Burjuvazinin yeni dini, “bilgi çağı”

Burjuva basınını takip edenler bilirler. Doksanların başından beri yeni bir köşe yazarı/yorumcu türü ortaya çıktı. Başını gazetelerde Çetin Altan’la Ertuğrul Özkök’ün, televizyonlarda Mehmet Barlas’la Engin Ardıç’ın çektiği bu grubu diğer alışılagelmiş köşe yazarlarından ayıran özellik, bu kişilerin yeni bir çağın havariliğine soyunmuş olmalarıydı. Burjuvazinin sözcülüğünü yapan, insanın aydın demeye dili varmıyor, bu okumuşlara göre iki binli yıllara yaklaşılırken tüm dünya kasıp kavurucu bir değişim anaforunun içine girmişti. Buhranlar, sarsıntılar, krizler aslında bir geçiş sürecinin içinde yaşadığımızı belgeler nitelikteydi. Onlara göre şu geçiş dönemi bir bitse, her şey güzelleşmeye başlayacaktı.
Peki, nasıl bir çağ başlıyordu? Bunun ötesinde boyalı basının okumuşları bu iddialarını neyle temellendiriyordular? Önce vaatlerden başlayalım. Bir kere kıtlık ortadan kalkacak, bolluk devri başlayacak, insanların ortalama tüketim miktarı artacaktı. Sonra belli bir süre sonra artık kimse o bildiğimiz klasik işlerde çalışmayacaktı. Fabrikalarda çalışan binlerce kişilik işçi orduları gidecek, yerine bilgisayar destekli tasarım ve üretim işleriyle ilgilenen küçük ekipler gelecekti. Dahası da vardı, ilk kez gerçek demokrasinin olanakları ufukta beliriyordu. İnsanlar artık bilgi otoyolu denilen Internet ağı üzerinden, tartışmalara aktif olarak katılabilecek, yönetimde söz sahibi olacaklardı. Kehanetlerin en önemlisi sınıfların geleceğiyle ilgili olanıydı. Sınıflar arasındaki uçurum giderek kapanacak ve tarih içerisinde sınıf mücadelesi ortadan kalkacaktı.
Ne ileri düzeyde kapitalistleşmiş ülkelerde ne de kapitalist dünya ekonomisiyle bütünleşen Türkiye’de yukarıdaki kurgulardan herhangi biri gerçekleşti şimdiye dek. Ne açlık ortadan kalkma eğiliminde ne de sınıf mücadelesi keskinliğini yitireceğe benziyor. Dünya üzerindeki seçimlere katılım oranlarındaki düşüşler, savaşlar, askeri darbeler, yargısız infazlarsa demokrasinin ne durumda olduğunun iyi bir göstergesi. Tüm bu olgulara bakınca insan sormadan edemiyor: Burjuvazinin ideologları nasıl oluyor da böylesine gerçeklikten uzak tahminlerde bulunuyorlar?
Soruya basitçe “onların işi bu” yanıtı verilebilir. Ama yine de yazılarının satır aralarında yazdıklarının doğruluğuna ilişkin samimi bir güvenin sezilmesi ilginçtir. Bu güven burjuvazinin ideologlarının cehaletinin dışında artık bir hastalık haline gelmiş aktarmacı alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır. Burjuvazinin okumuşları hiçbir zaman üretken olma isteği duymamıştır. Onların yaptığı en kaliteli iş, Amerika’da, Japonya’da, Fransa’da konuşulanları dilinin döndüğünce Türkçeye aktarmak ve daha da kötüsü bunları kendi üretimiymiş gibi okuyuculara sunmaktır. Günümüzde de Batılı ustalarının kitapları sık sık Türkçeye çevrildiğinden taze bilgilere kavuşan okumuşlarımız temelsiz bir güvenin verdiği coşkuyla işlerini daha bir neşeyle yapmaktadırlar.
Bu yazıda burjuva ideologlarının sürekli yineleyip durdukları yeni toplum hayallerinin ne kadar ham ve kof olduğunu göstereceğiz. Bu görevi metin içerisinde dolaylı bir biçimde yerine getireceğiz. Dünya burjuvazisinin tezlerini içeriğini boşaltıp tumturaklı laflarla sunan yerli kalemşorlarla polemiğe girmek yerine, iddiaların kaynağını, ileri derecede endüstrileşmiş ülkelerde hâkim sınıfların kendilerini nasıl sunmaya çalıştıklarını incelemeyi yeğleyeceğiz. Bu sınıfların “bilgi toplumu” diye adlandırdıkları toplumsal oluşumun ücretli emek sömürüsüne dayanan kapitalist toplumun yeni bir görünümünden başka bir şey olmadığını göstermek, ülkemizde kuru gürültüye dönüşen, “bilgi toplumu” tartışması adı altında, adı kapitalizm olmayan bir kapitalizmi aklama çabalarına gereken yanıtı verecektir.
Yazımız kendisini iki ana kaynaktan besleyerek geliştiriyor. Bunlardan birincisi Manuel Castells’in yazdığı “The Network Society” (Ağ Toplumu) (1) adlı kitabın ilk üç bölümü, ikincisi ise Krishan Kumar’ın “From Post-Industrial to Post-modern Society” (Post-Endüstriyelden Post-modern Topluma) (2) adlı kitabının birinci bölümü. Bu iki kitaptan, daha çok modern kapitalizmin ideologlarının kendilerini pazarladıkları tezlerin derli toplu bir özetini yapmak ve kapitalist üretim ilişkilerinin son otuz yıl içindeki tarihsel gelişimiyle ilgili verileri sunmak için faydalanacağız.

BİLGİ TOPLUMU KAVRAMI
Dönek diye adlandırılan kişiler sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın her yerinde bulunuyor dönekler, işin ilginç yanı, bunalıma girip bohem hayatı sürmeye ya da dünyadan el etek çekmeye yeltenmemişlerse, dönekler hiçbir zaman işsiz kalmıyor, burjuvazinin en çok istihdam ettiği kişiler oluyorlar. Bilgi toplumu kavramının ister akademik camianın gündemine girmesinde, ister kitleler arasında yayılmasında döneklere çok iş düştü. Yetmişli yıllarda üniversite çevrelerinde Daniel Bell “Kapitalizmin Kültürel Çelişkileri” adlı kitabıyla büyük tartışmalar yarattı, daha büyük bir gürültüyü ise Alvin Toffler’in seksenli yıllarda ülkemizde de başucu kitapları olmaya başlayan “Şok” ve “Üçüncü Dalga” adlı, bilimsel kaygıdan uzak popüler bir dille yazılmış eserleri yarattı. Tarzları farklı olsa bile her iki yazar da aynı şeyleri söylüyordu: Kapitalizm teknolojinin getirdiği olanakları değerlendirerek kendi içinde kendisini aşmaya yönelik niteliksel bir dönüşüm sürecine girmişti. “Bilgi toplumu” adı verilen yeni bir toplum oluşuyordu. Bu süreç ve beraberinde getirdiği hızlı değişim kurulu toplumsal yapıların ve değer yargılarının her türlüsünü altüst ediyordu. İnsanlar değişimin hızına yetişemiyorlardı.
Bu tezler bir kere ortaya atıldıktan sonra giderek popülerleşmeye başladı. Yeni bir kitap dalgası boy gösterdi. Drucker’ler, Brezinski’ler ve Naisbitt’ler giderek tanınmaya başladılar. Bu yeni dalga yazarlarının bir başka özelliği daha vardı. Bunlar olanı biteni gözlemekle yetinmiyor, okurlara, yeniçağın gerisinde kalmamaları için neler yapmaları gerektiği hakkında tavsiyelerde de bulunuyorlardı. Yaklaştığı görülen yeni çağın ütopik boyutu giderek büyüyordu.
“Merkezci, endüstriyel dönemde işe yarayan hiyerarşileri yıkmaya başlıyoruz. Yerine koyduğumuz örgütlenme ve iletişim modelinin kökleri birbirlerine yakın anlayışlarda olan kişilerin arasında doğal eşitlikçi ve kendiliğinden bir biçimde oluşmuş gruplarda yatıyor. Ağlar organizasyon içindeki güç ve haber akışını dikeyden yataya yeniden şekillendiriyorlar… Hiyerarşik, piramit biçiminde, yöneticiliğe dayanan bir sistem yaratmıştık çünkü kişileri ve yaptıklarını denetim altında tutmamız gerekiyordu. Bilgisayar bu piramidi paramparça edecek; denetimi bilgisayarla sağlarken kurumlarımızı yatay olarak yeniden yapılandırabileceğiz.” (3)
“… Herkes bir aristokrat, herkes bir filozof. Toptan yaygınlaştırılmış eğitim sistemi insanlara sadece yaşamlarını nasıl kazanacaklarının değil, bir yaşamın nasıl sürdürüleceğinin de bilgisini ve uygulamalarını sunacak. Endüstriyel toplumun son dönemlerinde artık açlığı dert edinmeyi bırakmıştık. İletişim toplumunun sonlarına doğru artık hiçbir maddi kaynağın kıtlığı konusunda endişemiz kalmayacak. Endüstriyel ekonominin köleliği, açlığı, vebayı ortadan kaldırdığı gibi, post-endüstriyel ekonomi de otoriterliği, savaşı ve çelişkileri ortadan kaldıracak. Tarih içinde ilk kez problemleri çözme hızımız problemlerin ortaya çıkış hızını aşacak.” (4)
Alıntıları okuyunca insanın aklına öteden beri yineleyip durduğumuz “Nedir bu insanları böylesine hayalci olmaya iten şey?” sorusu tekrar geliyor. Bu sorunun yanıtını “bunlar da burjuvazinin yeni yalanları işte” diye geçiştirmek işin kolayına kaçmak olur. Seksenli yılların ortasından beri süre-giden kehanetlerin tutmadığı, tutacakmış gibi gözükmediği doğrudur doğru olmasına ama maddi yaşamın yeniden üretilmesi sürecindeki hangi değişikliklerin burjuvaziyi insanlığın geleceği hakkında körcesine bir iyimserliğe sürüklediği de açıklanması gereken önemli bir sorundur. Burjuvazi zaten yalan söylemekten, kendi doğrularını işçi sınıfına evrensel gerçekler diye dayatmaktan başka bir şey yapamaz, ama burjuvazinin yalanlarındaki değişikliklerin toplumsal yapıdaki yeni oluşumların varlığına işaret etmesi olasıdır.
