Balkanlarda yeni emperyalist manevralar ve Kosova

Şubat ayı içerisinde patlak veren ve Mart boyunca da tırmanarak gelişen olaylar, onlarca Arnavut’un Sırp ordu ve polis kuvvetleri tarafından katledilmesi; dikkatleri yeniden Kosova, Eski Yugoslavya toprakları ve Balkanlarda yöneltti. Dolaysız çatışma içerisindeki tarafların yanı sıra, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölgedeki tüm devletlerin işbirlikçi-gerici yönetimleri ve büyük emperyalist devletler, çeşitli girişimlerde bulunarak şu veya bu şekilde taraf olduklarını ilan ettiler. ABD, Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın oluşturduğu “Batı Temas Grubu”nun art arda gerçekleştirildiği toplantılar ve ilgili bütün ülkelerin dışişleri bakanları ile diplomatlarının başlattıkları “diplomatik bale”, bölge üzerinde kara savaş bulutlarının sürekli hazır tutulduğunun göstergesi oldu. Ve bu vesileyle bir kez daha, dünyada hegemonya ve etkinlik mücadelesinin en şiddetli bir tarzda yürütüldüğü birkaç bölgeden biri olan Balkanlardaki en küçük bir sürtüşmenin bile bu hesapların dışında bir anlamının olmadığı görüldü.

OLAYLAR NASIL GELİŞTİ?
Eski Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde daha büyük cumhuriyetlerdeki çatışmaların gölgesinde kalarak bir kenara itilen Kosova, 1990 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. Daha sonra üzerinde duracağımız tarihsel-politik nedenlere de dayanan bu bağımsızlık ilanı, Arnavutluk dışında kimse tarafından tanınmamıştı. Büyük emperyalist devletler Yugoslavya’dan kopan Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’yı paylaşmakla ve Bosna-Hersek’te en elverişli pozisyonu elde ederek paylaşımdan daha kârlı çıkmakla meşguldü. Kosova’nın Sırbistan sınırları içerisinde özerk bir bölge olarak kalması, üstü örtülmüş başka çelişkilerin o an için su yüzüne çıkmaması tercih edilmekteydi.
1990’daki bağımsızlık ilanından sonra, 1991’den itibaren süreç Kosovalı Arnavutlar tarafından hızlandırılmış ve önce referanduma gidilerek bağımsızlık, halk onayına sunulmuştu. 1992’de ise seçimler gerçekleştirilmiş, “cumhurbaşkanı” ve “parlamento” seçilmişti. Burjuva milliyetçi İbrahim Rugova, Kosova Cumhurbaşkanlığına getirilmiş, partisi Kosova Demokratik Birliği ise, oluşturulan parlamentoda çoğunluğu ele geçirmişti. Milliyetçi Rugova yönetimi, Bosna’da batağa saplanmış ve emperyalist kıskaca alınmış olan Sırp yönetiminin o dönemdeki mecalsizliğinden de faydalanarak kendi devlet kurumlarını, üniversite ve okullarını, basınını, sağlık kuruluşlarını vb. oluşturmuştu. Bütün zorluklara karşın, fiili bir devlet yönetimi kurulmuş durumdaydı. Başta ABD olmak üzere bazı emperyalist devletler, geleceğe dönük yatırım olarak Rugova yönetimine para ve malzeme desteği sağlamaktaydılar. “Her yıl 10 milyon dolara kadar ABD’nin bir insani yardımı var. Norveç de okullarımıza yardım etti” (Edita Tahiri- Kosova Milletvekili ve İ. Rugova’nın Dışişleri Sekreteri, Milliyet 9 Mart 1998)
“Uluslararası topluluk” adına hareket ettiğini iddia eden büyük emperyalist devletler, daha önceki dönemde olduğu gibi, bağımsızlık ilanından sonra da Kosova halkının haklı istemlerine kulak tıkamış, örneğin Kosova sorununun da “Dayton Anlaşmasına dâhil edilerek “çözümlenmesi” doğrultusundaki talepleri reddetmişlerdi. İstikrarsızlık, çatışma ve emperyalist müdahalelere olanak tanıyacak, kaşınabilecek bazı sorunların var olmaya devam etmesi, henüz nihai hesaplaşmaya girişmemiş ya da girişememiş emperyalist devletlerin işine gelmekteydi.
