Türkiye’de seçim tartışmaları birkaç yıldır yapılıyor. Seçim sisteminin değiştirilmesi tartışmalarıyla birlikte seçimin kendisi, bu süreçte, gündemde hep bir yer buldu. Birkaç aydır ise, parlamento, yerel seçimlerle birleştirilmiş genel seçim kararını büyük bir oy çoğunluğuyla almış bulunuyor. Tarih de belli: 18 Nisan.
Bir değişiklik beklenemez mi? Her derde deva olarak ileri sürülen seçimin, şimdilerde hem de özellikle devletin yüksek katlarında yaygın bir şekilde gereksizliğine ve 2000’e ertelenmesine ilişkin görüşler ortalıkta dolaştırılıyor. Kimse, hâlâ, seçimlerin 18 Nisan’da kesin olarak yapılacağını söyleyemiyor. Ancak yine de alınmış kararıyla seçimlere gidiliyor gibi görünüyor.
Bu durum, sorunun ele alınıp incelenmesini gerekli kılmaktadır.
Ancak, seçime ve seçim faaliyetine ilişkin konuşabilmek açısından, öncelikle, seçime gidilen koşullar ve politik ortamın, seçimden beklenen ve ona yüklenenlerle birlikte gözden geçirilmesi zorunlu görünmektedir.
ÇOK YÖNLÜ İSTİKRARSIZLIK
Türkiye, aktüel durumuyla, bir yandan çok yönlü bir istikrarsızlığın ciddi boyutlar kazandığı, diğer yandan istikrarı sağlama çabalarının olağanüstü hal aldığı bir ülke.
Emperyalizmin, işbirlikçilerini peşine takarak uygulamaya çalıştığı neoliberal globalleşmeci politikalarla, Türkiye’nin, “Yeni Dünya Düzeni”nin bütünleyici parçası, bir açık pazar olarak yeniden örgütlendirilmesi dayatması, istikrarsızlığın temel bir etkeni durumunda.
Üstelik Güneydoğu Asya’dan başlayarak, Rusya ve Latin Amerika’yı kıskacına alan kapitalizmin krizi, yalnızca bir dış etki olarak değil ama doğrudan ülke ekonomisinin derinliklerinden gelen etkisiyle, ülkenin uzunca bir süredir içinde çırpındığı istikrarsızlığı içinden çıkılmaz bir düzeye yükseltmektedir
İSTİKRARI SAĞLAMA ÇABALARI DA İSTİKRARSIZLIK UNSURU DURUMUNDA
Globalleşmeci politikalarda ısrar ve egemenlerin krizin yüklerini emekçi sınıflara yıkma geleneksel tutumu, ekonominin istikrarını daha da bozucu etki yaparken; başta generaller olmak üzere egemenlerin, ekonomideki istikrarsızlığın tahrik ettiği politik istikrarsızlığı gidermeye yönelik önlemleri, istikrar yerine istikrarsızlık dinamiği olarak rol oynuyor.
Türkiye’de işbirlikçi büyük burjuvazinin daha çok generaller eliyle uygulamaya koyduğu istikrar politikalarının kısa geçmişine bir göz atıldığında, bu politikaların verdiği tersine sonuçlar kolaylıkla görülecektir.
’95 seçimlerinden sonra, büyük sermayenin asıl tercihi olan ama başbakanlık paylaşımının sorun olmasıyla gerçekleşemeyen ANAYOL zorlamasıyla geçen uzunca bir çekişme ve kararsızlık döneminin sonunda, emekçi kitleler içindeki örgütlülük düzeyi dolayısıyla aldatıcı ve yatıştırıcı politikaları uygulayabilecek tek politik mihrak olan Refah Partisi hükümetiyle istikrar arayışı; kısa sürede fiyaskoyla sonuçlandığı gibi, bu partinin kapatılmasına da götüren yeni bir istikrarsızlık unsuru olarak ortaya çıktı. Üstelik sağlam ve güçlü bir politik odak yaratmak üzere, “merkez sağ” partiler olarak birleştirilmeye çalışılan ANAP ve Doğru Yol partileri, bu süreçten ayrılıkları güçlenerek ve birbirinden uzaklaşarak çıktılar.
28 Şubat’la Refah-yol hükümetinin devrilmesini zorlama döneminden geriye, egemenler açısından uzun vadeli bir istikrar unsuru olarak rol oynamaya başlayan, “şeriatçı-laik” saflaşması dayatması dolayısıyla, emekçilerin bölünmesi yönündeki kazanımlar kaldı. Önemli ölçüde ilericiyi, demokratları, solcuları “şeriatçılara karşı savaş” sloganıyla etkileyip geniş bir dindar kitleyi de “dinini savunma” tutumunda militanlaşmaya iterek, kolay yönetilebilmelerini olanaklı kılmak üzere emekçilerin birbirlerine karşı safa girmeye zorlanıp bölünmesi, kuşkusuz, düzenin bir istikrar unsurudur.
Ancak bu kazanım dışında, atılan tüm diğer adımlar sonuçsuz kaldı ve bunlarla amaçlananlar gerçekleşmediği gibi; durum daha da karmaşıklaştı.
Refah Partisi ile ortaklığında bu partiye verdiği tavizler ve daha da çok 28 Şubat’ın ortağı olduğu kendi hükümetini ve dolayısıyla kendisini de hedeflemesi, DYP ve Çiller ile “güçlü merkez sağ” açısından bir başka zorluk oluşturdu. Sağda kişisel ve zümresel çıkar çelişmeleri artarken ANAP ve DSP birbirine yakınlaşmaya başladı.
Yolsuzluklara karşı savaş, “sistemin temizlenmesi” adına emekçi kitlelerin düzene yeniden bağlanmasının unsuru olarak önemliydi ve “önemle” ele alındı. Refah Partisi’ne yönelik “1 trilyonluk” parti yardımının “kaybolması” konusunun yanında, ondan da önemli olarak Çiller’in mal varlığı soruşturma konusu edildi. İki parti bu “baskıyla köşeye sıkıştırılıyor, devletin yüksek katlarından seslendirilen projeye uyumları isteniyordu. Kapatılan Refah’ın yerine kurulan Fazilet Partisi, bu baskının muhatabı olmaya devam ediyor. Çiller’e yönelik baskı ise, bir dönem kişisel olarak devreden çıkarılarak “merkez sağ”ın Çiller’siz birleştirilmesi projesinin bir unsuru olarak sürdürüldü, Ancak en çok şikâyet edilen istikrarsızlık unsuru olan sağın ve “sol”un bölünmüşlüğü ve dağınıklık nedeniyle, yani giderilmeye çalışılan istikrarsızlık dinamiklerinin bizzat kendileri dolayısıyla bu proje de fiyaskoyla sonuçlandı. Çiller ve Yılmaz, karşılıklı olarak partileri aracılığıyla birbirlerini akladılar. İkisinin de soruşturulmasına gerek olmadığı, başlıca ikisinin anlaşmalarıyla kararlaştırıldı ve bir dönem üzerinde şiddetli bir politik çekişme yürütülen mal varlığı-yolsuzluk tartışması sonuçsuz kapanmış oldu.
28 Şubat ürünü olan ve “merkez sağın birleştirilmesi” projesinde umut bağlanan DTP ise, bir gelişme gösteremedi. Hükümet ortağı olmasına karşın, milletvekili ve hatta bakan kaybetme sürecinde erime yolunu tuttu.
Cindoruk’a, egemenlerin Demirel’in ağzından ifade ettikleri “Başkanlık Sistemi” ve “seçimin ertelenmesi” gibi önerileri seslendirmek düştü.
Ve Doğru Yol, mal varlığı soruşturması anlaşmayla geri alınmasına karşın, Refah ortaklı hükümetten düşürülmenin yanında DTP ile eritilme politikasının muhatabı olarak, ANAP’la yan yana gelme ve birleşme zorlamasına daha bir hırsla direnmeye itildi. Oysa amaçlanan, siyasal istikrarın temel bir faktörü olarak “merkez sağ”da birleşmiş güçlü bir parti etrafında yığınların toplanmasıydı.
SAĞI VE “SOL”U MERKEZDE TOPLAMA ÇABALARI SONUÇSUZ KALIYOR
Sağda ve “sol”da birden fazla düzen partisinin varlığı, emekçi yığınları partileri aracılığıyla kendisine bağlamada zaten zorlanan sistemin zorluklarını büyütüyor. Bu nedenle, sistemin belli başlı bütün temsilcileri, sağda ve “sol”da bölünmüşlükten yakınıyor ve bu bölünmüşlüğün giderilmesini zorunlu görüyorlar.
Koalisyonların istikrarsızlık unsuru olduğu propagandasıyla işe koyulan 12 Eylül, siyasal rejimi, sağda “sol”da iki parti üzerine kurmuş, Özal’ın ANAP’ına “buçuk” parti olarak razı olmuştu. ABD. “demokrasisi”ndeki gibi bir parti iktidarda diğeri” muhalefette olacak; iktidarda yıpranan muhalefete, muhalefette güç toplayan iktidara geçecekti.
“Buçuk” parti, Almanya’da FDP (Liberal Demokrat Parti) türünden denge unsuru olarak rol oynayabilirdi; ancak daha ötesi, çok sayıda partinin güç kazanması, istikrar bozucu varsayılmıştı. Bu nedenle, sağ ve “sol” merkez partileri dışındaki radikal partilerin güç kazanmaları, dolayısıyla parlamentoya girmeleri ve parlamenter imkânlarla güçlerini büyütmeleri, barajlarla önlenmeye çalışıldı. Yüzde on gibi oldukça yüksek ülke barajının yanı sıra çoğu yerde yüzde elliye varan il barajlarıyla, radikal ve olağan dönemlerde küçük olmaları doğal olan, partilerin parlamentoya girmeleri ve parlamentodaki partilere kitleleri avutmanın karşılığı olarak sunulan imkânlardan yararlanmaları neredeyse imkânsız kılındı.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Barajları önce ittifaklar yoluyla Refah Partisi ve ardından HEP deldi.
RP, bir sistem partisiydi; ancak özellikle tabanındaki radikal unsurları tatmin etme ve din propagandasının yanında “sol” ve “ulusal” sloganlarla büyüttüğü tabanının beklentilerini karşılama olmasa da en azından yatıştırma ihtiyaçlarının dayattığı bir dizi propaganda amaçlı şovları bile, istikrar sorunu yaşamakta olan düzen açısından sorun oldu. 28 Şubat, bir yönüyle, iç ve dış politika açısından Türkiye’nin yalnızca görünüşte radikal siyasal şovlara bile tahammülü olmadığının kanıtı olarak gündem aldı.
Bir 28 Şubat hükümeti olan CHP’nin dışarıdan desteklediği ANAP-DSP-DTP hükümeti, hem sağ ve “sol”un bölünmüşlüğü ve “şeriata karşı savaş” dayatması koşullarında mümkün tek “alternatif” hem de yaratılan ortamda sağın birliğini DYP’nin parçalanması girişimiyle ANAP’a bağlanan DTP üzerinden sağlamaya yönelik bir zorlamaydı. Bu dönemde “Yüce Divan”a gönderilme, Çiller açısından bir tehdit olmaktan çıkmış, devreden çıkarılmasının pratik aracı haline getirilmişti. Ancak, başlıca Baykal’ın kısa günün kârı hesapsızlığı nedeniyle bu hesap da tutmadı.
“Şeriata karşı savaş” ve “Atatürkçülük” rüzgârıyla yelkenlerini şişirdiğine ve puan topladığına inanan Baykal ve CHP, çizmeyi aşıp gereğinden fazla büyük oynamaya ve tasarlanmış senaryoyu geçersizleştirerek kendi çıkarlarını dayatmaya kalkıştı. Hükümetten desteğini çekti; Çiller ile birlikte Yılmaz’ı da “Yüce Divan”a gönderme ve Fazilet Partisi’nin de zor durumunda meydanın başlıca kendisine kalacağı koşulların arayışına girdi. DTP’nin erimeye başlamasıyla 28 Şubat hükümeti zaten sonuna yaklaşmıştı; ancak kalktığı atakla Baykal, büyük sermaye açısından güvenilmezliğini bir kez daha ortaya koymuş oldu: Hırsı boyundan büyüktü. Bu gelişme, “sol”da, bir süredir, çizdiği “devletin âli menfaatlerini gözeten oturaklı devlet adamı” görüntüsü ile yıllar sonra bu defa büyük sermayenin “umudu” haline gelmiş olan Ecevit’in yıldızının daha da parlamasına götürdü. Ecevit, üstelik “dürüst’tü ve bu özellik, yolsuzluğa bulaşmamış hemen hiçbir parti ve liderin kalmadığı koşullarda bulunmaz bir yapıştırıcıydı.
Ecevit, ödülünü aldı ve hükümeti kurmakla görevlendirildi. Kendi başlarına beceremeyecekleri görünen ANAP’la DYP’nin akınlaşmalarının sağlanması ve sağda birlik sorunsalının çözümü de, bu görevlendirmeyle Ecevit’e verilmiş oldu. “Karaoğlan” bu görevi pek benimsedi ve hemen kolları sıvadı. ANAP’la DSP neredeyse blok kurmuştu. Çiller, şimdi bu yeni girişimle sağda birlik için teslim alınmaya çalışılıyordu. Bir yandan eski müttefikinden koparak iki yıllık politik yatırımlarını elden kaçırmak istemeyen Çiller, öte yandan önünde açılan yeni ikbal kapısını da reddedemez durumda manevralar yapmaya zorlanmaktaydı.
Görünen, sağın birliğinin, bu kez solcu iddialı Ecevit eliyle seçim öncesinde olmazsa bile sonrasında bir türden sağlanması kararlılığının tartışmasız olduğudur.
“Sol”un birliği ise, bir başka bahara kalabilir ikincil dereceden ve daha ağırdan alınmaya yatkın bir sorun olarak görünmektedir. Büyük sermayenin sağın ve “sol”un birer merkez partisinde toplandığı ve bu iki parti arasındaki yer değişiklikleriyle yürütme (hükümet) sorununun istikrarsızlık etkeni olmadan çözümlenebileceği siyasal örgütlenme (rejim) projesi, bugün için ağırlıklı olarak merkez sağın istikrar kazanması dinamiği üzerine kuruludur. Bugün oy tabanı olarak “sol”un hükümeti elde etmeye yetecek güce sahip olmadığı ve birleşme sorununun çözümünün zamana bırakılabileceği, hemen herkesin hemfikir olduğu bir gerçektir. Bu nedenle, öncelikli bir zorlama konusu yapılmamakta, büyük sermayeye kendisini tamamen kanıtlamış Ecevit’in, zaman içinde güç biriktirerek, bu sorunu, partisi ve “güvenilir ve akıllı sol” lehine çözmesi ya da zamanın gösterebileceği bir başka çözüm beklenebilmektedir.
EMEKÇİ KİTLELERİ DÜZENE KARŞI KIŞKIRTAN NESNEL KOŞULLAR GELİŞİYOR
Sağın ve “sol”un birleştirilmesi, bir istikrar unsuru olarak, büyük sermaye açısından özellikle günümüz koşullarında’ önemlidir. Bu önemi büyüten ve acil kılan iki temel etken, globalleşmeci politikaların mümkün en üst düzeyde politik istikrarı varsayması ve yaşanmakta olan ve derinleşmesi kaçınılmaz görünen kapitalizmin krizidir. Emekçi kitleleri sisteme karşı kışkırtarak yönetmeyi zorlaştıran bu iki etken, düzen partilerinin bugünkü dağınıklığı ve’ hükümet oluşturmanın zorluğu ile siyasal rejimin, başka bir deyişle devletin biçim olarak örgütlenişinin bugünkü türüyle altından kalkılması oldukça zor yıkıcı roller oynayacak görünmektedirler. Son yıllarda sistemin çok sayıda temsilcisinin “sosyal patlama tehlikesi” vurgusu yaptığı hatırlanırsa, bu temsilcilerin temsilciliğini yaptığı işbirlikçi büyük burjuvazinin sağ ve “sol” partilerin merkezde birleşmesi de içinde olmak üzere rejim sorununu neden masaya yatırdıkları ve ciddi önlemler arayışı içinde oldukları anlaşılır olacaktır.
GLOBALLEŞMECİ POLİTİKALAR DÜZENE KARŞI TAHRİK UNSURU
Özelleştirme ve esnek çalışma başta olmak üzere çalışma yasalarının globalleşmeci emperyalist politikalarla, “Yeni Dünya Düzeni”nin ihtiyaçlarıyla oyumlandırılmasına yönelik yeniden düzenlenmesi ya da bütünüyle ortadan kaldırılmasını da kapsayan ekonomik yaşamın ve onun temel bir yönü olarak çalışma yaşamının yeniden yapılandırılması, en başta kazanılmış bütün hakların gasp edilmesi anlamına gelirken, işsizlik, sendikasızlık ve dolayısıyla hak savunamazlık, sefalet ve açlık stoklarının birikimi demektir. Bu sonuçlar, başlı başına emekçileri ayağa kaldırıcı ve hak aramaya teşvik edicidir. Son birkaç yılda giderek artan kararlılık ve kitlesellikte ayağa kalkmakta ve Yatağan’la SEKA gibi örneklerde saldırıyı geçici de olsa püskürtme başarısı göstermekte olan emekçi kitlelerin globalleştirme politikalarına karşı tepkileri, potansiyel bir tehlike olmaktan çıkmakta ve üstesinden gelinmesi zorunlu pratik bir tehlike halini almaktadır. Ve işçi ve emekçilerin eylemleri sadece haklarını korumaya çalışmakla kalmamakta, dolayısıyla ekonomik mücadele sınırlarını aşmaktadır.
Ekonomik alanı ilgilendirse de devlet ve yürütmesi olan hükümet eliyle politik irade ürünü olarak yürütülen globalleşmeci uygulamalar, emekçilerin eylemlerinin, henüz farkında olsunlar ya da olmasınlar, politik alana taşmasına ve devlete karşı yönelmesine yol açmaktadır. Üstelik emperyalizmin dayattığı bu politikalar, emekçilerin kendilerine karşı yöneltilmiş saldırıların kaynağında emperyalizmi görmelerini kolaylaştırmaktadır. Gelişme dinamiklerinin bu özelliği, emekçileri politik tutumlar alma ve mücadeleye yönelten önemli bir etken durumundadır. Bu etkenin rolünü burjuvaziyi korkutucu şekilde oynamakta oluşu, Yatağan’da “Kahrolsun IMF Bağımsız Türkiye”, SEKA’da “Bugün SEKA yarın Türkiye” sloganlarının mücadeleci işçi kitlesinin sloganı olarak ortaya çıkmasında ve memurundan esnafına geniş emekçi kitleleri işçilerin etrafında toplayıcı karakterini açığa vurmasıyla kanıtlanmıştır. Globalleşmeci politikalarla emperyalizm ve güdümündeki işbirlikçi burjuvazinin ekonomik saldırganlığının geniş emekçi yığınların politikleşmesini olağanüstü kolaylaştırıcı rol oynadığı net bir gerçektir.