Bugün bilimlerdeki ve teknolojideki atılımların devasa boyutlara ulaştığını, bunun gündelik yaşantıları görünüşte büyük değişikliklere uğrattığını, insanlara yeni tüketim alışkanlıkları kazandırttığını inkâr etmek dünyada olup bitenlere gözlerini kapamak anlamına gelir. İletişim ve bilgi-işlem teknolojisinde yaşanan gelişmeler gerçekten de baş döndürücüdür. On, on beş yıl önce hesaplanması yıllar gerektiren ya da hesaplanamayan işlemler bugün birkaç saniye içerisinde çözüme ulaştırabilmektedir. Bilgisayarların hafıza kapasitesi o kadar artmıştır ki dış dünyadaki gerçeklik bilgisayar ekranına tüm ayrıntılarıyla kusursuzca kopyalanabilmektedir. Bu şekilde oluşan sanal dünyada insanlar gözlerine bilgisayara bağlı elektronik bir aygıt taktıklarında örneğin ata binmeden ata bindiklerini sanmakta ya da Ortadoğu’ya yönelik yeni bir operasyonun kumandanlığını yaptıklarına ikna olmaktadır. İletişim alanında televizyonların, radyoların, cep telefonlarının, elektronik postaların ve faksların kişilerin günlük yaşantısına ne oranda girdiği gözlemlenebilir bir şeydir. Internet dediğimiz bilgi ağı, bilgiişlemle iletişim teknolojisinin birbiriyle kesiştiği yerde ortaya çıkmaktadır. Bireylerin Internet ağına katılımının artması birbirlerinden on binlerce kilometre uzakta bulunan bireylerin birbiriyle çok ucuza iletişim kurmalarına olanaklı kılmıştır. Öyle ki bugün Kırklareli’nde yaşayan birisi şehir içi telefon konuşması bedelini ödeyerek Madagaskar’da düzenlenen bir briç turnuvasına Yeni Zelandalı ortağıyla birlikte katılabilmektedir. Ancak, bilim ve teknikteki bu gelişmeleri kabul etmek başka bir şeydir, bu gelişmelerin kendiliğinden yeni bir toplum modeli yaratacağını savunmak başka bir şey.
Bu tartışmaya yazının ilerleyen bölümlerinde kaldığımız yerden devam edeceğiz. Yalnız, yirminci yüzyılın birinci yarısının sonlarından itibaren süregelen bilgiişlem ve iletişim teknolojisinin gelişiminin kısa bir özetinin sunulması, tartışmanın anlaşılırlığı açısından önemli.

BİLGİ TOPLUMU KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞINI HAZIRLAYAN TARİHSEL KOŞULLAR (5)
Sözünü ettiğimiz iki alandaki teknolojik gelişimlerin kitleler tarafından fark e-dilmesi yetmişli yıllarla birlikte başladıysa da bu atılımların ilk belirtileri İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının bitiminden kısa süre sonra ortaya çıktı. 1947 yılında ilk transistor icat edildi. Transistor elektrik sinyallerinin yükseltilmesini, denetlenmesini ya da üretilmesini sağlayan yarıiletken bir aygıttır. Boyutlarının küçüklüğü ve ısı kayıplarının azlığı nedeniyle yüksek hızlı bilgisayar gibi karmaşık aygıtların yapılabilmesine olanak sağlayan transistor, en yaygın olarak radyo ve televizyon alıcılarında, uzay araçlarında kullanılır.
İşin şaşırtıcı yanı 1947 yılında transistorun hiç de öyle içinde büyük potansiyeller barındıran bir icat olarak görülmemesiydi. Bunun en önemli nedenlerinden biri henüz transistoru imal edebilecek üretim teknolojisinin gelişmemiş olmasıysa, diğeri de transistorun imalatına uygun bir maddenin kullanılamamasıydı. 1954 yılında bu işe en uygun madde olan silikonun kullanımına meşhur Texas Insturments firması tarafından geçildi. 1959’da yeni bir işlem sürecinin icadıyla birlikte minyatür boyuttaki bileşenlerin titiz bir imalatla birbirine entegre edilmesinin önü açıldı.
Tüm bu ilerlemelere karşın elektronikteki gelişmelerin kaderini belirleyen, 1957 yılında tümleşik devrelerin icadıydı. Bu icat elektronik teknolojisinde bir patlamaya yol açtı. Üç yıl içinde, 1959’dan 1962’ye geçen sürede, yarıiletkenlerin fiyatı % 85 düşerken bunu izleyen on yıl içerisinde üretim yirmi misli arttı. Bir karşılaştırma gelişen teknolojinin, maliyeti hangi hızla düşürdüğü hakkında daha iyi bir fikir verecektir. Endüstri devrimi sırasında pamuklu giysilerin fiyatlarının % 85 düşmesi için 1780 yılından 1850 yılma dek beklemek gerekmişti. Tümleşik devrelerin fiyatlarındaki düşüş 1962 yılından sonra daha da hızlanarak sürdü. 1962 yılında elli dolar olan devrelerin fiyatı dokuz yıl sonra bir dolara düşmüştü bile.
1971 yılında üçüncü büyük icat gerçekleşti. Artık mikroişlemci diye bir şeyden söz ediliyordu. Mikro-işlemcileri kafamızda yarıiletkenlerin içindeki minik bilgisayarlar olarak tasarlayabiliriz. Mikro-işlemcilerle birlikte transistorlardan karmaşık işlemleri yerine getirebilecek aygıtların yapılabilmesinin önü neredeyse tamamen açılmıştı. Ufak bir engel kalmıştı; mikro-işlemcilerin boyutları henüz yeterince küçük değildi. Elektronik teknolojisindeki hızlı gelişim bu sorunu da kısa sürede ortadan kaldırdı. 1971 yılında 6,5 mikron uzunluğundaki bir çizgiye sığdırılabilen bir çip için gereken yer 1980 yılında 4 mikrona, 1987 yılında 1 mikrona, 1995 yılındaysa 0,35 mikrona düşmüştü. Başka bir deyişle bir başparmak büyüklüğündeki cipin içinde 1971 yılında 2300 transistor sığarken, 1993 yılında bu sayı otuz beş milyona çıkmıştı. Çiplerin kapladığı yerin azalmasına karşın hafıza kapasiteleri ve hızları da artıyordu. 1971 yılını izleyen yirmi iki yıl içerisinde çiplerin hafıza kapasitesi on altı bin kat artarken yine aynı çipler 550 kat da hızlanmışlardı.
Çiplerin hızla ufalması ve kapasitelerinden hızlı artış onların giderek bulaşık makinelerinden otomobillere dek tüm aygıtlara girmesini sağladı. Elektronik imalatın gündelik yaşamın içine yoğun bir biçimde dalması bir malın fiyatını belirleyen etmenler arasında sarsıcı değişikliklere yol açtı; 1990ların ortalarına doğru çamaşır makinelerinin, televizyonların fiyatlarını bu malların ne kadar çelikten yapıldığından çok içerdikleri elektronik donanım belirliyordu.
Mikro-elektronikte gerçekleşen bu gelişmelere iletişim teknolojisindeki yenilikler eşlik ediyordu. Fiber optikte ve lazer iletimindeki ilerlemeler iletişim ağlarının kapasitesini de arttırdı. Örneğin 1956 yılında Avrupa’yla Amerika kıtasını bağlayan ilk telefon kablosu sıkıştırılmış ses devreleriyle sadece 50 konuşmayı aktarabilirken 1995 yılında bu sayı 85.000’e yükselmiştir.
