(Emeğin Partisi Başkanlık Kurulu’nun, 22–23 Mayıs 1999 tarihleri arasında yapılan EMEP Genel Yönetim Kurulu toplantısına sunduğu raporu yayınlıyoruz.)
18 Nisan 1999 günü yapılan “erken genel seçim”, DSP ve MHP’nin “yükselişi”; DYP, ANAP, FP ve CHP’nin “yenilgisiyle” sonuçlandı.
12 Eylül’den bu yana bütün seçimlerin “büyük partileri” olan ANAP ve DYP’nin oy oranlarının baraja doğru itilmesi, CHP’nin barajın altında kalması, FP’nin birinci parti olmaktan üçüncülüğe düşmesi; seçimde yenilen partilerin, “aslında seçimi biz kazandık” demelerini ya da inandırıcı mazeret bulmalarını güçleştirdi. Dolayısıyla da, ANAP, DYP ve CHP’de “yönetimlerin” ve “liderlerin” istifası gündeme gelirken, baraj altında kalan CHP içinde esen sert rüzgârlar, Genel Başkan Deniz Baykal’ın istifasına karşın dinmiş değil. ANAP ve DYP’de ise, henüz önemli istifalar yok, ama bu partilerdeki iç kargaşanın da öyle kolayca dinmesi beklenemez. Tersine, seçimin yarattığı depremin, orta vadede bu iki partiyi de CHP kadar karıştıracağı ortadadır.
FP’de suların kolayca durulmayacağı, RP’nin kapatılması öncesinden başlayan “ak saçlılar”-“gençler”, “liberaller”-“radikaller”, “Erbakancılar”-“Erbakancı olmayanlar” vb. irili ufaklı parti içi taraflar arasındaki çatışmanın seçim sonuçlarıyla birlikte alevlendiği, hatta bölünmeye varan gelişmelerin FP’de gündeme gelebileceği gözlenmektedir. Necmettin Erbakan’ın, Merve Kavakçı’yı kendi kozu olarak ortaya atması, parti yönetimine rağmen “mecliste türban krizi” çıkarması, bu kriz karşısında parti yönetiminin düştüğü acz, partinin içinde yeniden saflaşmaların gündeme gelmesi de Fazilet Partisi’ni zor günlerin beklediğinin alametleri olarak değerlendirilebilir.
Seçimin “galibi” sağ ve “sol” milliyetçi iki parti DSP ve MHP görünmektedir ve bu iki partide şimdilik “bir sorun yok” gibidir.
Büyük patronlar, onların örgütleri ve her stratejik noktaya yerleşmiş sözcüleri, holding medyası ve propaganda odakları, seçimler sonunda ortaya çıkan bu tablo üzerinden sistemin yenilenmesi için çabalarını sürdürmekte; bir yandan yeni ve “istikrarlı” bir hükümet oluşturmak için çaba harcarken öte yandan da, sistemin yenilenmesinin önündeki engelleri kaldırmaya yönelmiş bulunmaktadırlar.
Bu hedeflerden birisi, MHP’nin “‘değiştiği” gerekçesine sığınılarak aklanmasıdır. Sermayenin zirvesinde yer alan büyük patronlar, daha seçimlerin ilk sonuçlarıyla birlikte medyadan yükselen “değişen, merkeze kayan MHP’ye bir şans” çağrısına destek vermektedirler. Bu görüşler sadece patronlar ve onların devlet ve ekonominin en stratejik noktalarını tutmuş sözcüleri tarafından dile getirilmiyor; “sol”da da benzer görüşler dile getiriliyor; örneğin İlhan Selçuk, “MHP’nin uzattığı el boş bırakılmamalı” gibi “derin siyasal tahliller”de bulunuyor.
Seçim sonuçları üstünden yönelinen ikinci hedef ise; seçimde büyük oy kaybına uğrayan “merkez sağ” partilerin, ANAP ve DYP’nin birleşmelerinin önünde engel olarak görülen Tansu Çiller ve bir ölçüde de Mesut Yılmaz’ın liderliği bırakması; bu iki partinin tek çatı altında birleşmesidir. Genel olarak “sol” ve emek güçleri açısından ele alındığında, EMEP tarafından ısrarla öne sürülen EMEP-HADEP-ÖDP merkezli bir blokla seçimlere girilmesinin en doğru taktik olacağı seçimlerin gösterdiği diğer önemli sonuçtur. “Sol”un, burjuvazi tarafından en pohpohlanan partisi ÖDP’nin, 3 milyon oydan söz edip, yüzde 2-3’lük bir oy oranı tahminlerine burun kıvırırken yüzde 0,8 dolayında kalması, bu partide ve onu destekleyen burjuva medyasının mümtaz köşe yazarları içinde hayal kırıklığı yaratmıştır. Ya da HADEP’in yüzde 4,8’lik oy oranıyla yetinmek zorunda kalması, büyük kentlerde düşük oy oranları, “bu bir referandumdur, sayımızın ne olduğunu göstermemiz gerekir”, “gücümüzü göstermek için ayrı girmeliyiz” iddiasının ne kadar geçerli olduğunu göstermiştir.
Bu iki partinin iddialarının sonucuna bakılırsa; Türkiye’de “sol”un oy miktarı yüzde 0,8, Kürtlerin nüfus içindeki oranı ise sadece yüzde 4,8’dir!
18 NİSAN SEÇİMLERİ VE SİSTEMİN İSTİKRAR İHTİYACI
Ekonomiden siyasete, sokak eylemlerinden seçimlere, son 10 yıldaki her ciddi gelişme, Türkiye’nin emperyalist yeni dünya düzenine uyum sağlaması için yürütülen uluslararası ve “yerli” büyük sermaye merkezli operasyonların damgasını taşımıştır.
1995’in 24 Aralık’ında yapılan seçimlerden sonra ise, siyasetteki yeniden yapılanma girişimleri; “iki turlu, dar bölgeli seçim” ve “başkanlık sistemi”ne kadar siyasal sistemde ciddi değişmeleri öngören bir yapılanma ihtiyacı açıkça tartışılır hale gelmiştir. Sadece tartışılır da olmamış, zaman zaman geri plana çekilse de; başını Cumhurbaşkanı’nın çektiği bir kampanya yürütülmüş, bugün de yürütülmektedir.