RANTİYENİN BÜYÜMESİ, BİR BAŞKA TAHRİK UNSURU
Öte yandan, Türkiye’yi emperyalizmin tam bir açık pazarı kılmaya yönelik globalleşmeci politikalar, üretim yerine rantiyeyi, arsa ve para spekülasyonunu, kapkaççılık ve vurgunculuğu teşvik ederek zaten dengeleri bozuk olan ekonomiyi çöküşe götürmektedir. Globalleşmeci ekonominin yeniden yapılandırılması politikalarıyla birlikte, rantiye, faiz ve spekülasyon, o derecede büyümüştür ki, son birkaç on yılda dev büyüklüklere ulaşan türedi holdingler, büyük zenginler bir yana Türkiye’nin Koç ve Sabancı gibi belli başlı holdingleri bile yıllık gelirlerinin yarısından çok fazlasını repo, faiz, borsa oyunları türünden rant gelirleri olarak sağlar olmuşlardır. Büyük iç ve dış borçlanmalar, devlet harcamalarının finanse edilmesinin vergilerle birlikte birincil kaynağı durumuna getirilmiş ve kuşkusuz, devlet ihalelerinin yanı sıra bir avuç büyük zenginin zenginliklerinin katlanmasının aracı kılınmıştır. Üstelik bir de kayıt-dışı dev ekonomi vardır ve büyüklüğü yüz milyar dolar kadar tahmin edilmektedir ve bu rakam devlet bütçesinden büyüktür. Hayali ihracat, uyuşturucu ticareti, kumarhane gelirleri ve kara para aklama işlemleri, kuşkusuz tüm diğer rant gelirleri gibi artı-değer ve daha genel kapsayıcılığıyla artı-emeğin bölümleri olarak, işçi ve emekçilerin sırtından finanse edilmektedir. Buradan kaynaklanarak bölüşümde işçi ve emekçilerin payı, gerçek ücretlerin düşmesi ve küçük üreticilerin ürünlerinin değer kaybetmesi gibi kategorileriyle azalmış, işsizliğin artışı büyümüş ve bu sonuçları dolayımıyla gemi azıya alan rantiye ve onu büyüten globalleşmeci politikalar emekçi kitleleri mücadeleye tahrik edici rol oynamıştır. Belki bir örneği Louis-Philippe’in başında olduğu Orleans hanedanı döneminde 1848 öncesi Fransa’sında görülen dalavereleriyle, borsa ve para oyunlarıyla sefahatin, tam bir ahlaki çöküntünün eşliğinde mali aristokrasi egemenliği, emekçi kitlelerle sistem arasındaki bağları zedeleyici, geniş kitleleri sistemden uzaklaştırıcı temel bir sonuç üretir olmuştur.
Emekçilerin mali sermaye egemenliği karşısındaki pozisyonlarının körlükle malûl olduğu ve emekçilerin bu egemenliği çözümlemekte aciz oldukları ileri sürülebilir. Bu, doğrudur da. işçi ve emekçiler, kendi kendilerine, devleti ve diğer egemenlik ilişkileriyle sermaye egemenliğini çözümlemekte ve gereğini yerine getirmede yetersizdirler. Ancak değiştirici, kuşkusuz devrimci bir irade olarak davranmaya yönelmeleri dışında, işçi ve emekçilerin kendiliğinden, çözümlemeye güç yetiremeseler bile, bu egemenliğin ve sistemin kötülüklerinden etkilenmemeleri, çıkış yolu üretemeseler bile sisteme karşı hoşnutsuzluklarının artmaması ve dolayısıyla aşağı sınıflar arasında sistem karşıtı patlayıcı madde stoklarının birikmemesi olanaksızdır.
Türkiye’de olan budur. İşçi sınıfı ve emekçi tabakalar arasında sistem karşıtı ciddi bir hoşnutsuzluk birikimi oluşmaktadır. Ancak emekçi sınıflar içinde daha da ötesi eğilimler ortaya çıkmaktadır. Geniş emekçi yığınlar, düzenden kopmaya, eskisi gibi yönetilemez olmaya doğru kaymaktadırlar.
İşyerlerinin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesi örneklerinde olduğu gibi, globalleşmeci politikaların kaynağında emperyalizmin olduğunu pratikte görüp emperyalizm karşıtı ve ülkenin bağımsızlığını savunma mevzilerini tutmaya eğilim gösteren işçi ve emekçiler, rantiyenin büyümesi ve sonuçları karşısında büyük sermayeyi suçlama pozisyonuna doğru ilerlemektedirler.
EMEKÇİLER BİRBİRİNE BENZEYEN DÜZEN PARTİLERİNDEN KOPUYOR
Bunu kolaylaştıran temel bir etken, ayrımsız tüm düzen partilerinin özelleştirmeci, sendikasızlaştırmacı, esnek çalışmacı, kısaca globalleşmeci yeniden yapılandırma politikalarını savunmakta olduklarını, kendi pratikleriyle deneyden geçirme ve kendi deneyleriyle öğrenme imkânını, işçi ve emekçilere, yine emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin siyasal ve ideolojik bir içeriğe sahip globalleşmeci saldırganlığının sağlamakta oluşudur.
Revizyonizmin çöküşüyle sosyal devlet uygulamalarından bütünüyle vazgeçilmesi, başlıca “sosyal kapitalizm” öngörerek kendilerini sağ partilerden bu yönüyle ayıran sosyal demokrat türünden “sol”cu partileri de dâhil olmak üzere tüm düzen partilerinin ufak-tefek ayrıntılar dışında aynı globalleşmeci temelde birbirlerine benzemelerine yol açtı. Birkaç on yıldır, artık sağ ve “sol” bütün düzen partileri hemen hemen aynı programlara sahipler ve programlarının ideolojik zeminini globalleşmeci yaklaşımlar oluşturuyor. İşçi ve emekçiler karşısında, onların iş, ekmek, bütün olarak sendikal haklar ve örgütlenme talepleri karşısında, bu partiler bir duvar gibiler. Bu taleplere hiçbir eğilim göstermiyorlar ve dolayısıyla işçi ve emekçilerin de onlara bir eğilimi yok. Düzen partilerinin varlık nedenleri olarak aldatma ve avutma zeminleri olağanüstü daralmıştır ve hiçbiri görece inandırıcılık taşıyarak “benim yoğundum tatlı” deme imkânına bugün için sahip olamamaktadır.
Emperyalizm ve güdümündeki işbirlikçi burjuvazinin globalleşmeci saldırganlığı, şu ya da bu partisi ya da son yıllarda olduğu gibi hükümet ortağı partileri aracılığıyla yürütülmekte ve emekçilerin tepkisine neden olmaktadır. Buna değinilmişti. Şunun da eklenmesi gerekiyor ki, herhangi düzen partisi bu tepkileri kendi peşine takabilme olanağını esas olarak kaybetmiştir. Majestelerinin muhalifi düzen partilerinin aldatıcı rolleri, emekçilerin belli başlı talepleri üzerinden değil ama daha harcıâlem konular üzerinden ve inandırıcılığı oldukça tartışmalı olarak gerçekleşme imkânı bulabilmekte, ancak bu partiler bir türlü “umut” olamamaktadırlar. Bu durum, muhalif partilerin, eskiden olduğu gibi, muhalefette güç toplayamamasını koşullandırmaktadır. Muhalefette güç toplayan son parti, Refah Partisi olmuş, onun da başına, pişmiş tavuğun başına gelenler gelmiştir.
Düzen partilerinden umut kesilmesinin son örneği, SEKA’da olanlardır. SEKA işçileri, fabrikalarının kapatılması kararını geri alması için hükümeti ve onu oluşturan partileri hedef almış ve ama milliyetçi ve dinsel önyargıları güçlü olmakla birlikte, FP ya da MHP’nin ya da eski dönemlerde bekleneceği gibi “solcu” CHP’nin peşine takılmamış, hatta bu partilerin kendilerini yatıştırmaya ve aldatmaya gelen sözcülerini yuhalayarak konuşturmamış, “Özelleştirmeci partilere oy yok!” sloganını üretmişlerdir.
Rantiyenin dev gelişmesi ve mali oligarşinin çürümeye yol açarak büyüyen egemenliği, söylendiği gibi, kara para ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, eskiden de işlevsel olan iki olgunun işlevlerini, gizlenemez kılarak olağanüstü büyütmüş, “yıkıcı” etkilerini ciddi biçimde artırmış ve ortaya saçılan sonuçlar sistemi tahrip edici boyutlar kazanmıştır.
ÇETELER KİTLELERİ DÜZENDEN UZAKLAŞTIRICI ETKEN
Bu olgulardan biri, Susurluk’la başlayan süreçte sistemi sarmalayan kirli ilişkilerin göbeğinde bulunduğu hemen herkesçe anlaşılan ve çeteler sorunu olarak ifade edilen kontrgerilla ya da “derin devlet” gerçeği ve bu gerçeğin gizlenemez hale gelişidir.
“Çeteler” o denli dile düşmüştür ki, TÜSİAD’la başlayıp sistemin hemen tüm kurumlarına sirayet ederek, büyük sermayenin sözcü ve temsilcilerinin ağzından “temizlik” ihtiyacının dile getirilmesini ve sorunla ilgili “temizlikçi” tutum alınması görüntüsüne bürünülmesini zorunlu kılmıştır. İş o noktaya gelmiştir ki, büyük sermaye bu fırsattan, sistemin siyasal örgütlenmesinin ya da devletin yeniden yapılandırılmasına girişmek bakımından yararlanmaya yönelmektedir.
Oysa, rantçılık, spekülasyon, kara para ilişkileri büyük sermayenin önemli bir dayanağı ve kapitalizmin temel bir yönü olarak ağırlık kazandıkça, kaçınılmaz olarak kendi tarzını ve örgüt türlerini dayatır, nitekim dayatmıştır. Kara para işlemleri, kayıt-dışı ya da yeraltı ekonomisi, gangsterlere, mafyaya çıkarılan çağrı, onların sisteme dâhil edilmesi demektir. Nitekim kara para ekonomik yaşamda dev büyüklükler kazandığında, önceleri sistemin dışına itilmiş halde ya da kenarlarında işlevleri olan gangsterler ve mafyacılar, sistemin göbeğinde yer almalarını kaçınılmaz kılan önem kazanmışlardır.
Korkmaz Yiğit gibi trilyonlarla oynayan bir türedi holding sahibinin, kaynağı belirsiz servetiyle, Bank Expres’i ve birkaç TV kanalını satın aldıktan sonra, özelleştirilmekte olan Türk Ticaret Bankası’nı elde etmek üzere, Çakıcı’nın yardımına başvurması doğallaşmıştır. Sorun, Yiğit’in hırsının gözünü bürümesi ve tedbirsiz hızından dolayı çıkmıştır. Türk Bank ve Çakıcı ile olan ilişkilere, Cumhurbaşkanı’nın en yakınlarından Kamuran Çörtük’ün doğrudan karışmış olduğu gazetelerin manşetlerine yansımıştır.
Cumhurbaşkanı’nın kardeşi Hacı Ali Demirel’le yakını Cavit Çağlar’ın azmettiriciler olarak adlarının karıştığı büyük kara para tüccarlarının sansasyonel şekilde öldürülmeleri türünden olaylar, hem sıradanlaşmış hem de isimleri gazete manşetlerini süslemesine rağmen fail olarak adı geçenlere soruşturma bile açılmamıştır.
Turgay Ciner ve ilişkileri bir başka örnektir. Kumarhaneci Topal’ın adına çalıştığı ileri sürülen bu kişi, önce özelleştirilen HAVAŞ’ı kaynağı belirsiz parayla satın almış, kara para işlemlerini düzenlemek için Kıbrıs’ta kurulan bir bankaya ortak olmuş, son olarak da, İş Bankası ve bir dizi büyük şirketle birlikte oluşturulan konsorsiyum çerçevesinde özelleştirme ihalesine girdiği Türkiye’nin en büyük şirketlerinden olan POAŞ’a sahip olma yoluna girebilmiştir.
Topal’ın ilişkileri ise bilinmektedir. En son, “kasası” olarak adı geçen Aliye Kara, DGM’ye, Topal adına ANAP’lı, DYP’li ve SHP’li bakan ve bakanlık müsteşarlarına verdiği kara paralarla kara para işlemlerini yürüttükleri yolunda ifade verdi.
Bütün bu ilişkiler, Emniyet’in en üst düzey görevlilerinin katılımıyla yürütülmüştür. Malki’nin öldürülmesinde, sonradan tayin edildiği İzmir Emniyet Müdürlüğü’nden alınan Bursa Emniyet Müdürü’nün doğrudan yer alması gibi… Çatlı’nın Hüseyin Kocadağ’la birlikte “operasyonlar” düzenlemesi gibi… Özel Harekât Timi Başkan Vekili İbrahim Şahin’in bütün karanlık işlerin göbeğinde olması gibi.
Emniyet’in bu ilişkilerde doğrudan rol oynaması hiç de anormal değildir. Üstelik zorunluluktur. Gangsterlerin büyük kapitalistlerle bu denli içli dışlı olup işlerini yürütmeleri, kapitalistlerin güvenlik örgütlenmesi olan Emniyet’in ve “işler” gizli olduğu için, gizli istihbarat kuruluşlarının yalnızca bilgisi değil işbirliği olmadan sağlanamaz.
Bakanların, milletvekilleri ve yüksek bürokratların, bu ilişkilerin doğrudan içinde olmaları anormal değildir. Üstelik zorunluluktur. Başka nedenler bir yana, özelleştirme ihalelerinin devletin en yüksek katlarında kararlaştırılıyor oluşu ve nedense tüm ihaleleri Ciner ve Korkmaz türü türedi kara para zenginlerinin kazanmaları, bu zorunluluk hakkında fikir vermek için yeterlidir.
Dolayısıyla globalleşmeci politikaların yalnızca işi ve ekmeğine bir saldırı olması nedeniyle değil, ürettiği ya da yolunu açtığı ve beslediği karanlık ilişkilerin -hem globalleşmeci politikaları “kararlaştırıp” uygulayıcı hem de “iş bitirici” dâhil oluşlarıyla- ayrımsız tüm düzen partilerini ve -askeri, polisiye ve sivil- devlet kurumlarını içine alması nedeniyle, işçi ve emekçilerin nefretini kazanmış ve onları düzen partileriyle birlikte düzenden soğutucu, uzaklaştırıcı ve düzene karşı mücadeleye tahrik edici bir rol oynamasında anlaşılmayacak bir şey yoktur.
Çeteler sorunu, emekçi kitleleri düzenden uzaklaştırıcı bir etkendir; başka nedenlerle düzenden soğumayı da hızlandırmaktadır.
En başta bu nedenle -ve kuşkusuz, karanlık ilişkileri bu denli yoğunlaşarak çığırından çıkmış bir kapitalizm kendilerine de zarar vermeye başladığı için Koç ve Sabancı gibilerinin tepkisini de çektiği için- itibarını korumak isteyen her kurum, “çetelere karşı” ve “temizlik yanlısı” görünme çabasındadır. MGK, bu nedenle “ülkücü mafya”yı “öncelikli tehlike” saymıştır. Yediği yumruğa bile tepki göstermekten korkan M. Yılmaz, bu nedenle “çetelere karşı savaş” açmıştır! Ancak Sabancı gibilerini ne denli “rahatsız” etse de, “çetelere karşı savaş” görüntüsü altında yalnızca çetelerin ayaktakımı, tetikçileri harcanmakta, ancak en aşırı ve teşhir olmuş ilişkilerin temsilcisi K. Yiğit türü “arkası olmayan” safralar atılmaktadır. Yoksa Ağar başta olmak üzere, Şahin, Veli Küçük, Çörtük, Cavit Çağlar, Hacı Ali Demirel, Yahya vb. hatta sırtları sağlam olduğu için Topal’ın tetikçileri özel timciler bile serbestçe ortalıkta dolaşmaktadır. Bugünkü işbirlikçi tekelci kapitalizmin üzerine kurulu olduğu ilişkiler daha ötesine izin vermemekte, kapitalizm kaçınılmazlıkla kendi kiri ve karanlığını koşullandırmaktadır.
AHLAKİ ÇÜRÜME VE SKANDALLAR DA DÜZEN PARTİLERİNDEN KOPMAYA VE DÜZENDEN SOĞUMAYA GÖTÜRÜYOR
Globalleşmeci politikalarla rantiyenin dev gelişmesi ve mali sermaye egemenliğinin büyümesinin yol açtığı, sınıf mücadelesi koşullarını önemle etkileyen ikinci olgu, çığırından çıkmış skandal yığınağıdır.
Belediyeleri ve merkezi yönetimiyle, hükümetteki ve muhalefetteki bütün düzen partilerini kapsamak üzere, yönetsel aygıtı sarıp sarmalayan skandallar, emekçi kitleleri en geri bireyine kadar etkileyen ve düzen partileriyle yönetsel aygıttan, düzenden soğutan, kopuşa götüren temel bir rol oynamaktadır. Skandal batağında debelenmeyen, kitlelerin gözünde temiz ve dürüst kalan bir parti yoktur. Eskiden kazandığı “dürüst” sıfatıyla Ecevit bir tarafa bırakılırsa, temiz ve dürüst bir lider de yoktur. Çiller’iyle DYP, Yılmaz’ıyla ANAP, Erbakan’ıyla RP ya da FP, Baykal’ıyla CHP, DTP’si, MHP’si, tümü parasal skandallarıyla emekçi kitlelerin gözünden düşmüşlerdir. Hiçbir düzen partisinin bu açıdan bir başkasını suçlayacak hali kalmamıştır. “Tencere dibin kara, seninki benden kara” örneği, tümü bu yönleriyle de benzeşmişlerdir. Bu, herhangi bir düzen partisinin diğeri aleyhine kitlelerin umudu olamamasına ve güç toplayamamasına götürmüştür. Ve bu nedenle, partilerinin gözden düşmesi, düzenin de gözden düşmesine götürmektedir. Herhangi bir parti aracılığıyla, dolayısıyla düzen içinde taleplerine çözümler bulunamayacağı fikri (emekçiler pratikleriyle zaten düzen partilerinin kendi taleplerine ilgisizliklerini deneyden geçirmektedirler), emekçi kitleler arasında yaygındır ve yayılmaktadır. Partileri aracılığıyla kitleleri kendisine bağlayan düzen, bu nedenle de, emekçileri kendisine çekme özelliğini kaybetmektedir.