İletişimi yaygınlaştırıp, ucuzlaştıran gelişmeler bilgisayar teknolojisinin de tüm bu yeniliklere uyum sağlamasını teşvik etti. Ellili yıllarda Amerikan ordusunun iç haberleşmesini sağladığı Internet ağının bir benzeri de kişisel bilgisayarlar için kuruldu. Bu ağ çeşitli kişisel bilgisayarların daha önceden ağ sisteminin kurucuları tarafından hazırlanmış bir platformla bağlantıya geçmeleri sonucunda oluşur. Platformdan -yemek tariflerinden, Hollywood yıldızlarının özel yaşamlarına dek- bilgi alabilen bilgisayar kullanıcısı, platforma bilgi de ekleyebilir. Yine bilgisayar yazılım sektöründeki gelişmeler, kişisel bilgisayarların kendi alternatif platformlarını oluşturmalarını da sağlamıştır. Yine yeni yazılımlar sayesinde onlarca bilgisayar bir platform üzerinden birbirlerine bağlanıp aynı anda herkesin söz hakkına sahip olduğu konuşma grupları oluşturabilmektedir.

MİKRO-ELEKTRONİK TEKNOLOJİSİNDEKİ GELİŞMELERİN MERKEZİ SİLİKON VADİSİ
Bilgiişlem ve iletişim teknolojisindeki ilerlemeler dünyanın her yerinde eşzamanlı olarak gerçekleşmiyordu. Bugün mikro-elektronik dendiğinde ilk akla gelen yer Silikon Vadisi’dir.
Silikon Vadisi, ABD’nin güney eyaletlerinden Kaliforniya’da kurulmuş bir araştırma geliştirme merkezi ve buna bağlı sanayilerin bulunduğu alanının adıdır. Adı mikro-elektronik teknolojisinin en önemli maddelerinden olan silikondan gelir. Bugün Silikon Vadisi’nde önemli bir bölümü uzmanlaşmış mühendislerin ve araştırma görevlilerinin – oluşturduğu yaklaşık 250.000 kişi çalışıyor.
Silikon Vadisi’nin kökleri 1951 yılına, bu bölgede ilk teknoparkın kurulmasına dek uzanıyor. Aslında Silikon Vadisi’nin tarihi ve gelişimi, “bilimsel teknolojik devrimler” diye adlandırılan süreçleri oluşturan toplumsal koşullan aydınlatacaktır.
Yirminci yüzyıla damgasını vuran süreçlerden biri, diplomatik alanda zaman zaman kimi yumuşamalar gösterse de ABD ile SSCB arasındaki giderek keskinleşen rekabettir. Bu rekabetin en yoğunlaştığı alanlardan biri de askeri donanımdır, iki ülke de bütçelerinin çok önemli bir kısmını “soğuk savaş” yılları boyunca karşısındakinden daha vurucu bir askerî güce sahip olmak için harcamıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte ABD’de, üniversitelerdeki araştırma projelerinin büyük bir bölümü ordunun yönlendirilmesiyle yürütülmeye başlanmıştır. Atom bombasının yapımına başta Einstein olmak üzere, Oppenheimer olsun, Teller olsun onlarca fizikçinin emeği geçmiştir!
Gerçi İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte ordu üniversite işbirliği iyice kurumsallaşmıştı ama bu kurumsallığı boyutunu artırarak kemikleştiren şey Sputnik Şoku oldu. Sovyetler Birliği’nin uzaya yolladığı Sputnik adlı uydu, o güne dek uzaya yollanmış ilk uyduydu. Bu olay ABD’nin, SSCB’nin gerisinde kalmaktan duyduğu korkuyu pekiştirip askeri teknolojinin geliştirilmesine ayrılan payın artırılmasına yol açtı. Amerikan medyasının malum gücüyle oluşturduğu kamuoyuyla “kızıllara” karşı çılgınca yürütülen teknolojik yarışın tüm temelleri atılmış oldu.
Kuşkusuz SSCB ile ABD arasındaki -en keskin haliyle askeri alanda yaşanan- bu yarış, başından itibaren dünya üzerinde hakimiyet mücadelesi veren süper güçlerin çatışması değildi. İki sistem arasındaki çelişki, bir dizi ülkenin halk demokrasili yönetimlere kavuşması ve bir sosyalist kampın oluşmasıyla yeni bir aşamaya ulaştı. SSCB’nin dünya halkları üzerindeki yüksek prestiji ve yaşamın her alanında ve bu arada bilimsel ve teknik alanda elde ettiği başarılar, emperyalist kampın başı olarak ABD’de büyük bir ürküntü yaratıyordu. ABD’nin ülke içinde ve tüm dünyada başlattığı kapsamlı antikomünist kampanyaya, teknolojik alanlara dev yatırımları eşlik etti. Böylece iki sistem arasındaki çatışmanın özgün bir biçimi bilimsel ve teknolojik buluşlar ve bunların kullanımı alanında yaşandı. Ancak SSCB’de revizyonizmin egemenliği, bu yarışı giderek egemenlik mücadelesi veren emperyalist devletler arası bir yarışa dönüştürdü.
Tüm bu gelişmeler Silikon Vadisi’nde yürütülen araştırma-geliştirme projelerine sunulan ekonomik desteğin birinci bileşeni oldu. İkinci bileşen Amerikan sermayesiydi. Sanılanın aksine Amerika’daki bilgi işlem teknolojisindeki gelişmelere en büyük desteklerden birini, zaten orduyla çalışan büyük firmalar sunmadı. Silikon Vadisi’ne gidenler, büyük şehirlerde ve firmalarda aradıklarını bulamamış, yetenekli maceraperestlerden, bir zamanlar Kaliforniya’ya altın aramak için yola çıkanları andıran araştırmacı ve girişimcilerden oluşuyordu. Büyük firmalar, başta laboratuarlar olmak üzere bütün araştırma olanakları olmasına karşın ellerindeki bu teknolojiyi geliştirme yoluna gitmediler. Aksine teknoloji pazarının kontrolünü ellerinde tutmak için ellerinden geleni yaptılar. Böylelikle Silikon Vadisi’nde geliştirilen teknolojinin imalat alanında kullanımı askeri teknolojiyle sınırlı kaldı. Mikro-elektroniğin gündelik yaşamda yaygın kullanımının gerçekleşmesi için ya küçük girişimcilerden oluşan firmaların bir endüstri kuracak sermaye birikimine sahip olmalarını ya da tekellerin yatırım fonlarını gözden geçirmelerini beklemek gerekiyordu.
Yetmişli yılların başında kapitalist ekonominin kendi doğasından kaynaklanan kriz dünya ekonomisini sarsınca yukarıda sıralanan iki durumun da gerçekleşmesinin koşulları oluştu. Kriz, içlerinde tekellerin de bulunduğu bir sürü şirketin iflasını beraberinde getirdi. Böylelikle küçük girişimcilerin büyüyüp tekelleşebilmesinin önünü açtı. Krizin yıkıcı etkisinden kurtulup ayakta kalabilen tekeller ise bunu araştırma geliştirme projelerine önem vermeleri, böylelikle pazara yeni ürünler sunabilmeyi başarabilmeleri sayesinde gerçekleştirdiler. Böylelikle 70’li yılların ortasında teknolojiyle üretim tekrar verimli bir buluşma yaşadı.
Üçüncü bileşen eğitimle ilgiliydi. Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren orta ve yüksek öğrenim kurumlarının sayılarının giderek artması ve bu kurumların yaygın eğitime geçmeleri, eskisiyle kıyaslandığında iş yapabilme kapasitesi artmış bir işgücünün oluşmasına yol açmıştı. Ayrıntılara gömülerek araştırmalar yapabilecek bir akademisyenler ordusu ortaya çıkmıştı. Elektronikle ilgili konularda uzman kişi sayısı arttıkça haliyle bu grup içerisinden çıkan mucitlerin de sayısı artıyordu. Ancak böyle bir orduyu yaratmanın bedeli üniversitelere büyük yatırımlar yapmaktı. ABD, üniversitelerin kitle eğitimine uygun bir şekilde yeniden yapılandırılmasını en çabuk gerçekleştiren devlet oldu.
Silikon Vadisi, Stanford Üniversitesi’ne bağlıydı. Her ne kadar bu üniversite kitlesel eğitim verme amacıyla kurulmamış da olsa vadiyi dolduran araştırma görevlilerinin ve mühendislerinin çoğu yaygın eğitim projesinin ürünleriydi.

YENİ BİLGİ TEKNOLOJİSİNİN PARADİGMASI
(Paradigma bilim tarihçisi Thomas Kuhn’un teorik tartışma ortamına soktuğu bir kavramdır. Genellikle bilim felsefesi ve bilgi teorisi alanlarında kullanılır. Paradigma bir bireyin ya da daha sık kullanışıyla bir topluluğun çevresindeki olguları anlamlandırmasını, geçmişi yorumlayıp gelecekle ilgili kestirimlerde bulunmasını sağlayan zihinsel işlemlerin sistemli bir bütünlüğüdür. Thomas Kuhn’a göre her çağın veya her kültürün paradigması birbirinden bazen kökten bazen de önemsenmeyecek kadar az farklıdır.)
Şimdi artık bilgi toplumu kuramcılarının tezlerini daha ayrıntılı işlemeye ve geçerliliğini tartışmaya başlayabiliriz. Yirmi yıl içinde teknolojide yaşanan gelişmeleri hayra yoranlar kapitalizmin kendi içerisinde yapısal bir dönüşüm gerçekleştiğini savunmuş ve bu dönüşümü açıklayıp, yeni toplumsal yapının nasıl olacağını kurgulayan geniş kapsamlı kuramlar geliştirmişlerdir. Yazıda bu kuramların tümüyle ilgilenilmeyecek. Bizi ilgilendiren kısım, bu kuramların kapitalizmin geçirdiği bu yapısal dönüşümün, kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkardığına, varolan kapitalist sömürünün de giderek azaldığına, eşitsizliğin, adaletsizliğin kaynaklarının artık Marksist artı-değer teorisiyle açıklanamaz hale geldiğine ilişkin tezler.