İbrahim Rugova yönetimi, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin Mart ’98’de yenileneceğini ilan ettiğinde, zaten hiç kapanmamış olan çelişki ve çatışmalar yeniden alevlendi. Seçim tarihinin belirlenmesi ve ilan edilmesinde gerici Kosova yönetiminin tek başına hareket ettiğini ve herkese rağmen böyle bir tutum takındığını sanmak yanıltıcı olur. Nitekim henüz seçimlerle ilgili yeni bir karar ortada bile yokken, Almanya ve Fransa, Miloseviç yönetimine başvurarak Kosova’ya özel bir statü tanınmasını talep etmişlerdi (20 Kasım 1997). Bu önerinin Belgrad tarafından anında reddedilmesi üzerine ABD de hemen devreye girerek, Yugoslavya’ya uygulanan yaptırımları bir yıl süre ile uzattığını açıkladı (9 Aralık 1997). Yaptırımların süresinin uzatılmasına gösterilen gerekçeler arasında Kosova sorunu önemli bir yer tutuyordu. ABD’nin Kosova gerici yönetimine verdiği garantileri, Kosova Milletvekili ve Rugova’nın Dışişleri Sekreteri Edita Tahiri şöyle itiraf ediyor: “ABD Dışişleri bakam Madeleine Albright, Kosova’yı ziyaretinde, ABD’nin, 22 Mart seçimlerine gözlemci olarak katılacağını açıkladı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatında (AGİT) katıldığım bir toplantısında da aynı şeyler iletildi bana.” (Milliyet, 9 Mart 1998)
Bu arada, Bosna Savaşanın durmasının üzerinden geçen yaklaşık iki yıllık sürede nefes almış ve kendini nispeten toparlamış olan Yugoslav-Sırp önderliği, arkasına Rusya’nın da desteğini alarak “Yugoslavya’nın yeniden parçalanmasına müsaade etmeyeceklerini”, Slavların “kutsal topraklarını Müslüman Arnavutlara bırakmayacaklarını ilan etti. Yasadışı ilan ettiği Kosova yönetimine ve seçim hazırlıklarına karşı, askeri kuvvetine dayanarak saldırıya girişti. Daha önceleri Bosna’da görev almış katliam birlikleri, faşist milisler yeniden ve bu kez Kosova’da faaliyete giriştiler. Sırp kuvvetlerine mensup iki polisin şaibeli bir şekilde UCK (Kosova Kurtuluş Ordusu) tarafından öldürülmesi ise olayları tutuşturan kıvılcım oldu. Sırp birlikleri Kosovalı Arnavut gençlerine, köylerine ve kitle gösterilerine saldırıya girişerek 100’den fazla kişiyi katletti ve yüzlercesini de yaraladılar. Barışçı mücadele yolunu Seçmiş olan on binlerce Kosovalı ise, o günden bu yana değişik aralıklarla büyük kitlesel gösteriler gerçekleştirerek bağımsızlık talep ediyor.
Bütün bu gelişmelerin gölgesinde gerçekleştirilen 22 Mart seçimleri de, yine burjuva-milliyetçi İ. Rugova ve partisinin lehine sonuçlandı. Mağdur ve kahraman direnişçi rolünü iyi oynayan Rugova, muhalefeti etkisizleştirerek yeniden cumhurbaşkanlığına seçilirken, partisi de parlamentoda ezici çoğunluğu elde etti.

“KUTSAL TOPRAKLAR”
Kosova, Balkanlar’da Ortodoks Sırplar ile Müslüman halklar arasında ezeli çatışmanın hep odak noktası olmuş, her iki taraf açısından da tarihsel bir değer taşımıştır.
Ortaçağ Sırp Krallığı XIV. yüzyılda egemenliğinin zirvesine ulaştı. Sırp Kralı Etienne Duşon 1346’da imparator ilan edildiğinde, Makedonya’dan Yunanistan’a kadar geniş bir alanda hüküm sürüyordu. İmparatorluğun kalbi ise şimdiki Kosova topraklarıydı. İmparator, Bizans’ı (İstanbul) ele geçiremeden öldü. Ölümünden sonra Sırp imparatorluğu parçalanarak çok sayıda prensliğe bölündü. 1389’da Kosova’da gerçekleşen savaş neticesinde Sırp kuvvetleri Türkler tarafından yenilgiye uğratıldı, Prens Lazar ve Sultan I. Murat’ın da hayatlarını kaybettikleri bu savaştan sonra beş yüz yıl süren Osmanlı egemenliği dönemi başladı. Osmanlıların yükselme dönemi de Kosova zaferinden itibaren başlar. Balkanlarda hâkimiyet kurulduktan sonra Bizans’ın başkenti İstanbul ele geçirildi (1453) ve Batı’ya doğru yayılma dönemi başladı. Batı’ya yayılma Viyana kapılarında durdurulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu gerileme sürecine girmiş oluyordu.