Öte yandan; 1990’ların başında, ANAP’ın parlamentodaki çoğunluğunu kaybetmesinden beri, egemen sınıfın ve onun her soydan ideolog ve politikacısının başlıca kaygısı, genelde burjuva siyaset arenasındaki özelde de parlamentodaki parçalanmışlığa son vermek; ülkeyi “güçlü hükümetler” ve “yukarıdan” gelen talepler karşısında “bölünmemiş bir meclis”e kavuşturabilmek olmuştur.
24 Aralık 1995 seçimleri öncesinde de ana sorun buydu ve ilk genel seçimlerin bu amacı gerçekleştirecek düzenlemelerin yapılmasından sonra gündeme alınması isteniyordu. Ama ANAP ve DYP arasındaki rekabet 24 Aralık seçimlerinin istendiği gibi olmasını engelledi. O günden 18 Nisan seçimlerine kadar geçen süre, “siyasetteki parçalanmışlığın” aşılması ihtiyacını daha da öne çıkardı. Ne var ki, 18 Nisan seçimleri de; bir anlamda “hiç kimsenin istemediği ama kimsenin de önlemeye gücünün yetmediği” bir olgu olarak dayandı. Meclisteki partiler arasındaki ilişkilerde herhangi bir hükümetin güvenoyu alarak görev yapmasını engelleyecek biçimde parçalanmıştı. Bu yüzden de 18 Nisan seçimleri hiç kimsenin aslında girmek istemediği, ama kimsenin de kaçamadığı seçimler olarak biçimlendi. Öyle ki; seçim tartışmaları son bir yılın en öne çıkan gündemi olduğu halde, seçim için meclisten 8 ay önce yasa çıkarılmış olmasına karşın, seçimlere 15 gün kala bile, “her an ertelenebilir” seçimler olarak gerçekleşti 18 Nisan seçimleri.
Seçimlerin kaçınılmazlığı ortaya çıkınca, ülkeyi yöneten güç odakları, iki partiyi tarif ettiler. Birincisi DSP, ikincisi ise DSP ile uyumlu bir ortaklık kuracağını umdukları ANAP’tı. Özellikle: “enflasyonu düşüren”, “Apo’yu yakalayan” hükümetin başı, “dürüst lider” Ecevit’in oy oranını hayli yükselteceği anlaşıldıktan sonra ANAP, açıkça ikinci partiliğe razı olmuş görünüyordu. Tabii en çok endişelenilen konu ise, FP’nin yeniden birinci parti olma ihtimaliydi. DYP ve CHP ise Meclis’in “kaprisli” ve “ihtiraslı” liderlerinin partileri olarak, “yukarıdakiler” tarafından terk edilmiş, üstü çizilmiş durumdaydılar.
“ŞERİAT TEHLİKESİ” VE “BÖLÜCÜLÜK” ÜSTÜNDE MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELİŞİ
Son birkaç yıllık sürece yakından bakıldığında; ekonomideki ve siyasetteki yeniden yapılanma sorununun esas olarak askerlerin koçbaşı olarak görev yaptıkları “bir operasyon” olarak yürütüldüğü gözlenmektedir. Son 40 yılda bütün anayasaları vs belli başlı yasaları kendileri yapan askerler, bu sefer iktidarı doğrudan ele almasalar da, tankları sokağa çıkarmaya varan baskıları da uygulayarak, en azından 28 Şubat 1997’den beri gündelik siyasete yön vermektedirler. 18 Nisan seçimlerinin sonuçlarını bu müdahaleyi dikkate almadan değerlendirmek elbette aşırı saflık olur.
İlk sonucu Refah-yol hükümetinin devrilmesi olan müdahalenin gerekçesi, “Türkiye’nin Milli Siyaset Belgesi”nde yapılan değişikliğe dayandırıldı.
Daha önce “komünizme karşı mücadeleci esas alan Milli Siyaset Belgesi’nde Türkiye’nin önündeki en “yakın ve somut tehlike” “şeriat” olarak belirlenmişti. Dolayısıyla devletin bütün imkânlarıyla şeriata karşı mücadelenin esas alınması gerekiyordu. Refah Partisi ise şeriatçılarla içli dışlı bir parti olarak görüldüğünden Refah-yol hükümeti devrilmeli, yerine “laik demokratik düzeni koruyacak bir hükümet” kurulmalıydı.
Kuşkusuz ki; 28 Şubat kararlarından geçerek Refah-yol’un düşürülmesine gelen müdahaleler çok önceden başlamıştı. Erbakan’ın Libya, İran ve Uzakdoğu’daki Malezya ve Endonezya’ya yaptığı geziler, “seçmene selam” babından da olsa Batı karşıtı konuşmaları; Türk-İsrail-Amerikan ilişkilerinde Refah Partisi ve Erbakan’a güvenilmemesi vb. gibi pek çok başka neden birleşmiş, Refah Partisi’nin olmadığı bir hükümet, “yukarısının” acil isteği haline gelmişti.
Elbette ki, geçmişte bu tür durumlarda askeri darbelere başvurulur, her şey kılıçla kesilir, yerine istenilen yapılırdı. Ama bu sefer müdahalenin biçimi farklıydı. Bu yüzden de; “psikolojik savaş”ın yöntemleriyle sonuç alınmaya yönelindi. Toplumda infial uyandıracak olaylar yaratılarak, “provokasyon” ve “sansasyon” yöntemleri sıkça kullanılarak, gerçek ya da suni gerginlikler yaratılıp bunlar her şeyin önüne geçirilerek amaca ulaşılmaya çalışıldı.
Önce; bir “şeriat tehlikesi kampanyası” başlatıldı ve toplum; “Ya şeriattan yana ya da laiklikten yana olunur” kolaycılığı ile ikiye bölünmeye çalışıldı. Burada amaç, bir zamanlar “Müslümanlar RP’de olur, olmayanlar ise diğer partilerde” diyerek bir bölme taktiği izleyen RP gibi bir bölücülüğe yönelindi. Bu bölme girişimi, öncelikle, aydın-demokrat çevrelerde, bilim dünyasında, üniversitelerde yankı buldu. YÖK’e, anti-demokratik uygulamalara, 1982 Anayasası’na karşı yıllardır oluşan aydın-demokrat-bilim çevreleri bölündü. Bölünmede MGK’nın müdahalesine karşı olanlar şeriattan yana sayıldı. Böylece üniversite merkezli muhalefet tahrip edildi. Benzer bir durum üniversite dışındaki demokrat-aydın çevrelerde de gözlendi. 28 Şubat’ın hemen öncesinde, Susurluk skandalı üstünden devletteki çeteleşmeye, kayıplara, işkencelere karşı çıkan, “bu devlet çeteleşmiş” diyen çevrelen “Şeriat tehlikesi” gerekçesiyle “çeteleşmiş” dedikleri devleti, “laik demokratik devlet” diyerek savunmaya koyuldular. Asker müdahalesine karşı çıkanlar “şeriatçılarla işbirliği yapanlar” olarak görülmeye başlandı.