KRİZ İSTİKRARSIZLIĞI KÖRÜKLEYİCİ BİRİKİMLERE YOL AÇIYOR
Türkiye’yi de sarmaya başlayan kapitalizmin krizi, şimdiye kadar çeşitli yönleriyle sözü edilen hastalıklı yapıyı silkelemektedir.
Yakın zamana kadar, ihaleye fesat karıştırmaktan bakanlığı alınan Güneş Taner başta olmak üzere, devletin yüksek katlarından, yüksek perdeden edilen “Rusya’daki kriz bizi etkilemez, etkilemiyor” lafları sona ermiş; çıplak gerçek, hemen tüm kapitalistler ve devlet yöneticileri tarafından kabullenilmiştir. Sabancı “yangın var” demekte, Rahmi Koç “Ateş bacayı sardı, Sabancı doğru söylüyor” diyerek onu desteklemekte, Ege Bölgesi Sanayi Odası Başkanı Kani Aydoğdu “Anadolu kaplanları kediye döndü” açıklamasını yapmaktadır. Aynı bölgenin sanayicilerinin itirazı “kedi”yedir, kendileri için “fare” benzetmesini kullananların sayısı artmaktadır.
Tekstil başta olmak üzere çok sayıda küçük ve orta boy işletme kapanmış, yakın zamana kadar üzerinden teoriler geliştirilen KOBİ’ler ilk ağızda ciddi telefat vermeye başlamıştır.
TOFAŞ ve Oyak-Renault başta olmak üzere otomotiv sektörü, hem krizin bir göstergesi hem de krize karşı önlem olarak, ücretli izinlere başvurma da dâhil çalışma saatlerini kısaltarak kapasite kullanımını düşürme yoluna gitmiştir.
Kökeninde, üretim fazlalığı ve stokların birikmesi, üretimin tüketime dönüşmemesi ve dolayısıyla yeniden üretimin koşullarında zafiyet oluşması yatan kapitalist krizin temel göstergesi kapasite kullanımında düşmedir. Ancak, kapasite kullanımında düşme, bir kriz göstergesiyken, aynı zamanda hemen ardından gelen işçi çıkarmalarla birlikte, krize karşı alınmış önlemlerdir de. Bununla birlikte, düşüş, yalnızca otomotiv sektöründe değil, belki bir-iki istisna ile tüm sektörlerde yaşanmaktadır. Tekstilde, atölye ve hatta fabrika kapatma, yani kapasite kullanımının sıfıra düşmesi küçümsenmeyecek boyuttadır. Çalışan işletmeler ise son derece düşük kapasite ile çalışmasını sürdürmektedir. Tekstil üretiminde bir önceki yıla göre yüzde 22 gerileme var. Aynı gerileme oranı, metal sanayisinde 7,2, makine sanayisinde 4’tür. Lüks villaları da içine almak üzere satışlar durma noktasına geldiğinden inşaat sektörü çöküştedir. Devlet harcamalarında zorunlu tasarruf en başta yeni yatırımların durdurulması şeklinde ortaya çıktığından, devlet ihalelerinde düşüş de, inşaat sektörünü ciddi biçimde etkilemiştir. Ekonominin sürükleyici sektörü olarak sözü edilen inşaat sektörünün bu durumu, ekonominin bütününün de bir göstergesidir.
İşsizlikte artış, işçi çıkarmaların büyümesi, ekonomik durgunluğun hem göstergesi hem de kapasite kullanımı düşüşü ve durgunluğun sonucudur; ama bunlarla birlikte, kriz psikozundan yararlanarak, hem krize karşı hem de fazlalık oluşturmaya başlayan bir yükten kurtulma önlemi olarak uygulanmaktadır. İşletme kapatma, bir önceki adım olarak ücretsiz ve daha kabul edilebiliri olarak ücretli izin, fiilen işsizliğin artması anlamına gelmektedir ve kapitalistlerin krizin yükünü işçilerin sırtına yıkmada ilk akıllarına gelen yoldur. İşletmesini kapatan spekülasyona, borsa oyunlarına vb. yönelme yoluna gitmektedir. Olağan dönemde de gelirlerinin büyük bölümünü rant gelirleri olarak bu tür yollardan sağlayan kapitalistlerin krize bu “çözümü” bulmaları yaygın uygulamadır.
TOBB verileri, son dönemde işten atılan işçilerin çalışan, işçi sayısının yüzde 10’una ulaştığını göstermekte; DİE ise, yılın üçüncü üç aylık döneminde yalnızca imalat sanayisinde çalışan işçi sayısının yüzde 0,9 azaldığını açıklamaktadır. DİE; kamu sektöründeki işçi sayısında yüzde 6,6 düşüşe işaret etmektedir. Türk-İş Başkanı, son dönemde 600 bin işçinin işten atıldığını belirtmektedir.
Kapitalizmin krizi Türkiye’yi ciddi biçimde etkilemeye başlamıştır ve kriz, izlenen globalleşmeci politikalarla azdırılmıştır. IMF ve Dünya Bankası tarafından yönlendirilen ve gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin uyguladığı, esnek çalışma dayatması, işçi ve memura sıfır zam artışlarıyla dillendirilmiş olan düşük ücret ve maaş politikası, personel giderinin azaltılması, yatırımların sınırlandırılması, hatta durdurulması, tarım ürünlerine sübvansiyonlardan vazgeçilmesi ve rantiyeyi besleyen, “taze para” peşinde yüksek faizli iç ve dış borçlara başvurulması gibi yönleriyle tanımlanabilecek ekonomi politikalarıyla ekonomik istikrarsızlığın tırmanması ve kriz birikimi kaçınılmazdı. Yatırımlar kasılır ve işçinin ücreti, memurun maaşı, köylünün ürün bedeline göz dikilip alım gücü düşürülürse, üstelik temel bir politika olarak iş güvencesiyle oynanırsa, sonuç, önceden bellidir.
Şimdiyse, kendi katkılarıyla erken gelen ve yıkıcı potansiyeli yükselen krizden korkuyorlar. Hem en küçüklerinden başlayarak bir dizi kapitalistin iflasa sürükleneceği ve küçülmeye zorlanacakları için… Hem de emekçi kitlelerin düzene karşı yükselecek nefretinin koşulları olgunlaşmakta olduğu için…
KRİZİN YÜKLERİNİ EMEKÇİLERE YIKMAYA ÇALIŞAN KAPİTALİSTLER, ONLARI DÜZENDEN KOPARACAK NESNEL TEMELİ GENİŞLETİYOR
Kriz, bölüşümün temelini daralttığı, o, örneği çok verilen paylaşılma konusu olan “pasta”yı küçülttüğü için, bölüşüm kavgasını daha da zorlu kılar. Bu, ilk veridir. İkincisi ise, kavgayı büsbütün zorlu hale getirici niteliktedir: Büyük tekelci kapitalistlerin kriz karşısındaki tutumları, krizin yüklerini emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmaktır. Sabancı “işçi çıkarmaya başlayacağız, birkaç ay önce bu noktaya gelineceğini söylüyorduk, şimdi o noktaya geldik” diyor, Koç da, “üretimin daralması sürerse başka yol yok” diye ekliyor. Krizin ya da üretimin daralmasının sorumlusu işçi ve emekçilermiş gibi, iki büyük patron da işçileri aslanın ağzına atmakta birbirleriyle yarışıyorlar. Üstelik henüz kendileri krizden pek o kadar etkilenmemişken, yalnızca gelişmekte olan krizin gürültüsünden yararlanarak işçiyi cezalandırıcı fetvalar veriyorlar. Daha krizin gürültüsünden bile işçilere saldırıp kârlarını artırmak üzere yararlanmaya gidiyorlar.
Aynı şekilde büyük emperyalist devletler, krizin (ve/veya Koç ve Sabancı’nın yaptıkları gibi, krizin gürültüsünün) yüklerini egemenlik alanlarındaki ülkelere yıkarlar. Bu, tüm emperyalist dayatması politikaları harfiyen kabullenip uygulayarak bir açık pazar ülkesi haline gelen Türkiye açısından özellikle geçerlidir. Emperyalistlerin aktardığı yüklerin de Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin değil, ama onun yıkmaya çalıştığı kendi krizinin yükleriyle daha da artarak Türkiye emekçilerinin sırtına yüklenmeye çalışılacağı kesindir. İşbirlikçisi Koç ile birlikte Ford’un, SEKA fidanlığına karşılıksız el koyması hatırlanırsa, krizin yüklerini Türkiye emekçilerinin sırtına yıkma açısından emperyalistlerin neler yapabileceği tahmin edilebilir.
Krizin (ve bundan yararlanarak yeni saldırılarının) yüklerinin, en başta işsizliğin büyümesi, işten atmaların artması, sıfır zam türü dayatmalarla ücret ve maaşların gerçek değerinin ve alım gücünün daha da düşürülmesi ve çalışma olanağı bulabilenlerin esnek çalışmayla, kalite çemberleriyle işçiler arasında, büyüyen işsizlikle işsizler ile rekabet körüklenerek en kötü ve en zor koşullarda çalışmaya zorlanması, yoksulluk, sefalet ve son yıllarda belirgin biçimde görülmeye başlayan açlığın artması gibi yollarla emekçilerin sırtına yıkılması tutumunun sonuçları yıkıcıdır. Yalnızca kayıt memuruymuş gibi, karşı tutumlar geliştirmek üzere önayak olma yerine sadece rakam açıklayan Türk-İş Başkanı Bayram Meral’in son kriz döneminde işten atılan işçi sayısının 600 bin olduğunu bildirmesi, durumun vahametini göstermektedir. Öte yandan, işçi ve emekçilerden ağız birliğiyle “fedakârlık” istenirken, bankalara bir gecede trilyonların destek olarak sunulması, yine durumun vahametini ortaya koymaktadır. İşçi ve emekçiler, bunlara katlanmayı kabullenmeyeceklerdir.
İşbirlikçi burjuvazinin krizin yüklerini işçi ve emekçilerin sırtına vurmayı başarması durumunda, krizin sonuçları daha da yıkıcı hal alır ve yıkılacak yükler büyür. Bu sürecin sonu yok gibidir. Emekçilerin ölümlerden ölüm beğenmesi anlamına gelir. Üretimin düştüğü en diplerde bir noktada, milyonların işsizliği ve tahammül edilmez sefalet ve açlık ortamında kapitalist ekonomi kendisini yeniden toparlama eğilimine girer ki, bu noktaya kadar, emekçilerin açlıktan ölümler dâhil göreceği zarar korkunçtur.
Ve bütün “krizin aşılması için fedakârlık” çağrı ve propagandalarına rağmen tarihin hiçbir zamanında ve dünyanın hiçbir ülkesinde işçi ve emekçi kitleler gönüllü olarak krizin yüklerini yüklenmeyi kolay kolay kabul etmemişlerdir. Zor dışında bunun Kesin bir yolu keşfedilememiştir.
Bu, Türkiye açısından da doğrudur. Kanaatkârlık ve kaderciliğin de bir sınırı vardır. Bu iki özellik Anadolu insanının karakterinde vardır; ancak büyük burjuvazi buna bel bağlayacak kadar budala değildir. Çünkü işsizlik ve açlık gibi dertlerin tek ilacı vardır: çalışacak iş, yiyecek ekmek temin etmek. Ölünceye kadar açlığa tahammül gösterme çözümü, belki tek tek kişiler için geçerli olabilir; ama kitleler söz konusu olduğunda, bu çözüm, çözüm olmaktan çıkar.
Krizin ağırlaştırdığı yaşama (ve çalışma) koşulları ve büyük burjuvazinin krizin yüklerini emekçilerin sırtına yıkma çabasının bu koşulları tahammül edilmez ve katlanılamaz kılması, emekçileri düzenden uzaklaştırıcı ve kendinden yana çözümler arayışına itici, kendi gücünün farkına vardırın nesnel temelin genişlemesi ve etkin hale gelişi demektir. İşçi ve emekçiye, sahiplenmeleri için, kendilerini, kriz koşulları ağırlaştırdıkça daha çok dayatan iş, ekmek ve özgürlük gibi taleplerin yaşamsal önemlerinin artışı, emekçileri, kendi talepleriyle mücadeleye atılmaya zorlar ve bütün kurumlarıyla bu taleplerin karşısında yer aldığı gibi, bu talepleri var eden temeli de her gün yeniden ve yeniden üreten düzeni hedef edinmeye yöneltir. Nesnel durum ve gelişmeler bu yönde bir eğilimi beslemektedir.
600 binlik kamu işçileri kitlesinin içine girdiği toplu iş sözleşmesi dönemi bu açıdan önemlidir. Bu dönem, sıfır zam dayatmasıyla karşı karşıya olan, üç konfederasyona üye en az 70 bin tekstil işçisinin TİS dönemiyle çakışmıştır. Tekstil patronları daha canhıraş bağırmakta ve lokavtın sözünü etmektedir. Ve ne sendika bürokrasisinin yönetimindeki Türk-İş kamu işçileri adına bir “fedakârlık”ı kabul edebiliyor, ne de hâlâ “ideolojik sendikacılık yaptırmam” diye tepinen Zeki Polat’ın yönetimindeki Teksif, patronlardan gelen sıfır sözleşme dayatmasına olur verebiliyor. Korktukları, metal sözleşmesinde Türk Metal’in başına geldiği gibi, işçilerin dünyayı başlarına yıkması tehlikesidir. Daha metal işkolundaki istifalar döneminde Bursa Teksif Şube başkanı, sözleşmeyi patronların istediği gibi bağıtlama niyetini ve ama başına gelecekler konusundaki korkusunu açıkça dile getirmiştir. Sermayenin ve bürokrasinin bütün baskısına karşın, işçileri mücadeleci bir eğilime ve ferman dinlememeye iten, koşulların ağırlığıdır.
DÜZEN PARTİLERİNİN TÜKENİŞİ VE İDEOLOJİK DEMAGOJİ İHTİYACI
Peki, işbirlikçi burjuvazi ve politik temsilcileri, emekçi kitleleri düzenden kopmaya ve kendilerine karşı mücadeleye iten koşulların ağırlığı altında ellerini kollarını bağlayıp bekleyecek ve kitlelerin düzenden kopuşunu seyredecekler midir?
Böyle davranmadıkları ve davranmayacakları kesin.
Koşullar, çok yönlü olarak, emekçilerin düzen partileri ve kurumlarından koparak düzen dışına sürüklenmeleri yönünde etkide bulunmaktadır. Burjuvazinin ve birbirlerinin başarısızlıklarını kendi lehlerine kullanarak politik temsilcilerinin, demagoji yoluyla, emekçilerin taleplerini istismar edip onları kendi yedekleri haline getirmelerinin nesnel temeli, neredeyse sıfır büyüklüğe küçülmektedir. Herhangi bir düzen partisi, ne iş vaat edebilmektedir ne sefaletin dizginleneceğini ne de örneğin özelleştirmelerin durdurulacağını; üstelik kıyısından köşesinden çekiştirerek vaat etseler bile, inandırıcı olmayacağını biliyorlar. Ancak, aldatıcı demagoji ve vaat potansiyel ve inandırıcılıklarındaki bu nesnel daralma, bütün olanaklarının tükendiği anlamına gelmiyor.
Çözümlerinin, krizin yüklerini emekçilere yıkmak olduğu kesindir. Önemli olan, bunu nasıl yapabilecekleridir. Bugün politikacılarına en çok düşen ve en büyük görev, bunu başarmaktır. Burjuva politikacılardan beklenen, sermayenin bu derdine çözüm bulmaktır.
Bunun bir yolu, zordur. Ancak zor her şeyi halletmez. Süngünün üzerine oturulmaz. Zorun örgütlenmesi ve emekçilerin sefalet içinde yaşamaya zorla “ikna edilmesi” için de, öncesinde, emekçilerin aldatıcı amaçlarla etki altına alınması, en azından tarafsızlaştırılması zorunludur. Sindirme ve bastırma aracı olarak örgütlenmiş zorun, hayali ve geçici de olsa, örneğin 12 Eylül’ün “kardeş kavgasını önleme” gerekçesi gibi bir gerekçeye ve onun görece inandırıcılığına dayalı olarak sağlanacak belirli bir “toplumsal meşruiyet”e ihtiyacı vardır. Yoksa zor, kendini alt edecek karşı zoru doğurur ve ters teper.
Sonunda zor kaçınılmaz olacak bile olsa, böylelikle başlangıçtaki noktaya dönülür: Emekçilerin, aldatılmanın daraltılmış nesnel temelinde, yine birtakım demagojilerle aldatılıp etki altına alınması, kendilerince sınavdan geçirilmemiş yol ve yöntemlerle büyük sermaye lehine alınacak önlemlerle kazanılıp yedeklenmeleri, en azından bölünüp parçalanarak güçten düşürülmeleri ve tarafsızlaştırılmaları ihtiyacı ortadan kalkmaz.
Koşulların, işçi ve emekçileri düzenden koparma ve kendilerine ve politikalarına karşı mücadeleye itme yönünde birikimlerle dolu olduğunu, düzenin temsilcileri, en başta itibarı bugün için en yüksek olan ordunun generalleri de görüyor ve sınavdan geçiriyorlar. Ama pes etmedikleri, etmeyecekleri de kesindir.
Birer Anadolu insanı olan işçi ve emekçilerin kaderci, kanaatkar ve benzeri özellikleriyle geleneksel önyargılarını pohpohlayıp kışkırtarak kendi lehine kullanmak üzere işbirlikçi burjuvazinin tüm demagoji maharetini göstereceği tartışma götürmez.