Örneğin Manuel Castells (6) yeni bir bilgi toplumu paradigmasının oluştuğuna değinirken, bu paradigmanın eski paradigmadan farkının beş ana noktada özetlenebileceğini savunuyor. Bunlardan birincisi, sanayi toplumlarında bilginin sadece üretim sürecinde yönlendirici bir rol oynamasına karşın bilgi toplumunda bilginin kendisinin üretim sürecinde işlenen bir hammaddeye dönüşmüş olmasıdır.
İkinci başlık, eskisinden farklı olarak yeni teknolojilerin gündelik yaşamın her alanına hızla yayılmasıdır. Buna göre bilgi, insan etkinliğini bütünleyen bir parçası durumuna geldiğinden, yeni teknolojik araçlar bireysel ve toplumsal varlığımızı doğrudan biçimlendirmektedir.
Üçüncü özellik, yeni bilgi teknolojisini kullanan her sistemin içerdiği ağ mantığıydı. İletişim ağlarının hızla iç içe karşılıklı etkileşim içine giren yapılara dönüşmesi sistemleri kapalı olmaktan çıkarıyor, her kullanıcının belli bir oranda dönüştürdüğü bir yapıya çeviriyordu. Bunun gibi açık uçlu bir yapı gelişme imkânlarını katlayarak artırıyordu, böylelikle de bilginin kendini yeniden üretmesi için gereken zaman azalıyordu.
Dördüncü başlık, üçüncüyle bağlantılı. Yeni paradigma kendisiyle beraber esneklik kavramını da beraberinde getiriyor. Ağ mantığıyla kurulmuş şirketler kendi içlerindeki esneklik sayesinde kendi örgütlenme modellerini kolaylıkla değiştirebiliyorlar, hatta bu değişiklikler bazen kökten yeniden yapılanmalara kadar varabiliyor. Taraftarlarına göre Bilgi Teknolojisi paradigmasının ayırt edici noktası da burada yatıyor zaten.     Sürekli değişen bir pazar içerisinde kendi varlığını koruyabilmek için kendini en az pazardaki dengeler kadar çabuk değiştirebilen şirketler ayakta kalabilmeyi beceriyor sadece.
Beşinci özellik ise, kendi alanında gittikçe uzmanlaşan teknolojilerin gittikçe birbirlerine yakınsamaları sonucu ayrı teknolojik dallardan söz etmenin giderek anlamsız hale gelmesi. Castells’e göre bugün artık biyo-teknolojiyle, mikro-işlemci teknolojisi arasındaki ya da bilgisayar yazılımıyla bilgisayar donanımı arasındaki sınırlar giderek belirsizleşiyor. Bu teknolojiler arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesiyle birlikte eskiden ayrı ayrı görülen teknoloji dallarının hepsi kaynaşarak bilgi-işlem sistemlerinin teknolojisine dönüşüyor.
Daniel Bell’e göre bilgi toplumunun oluşmasına yol açan teknolojik gelişmelerin getirdiği köklü değişikliklerin en önemlileri arasında zamana ve mekâna olan bağımlılığın yıkılması yer alıyor. Yazara göre endüstriyalizm kendisini mekân olarak üretim merkezleri olan fabrikaların bulunduğu yere ve bu fabrikanın kapladığı alana bağımlı kılmıştı. Yine mekâna bağımlılığın en önemli göstergelerinden biri üretimin çoğunun ulusal sınırlar içinde kalan pazarlar için(de) yapılmasıydı. Zamana bağımlılığa yol açan şey makinelerin hızıydı. Makineler her ne kadar eskiye kıyasla hızlı da işleseler, üretimin tamamlanması hatırı sayılır bir süre tutuyordu. Buna göre, ulus devlet, sanayi toplumlarının mekâna bağımlılığını simgelerken, bu toplumların zamana olan bağımlılığının en iyi göstergesi saat ve demiryollarındaki hareket tarifeleriydi.
Endüstriyel toplumların zamana ve mekâna bağımlılıklarının aksine bilgi çağının toplumlarında bilgi üretiminin payı gittikçe arttığından bu üretimin gerçekleştiği en önemli araç olan bilgisayarın hızınınsa saniyenin binde birleriyle ölçüldüğü, kitapların dakikalar içinde bir bilgisayardan bir diğerine aktarıldığı bir çağda, zamanın hiçbir bağlayıcılığı kalmamıştır. Yine aynı şekilde tüm dünya borsalarının birbirlerine bağlı olduğu, bir ülkedeki dolar rezervlerinin birkaç saat içinde bir ülkeden bir diğerine akabildiği, çokuluslu şirketlerin sınır tanımayan ortaklıklar kurup kurup yıktıkları bir dünyada, mekâna bağımlılıktan da söz edilmesi pek mümkün değildir.
Bell’in ve bilgi toplumu hakkında spekülasyonlarda bulunan diğerlerinin söyledikleri bunlarla da kalmıyor. Belki de en önemli tezleri üretim ilişkilerinin değişmesiyle ilgisinin olduğunu söyleyebiliriz. “Arabaların kitlesel üretimini nasıl gerçekleştiriyorsak, şimdi de bilginin kitlesel üretimini gerçekleştiriyoruz…” Dahası da var. Sanayi toplumlarının analizinde ana kavramlar olan emek ve sermayenin yerini bilgi alacaktı. Ayrıca Locke, Smith, Ricardo ve Marx tarafından savunulan emek-değer teorisinin artık bilgi-değer teorisiyle değiştirilmesi gerekiyordu.
Tüm bu savlar kapitalizmin artık bildiğimiz kapitalizm olmaktan çıktığına ilişkin. Bilgi Toplumu’nun yeni bir şey olduğunu göstermek zaten kapitalizmin bittiğini göstermenin birinci adımı. Bu adım atıldıktan sonra burjuvazinin ideologları bu yeni toplumun bir cennet olacağını göstermeye uğraşacaklardır. Tartışmayı ancak vaatlerin ve istatistiklerin bulanık zemininde yürütülebilecek ikinci aşamasına varmadan kesebilmenin yolu, bilgi çağının niteliksel hiçbir yenilik taşımadığını ve kapitalizmin emek-gücü sömürüsünü en üst düzeye çıkardığı bir dönemi olduğunu göstermekten geçiyor.

BİLGİ ÇAĞINDA KAPİTALİZMİN NİTELİĞİNİ DEĞİŞTİRDİĞİ TEZİ İNANDIRICI MI?
Bilimsel teknolojik ilerlemelerin kapitalist üretim ilişkilerini değiştirip değiştirmediğine bakmadan önce Bell’in, Naisbitt’in bu devrimlerin daha önceden eşi benzeri görülmemiş devrimler olduğunu savunmalarının tarihsel açıdan ne derece tutarlı olduğuna bakalım. Birinci ve ikinci endüstri devrimleri üretim sürecine alternatif enerji kaynakları getirmişler ve bu kaynakları denetleyecek yeni üretim yöntemleri geliştirmişlerdir. Birinci Sanayi Devriminde buhar enerjisi, ikincisinde ise elektrik enerjisi üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Bugün gerçekleştiği iddia edilen bilimsel teknolojik devrim üretim sürecine yeni bir enerji kaynağı getirmemiştir. Daha da önemlisi kimi araştırmacılara göre, bilgi toplumu denilen şeyin aslında yüz yılı aşkın zamandır varlığını sürdüren endüstri toplumlarının bugünkü görünümlerinden başka bir şey değildir.
Kumar, kitabında bu konuya ilişkin “Kontrol Devrimi: Bilgi Toplumunun Teknolojik ve Ekonomik Kökleri” adlı bir çalışmasını yayınlamış olan James Beniger’in görüşlerini aktarıyor. (7) Beniger’e göre sanayi devrimi toplumların madde işlem sistemlerini öyle hızlandırmıştı ki, üretim sürecinde bir kontrol krizi baş göstermişti. Geleneksel iletişim ve kontrol mekanizmaları yeni enerji üretim ve kullanım sistemlerinin gerisinde kalmıştı. Örneğin buharlı tren ve gemilerin hızlı hareket etme kapasitesinin tamamını yolcuların güvenliğini tehlikeye atmadan kullanabilmek için ya da bu araçlarda yolculuk etmek için yapılan binlerce kişilik rezervasyonlarda bir aksaklığın meydana gelmesini engellemek için yeni sistemlere ihtiyaç duyuluyordu. Fabrikalarda da aynı sıkıntı yaşanıyordu. Bu sıkıntının çözülmesi Ford’un geliştirdiği bant sistemiyle ve Taylor’un adıyla birlikte anılan “emeğin bilimsel idaresi”yle çözüme kavuştu. En köklü ve kapsayıcı çözüm ise gelişkin bir bürokrasi sisteminin kurulmasıyla oldu. Kumar’a göre Beniger bugün Bilgi Toplumu diye adlandırılan oluşumun -bilgisayarın temel ilkeleri dâhil olmak üzere- yapısal bileşenlerinin tamamlanmasının en geç 1939’da sona erdiğini ve savaş sonrasındaki ilerlemelerin çoğunlukla bu kontrol tekniklerinin kapsamlarının genişletilip uygulanması olduğunu ikna edici bir biçimde gösteriyordu.