Demokratik çevrelerin bölünmesine yönelik olarak başlatılan ikinci girişim “bölücülük” üstünden gerçekleştirildi.
Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için başlatılan ve Suriye’ye, Yunanistan’a, arkasından da İtalya’ya karşı neredeyse savaş ilan edilecek gibi yüksek tansiyonda yürütülen kampanya, Kürt sorununda demokratik, barışçı bir çözüm isteyen çevrelerde de yeni bir bölünmeye yol açtı. Bu çevrelerde az çok kararsız bulunanlar, “Kürtler eziliyor, buna bir son verilsin” diyen ve soruna hümanist bir açıdan bakan çevreler de dâhil, geniş bir kesim sindirildi. Kürt sorunu gibi bir sorunun olmadığı, terör sorunu olduğu bir kez daha yüksek sesle vurgulanıp, tartışılmaz bir politika haline getirildi.
1990 sonrasında, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Türkiye’nin Orta Asya’daki eski Sovyet Cumhuriyetlerine artan ilgisi, bu ülkelerin Türk ırkçılığının tarihsel motifi olarak öne çıkması, Körfez Savaşı, arkasından Bosna’da yürütülen savaş ve nihayet Kosova’daki gelişmeler Türkiye’nin dört bir yanında Türk ırkçılığını, milliyetçiliği yükseltecek olgular olarak ortaya çıktı. Danası, emperyalist yeni dünya düzeni; dünyanın geri kalan bölgelerinde egemen olmak için her tür ayrılığı kışkırtırken en çok da milliyetçi çatışmaları körüklemişti. Dolayısıyla da, “milli devletlerin tarihsel ömürlerini tamamladığı” iddiasının öne sürüldüğü bir dönemde; milliyetçi dalganın yükselişi bir ironi olarak ortaya çıktı.
MGK VE PKK FAKTÖRÜ; MHP VE DSP’Yİ YÜKSELTTİ
Bu resmi politika etrafında; en gerici ve en ırkçı-şoven çevreler, savaşta ölen askerlerin cenazelerini, PKK’nın Türk emekçilerinin çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini dikkate almayan, ama Batı Avrupa kamuoyuna yönelik propagandayı esas alan bir hatta yerleşen politikalarını ve eylem çizgisini kullanarak halk indinde meşruiyet kazanmaya yöneldi. MHP ve DSP bu konjonktürden beslendi.
Seçimlerde ortaya çıkan tablo; bu sonuçta, iki faktörün önemli rol oynadığını gösteriyor. Birincisi MGK faktörü, ikincisi ise PKK faktörü.
MGK, 28 Şubat Kararları öncesinden başlayarak, “Şeriata ve bölücülüğe karşı mücadele” iddiasıyla özellikle günlük siyasete müdahale ederek, politikayı ve politik ortamı belirleyen bir rol oynadı. Gerginlik yaratmakla ve provokatif-sansasyonel çıkışlarla karakterize olan bu politika belirleme tarzı; kimi partilere açık desteği içerirken kimi partileri de siyaset yapamaz duruma getirme, hatta kapatmaya kadar vardı. Baskılar, ambargolar, yasaklar, seçimin gerektirdiği koşulların provoke edilmesine yönelik önlemlerle oluşturulan ortam; elbette ki, bu tablonun temelini oluşturmuştur.
Yine seçim sonuçları göstermektedir ki; Güneydoğu’dan gelen asker cesetlerinin en çok olduğu ve Türk milliyetçiliğinden en çok etkilenmeye açık Türk çoğunluğun yoğun olarak yaşadığı bölgeler (Orta Anadolu ve Doğu Akdeniz), “MHP’nin yükselişinin başlıca dayanağı olmuştur. Asker cenazelerinde simgelenen acı ile karışan şovenizm, MHP’yi bu çevrelerin umudu haline getirmiştir. Buna Güneydoğu’da askerlik yapan gençlerin Özel Tim ve diğer askeri birliklerde MHP ideolojisi ve politikaları doğrultusunda eğitimden geçtiği, bunun 15 yıldır sürdüğü de eklenirse, bir kuşağın nasıl bir etken güç olarak şekillendirildiği; bu büyük kitlenin MHP’nin politik yükselişinin belkemiği olduğu anlaşılır.
DSP’nin ise, bugüne kadar Kürt sorununda, Kürt gerçeğini ısrarlı bir biçimde reddeden “sol” bir parti olmasının yanı sıra Abdullah Öcalan’ı yakalayan hükümetin partisi olarak “PKK faktörü”nden yararlandığı gözlenmektedir.
Hiç kuşkusuz CHP’nin barajın altına itilmesinde; oluşturulmak istenen yeni düzene ayak uyduramaması, “konsepti” anlamayan bir parti durumuna gelirken DSP’nin de geçmişte CHP’nin oynadığı rolü de (yukarıdan verilen işaretleri anlama ve ona göre tavır belirleme) başarıyla oynayacağının anlaşılması olmuştur.
HADEP, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliğinin karşı karşıya geldiği bir dönemde; gerginliğin öteki ucundaki parti olarak oylarını koruyabilmiştir. Üstündeki yoğun baskıya karşın HADEP’in oylarını koruması bile başarı gibi görülse de, şu bir gerçektir ki, sıkıştırılmış olduğu köşeden çıkabilecek manevralar yapma yoluna gitmemekte ısrar etmiştir.
HADEP, EMEP’in “en azından bazı yerlerde seçime ortak girme” önerisini reddederken; “sayımızı bilmeliyiz”, “bu seçimler kir referandumdur” görüşü etrafında sonuç almaya çalışmıştır. Kürt sorununun, Türk emekçilerinin de sorunu yapılması gibi önemli bir amaçla seçimleri kullanmak yerine, HADEP, “Kürt sorunu Kürtlerin sorunudur” eski tezinde (lafta bu görüşü reddetse bile pratikte bu anlayış geçerli olmuştur) ısrar etmiş, Kürt-Türk yakınlaşmasını sağlayacak ittifaklar geliştirmek, Türk emekçilerle, şovenizme ve ırkçılığa karşı tutum alan Türk kökenli devrimci demokrat çevrelerle birleşerek güçlü çıkışlar yapmak yerine eski çizgisinde; tam da egemen sınıfların kendisini itmek istediği çizgide kalmakta ısrar etmiştir.