DİNSEL VE MİLLİYETÇİ ÖNYARGILARA DAYALI DEMAGOJİLERİN OLUŞTURDUĞU TEHLİKE KARŞISINDA UYANIKLIK GEREĞİ
Son süreçte, bu tür demagojilerle toplumun önemli ölçüde hareketlendirilebildiğinin iki örneğine tanık olundu. Kitlelerin en azından, belirli bölümlerinin demagojik sloganlarla kendi çıkarlarıyla ilgisiz olarak ve aslında doğrudan kendi birlik ve beraberliklerinin bozulması yönünde etkilenebildikleri bir kez daha görüldü. Hareketlendirici demagoji unsurları, bir tarafta büyük burjuvazi ve karşı tarafta emekçi halk olmak üzere çatışma halindeki iki belli başlı güç ve aralarındaki çatışma konularından birinden çıkarılmadı. Söz konusu demagojik kampanyalar, özelleştirme, işsizlik ya da krizin yüklerinin kime yıkılacağı üzerinden geliştirilmedi. Sınıf mücadelesi gerçeğinin bu tür asli alanının sorunları, sermayenin demagojik kampanyaları açısından hemen tümüyle tıkanmıştır, işbirlikçi burjuvazinin, genelkurmayı durumundaki askerler eliyle yönetilen son iki kampanyası da, halkın geleneksel önyargılarından güç alan ideolojik alandan yükseltilmiştir.
İlki üzerinde duruldu: “Şeriata karşı savaş” kampanyasıyla, işçi ve emekçilerin, bölünerek, bir kısmının generaller diğer kısmının da şeriatçılar ardında safa sokulup düzene karşı güç oluşturmaları önlenmeye çalışılmıştır. Kampanya, demagojik amaçlarla, dinsel ve Kemalist laiklik önyargıları üzerine kurulmuştur. Emekçiler, sınıf güdüsüyle bölünmeden kaçınmaya çalışmış, önemli ölçüde bu oyuna gelmemiş, ancak yine de işbirlikçi burjuva gericilik bu kampanyadan belirli bir kazanç sağlamıştır.
Kampanyanın emekçiler açısından kazanımı ise, belirli bir bağışıklık sağlamış olmasıdır. Bundan böyle, hem Kemalist şeriat karşıtlığı fazla prim yapmayacaktır; hem de işbirlikçi gericiliğin gerçek genelkurmayı olarak emekçilere karşı savaşı da yönetecek olan askerlerin bu savaşta dinsel önyargıları istismara yönelmesi problemlerle karşılaşacaktır, zorlaşmıştır.
İkinci demagojik kampanya, Öcalan’ın İtalya’ya gidişi ile başlatılan ve halkın milliyetçi önyargılarına seslenen şovenizmin körüklenmesi kampanyasıdır.
Dini önyargıların yanında ulusal önyargılar, sınıflar ve sınıf mücadelesini perdeleyen, toplumun sınıf çatışmasına bağlı olarak kutuplaşmasını, sınıfların kendi belirginleşmiş ve kesin tanımlanabilir güç ve olanaklarıyla açıkça karşı karşıya gelmelerini erteleyebilen, işbirlikçi gericiliğe sınıf mücadelesini saptırıcı, emekçi sınıfları bölücü olanaklar sağlayan iki ciddi demagoji kaynağı durumundadır.
Son şoven kampanya ile emekçilerin, “şeriata karşı savaş” kampanyasıyla elde edilebilenden daha fazla etki altına alınabildiği ve bölünebildiği görülmüştür. Kürt milliyetçiliğiyle de beslenen bu kampanyanın ciddi başarılar kazanması, Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapan sağduyu çağrılarıyla bir ölçüde engellenebilmiş; ancak hem Türk ve Kürt emekçileri bölücü hem de tahrik edilen milliyetçiliğin rüzgârıyla büyük burjuvazi ile halk arasındaki çatışmayı yatıştırıcı özellikleriyle emekçi kitlelerin enerjilerini düzen içi kanallarda yok yere heder ederek düzenden kopuşlarının önünü kesici belirgin niteliğiyle işbirlikçi gericiliğin belki de en önemli silahı olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.
ULUSAL SORUNDA YENİ İNİSİYATİFİN KOŞULLARININ OLUŞMASI
Milliyetçi önyargıların üzerinde hareket ettiği ulusal sorun gerçeğinin bugünkü somut şekillenişi ve olası gelişme eğilimi bu nedenle önemlidir ve yalnızca bu nedenle olsa bile, üzerinde durulmaya değer.
Silahlı Kürt milliyetçi hareketi belirgin bir gerileme içindedir. Ordu, askeri alanda ciddi sayılacak başarılar kazanmış, PKK’nin silahlı kolunun harekât alanını son derece daraltmış ve onu marjinal küçük grup eylemleri yapma çizgisine geriletmeye yönelmiştir. Kuşkusuz, PKK hâlâ, önemli bir kitlesel desteğe sahiptir ve kolaylıkla bu duruma düşeceği varsayılamaz. Ancak gelişmelerin bu yönüne işaret edilmelidir.
Ordunun ikinci başarısı, Öcalan’ın Suriye’den çıkmaya zorlanarak, örgütünden, tutmaya çalıştığı cephe hattından ve cephe gerisinden koparılmasıdır. Ancak bu başarı, Kürt sorununun bugünkü şekillenişi bakımından, belki de daha büyük probleme yol açma niteliğindedir.
Öcalan’ın Avrupa’da oluşu, işbirlikçi gericilik açısından, belki de Suriye’de bulunmasından daha olumsuz sonuçlara gebedir. Öte yandan aynı olumsuz sonuçlara gebelik, PKK açısından da, ondan aşağı kalmamak üzere, geçerlidir.
“Sorun, işbirlikçi gericiliğin korkulu rüyasını oluşturan yönde gelişmekte, eskisinden daha çok büyük emperyalist devletlerin müdahalesine açık hale gelmekte, başka bir deyişle uluslararasılaşmaktadır.
Bu, Öcalan ve PKK’nin, emperyalist devlet başkanlarına yazılan mektupların ve yapılan diplomasinin ortaya koyduğu, Kürt sorununun çözümünde -Türk halkına güvensizlikten ve acil yardım beklentisinden kaynaklanarak- emperyalistlere bel bağlama eğilimini, niyeti ne olursa olsun, çoğaltacak bir gelişmedir.
Kuşkusuz, İtalya, daha çok da Almanya ve Fransa’nın plan ve politikalarının, görünüşte yasalarıyla ve onlara can verdiğini iddia ettikleri demokrasi ve hukuk normlarıyla sınırlandırılmış olduğu söylenebilir. Ama onlara hareket özgürlüğünü, tam da bu ikiyüzlü demokrasi ve hukuk normları vermektedir. Şimdi bu emperyalist ülkeler, Türkiye ile olan ilişkilerinde Öcalan’da temsil edildiği iddiasında bulunabilecekleri “Kürt kozu”nu kullanabilme imkânına sahip olmuşlardır. Gelişmeler, biraz tehlikeli olan ve ucu kendilerini de yaralayabilecek bu kozu kullanmaya yöneldiklerini gösteriyor. Türkiye’nin AB’ye girebilmesi için Kürt sorununu çözmesi şartını koyan son AB Konseyi kararı, bunun göstergesidir.
İtalya’ya karşı yürütülen şoven kampanyaya, İtalyan mallarının boykotuna vb. bakarak yanılmamak gerekiyor, işbirlikçi gericiliğin, en büyük ticaret, ortağı, ekonomisine milyarlarca marklık sermaye yatırımı yapmış, milyonlarca işçisinin ikinci vatanı Almanya başta olmak üzere Fransa ve bütün olarak Avrupa’ya karşı aynı biçimde davranması imkânsızdır. Böylece, işbirlikçi burjuvazi tarafından da bu denli Öcalan’la özdeşleştirilmiş Kürt sorununun kaderi, ince emperyalist politik manevralar ve diplomasi oyunlarından eskisinden daha çok etkilenecek demektir.
Avrupalı emperyalistlerin ellerindeki bu kozu ve onun üzerinden yürütmeye yöneldikleri Kürt sorunundaki manevralarını dengeleyecek güç, ABD emperyalizmi ve Türkiye ile ilişkileridir. Ancak “güvenilir müttefik” ABD, işbirlikçi gericiliğin bu hayati sorununda güvenilmez müttefikidir. Türkiye gericiliği, başından beri, Kürt sorununda ABD ve politikalarına kuşku duymuştur ki, bunda haksız sayılmaz.
Sorunun 10–15 yıllık gelişmesi bir yana yakın zamandaki durumuyla ilgili ABD politikaları, işbirlikçi gericiliği ürkütücüdür. Birkaç ay önce Barzani ile Talabani’yi kendi gözetiminde ABD’de bir araya getiren Amerikan emperyalistleri, bir taraf olarak Türkiye’yi çağırmadıkları toplantıdan Kuzey Irak’ta federal bir Kürt devleti kuruluşunun çağrısını çıkardılar. İşbirlikçi gericilik, “federal devlet” değil “federal devlete açık” bir gelişme yorumuyla yaklaştığı toplantı sonuçlarını, ABD’nin de onayıyla Barzani ve Talabani ile yaptıkları görüşmelerle önceki politikalarıyla uyum içinde göstererek tatmin olma ve mecburen, “Ankara sürecine aykırı değil” şeklinde sunma yolunu seçti. Oysa bal gibi, “Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı” biçiminde formüle edilen Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına karşı Türk teziyle uyum içinde olmayan bir gelişme söz konusuydu ve yürütücüsü ABD idi. Amerikan emperyalistleri ile ilişkilerinde, inisiyatif hiçbir zaman ellerinde olmayan Türk işbirlikçileri, efendilerinin “zaman içinde nasıl olsa ikna olurlar” yaklaşımıyla ilişkilerinin geleceğini gözeterek yarım ağızla kendilerinin çıkarlarını da hesaba katar gibi yaptıkları bölgeye yönelik Amerikan planına duydukları kuşkuyla, şimdi, “inşallah, Kürt federe devletinin bileşenleri arasına PKK’yi de katmaz” duasıyla, efendisinin eline bakıyor.
Sonuçta, inisiyatifin, PKK’nin elinden çıktığı kadar, işbirlikçi gericiliğin de elinden çıkma eğiliminde olduğu görülüyor. Ve sorun, başında Öcalan bulunan PKK politikaları ile işbirlikçi gericiliğin karşı politikalarının çekişmesiyle karakterize olan son 15 yıllık şekillenişiyle, emperyalist büyük devletlerin inisiyatifine geçmiş ve bir dönüm noktasına gelip dayanmıştır. Kuşkusuz, hâlâ hem PKK hem de işbirlikçi gericilik, bu inisiyatifin kullanılmasını etkileme, özellikle Amerikalı ve Avrupalı emperyalistlerin bölgeye yönelik planlarının uyuşmadığı noktalarda manevralar yaparak gelişmeleri kendi lehlerine kanallarda akıtmak üzere belirli zorlamalarda bulunma olanaklarına sahip olmaya devam ediyorlar ve bunun bir süre daha böyle sürmesi doğaldır. PKK Kürt milliyetçiliğini, işbirlikçi gericilik de şovenizmi kullanarak hem iç politikayı ve hem de sorunun aktarıldığı uluslararası, yani emperyalist platformları zorlayıcı politikalar geliştirmeye ve eylemlerde bulunmaya çalışacaklardır. Üstelik karşılıklı politikaların oluşturduğu birikim ve çatışma eğilimi taşıyan tabanlar daha uzun süre varlıklarını azalarak da olsa korumaya adaydır. Ancak bir şey kesindir ki, artık Kürt sorununda yeni bir inisiyatifin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir. Ulusal zorbalık ve bunun karşısında ulusal özgürlük talebi, bütün ağırlığıyla ülkenin bugününü ve geleceğini etkilemeye devam etmektedir ve bu alanda güçlü bir iddia olarak ileri sürülmüş alternatifin tıkandığı, bugün özellikle Kürt yoksulları tarafından görülmektedir.
Bu yeni inisiyatifin oluşması hem tarihsel bakımdan zorunludur hem de sorunun gelip dayandığı noktadaki politik koşullar onu zorlamaktadır.
Tarihsel zorunluluk, Kürt illerinde ortaya çıkmış olan kapitalist gelişmeyle ve oluşan hatırı sayılır boyuttaki Kürt proletaryası ile ilgilidir. Bu yeni sınıf, bölgede kendisini eylemli olarak ortaya koymaya başlamıştır; üstelik globalleşmeci politikalar onu ulusal özellikleriyle sınıfsal karşı koyuşa itmektedir.
Kürt sorununun bugün gelip dayandığı nokta, emperyalizmin inisiyatifi dışında ve ancak Kürt işçi sınıfının tutumunda kendisini ifade edebilecek bir karşı koyuş ve çözümü zorlamaktadır. Bir halk, üstelik 15 yıllık yakın bir mücadele geleneğine sahip bir halk, emperyalist çözümü ve köleliği kolaylıkla kabullenmeyecektir. Kürt işçi sınıfının inisiyatifinin önü bu nedenle de açıktır. Ve önü açılan sınıfsal tutumlar geliştirme dinamiğiyle Kürt sorunu, bu kez düzenden köklü kopuşlara gebe durumdadır. Ancak Kürt işçilerin en büyük dikkatlerinin, bir dönem daha, şovenizmin saptırıcılığının bertaraf edilmesine, kapanmakta olan dönemden kalan politik çekişmelerinin en az zararla atlatılmasına hasredilmek zorunda olmak durumundadır. Kuşkusuz, bu alanda en büyük yardımcısı Türk işçiler olacaktır.
OLAĞANÜSTÜ KOŞULLAR VE SEÇİM
Türkiye’de bu olağanüstü koşullarda seçim tartışılmaktadır. Globalleşmeci saldırganlık, ekonomik ve politik istikrarsızlık, kriz ve faşist, dinci ve şoven saldırılar ve saptırıcılık koşullarında seçime gidilmektedir.
Türkiye, uzunca bir süredir Yerel ve Genel Seçimler’e gidilmesi kararının alındığı bir ülkedir. TBMM, seçimlerin, ikisi bir arada, 18 Nisan 1999’da yapılmasını karara bağlamıştır. Ve seçim dönemi fiilen başlamak üzeredir.
TBMM kararına, kâğıt üzerinde yazılı olana bakılırsa, ülke seçime gitmektedir. Ama hâlâ kimse buna inanmamaktadır. Bu, politik istikrarsızlığın ve çözümsüzlüğün temel bir göstergesi de olmaktadır. Alınmış seçim kararına rağmen, Türkiye’nin bir “parlamenter demokrasi” olduğuna ilişkin iddialara rağmen, “bir şey değişmeyeceği” ya da “sonucunun kestirilemediği” gibi yüksek sesle ilan edilen nedenlerle, seçimlere dair belirsizlik hâlâ sürmektedir.
Dile gelen kaygılar, Fazilet Partisi’nin olası yüksek oyları ya da oyların partiler arasındaki bölünmüşlüğüyle yine benzer bir tabloyla karşılaşılması türünden olsa da, sorun, seçimin, işbirlikçi burjuvazinin belli başlı ihtiyaçlarının karşılanmasına, örneğin devletin yeniden yapılandırılmasına araçlık edip etmeyeceği tartışmasında düğümlenmektedir.
Temel sorun, düzen partilerinden kopma ve düzenden uzaklaşma eğilimleri belirginleşen emekçi kitlelerin denetlenmesi ve bu eğilimleri besleyen etkenlerin giderilmesi arayışıdır.
Bu eğilimleriyle emekçi kitlelerin radikal çözümlere ve örgütlere yönelmesi, devrimci politikalara yatkın hale gelmesi, kendiliğinden “sosyal patlama tehlikesi”nin, altında kalınacak bir altüst oluşa dönüşmesi riskini taşımaktadır. Bu, birbirlerine durmadan hep birlikte içinde olduklarını hatırlattıkları “gemi”nin batma ve tümünün boğulma riskidir.
GERİCİLİĞİN TEMEL SORUNU: EMEKÇİLERİ POLİTİKA DIŞINDA TUTACAK MEKANİZMALARIN TAKVİYE EDİLMESİ
Sağın ve “sol”un birliği ve merkezin güçlendirilmesi, bu nedenle yaşamsal önem taşımaktadır ve işbirlikçi burjuvazinin ciddi bir ihtiyacı durumundadır. Bu tür birliklerin, benzerler arasındaki çekişmeyle birlikte kirli çamaşırların ortaya dökülmesini en azından azaltacağı, skandallar vb. türü itici çirkinliklerle “kamuoyu”nun daha az meşgul edileceği doğrudur. Ancak, geçici çözüm anlamına da gelse, merkezdeki birliklerle amaçlanan, daha çok, güçlendirilmiş merkezin, aynı zamanda “umut” merkezi de olması ve toplumdaki radikalleşme eğiliminin önünün alınmasıdır.
Buna rağmen, sağ ve “sol”un birliğiyle asıl amaçlanan bu da değildir. Temel ihtiyaç, kitlelerin radikalleşme eğilimlerinin önünün alınmasıdır; ancak, bu ön alışın çok da gelip geçici olmaması gereklidir. Bu temel ihtiyacın karşılanmasında, sağ ve “sol”un birliğinin, çözüm değil, çözümün aracı ya da çözüm için gerekli birikimin önemli bir yönü olduğu söylenebilir.
Tarih tekerleğinin dönüş yönü düşünüldüğünde, yine kaçınılmaz olarak geçici kalmaya mahkûm, ancak görece daha kalıcı “çözümler”, emekçi kitlelerin politikaya katılmalarını daha kökten önleyici, yalnızca aldatıcılığın unsuru olarak sahte “umutlar” oluşturmayla sınırlanmayan mekanizmaların yaratılması ihtiyacını dayatmaktadır. Bu ihtiyaç, “umut ticaretinin nesnel temelindeki daralmayla daha çok önem kazanmıştır.
Gerçi, örneğin 12 Eylül’ün, yasal ve anayasal düzenlemelerle zırhlandırılıp pekiştirilmiş biçimiyle, devlet örgütlenmesindeki bütün gedikleri kapatarak kitlelerin politika dışı tutulacağı mekanizmaları oluşturduğuna inanılıyordu. Hâlâ devam etmekte olan ve yaşanması kaçınılmaz bir demokratikleşmenin ancak asılmasıyla gerçekleşebileceği 12 Eylül rejiminde, politika bir yana işçi kitlelerin sendikal mücadeleye katılımının bile imkânsız kılındığı, en başta sendikacılar arasındaki yaygın kanaatti. Ancak bu noktada, sınıf mücadelesinin üretkenliği ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin yaratıcılığı bir kez daha kanıtlanmış ve sınıf mücadelesinin önünün sonuna kadar kesilmesinin olanaksızlığı görülmüştür. Tarihin tekerleği hızlı ya da yavaş dönmektedir ve her ötesinin görünmezliğine inanılmış karanlığın ötesinin olduğu yeniden ve yeniden ortaya çıkmaktadır.