“Bilgi toplumu yakın zamandaki değişikliklerin bir sonucu değil. … Fakat yüz yıl önce başlamış maddî ekonomi içindeki madde işlem ve akış hızının artmasının bir sonucuydu. Aynı şekilde, şimdilerde moda olan görüşün aksine, mikro-işlem ve bilgisayar teknolojisi, hazırlıksız bir toplum üstüne uygulanan, yakın zamanlarda kontrolden çıkmış yeni bir kuvveti değil, Kontrol Devrimindeki sürekli gelişmelerin en yeni halini simgeliyor.” (8)
Şimdi gelelim Bilgi Toplumu kuramcılarının en çok yaygara yaptıkları meseleye. Bilgi çağıyla birlikte kapitalist üretim ilişkilerinin aşıldığı iddiasına. Kapitalist üretim ilişkilerini çözümleyen Marksist emek-değer teorisinin kavranması bilgi çağı kuramcılarının tezlerinin dayanaksızlığını görebilmek için şarttır.

MARKSİST EMEK-DEĞER TEORİSİNİN IŞIĞINDA KAPİTALİST SİSTEMDEKİ ÜCRETLİ EMEK SÖMÜRÜSÜNÜN AÇIKLANIŞI
Bir metanın pazardaki fiyatını belirleyen şey nedir? Burjuva iktisatçılarının çoğu bu soruyu arzla talep arasındaki denge diye yanıtlayacaktır. Eğer bir meta pazarda, onun belli bir fiyattan alınmak isteneceği miktardan fazla üretilmişse bu metanın fiyatı, alıcıları üretilen metanın tamamını satın almayı cazip kılmayı becerene dek düşecektir. Yok, eğer alıcıların talep ettiği meta miktarı sunulanın üstündeyse, fiyat metanın cazibesini yeterli sayıda alıcı için artırana dek yükselir. Bir metanın pazardan alınmak istenen miktarıyla pazara sunulan miktarının eşit olduğu denge noktasındaki fiyatına metanın gerçek fiyatı denir burjuva ekonomistlerince.
İyi ama diye sorar Marx: “Niye bir metanın gerçek fiyatı diğer bir metanın gerçek fiyatından daha yüksektir?” Burjuva iktisatçılarının yanıtı yine hazırdır: Bir metanın değerini belirleyen şey onun yeryüzünde ne derece seyrek bulunduğudur. Elmas eğer sudan daha fazla miktarda bulunsaydı, fiyatı sudan daha düşük olurdu. Bu açıklamaların bir iç tutarlılığa sahip olduğu kabul edilebilir. Ancak bu teori bir insanın niye fabrikada on iki saat çalışırken bir diğerinin fabrikayı işletmekle uğraşıp hiç terlemeden servetini büyütebildiğim açıklayamamaktadır. Burjuva iktisatçılarına göre kapitalistin kazandığı para sattığı metanın üstüne koyduğu kâr kadardır. Eğer burjuva iktisatçılarının dediği gibi bir mal, maliyetinin üzerinde kârla satılabilseydi, aslında bu gözlem malın piyasaya sürüldüğü ilk dönemler için geçerlidir, belli bir süre sonra diğer kapitalistler de bu metayı üretmek isterlerdi. Üretim fazlası da fiyatı tekrar maliyetine çekerdi. Arz ve talep üzerine kurulmuş burjuva iktisadının tek zaafı bu değildir, kapitalizmin çevrimsel krizlerini açıklamada da yetersiz kalmaktadır. Tüm bunları açıklamak için yeni bir teoriyi, emek-değer teorisini geliştirmek gerekiyordu.
Emek-değer teorisi uyarınca bir metanın değişim değerini, başka bir deyişle pazardaki fiyatını o metanın içinde barındırdığı toplumsal soyut emek belirler. Başka bir deyişle bir pantolonun üretilmesi için gereken emek miktarı, bir kravatın üretilmesi için gereken emek miktarının beş katıysa, pazardaki kısa süreli dalgalanmaları bir yana bırakırsak, gömleğin değişim değeri kravatınkinin beş katı olacaktır. Peki, bir metanın içerdiği emek miktarı neyle ölçülecektir? Yanıt basittir. O metanın üretimi için gereken süreyle. Bir pantolonun üretimi için emek harcanan zaman, bir kravatınınkinin beş katıysa, pantolonun barındırdığı toplumsal emek kravatınkinin beş katı kadar olacaktır.
Böyle bir durumda ortaya yeni bir sorun çıkmaktadır. Beceriksiz bir işçi, bir metanın üretimi için becerikli bir işçinin birkaç katı zaman harcayabilir, ama bir pantolonun fiyatı onun üretiminde beceriksiz bir işçi çalıştı diye yükselmez. Belirtilen sorun, ancak toplumsal emek kavramıyla ne kastedildiği anlaşılmadığı sürece ortaya çıkacaktır. Bir metanın üretimi için harcanan toplumsal emek, o metanın üretimi için o toplumun içindeki bireylerin toplum içerisindeki verili teknolojiyi kullanarak sarf ettikleri zamandır. Marx’ın Kapital’de verdiği bir örneği anımsamak yararlı olacaktır. Dokuma makinelerinin gelişmesine karşın el tezgâhlarında dokumacılık yapmaya devam edenler, bir kumaşı dokumak için makineden saatlerce fazla emek harcasalar da, kumaşın pazardaki değeri makineyle dokunmuş kumaştan fazla değildir. Küçük aile işletmelerinin batmasının en önemli nedeni budur.
Toplumsal emek ayrıca soyut emektir. Başka bir deyişle o emeği hangi işçinin nerede hangi metanın üretimi için harcadığının hiçbir önemi yoktur. Bunun da ötesinde değer, toplumsal soyut emekle bir kez belirlenmeye başladı mı artık farklı metaların fiyatlarının belirlenmesinde onların ne derece faydalı olduklarının, kullanım değerlerinin, hiçbir önemi kalmaz. Metalar arasındaki fark içerilen soyut emeğin büyüklüğünün karşılaştırıldığı niceliksel bir farktır.
Yanıtlanmamış son bir soru daha vardır. Bir metanın üretimi için gereken tek şey emek değildir ki! O metanın üretiminde bir dizi hammadde kullanılmıştır; bu hammaddeleri hesaba katmadan bir metanın değişim değeri belirlenebilir mi? Sorunun yanıtı aslında yine sorunun kendisinin içindedir. Kullanılan hammaddelerin her biri birer metadır. Bunların değişim değeri de içerdikleri toplumsal emek miktarına indirgenebilir.
Artık kapitalist sistemdeki ücretli emek sömürüsünü açıklayan kilit kavramlardan artı-değere gelebiliriz. Demin kapitalistin bir metayı pazarda o metanın içerdiği toplumsal emek miktarının, başka bir deyişle maliyetinin üstündeki bir değere satamayacağını gördük. Peki, eğer kapitalistimiz ettiği kârları pazardaki satışından kazanmıyorsa nereden kazanıyor. Marksist emek-değer teorisine göre kapitalistlerin zenginleşmesini sağlayan şey üretim sırasındaki sömürüdür. Az önce bir metanın pazardaki değeriyle onun maliyeti arasında bir özdeşlik kurmuştuk, daha önce de bir metanın üretimden önceki hammaddelerin işçilerin emeğiyle değişim değerine sahip bir metaya dönüştürüldüğünü görmüştük. Hammaddeler de birer meta idi ve birer maliyetleri vardı. Peki ya emeğin?
Önce şunu netleştirelim hiçbir işçi emeğini satmaz. İşçinin sattığı şey emek-gücüdür, işçinin sahip olduğu hiçbir üretim aracı yoktur. Yaşamını sürdürebilmesi için para kazanması gerekir; bu da ancak üretim sürecinde bir rol almasıyla olanaklıdır. Kapitalisti kapitalist yapan şey onun üretim araçlarına sahip olmasıdır. Kapitalistin ihtiyaç duyduğu şey de üretim araçlarını kullandırtıp meta ürettirebileceği emek-gücüdür. İşçi böylelikle kapitaliste gider ve ona iş yapabilme kapasitesini belli bir süreliğine, -günde on saatliğine örneğin-, kiralar. Emek-gücünü kapitalistle ücret karşılığı değişir; emek-gücününse belli bir değişim değeri vardır: Emek-gücünün kendisi bir metadır.