ÖDP ise; HADEP’le işbirliğini daha seçimin başında, muhtemelen aldıkları bir “ilke kararı” doğrultusunda reddetmiştir. ÖDP’nin yönelişi göz önüne alındığında, ÖDP’nin HADEP’le bir ittifakı reddetmesinin arkasında; HADEP’in “yukarıdan” işaretlenmiş olması yatmaktadır. Dolayısıyla da ÖDP; “Türkiye’nin emekçilerinin, demokrat ve ilerici çevrelerinin, sosyalistlerinin bugün ihtiyacı şu; bana da burada şunu yapmak düşer” gibi belirlemelerden kaçınarak, “seçim var ben de seçime giren partilerden birisi olayım, bu fırsattan yararlanıp ‘çok oy’ alırsam gerekeni yapmış olurum” diye seçimlere girmiştir. Ve bu seçimde, 3 milyon dolayında olduğunu tahmin ettiği “solcuların oyunun en az 1 milyonunu almayı” hesaplamıştır. Ama “sol”un oyunu birleştirmek için bile olsa, herhangi bir politik manevraya girmemiş; en azından “sol” için seçenek olabilecek birlikler oluşturarak, daha geniş kesimleri çekecek politikalara kafa yormamıştır. Sadece holding medyasının desteğine, burjuvazinin liberal kesimlerinin ÖDP’ye vereceği desteğe güvenilmiştir. Bu da ÖDP’nin geliştirdiği bir politika değil, burjuvazinin politikasıdır ve ÖDP, burjuvazinin himmetine sığınarak seçimlere girmiş; bu destek üstünden yüksek oy tahminleri yapmış (barajı aşma hayalleri görmüş); seçim başarısı ya da başarısızlığını alacağı oy sayısına bağlayan bir seçim politikası izlemiş, ancak sonuçta yüzde 0,8’de kalmıştır.
Kısacası; gerek ÖDP gerekse HADEP, aldıkları oydan bağımsız olarak, burjuvazinin kendilerine çizdiği misyona ve itmek istediği çizgiye uyumlu davranmış; bundan kurtulmak için herhangi bir politik manevraya girme istek ve becerisi gösterememişlerdir. Bunun acısı elbette bundan sonra görülecek; bulundukları yerde ısrar ettiklerinde de bir gelişme şansı bulamayacaklar, her şey her gün daha da ters gidecektir.
Partimiz EMEP, bu seçimlere girerken; ilerici, demokrat güçlerin seçimlere ortak girmesini; böyle bir güç birliğinin bir yandan sosyal demokrat “sol”, öte yandan sağcı düzen partileri karşısında bir seçenek olarak çıkma imkânı yaratacağını; bu güç birliğinin, hem meclise girme hem de yerel yönetimlerde etkili olma bakımından sayısız imkânlar sunacağını tespit etmişti. Bütün bunların ötesinde partimiz, HADEP-EMEP-ÖDP arasındaki bir seçim ortaklığının Kürt ve Türk emekçilerin birliği ve Kürtlerle Türkler arasına sokulan nifakı ortadan kaldıracak gelişmelerin başlatıcısı olacağına dikkat çekmişti. Ve partimiz, son güne kadar; en azından bazı seçim bölgelerinde EMEP-HADEP-ÖDP merkezli ve diğer sol parti ve siyasi çevrelerin içinde yer alacağı birliklerin oluşması için çaba harcamıştır.
Elbette partimizin böyle bir politikada ısrarının baş nedeni; egemen sınıfların seçimi kendi politikalarının ve amaçlarının bir dayanağı olarak kullanma çabalarını akamete uğratmak; “oyunu” onların çizdiği alanın dışına çıkarmaktı. Böylece partimiz, egemen sınıfların ÖDP şahsında “solu” tecrit etmeyi, hırpalanmış HADEP’le Kürt emekçileri köşeye sıkıştırma çabalarını boşa çıkarmayı; en önemlisi de, emekçi sınıfların uyanan kesimleri ile Kürt emekçilerin demokrasi isteğini aynı mecrada birleştirmeyi, Kürt-Türk ayırımı üstünden yükseltilen şoven milliyetçi kampanyayı akamete uğratmayı amaçlamıştır.
Ne var ki; bilindiği gibi ÖDP ve HADEP, yukarıda da belirttiğimiz “nedenlerle” bir seçim ittifakıyla seçime gitmeyi reddetti. Ancak partimiz, bu partilerin bu politikayı reddetmesinden sonra da bu fikri savunmaya devam etti. Son anda bile, başlıca büyük kentlerde bağımsız adaylar etrafında birleşilmesi fikrini öne sürdü.
PARTİMİZİN SEÇİM TAKTİĞİ
Partimiz, seçim taktiğini belirlerken seçimlere girmiş olmak için girmiş olmayı asla düşünmedi. Tam tersine bir seçim döneminin ortaya çıkardığı bütün fırsatlardan da yararlanmayı amaçladı. Bu yüzden de; emek hareketiyle demokrat, ilerici, “solcu” çevreleri; Kürt emekçileriyle Türk kökenli emekçileri birleştirmeyi ama sadece sembolik bir birlik ve “ittifak”tan öte bu ittifakın parlamentoda, yerel yönetimlerin çeşitli kademelerinde sağlanması için öneriler geliştirdi. Sadece kendi başına seçimlere girmek zorunda kaldığında da; aynı amaçları gözetti. Nitekim seçimlerden önceki GYK toplantısında; seçim taktiğimizin amaçları; “Seçimlerdeki amacımız; sermaye düzeninin teşhiri, partimizin programının emekçi yığınlar arasında tanıtılması, tartışmaya açılması ve seçimlerden sonra da parti çalışmamızın daha güçlü sürdürülmesi için parlamento ve yerel yönetimlerde mevziler elde edilmesi” biçiminde özetlenmişti.
Bu amaçlara uygun olarak da ülke sathında (80 ilde) genel seçimlere katıldık. Pek çok il ve ilçede belediye başkanlığı, belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerine katılan partimiz, iki seçim çevresinde bağımsız milletvekili adaylarını destekleyerek seçimlere katıldı.