Beş asırlık Osmanlı hâkimiyeti döneminde Kosova, Türklerin yanı sıra esas olarak, Müslümanlaştırılan Arnavut halkının yerleşim bölgesi durumuna geldi. Bu durum, XX. yüzyılın başla-rina kadar sürdü. Bu yüzyılın başına gelindiğinde “Avrupa’nın hasta adamı” olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgi üstüne yenilgilerle geri ‘çekilmesi üzerine Kosova, 1912 yılında Balkan Savaşı’nın ardından yeniden Sırbistan’a bağlandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1918’de Yugoslavya devleti kuruldu. Federasyon içerisinde asıl güç sahibi olan Sırplar, Kosova bölgesinin etnik yapısını değiştirmek için önlemler aldılar. Türk ve Müslüman “bey’lerin elindeki geniş toprak parçalarına zorla Sırp’lar yerleştirildiler. Sırpların politikası, “kutsal topraklar”ı yeniden ele geçirmekti. Bu dönemde Türklerin yanı sıra çok sayıda Arnavut da Sırp zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleştiler. 1929’da Kosova nüfusunun % 61’ini Sırp ve Karadağlılar teşkil ediyordu. (Önceleri % 90 Arnavut ve Türklerdi.)
İkinci Dünya Savaşı esnasında İtalyan faşistleri Kosova’yı da işgal ettiler ve “Büyük Arnavutluk” toprakları içerisine aldılar. Sırpların başlatmış olduğu “toprak reformu”nu iptal ettiler ve tarihlerinde ilk defa Arnavut nüfusa kendi dilinde eğitim imkânı sağladılar, Bu durum ve faşist işbirlikçisi Kral Zogo’nun çabaları, Kosovalıların başlangıçta İtalyan faşistlerini kurtarıcı gibi algılamalarına ve karşılamalarına neden oldu. Ancak süreç içerisinde faşistlerin gerçek niyetleri ortaya çıkınca, Kosovalıların ezici bir çoğunluğu antifaşist kurtuluş savaşında Tito kuvvetlerinin saflarında yerlerini aldı. Fakat Kosovalı Arnavutlar, 1945’de kurtuluştan sonra bekledikleri otonomiyi ya da Yugoslavya Federasyonu’nun yedinci cumhuriyeti olmayı elde edemediler. Yeniden “Büyük Sırbistan” hayali diriltildi. Ancak Sırp nüfus, ekonomik bakımdan oldukça geri olan bu bölgeye tekrar dönme eğilimine girmedi.
Kosova’daki Arnavutların, Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra Sırp baskısına karşı gerçekleştirdikleri ilk isyan 1968’de yaşandı. Aynı yıllarda Hırvatistan’da da benzer gelişmelerin yaşanması üzerine, Tito yönetimi de-santralizasyona yöneldi. 1974 Anayasası ile Kosova’ya, neredeyse diğer cumhuriyetlerin düzeyinde haklar tanıyan otonomi statüsü verildi. 1971’de Kosova nüfusunun % 73,7’si Arnavutlardan oluşuyordu. Otonominin kazandırdığı haklarla gelişen ulusal bilinç, Tito’nun ölümünden sonra 1981’de Kosovalıların bağımsızlık için ayaklanmalarına kadar vardı. On binlerce kişinin katıldığı büyük gösteriler Sırp yönetiminin zorbalığı ile bastırıldı. Ama bu arada Sırp ulusuna mensup halk bölgeyi tümüyle terk etti. 1991’de Sırp nüfusun oranı % 11’e düşmüştü.
1989’a gelindiğinde Kosova’da çarpışan iki yerel güç vardı: Bir tarafta Sırpların yeni altın çağı arayışı içerisindeki aşırı milliyetçi Miloseviç gibiler. (Bunlar, Tito zamanında ele geçen fırsatın iyi kullanılmadığı ve tepildiğini iddia ediyorlardı.) Öte yanda ise, bölgenin en eski uygarlığı olan İlirya’lıların devamı olduklarını iddia eden ve Slavlar arasında ezilmekten bıktıklarını ilan eden Kosovalı Arnavutlar. 1989 yılı içerisinde Trepca maden işçilerinin yeraltından çıkmayarak başlattıkları açlık greviyle patlak veren eylemler, on binlerce Arnavut’un katıldığı kitlesel gösterilere dönüştü ve Sırp kuvvetleri tarafından bir kez daha zor yoluyla bastırıldı. Bir yıl sonra Miloseviç’in ilan ettiği yeni anayasa ile (Voyvodina’yla birlikte) Kosova’nın özerkliği kaldırıldı”, özerk yönetimin bütün kurumlan (okul, basın, üniversite vb.) dağıtıldı. Bu durum karşısında Kosovalılar, milliyetçi Rugova önderliğinde kendi kurumlarını yasalara rağmen yeniden oluşturdular. 1991’de düzenlenen “gizli” referandumla Kosova Cumhuriyeti ilan edildi. (Sadece Arnavutluk tanıdı.) 24 Mayıs 1992’de düzenlenen “gizli” seçimlerle, Kosova Demokratik Birliği (LDK) lideri İbrahim Rugova cumhurbaşkanlığına seçildi.