Tarihin tekerleği yine hükmünü yürütmüş ve güçlü 12 Eylül mekanizmasının yetersizliği ve takviyelere ihtiyaç duyduğu görülmüştür. Şimdi, işbirlikçi gericiliğin temel ihtiyacı budur.
Bununla, işbirlikçi gericiliğin hiçbir mekanizmaya sahip olmadığı anlaşılmamalıdır.
Düzen partileri ve parlamentonun ötesinde, yaptırım gücüne sahip MGK, Türkiye’de iktidarın asıl sahibi olarak, güçlü bir konuma sahiptir. Bu konum, son olarak bir Başbakanlık kararnamesiyle gündeme getirilen ve MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı çalışarak onun politikaya pratik müdahalelerini kolaylaştıran Kriz Yönetim Merkezi ile daha da güçlendirilmiştir.
Bu iktidar odağı, gerektiğinde 28 Şubat türü müdahaleleri ve devreye soktuğu Batı Çalışma Grubu türü örgütleri kullanarak, çizmeyi asanları hizaya getirme de içinde olma1 üzere’, ülkenin bütün politik yaşamını yönlendirmekte ve yönetmektedir. Üstelik “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi” diye bir gizli anayasaya da sahiptir. Tek eksiği, parlamenter politika oyununa doğrudan katılamaması, “devlet partisi” olarak seçimlerde “halkın oyuna talip” olamamasıdır. Doğal ki, elini kolunu bağlayacağı gibi, sorumluluğu aracısız üstlenip yıpranmasına neden olacak bu tür bir “cihazlanma”ya ihtiyacı yoktur, bu hiç gerekli değildir.
Önemli olan, MGK ve onun temel dayanağı olarak ordunun, yıpranmamak üzere perde arkasında kalmaya devam edeceği ve ama politikaya sınırsızca yön verebileceği mekanizmanın yaratılmasıdır. Bu mekanizma ile kitleleri politika dışı tutma mekanizması bir ve aynıdır.
Seçime vb. dayalı olmayan en daraltılmış iktidar organının ülkenin mutlak hâkimi kılınması mekanizması olarak “Başkanlık Sistemi”, şimdi devletin yüksek katlarında en uygun çözüm olarak görülmektedir.
Başkanlık sistemi ile birlikte, parlamentonun “yetkileri” daralacaktır. Bu, kuşkusuz görünüşteki yetkilere dair bir daralmadır; çünkü bugün de yetki parlamentoda bulunmamaktadır. Ancak parlamenter sistem, partiler sistemi olarak, düzen partilerinin çıkar oyunları ve manevralarına, ülkenin politik yaşamını daha çok etkileyecek imkânlar sunmakta ve çok dar bir grupta merkezileştirilmiş iradenin rolünü oynamasını zaafa uğratabilmektedir. Kişisel hırsların da önemli roller oynamasına imkân veren “hür teşebbüse dayalı” kapitalist sistem, riskleri hırs sahiplerini etkilese de, yönetme oyununu güçsüz düşürmekte ve temel olarak çeşitli düzen partilerinde odaklaşmış farklı grup çıkarları ve bunlara dayalı politikaların çekişmesi, merkezi yürütmeyi zora sokmaktadır. Bütün bu “gedikler”, kitleleri düzenden koparıcı nesnel temeli gerilettiği gibi, devrimci partiye onlardan yararlanarak dolaylı yedekleri kullanma ve manevralar yapabilme olanağını sunmaktadır.
Bu nedenlerle, yetkileri daraltılmış bir parlamento ve başkanlık sistemi ihtiyacı büyüktür ve bugünkü politik tartışmaların göbeğinde bu sorun durmaktadır.
PARLAMENTONUN KAPILARININ EMEKÇİLERE TAM KAPATILMASI ÇABALARI
Sorunun önemli bir yanı da, parlamentonun yetkileri daraltılırken, kapılarının da son sınırına kadar emekçilere kapalı tutulması; olası bir istikrarsızlık unsuru olarak, emeğin politikacılarının “yetkisiz” bir parlamento kürsüsünden bile yararlanabilmelerine meydan verilmemesidir.
Seçim sisteminin, bu açıdan yeterince mücehhez olduğu söylenebilir. Yüzde onluk ülke barajı, özellikle küçük iller açısından yüzde ellilere yaran il barajlarıyla emekçilerin ve politikacılarının parlamentoya girebilmelerinin “çıta”sı çok yukarılara konmuştur. Üstelik engellenen öğütlenme özgürlüğüyle, bu “çıta”nın görünenden daha yukarılarda olduğu kesindir. Toplanma ve gösteri özgürlüğünün fiilen izne bağlı oluşunun yanında seçime katılmanın parasal giderlerinin de, emekçilerin politikaya katılma hakkını kısıtlayıcı olduğu ortadadır. Emeğin devrimci partisi de içinde olmak üzere düzene muhalif partilerin, devletin kendi partilerini finanse etmek üzere dağıttığı yardımlardan mahrum bırakıldığı ise, zaten bilinmektedir.
Bu tür 12 Eylül engellerinin kaldırılması için mücadele, devrimci partinin seçim faaliyetinin bir yönü olmak durumundadır.
Ancak, düzenin ihtiyaçlarını, artık bu tür engellerin de karşılamaya yeterli olmadığı ve takviye edilmeleri gerektiği düşünülmektedir. Bütün bu engellerin üstüne, mevcut seçim sistemi, “iki turlu, dar bölge çoğunluk sistemi” olarak değiştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu seçim sisteminde, devrimci partinin her seçim bölgesinde mutlak çoğunluğu kazanması ya da ikinci turda çoğu kez karşısına ittifak halinde dikilecek düzen partileriyle yarışta başarı sağlaması şartı dikilecektir. Bunun, emekçilerin politika dışı tutulması açısından ciddi bir zorlama oluşturacağı bellidir. Seçim faaliyetinin önemli bir yönünü de, bu girişime karşı mücadelenin oluşturması zorunluluğu ortadadır.
Tüm bunların ötesinde, emekçilerin politika dışı tutulması amacının, yalnızca yasal, parasal ve seçim sistemine içerilecek yüksek “çıta” koyuşlarla sağlanmaya çalışılacağını ummak, safdillik olur. Bugünden “Cumartesi Anneleri”ne tahammülsüzlüğün, fabrika ve mahallelerdeki bildiri dağıtımlarına varıncaya kadar devrimci faaliyete yöneltilen saldırıların, linç girişimlerine varan şiddetin kışkırtılması ve özel olarak HADEP’e yönelik tutuklamalarla baskıların gösterdiği gerçek, seçimlerin terörize edilmiş koşullarda yapılacağı ve emeğin politikacı ve militanlarının çok yönlü fiili engellemenin de üstesinden gelmeye hazır olmalarına işaret ediyor. Önümüzdeki seçim ortamına niteliğini, ekonomik ve politik istikrarsızlığın belki de Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ağırlığı vermektedir. Bu niteliğiyle 18 Nisan Seçimleri, önceki bütün seçim dönemlerinden ayrılmaktadır. 1965 Seçimleri’nden başlayarak, iki darbenin hemen öncesi ve sonrası yapılan seçimler de içinde olmak üzere, seçim dönemleri incelendiğinde, görülecektir ki, her seçim dönemi, “demokrasi” laflarının da kolay edilebilmesini sağlamak üzere, bir teamül oluşturarak, görece “serbestlik” ve “demokratik” bir görünüm ortamında yaşanmıştır. Zorlanan koşullarda bir rahatlama sağlanmış, örneğin varsa sıkıyönetimler kaldırılmıştır. Bugünse örneğin OHAL’in kaldırılmasının sözü bile edilmiyor, tersine uzatılıyor. Devrimci bir seçim faaliyeti, seçim sınırlamalarına, barajlara vb. karşı mücadelenin yanı sıra, mutlaka demokrasi mücadelesini, özel olarak OHAL’in kaldırılması ve HADEP başta olmak üzere partilere yönelik baskılara son verilmesi talebini merkezine almak durumundadır.
SEÇİM SİSTEMİYLE YÖNETİM SİSTEMİ DEĞİŞİKLİĞİ KOLAY GÖRÜNMÜYOR
Devletin yeniden yapılandırılmasının unsurları olarak, seçim ve yönetim sisteminin değiştirilmesi zorunlu sayılmaktadır. Ancak istikrarın sağlanması amacıyla tasarlanan iki turlu dar bölge çoğunluk sistemiyle başkanlık sisteminin kendileri de, gerçekleşmeleri sürecinde yeni bir istikrarsızlık unsuru olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeni seçim ve yönetim sistemleri, politik merkezi güçlendirici nitelikleriyle, politik istikrarın, hükümet krizlerinin çözümü olarak varsayılmaktadır; ancak, bugünkü hükümet krizinde ifadesini bulan istikrarsızlığın da önemli bir nedeni durumundadır.
Burada, yine başa dönülmektedir. Yarını garanti altına almak üzere tasarlananlar vardır; ancak tasarıların gerçekleşmesi, bugünkü istikrarsızlık ve hükümet krizinin çözümüne bağlanmaktadır. İstikrarsızlıktan kurtulmak üzere yaratılmaya çalışılan alternatifin işlevsel hale gelişi, yine istikrarsızlık duvarına çarpmakta; içine girilen kısır döngü, istikrarsızlığın boyutunu ve bu koşullarda üretilen formüllerin kendilerinin istikrarsızlık unsuru olarak şekillendiklerini ortaya kaymaktadır.
Seçim ve yönetim sistemi olarak öngörülenlerin uygulanma şansı, gidermek üzere öngörüldükleri istikrarsızlık kaynaklarından örneğin düzen partilerinin zümresel ve kişisel çıkarlara dayalı bölünmüşlüğüyle sınırlanmış haldedir.
28 Şubat, hizadan çıkanları hizaya sokucu belirli bir işlev görmüştür. Ancak, hizanın kendisinde de bir bozukluk olduğu görülmektedir. RP yerine kurulan FP görece geriletilmiş bir zeminde politik yaşamını sürdürmeye ikna edilmiş bile olsa, DYP ile ittifakını koruyor ve bu iki parti yanlarında bir dizi dinci-faşist eğilimli parti ile Ecevit’in deyimiyle belirli bir “eksen” oluşturuyor. Baykal’la CHP, kuşkusuz hizayı gözetiyor ama çekilen hizayı sürekli kendi grubu lehine çekiştirmeye ve “ne serden ne yardan vazgeçme” tutumuyla kendisini kimseye beğendiremese de entrikacılıkla puan ve güç toplamaya uğraşıyor. ANAP ve DSP hizadadır; ama hizalarında sorun yok değildir. Her ikisinin de hem seslendikleri tabanın eğilimleri hem de asıl efendi olan ABD’nin politikalarıyla uyum ihtiyacından kaynaklanan “türban”, tarikatlar ve Fethullah Hoca gibi handikapları bulunuyor. En son bu ikisinin hazırladıkları Erbakan ve Tayyip Erdoğan gibilerinin siyasal yaşamlarını etkileyecek TCK’nın 312. maddesine ilişkin değişiklik taslağı, ilginç bir gelişmedir. Anılan handikaplardan kaynaklanma ya da dikte edilmiş zeminde yeni bir konsensüs arayışı veya her ikisi birden olma yönüyle gelişmeleri etkileyebilir. DTP ise, tükenmektedir.
Bu tablo, Ecevit’in son hükümet kurma çabalarının da gösterdiği gibi, pek de birlik ve bu yolda uzlaşma sağlanması olasılığına işaret etmiyor. Çözüm, daha çok seçimden sonra oluşacak tabloya havale edilmiş görüntüsü veriyor ki, bugünden, tüm düzen partileri ve devletin âli yöneticileri seçim sonrasını düşünerek tutumlar geliştiriyorlar. Bu haliyle, seçim ve başkanlık sistemini hedef alan yenilenmenin bugünkü tablodan çıkması kolay görünmüyor.
Üstelik yönetim sisteminin yenilenmesi aracılığıyla devletin yeniden yapılandırılmasının, parlamentonun yetkisinin kısıtlanmasıyla birlikte, bugüne kadar bu biçimde örgütlenmiş menfaat gruplarından başka bir şey olmayan düzen partilerinin işlev eksilmesine yol açacağı, dolayısıyla bunların zedelenecek çıkarlarını korumak üzere belirli bir direnmesini haklı kıldığı saptanmalıdır. Farklı çıkarlara sahip olmaları ve bu nedenle bölünmüşlüklerinin ötesinde, başkanlık sistemine yönelik değişiklik, menfaat grupları olarak örgütlenmiş parti çıkarlarını zedeleyecek oluşu nedeniyle bir yönüyle varlık sorunu olarak belirdiği için, ayrımsız hiçbir partiye çekici gelmeyecek bir içeriğe sahiptir. Bundan dolayı, tüm partilerin çekinceli duruşunu koşullandırmaktadır. Bu nedenle, devletin üst katlarının liderlerden ve lider sultasından yakınmaları, yani bu tür partiler sistemine karşı propaganda yürütmeleri anlaşılır olmaktadır.
Yine bu tabloda, uzun dönemli yararının ötesinde, seçim sistemi değişikliğinin kısa vadedeki sonuçları da tartışmalıdır. Sürmesi halinde DYP-FP bloğu, dar bölge çoğunluğa dayalı iki turlu sistemde iddialı olacaktır ki, bu ihtimal, bu formülü önerenleri de tedirgin etmekte ve formüllerinde ısrarlarını azaltıcı rol oynamaktadır.
Öte yandan, değişiklik, aynı zamanda partileri de birbirine benzeştiren zeminin kaygan olması ve hemen her partinin her tutumu alabilmesi ve bir diğerinin kontrpiyede kalabilmesi ihtimali karşısında, yine varlık-yokluk sorunu dâhil zümresel kaygıları gündeme getirerek, tüm partilerin sakınımlı ve mesafeli duruşunu da koşullandırmaktadır.
Sonuç olarak, seçim ve yönetim sistemi değişikliğine yönelik devletin tepelerinden gelen baskıyla, bugünkü koşullarda bu değişiklikleri görünüşte de olsa kararlaştıracak olan partilerin niyetsizliği arasındaki ilişki, bir istikrarsızlık ilişkisi olarak kalmaktadır. Sorunun çözümünün belirli bir süre alacağı görünmektedir. Henüz bu değişiklikleri düzen partilerine darbe türü açık bir zorlamayla onaylatmanın ise hem koşullarının olgunlaşmadığı, hem de amaçlanan değişikliklerin bu alternatifin yerine, aynı işlevi daha ince biçimde görmek üzere öngörüldüğü söylenebilir.
Sonunda, “yine de belli olmaz” demenin konuya ilişkin hiçbir şey söylememiş olmak anlamına geldiğinin kuşkusuz bilincindeyiz; ancak yine de eklemeliyiz: Burası Türkiye’dir ve saat başı gündem ve politikalar değişir, değişebilir. Düzen partilerinin bütününün ya da bir bölümünün anlaşmasıyla seçimlerin yapılmasından vazgeçilmesi, geliştirilecek bir dizi entrikayla seçim sisteminin değiştirilmesi imkânsız değildir. Bizse, ağırlıklı politik eğilimleri çözümlemeye çalıştık. Bu çözümleme, her iki sistem değişikliğinin 18 Nisan öncesinde yapılabilmesinin zor olduğuna dairdir.
Bu, seçim faaliyetinde iki konuya da ilgisiz kalmaya kuşkusuz neden olmaz. Tersine, seçim faaliyetinin devrimci ele alınışı ve yürütülüşü, bu iki değişikliği de en uzlaşmaz biçimiyle teşhiri içermek zorundadır.
SEÇİMLERDE NE YAPILMALI YA DA DEVRİMCİ SEÇİM TAKTİĞİ NEDİR?
Türkiye’de sınıf mücadelesi koşullarının bugünkü orijinalitesinin bir yönü, globalleşme politikaları ve kapitalizmin kriziyle beslenen son derece ağır ekonomik ve politik istikrarsızlık ve çürüme koşullarında işçi ve emekçilerin düzen partilerinden kopuşa ve düzenden umut kesmeye yönelmeleridir
Orijinalitenin ikinci yönünü, derinlemesine bir siyasi içeriğe sahip olmakla birlikte genellikle ekonomik karakterli yerel ve aynı karakteriyle birleşme eğilimi de göstererek (dayanışma grevleri, işkolu düzeyinde hak gasplarına karşı kitlesel grevler, satışçı sendikayı kitlesel protesto eylemleri, birkaç işkolunu birlikte kapsayan özelleştirme karşıtı iş bırakma ve işgal türü eylemler vb) emekçilerin yaygın kitlesel eylemlere yönelmesi oluşturuyor.
Üçüncü yön ise, düzen partilerinin protestosunu, anti-emperyalist talepleri içermesine rağmen: henüz emekçilerin kitlesel eylemlerinin, sınıf sergileriyle pratik olarak ulaşabildiklerinin ötesinde, belirgin bir politik nitelik göstermemesi olarak belirmektedir.
Emekçilerin hoşnutsuzluklarını bileyip onları dolaysızca düzen dışına iterek devrimci politik fikirlere yatkın hale getiren ağır istikrarsızlık koşulları, kitlesel eylemlerin politik eylemler olarak gelişmesi eğilimini olgunlaştırmaktadır. Eylemlerin politikleşmesi, kuşkusuz kendiliğinden olmayacaktır. Bu, devrimci partinin, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarından hareket etmesi zorunlu olduğu kadar, ezilenlerin bütün ilişkilerine tüm yönleriyle, sistemli ve sürekli olarak nüfuz etmesi zorunluluğu da olan ve içerik ve amaçlarının doğruluğu, her gün yaşam ve eylemlerinde emekçiler tarafından sınavdan geçirilecek yoğun aydınlatma faaliyetine bağlıdır. Emekçi kitlelerin kendi tecrübeleriyle sınavdan geçirmeden devrimci partinin slogan ve politikalarının doğruluğuna inanması ve politik nitelikli eyleme yönelmesi olanaksızdır.