Alınan oyların miktarından bağımsız olarak şu söylenebilir ki; partimiz, bir seçim döneminin bütün imkânlarını kullanacak bir perspektifle hareket etmiştir. Özellikle de; ilerici partilerin önünün barajlarla kesildiği bir seçim sistemi içinde bağımsız adaylarla bu barikatın aşılmaya yönelinmesi son derece önemliydi. Çünkü elde edilecek bir-iki milletvekilliği Türkiye’de siyasette yeni bir dönemi açacak gelişmelerin başlatılmasının sağlayacak son derece önemli gelişmelere sahne olabilirdi. Bu yüzden partimiz; bağımsız adaylarla milletvekili seçimlerine katılmıştır. Sonuçta bağımsız milletvekili adaylarımız yeterince oy almamıştır; ama bağımsız adaylar etrafında gerekli çalışma yapılmış, kazanmak için bütün imkânlar seferber edilmiş; ama kazanma başarılamamıştır. Eğer partimiz, emekçilerin önüne böyle bir seçeneği koymamış olsaydı; kuşkusuz ki, seçimin getirdiği bütün olanakları kullanamamış bir parti olarak, kendi üstüne düşeni yapmamış olacaktı.
Sadece bu açıdan bakıldığında bile EMEP-HADEP-ÖDP ittifakına engel olanların ne büyük sorumluluk altında olduğu ortadadır. Dahası HADEP’in, Güneydoğu’da pek çok ilde kazanma şansı olan bağımsız aday çıkarma imkânı varken bu imkânı kullanmaması; “seçim taktiğinin içine milletvekili kazanma imkânını koymamış olması” elbette affedilmez bir hata, bir gaflettir. Özellikle HADEP’in içinde bulunduğu açmazlar göz önüne alındığında bu tutum hepten anlaşılmaz olmakta; politikayı burjuvaziye bırakıp kendisini sendikal sorunlarla sınırlayan yüz yıl öncenin ekonomistleri bile daha masum kalmaktadır.
MÜCADELE İMKÂNLARI VE PARTİMİZE DÜŞEN ROL
Seçimlerin ortaya çıkardığı tablo göz önüne alındığında; önümüzdeki günlerde mücadelenin seyrine ve partimizin mücadeleye müdahale imkânlarına dair şunlar söylenebilir:
1- Seçim siyasal istikrar getirmedi: Egemen sınıflar; her seçimi kendi sistemlerini güçlendirmek, onu ayakta tutan halk desteğini yenileyip güçlendirmek için bir fırsat sayar. 18 Nisan seçimlerine gitmeyi başta hiç istememelerine karşın; artık seçim bir kaçınılmazlık olduğunda, egemen sınıfların aynı amaca yöneldiklerinden kuşku duyulamaz. Nitekim seçim kaçınılmaz olduğunda; egemen sınıflar, ülkeyi yöneten güç odakları, DSP ve ANAP’ın bu seçimlerden güçlü çıkması için, mademki tek parti olmuyor, bari iki partili koalisyon olsun diyerek çaba harcamıştır. Ancak ikinci parti olarak MHP’nin çıkmış olmasını da sorun yapmamış, tersine MHP’yi de koalisyona katarak hükümetin kurulması çabaları yoğunlaşmıştır. Ancak ilk bakışta, bir hükümet krizi olmayacak gibi görünse bile; 18 Nisan seçimleri de egemen sınıfların “siyasal parçalanmışlığına” çare olmamıştır. Başka bir söyleyişle; Cumhurbaşkanı Demirel başta olmak üzere, sistemin savunucularının “siyasal istikrar” ısrarı bu seçimlerde gerçekleşmiş midir? Buna kesinlikle “hayır” yanıtı verebiliriz. Tersine ortaya çıkan tablo, bir önceki tabloya göre daha çok istikrarsızlık tohumları taşımaktadır. Örneğin en az üç partili koalisyonlar “güvenoyu alır” hükümetler kurabilmektedir ki; bu aritmetik olarak mümkün koalisyonların her birinin bir başka engeli (FP’li koalisyonlara askerlerin itiraz edeceği, MHP-DSP işbirliğinin zorlukları, ANAP ve DYP’nin yan yana ne kadar hükümette kalacaklarının belirsizliği) olduğu da ortadadır. Bu yüzdendir ki; son seçimlerden, düne göre, sermayenin çıkarları açısından bileşimi daha “radikal” bir parlamento çıkmıştır ama bu, hükümet olasılıkları bakımından son derece sıkıntılı bir parlamentodur. Bu nedenle, daha bu yıl bile bitmeden “erken seçim” tartışmalarının yeniden başlaması kimse için sürpriz olmaz. Bu yüzden de önümüzdeki dönem yine koalisyon ve hükümet krizlerinin, “erken seçim” tartışmaları ve “meclis dışı müdahalelerin dönemi olacaktır.
a- Düzen partilerinde çözülme sürüyor: Seçimlere katılma oranının yüzde 87’lerde olması, MHP ve DSP’nin diğer partilerden öne fırlaması; sistem partilerinin çözüldüğü biçimindeki görüşün (bizim partimizin görüşü de bu) doğru olmadığının ifadesi olarak değerlendiriliyor. Gerçek ise böyle değildir. Çünkü partimizin görüşü, halkın parlamentodan, parlamenter mücadeleden değil sistem partilerinden kopuş içinde olduğu biçimindedir. Nitekim DSP’nin oy oranı sadece yüzde 22 iken, MHP yüzde 18’de kalmıştır. Geçmişte üç parti yüzde 20’ler civarında oy almışken bu seçimlerde iki parti ancak yüzde 20 civarında oy almıştır. CHP barajın altına düşmüş, ANAP ve DYP ise, biraz daha zorlansa barajın altına düşecekmiş izlenimi vermiştir. Dolayısıyla burjuva düzen partileri bir bir yığınlardan tecrit olmaktadır. Herhangi bir parti ya da partiler grubu istikrarlı bir yükseliş trendi yakalayamamaktadır. Geçen seçimlerin galibi FP’nin (RP’nin) bu seçimlerde ancak üçüncü parti olması, DSP ve MHP’nin konjonktürel ve ne zaman tersine döneceği belirsiz bir biçimde yükselişe girmesi istikrar değil, çözülme ve istikrarsızlık alameti olarak değerlendirilebilir. MHP ve DSP de bu durumun farkındadır ve önümüzdeki dönemde, kendi taraftarlarını “kemikleştirmek” için dışlarındaki kesimlerle “sertleşmeleri”, beklenir bir tutumdur. Kısacası burjuva düzen partilerinde çözülme sürmekte; partiler arasında olağan olmayan oranlarda gidiş gelişler yaşanmaktadır. Daha seçimin üstünden 3 hafta geçmeden, bir “türbanlı kadın”ın tutumu nedeniyle FP’nin kapatılması için dava açılması, bir yıl içinde meclisin dörtte birinin yenileneceği bir ara seçim ihtiyacının kapıya dayanması bile tek başına çözülme ve istikrarsızlığın boyutlarını göstermeye yeter. Bu gelişmenin en önemli yanı ise bu partiler arasındaki gidiş gelişlerin bir emekçi mihrak etrafında toplanma imkânını sunuyor olmasıdır ve partimiz; eğer kendi hattına uygun bir çalışma ve örgütlenme tarzını ülke sathına yayabilirse; bu çözülmenin, işçi sınıfı etrafında bir siyasi örgütlenmeye dönüşmesi imkânlarını da fazlasıyla barındırdığını göreceğiz.