Her metanın değişim değeri onun üretim maliyetine eşit olduğuna göre, emek-gücünün değişim değeri de onun maliyetine eşittir. Peki, nedir bu maliyet? İşte sömürünün temeline geldik şimdi. Çünkü işçinin emek-gücünün maliyeti olarak aldığı ücret onun bedensel, toplumsal ve tinsel ihtiyaçlarını ertesi günkü işini üretkenlik düşmeden sürdürebilmesine ancak yeterken, bu ücretin emek-gücünü kapitaliste kiraladığı süre boyunca yarattığı değerle karşılaştırılabilecek bir büyüklüğü yoktur. Emek-gücü kendi yeniden üretim maliyetinden fazla değer üretir. Buna artı-değer adı verilir. Artı-değere kapitalistin el koymasıyla birlikte de ücretli emek sömürüsü gerçekleşmiş olur.
Dolayısıyla bir işçinin ne kadar sömürüldüğü onun ne kadar ücret aldığıyla doğrudan bağlantılı değildir. Otuz milyon alan bir işçi yirmi milyon liralık artı-değer yaratıyorken, yüz milyon lira alan bir işçi iki yüz milyon liralık artı-değer yaratıyorsa; ikinci işçi birinciden daha fazla sömürülmektedir.
Castells’in birinci bağlığına geri dönebiliriz artık. (Dipnot) İleri sürdüğü Bilgi Teknolojisi Devrimi paradigmasının birinci başlığı, bilginin doğrudan üretim sürecinin bir hammaddesi haline geldiğini söylüyordu.
Bir örnekle durumu somutlaştıralım. Varsayalım ki, tam otomatik çamaşır makinesi üreten bir kapitalistimiz var; bu kapitalist modelinde bir değişiklik yapmak istediğinde, örneğin ürününü yeni bir tasarımla satmak istediğinde, bir tasarım şirketine gidecek ve yeni bir tasarım bilgisi satın alacaktır. Bu tasarım bilgisi, Castells’e göre, üretim sürecinde tıpkı bir hammadde gibi yeni bir girdiye dönüşmüştür. Castells’in beyaz eşyaların içindeki elektronik bilginin maliyetinin, çeliğin maliyetinden daha fazla olduğunu vurgulaması boşuna değildir. Ona göre bilginin, üretimde bir girdi olarak payı giderek artmaktadır. Bilgi çağının temel değişikliklerinden biri de budur.
Açıkçası, Castells’in tezlerini anlamak oldukça güç. Kendisi, bilginin bir girdi olmasının neleri değiştirdiğini açıklamıyor. Bunun dışında, bilginin bir girdi olarak kullanılması sanayi, hatta sanayi öncesi toplumlarda bile gerçekleşmiş bir durum. Beş yüzyıl önceki bir fayton imalâthanesini ele alalım. Fayton üretimi sırasında birtakım vidaların kullanıldığını düşünelim. Bu vidaları yapmak için belli bir mekanik, kimya, hatta tasarım bilgisi gerekmiyor mu? Eğer gerekiyorsa bu vidayla bu elektronik donanım arasındaki fark nedir?
Tekrar beyaz eşya örneğine dönelim. Çelikten, kaba bir hammaddeymiş gibi söz ediyor Castells… Oysa çeliğin kendisinin o çeliği elde etmek için kurulan fabrikanın inşasının ve işletiminin bilgisinden soyutlanamayacağı açıktır. Hammadde olarak kullanılan çeliğin kendisi bu bilgileri içermektedir. Bilginin kendisi öteden beri, üretime giren hammaddelerin ve üretim araçlarının içinde içerilmiştir. Dolayısıyla bilginin bir hammadde olarak üretime girmesi insan insan olalı beri devam etmektedir.
Bilgi ve üretim arasında böyle bir ilişki kurarken bunu kabalaştırmamak için bilgi üretim ilişkisini tarih boyunca değişmeyen bir ilişki olarak göstermekten kaçınmak gerekli. Gerçi bilgi, üretime giren hammaddelerde, üretim araçlarında ve üretimin organizasyonunda hep örtük olarak bulunmaktadır. Ama yirminci yüzyılın ortalarından itibaren bilginin kendisi maddi üretime doğrudan katılmadan üretim sürecinde rol oynamaya başlamıştır. Artık bilginin kendisi pazarda alınıp satılan, değişim değeri olan bir metaya dönüşmüştür. Kendini bilgi üretimiyle sınırlayan kapitalist işletmelerin sayısı dünyada hızla çoğalmaktadır.
Bir mimarlık bürosunu düşünelim. Böyle bir işletmede yapılan iş verili bir arsa üzerine bir bina inşası için proje tasarlamaktır. Bu projenin çizilmesi doğrudan hiçbir maddi üretim içermez. Büro sadece yapının bilgisini üretir ve satar. Peki, bu bürolar birer kapitalist işletme midirler? Doğrusu yirmi yıl öncesinin Türkiye’sinde bu tarz bürolar tek-tük idi; mimari bilgi genelde kendi işinde çalışan mimarlar tarafından üretiliyordu. Geçirdiğimiz yirmi yıl içerisinde bu süreç Marx’ın sunduğu kumaş üreticilerinin kapitalistleşme sürecine benzer bir biçimde gerçekleşti. Önce aile sanayisi oluştu, baba mimarlar oğul mimarlar dönemi başladı, sonra giderek getir götür işlerine bakan insanların dışında insanlar da istihdam edildi büroda. Çizim yeteneği olanlar, maket yapabilenler… İşler büyümeye başlayınca daha basit projelerin altından kalkabilecek yeni mezun mimarlar da büroya girmeye başladı. Alınan projeler büyüdükçe ayrıntıların miktarı artmaya başladı ve giderek mimari bürolar onlarca mimarın, bilgisayar sistem sorumlularının, proje sunum elemanlarının vb. ücretli olarak çalıştığı bir kurum olmaya başladı. Mimarlık büroları böylelikle kapitalist işletmeler olma yolunda ilerledi. Ellili yıllardan beri, benzer bir süreçten geçen bir sürü sektör ortaya çıktı.
Peki, bilginin bu şekilde metalaşması ve kapitalist pazar ekonomisinin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olarak ortaya çıkması, Marksistler tarafından öngörülememiş ve kapitalizmde yapısal değişikliklere yol açacak gelişme midir?
Bilgiyi, bilgili insanı, bilim insanını hâlâ tarihsel önyargılarla algılamaya devam edip, kapitalist toplumda bilime, bilgiye hâlâ feodal zamanlardan kalma alışkanlıklarla ulvi değerler yükleseydik günümüzde köklü değişiklikler olduğunu ileri sürmemiz gerekirdi. Çünkü bilgi üretimi eğer kutsal, saygı duyulacak bir etkinlikse ve bugün üretim süreci içindeki bireylerin bilgi üretimindeki payı ortalama olarak artıyorsa, bireylerin, daha doğrusu ücretli emekçilerin daha yüce işler yapıyor, üstüne üstlük yaptıkları işten bir de doyum alıyor olmaları gerekirdi. Oysa Marksistler bunun tam tersini iddia ederler. Kapitalist toplumlarda sömürü oranı arttıkça iş giderek daha fazla sıradanlaşmaya, daha fazla katlanılmaz hale gelmeye başlar.
Bugün bilgi üretiminde de aynı durum söz konusudur. Eskiden soyluların himaye ettiği, her türlü tasadan habersiz bilim adamlarının yaptığı iş, bugün kapitalist işletmelerin performans tablolarının tehdidini, işten atılma korkusunu sürekli yaşayan, belli bir araştırma projesinin bir alt-dalının daha alt bir alt kolunda çalışan onlarca kişi tarafından gerçekleştirilmektedir. Silikon Vadisi’nde iki yüz elli bin kişinin çalıştığını söylemiştik, bunların ancak çok küçük bir azınlığının klasik anlamıyla bilimle uğraştığı açık bir gerçek. Bilgi üretiminin yaygınlaştığı ve dünya kapitalist üretiminde rolünü büyüttüğü de doğrudur. Ancak bu büyüme sırasında bilimsel etkinlik daha fazla insanı insanlaştıracağına kendisi “ayağa düşmüştür”, bilgi kapitalist pazarda diş fırçasından farksız bir metaya dönüşmüştür. Komünistlerin, yüz elli yıl önce kaleme alınmış Manifestosunun yeterince açık olduğunu sanıyoruz:
“İktidara geldiği her yerde burjuvazi tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir, insanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece yüksek heyecanları da, dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. …
Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.” (9)
Gelelim bilgi-değer teorisiyle ilgili savlara. (10) Emek-değer kuramının geçersizliğini ilan ederek onun yerine yeni bir kuramın, bilgi-değer kuramının inşa edilmesi gerektiğini ileri sürmek, bilgiyle emek arasındaki ilişkiyi yeniden üretmek anlamına gelir. Başka bir deyişle emek-değer kuramının yerine bir bilgi-değer teorisi inşa edeceksek o zaman üretim sürecindeki unsurların hepsinin emeğin değil bilginin kristalleşmiş hali olduğunu söylememiz gerekir. Böylelikle emeğin değerini belirleyen şey de içerdiği bilgi miktarı olacaktır.
Bu çabanın en büyük sakatlıklarından biri bu kuramın bilgiyle emek arasındaki neden-sonuç ilişkisini tersine çevirmesidir. Bilgi, emeğin sonucu olmaktan çıkar ve nedeni haline gelir. Ama bu anlamsız bir durumdur; çünkü emek, en azından toplumsallaşmış soyut emek, zamanla ölçülebilen bir etkinliktir, oysa bir işi yapabilmenin bilgisi, o işin nesnesi hakkında doğruluk değeri olan önermelerin karmaşık bir biçimde örgütlenmiş halidir. Bilgi de elbette durağan, kendini yeniden üretme kapasitesinden yoksun bir kategori değildir. Ancak bilginin hareketi de zihinsel bir etkinliğin, emeğin sonucudur.