Bu arada eski Yugoslavya 1991’de parçalandı. Geçmişte 6 cumhuriyetten (Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya) ve 2 özerk bölgeden (Voyvodina ve Kosova) oluşan Yugoslavya Federasyonu içerisinde sadece Sırbistan ve Karadağ kaldı. Diğer cumhuriyetler, nispeten kısa süreli savaş ve çatışmalarla bağımsızlıklarını ilan ederken, Bosna-Hersek’te çatışmalar yaklaşık dört yıl sürdü. Sonuçta büyük emperyalist devletlerin müdahalesi ile Aralık 1995’de imzalanan Dayton Anlaşması, Bosna’da savaşı “dondurdu”. Ama Kosova sorununun da bu anlaşma kapsamına alınarak “çözümlenmesi” doğrultusundaki talepler, anlaşmanın bölgesel tarafları ve hamilik yapanlar tarafından dikkate alınmadı.
Buradan çıkan sonuç şudur: Kosova, tarihinde hiçbir dönem özgür olmamış, ulusal ve demokratik istemleri hep işgalci ve despot rejimler tarafından bastırılmıştır. Buna, yaklaşık 35 yıl süren “sosyalist” Tito yönetimi dönemi de dâhildir. Bütün “sosyalist” söylemine ve resmi görüşmelerdeki vaatlerine karşın, büyük Sırp şovenizmini ayakta tutan Tito revizyonist kliğine karşı Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin ve Enver Hoca yoldaşın on yıllarca yürüttüğü ilkeli mücadele biliniyor. E. Hoca ve sosyalist Arnavutluk, her dönemde değişik yönlerden baskılara muhatap kalmalarına rağmen, bölgeye ve genel olarak Balkanlar’a emperyalist müdahaleyi kolaylaştıracak ve halkları daha uzun süreli bir esaret koşullarına mahkûm edecek girişimlerden titizlikle sakınmışlardı. Kosova sorununun gündeme geldiği her dönemde sosyalist Arnavutluk, sorunun Yugoslavya sınırları dâhilinde ve Kosova’ya diğerleriyle eşit haklara sahip cumhuriyet statüsünün tanınması yoluyla çözümlenmesini önermişlerdi. Ancak, Yugoslavya’yı değişik ulusların özgür birliği yerine, büyük Sırbistan hayalinin gerçekleştiği topraklar durumuna getirmekte kararlı olan Titocu revizyonist klik, fırsat doğar doğmaz halkların birbirini boğazlamalarının da sonraki zeminini hazırlamıştı. Nitekim Tito’nun ölümünden sonra yaşanan süreç, tam da böyle olmuş ve büyük emperyalist devletlerin bölgeye müdahalesi ve üşüşmesi için fırsat yaratmıştı. Tito’dan sonra iktidarı ele geçiren gerici-faşist Miloseviç kliği, bir önceki dönemde kaçırılan fırsatlara hayıflanmış ve “Büyük Sırbistan” hülyasını açık zorbalıkla gerçekleştirmeye girişerek, Yugoslavya’nın bugünkü sınırlarına kadar gerilemesinin yolunu açmıştı. Miloseviç, 1989’da Kosova Meydan Savaşı’nın 600. yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Sırbistan bugün yine yeni çatışma ve zaferlerin eşiğindedir”
Bu türden savaş naralarıyla “Büyük Sırbistan”ı yeniden kurmaya yönelen gerici-milliyetçi Miloseviç ve ekibi, sonraki on yıl içerisinde dünyanın gidişatını etkileyecek büyük değişim ve çözülmelerin farkında değildi. Çözülüp parçalanan Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin (Yugoslavya’nın kendisi de dâhil olmak üzere) büyük emperyalist kuvvetler elinde nasıl amansız ve kıran kırana bir rekabet, etkinlik ve hegemonya alanı olacağını hesaplayamıyordu. Zira Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çöküşü ile birlikte başlayan süreç, dünyanın ve bu arada ekonomik, politik, askeri ve stratejik önemi bakımından önde gelen bir kaç bölgeden biri olan Balkanlar’ın yeniden paylaşılması dönemidir. Dünyanın önemli diğer bölgelerini bir tarafa bırakacak olursak, Doğu Avrupa ve Balkanlardaki yeniden paylaşımdan aslan payını kapan ise Alman emperyalizmidir. Geleneksel-tarihsel yakınlık ve kendine özgü gelişme süreci nedeniyle hâlâ Rusya’nın etkinlik alanı içerisinde kalan Yugoslavya haricinde hemen bütün Doğu Avrupa ülkeleri ile Balkanlar, ekonomik ve ticari bağlantılarıyla Almanya’nın pençesine takılmış bulunuyorlar. Almanya, yüzyıllar boyunca askeri despotizmine ve Hitler’ci faşizme dayanarak gerçekleştirmeye çalıştığı etkinliği, bugün ekonomik ve ticari üstünlük yoluyla büyük ölçüde sağlamış bulunuyor. Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Slovenya, Avusturya, büyük ölçüde Romanya ve Bulgaristan ve hatta Ukrayna, Almanya’nın yörüngesine girmiş bulunuyorlar. Sözü edilen ülkelerin ekonomik-ticari bakımdan Alman pençesine takılmış olmaları gerçeği, öteki büyük devletlerin tümüyle devre dışı kaldıkları ve bölgeden süpürülerek iddialarını yitirdikleri anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ve çatışmayı şiddetlendiren en önemli sebep de burada yatıyor.
Kosova sorununun iki yönü var: Birincisi, Kosovalı Arnavutların haklı ve meşru istemleridir. Her ne kadar emperyalizmin elinde oyuncak durumuna gelmeye yatkın burjuva-milliyetçi önderlik tarafından yozlaştırılsa bile, özgürlük istemi, her ezilen halkın en doğal hakkıdır.
Bunun hangi biçim altında gerçekleştirileceği ise sorunun önemli ama tali yanıdır. Kosova, on yıllar boyunca Yugoslavya Federasyonu içerisinde diğer cumhuriyetlerle aynı haklara sahip bir cumhuriyet statüsü kazanmak için mücadele yürüttü. Tito ve Titocu yönetimler her seferinde bu talebi bastırmak için, tarihsel gerçekleri tersyüz eden kara propagandaya ve çıplak teröre başvurdular. Kosova’nın cumhuriyet değil, “özerk bölge” statüsüne kavuştuğu 1974–81 yılları arası dönem, nispeten rahat ve az sorunla yaşadığı dönemdir. 1981’de özerklik statüsünün kaldırılmak istenmesi ve kısıtlanması üzerine başlayan gerginlik, 1989’da bu statünün toptan iptal edilmesiyle zirveye ulaştı.
Bu arada Arnavutluk’un Kosova sorununda değişik dönemlerde oynadığı role değinmekte yarar var. Kral Zogo’nun gerici yönetimi döneminde canlı tutulan “Büyük Arnavutluk” hayali, İtalyan faşistlerinin kurtarıcı gibi gösterilmelerine ve öyle algılanmalarına kadar vardırılmıştı. İkinci Dünya Savaşanın bitiminde sınırın her iki yakasında halk cumhuriyetlerinin kurulması, aslında, Kosova sorununun demokratik, özgür ve barışçı bir ortamda çözülebilmesinin imkânını da yaratmış bulunuyordu. Fakat Tito kliği daha savaş içerisinde vermiş olduğu sözleri unutarak, gerici ve erteleyici bir tutum takındı. Ulusal sorunun çözümünde Marksist-Leninist ilkelere sadık kalan Arnavutluk Emek Partisi ise, çözüm konusundaki fikirlerini açık ve net bir şekilde ifade etmekle birlikte, dışarıdan müdahalelerin yolunu açacak sürtüşme ve çatışmalara girmekten hep kaçındı. Arnavutluk, sosyalist kaldığı müddetçe de bu tutuma uygun bir çizgi izledi ve bölgede barış ve istikrarın gerçek unsuru olarak rol oynadı. Ancak, Arnavutluk’ta sosyalizmin yenilmesi ile birlikte işbaşına gelen burjuva-milliyetçi ve gerici klikler, Kosova sorununda da yangına körükle giden bir yaklaşımın sahibi oldular. Bizzat Arnavutluk’un kendi içerisinde “düzen” sağlanması için kendi halkına karşı yabancı emperyalist birlikleri imdada çağırmaktan geri kalmayan gericiler, Kosova’ya böyle bir müdahalenin ise başlıca kışkırtıcıları arasında ön safta yer aldılar. Son olaylarda da aynı tutum (biraz yumuşamış olmakla birlikte) devam etti.