b- Seçimlerden milliyetçi partiler güçlenerek çıktı: Ortaya çıkan tabloya bakarak seçimin sisteme dayanak olabilecek, parlamentodaki partiler içinde en az yıpranmış ve en az denenmiş olan iki “en radikal milliyetçi” partiyi güçlendirdiğini söyleyebiliriz: Sağ radikal milliyetçi MHP ile “sol” radikal milliyetçi DSP. Bu iki parti de oylarını olağan sayılmayacak bir biçimde artırdı.
Her iki parti de, milliyetçilik dalgasını şişirerek diğer partileri geçtiklerinin farkındadır. Bu yüzden de, milliyetçilik yarışını, şoven kışkırtmaları sürdürmekte ısrar edeceklerdir.
Bu iki partinin diğer bir ortak özelliği, günün en önemli konularının başında gelen Kürt sorununu bir “milliyet sorunu” olarak değil; bir “terör” ve “ekonomik yoksulluk” (işsizlik, ekonomik gerilik, feodal ilişkiler vb.) sorunu olarak görmeleridir. Bu durum ister istemez, önümüzdeki dönemde Kürt sorununun “ezerek çözme” programında ısrar edileceğinin, hatta önceki dönemlere göre daha ileri gidileceğinin işareti olarak görülmelidir.
2- Saldırı hükümeti ihtiyacı: Uluslararası sermaye, IMF ve yerli işbirlikçilerinin ihtiyaç duyduğu hükümet işçi sınıfına, emekçilere, Kürtlere yönelik bir saldırı hükümetidir. “Yükselen partiler”in özellikleri ve egemen sınıfların ve ülkeyi yöneten güç odaklarının yönetme ihtiyaçları; ekonomik ve siyasal yapılanmayı gerçekleştirirken girişecekleri saldırıda daha pervasız olunacağını göstermektedir. Bu yüzden de; büyük patronlar ve arkalarındaki güçler için önümüzdeki dönem; halkın derlenip toparlanmasına fırsat vermeden, seçim nedeniyle erteledikleri kimi önlemler de dâhil, halka karşı bir saldırı programını gündeme getirecekleri bir dönemdir. Ayrıca dış politikada tümüyle Amerikan-İsrail yörüngesine girilmesi; şovenizmin, milliyetçiliğin dış politikada daha çok kullanılmaya yönelineceği bir döneme de işaret etmektedir yeni dönem. Ancak, ortaya çıkan tabloda, saldırı için elverişli imkânlar çıkmasına karşın; her şeyin öyle kolay olmayacağını gösteren belirtiler de vardır. Daha doğrusu, halk güçleri, kendilerini toparlarsa, bu parlamento bileşimi de, egemenlerin amaçlarına varmasına yardımcı olamaz.
a- Egemenlerin işleri kolay değildir: Egemen sınıflar, ekonomik ve siyasal olarak, kendi ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yeniden yapılanabilmek için işçi sınıfının, emekçilerin, demokrat ve ilerici güçlerin hak ve demokrasi mücadelesini boğmak, Kürtleri taleplerinde ısrar edemez duruma getirmek zorunda. Gerek şoven milliyetçiliğin kışkırtılması, gerekse laiklik-şeriat üstünden fırtına koparılmasının temelinde bu dinamik güçleri dağıtmak hedefi bulunmaktadır. Bu konuda hayli yol aldıkları gözlenmektedir. Ama ülkenin dikensiz gül bahçesi haline getirilmesi de o kadar kolay değildir; olmayacaktır. Egemen sınıfların kendi iç çatışmaları; siyasal partiler düzenindeki sorunlar, egemenlerin saflarındaki; siyasal parçalanmışlık; uluslararası tekellerin dünyasıyla bütünleşmesinde çıkacak sorunlar gibi pek çok etken, egemen sınırların saldırılarının güç ve etkinliğini azaltacak özelliktedir. Dahası işçi sınıfı ve emekçilerin son 10 yıl içinde edindiği deneyim, yakın gelecekte hakları için birleşip mücadele etme imkânları göz önüne alındığında egemenlerin işinin kolay olmadığını söyleyebiliriz.
b- Mücadelenin imkanları ve inisiyatif: Bütün bu dikkat çektiğimiz zorluklar, sermayenin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan zorluklardır; emekçilerin talepleri doğrultusunda bir mücadelesi olmadan, sermaye ile emek bu anlamıyla karşı karşıya gelmediği sürece, zorluklar çıksa da sermayenin hükümetleri işleri yürütebilir. Son bir yıl içindeki gelişmeler bu bakımdan bir örnektir. Bu nedenledir ki; emekçilerin partisine düşen görev işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri doğrultusunda bir mücadelenin kesintisiz gelişmesine yardımcı olmaktır.
Partimiz, işçi sınıfı ve emekçilerin hak ve demokrasi mücadelesini, emekçilerin kurtuluşunu kendi kollarında gören bir parti olarak; emekçi sınıflar arasında aydınlatma ve örgütlenme faaliyetine hız vermeyi kendi baş görevi olarak belirlemektedir. Seçimler, bu ajitasyonun sistemli olarak yürütülmesi gerektiğini, partinin yığınları harekete geçirmede genel çağrılar ve genel bir aydınlatma ve tanıtım faaliyeti ile yetinemeyeceğini; tam tersine her gün 24 saat emekçilerin yaşantıları içinde nefes alıp veren bir parti çalışması olmadan emekçileri harekete geçirmek bir yana oylarının bile alınamayacağını göstermiştir. Bu yüzdendir ki; önümüzdeki dönem, sermayenin saldırılarının püskürtülmesi için işçi sınıfının, emekçilerin var olan bütün örgütlerinin seferber edilmesi göreviyle karşı karşıyayız. Partimizin tanıtılması, saflarının genişletilmesi de büyük ölçüde bu görevi, emekçilerin hak ve demokrasi mücadelesi yolunda seferber edilmesi görevini başarmamıza bağlıdır.