Bu anlayışın ikinci aksaklığı bilgi üretiminin ne olduğuna ilişkin yanlış bir kavrayışa sahip olmasıdır. Bilgi-değer teorisi gibi sansasyonel bir kuramla ortaya çıkabilmek için bilginin de emeğin bir madde içerisinde yoğunlaşıp birikebildiği gibi yoğunlaşıp birikebilmesi gerektiğine inanmak gerekir. Bu anlayışın mantıksal olarak zorunlu sonucu da on dokuzuncu yüzyıldaki pozitivistlerin savunduğu gibi bilginin yığınsal olarak biriktiğini kabul etmektir. Başka bir deyişle gün be gün yeni şeyler öğrendiğimizi savunmak, her gün bir önceki günden daha az cahilleştiğimizi ileri sürmemiz gerekmektedir. Oysa bu aydınlanmacı bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Bilgi yığınsal olarak birikerek ilerlemez. Bilginin ilerlemesinde diyalektik bir süreç söz konusudur. Bilim bir aksiyom işlevi gören birtakım öncüllerle başlar. Bu öncüllerin mantıksal sonuçları gözlemle sınanabilir ve yanlışlanabilir önermelerdir. Dünyadaki olguları en bütünlüklü bir biçimde açıklayabilen kuram en iyi kuramdır, ancak bu kuram da evrensel bir kuram değildir. Daha iyi bir kuram çıktığı zaman terk edilir. Daha önceki kurama göre doğru olan bir önerme bir sonraki kuram bağlamında yanlış bir önerme olabilir. Bu yüzden bilgiler birikmez, belli öncüllerden olguları açıklamak için çıkarsanır ve sistemli bir bütünlük içerisine konur. Belli bir zaman sonra bu bilgilerin çoğu terk edilir ve yerine yeni bir öncül demetinden çıkarsanmış bilgiler konulur.
Şimdi artık bir nesnenin içinde bilginin neden birikemeyeceği anlaşılır olmalıdır. Bilgi artan bir yığın olmadığı için iki nesneyi birinin içinde diğerinden daha fazla bilgi var diye kıyaslayamayız. Böyle bir şey için tek bir ölçüt vardır, o da emektir.
Bu kurama ilişkin son olarak şunu söyleyebiliriz. Kuram, bilimsel bilgi üretim süreciyle, bu bilginin uygulanma alanlarını birbiriyle karıştırmıştır. Gerçek bilimsel üretim bir kuramdan öbür kurama geçmeyi zorunlu kılan kriz döneminde yapılır. Oturmuş bir kuram varken bu kuramın uygulanabilirliğini artırmaya yönelik girişimler bulmaca çözmekten çok da farklı olmayan etkinliklerdir. Dolayısıyla bu türden bir üretim etkinliğinin yaratıcı insan emeği olarak sunulması doğru değildir.
Yanıtlayacağımız son iddia kafa bulandırıcı yeni bir adlandırmadan başka bir şey olmadığını gördüğümüz “bilgi toplumumun zamanın ve mekânın kısıtlayıcılığını ortadan kaldırdığıyla ilgili olanı. Bilgisayarların ve diğer robot destekli üretim tekniklerinin üretim hızını katlayarak arttırdığı doğrudur. Bunun ücretli emek sömürüsüne dayanan kapitalizmi niçin değiştireceği bilgi toplumu kuramcıları tarafından yanıtlanmayan bir sorudur. Yukarıda görüşlerini alıntıladığımız kuramcılar sürekli bir bolluktan söz etmektedir. Bu bolluktan ne kastedilmektedir? Eğer gerçekten “bilgi toplumu”nun havarileri emekçilere gerçekten bir müjde getiriyorsa bu bolluğun üretim sürecine de yansıması gerekmektedir. Bunun en önemli göstergesi de çalışma saatleridir. Eğer kapitalist üretim tekniklerinin her şeyi beş on kat hızlı, binlerce kat fazla üretmesi bir bolluk göstergesiyse, bu bolluktan faydalanacak olan emekçilerin de eskiye kıyasla beşte bir, onda bir süre boyunca çalışmaları gerekirdi. Oysa en gelişmiş kapitalist ülkelerde işçiler otuz beş saat çalışmaktadırlar ki o da uzun ve çetin mücadeleler sonucunda elde edilmiştir ve toplusözleşmelerde olmasına karşın çoğunlukla kâğıt üstünde kalmaktadır. Ne ilerleme!
Mekâna bağlılığın aşıldığı, “küresel ekonominin” ulus devletinin sınırlarını kırdığı ve bunun da bir yenilik olduğu tezi ise bir başka saptırmadır. Eğer söz konusu olan uluslararasılaşma ise, kapitalizmin bu özelliği Marksizm’in kurucuları ve geliştiricilerince çok önceden ortaya konmuştu. Komünist Manifestodan ilgili pasajı aktarmak sanırız yeterli olacaktır:
“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacım karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar atıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.” (11)
Bölümü son bir hatırlatma yaparak bitirelim. Bilimsel teknolojik gelişmelerin kapitalizmi kurtardığını söyleyenleri eleştirmek kimi zaman yanlış anlamalara yol açıp bu gelişmelerin taşıdığı devrimci potansiyeli küçümsediğimiz sanısını uyandırabilir. Oysa doğru olan bunun tam tersidir. Bu dönüşümlerin yarattıkları olanaklar söz konusu olduğunda burjuva ideologlarının ufku özel mülkiyete ve haz aritmetiğine dayalı kapitalist sistemin sınırlılıklarını aşmamaktadır. Oysa Marksistler sadece bu yeniliklerin içinde taşıdığı potansiyeli sarmalayan deli gömleğinin kapitalizm olduğunu vurgulamakla yetinmez. Bu deli gömleği parçalandığında, sosyalist dünyada tüm bu yeniliklerin insanların önünde sınırsız imkânlar yaratacağını da belirtir. İnternetin belki de en önemli getirişi proleter demokrasinin teknik sorunlarını çözmesi olacaktır. Bilgisayarların artan kapasitesinin giderek karmaşıklaşan üretim ve tüketimin planlanmasında en büyük kolaylıkları sağlamayacağını, teknolojik atılımların insanları makinaya köle eden vasıfsız işgücünü herkes için en az süreye indirmeyeceğini, hızla artan üretimin herkesin yeteneği kadar verdiği ihtiyacı kadar aldığı komünist dünyayı yaratacak bolluğun temelini atmayacağını kim söyleyebilir?

BURJUVAZİ KİMLERDEN ÖĞRENİR?
“Bilgi Çağı”nda yaşadığımızı söyleyen kuramcıların ortak kaygısı, kitleleri, işçi sınıfının ve emekçilerin eza cefa içerisinde yaşamak ve çalışmak zorunda kaldığı kapitalizmin bittiğine inandırmaktı. Elbette bu ikna çabası ancak birtakım mantık oyunlarına dayandırılmak zorundaydı.
Burjuvazinin ideologları, önce üretici güçlerin belli bir biçimini anlatan sanayi devrimiyle, bir üretim ilişkisini tanımlayan kapitalizm arasında birebir bağlantı kurarlar. Bu özdeşliği kurduktan sonra tarihsel materyalizmin tahrif edilmiş, kaba bir versiyonunu yutturmaya çalışarak üretim biçimindeki her gelişmenin kendiliğinden üretici güçler arasındaki ilişkilere de yansıyacağını iddia ederler. Ardından üretici güçler arasındaki ilişkileri hem yüzeysel hem de olgular tarafından boğulmuş bir biçimde inceleyerek, klasik sanayi olarak adlandırılmayacak yeni üretici güçlerin geliştiğini tekrar edip dururlar. Üretici güçler değişip durur da üretim ilişkileri oldukları yerde kalırlar mı? Elbette onlar da kendiliğinden yeni bir ilişki tarzına doğru, ama sancılı ama rahat, evrilecekti. Geriye bu endüstri sonrası topluma yeni bir ad koymak kalıyordu.
Burjuvazinin ideologları iki vahim çarpıtma yapıyorlardı. Birincisi yazı boyunca da açıklamaya çalıştığımız gibi üretici güçler açısından devrim niteliğinde bir gelişme olmamıştı. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin tümü kapitalizmin bir sistem olarak her şeyi meta üretiminin, dolayısıyla pazar ekonomisinin içine çekmesine, karşılaştığı işgücünün denetimi ve organizasyonu sorunlarını çözmesine yaramıştır. Bilginin üretimde eskisinden niteliksel olarak farklı bir yer tuttuğunu; ulusal sınırlarının ve üretim hızının prangasına vurulmuş bir sanayi ekonomisinin yerini bilgisayarların nano-saniye hızındaki işlemleriyle tüm dünyaya yayılmış yeni bir bilgi ekonomisinin aldığını söylemek, ne Kapital’i ne de Manifesto’yu anlamak, daha da kötüsü tahrif etmek anlamına gelir. Komünistler hiçbir zaman kapitalizmin ulusal sınırlara hapsolacağını; bilginin metalaşma sürecinin dışında kalacağını söylememiş, aksine, bunların tersinin doğru olduğunu ilk saptayanlar olmuşlardır.