Stalin, “Kitlelerin, milyonların eski iktidarın devrilmesinin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu kendi deneyimiyle anlamalarına olanak sağlayacak; devrimci sloganların doğruluğuna, kendi deneyimiyle inanmalarına olanak sağlayan savaşım araçlarını ve örgüt biçimlerini ileri sürmek, işte ödev budur.” demektedir. (Leninizm’in İlkeleri, s. 91)
Seçim taktiği, en başta bugünkü durumun orijinalitesinin zorunlu ve kitlelerin yatkınlığı bakımından kolay sonuç alıcı kıldığı devrimci ajitasyon ve propaganda faaliyetinin, sonuçlarının derlenmesine, bugün için, ezilenleri politik tartışmaları içinde kucaklamaya ve ilerletmeye en uygun mücadele biçimi araç olarak kullanılarak yoğunlaştırılması üzerine kurulmalıdır.
Bu mücadele biçimi, bugün, seçim koşullarında, devrimci parlamenter mücadeledir.
İşbirlikçi gericiliğin çeşitli politik partilerinin eski seçim dönemlerinde olduğu kadar yoğun politik tartışmalar açacağı beklenemez. Çünkü bu seçimler sırasında halka söyleyecekleri son derece sınırlıdır, hatta söyleyecek lafları kalmamıştır. Halka ne söyleyecek, halktan ne adına, hangi vaatlerinin doğrulanması üzerinden oy isteyecekler?
Çetelerden mi söz edecekler? Tetikçiler dışında tümünü akladılar. Hatta iş, hapisteki Korkmaz Yiğit’e “bağışlarıyla memlekete hizmet”ten, bir çeteyi azmettirmekten henüz soruşturması tamamlanmayan Sibel Can’a “sanata katkıları dolayısıyla” Cumhurbaşkanı tarafından ödül verilmesine geldi dayandı.
Ekonomiyi düzelteceğiz mi diyecekler? Batırdıkları batak herkesin gözüne batmaktadır. Ya da özelleştirmeleri durduracağız sözü mü verecekler?
Enflasyonu mu düşüreceğiz diyecekler? Yoksa işsizliğe çözüm mü vaat edecekler? Refahtan mı söz açacaklar, yoksa tümü boğazına kadar pisliğe gömülüyken rüşvet ve yolsuzlukları mı önleyeceğiz diyecekler? Vatan-Millet-Sakarya ve din istismarından başka kullanabilecekleri konu bulmakta zorluk içinde olacakları kesin.
Bu çıkmazları onları seçim kampanyalarını reklam şirketlerine vermeye ve Amerikan vari şov kampanyaları eşliğinde daha çok, medyaya bel bağlamaya götürüyor.
Düzen partileri bu tür sorunları gündeme getirip işlemekten kaçınacaktır. Ancak onlar gündeme getirmeseler de, emeğin politikacıları, bu sorunları gündemde tutacaktır. Gündeme getirmelerine gerek yoktur, çünkü bu dertler emekçilerin her gün gündeminde başköşeyi işgal etmektedir. Önemli olan ve emeğin politikacılarına düşen görev, tüm bu sorunlardan hareketle düzeni teşhir etmek ve artık burjuva yalanlarına karınları tok olan emekçilerin, bu sorunların gerçek kaynaklarını ve çözümleri için bizzat kendi politik eyleminin zorunluluğunu kavramasına yardımcı olmaktır.
Bu amaçla bugüne kadar olmadık yaygınlık ve yoğunlukta bir aydınlatma faaliyeti örgütlendirilmesi zorunludur. Her ne kadar işbirlikçi gericiliğin partileri politik tartışmalardan kaçınma eğilimi gösterse bile, seçim ortamı, yine de ezilen işçi ve emekçi kitlelerin politik tartışma ve sorunlara ilgisinin yükseleceği, kendi oyunun hesabını yapacağı ve bu amaçla kendi tecrübelerinin süzgecinden geçireceği yaralamalara yöneleceği bir ortam olacaktır.
İşçi sınıfının en azından ileri kesimi, ama ana kitlesi de, bugüne dek, sendikal mücadele deneyiminden geçti. Ancak politika denince, bugüne kadar, bu işi hep “politikacılar”a, kendilerini sistemli olarak aldatanlara, yalancı ve dolandırıcılara ve üstelik son yıllarda yaygın olarak deneyden geçirdiği gibi kendi taleplerine karşı taleplerin bayraktarlığına yapanlara, özelleştirmeyi, sıfır zammı, düşük ürün bedellerini, tarıma kota konmasını, açıktan ülkenin emperyalistlere peşkeş çekilmesini, İsrail’le ittifak kurulmasını savunanlara bıraktı. Kendisini politika alanı için yeterli görmedi, kendine güvenmedi, politikaya yabancı durdu, hatta “ben ekmek partisindenim” dedi. Ama ağır istikrarsızlık koşullarıyla işçi ve emekçilerin son birkaç yılda edindiği yoğun mücadele deneyimi, ekmek ile politikanın öyle pek de birbiriyle ilişkisiz olmadığını, “ekmek partisi”nin aslında kendi gerçek partisi olduğunu ve dolayısıyla politikanın sahtekârlarla yalancılara, taleplerine ve kendisine düşmanlığını sınadıklarına bırakılacak şey olmadığını, emekçilerin önemli bir kesimine gösterme açısından ciddi bir birikim sağlamıştır.
Önemli bir sorun, sloganlarıyla politikalarını emekçi kitlelere ulaştırarak onların yönelim ve etkinlikleriyle kendi politik merkezleri etrafında kümelenmelerini sağlamak üzere devrimci partinin tanıtılmasıdır. Bu, kuşkusuz, ilan, reklâm ya da şov kampanyalarıyla olmayacaktır. Söylendiği gibi, yaşamlarının bütün alanlarını kapsayan, tüm toplumsal sorunlardan hareket eden ve kuşkusuz, emekçilerin talepleri üzerinden yükselen sistemli kılınmış aydınlatma faaliyeti, emekçilerin kendi deneyleriyle eğitilmeleri ve sınadıkları slogan ve politikalarının doğruluğuna inanarak kendi partilerini tanımalarının ve etrafında toplanmalarının tek geçerli yoludur.
Bu, emeğin politikacılarıyla devrimci parti militanlarına, bugün yeni bir görev yüklüyor. Emeğin politikacıları, sendikal mücadele içinde şöyle ya da böyle pişmişlerdir. Politik gösteriler düzenleme, yürüyüşler, politik protesto kampanyaları örgütleyerek, düzenli günlük gazete, dergi çıkararak tüm bu faaliyetleri sürecinde bilgi ve beceri biriktirmişler, politik açıdan deney kazanmış ve olgunlaşmışlardır.
Önemli bir eksikleri vardır. Türkiye’de ileri işçiler, devrimci militanlar, politik hattının doğruluğu-yanlışlığı bir yana, ’60’lardaki TİP deneyi dışında parlamenter mücadele deneyine ve böyle bir geleneğe sahip olmamışlardır. Bu, sınıf bilinçli işçinin, emeğin politikacılarının politik tecrübe ve olgunluk düzeyini eksikli kılan temel bir zafiyet oluşturmuştur. Hatta açık olarak belirtilmelidir ki, devrimci militan politik tecrübe birikimini parlamenter mücadelenin deneyleriyle zenginleştirip devrimci eğitimini bu yönüyle de tamamlamadan bütünüyle olgunlaşamaz, emeğin gerçek anlamda politikacısı olmaya hak kazanamaz.
Burada sözü edilen devrimci eğitim, parti militanının eğitimi ve politik olgunlaşması olmakla birlikte, bu eğitimin, emekçi kitlelerin politik eğitiminin bir parçası olmaktan başka bir yolu ve koşulu olmadığından, devrimci militanın eğitimini bu yönüyle tamamlamasının ancak ezilen kitleleri kucaklayan yaygın bir parlamenter mücadele deneyimi içinde olanaklıdır. Böyle bir deneyim ise, kesinlikle yalnızca devrimci militanın olgunlaşması sürecinin tek yolu olmakla kalmaz; ama işçi ve emekçi kitlelerin parlamenter mücadele deneyiminden geçmesi anlamına gelir. Devrimci militanla birlikte geniş kitleler de bu şekilde politik eğitimlerini tamamlarlar. Ya da devrimci militanın kendisini eğitmesi için emekçilerin eğitimine katılması zorunludur ve eğitim, devrimci militanla birlikte yığınların politik eğitimi olarak birlikte yürür. Bu eğitimden en iyi şekilde geçenler, emeğin en iyi politikacıları olurlar.
Böyle bir eğitim zorunludur. Hem devrimci militan ve hem de yığınlar açısından zorunludur. Başka türlü devrimci militan, yığınların dilinden anlamakta ve konuşmakta, dolayısıyla onların eğitimine katılıp onları hareketlendirmede mutlaka zaaflar taşıyacak, çalışması sürekli olarak eksiklikler içerecek ve yığınların devrimci ilerleyişi aksamış ya da daha doğrusu aksatılmış olacaktır.
Bugüne kadar seçimler karşısında genellikle alınan “solcu” inkârcı tutumla kitlelerden kopukluğun, her zaman onun bulunduğu noktadan başlayarak politika yapmaya uzak duruşun, kuru slogancı “solculuk”un arasındaki ilişki, şimdi, serinkanlılıkla bir kez daha gözden geçirilip sorgulanmalıdır. Görülecektir ki, bu iki kategori arasında doğrusal bir ilişki vardır.
Ve bütün bunlar, özellikle yoğun bir parlamenter mücadele deneyiminden geçmiş Avrupa işçi sınıfının tarihsel birikimiyle birlikte düşünüldüğünde, politikleşmiş yığınların örgütü olarak devrimci partinin inşasının, bu eksiğinin hızla giderilmesiyle yakından ilişkili olduğunu görmek daha kolay olacaktır. Emeğin devrimci partisinin kitleselleşmesinin, politik eğitimin, parlamenter mücadele deneyimi yoluyla tamamlanmasına çalışılmasından başka yolu bulunmamaktadır. Kuşkusuz, bu, parlamenter mücadeleyi olanaklı kılan koşulların varlığı varsayılarak söylenmektedir. Bu tür bir deneyden geçmenin olanağının bulunmadığı durumdaysa, başka koşullarda geçerli olanı kopya etme ham kafalığıyla düzen savunuculuğuna sürüklenmek kaçınılmazdır.
Dünün milyonlarca işçiyi kucaklayan Avrupa’nın bir dizi komünist partilerinin geçtiği parlamenter deneyimden çıkarılacak dersler olduğu kuşkusuzdur. Lenin’in yüzyılın başlarında “parlamenter avanaklık”la suçladığı bu partilerin önderleri, işçi ve emekçi kitlelerin devrimci eğitimlerini tamamlamalarına yardım etme yerine, marjinal “solcular”ın, silahlı mücadeleyi tek biçim görmeleri gibi, parlamento koltuklarının rahatlığına ve olağan zamanlarda düzenin sunduğu olanaklara kapılarak, parlamenter mücadeleyi tek mücadele biçimi sayma zaafına düşmüşler ve devrimci kalmayı başaramamışlardır,
Şimdi, parlamenter mücadele deneyi bakımından da, bir kez daha Lenin’in yolundan yürümenin zamanıdır. Devrimci kalarak parlamento seçimlerine katılmak ve elden gelen çabayı göstererek parlamenter mücadele denizine, bugün için aynı anlama gelmek üzere, emekçi kitleler arasına dalma. Bugün en küçük olanakların değerlendirilmesi küçümsenmeden ve fırsatları heba edilmeden yapılması gereken budur. Günün devrimci görevi, parlamenter mücadelenin devrimci militan ve partisinden beklediği coşku ve fedakârlığı göstermektir. Devrimci parti, önümüzdeki seçimlerden mutlaka yeni ve önemli mevziler kazanarak çıkmalıdır. Bu mevzilerin en önemlilerinden biri, şüphe yok ki, emekçi kitlelerin sorunlarını ifade etmek, çözüm yollarını göstermek ve bütün bunları fabrikalara ve köylere taşımak üzere parlamento kürsüsünü kullanacak emeğin milletvekillerinin parlamentoda bulunması olacaktır.
Kitlelerin arasında büyük bir şevkle çalışıp devrimci ajitasyonu ve propagandayı en ücra köşelere kadar ulaştırarak bu mevzileri kazanmak üzere bütün olanakların seferber edilmesi, bir kez daha, günün devrimci görevidir.
SEÇİMLERE VE PARLAMENTOYA KATILMA EMEKÇİLERİN MÜCADELESİNİ GERİLETİR Mİ İLERLETİR Mİ?
Bu sorunun genel-geçer ve her koşul için doğru tek bir yanıtı olmadığı kesindir. Bazı koşullarda geriletir, bazı koşullardaysa ilerletir. Bu nedenle, sorunun, her somut koşul çerçevesinde somut olarak tartışılması zorunludur.
O halde kuşkusuz bugünkü durumu tartışmalıyız.
İşçi sınıfı ve emekçilerin, mücadelelerinde, bugün, parlamenter mücadele biçimlerinden daha ileri biçimleri kullanmakta olduğunu ve parlamenter biçimlerinin eskiyip aşıldığını sanırız kimse iddia etme durumunda değildir. Bu, parlamenter mücadele biçiminin geri bir biçim durumuna düşmediği ve dolayısıyla emekçi milyonların kendi deneyleriyle sınayıp devrimci sloganların doğruluğuna inanmalarına olanak sağlamak üzere bu biçimi ileri sürmenin gericilik ya da mücadeleyi geriye çekmek olmadığı anlamına gelir.
Bu tartışma, bugün için ve genel olarak, neredeyse istisnası olmadan, parlamenter biçimleri küçümseyen, silahlı ya da “daha devrimci” olduğuna inandığı mücadele biçimlerini tek biçim olarak gören ve parlamenter biçimleri temelden reddeden “solculukla tartışmadır. Hem bugün için ileri sürülmüş böyle bir görüş henüz yoktur hem de olsa bile etki alanı bakımından ciddi bir ilgiyi hak etmemektedir.
Bu soruna ciddi ilgi, devrimci parti saflarında bu tür bir “solculuk”un baş göstermesi koşullarında gerekli olur ki, bugün böyle bir durum da söz konusu değildir. Ancak devrimci eğitimleri eskilere uzanan militanların, eski “solcu” kalıntıların üzerlerindeki olası etkileri konusunda titiz olmaları, parlamenter mücadeleyi küçümsedikleri ya da parlamento ve parlamenter mücadelenin olanaklarının abartıldığı hissine kapıldıkları oluyorsa, derhal kendilerini gözden geçirmeleri gereklidir. Çünkü bu tür bir mücadeleye, belli başlı olarak yeni girilecektir; devrimci militanın olmadığı gibi, devrimci partinin de konuya dair pek fazla pratik ve hatta somut düşünsel deneyimi yoktur. Ve en kötüsü bilinmezliktir. Yeni, bir kez ucundan kıyısından yakalanıncaya kadar, ürkütücü de gelebilir. Kısacası küçümseyicilik, çok olağanüstü bir gelişme olmaz. Bu nedenle, dikkat edilmesi ve oluşturduğu tehlike karşısında devrimci militanın kendisini sürekli gözden geçirmesi gerekli olan, parlamenter biçimlerini küçümseme eğilimi olmalıdır.
Geleneksel solculuğun etkisinin en belirgin şekilde kendisini gösterdiği ve gösterebileceği alanlardan olması nedeniyle de, bu eğilim karşısında titizlik elden bırakılmamalıdır. Bu nedenle sorun üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
Parlamenter mücadelenin işçi ve emekçilerin mücadelesini geriletip ilerletmesi sorununa somut değil soyut yaklaşım, yanlışlığın ve “solculuk”un kaynağı olmaktadır. “Solcu”, genel olarak kitlelerin mücadelesine değil “kendi mücadelesine ilgi gösterir; kitlelerin ve kitle mücadelesinin ihtiyaçlarından değil kendisinin ve “kendi mücadelesinin ihtiyaçlarından yola çıkarak akıl yürütür ve politika belirler. Bu temel yanlışı, peşinden gelecekleri belirler. Parlamenter mücadele biçimlerinin öneminin küçümsenmesi ve reddedilmesi gibi yanlışlar, birinci ve temel yanlışın türevi olarak oluşur. O nedenle, “geriletir mi-ilerletir mi” sorusuna “solcu”yla birlikte somut yanıt aramak ve bulabilmek olanaksızdır.
Örneğin, “parlamento, faşist diktatörlüğün kurumudur” ya da “asma yaprağı” veya “domuz ahırı” der geçer. Sorunu çözmüş olur.
Burada, Lenin’in “Sol Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı”nda uzun uzun tartışıp mahkûm ettiği gerici kurumlarda çalışmanın reddedilemeyeceği gerçeğini, kuşkusuz tekrarlamayacağız. Yalnızca ileri işçiler değil, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin önemli bir bölümü sendikalar, kooperatifler gibi gerici kurumlarda çalışmak gerektiğini bilmekle kalmıyor, üstelik çalışıyorlar da. Gerici parlamentoda çalışmak da, Lenin’in de üzerinde durduğu gibi, aynı kategoridendir.
İkinci sorun, ilke olarak gerici kurumlarda ve bu arada parlamentoda çalışmak ve bunun için parlamenter mücadele yürütmek reddedilmese ya da sessiz kalınarak geçiştirilse bile, “parlamentoda çalışmaya ve bu amaçla ciddi ve yoğun bir parlamenter mücadele yürütmeye değer mi” ya da “parlamenter mücadele, mücadeleyi geriletir” biçimindeki anlayışların ilkeleştirilmesiyle ortaya çıkar.
Birinci sorunla bağlantılara sahip bu sorun, aslında, parlamentoyu bir politik kürsü ve parlamenter mücadeleyi bir politik mücadele biçimi olarak ele alıp somut değerlendirmeden geçirmeye boş verme sorunudur. “Bu parlamentodan bir hayır gelmez” ya da “parlamentoya kim inanıyor, kim değer veriyor ki” gibi yarım doğruların ileri sürülmesiyle, parlamentoya katılma ve parlamenter mücadele yürütmenin zorluklarından kaçma yoluna gidilir.