SONUÇ: ARTAN BİR TEMPOYLA SİSTEMLİ BİR ÇALIŞMA VE ÖRGÜTLENME ÇİZGİSİNİ HAYATA GEÇİRME ZORUNLULUĞU
İlk defa seçimlere giren partimiz açısından bu seçimler, pek çok yönüyle öğretici deneyler ve kazanımlarla geçmiştir. Partimiz çok sınırlı olanaklarla ve çeşitli engellemelere rağmen ilk defa bu denli geniş çaplı bir teşhir ve tanıtım faaliyeti sürdürmüş, pek çok il, ilçe ve semtte, “girilmedik ev bırakmayacağız” şiarıyla yaygın bir çalışma yürütmüştür. Milyonları bulan değişik yazılı ve görsel malzemelerle programımızın tanıtımı yapılmış; emekçi yığınlar ilk defa kendileri gibi birileri tarafından kendisi için mücadele etmeye, politikaya katılmaya ve gücüne güvenmeye çağrılmıştır. Gidilen pek çok çevrede, partimizin adı ilk kez duyurulmuştur. Seçim çalışması parti örgütlerimize sadece canlılık ve motivasyon gibi olumlu özellikler kazandırmakla kalmamış; geleneksel solcu tarzın aşılmasında, halka dışarıdan seslenme, sınırlı bir çevreyle yetinme, kendisine yeni alanlar açmada çekingen davranma gibi alışkanlıkların alt edilmesinde de etkili olmuştur. Şimdiye kadar hiçbir somut çalışmamızın olmadığı, parti örgütlerimizin henüz kurulmadığı pek çok il ve ilçede oy almış olmamız da, elbette partimiz için ayrı bir güç ve moral kaynağı olmuştur.
Partimiz, 50 bini aşkın oy almıştır. Partimizin harekete geçirdiği güçler bakımından ele alındığında bu rakam az görülse de; emekçi sınıfların somut talepleri üstünden ajitasyon yapan her parti, kuşkusuz ki; partililerden, olağan koşullarda partiye oy verecek emekçi kesimlerden çok daha geniş kesimleri harekete geçirir; bu eylemler nedeniyle de, partiye sempati duyan çevrelerin, oy verenlerden daha geniş olması normaldir. (Partimiz kitleselleşmede adım attığı ve kitlesellik sorununu aştığı noktada elbette ölçülerin tersine döneceği, partimizin şu veya bu konu üstünden harekete geçirdiği çevrelerden çok daha fazla oy alacağı ortadadır. Ancak bugün varolan koşullarda, örneğin özelleştirmeye karşı mücadelede Kocaeli SEKA İşçileri partimizin çağrılarına kulak verecektir. Ama oy vermeye, siyasal tercihe sıra geldiğinde eskiden oy verdiği partiye yeniden oy verecektir.) Eğer, bugünkü koşullarda tersi olsaydı; yani oylarımız harekete geçirdiğimiz insan sayısından daha fazla olsaydı bu, normal olmazdı. Buradan hareketle “Hakkımız olan oyu alamadık” gibi bir sonuca varılmamalıdır; oy almanın sanıldığı kadar kolay olmadığını öğrenmemiz bizim için çıkarılması gereken sonuç olmalıdır. Başka bir söyleyişle; işçilerin ve emekçi halkın değişip dönüşmesi için öyle bir kez yüz yüze gelmemizin, partimiz hakkında birkaç övücü söz söylemiş ya da duymuş olmamızın yetmediği görülmüştür.
Ve burada; yığınlarla bağ kurmada kendi içimizden ve dışımızdan kaynaklanan problemlerin aşılmasında, örneğin her zaman gidilen ve bilinen çok dar bir çevreye hitap eden, sürekli ve sistemli olmayan bir çalışmanın varlığını koruyor oluşu; engelleri ve beklenenden az sayıda oy alışın nedenlerini gösteriyor. Bu oy oranı hiç şüphesiz, seçim süreci boyunca, canla başla, büyük bir özveriyle çalışan partililerimizin ve özellikle gençlerimizin sadece bir tanıtım ötesinde bazı mevzileri kazanmak için yürüttükleri yoğun çalışmanın üzerini örtemez. Bu durum olsa olsa çalışmalarımızdan kararlılığı, halka güven ve yeniden yığınlarla buluşmanın yollarını durmadan yaratma çabamızı kamçılayan bir etken olarak değerlendirilmelidir.
18 Nisan 1999 seçimleri, daha şimdiden “bu halk adam olmaz” sonucuna varan birkaç partinin kendini feshetmesine yol açtı. Bazı partiler ise halka sitem etmekle meşgul. Özellikle halktan kopukluğun, “sol geleneğin” etkili olduğu çevrelerde benzer nedenlerle politikaya ve “halka küsüyor”lar. Partimizde de birçok arkadaşımız, halkın “verdiği sözde durmadığı” kanısında. Ama bu tespitlerin hiçbirinin gerçeği yansıtmadığı da bir başka gerçek. Çünkü bizim söylediklerimiz karşısında, partimizi doğru bulduğunu söyleyen, hatta ona oy vereceğini söyleyenlerin çok büyük bir çoğunluğu, o andaki samimi duygularını ifade etmektedirler. Ancak, seçim sürecinde emekçilerin kapısına dayanan sadece biz değildik. Tersine, yıllardır kapı komşusu olan, aynı kahvede yıllardır oturup oyun oynadığı, aynı mahallede çeşitli etkinliklere katıldığı diğer partilerin militanları da, üstelik sadece seçim döneminde değil, her gün doğal ilişkileri içinde, seçim döneminde ise özellikle, çoğu zaman özel çıkarlar da vaat ederek (para, yiyecek yardımı, çocuğuna iş, devletteki olmaz bir işi olur yapmak gibi) sandık başına gidene kadar emekçileri “denetimde tutmakta”dırlar. Bütün bu çemberin kırılmasının birkaç ev ziyareti ve ayaküstü ulaştırdığımız birkaç bildiriyle aşılacağını elbette umut edemeyiz. Eğer insanların fikirlerini ve onun devamı olan oylarını değiştirmek o kadar kolay olsaydı; yığınları kazanmak için uzun ve sistemli bir çalışmaya girmemizin gereği kalmazdı.
