir.” (Stalin yoldaş) Aktif olanların sayısını artırmak, onları politik olarak yetiştirmek ve onların çalışmalarına sürekli dayanmak gerekir.
Parti yöneticileri ile Sovyet çalışanları, kitlelerle beraber yürütülen çalışmalara şahsen katılmalı ve toplantılarda kolhoz köylüleri ve işçilerle beraber olmalıdırlar. Ve hem parti hem hükümet kararları hem de bölge ve şehirlerin yapması gereken görevler konusunda raporlar sunmak zorundadırlar. Kitlelerle sürekli görüşülerek onların sorunları ve ihtiyaçları konusunda bilgi alınmalıdır. İşte bu, Bolşevik yönetimin önemli özelliklerinden birisidir.
Ekonomik ve kültürel yaşamla ilgili konulardaki başarılı kararların uygulanması, parti yöneticilerinin, parti örgütlerinin yürüttüğü politik ve örgütsel çalışmanın düzeyine bağlıdır. Kitlelerle ilişkilerin sağlamlaştırılması ve halkın sesine sürekli kulak verilmesi Bolşevik yönetiminin gücünün ve yenilmezliğinin temelidir.
Stalin yoldaş, “Doğru yönetmekle birincisi: kitlelerin kazandıkları yaşam deneyimlerini bilmeden sorunlara doğru çözüm bulmanın imkânsız olduğu, ikincisi: kitlelerin yardımına başvurmadan alınan kararların uygulanmasını organize etmenin imkânsız olduğu, üçüncüsü: yine kitlelerin yardımı olmadan kararların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmeyi organize etmenin imkânsız olduğuna” işaret etmektedir.
Kitleler, komünist toplumun inşa sürecinde yaratıcı yönetimi gerçekleştirmeye yararlı olabilecek büyük bir pratik deneyime sahiptirler. Parti, kitlelerin yaşam deneyimlerini iyice öğrenebilmek ve davamız için yürütülen bütün çalışmaları daha da iyileştirebilmek ve tüm bunlardan yeterince yararlanabilmek için eleştiri ve özeleştiriye büyük önem vermektedir.
SBKP(B) MK seçmenlere hitaben yazdığı bildiride partili ve partisiz yoldaşların davamız uğruna verilen mücadeledeki yetersizliklerinin yol açabileceği zaaflara dikkat çekmiş ve bu hataların giderilmesinin yollarını kolayca bulabileceklerini ifade etmiştir.
Parti eleştiri ile özeleştirinin susturulmasına yönelik her türlü teşebbüse karşı kararlılıkla mücadele etmektedir. Ve yine, parti, alt tabakalarından gelen eleştirilere kulak asmayan parti çalışanlarını parti yönetiminin otoritesini sarsan ve parti karşıtı bürokratlar olarak nitelendirmektedir.
Kitlelerle olan bağın sürekli geliştirilmesi ve sağlamlaştırılması Bolşevik partisinin en temel örgütsel ilkelerinden biridir. Lenin ve Stalin, komünist partisinin işçi sınıfının öncüleriyle milyonlarca emekçi arasındaki diyalogu canlandırdığını ve tarihteki olaylar ile devrimci örgütlenmelerdeki ciddiyetin doğrudan doğruya milyonlarca emekçi kitlelerinin bilinçli olarak bu devrimci örgütlere katılmalarına teşvik edilmesine bağlı olduğunu öğretirler. Lenin der ki: “Partimiz ile Sovyet egemenliğinin, her zamanki zorlukları ve görevleri göstererek emekçi kitlelere hitap etmesi zafere ulaşmamızın en büyük koşuludur; kitlelere her şeyi mantıklı bir şekilde açıklayarak tüm çalışmalarımızda bütün kuvvetlerden birine ya da diğerine destek vermek gerekir, devrimci gayret isteyen çalışmaları her zamanki önemli görevlere toplayarak kitlelerin enerjisini, kahramanlıklarını ve heyecanlarını seferber etmek gerekir.”
Parti çalışmaları parti örgütlerinin mücadele yeteneğini geliştirmek ve kitleler arasında partinin etkisini artırmak ve milyonlarca yeni emekçinin politik yaşama ve üretime aktif olarak katılımını sağlamak amacını gütmektedir. 1950 yılında hazırlanan Halk Ekonomisi Planı’nı vaktinden önce gerçekleştirip hem ekonomi hem de tarımda yeni başarılar elde edilmesi için sosyalist yarışı yaygın hale getirmek gerekmektedir.
Stalin yoldaş Bolşevik Partisinin deneyimlerinden yola çıkarak kitlelerin politik olarak yönetimi konusunda Lenin’in düşüncelerini geliştirdi. Önder Stalin’in direktiflerini sebatla yerine getiren ve çalışmalarında Lenin ve Stalin’in ilkelerini uygulayan parti, kitlelerle olan bağını geliştirmekte ve sağlamlaştırmaktadır. Ve komünizmin inşası için verilen mücadelede yeni başarılara ulaşmaktadır.

Bolşevik, No: 10, Mayıs 1950 Başyazı: Sayfa: 1–9
Rusça aslından çeviren: H. H. Ceylan

Aralık 1998

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