İkinci vahim aldatmacayı üretici güçlerdeki her gelişmenin üretim ilişkilerinde kendiliğinden bir değişim yaratacağını kabul edenler yapmışlardır. Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde belirttiği gibi;
“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar hareket ettikleri toplumun mevcut üretici ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadelerinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”
Demek ki bir toplumsal devrim meydana gelmeden üretim ilişkileri değişmiyor. Üretici güçlerde meydana gelen değişiklik üretim ilişkileri değiştirilmediği sürece toplum içerisinde varolan sınıflar-arası çelişkiyi sönümlendirmek bir yana daha da keskinleştiriyor. Burjuvazinin ideologları yeni üretici güçlerin geliştiği konusunda ikna edici değil ancak ikna edici olsalardı bile, bu burjuvazinin işinin kolaylaştığı şöyle dursun, git gide zorlaştığı anlamına gelirdi.
Bugün dünyanın her yerinde burjuvazi avuç avuç paralar saçarak yalanlarını gazetelerden, televizyonlardan, amfilerden yaymaya çalışıyor. Türkiye’deki durum da bundan farksızdır. Yalnız Türkiye burjuvazisinin, böyle konularda cafcaflı yazılar döktürecek kalemlerle kurduğu organik bağlar yetmemektedir. Burjuvazinin kendi bağrından çıkardığı “yetenekleri”, döneklerle takviye etmesi gerekmektedir. Tüm döneklerin bu kadar çok alkışlanmasının en önemli nedenlerinden biridir bu. Burjuvazi kendi çıkarlarının matrisini çizdikten sonra kendisini bu matris üzerinde en iyi savunanları ödüllendirmektedir. Saygın gazetelerde köşe yazarlığı yapmak, açık oturumlara bir bilen olarak katılmak, televizyonlara entelektüel boyutlu programlar hazırlamak, yüklü miktardaki nakit ödemenin dışındaki en önemli ödüllerdir.
Doğrusu burjuvazinin paralı uşakları görevlerini, cehaletlerini belli etmeden, iyi yerine getirmektedirler. Öyle ki, bugün fabrikalarda işçi sayısının hızla arttığı; burjuvazinin kendi yasalarına bile uymayarak işçileri sendikasız, sigortasız on-on iki saat çalıştırdığı; bilgi-işlemin doğrudan üretimde yer alma payının çok az olduğu bir ülkede, Türkiye’de, bu tezler kendini ilerici, demokrat, sosyal demokrat, güler yüzlü sosyalist diye tanımlayan çevrelerden bile ilgi görmektedir.
Ama güneş balçıkla sıvanamıyor. Sosyalist Arnavutluk’un yıkılışı ve revizyonist Doğu Bloğu’nun çöküşü gibi emperyalist burjuvaziye politik üstünlük sağlayan gelişmeleri arkasına alan, iletişim araçları ve üniversite kürsülerince desteklenen bu saldırı ve gerçekleri tersyüz etme kampanyası, olaylar ve olgular karşısında inandırıcılığını her geçen gün yitiriyor, nesnel bakımdan tüm bu teorilerin yalanlanması anlamına gelen emekçilerin eylem barikatlarına çarpıyor. Ama bu durum, bu türden gerici teori ve kampanyalara karşı mücadele görevini gereksiz kılmıyor. Aksine çok yönlü bir ideolojik mücadeleyi zorunlu hale getiriyor. Bu mücadele, burjuvazinin, bilgi toplumu, globalleşme vb ambalajıyla yaratmaya çalıştığı yanılsamaların parçalanması ve etkisinin kırılması için zorunludur. Yaratılmaya soyunulan yeni din parçalanmalıdır!
“Zincirlerin her yanını örten imgesel çiçeklerden eleştiri, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için zincirleri arındırıyor, Dinin eleştirisi insanın yanılsamalarını, insanın kendi gerçekliğini akıl çağına erişen ve yanılsamalardan kurtulmuş bir insan olarak düşünmesi, etkilemesi ve biçimlendirmesi için, kendi kendinin, yani kendi gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için ortadan kaldırıyor.

KAYNAKÇA
1) Castells, ManueJ; The Rise of The Network Society, Oxford: Blackwell, 1996
2) Kumar, Krishan; From Post-Industrial to Post-modern Society, Oxford: Blackwell, 1996
3) Naisbitt’in Megatrends adlı kitabından aktaran Kumar, sf. 14
4) Stonier’den The Wealth of Information: A Profile of The Industrial Economy adlı kitabından aktaran Kumar, sf.14
5) Bu bölümdeki bilgilerin neredeyse tümü Castells’in kitabından alınmıştır.
6) Castells, sf. 60–62
7) Kumar, sf. 10
8) age, sf. 12
9) Komünist Parti Manifestosu, K. Marx-F. Engels, Evrensel Basım Yayın, çev: Yılmaz Onay, Haziran 1998
10) Kumar, sf. 18–19
11) Komünist Parti Manifestosu

Haziran 1998

Dipnot:
Yukarıdaki tezlerin geçersizliğini göstermeden önce Castells’in, Bell, Naisbitt gibilerinin iki ana iddiasından hangilerini niye cevaplamayacağımızı açıklayalım. Castells’in üçüncü tezi dolaylı olarak bilgi çağıyla birlikte esnek üretimin yeni üretim biçimi olarak geliştiği savını içeriyor. Esnek üretim, post-fordizm tartışması bu yazının kapsamını aşıyor. Bu yüzden sadece bir iki şeyi belirtmekle yetineceğiz. Esnek üretimle taşeronlaştırma arasında büyük bir ilişki vardır. Esnek üretimin işçilere vasıf kazandırıp onları nitelikli, üretken, üretmekten hoşnut kıldıkları söylencesi ise koca bir yalandan başka bir şey değildir. Esnek üretimle birlikte kapitalizm en uyanık, en hesapçı ve en zalim biçimiyle işlemeye başlamış, tüm işçi örgütlülüklerine karşı topyekûn bir saldırıya girişmiştir.
Devrimci Marksistlerin bugün öncelikle üstünde düşünmesi gereken konu esnek üretimin kapitalizmi güzelleştirip güzelleştirmediği sorunu değil, dünya işgücü pazarını mümkün olduğunca yağmalayan, kendisinin serbest dolaşım hürriyetini tankı, topu, nükleer füzesiyle edinmiş; yine aynı şekilde ucuz işgücünü kendi ülkesinin sınırlarına hapsetmiş, her türlü örgütlü işçi mücadelesini dağıtabilmek için öteden beri oluşturduğu yedek işsiz ordusunun yanına bir de fason çalışan küçük aile işletmeleriyle taşeron şirketlerin fiyat kırıcı gücünü eklemiş burjuvaziye karşı işçi sınıfının örgütlü gücünü yükseltebilecek strateji ve taktiklerin neler olduğu sorusunun yanıtıdır.
Üstünde durulmayacak noktalardan biri de Castells’in beşinci belirlemesidir. Teknolojinin bölünmesi ve ardından bu bölünmüş parçaların birbiriyle tekrar kaynaşma eğiliminde olması kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkaracak bir şey değildir. Yine de bilgi toplumu kuramcılarının buna bağrında kapitalist üretim ilişkilerini geliştiren sanayi toplumunun temel özelliklerinden biri olduğunu anımsatarak karşı çıkabilir. Ne de olsa yıllar yılı kapitalist üretim bilim insanları dâhil tüm ücretlileri vasıfsız hale getiriyor, bilimle uğraşanlar giderek küçücük bir konu hakkında her şeyi bilen ama başka hiçbir şey bilmeyen kişilere çevriliyor diye itiraz edilmişti. Uzmanlaşma ortadan kalkıp yerine tekrar bütünlüklü bir bilim ve teknoloji üretimine geçildiğine göre, kapitalizmin doğasıyla özdeşleştirilen bu eğilim sona erdiğine göre bundan en azından kapitalizmin mantığında bir şeylerin değiştiğini çıkarmamız gerekir. Böylesi akıl yürütmelere girişenlerin birtakım genel geçer gözlemlenebilir olgulara gözlerini kapadığını sanıyoruz. Ne bilimde ne teknolojide uzmanlaşma azalmakta. Hatta ister biyolojide ister matematikte ister başka bir anabilim dalında kendi bağımsızlığını ilan eden alt-bilim dallarının sayılarının artması bu iddianın tam tersinin doğru olduğunu gösteriyor. Kapitalizmin gelişmesi uzmanlaşmayı o kadar artırıyor ki eskiden birbirinden ayrışmış alanlar bir sürü alt dala bölününce kimi alt dallar birbirlerine tekrar yakınlaşmaya başladılar; böylelikle de aralarındaki sınırlar tekrar belirsiz hale geldi. Zaten Castells’in dediği kaynaşmayı, aslında söz konusu olan şey bir kaynaşmadan çok bir alan belirsizliği, sadece birbiriyle sınırı olan alt dallar yaşıyor.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