Kosovalıların kendileri ise bugün artık “özerk yönetim” ve “federasyon içinde cumhuriyet” çözümünü kabullenemeyecekleri bir konuma gelmiş bulunuyorlar. Orta vadede bağımsızlık ve uzun vadede ise Arnavutluk’la birleşmek, artık açıktan ifade edilmeye başlanan bir hedef durumuna gelmiştir. İşte bu zemin üzerinde, Kosova sorununun ikinci yönü devreye girmektedir: Emperyalistlerin bölgeye müdahalesi ve Balkanlar’da yürüyen hegemonya savaşı.

KOSOVA’YI KİMLER KARIŞTIRDI?
Kosova’yı karıştıranların bölgesel-yerel güçler olmadığı kesindir. Son on yılda dünyanın neresinde benzer yerel çatışmalar yaşanmışsa; orayı karıştıranların kim ya da kimler olduğunu anlamak için, tarafları sonuçta “barış masası”na oturtanların kimler olduğuna bakmak yeterlidir. Savaş(tır)anlar, sonuçta ya başarı elde ederek ya da savaşı ileri bir tarihe erteleyerek yerel güçleri masaya oturttuklarında, aslında masadakilerin her birinin ya da aynı anda birçoğunun ardında yer alıyorlar.
Avrupa’nın ortasında yirminci yüzyılın sonunda “etnik temizlik” ve “soykırım” savaşı olarak nitelendirilen Bosna Savaşı, dört yıl boyunca yüz binlerce insanın yaşamına, ekonomilerin harap olmasına ve halklar arasında onulmaz düşmanlık yaralarının açılmasına sebep olduktan sonra, birdenbire bıçakla kesilir gibi sona ermişti. Eğer yerel güçler gerçekten kendi kuvvetlerine dayanarak ve haklılığına inandıktan bir savaşın içerisinde olsalar, savaşın o evresinde böyle bir şey mümkün olur muydu? Sadece Bosna örneği bile Balkanlar’da süren çatışmaların, bölge gericiliklerinin boyunu aşan boyutlarının bulunduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Buradaki çatışmanın asıl tarafları olan büyük emperyalist devletler, “Dayton Barışı” ile savaşı sonuçlandırmaya değil, o günün koşullarında “dondurmaya” karar vermişler, kendilerine bağlı gericilikleri ise vaat, telkin, o da olmazsa tehdit yoluyla susturmasını bilmişlerdi. Ara verilen çatışma ve savaş bugün Kosova’da, zaten var olan tarihsel anlaşmazlıklar yeniden yavaş yavaş kaşınmak suretiyle tekrar başlama eğilimine girmiş bulunuyor.
Kosova’da ve genel olarak Balkanlarda bugün karşı karşıya duran ve işbirlikçileri yerel genellikler aracılığıyla çatışmakta olan asıl güçler, Almanya, ABD ve Rusya’dır. Bunlara, biraz daha geriden gelen ve birinci gruptakilerin müttefikleri olarak rol oynayan Fransa ve İngiltere’yi de eklemek gerekir. Bu aynı güçler, dört yıl süren Bosna Savaşı’nın da “barışının” da tarafları idiler ve bugün bölgede savaşan yerel güçleri “barıştırmak”la görevli “Batı Temas Grubumun da üyeleridir. Ama “barış”ı sağlamakla kendilerini görevli ilan etmiş olanların her birinin ve özellikle de Almanya, ABD ve Rusya’nın çıkarları çatışmakta, stratejileri karşı karşıya gelmektedir. Kosova’daki son olayları (çözümlenmemiş tarihi ve ulusal sorun zemininden hareketle) kışkırtan ve yeniden kaşıyan güçler, hemen hemen eşzamanlı olarak ve birbirlerinin hamlelerini karşılıklı etkisizleştirmek isteyen Almanya ve ABD’dir. Almanya, Doğu’ya ve Balkanlar’a doğru rahatça yayılması önünde Rusya (ve Yugoslavya’nın bizzat kendisi) hesabına engel teşkil eden Yugoslavya’nın hizaya getirilmesi ve bunun için gerekirse yeniden parçalanması yanlısıdır. ABD ise Bosna Savaşı sırasında kerhen destek verdiği Sırbistan’ı tam gözden çıkarmamakla birlikte, bölgede sorun teşkil eden noktaları kaşıyarak bölge ülkeleri üzerindeki nüfuzunu artırmak, askeri ve diplomatik üstünlüğüne dayanarak Almanya’nın yayılmasını engellemek planı ile hareket etmektedir. Her iki emperyalistin atraksiyon ve girişimlerinin de Rusya aleyhine olduğu ise açıkça ortadadır. Nitekim Rusya’nın, temas grubu toplantılarında açıktan Sırbistan’ı destekleyen bir mihrak olarak ortaya çıkması ve uygulanacak yaptırımları engellemek ya da en azından yumuşatmak doğrultusunda çaba sarf etmesi ve “eğer bir ambargo uygulanacaksa bunun Kosova’yı da içermesi” (ABD ve Almanya’nın, özellikle de Almanya’nın ilişki içerisinde olduğu Arnavutluk mafyası aracılığıyla Kosova’ya silah yığılmasının durdurulması) gibi karşı önerilerde bulunması, bu çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir.