Seçim sonuçlarına baktığımızda, partimizin çalışması olan pek çok il ile il ve ilçe örgütlerimizin olmadığı pek çok ildeki oy miktarımızın birbirine yakın olmasının nedeni de böyle açıklanabilir. Evet, son 1–2 ayda “çok çalıştık”, “diğer partilerin on katı enerji sarf ettik” ama bu çalışmayla insanların fikirlerini değiştirecek kadar “kritik noktaya” ulaşan bir etki uyandıramadığımız ortadadır. Bu yüzden de genel etkimiz neyse (özel bir seçim çalışması olmadan) aldığımız oy da ona yakın oldu.
Bunu aşmanın yolu ise, çalışmayı bir dahaki seçime kadar “rölantiye almak” değil tersine; seçim çalışmalarımız boyunca, kurulan ilişkilerden de yararlanarak, işyerlerindeki işçi, emekçi önderlerini, semtlerdeki halk önderlerini hızla partimize kazanmak; onların doğal ilişkilerini politikleştirerek emekçi sınıfların mücadelesine bilinçli katılımlarını sağlamak; bir dahaki seçimde bu alanları “doğal oy” çevrelerimiz olarak şimdiden hazırlamaktır. Aksi halde, her zaman halk, bizim fikirlerimizi anlattığımız çevreler, “söyledikleriniz çok doğru; hakikaten böyle olmalı” der ama o “küçük çıkarları” için, “komşuluk” ve “arkadaşlık” hatırı için, “herhangi bir anda verilmiş bir söz” için oyunu, her gün lanet yağdırdığı eski partisine ya da bir başka partiye verebilir; 18 Nisan’da olan da budur.
BİRİM ÇALIŞMASI İHTİYACI
Seçim çalışmaları; partimizin yığınları aydınlatma çalışmalarında birim faaliyetine vurgu yapmasının önemini çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkarmıştır.
Çünkü daha doğduğu andan itibaren burjuva ideolojisinin, gelenek ve göreneklerinin sarmalına düşen insan, sisteme ne kadar tepki duyarsa duysun, kendiliğinden kendisini sisteme bağlayan bütün bu bağları koparıp atamamaktadır.
Elbette bir sistem partisinden ötekine toplu oy kaymaları doğaldır. Çünkü bu kaymalar bir ideolojik-politik dönüşümü gerektirmez. Sadece kimi çıkarlar ve kişiler etrafında olan organizasyonların yön değiştirmesi yeter. Ağalar, şeyhler, kasaba ileri gelenleri, şu ya da bu partili etrafında çeşitli çıkarlarla birleştirilmiş gruplaşmalar üstünden oya dönüşen burjuva politik çevrelerin çıkarlarının yönü değiştikçe ya da yeni vaatler ve yeni çıkarlar söz konusu oldukça partiden partiye toplu geçişler” de sürüp gider.
Oysa partimiz, aynı zamanda bu gruplaşmaların dağıtılmasını da hedefleyerek halkı aydınlatmakla karşı karşıyadır, Bunun ötesinde geleneksel “sol”la hesaplaşarak ilerleyen partimiz, samimi olarak “sol”da olanlarda da bir bilinç dönüşümü sağlamakla karşı karşıyadır. Kısacası; “sol” partiler de dâhil bütün diğer partilerden EMEP’e kayış bir ideolojik-politik dönüşümü gerektirmektedir. Bu yüzden EMEP’in, yığınların sürekli desteğini ve oyunu alması oldukça büyük çabaları gerektirmektedir ve EMEP’in tanınmışlığı ve politikalarının yığınlar içindeki etkisi belirli bir düzeye varıncaya kadar da emekçilerin EMEP’in saflarına kendiliğinden gelmesi beklenmemelidir.
Emekçi yığınların politik-ideolojik dönüşümünü sağlamak ise; devasa burjuva propagandanın etkisini kırmak gibi zor bir işle birlikte düşünülmelidir. Bu zor işi başarmak ise; ancak birim çalışması olarak ifade ettiğimiz tarzın tüm parti örgütlerimizin başlıca çalışma tarzı haline gelmesiyle mümkündür. Çünkü ancak birim çalışmasının sistemli ve sürekli etkisi burjuvazinin ideolojik baskısını kırmanın yolunu açabilir. “Açabilir” dedik; çünkü, sadece ajitasyon “tek başına”, “durağan” bir ortamda çok da etkili olmaz. Daha doğrusu etkisi çok küçük görünür. Ama yığınlar harekete geçtiğinde önceden sürekli yapılan çalışmanın etkisi hızla “maddi güce” dönüşür. Bu yüzden de, “olağan” dönemlerde yürütülen ajitasyonun etkisinin nispeten “azlığına” bakarak yanlış sonuçlara varmamak gerekir.
Kuşkusuz ki; bir seçim çalışması sözcüğün saf anlamıyla bir ajitasyon yanmanın ötesindedir. Ve seçim dönemi çalışması olağan dönemlerden farklı araçların devreye girmesini zorunlu kılar. Partimiz, daha 1998 Eylülündeki “Genişletilmiş GYK Toplantısı”nda; “müşahit” sorununun kapsamına ve önemine değinmiş, bu sorunu çözmek için; “Her sandık başına bir görevli bulmak” için il ve ilçe örgütlerini uyarmıştı.
Elbette ki partimiz; “her sandığa bir parti görevlisi” derken, aynı zamanda parti çevresinin genişletilmesini, seçimin gerektirdiği genişlikte bir çalışmanın adımlarının atılmasını da işaret etmişti. Seçim çalışmasının kendisi, partililerin, hatta partili olmayan ama partiye az çok yakınlık duyan çevrelerin de çok şey yapabileceği bir çalışmadır. Ancak pek çok il ve ilçede çalışmaya katılabileceklerin epey azını kattığımızı kabul etmeliyiz.
Elbette ki; etkimizin en az olduğu yerlerde bile çalışmamızla birlikte çevremizde bir genişleme olduğundan söz edebiliriz. Hatta üye sayımızı ikiye-üçe katladığımız ilçeler de olmuştur. Ama bütün bunlar, “seçimin bütün fırsatlarından yararlandığımız bir çalışma yürüttük” demek için yeterli olamaz.
Şimdi yapılması gereken; seçim çalışmasından ve sonuçlarından dersler çıkarmakla yetinmemek, çıkan derslerden yararlanarak çalışmamıza hız vermek, yığınları siyasal olarak kazanabileceğimiz bir çalışma temposuna ulaşmaktır.
Haziran 1999