Sorular değişik biçimlerde sorulmalıdır. “Bu parlamentodan hayır gelmeyeceği” inancı ya da düşüncesi kimindir? Fabrika ve atölyesindeki ortalama işçinin ya da bakkal dükkânını işleten esnafın veya kayısısını, tütününü yetiştirmeyi ve zarar etmeden elden çıkarmayı dert edinmiş köylünün mü, yoksa “solcu”nun mu? “Parlamentoya inanmayıp değer vermeyen” kim? Aynı kitlelerin birer üyeleri olan işçi, esnaf ya da köylü mü, yoksa yine “solcu” mu? “Solcu” ya bu değiştirilmiş soruları ve neden değiştirildiklerini anlamayacak ya bu kitlelerin sıradan üyelerinin, işçinin, esnafın, köylünün, memurun vb. duygu, eğilim, inanç ve düşüncelerinden bihaber olduğundan değişiklikten hoşlanmayacak ya da yeterince katı bir “solcu”ysa erkekçe ikrar edecektir: “Benim” ya da “Bizim” veya “Partinin düşüncesi”!
Hayali şatolara karşı mücadele söz konusu ise, bu mücadele ve araç ve biçimlerinin saptanmasında “ben”in, ya da “biz”in tayin edici rolü olabilir. Ama kendi hayali sloganlarımızla düşüncelerimizi kitlelerin duygu, düşünce ve eğilimleri yerine koymayarak sınıf mücadelesi gerçeğini dikkate alacaksak; “bizim doğrularımız” önemlidir, ama ancak hedefimizi göstermek ve yoğun bir aydınlatma faaliyetiyle emekçi kitlelere mal etmeye uğraşılıp kitlelerin doğrulan haline dönüştürülmeleri zorunluluğu açısından önemlidir. “Ben”in ya da devrimci militanın üzerinden yürümeye başlayacağı, hareket noktası edinilecek “doğrular” ise, bugünkü gerçek ya da “yanılsamalı haliyle kitlelerin bugünkü doğrulan” olabilir. “Bizim doğrularımız”, “kitlelerin doğruları” ile karıştırılırsa, sınıf mücadelesi anlamsızlasın Devrimci partinin bütün faaliyetinin yönelik olduğu “kendi doğrularını emekçi kitlelerin doğruları haline getirme” amacı, anlaşılmaz olur ve devrimci partinin temel işlevi ve dolayısıyla gereği ortadan kalkar. Bu durumda, milyonların partinin sloganlarının doğruluğuna inandırılması önemsizleşir, buna yönelik aydınlatma faaliyeti ve onun bir dizi pratik ihtiyacı üzerinde düşünme gereği kalmaz. “Solcu” açısından doğru olan, tam da bunlardır; ama bunların keskinlikten, devrimcinin kafasındaki şekilleri gerçek yerine koymasından, halüsinasyon vb. türü idealist şarlatanlıktan başka bir anlamı yoktur.
“Bu parlamentodan hayır gelmeyeceği” bizim doğrumuz ya da iddiamızsa, bu doğrudur. Bu, yine Lenin’in “Sol Komünizm”de yaptığı burjuva parlamentonun tarihsel bakımdan miadını doldurduğuna ilişkin tartışmayla çözümlenmiş bir sorundur. Üstelik bizim parlamentomuz, doğru dürüst bir burjuva parlamento bile değildir. Bu da doğrudur. Ama buradan çıkarılacak anlam, parlamentonun ve parlamenter mücadelenin değersizliği olamaz. Bu anlam, ancak, parlamentonun yalnızca tarihsel bakımdan miadını doldurmuş olduğunun bizim tarafımızdan bilinmesi ile değil, ama bu doğru, ona karşı politik mücadeleye girişen kitlelerin politik eylemiyle ortaya konduğunda çıkarılabilir ve çıkarılacaktır. Bu ise, parlamentonun yalnızca tarihsel bakımdan değil politik bakımdan da miadını doldurduğu anlamına gelecektir.
İşte parlamentoya katılmanın mücadeleyi gerileteceği durum da, bu durumdur. Kitleler bilinç ve örgütlülük düzeyleriyle ve sürdürdükleri mücadelenin biçimiyle parlamentoyu ve parlamenter mücadeleyi politik bakımdan aşmış ve eskitmişlerse, bu durumda parlamenter biçimi kitle mücadelesini geriye çeker, mücadelenin gelişmesinin engeli haline gelir.
Bugünkü durumun böyle olduğu ileri sürülemez. Devrimci amaçlarla yürütülecek parlamenter mücadele, özellikle bugünkü ağır koşulların emekçileri düzen partilerinden kopmaya ve düzenden uzaklaşarak politikleşmeye ittiği önümüzdeki seçim döneminde, yığınların bu eğilimini pekiştirerek onlarla birleşmeyi, işçi ve emekçi hareketinin gelişmesini ve politik partisinin kitleselleşmesini kolaylaştıracaktır.
Bu nedenle, “ilerletir mi-geriletir mi” tartışmasıyla vakit kaybetmeye gerek yoktur. Hiç savsaklamadan önümüzdeki görevlere sarılarak parlamenter mücadelede ustalaşmak ve onun sunduğu olanaklardan yararlanarak yoğunlaştırılmış bir aydınlatma faaliyeti yürütmek üzere ileri atılmak, işçi ve emekçi hareketinin temel ihtiyacı durumundadır.
NASIL BİR SEÇİM PLATFORMU?
Seçim dönemleri, özel dönemlerdir ve özel bir devrimci çalışma yürütülmesini gerektirirler. Ancak dönemin ve gerektirdiği çalışmanın özgünlükler taşıması, seçim çalışmasının, geliştirilecek özel bir mücadele platformu temelinde ve onun özel olarak belirlenmiş program hedeflerinin gerçekleştirilmesi amaçlanarak yürütüleceği anlamına gelmez.
Seçimler, ancak, devrimci emek hareketinin azami ve asgari programının yaygınlaştırılma ve sloganlarının benimsetilmesi alanı olabilir ve seçim faaliyeti de, ancak, işçi ve emekçi hareketinin seçim öncesinden gelen talep ve ihtiyaçlarının karşılanmasını gözeten devrimci platformu üzerinden yürütülebilir.
Devrimci program ve sloganlardan her gerileme ve seçim platformunun daraltılması, işbirlikçi gericiliğe verilmiş birer taviz ve onunla uzlaşmacılığa, reformculuğa doğru atılmış bir adım olur. Bu, parlamenter avanaklığın başlangıç noktasını oluşturur. Avrupa’nın milyonları peşlerinden sürükleyen devrimci partileri böyle yoldan sapmışlardır. Parlamenter mücadeleye girişmek ve parlamentoya katılmak kesinlikle değil, ama bu katılma uğruna, devrimci amaç ve hedeflerden vazgeçme ve emekçi kitlelerin talepleriyle düzenden kopma eğilimi taşıyan hareketinin ihtiyaçlarına cevap vermeyecek özel seçim platformları savunup uygulamaya gerileme, işte bu kitle mücadelesini geriletir, düzenin sağlamlaştırılması ve ekonominin ve devletin yeniden yapılandırılması yönelimlerine hizmet eder. Bundan çıkarılması gereken sonuç, parlamenter mücadeleyi devrimci amaçlarla ve emekçi kitlelerin taleplerinden oluşan daraltılmamış bir platformda yürütmenin zorunlu olduğudur.
Bu nedenlerle, devrimci partinin seçim platformu, “Bağımsız ve Demokratik Türkiye için Mücadele Platformu” olabilir.
SEÇİME ÖZEL PLATFORM DARALTMA HALKA İHANET ADIMIDIR
Bu sorun, daha çok “solun birliği” söz konusu edilerek, böyle bir birlik uğruna, yalnızca seçimlere özgü bir “özel seçim platformu” oluşturulması ve bu nedenle kitlelerin ihtiyaçları tarafından belirlenen mücadele platformunun daraltılması zorlaması olarak gündeme sokulmaya çalışılmaktadır. Seçimleri her şey ve ülkeyi seçim ortamına getiren gerçekler ve buradan kaynaklanan kitlelerin ihtiyaçlarıyla ilişkisizlendiren bu yaklaşımla amaçlanan, daha baştan taleplerine yabancılatılan kitlelerle kopuşmuş parlamenterliklerin garanti edilmesidir. Oysa emekçilerin, emekçi politikacıları oları kendi parlamenterlerine ihtiyacı kuşkusuz büyüktür ve bunun için elden gelen yapılmalıdır; ama emekçilere ve taleplerine yabancı yeterince parlamenter saten vardır ve olacaktır, bunlardan bazılarının “biraz daha sol” etiketli olmalarının hiçbir gereği ve emekçilerin bu tür yeni parlamenterlere hiçbir ihtiyacı yoktur. Bu tür parlamenterlere sahip olmak üzerine seçim platformu ve çalışması kurulamaz.
Örneğin “Gökkuşağı Projesi”ne asıl niteliğini veren bu anlayıştır.
Türkiye gericiliğinin bir parçasını oluşturmakta olan sosyal demokrasi ile seçim yakınlaşması ya da ittifakının dillendirilmesi, bu açıdan tehlikelidir.
Kitlelerin talep ve ihtiyaçları esas alınıyor ve bunun üzerinden bir seçim platformu oluşturuluyorsa, bu platformda sosyal demokrasiye yer yoktur. Yalnızca sosyal demokrasi değil; program, slogan ve mücadele platformlarıyla emekçi kitlelerin talep ve ihtiyaçları karşısında pozisyonlar tutan hiçbir parti ve politik güçle bir seçim platformunda birlikte yer alınamaz.
Emperyalistlerle işbirliğini savunan, örneğin ABD-İsrail-Türkiye ittifakından yana tutum alan bir parti ile birlikte platform oluşturmak, ulusa ihanetle eş anlamlıdır.
Globalleşme politikalarını savunan, IMF ve Dünya Bankası reçetelerini hareket noktası edinen; borçlanmaya, devlet harcamalarıyla yatırımlarının kısılmasına, düşük ücret ve maaş politikasına, üretici köylülüğün ürün bedellerinin düşürülmesine, işsizliğin büyütülmesine, yoksulluk ve sefaletin yaygınlaştırılmasına dayanan ekonomi politikalarını savunup uygulayan partilerle birlikte bir platform oluşturmak emekçi halka ihanetle eş anlamlıdır.
Özelleştirmeci bir parti ile birlikte platform oluşturmak, işçi ve emekçi kitlelerine ihanetle eş anlamlıdır.
Yolsuzluklara, çete ilişkilerine bulaşmış partilerle birlikte bir platform oluşturmak, bu suçları aklamak ve onlara ortak olmaktır.
12 Eylül rejim ve yasalarına karşı parmağını oynatmamış, lafın ötesinde demokrasi ve özgürlükleri savunmamış, faşist saldırılar karşısında sessiz kalmış partilerle birlikte bir platform oluşturmak, demokrasiyi savunmaktan uzaklaşmak, faşizm suçuna katılmaktır.
Kürtlerin üzerine bomba yağdırmış ya da yağdırılmasını sessiz kalarak onaylamış, milyonlarca insanın yurtlarından sürülmesine ses çıkarmamış partilerle birlikte bir seçim platformu oluşturmak, savaş ve katliam suçuna ortak olmak demektir.
En son Sivas’ta 35 aydın yakılırken sessiz kalan partilerle birlikte bir platform oluşturmak, Alevilere yönelik saldırılara ortaklık etmek bir yana, insanlık suçuna katılmaktır.
Halka ihanet etmekten kaçınmak şarttır! Bu duruma düşülmek istenmiyorsa, düzen partileriyle birlikte seçim platformu oluşturmanın lafını bile etmekten uzak durulmalıdır!
DEVRİMCİ SEÇİM PLATFORMUNUN AMAÇ VE TALEPLERİ
Devrimci bir seçim platformu, mutlaka, somut gerçeklerden, kitlelerin somut taleplerinden hareket eden ve bu talepler için mücadelenin önünü açan bir platform olmalıdır.
Devrimci bir seçim platformu, mutlaka, her somut talep üzerinden sistemi teşhir eden ve emekçileri sisteme karşı ve kendi iktidarları için partileşmeye çağıran bir özellik taşımalıdır. Bu platform, herhangi işbirlikçi burjuva hükümetini ya da düzen partisini diğerine tercih eden bir platform olamaz.
Bunun doğal gereği olarak, devrimci bir seçim platformu, mutlaka, işçi ve emekçilerin yerel ve ekonomik eylemlerini politik hedeflerle birleştirerek birleşik eylemin önünü açan bir platform olmalıdır.
Devrimci bir seçim platformu, mutlaka, işçi ve emekçileri herhangi nedenle bölünmemeye ama birleşmeye teşvik edici bir platform olmalıdır.
Bu seçim platformu, mutlaka globalleşmeci politikalara karşıtlığın üzerinde yükselmelidir:
* Emperyalist talan ve denetim merkezlerinin dayatmalarına hayır!
* Özelleştirmeler durdurulsun! Özelleştirmeci partilere oy yok!
* Esnek çalışma dayatmasına hayır!
* Sendikasızlaştırma politikasına son, sınırsız sendikal örgütlenme özgürlüğü.
* “Personel reformu” adı altında memurların çalışma güvenliğine saldırıya hayır!
* Asgari ücret, asgari geçim standardı esas alınarak belirlensin.
* Tarım kredi faizleri düşürülsün, ürün fiyatlarının belirlenmesinde üretici köylü söz sahibi olsun, topraksız köylüye toprak dağıtılsın.
* Tarım ürünlerinin ithalatı yasaklansın!
* Tütün ve pancar gibi ürünlerin üretimine konan kotalar kaldırılsın!
* Harcamaları bütünüyle devlet tarafından karşılanacak parasız eğitim ve sağlık.
* Sosyal güvenlik kurumları güçlendirilerek bütçe açıkları devlet tarafından karşılansın.
* Devlet harcama ve yatırımlarını kısma politikasına son verilsin; devlet, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, yeterli yatırımları yapsın!
* İç ve dış borçlanmaya dayalı ekonomi politikasına son verilsin, borç ödemeleri durdurulsun, faiz, repo, borsadan rant gelirlerine yüksek vergi!
Bu seçim platformu, mutlaka, krizin yüklerinin işçi ve emekçilere yıkılmasına karşı bir platform olmalıdır:
* İşten atmalar durdurulsun!
* İşsizlere, devlet yatırımlarıyla iş imkânı sağlansın!
* Sıfır zam dayatmasına hayır!
* Ücretsiz izin uygulaması kaldırılsın!
* Banka ve holdinglere teşvik, kur farkı, vergi iadesi vb. adı altında sağlanan desteklere son verilsin!
* İhaleye fesat karıştırma, rüşvet, yolsuzluk suçlarının cezaları artırılsın, bu konularda milletvekili dokunulmazlığı kaldırılsın!
Bu seçim platformu, mutlaka, emperyalizme karşı mücadele platformu olmalıdır:
* Bütün emperyalist ikili antlaşmalar iptal edilsin! NATO’dan çıkıksın!
* Gümrük Birliği’nden çıkılsın, Avrupa Birliği’ne hayır!
* Türkiye-İsrail ittifakına son verilsin!
* Emperyalistlere borç ödemeleri durdurulsun!
* IMF ve Dünya Bankası ile yapılan bütün anlaşmalar iptal edilsin!
* Kölelik dayatması MAI ve MIGA anlaşmaları reddedilsin!
* Türkiye’nin işletmeleri başta olmak üzere zenginliklerinin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine son verilsin!
* Kapitalist krizin yüklerinin Türkiye’ye yıkılmasına hayır!
Bu seçim platformu, aynı zamanda, özgürlükler üzerindeki tüm engellerin kaldırılması ve bir demokrasi platformu olmalıdır:
* Sendikal ve siyasal örgütlenme önündeki engeller kaldırılsın! Memurlara sendikal örgütlenme özgürlüğü tapirisin.
* Gençlere siyasal çalışma ve örgütlenme özgürlüğü.
* Düşünce ve örgütlenme suç sayılamaz.
* YÖK dağıtılsın, özerk bilimsel demokratik eğitim!
* Kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınsın, ikinci sınıf vatandaşlığa son!
* Süngülü siyasete son verilsin, ordu kışlasına dönsün, MGK feshedilsin!
* Kriz Yönetim Merkezi feshedilsin!
* Süper Valilik ve iller İdaresi Yasası iptal edilsin!
* Din ve vicdan özgürlüğüne saygı gösterilsin!
* 12 Eylül Anayasası kaldırılarak demokratik bir anayasa yapılsın!
* Yargı bağımsızlığı sağlansın, DGM’ler kaldırılsın!
* Suçluları koruyan Memurin Muhakematı Kanunu iptal edilsin!
Bu seçim platformu, aynı zamanda, çetelerle sistemin dolaysız ilişkisiyle bu çerçevede yürütülen aklama politikasını teşhir ve çetelere karşı mücadele platformu olmalıdır:
* Çetelerle ilgili devlet arşivi halka açıklansın!
* İstisnasız bütün çete suçluları derhal tutuklansın, yargılanıp cezalandırılsın!
* “Bin operasyon”un failleri bulunup cezalandırılsın
* Asıl çete Kontrgerilla, bütün bağlantılarıyla birlikte dağıtılsın!
* Karanlık ilişkileri kesinleşmiş MİT, Jitem ve Özel Tim lağvedilsin!
* Çetelerle bağlantısı kesin olan kara paraya bütünüyle el konsun, sahipleri kim olursa olsun tutuklansın!
Bu seçim platformu, mutlaka, ulusal baskıya karşı halkların kardeşliğini ve kendi kaderini tayin hakkını savunan bir platform olmalıdır:
* Savaş durdurulsun, Kürtler açısından onurlu bir barış ortamı yaratılsın!
* Herkesin etnik kimliği ve hakları tanınsın!
* OHAL kaldırılsın!
* Koruculuk sistemine son verilsin!
* Köylerinden sürülenlere geri dönme hakkı tanınsın, zararları tazmin edilsin, iş ve barınma olanağı sağlansın.
* Anadilde eğitim ve kültürel gelişmede seçme hakkı.
Bu seçim platformu, ek olarak, siyasi partiler ve seçim yasalarının demokratikleşmesini savunma platformu olmalıdır:
* Partiler Yasası demokratikleştirilsin, siyasi parti faaliyetlerinin herhangi nedenle ve herhangi biçimde sınırlandırılmasına son verilsin!
* Devlet yardımı, seçime katılan bütün partilere eşit ölçüde yapılsın!
* Seçme ve seçilme hakkının önündeki tüm engeller kaldırılsın!
* Temsil hakkına konmuş engeller kaldırılsın!
— Ülke ve il barajları kaldırılsın!
— Nispi Temsil sistemi ve “Milli Bakiye”ye dayalı yeni bir seçim yasası yapılsın!
— Partiler arası seçim ittifakları mümkün kılınsın!