Yugoslavya’da kaşınacak başka sorunlar da bulunduğu halde özellikle Kosova’nın ön plana çıkmasının bilinen tarihsel, dini ve etnik nedenlerinin yanı sıra bir başka noktaya da dikkat çekmekte yarar var. Kosova meselesinde üstünlük kuran güç, hiç tereddütsüz Kosova’yla kan bağları bulunan Arnavutluk ve Arnavut nüfusun yoğun olarak yaşadığı Makedonya’nın bir bölümü üzerinde de etkinlik kuracaktır. Arnavutluk üzerinde ise Almanya ile ABD’nin şiddetli bir kapışma içerisinde oldukları biliniyor.
Büyük emperyalist devletlerin Balkan politikasının sadece bölge hegemonyası ile sınırlı olmadığı, bu stratejik noktadan hareketle dünyanın başka bölgeleri üzerinde de etkinlik kurma ya da mevcut etkinliği pekiştirme amacı güttüğü unutulmamalıdır. Örneğin Alman emperyalizmi, Rusya ile Yugoslavya ve bazı eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinde kapışırken; aynı zamanda onu (Rusya’yı), mevcut statükonun üstün gücü olan ABD’ye karşı stratejik işbirliğine ikna etme ya da boyun eğdirme özleminden de vazgeçmemiştir. Nitekim Kosova’da düğümün karmaşıklaşması ve ABD’nin diplomatik-askeri üstünlüğe dayanarak nüfuzunu artırması, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Makedonya ve Türkiye’den oluşan “bölgesel barış gücü” hamlesini yaparak mevzi kazanması karşısında; Almanya, arkasına Fransa’yı da alarak Rusya ile birlikte “Moskova Zirvesi”ni tezgâhladı. Geçici bir toplantı olmadığı ve arkasının geleceği açıklanan ABD ve İngiltere karşıtı bu ittifak, ikinci Körfez Savaşı tehdidine karşı da nispeten işlemiş ve ABD’yi caydıran bir rol oynamıştı. Bu, aynı zamanda ABD’nin Balkanlardaki planlarına ve geleneksel olarak Fransa’nın etkinlik alanı olan Afrika’daki güncel girişimlerine karşı verilmiş bir yanıttı.
Şimdi saflar daha da belirginleşiyor. “Uluslararası Topluluk” ya da Birleşmiş Milletler adına hareket ettiklerini iddia eden birkaç büyük emperyalist devlet, birbirleri aleyhine ve esas olarak da proletarya ve halklara karşı nefes kesen, kıran kırana bir çatışmaya girişmiş bulunuyorlar. Bugün hâlâ bu çatışmanın işbirlikçiler ve yerel gericilikler vasıtasıyla yürütülüyor olması (ya da öyle yürütülmek zorunda kalınması) yarın da bu şekilde devam edeceği anlamına gelmez.
Dolayısıyla büyük emperyalist devletlerin Kosova’ya müdahalesinin, ulusal hak ve özgürlük talep eden Kosovalı Arnavutlara herhangi bir yararının dokunacağını zannetmek en hafif deyimle saflık olacaktır. Nitekim hepsinin hep bir ağızdan cumhuriyet ya da bağımsızlık talebine karşı çıkmaları ve sadece, dışarıdan müdahaleyi her dönemde mümkün kılacak ne idüğü belirsiz “diyalog” çağrısında bulunmaları bunun göstergesidir.

TÜRKİYE NEDEN BU KADAR HEVESLİ?
Kosova’da yeniden patlak veren olayların ardından hareketlenen ve üstüne vazife olmadığı ve kimse de bir şey talep etmediği halde arabuluculuk rolüne soyunan bölge ülkelerinin başında Türkiye geliyordu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Belgrat ve Priştina ziyaretlerinin yanı sıra/Türkiye’nin askeri ve diplomatik çevrelerinde de gözle görülür bir canlanma yaşandı.
Türkiye’nin, etrafını çevreleyen istisnasız bütün komşularıyla ihtilaflı ve anlaşmazlıkları körükleyen, provokasyon ve şantaja dayalı bir dış politika izlediği biliniyor. Sadece Balkanlarda değil, Türkiye’ye komşu önemli çatışma bölgelerinin tümünde izlenen dış politikanın iki ana ekseni var. Bir: Kaile alınan bir bölgesel güç durumuna gelmek, büyük emperyalistler arasındaki dalaşmadan yararlanarak kendini olabilir en yüksek fiyattan pazarlama ve esas olarak da ABD emperyalizminin “Truva atı” olarak Rusya’nın ve Almanya’nın planlarını bozmakta aktif bir rol oynamak. (Bir ABD planı olarak gündeme gelen “Balkan Barış Gücü”nün temel direği ve ilk gönüllüsü olarak Türkiye’nin öne atılması tesadüf değildi. Ayrıca Almanya’nın Türkiye’yi AB sürecinden dışlayan bir tutum takınmasının asıl nedeninin Müslümanlık filan gibi gerekçeler olmadığı biliniyor. Avrupa’nın patronu olarak Almanya, AB içerisinde ikinci bir ‘ABD casusu’na tahammül edemeyecek durumdadır. Bu nedenle de Türkiye’ye ya kendi çıkarlarının yörüngesine girmesi için boyun eğdirmek, ya da dıştalamak doğrultusunda bir yaklaşım içerisindedir.) İki: Dış politikayı ve ona dayanılarak teşvik edilen milliyetçi-şoven duyguları, iç politikadaki terör ve baskının üstünün örtülmesinde en etkili tarzda kullanmak. Burjuvazinin çıkarlarını ve ham emperyalist emelleri ulusun çıkarları olarak lanse ederek, emekçi halkın hoşnutsuzluğunu nötralize etmek ve hatta gerici-faşist politikalara desteğini sağlamaya çalışmak… İşbirlikçi, gerici burjuvazinin izlediği ve Türkiye’yi ikide bir savaşın eşiğine kadar götüren, komşu ülkeler ve halkları nezdinde sevimsiz ve nefret duyguları uyandıran bir ülkeye çeviren politikanın özü, işte budur.
Yunanistan, Suriye, İran, Ermenistan gibi komşu ülkelerle sürekli canlı tutulan gerginlik ve sürtüşmelere ek olarak son aylarda yaşanan üç olay, Türkiye’nin bu gerici, ihtilafçı, ama aynı zamanda da işbirlikçi sus-pusluğa dayanan dış politikasını açığa vuran canlı örneklerdi. Bunlardan birincisi; Türkiye-AB (daha doğrusu Almanya) ilişkileri, ikincisi; Körfez’de yeni bir savaş ihtimalinin belirmesi, diğeri ise; Kosova’da yaşanan gelişmelerdi. Her üç olayda da Türkiye’nin sapmadığı iki şey vardı. Bir: ABD emperyalizminin çıkarlarının bekçiliği ve bunun için gerekirse ülkeyi diğer emperyalist devletlerin saldırı hedefi durumuna getirmekte takınılan cesaretli (!) tutum, İki: Dışarıdaki gelişmeleri içteki gericiliğin dayanağı olarak kullanmak ve bunun için “sarı basın”daki gönüllüler ordusunu seferber ve ihya etmek.
Her ne kadar yerinde ve doğru söylenmiş olsa bile zamanlama ve güdülen hedef bakımından Almanya’yı açıktan tahrik etmeye yönelik “lebensraum” (yaşam alanı) tahlilleri, Irak’a saldın için kraldan fazla kralcı kesilmek, Kosova’ya müdahale ve “Balkan Barış Gücü” için ilk aday olarak sıraya dizilmek vb. gibi tutumlar ve “bu orduya bir uçak gemisi helal olsun” türünden yaygaralar; bu bahsedilen çerçevede belirli bir anlam kazanmaktadır. Yok değilse Türkiye gericiliğini ilgilendiren şey, Kosova’daki Arnavutların bağımsızlık ve özgürlük talepleri değildir. Kelin merhemi olsa, kendi başının çaresine bakardı! İçte ve dışta izlediği politika ile özgürlük, bağımsızlık gibi soylu kavramların düşmanı olduğunu bir değil, bin kez kanıtlayan, Kürt halkının haklı istemlerine “Sırp zulmü”nü hiç de aratmayacak bir vahşilikle saldıran işbirlikçi faşist gericiliğin Kosova halkına taşıyabileceği yararlı en ufak bir değer yoktur.

Haziran 1998

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