— Yurt dışındaki yurttaşların eşit seçme hakları sağlansın!
— Seçmen ve parti üyeliği yaşı 18’e indirilsin!
* Başkanlık ya da Yarı Başkanlık sistemlerine hayır!
EMEK ÖZGÜRLÜK BARIŞ BLOKU OLUŞTURULMALIDIR
Ekonomik ve politik koşullar son derece ağır. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin saldırılan ciddi boyutta. Son derece ağır koşullarda, emekçi kitlelere karşı yöneltilmiş saldırıların göğüslenmesi ve püskürtülmesi, kuşkusuz, birleşik işçi ve emekçi eylemini gerektirmektedir. Bu saldırıları püskürtecek güç, emekçilerin birleşmiş gücüdür.
Bu gücün birleşmesini ve birleşik karşı koyusunu kolaylaştıracak, her türlü birliktelik temel öneme sahiptir.
Bunun yanında, saldırılara az çok karşı koyma potansiyeline sahip ve kararlı ya da kararsızca karşı koyma eğilimi gösteren ve üstelik bir araya geldiğinde emekçi kitlelerin birleşmesini ve birleşmiş mücadelesini kolaylaştıracak her türlü birliktelik gereklidir ve gerçekleştirilmesi, en çok emeğin politikacılarına düşer. Saldırılara karşı koyma ve mücadele potansiyelini az çok gösteren tüm parti, grup ve örgütlerle, varlığı kaçınılmaz ayrılık noktalarını öne çıkarma yerine birliği öne çıkararak yakınlıklar oluşturmak, zorunludur.
Bu koşullarda mücadeleci yönü olan ve emekçi mücadelesini geliştirmeye katkıda bulunmak üzere bir araya gelme eğilimi taşıyan parti ve örgütler arasında ayrılıklar üzerinden polemiklere ağırlık vermek lükstür. Kuşkusuz, çeşitli parti ve gruplar birbirlerini eleştireceklerdir, çünkü farklılıklara sahiplerdir. Ancak farklılıklarıyla birlikte, bu farklılıkları reddetmeden bir araya gelmeye çalışma tutumu teşvik edilmesi gereken tutumdur.
Tartışılmaya çalışılan, bir parti içinde birleşmek ya da yeni bir parti kurmak değil, güçleri bir araya getirmektir. Bir araya gelenler, kuşkusuz, farklılıklarını koruyacak ve birliği gözetmeleri gereğini bilerek, bu farklılıklarını özgürce ifade edeceklerdir. Bir araya gelecek her güç, serbestçe kendi görüş ve politikalarının propagandasını yapacak; ama birlikte yapabileceklerinin azamisini de beraberce yapacaklardır. Bu, birliği zayıflatıcı değil güçlendirici olur. Çünkü bir araya gelecek olanların amacı, birbirlerini hedef almak ve güçten düşürmek olmayacaktır. Böyle olsa, zaten bir araya gelmezler.
Farklılıklarla birlik mümkündür ve zaten ayrı durup bir araya gelme ihtiyacı duyanların farklılıklara sahip olmalarından doğalı yoktur.
Farklı ama bir araya gelmesi mümkün olanların uygun bir birliği mutlaka zorlanmalı ve yaratılmasına çalışılmalıdır.
Çünkü, Lenin’in dediği gibi, “Kendinden daha güçlü olan bir düşman, ancak son kertesine varan bir çaba gösterilerek ve düşmanlar arasında, her ülke içindeki burjuvazinin çeşitli grupları ve kategorileri arasında en küçük çıkar ilişkilerinden ve aynı zamanda geçici bir müttefik olsa da, sallantılı olsa da, koşula bağlı bulunsa da, pek o kadar sağlam ve güvenilir olmasa da, sayıca güçlü müttefiki kendi yanına kazanmak için, en küçük olanaktan en büyük özen ve uyanıklıkla, en ustaca ve en akıllıca yararlanılabildiği taktirde, yenilgiye uğratılabilir.” (Sol Komünizm, s. 67)
Eğer düşmanı yenilgiye uğratmak, yenilgisi yönünde gelişmelere ön ayak olmak isteniyorsa, kararsız ve az güvenilir, yarın değil, sonuna kadar değil ama bugün için birleşilebilir müttefikler içinde olmak üzere, birleşilebilecek tüm güçlerle birleşmeye çalışmaktan kaçınılamaz.
Bu nedenle, devrimci parti, emeğin politikacıları; bütün samimiyetleriyle ve kesinlikle emekçi kitlelerin birleşmesi ve mücadelelerinin gelişmesinin kolaylaşmasıyla işbirlikçi burjuvazinin yenilgi yönünde geriletilmesi dışında herhangi bir kaygıya kapılmak-sızın, ortak bir mücadeleci seçim platformu etrafında, birleşilmesi mümkün tüm örgütlerle birleşmeye çalışmalıdırlar, çalışacaklardır. Bu birliğin, tek koşulu, mücadeleci bir platformda gerçekleşmesidir.
“Sol” adına sosyal demokrat partilerin, emperyalizme ve gericiliğe karşı herhangi mücadele imkânına sahip olmamaları, bugüne kadar, işçi ve emekçilerin taleplerinin tam karşısında yer almaları açısından, mücadeleci bir platformda bir araya gelebilecek güçlerden olmadıkları tartışma götürmez. Mücadeleci bir platformda birlik ancak, bu tür partileri dışlayarak ve onlara da karşı gerçekleşebilecek bir birliktir.
Seçime gidilirken, kurulması gereken, “Emek-Özgürlük-Barış Bloğu”dur.
Bu blok, öncelikle, mücadeleci sendikaları, kitle örgütlerini, meslek odalarını, demokratik ve yöresel dernekleri ve bulunduğu yerde saygın kişilikleriyle öne çıkmış -muhtar, Alevi dedesi, müftü, emekli, genç, emekçi hakları savunucusu, insan hakları savunucusu, kadın hareketi temsilcisi vb. gibi- kişileri bir araya getirmelidir.
Bu blok’un merkezinde EMEP, ÖDP ve HADEP yer alabilir ve almalıdır. Bu, bloklaşmanın, başka politik örgütlenmelere kapalı olduğu anlamına gelmiyor. Sadece, ülkenin ve politik’ güçlerin bugünkü durumunda, bloğun merkezinde bu güçlerin yer almasının doğallığından geliyor.
Bu bloğun, ilkeleri ve platformuyla oluşmasının tüm sorunları halkın önünde açıkça tartışılmalıdır. Kapalı kapılar arkasında tartışmalar gereksiz ve yararsızdır; halkın güçlerinin halktan gizleyecek hiçbir şeyleri olmamalıdır.
Bloğa katılabilecek tüm güçlerin gözetmesi gereken temel bir tutum, bloğun oluşturulmasını zorlaştırmaktan her yönüyle kaçınmaktır. Özellikle grupçuluk karşısında her olası katılımcı uyanık olmalıdır.
Buna uygun davranmanın önemli bir gereği, sorunun teknik yönünü ön plana çıkarmamaktır. Seçim yasaları değiştirilip ittifaklara imkân verilmezse -ki bu, büyük ihtimaldir- pratik olarak seçimlere nasıl ve örneğin hangi parti adına katılacak olmaktan, adayların belirlenmesine kadar bütün teknik tartışmalar en sona bırakılmalıdır. Bloğa yaklaşım ve tartışmalarının yürütülmesi, önemli olanın, parti ya da aday adı değil, emekçilerin talep ve çıkarları ve mücadelelerinin gelişmesi bakımından yapılabilecek katkının azamisinin yapılması olduğu bilinerek sorumlulukla sağlanmalıdır. Sonunda nasılsa bir parti ve adaylar saptanır. Bu, zor olmayandır. Asıl olan, üzerinde birleşilecek platform ve mücadelenin örgütlendirilmesidir. Parti ya da aday pazarlıklarının saptırıcı ve dağıtıcı olacağı kesindir ve blok pratiğe geçmeye başlarsa ve başladığında, devrimci parti bu konuda da üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecek, teknik tartışmalarla sorunun aslının gözden kaybedilmesine izin vermeyecektir.
Emeğin politikacıları, mücadeleci bir platform etrafında bir seçim bloğunun oluşturulması için ellerinden gelecek her şeyi yapacaklardır. Ve bu bloğun oluşmasını samimiyetle istiyorlar. Eğer bu blok kurulamazsa, bu, devrimcilerin tutumu nedeniyle olmayacaktır.
Bu durumda, yapılabilecekler, birleşme imkân ve ihtimali olan tüm bileşenleri kapsamasa bile, olabilecek en geniş bir bloğun oluşturulmasından, bu da mümkün olmazsa, devrimci partinin seçimlere tek başına katılmasına kadar çeşitlenebilir. Blok dâhil hiçbir şey endekslenilebilecek bir mutlaklığa sahip değildir, olmamalıdır. Bu, blok mümkün olmuyorsa, yaşamın ve mücadelenin sonu gelmediği anlamındadır ve bu durumda, kuşkusuz, “blok kuracaktık!” diye hayıflanarak oturup beklenmeyecektir.
EMEKÇİLERİN BİR BİRLİK ARACI: YEREL PLATFORMLAR
Bloğun kurulup kurulamamasından bağımsız olarak, kitle örgütleri, sendikalar, dernekler, meslek odaları, insan hakları kuruluşları gibi örgütlerle merkezi ve yerel platformlar oluşturulmalıdır.
Siyasal güçleri de kapsayan birliklerin önemi kesindir. Ancak sınıfın ve emekçi tabakaların birliği bundan da önemlidir. Bunun aracı olabilecek en küçük olanaklar değerlendirilerek, özellikle yerel düzeyde emek ve demokrasi örgütlerinin bir araya gelmesi için çalışılmalıdır.
Çoğu yerlerde bu tür platformlar zaten kurulmuştur. Bu platformların genişletilip iyice tabana yayılması amaçlanmalıdır. Bir kısım yerlerde, kitleleri içinde toplamayan dar ve yalnızca “solcular”ı kapsayan ve adına “platform” denen örgütler de kurulmuştur. Kast edilen bunlar değildir. Gerçekten işçi ve emekçileri kucaklayan, onları temsil yeteneği olan platformları birliğin aracı olarak geliştirmek, olmayan yerlerde bu tür platformların kurulmasına önayak olmak gereklidir. İşçi ve memur sendikalarını, derneklerle meslek odalarını, yöresinde sevilen-sayılan kişileri içine alan platformlara ek olarak fabrikalarda işçi temsilcilerinden, mahallelerde muhtarlar ya da azalardan ve saygın isimlerden başlayarak oluşturulacak platformlarla var olanları zenginleştirmek ve bunları uyumlandırmak, işçi ve emekçilerin birleştirilmesi yolunda atılmış önemli adımlar anlamına gelecektir. Mümkün olan her yerde, milletvekili ve özellikle muhtar, aza ve belediye başkanıyla encümen adaylarını, mahalle halkının ya da işçilerin ve köylülerin doğrudan katılımıyla bu tür platformların belirmesi teşvik edilmelidir. Hatta bloğun oluşması durumunda, yerel planda, seçime ne şekilde katılınacağı, yine halka açık olarak ve halkın katılımıyla ve kuşkusuz, platforma, taleplerine, savunulacak projelere kadar bütün diğer sorunlar çözüldükten sonra, yine bu platformlar tarafından belirlenmelidir. Katılımcılık ve tek tek işçi ve emekçilerin, halkın politika yapmaya teşvik edilmesi, her yerde, son noktaya kadar zorlanmalıdır.
ÖRGÜTSEL GÖREVLER: SANDIK KURULLARI VE TEMSİLCİLİKLERLE DONANMAK
Her yeni ve özel faaliyetin yeni örgütsel biçimlere ihtiyaç duyacağı ve bu biçimleri koşullandıracağı bilinir. Seçim faaliyetinde de böyle olacaktır.
Bu, devrimci partiyi tanıma ve sloganlarının doğruluğunu sınama olanağı bulmuş işçi ve emekçilere içinde örgütlenecekleri uygun biçimler sunmak açısından olağanüstü önemlidir. Bu tür örgütsel biçimler hazırlanıp sunulmaması durumunda, seçim dönemi geçtiğinde, faaliyetten, geriye bir şey kalmayacaktır ya da kalacak ama örgütlendirilmemiş olduğundan görülemeyecek ve bir süre sonra kaybolup gidecektir. Oysa bütün yeni ilişkilerden yeni örgütler üretilmeli ve partinin kitleselleşmesinin başka hiçbir yolunun olmadığı bilinmelidir.
Kitlelerin politikleşmeye bu denli açık ve örgütlenmeye bu denli susamış olduğu koşullar kolay bir araya gelmez ve her zaman oluşmaz. Bugünkü durumun, bu açıdan mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor. Ve değerlendirildiğinde, devrimci partinin katlanarak gelişmesinin sağlanacağı, kitleselleşmenin ciddi adımlarının atılacağı ve sıkı çalışıldığında bu yönüyle bir patlamanın gerçekleşebileceği görülecektir. Çünkü kazanılacak her yeni güçle geliştirilecek her yeni ilişkinin uygun örgütsel biçimler içinde derlenmesi durumunda, bir sonraki işlerin yürütülmesine bu yeni güç ve ilişkiler de seferber edilebilecektir. Ve mutlaka başarılması gereken, bundan başka bir şey değildir.
Seçim dönemi koşullarında bu yeni örgütsel biçimler, yalnızca koordinasyonun sağlanıp görevlerin dağıtılacağı “seçim bürolarının yanı sıra ve en az onun kadar önemli “sandık kurulları” ve mahalle, sokak, köy vb. “parti temsilcileri”dir.
Bu iki örgütsel biçim, doğrudan parti örgütleri, ama olabildiğince gevşek örgütsel biçimler olarak ele alınmalıdır.
Mümkün olan her yerde, parti, mutlaka, kendi adına davranıp kendisini temsil edecek ve düzen partilerinin adamlarına karşı, öğrenebildiği ve yapabildiği kadarıyla, partinin politika ve sloganlarını savunacak temsilciler edinmelidir. Bu, zor değildir. Emekçileri düzen partilerinden kopuşa götüren ve politikleşmeye iten bunca ağır koşullarda, bu iş için görevlendirme yapılır ve yeterince seferber olunursa, her yerde, tanımlanmaya çalışılan özellikleriyle partiyi temsile yatkın en az birkaç kişinin ilk elde bulunacağı kesindir.
Devrimci partinin ilçelerden başlayarak alt örgütleri, içlerinden en az birer kişiyi, bulunduğu yörede, tanımlanan türden kişileri bulmaya yönelik tarama yapmaya özel olarak ayırmalı ve onlardan belirli bir süre içinde, örneğin sokak başına birer, kişi istemelidir. Görevliler, özellikle işçi ve emekçi kahveleri gibi emekçilerin birlikte bulundukları ve kuşkusuz, günlük sorunlarını ve bu arada her yerde her zaman olduğu gibi “memleket meselelerini” tartıştıkları yerlerde, etraflarında konuşulanları dinleyip konuşanları dikkatle gözlemeleri ve onlarla ilişki kurmayı bilmeleri durumunda, aradıkları kişileri fazlasıyla bulacaklardır. Her “fazla”, bir diğer sokağın temsilcisi olarak görevlendirilmelidir.
Burada dikkat edilmesi gereken şey, kesinlikle, dar ve seçkinci davranmamaktır. “Yapamaz”, “beceremez”, “bilgisi kıt”, “politikalarımızı yeterince bilmiyor ya da anlamamış” ve hele “yanlış yapar” demeden, düzen partilerine nefret duyan, düzenden hoşnutsuz ve partiye belirli bir eğilim gösterecek herkesi, örneğin kendi sokağının temsilcisi olarak görevlendirip, bu işi yaparken eğitilmelerini ve partiyi ve politikalarını daha yakından tanımaları için onlarla ilişkiyi sistemli bir örgüt ilişkisi olarak kurmaktır. “Temsilcilik” görevine talip olanlara hemen bir temsilci kartı düzenlenip verilmeli, yeni “devrimci”nin kendisini her yönüyle partili hissetmesi ve görevine dört elle sarılması sağlanmalıdır. Yeni temsilcilerin yanlış yapacaklarından, partiyi başkalarına karşı savunurken hatalara düşeceklerinden korkmaya hiç gerek yoktur. Bundan hiç çekinilmemelidir. Tabii ki hatalara düşecek ve yanlışlar yapacaklardır. Kim yapmamıştır ve yapmıyor ki! Önemli olan bu temsilcilere ulaşılması, görevlendirilmeleri ve ilişkinin örgüt ilişkisi olarak sisteme bağlanması ve aksatılmadan sürdürülmesidir. Yapmaları kaçınılmaz hata ve yanlışları, bu örgütlü iş yapma sürecinde yavaş yavaş giderip -hataları düzeltmenin başka yolu yoktur- politik bakımdan olgunlaşarak emeğin gerçek politikacıları haline geleceklerdir. Ve emin olunmalıdır ki, sürdürülen örgüt ilişkisinin gerektirdiği her toplantıya mutlaka kendilerinin yanı sıra başkalarını getirecekler ve her seferinde yeni parti sempatizanları artacaktır.
Ülkenin dört bir yanında parti temsilcileri görevlendirilmesi seferberliğine girişilmelidir.
Aslında sandık kurulları ile parti temsilcilerinin işlev ve nitelikleri aynıdır. Sandık Kurulları, temsilcilerin komiteleşmiş hali ve temsilcilerin her zamanki görevlerine sandık başlarında partinin temsilinin de eklemesinin örgütlendirilmesidir. Bu nedenle, devrimci partinin temsilciler edinmesi hareket noktası olmalıdır.
Amaç, her sandık bölgesinde en az bir parti temsilcisine ve tercihan sandık, sandık kurullarına sahip olmak olmalıdır.
Bu amaca ulaşılması, bugünden kestirilemeyecek sonuçlarıyla partinin kitleselleşmesi, yığınların partisi haline gelmesi demek olacaktır.
O halde, bu, emeğin devrimci partinin önündeki en önemli görevlerden biridir.
Seçimlerin sunacağı fırsat, her yönüyle değerlendirilmek ve emperyalistlerle işbirlikçi burjuvazinin saldırılarının üstesinden gelecek ve onların kötülükler ve haksızlıklar düzenini değiştirecek güç birikimi, parlamenter mücadele deneyiminden de emekçi kitlelerle birlikte geçerek sağlanmak durumundadır.
Aralık 1998